İLMİHÂLİN TANIMI VE KAPSAMI

İlmihâl, “ilim” kelimesi ile “hâl/davranış” kelimesinin birleşmesinden oluşan bir kavramdır. İslamî ilim geleneğinde, ilk asırlarda bu kavramın kullanıldığını bilmiyoruz. Hicri 4. veya 5. asırlardan itibaren ilk defa kullanılmaya başlandığını görüyoruz. İlmihâl kitaplarının telifine ise, ilk defa hicri 10. yüzyılda başlandığına tanıklık ediyoruz.

İlmihâl: Kişinin, bulunduğu hâlin bilgisine sahip olması demektir. Kişi neyle meşgul ise, o halin doğru bilgisine sahip olmayı sağlayan ilme ilmihâl denir. Bu tanım da bize aslında bu ilmin ne kadar önemli olduğunu, ayrıca kapsamının da ne kadar geniş olduğunu göstermektedir.

Yine bir Müslümanın, kendi yaşadığı çağın problemlerini dikkate alarak İslâmî konularda doğru bilgiye ulaşmasının ve davranışlarını da buna göre yapmasının önemli olduğunu, bunun için de İlmihâl kitaplarına müracaat etmesi gerektiğini anlamış oluyoruz. Şunu da ifade edelim ki yazılmış olan tüm ilmihâl kitaplarında, başta güncel problemler olmak üzere her konuya tüm boyutlarıyla temas edildiğini söylemek istemiyoruz. Hemen her ilmihâl kitabı, ortak konular olan ibâdetler konusunu içerse de bunların haricinde yazarın önemseyerek kitabına aldığı konuları ihtiva ettiklerini görmekteyiz.

Yazılan ilmihâl kitaplarının içerdiği konulara baktığımızda; bir Müslümanın bilmesi gereken başta muamelelere dayanan konulara ağırlık verilmesiyle birlikte hemen her konuyu mezhebî doğruları dikkate alarak gündeme aldıklarını görmekteyiz. Akaid, ahlâk, Hz. Peygamberin hayatı ve fıkıh gibi her ilim dalıyla ilgili konuları ilmihâl kitapları gündeme almaktadır. Yazılan ilmihâl kitaplarının, daha çok yazıldığı zaman diliminde ihtiyaç hissedilen konulara ağırlık verdiklerini ve bu maksatla yazıldıklarını da görmekteyiz.

Bütün bunlarla birlikte genel olarak ilmihâl kitapları; İslâm ile ilgili kısa bilgiler verdikten ve îman ile ilgili konulara kısaca temas ettikten sonra abdest, temizlik, namaz, oruç, zekât, hac, haramlar, evlilik hukuku ve miras hukuku gibi konuları içermektedir. Yani ilmihâl kitapları daha çok fıkhın alanına giren konulara ağırlık vermektedirler. Diğer konular ise özet bir şekilde gündeme getirilmektedir.

Müslümanların tarihi süreç içerisinde oluşturdukları ilmî geleneğe baktığımızda, İslâmî ilimlerin bir takım katagorilere ayrıldığını görmekteyiz. İlk asırlarda, bugün “İslâmî ilimler” (daha doğru bir tanımla, “akli ilimler” ve “nakli ilimler” -ilimlerin İslâmî olan ve olmayan olarak kategorize edilmesi doğru değildir,-) olarak tanımlanan tefsir, hadis, akaid, siyer, ahlâk, fıkıh gibi ilimler iç içeydi. Lakin tarihi süreç içerisinde bu ilimler birbirleriyle tümüyle bağlarını koparmasalar da müstakil ilimler olarak kabul gördü. İlmihâl kitapları ise, her ne kadar fıkhi konulara ağırlık verse de ilk asırlarda olduğu gibi tüm ilimleri bir arada gündeme getirmeye çalışmaktadır. Bunları söylerken de şu hususu tekrar hatırlatmak isterim ki yazılan hemen tüm ilmihâl kitapları mezhebi ölçülere göre hazırlanmıştır. Dolayısıyla ilmihâl kitaplarında yer alan gerek akaide dair konular, gerekse de fıkhi konular mezhebi anlayışlardan neşet etmiş konulardır.

FIKHIN TANIMI VE KAPSAMI

Fıkıh kelimesinin sözlük manası: Bilmek, anlamak, bir şeyin bütününe vâkıf olmak demektir.

Terim manası ise: Bir kimsenin lehinde ve aleyhinde olan ameli hükümleri bilmesidir. Bir başka tanıma göre ise: Kişinin ibâdetlere, muamelelere ve cezalara ait şer’î hükümleri delilleriyle, ayrıntılı olarak bilmesidir. Yani dinin kişi için koyduğu ölçüleri, Kur’an ve Sünnetten yola çıkarak delilleriyle öğrenmesine fıkıh denir. İlk dönemlerde “fıkıh” terimi tüm ilim dalları için kullanılmaktaydı. İlk dönemde İmam Ebû Hanife tarafından yazıldığı iddia edilen akaid kitabının adı el-Fıkhu’l Ekber’dir. Bu tanımlama bize gösteriyor ki fıkıh terimi, akaid ilmi için de kullanılıyordu. Akaid ilmi, diğer ilim dallarından daha önemli olduğundan dolayı “el-Fıkhu’l Ekber (En Büyük Fıkıh)” olarak isimlendirilmiştir.

Fıkıh ilmi, akide ilminden sonra dinin en önemli konularını gündemine alan bir ilim dalıdır. Bunun içindir ki bir Müslümanın, fıkıh ilmini tüm ayrıntılarıyla olmasa da genel hatlarıyla öğrenmesi gerekmektedir. Çünkü dinin pratiğe yansıyan kısımlarının çoğunu, fıkıh ilmi içerisinde barındırmaktadır. Dolayısıyla dinin pratiklerini doğru bir şekilde yapabilmek için fıkıh ilmine ihtiyaç en üst düzeyde söz konusudur. 

Kur’an’ın inzal sürecinde Müslümanların pratikleri Kur’an tarafından belirleniyordu.  Yanlış olanlar yasaklanıyor, doğru olanların da hangileri olduğu bildiriliyordu. Ashab, Kur’an’da bulunup da anlamadıkları meseleler olduğunda Rasûlullah’a müracaat ediyor ve Efendimizin açıklamalarıyla meseleyi neticeye kavuşturuyorlardı. Kur’an’da geçmeyen meselelerle ilgili olarak da Efendimize sorarak doğru bilgiyi O’ndan öğreniyorlardı. Dolayısıyla Peygamberimiz hayattayken hem Kur’an’da bulunup da anlaşılamayan meseleleri açıklıyor, hem de Kur’an’da bulunmayan meselelerde kendisine müracaat edilerek bu şekilde doğru bilgiye ulaşılıyordu.

Efendimizin vefatından sonra bu görevi Sahabe-i Kiram efendilerimiz sürdürdüler. Kur’an’ın inşa ettiği ilk nesil olmaları ve dini Rasûlullah’tan bizatihi öğrenmeleri sebebiyle, insanlar karşılaştıkları müşkül meselelerde onlara müracaat ediyor ve onların fetvalarıyla meseleleri çözüme kavuşturuyorlardı. Yaşanan fetihlerle birlikte birçok farklı şehre yerleşen sahabeler, o beldenin dini konularda âdeta fetva mercii konumundaydılar.

Sahabe neslinden sonra bu görev, sahabenin ilim halkalarından geçen tâbiîn nesline geçti. Tâbiîn nesli içinde çok büyük âlimler yetişti. Özellikle de ilim seviyesi yüksek olan sahabelerin dizlerinin dibinde yetişen tâbiîn nesli, sahabenin yokluğunu aratmayacak derecede ilmî şahsiyetler oldular. Dolayısıyla insanların her konuda müracaat ettikleri merciler oldular. Bu süreçten itibaren ister istemez dini anlamada yorumsal farklılıklar söz konusu oldu. Farklı beldelerde yaşayan, farklı âlimlerden eğitim gören ve bilgi birikimi farklı olan âlimlerin din anlayışlarının da farklı olması kaçınılmaz oldu. İşte bu süreçten itibaren bazı âlimlerin görüşleri etrafında oluşan ekoller, toplumlar tarafından benimsenmeye başlanmış ve bu da süreç içerisinde mezheplerin oluşmasına sebebiyet vermiştir. Bu yaşananlardan sonra dini anlamada mezhepler belirleyici olmaya başlamıştır.

Öncelikle itikadî anlamda ortaya çıkan mezhepler daha sonra fıkıh alanına da sirayet ederek dördü Ehl-i Sünnet’in, ikisi de Şia’nın benimsediği altı mezhep, günümüze kadar varlığını sürdürerek gelmiştir. Ehl-i Sünnetin benimsediği mezhepler; Hanefî, Mâlikî, Şafiî ve Hanbelî mezhepleridir. Şia’nın fıkıh mezhepleri ise; Câferî ve Zeydîye mezhepleridir. Değişik bir ifadeyle, ilk dört mezhep (o zaman diliminde 70 civarında olup sonradan çoğu unutulup dörde inen mezhepler), Ehl-i Sünnet adını almış, diğer iki mezhep de Şia genel adıyla meşhur olmuştur.

Fıkıh Mezhepleri

Şimdi Ehl-i Sünnetin fıkıh mezheplerini kısaca tanıyalım:

Öncelikle şunu ifade etmek gerekir ki mezhepler bir vâkıa olarak oluşmuş ve Müslümanların yüz yıllardan bugüne kadar benimsedikleri bir olgu olmuştur. Özellikle miladi 12. yüzyıldan sonra ilmi ve fikri yükseliş duraklamış ve bu yüzyıldan sonra daha önceki ictihad ve fetvâların taklid edilmesi dönemi başlamıştır. Daha önce ortaya çıkan mezhep algısı, bu süreçten sonra daha kalıcı ve baskın şekilde Müslümanları etkisi altına almıştır. Bu süreçten sonra ortaya çıkan âlimlerin büyük ekseriyeti, mezhepleri ilmi ve fikri manada aşmak veya en azından o çizgiyi ilmî olarak geliştirmek yerine, mezheplerin katı bağlısı ve taklitçisi olmuşlar ve mezheplerin kabul ettiği usûl çerçevesinin dışına çıkmamışlardır. Daha çok da kendi mezhebini diğer mezheplere karşı savunma çabası içerisine girmişler, bu konularda eserler telif etmişlerdir. Kısacası Kur’an ve sünnetten hareketle dini daha iyi anlama yerine, mezhepleri daha iyi anlama çabası uygulanır olmuştur. Bunun için de daha önce yazılmış olan eserlere hâşiyeler yazılmaya başlanmıştır.

Bir Mezhebe Bağlı Olmak Doğru Mudur?

Mezhepler, Kur’an ve Sünneti anlamada kullandıkları özel yöntemlerden dolayı oluşan farklı yorumlama biçimleridir. Mezhepler din değil, dini anlama biçimleridirler. Dolayısıyla bir mezhebin görüşlerinden yola çıkarak bir kimsenin Müslüman olup olmadığına karar verilemez. Aynı şekilde bir mezhep tümüyle hak, diğer mezhepler de bâtıl olarak görülemez. Çünkü hak, mutlak doğru, bâtıl ise hak ve gerçek olmayan, kesin ve mutlak şekilde yanlış ve geçersiz olan demektir. Bir mezhep hem İslâm mezhebi kabul edilip hem bâtıl ilan edilemez. Hak olan İslâm, bâtıl olan da küfürdür çünkü. Mezhepli olmaktan öte, mezhepçiliktir; kendi mezhebini hak, diğer mezhepleri bâtıl kabul etmek.

Dinin asıl öngördüğü husus şudur; bir Müslüman, dinini Kur’an ve Sünnetten yola çıkarak öğrenmelidir. Lakin her insanın bu imkânlara sahip olması söz konusu olmayabiliyor veya detay konular birtakım uzmanlıklar gerektirebiliyor. Namazın kılınma şekli bir uzmanlık gerektirmediği halde, miras hukukuna dayanan hükümlerin bilinmesi uzmanlık gerektirebiliyor. Uzmanlığı gerektiren durumlarda da herkesin bilgi sahibi olması tabii ki söz konusu olamamaktadır. Bundan dolayı ilim sahibi olmayan bir Müslümanın ilim sahibi oluncaya kadar, ilim sahibi olan bir kişiye veya mezhebe uymasında bir sakınca yoktur. Herhangi bir mezhebe bağlı olmak değil, mezhepçi olmak yanlıştır.

Bir Mezhebe bağlı kalıp mezhepli olmakla, mezhepçi olmak arasında ise şu şekilde bir fark vardır. Mezhebe bağlı olan kişi bilir ki mezhep; dini anlamada kolaylık sağlayan, büyük çoğunluğu ictihatlardan oluşan dini anlama biçimidir. İctihatda ve fetvâya dayanan konularda isabet etme ihtimali olduğu gibi yanılma ihtimali de her zaman söz konusudur. Mezhebin içtihadının yanlış olduğu anlaşıldığında mezhebe uymak artık haram olmaktadır. Mezhepçî olanlara göre ise; mezhep dini anlamada tek doğru yoldur. Hata ihtimali yoktur. Diğer mezhepler yanlıştır. Kendi mezhebine bağlı olmayanları hidayetten uzak görmektedirler. Bu mezhepçi anlayışları mâkul görmek, Kur’an ve sünnet açısından mümkün değildir.

Dinin aslı Kur’an’dır ve Kur’an’dan yola çıkarak Efendimizin uygulamalarıdır. Bunların haricindeki hususları kimse din diyerek başkalarına dayatamaz. Kur’an’ı ve sünneti anlamada oluşacak yorum farklılıklarına karşı müsamahalı olmak gerekmektedir. Ashab arasında dahi yorum farklılıkları olmuştur ve insanın olduğu yerde bundan kaçınmak da söz konusu değildir. Her insan kendi bilgi birikimi ve aklî kapasitesi çerçevesinde olayları ve metinleri anlamaya çalışır. Her insanın bilgi birikimi ve aklî seviyesi de aynı olmadığına göre yorumsal farklılıkların oluşması kaçınılmazdır. Yorumsal farklılıklar, Kur’an ve sünnete tamamıyla ters olmadığı ve tefrika oluşturmadığı sürece makul karşılanmalıdır. Kur’an, tefrikaya sebebiyet veren ve dinin aslıyla taban tabana zıt olan farklılıkları kabul etmemekte, bu konuda Müslümanları daha önceki ümmetler üzerinden uyarmaktadır. “Kendilerine apaçık deliller geldikten sonra parçalanıp ayrılığa düşenler gibi olmayın. İşte bunlar için büyük bir azap vardır.” (Âl-i İmran, 105)

Tarihte onlarca fıkıh mezhebi ortaya çıkmıştır. Özellikle hicri 2. asrın sonlarına kadar hemen her âlim, bir mezhep imamıdır. Yani gümümüze kadar gelen mezhep imamları gibi belki de onlardan daha fazla ilim sahibi olan nice âlimler o dönemde yaşamıştır. Fakat gerek siyasal sebepler gerekse de bu âlimlerin vefatlarından sonra, talebeleri hocalarının görüşlerini daha sonraki nesillere taşıyamamışlar ve o âlimlerin görüşlerini metodolojik bir şekilde bir araya getirmek suretiyle sistemleştirerek yayamamışlardır.

Mezheplerle ilgili olarak şu önemli hususu da hatırlatmak gerekir. Mezheplerin kendilerine nispet edildiği âlimler; “biz mezhep kurduk, en doğru mezhep bizim mezhebimizdir” diyerek ortaya çıkmamış ve insanları kendilerine, mezheplerine çağırmamışlardır. Bunun tam aksine kendi görüşleriyle ilgili; “görüşlerimizle çatışan bir haberle/sahih rivayetle karşı karşıya kalırsanız bizim görüşlerimizi ayaklarınızın altına alın, o sahih hadisi esas alın” demişlerdir.

İmam Ebû Hanife’ye nispet edilen şu söz konuyu özetler mahiyettedir; “Benim doğrularım yanlış olma ihtimali olan doğrulardır. Başkalarının yanlışları ise doğru olma ihtimali olan yanlışlardır.”

Abbasî halifesi Ebû Mansûr, İmam Mâlik’e; yazdığı Muvatta isimli kitabı devletin kanun kitabı yapmayı teklif ettiğinde İmam, bunu başka âlimlerin görüşlerinin görmezden gelinmesine sebebiyet vereceği için reddetmiştir. (İbn Sa‘d, s. 440; İbn Abdülber en-Nemerî, el-İntiḳâʾ, s. 80-81) Diğer mezhep imamlarından da benzer ifadeler nakledilmiştir. Maalesef bu anlayış, süreç içerisinde göz ardı edilerek mezhep âlimlerinin görüşleri mutlaklaştırılmış, taklitçilik yaygın bir anlayış haline gelmiştir.

  • Hanefi Mezhebi

Hicri 80. yılda Kûfe’de doğan ve 150 yılında Bağdat’ta vefat eden, asıl adı Numan İbn Sâbit olan Ebu Hanife’ye nispet edilen mezhebe Hanefî Mezhebi denilmektedir. Mezhepler arasındaki en eski mezhep bu mezheptir. İmam Ebû Hanife aslen Fârisî, yani İran’lıdır, diğer mezhep imamları gibi Arap asıllı değildir.

Ebu Hanife, kendi döneminin büyük âlimlerinden dersler almıştır. Hocası Hammad İbn Ebî Süleyman hayattayken dini konularda fetva vermekten sakınmıştır. Hocası vefat edince ve yaşı da kırklara ulaştığında fetva vermeye başlamıştır. O da hocası gibi kendinden sonra ümmete faydalı olacak talebeler yetiştirmiştir.

Ayrıca İmam Ebû Hanife, siyasi düşüncelerinden dolayı yaşadığı dönemde devlet idarecilerinden çok baskılar görmüştür. Hatta genel kabule göre, bu baskılar sonucu hapisteyken zehirlenmiş ve bunun neticesinde de vefat etmiştir. Devlet idarecilerinin ona baskı yapmalarının sebebi ise, idarecilerin yaptıkları zulümleri kabul etmemesi, devletin verdiği görevleri yerine getirmekten kaçınması ve devlete karşı ayaklanan Hz. Ali’nin soyundan gelen âlimleri desteklemesidir. Kendisine devletin yargı işlerinde, yüksek bir makam teklif edilmesi üzerine imamın cevap olarak söylediği şu sözü meşhurdur; “Bana Vasıt Mescidi’nin kapılarını saymayı teklif etse onu da yapmam” İmam gerek Emeviler döneminde, gerekse de Abbâsiler döneminde devlet adamları tarafından baskıya maruz bırakılmıştır. İmam Ebû Hanife’nin siyasi düşünceleri, kendinden sonraki talebeleri tarafından maalesef sürdürülmemiştir.

Yetiştirdiği talebelerin en önemlileri şunlardır; İmam Ebû Yûsuf, İmam Muhammed, İmam Zûfer ve Hasan İbn Ziyad. Özellikle ilk üç talebesi, Hanefî mezhebinin olgunlaşmasında ve şu anki haline gelmesinde büyük ölçüde etkili olmuşlardır.

Hanefi mezhebi sadece İmam Ebû Hanife’nin görüşlerinden oluşmamakta, aynı zamanda İmam Ebû Hanife’nin yetiştirdiği güzide talebeleri olan İmam Muhammed ile İmam Ebû Yûsuf’un da görüşlerine dayanmaktadır. Çok az da olsa, İmam Zufer’in de görüşleri mezhep içerisinde delil kabul edilmiştir. Ebû Hanife’nin görüşleri ancak yaklaşık % 30 civarında mezhep içerisinde yer bulabilmiştir. % 60’dan fazlası ise İmam Muhammed ve İmam Ebû Yusuf’un görüşlerine dayanmaktadır.

Hanefî mezhebi, Abbasî devletinde en yüksek makamda kadılık (kadıyu’l kudâtlık, yani baş kadılık) yapan İmam Ebû Yûsuf vasıtasıyla yayılma imkânı bulmuştur. Ayrıca Türkler bu dönemde Hanefî mezhebini benimsemişler ve neticesinde bundan sonra Türklerin kurdukları Selçuklu ve Osmanlı devletleri eliyle de devletin resmi mezhebi haline getirilmiş ve bu vesileyle de mezhebin yayılması sağlanmıştır.

Hanefî mezhebini diğer mezheplerden ayıran en önemli husus şurasıdır; Hanefî mezhebi diğer mezheplere oranla aklı dini anlamada daha fazla kullanmış, dinin kaynakları arasında aklı (re’yi, içtihadı) da saymıştır. Bundan dolayı da İslâm hukukunda iki ana ekol oluşmuştur. Birisi rey ekolü, diğeri de rivayet ekolüdür. Rey ekolü Hanefi çizgisini ifade ederken, rivayet ekolü de diğer mezhepleri ifade etmektedir. Rey ekolü; dini anlamada Kur’an ve sahih sünnete bağlı kalmakla birlikte düşünce ve içtihadı öne çıkarırken, rivayet/hadis ekolü ise, rivayetleri merkeze alıyor, rivayetin olduğu yerde içtihadın yani aklı kullanmanın, rivayetleri kabul etmek dışında geçerli olmayacağını iddia etmektedir. Hanefî mezhebi, sahip olduğu din anlayışından dolayı diğer mezheplerden epeyce bir eleştiri almıştır. Özellikle ehl-i hadis kabul edilen Hanbelî ve Selefî çizgideki âlimler, Ebû Hanife’yi ağır şekilde itham etmekten kaçınmamışlardır.

  • Mâlikî Mezhebi

Hicri 93’de Medine’de doğan ve yine Medine’de 179 yılında vefat eden büyük hadis ve fıkıh imamı Mâlik ibn Enes’e nispet edilen mezheptir. İmam Mâlik ibn Enes, Medine’de Etbeû Tabiîn’in en önde gelen âlimlerindendir. Tabiîn’in öne çıkan birçok âlimlerinden dersler aldı.

Yaşı ve ilmi, olgunluk çağına ulaşınca, Mescid-i Nebevî’de dersler ve fetva vermeye başladı. Birçok öğrenci yetiştirdi. Yetiştirdiği talebelerden birkaçı şunlardır; Abdurrahman ibn Kasım, Leys b. Sa’d, Yahya ibn Yahya, Eşheb ibn Abdilaziz’dir. Bu talebelerin Mâlikî mezhebinin Mısır’dan başlayarak Mağrip ülkeleri ve Endülüs’e kadar yayılmasında çok etkileri olmuştur.

İmam Mâlik’i diğer mezhep imamlarından ayıran en önemli husus ise şudur; İmam, Medine’de yaşayan insanların davranışlarını hadislerden daha kuvvetli delil olarak kabul etmiştir. Bir konuda birbirine muhalif olan hem hadis hem de Medinelilerin davranışı varsa, Medinelilerin davranışını delil alıyor, hadisle amel etmiyordu.

Muvatta adında bir eser telif etmiştir. Bu eser hem bir hadis kitabı, hem de fıkıh kitabıdır. Fıkhî konulardaki hadisleri bu eserinde toplamıştır. Ehl-i Sünnet âlimlerinden bazıları Kütübü’s-Sitte (6 hadis kitabı) -Sahihî Buhârî, Sahihî Müslim, Sünen-i Ebû Dâvud, Sünen-i Tirmizî, Sünen-i İbn Mâce ve Sünen-i Nesaî- arasına Nesaî’yi değil Muvatta’yı dâhil etmişlerdir.

Mâlikî mezhebi daha çok Mısır, Tunus, Cezayir, Fas, Libya gibi Mağrip (Kuzey Afrika) ülkelerinde yayılma imkânı bulmuştur.

  • Şâfiî Mezhebi

Hicri 150 yılında Gazze’de doğan ve 204 yılında Mısır’da vefat eden Muhammed ibn İdris el-Kureyşi’ye nispet edilerek bu isimle anılmıştır.

Gençliğinde uzunca yıllar, Arap dilini iyi öğrenmek için çöllerde yaşayan bedevi Arap kabilelerinin yanında kaldı. Bizzat İmam Mâlik’ten, 9 yıl Muvatta üzerinden ders aldı. Hanefî mezhebinin imamlarından İmam Muhammed’den Irak fıkhını öğrendi. Hadis ilminde otorite kabul edilen önemli isimlerden olan Süfyan ibn Uyeyne’den hadis ilmini tahsil etti.

Bağdat’ta ve Mekke’de dersler verdi. Hicri 198 yılında Bağdat’tan ayrılarak Mısır’a göçtü. Mısır’a göçmesiyle birlikte eski bazı görüşlerinin değiştiğini ilan etti.

İmam Şâfiî, Kur’an’la birlikte âhad (Mütevatirin şartlarını taşımayan hadisler için kullanılan bir terim) olan sahih hadisleri de delil olarak kullandı. Hadis ekolüne mensup olan İmam Şâfiî, rey ekolüne mensup olan Hanefi ekolüne usûlî manada eleştiriler getirdi.

Özellikle Fıkıh Usûlü konularıyla ilgili olarak ilk eser telif eden âlimler arasında ismi zikredilmektedir. Er-Risale adlı eseri, usûl konularını ihtiva eden ilk eserlerdendir. Er-Risale yanında El-Ümm ve Hucce adında eserleri de mevcuttur.

Şâfiî mezhebi, Mısır, Suriye, Filistin, Irak ve Kürtlerin yaşadığı yerlerde yayılma imkânı bulmuştur.

  • Hanbelî Mezhebi

Hicri 164 yılında Bağdat’ta dünyaya gelen ve 241 yılında yine Bağdat’ta vefat eden büyük hadis imamı Ahmed İbn Hanbel eş-Şeybanî’ye nispet edilen mezhebin adıdır.

Uzun yıllar İmam Şâfiî’den ders görmüştür. Özellikle hadis konularında ilim almak ve hadis toplamak için, Kûfe, Basra, Mekke, Medine, Şâm ve Yemen’e gitmiştir.

Ahmed İbn Hanbel, yaşadığı dönemde daha önceki âlimlerin yazdığı eserlere ulaşma imkânı olduğundan dolayı bu eserlerden istifade etti. Kendi döneminin en güzide ilimleri olan Fıkıh ve Hadis konularında çok zengin bir birikime ulaşma imkânı bularak bu konularda iyi bir dereceye ulaştı.

Verdiği fetvalarda, Kur’an ve Sünnet’in yanı sıra, Sahabe, Tabiîn ve Etbaû Tabiîn’in görüşlerine yer verdi. Selef olarak adlandırılan bu üç neslin görüşlerini terk ederek kendi görüşleriyle amel etmeyi doğru görmedi.

Hanbeli mezhebine, hadis ve Sahabe sözüne dayanan bir mezhep denilse doğru söylenmiş olur.

Buhârî ve Müslim gibi hadis imamları, Ahmed İbn Hanbel’in rivayet ettiği hadislere kitaplarında yer verdiler.

Yazmış olduğu ve yaklaşık 40 bin hadisi içeren hadis kitabı Müsned’i, 600 bin hadisin içerisinden seçerek oluşturdu. Müsned, içerisinde en fazla hadis rivayetinin bulunduğu hadis kitabıdır. Müsned’in içerisinde az da olsa hadis âlimlerinin zayıf ve mevzu olduğunda ittifak ettikleri rivayetler söz konusudur.

Yetiştirdiği öğrencilerinden bazıları şunlardır; Salih İbn Ahmed, Ebu Bekr el-Ersem, Ahmed İbn Muhammed, İbrâhim İbn İshak’tır.

Hanbeli mezhebi daha sonraki yıllarda İmam İbn Teymiyye üzerinden tekrar gündeme gelerek yayılma imkânı bulmuştur. Son yüzyıllarda ortaya çıkan Vahhâbilik hareketiyle tırmanışa geçen mezhep, kendilerini Selefiliğe nispet eden gruplar tarafından dünyanın her tarafına götürülmüş vaziyettedir. Suudî Arabistan’ın resmi mezhebi olan Hanbeli mezhebi, Hicaz bölgesi başta olmak üzere Suriye, Irak ve Mısır’da yayılma imkânı bulmuştur.

İSLÂM FIKHININ KAYNAKLARI

İslâm fıkhının asli ve fer’i olmak üzere iki gruptan oluşan kaynakları söz konusudur. Asli kaynaklar; İslâm fıkhının temel kaynakları olarak kabul edilirken, fer’i kaynaklar ise, asli kaynaklara bağlı kalan ve asli kaynaklarda hükmü bulunmayan meselelerde ancak delil olma niteliği olan kaynaklardan oluşmaktadır. Şimdi bunları kısaca açıklamaya çalışalım.

  • ASLİ KAYNAKLAR
  • Kitap (Kur’an-ı Kerim)

Tanımı: Allah’u Teâlâ’nın, Hz. Muhammed’e (s.a.s) Arapça olarak indirdiği, Mushaflarda yazılı olan, bize kadar tevatür yoluyla gelen, okumasıyla sevap elde edilen, bir benzerini insanların getirmekten âciz kaldıkları Allah’ın kelamıdır.

Şimdi bu tanımı biraz açalım:

Kur’an Allah tarafından Cebrail (a.s) aracılığıyla Hz. Muhammed’e (s.a.s.) indirilen bir kitaptır. Bu tanım bize Kur’an’ın Allah’ın buyrukları olduğunu, Kur’an dışındaki tüm sözlerin ise bu özellikte olmadığını ifade etmektedir.

Yine Kur’an, başka bir dilde değil Arapça olarak indirilmiştir. Bu da bize Kur’an’ın diğer dillere olan tercümelerinin Kur’an kabul edilemeyeceğini göstermektedir. Şu bir gerçek ki her dilin kendine has birtakım özellikleri vardır. Diğer bir dilin o hususiyetleri tümüyle karşılayabilmesi söz konusu olmamaktadır. Arapça da zengin bir dil olması itibariyle diğer dillerin kendisini tümüyle kapsayacak şekilde yansıtılması söz konusu olamayacaktır. Bunun içindir ki Kur’an’ın Arapça dışında herhangi bir dile yapılan tercümeleri Kur’an değildir. Böyle olmadığı için de tercümelerin namazda okunması caiz değildir.

Tanımda geçen “Mushaflarda yazılı olan” kısmı da bize göstermektedir ki şu an elimizde bulunan ve iki kapak arasına toplanan âyetler haricindeki sözler Kur’an değildir. Rivayetler arasında bulunan ve Kur’an’dan olduğu iddia edilen sözler, Kur’an’dan âyet değildir. Böyle bir iddia da bâtıl bir iddiadır. Kur’an ancak iki kapak arasında elimizde bulunan âyetlerin bütünüdür.

Ayrıca tanımda geçen “bize kadar mütevatir olarak gelen” kısmı da Kur’an âyetlerinin tümünün bize kadar mütevatir olarak geldiğini göstermektedir. Yani yalan söylemek üzere bir araya gelmesi mümkün olmayan çok sayıda insanın kendileri gibi topluluklara aktararak günümüze kadar gelen bir kitaptır Kur’an.

Yine “okunmasıyla sevap elde edilen” ifadesiyle de Kur’an âyetlerinin Allah’ın kelamı olması hasebiyle okuyan kişi, Efendimizin de ifadesiyle her harfine sevap alacağı, Kur’an haricindeki herhangi bir kitap için ise böyle bir durumun olmadığını ifade etmektedir. Yine namazda kıraat farzını yerine getirmek için ancak Kur’an’ın okunması gerektiğini de bu ifadeden anlamış oluyoruz.

Tanımda gündeme gelen; “insanların bir benzerini getirmekten âciz oldukları” ifadesinden de Kur’an’ın, Hz. Muhammed’in (s.a.s.) mucizesi olduğunu anlıyoruz. Kur’an kendi muarızlarına defaatle meydan okuyarak kendisinin ortaya koyduğu bir sûrenin benzerini getirmelerini istemektedir. Bunu yapmak için insanlar ve cinler bir araya gelerek birbirlerine yardımcı olsalar dahi Kur’an’ın bir sûresinin benzerini bile meydana getiremeyeceklerini söylemektedir. Tarihte de Kur’an ve İslâm’ın muarızları olanlar, Kur’an’ın bir benzerini meydana getirememişlerdir. “Kulumuza indirdiğimiz kitaptan dolayı bir şüphe içinde iseniz onun benzeri bir sûre de siz getirin, Allah’tan başka taptıklarınızı da yardıma çağırın; eğer iddianızda samimi iseniz!” (Bakara, 23)

Tanımda ayrıca, Kur’an’ın “Allah’ın kelamı” olduğu da vurgulanmaktadır. Yani Kur’an, hem lafız olarak hem de mâna olarak Allah’ın sözüdür. Ne Cebrail’in (a.s.) sözü, ne de Muhammed’in (s.a.s.) sözüdür. Kur’an haricindeki hiçbir söz için, Allah’ın kelamı ifadesini kullanmamamız gerektiğini de bu ifadeden öğrenmiş oluyoruz.

İslâm dininin kaynaklarının başında hiç kuşkusuz ki Kur’an-ı Kerim gelmektedir. Kur’an İslâm dininin tek kaynağı değil, ilk ve en önemli kaynağıdır. Herhangi bir konunun hükmünün ne olduğu tespit edilmeye çalışılırken ilk müracaat edeceğimiz kaynak, Kur’an-ı Kerim olmalıdır. Bu konuda âlimler arasında bir ihtilâf da yoktur. Kur’an-ı Kerim’de hükmü açıkça belirtilmiş olan bir konuda, başka kaynaklara müracaat edilmez. Başka kaynaklarda bulunan hükümler ancak Kur’an’a ters olmamak kaydıyla kabul edilir.  Kur’an diğer kaynaklardaki hükümleri yürürlükten kaldırırken, diğer kaynaklar Kur’an’da muhkem bir şekilde açıklanan hükümleri yürürlükten kaldıramazlar.

  • Sünnet

Tanımı: Peygamberimizin fiilleri, sözleri ve takrirleri/onaylamalarıdır.

Sünnet, Kur’an’dan sonra İslâm dininin ikinci kaynağıdır. Kur’an’ı en doğru anlayarak onu pratiğe aktaran Efendimiz olduğu için, onun davranış, söz ve onaylamaları da bir Müslüman için uymak zorunda olduğu ölçülerdir. Herhangi bir konunun çözümüyle ilgili Kur’an’da herhangi bir hüküm bulunmadığında ikinci kaynak olarak sünnete müracaat edilir. Burada hüküm varsa o hükümle mesele çözüme kavuşturulur.

Sünnet olan davranışların neler olduğunu öğrenmek için başvuracağımız kaynakların başında tabi ki Kur’an gelmektedir. Kur’an bize Efendimizin davranışlarıyla ilgili bilgiler vermektedir. Dolayısıyla sünnetin ilk kaynağı Kur’an-ı Kerim’dir. Kur’an’dan sonra sünnetin ikinci kaynağı ise; mütevatir ve sahih hadis rivayetleridir. Hadis kaynaklarında yer alıp da, Kur’an’a ters olmayan hadis rivayetleri sünnetin kaynakları arasındadırlar. Fıkıhtaki Sünnetin, bunlar dışında başka bir kaynağı söz konusu değildir.

Fiili sünnete örnek: “Ben namazı nasıl kılıyorsam siz de öyle kılın” (Buhârî, Ezân, 18) Peygamberimiz namaz kılarken hangi hareketleri yapmışsa, bizlerin de o hareketleri yapmamız fiili sünnettir. Peygamberimizin bu konudaki sünnetlerini bir kenara bırakarak kendi kafamızdan pratikler oluşturamayız.

Sözlü sünnete örnek: “Bir kimse uyuyarak veya unutarak namaz vaktini geçirirse, hatırlayınca veya uyanınca kılsın” (Ebû Dâvud, Salât, 11) gibi sözleri de sözlü sünnete örnektir.

Takriri sünnete örnek: Yolculuk sırasında su bulamadığı için teyemmüm yaparak namaz kılan bir sahabenin, namazı kıldıktan sonra su bulması fakat namazı iade etmemesi daha sonra konuyu Allah Rasûlüne haber verdiğinde Efendimizin bu durumu onaylaması da takriri sünnete örnektir.

Sünnetin Kur’an karşısında üç fonksiyonu vardır; a) Müphem(kapalı) veya mücmel (özet) olan âyetleri açıklar. b) Umum (herkese şâmil) bildiren hükümleri (belirli şahıslara) tahsis eder. c) Kur’an’ı açıklama sadedinde hükümler koyar.

Sünnet konusunu ele almışken, kısaca hadis konusuna da atıfta bulunalım.

Hadis; Efendimizin söylediği söylenen ve bazı kriterlere tabî tutularak, kitaplarda zapt edilerek bize kadar gelen rivayetlere denir. Hadisler, genel tanımlamayla kendi aralarında önem derecesine göre mütevatir, ahâd ve uydurma olmak üzere üçe ayrılır.

  • Mütevatir Hadis: Yalan söylemek üzere bir araya gelme ihtimali bulunmayan çok sayıdaki insanın, kendileriyle aynı özellikleri taşıyan topluluklara aktardığı ve bu şekliyle kitaplara yazılarak günümüze kadar gelen rivayetlere mütevatir hadis denir. Hem lafız olarak hem de mana olarak mütevatirin şartlarını taşıyan hadis yok gibidir. Üzerinde ittifak edilen tek bir hadis söz konusudur o da; “Kim bilerek bana yalan söz isnat ederse, ateşteki yerine hazırlansın” (Buhârî, İlim, 39) hadisidir.

Ayrıca “manen mütevatir” diye başka bir tanım daha getirilmiştir. Bu tanımlamanın içerisine giren hadisler bir hayli fazladır. Farklı lafızlarla gelmiş olmasına rağmen içerisinde taşıdığı konu itibariyle aynı olan ve sayı bakımından mütevatirin şartlarını taşıyan hadislere manen mütevatir hadis denir. Örneğin Efendimizin dua ederken ellerini kaldırdığına yönelik farklı lafızlarla ve farklı konuları içerisinde bulunduran otuz civarında rivayet söz konusudur. Sayı bakımından mütevatir şartlarını taşıdığı ve “dua ederken elleri kaldırmak” manen mütevatir kategorisine girdiği için, kesin hüküm ifade ettiği kabul edilmiştir.

Mütevatir hadisin tanımında yer alan; “çok sayı” ile kaç kişi kast edildiği âlimler arasında ihtilaflı bir konudur. Kısacası ictihadidir. Yine manen mütevatir olan hadislerin kesin bilgi ifade edip etmeyeceği konusu da tartışılmaktadır. Anladığımıza göre, Kur’an’a ters olmayan manen mütevatir hadisler de kesin bilgi içermektedirler.

Hanefî mezhebine göre mütevatir ve ahâd hadis arasında “meşhur hadis” diye bir başka kategori daha söz konusudur.

 

Meşhur Hadis: Sahabe neslinden Mütevatirin şartlarını taşımayan bir veya daha fazla kişinin rivayet ettiği, fakat daha sonraki nesillerden tevatür derecesinde nakledilen hadislere denir. Örneğin; “Ameller ancak niyetlere göredir…” (Buhârî, Bedü"l Vahy, 1) hadisi böyle bir hadistir. Bu hadisi sahabelerden sadece Hz. Ömer nakletmiştir, fakat sahabeden sonraki nesillerden tevatüren nakledilmiştir.

  • Ahâd Hadis: Mütevatir hadisle, sayı bakımından aynı şartları taşımayan hadislere denir. Hadis mecmualarında bulunan hadislerin çoğunluğu ahâd hadis kategorisine girmektedir. Ahâd hadis kendi arasında birkaç alt bölüme ayrılmaktadır.
  1. Sahih Hadis: Mütevatir hadisin sayı bakımından şartlarını taşımayan, âdil ve zapt (hafızası güçlü) sıfatına sahip olan râvilerin Efendimize varan muttasıl (kopuk olmayan) senetle rivayet ettikleri hadislere denir. Biz ayrıca, Kur’an’a ters olmama şartını da eklemek gerektiğini düşünüyoruz. Sahih hadis, Kur’an’ın koyduğu temel ilkelere ters olmadığı sürece, akide ilmi dışında tüm ilim dallarında hüccet/delil olarak kabul edilir.
  2. Hasen Hadis: Sahih hadisin şartlarını taşımakla beraber râvisinin zaptı sahih hadisin râvisi kadar kuvvetli olmayan hadistir. Senedinde kopukluk olmayan ve râvileri adâlet sıfatına sahip olduğu halde hafızası güçlü olmayan râvilerin rivayet ettiği hadislere hasen hadis denilmektedir.
  3. Mürsel Hadis: Senedinde kopukluk bulunan, senedi muttasıl olmayan ve bu yönüyle sahih hadisten ayrılan hadislere denir. Ayrıca rivayet eden râvilerin adâlet ve zapt (hafızalarının güçlü olması) sıfatlarına sahip olmaları da gerekmektedir. Kitabına alan muhaddis ile Efendimiz arasında bulunan rivayet zincirindeki râvilerde kopukluk bulunan hadise mürsel hadis denir. Mürsel hadisin hüccet değerinin olup olmadığı konusu da âlimler arasında ihtilaflıdır. Genel olarak mürsel hadisi bir başka mürsel hadis destekliyorsa bu hadislerle amel edilir denmiştir. Ayrıca Tabiînin önde gelen âlimlerinin mürsel olarak Efendimizden rivayet ettikleri hadisler de âlimlerin çoğunluğu tarafından delil olarak kabul edilmiştir.
  4. Zayıf Hadis: Sahih hadisin şartlarını taşıyamayan hadislere zayıf hadis denir. Zayıf hadis, ahlâki konularda delil olarak kullanılır. Bunun haricindeki bir alanda delil olarak kullanılması caiz değildir.
  • Uydurma Hadis: Tarihi süreç içinde çeşitli sebeplerden dolayı uydurularak Efendimize nispet edilen sözlere uydurma hadis denilmektedir. Hadis âlimleri tarafından yapılan titiz çalışmalar sonucu, uydurularak Efendimize nispet edilen bu hadisler tespit edilmeye çalışılmış ve konuyla ilgili yazılan eserlerde toplanmıştır.

Hadisler konusunda bu kısa açıklamaları yaptıktan sonra, dinin aslî kaynakları arasında zikredilen hususlara kaldığımız yerden devam edelim.

  • İcmâ

Tanımı: Hz. Muhammed (s.a.s.)’in ümmetinden olan âlimlerin Efendimizin vefatından sonra herhangi bir çağda, şer’i bir hüküm hakkında görüş birliğine varmalarına icmâ denir. Âlimlerin çoğunluğuna göre icmâ, dinde delil olma özelliği bulunan aslî kaynaklardandır.

İcmâda bulunması gereken şartlar ise şunlardır:

  1. Müçtehit derecesinde olamayan kimselerin görüş birliğinde olmaları icmâ sayılmaz. Kur’an ve sünneti iyi bilmeyen kimselerin dine ait olan bir konuda ittifak etmeleri icmâ sayılmaz.
  2. Müçtehitlerin, dinî bir meselenin hükmü üzerindeki ilk görüşü dikkate alınır. Daha sonraki zamanlarda müçtehidin fikir değiştirmesi icmâyı etkilemez.
  3. Dine dayalı konuların dışında kalan hususlarda icmâ meydana gelmez. Örneğin; toprağın hangi şartlarda ekildiği zaman daha fazla verim alınabileceği, icmâya konu olacak bir mesele değildir.

Sukut-i İcmâ nedir?

Sukut-i İcmâ, bir meseleyle ilgili görüşüne başvurulan âlimin, o meseleyle ilgili olarak görüş beyan etmemesi, diğer âlimlerin görüşleri istikametinde icmânın oluşmasına denilir. Âlimlerin sessiz kalması neden icmânın oluşmasını etkileyecek şekilde olumlu karşılanmış denilirse; gerçekten âlim olan bir kimsenin yanlış bir fetva üzerinde sessiz kalmasının caiz olmamasından kaynaklanıyor. Yani gerçek bir âlim, yanlış bir uzlaşma oluştuğunda buna sessiz kalmaz, delilleriyle itiraz ederek doğrunun ne olduğunu açıklar.

İcmânın yalnız başına delil oluşu konusunda Kur’an’da açık bir delil yoktur. Fakat Kur’an, Müslümanların genelinin takip ettiği yolun, şer’i ölçülerle çatışmadığı sürece takip edilmesi gerektiğini ifade etmiştir. “Yolun doğrusu kendine apaçık belli olduktan sonra Resûlullah’a karşı çıkan ve müminlerin yolundan başkasını izleyen kimseyi saptığı yönde bırakırız ve onu cehenneme atarız. Orası varılacak ne kötü bir yerdir!” (Nisâ, 115)

İcmânın delil oluşu daha çok “sahabe icmâsı” şeklinde söz konusu olmuştur. Kitaplarda “bu konuda icmâ var” gibi ifadelere itiyatla yaklaşılmalıdır. Bunun sebebi, aynı dönemde yaşayan âlimlerin o meseleyle ilgili aynı görüşte olduğunu ispatlamak mümkün olmadığından dolayıdır. Ayrıca genellikle “icmâ var” derken aynı mezhepte olanların görüş birliği kast edildiği de bir vakıadır.  

İcmâ ile hükme bağlanan konuları, dinin aslından görmek yerine, doğruya daha yakın olarak görmek daha isabetli bir yaklaşımdır. Yani birkaç âlimin ulaştıkları hükümle, icmâyla ulaşılan hüküm arasında isabet bakımından tabi ki fark vardır. İcmâ ile ulaşılan hüküm daha güvenilirdir. Lakin böyle olması icmâ ile varılan hükmün dinin asıllarından olduğu anlamına gelmemektedir. Bu sebeplerden dolayı icmâ konusuna ihtiyatla yaklaşmanın daha doğru olacağını düşünüyoruz.

  • Kıyas

Kıyas bir şeyi başka bir şeyle ölçmek, karşılaştırmak demektir. Bir fıkıh terimi olarak kıyas şu manaya gelir: Hakkında Kur’an ve hadislerde hüküm bulunmayan bir meseleyi ortak özelliklerinden dolayı, hakkında hüküm bulunan bir başka mesele ile karşılaştırmak, onun hükmünü buna da vermek demektir.

Örnek: Kur’an-ı Kerim ve Hadislerde şarabın haram olduğu hükme bağlanmıştır. Fakat daha sonraları ortaya çıkan, viski, rakı, votka, bira gibi değişik adlarda aynı özelliklere sahip içki çeşitleri söz konusudur. Ortaya çıkan bu içki çeşitlerinin hükümleri konusunda isimleri zikredilerek Kur’an ve hadislerde bir hüküm bulmak mümkün değildir. Kur’an’da şarabın yasaklanmasının sebebi, insanın aklını gidererek sarhoş etmesidir. Aynı etkiye sahip olan viski, rakı, votka bira ve tüm sarhoş eden içkiler de şaraba kıyas yapılarak haram kabul edilir. İşte sarhoş eden tüm içki çeşitlerini şarapla karşılaştırarak hepsine aynı hükmün verilmesine kıyas denilmektedir.

Kıyas, dinde bir delil niteliği taşır. Efendimize, hac kendisine farz olduğu halde hac yapamayacak kadar yaşlı olan babasının yerine hac yapıp yapamayacağını soran bir adama, Efendimizin; “Babanın borcu olsaydı, sen de borcunu ödeseydin baban borcundan kurtulmuş olur muydu? diye sormuş, adam da; “evet” deyince, “O halde babanın yerine hac yapabilirsin” demiştir. (Buhârî Hac, 1; Müslim, Hac, 407.) Burada Efendimiz bir kimsenin diğer bir kimseye borçlu olmasının hükmünü, kişinin Allah’a olan borcuna kıyas etmiştir.

Kıyas dört rükünden/kısımdan oluşur:

  1. Asl: Hakkında Kur’an veya Sünnette hüküm bulunan nas. İçki üzerinden açıklamaya çalışırsak şarabın haram olması “asl” dır. İçkinin haram olduğunu bildiren nas şudur; “Ey iman edenler! İçki, kumar, dikili taşlar, fal okları şeytan işi iğrenç şeylerdir. Bunlardan kaçının ki kurtuluşa eresiniz.” (Mâide, 90)
  2. Fer: Hakkında Kur’an ve Sünnette hüküm bulunmayan mesele. Şarap dışında sarhoşluk veren içki çeşitleri “fer” dir.
  3. Hüküm: Kıyas yapılarak yeni meseleye geçmesi istenen hüküm. Sarhoşluk verdiğinden dolayı şaraba dinin verdiği “haram” hükmüdür.
  4. Ortak İllet: Hem asılda hem de ferde bulunan ortak özellik. Hem şarapta hem de diğer içki türlerinde bulunan “sarhoş etmeye” illet denir. Bu illet hem şarapta hem de diğer içki türlerinde ortak olduğundan dolayı, hepsinin hükmü de bir olmaktadır. Bu hüküm de “haram” hükmüdür.

Kıyas yapılırken asıl ve ferde bulunan illetlerin tümüyle aynı olması da gerekmektedir. Eğer illetlerde tümüyle benzerlik yoksa hüküm de aynı olmaz. Örneğin sigaranın sağlığa zararı olduğu bilinen bir husustur. Aynı şekilde içkinin de sağlığa zararı söz konusudur. Şimdi her ikisinde bulunan “sağlığa zararlı olma” özelliğinden dolayı içkinin hükmü sigaraya da kıyas edilerek verilemez. Çünkü içkinin yasaklanmasının sebebi sarhoşluk vermesi hususudur. Oysa sigaranın böyle bir durumu yoktur.

FER’İ DELİLLER

İslâm fıkhında asli delillerin yanında bir de fer’i deliller vardır. Asli delillerde bulamadığımız hükümleri fer’i delillerde bulmaya çalışırız. Fer’i deliller ise şunlardır:

  • İSTİHSÂN

İstihsân: Müctehidin, bir meselede kendi kanaatince o meselenin benzerlerine verdiği hükümden vazgeçmesini gerektiren nass (âyet/hadis) icmâ, zaruret, gizli kıyas, örf veya maslahat gibi bir delile dayanarak, o hükmü bırakıp başka bir hüküm vermesidir.

Bir örnekle konuyu açıklayacak olursak; Oruç’un farzlarından bir tanesi, Fecr-i Sadik ile güneşin batması arasında bir şeyler-yiyip içmemektir. Bu zaman dilimi içinde bir şeyler yiyilir-içilirse oruç fasit olur, yani bozulur. Dolayısıyla da böyle bir orucun bozulduğuna hükmedilmelidir. Fakat Efendimiz’den “unutarak yiyen-içenin” orucunun bozulmayacağı yönünde bir hadis rivayeti vardır. Normal şartlarda orucun farzını terk ettiği için, unutarak da olsa yiyen ve içenin orucunun bozulacağına hükmedilmesi gerekirken, yukarıdaki “unutarak yiyen-içenin orucunun bozulmayacağı” delilinden dolayı, unutarak yiyen-içen kimsenin orucunun bozulmadığına hükmetmeye istihsân denir. İşte bu örnekte olduğu gibi istihsân âyet ve hadise dayandığı gibi icmâya, zarurete, örfe ve maslahata da dayanabilir.

  • MASLAHAT (TOPLUM YARARI)

İslâm’da muteber olan maslahatlar şu beş şeyi korumaya yöneliktir: Can, mal, din, akıl ve nesil. Şunu hemen ifade edelim ki toplumun ve Müslümanların faydasına/maslahatına daha uygundur diye dinin koyduğu temel ilkeler yok kabul edilemez. Yani maslahattır diyerek Allah’ın belirlediği kulluk ölçüleri aşılamaz. Zaruret oluşmadığı sürece bir farz terk edilemeyeceği gibi haram olan bir şey de işlenemez.

Maslahat Kur’an ve sünnetin hükme bağlamadığı konularda söz konusu olabilir. Örnek verecek olursak: Müslümanların, toplu olarak savaşlarda düşmana teslim olmasının bir takım faydaları olabilir, fakat İslâm bu faydaları dikkate almayarak düşmanla güç dengesi varsa savaşmayı emretmiştir. Yine Hz. Ebû Bekir döneminde Kur’an-ı Kerim’in toplanarak Mushaf haline getirilmesi ve Hz. Osman döneminde de çoğaltılması, Müslümanların maslahatı gereği yapılmıştır. Burada şunu da ifade etmek gerekir ki bireyin maslahatı ile toplumun maslahatı çatıştığında toplumun maslahatı dikkate alınır.

Dolayısıyla Kur’an ve sünnette hükme bağlanmayan konularda ayrıca toplumun maslahatı da söz konusu olduğunda işte o zaman maslahata göre hükmedilir. Fakat toplumun faydasınadır diye ne Allah’ın kesin bir emri terk edilir, ne de yasakladığı bir haram işlenebilir.

  • ÖRF

İnsanların çoğunluğunun benimseyip alışkanlık haline getirdiği işler veya sözler örfün kapsamına girer. Örf, herhangi bir konuda

kendisinden önceki delillerde hüküm bulunmadığında başvurulması gereken bir delildir.  Kur’an ve Sünnette hükmü bulunan konularda örfün delil olma değeri yoktur.

Şunu da ifade edelim ki bir konu örfte yer alıyor diye meşru ve caiz olmaz. Toplumların ma’ruf/güzel örfler olduğu gibi, kötü/çirkin örfler de söz konusudur. İslâm hukukunda delil olarak kabul edilen örf, şeriatin mana ve maksadıyla örtüşen örftür. Dinin koyduğu temel sabitelere ters olan örfler delil olma niteliği taşımadığı gibi reddedilmesi gereken örfler kapsamına dâhil olurlar. Örfün delil oluşuna örnek verirsek: Normalde üretilmemiş bir malın satılması caiz değildir. Fakat standart mallarda, bu şekilde satış örf haline geldiği için bu malların üretilmeden satılması caiz görülmüştür.

Toplumların, dinin koyduğu ölçülere ters olmayan örfleri zaman içerisinde değişirse ona bağlı olan hüküm de değişir. Örnek olarak Hanefî âlimleri, ilk zamanlarda ücret karşılığında Kur’an öğretmeyi caiz görmemişlerdir. Bu hüküm, o günün şartları için uygun olan bir hükümdü. Fakat zamanın ilerlemesiyle bazı insanlar tüm zamanlarını Kur’an ve ilim öğretmeye ayırmaya başladılar. Böyle bir durumda da ücret alınması yaygın örf haline geldi. Neticede Hanefî âlimleri de buna cevaz verdiler.

Yanlış olan örfe örnek verecek olursak: İçinde yaşadığımız toplumun örf olarak yapageldiği uygulamalardan bir tanesi, ölen kimsenin arkasından “mevlid” okuma geleneğidir. Toplumumuzda bir kimse vefat edince, vefatının üçüncü, yedinci, kırkıncı veya yıl geçince mevlid programı icra edilir. Yapılan programda Kur’an tilâveti, sonra Türkler de Süleyman Çelebi’nin yazdığı mevlid şiiri, Kürtler ise Ahmed-i Hâni’nin yazdığı mevlid şiiri okunur ve akabinde de dua ve ikramla program sona erer. Peki, bu geleneğin sürdürülmesinin sebebi nedir? Okunan mevlid ve Kur’an’ın vefat eden kimseye fayda getireceği; günahlarının bağışlanması ve varsa kabir azabının hafifletilmesine sebebiyet verdiği anlayışından dolayı yapıldığını görüyoruz. Dolayısıyla bu örf, ölüye fayda sağladığı inancı yönüyle dinin alanı içerisine girmektedir. Bu konuyu Kur’an ve sünnetin koyduğu ölçülere götürdüğümüzde, doğru olmayan bir uygulama olduğunu görmekteyiz. Şöyle ki: Kur’an, bir kişinin ölümden sonra, ancak dünyada yapıp ettiği davranışlarının neticesiyle karşı karşıya kalacağını hükme bağlamıştır. Dünya hayatında sergilediği davranışlarının bir neticesi olarak ya rahat bir hayat, ya da rahatın olmayacağı bir hayat yaşayacağını ifade ettiğini görmekteyiz. Sürdürülen bu örfte ise, kişi vefat ettikten sonra, yakınların kendisi için yaptığı amellerden dolayı da fayda göreceği anlayışının olduğunu görüyoruz. Konuyla ilgili olarak Rabbimiz şu şekilde buyurur; “Herkes ne yaptıysa, karşılığı tastamam verilir. Allah, onların yaptıklarını en iyi bilendir.” (Zümer, 70) Başka bir âyette de şu şekilde buyurulur; “O gün, herkes gelip kendi canını kurtarmak için uğraşır ve herkese yaptığının karşılığı eksiksiz ödenir, onlara asla zulmedilmez.” (Nahl, 111)  Görüldüğü üzere Kur’an, kişinin vefatından sonra ancak dünyadayken yaptığı amellerin karşılığını göreceğini ifade ederken, sürdürülen örfte ise bunun tam aksi bir durum olarak başkalarının kendisi adına yaptıklarından dolayı da fayda göreceğine inanılmaktadır. Mevlid okuma örfü bu yönüyle İslâm inancıyla örtüşmediğinden, bu tür örfleri muteber kabul edemeyiz. Yine benzer bir gelenek olan ölülerin arkasından Kur’an okumak, hatim yapmak gibi uygulamalar da bu kapsama girer. Çünkü bunlarda da aynı anlayışın hâkim olduğunu görüyoruz.

  • ÖNCEKİ ŞERÎATLER (ŞER’U MEN KABLENÂ)

Önceki şerîatlerden maksat, Muhammed (a.s.)’dan önce, Tevrat ve İncil gibi diğer peygamberlere indirilen şerîatlerdir. İslâm hukukçuları, önceki peygamberlerin şerîatlerinde bulunan hükümlerin Müslümanlar için bağlayıcı olup olmadığı, bağlayıcıysa hangi hükümlerin bağlayıcı, hangilerinin ise bağlayıcı olmadığı gibi konuları bu başlık altında mütaâla etmişlerdir.

Önceki şerîatlerde bulunan hükümler bağlayıcılık bakımından ikiye ayrılır.

  • Kur’an ve Hz. Peygamberin sünnetinde yer almayan hükümler. Bu tür hükümlerin bağlayıcılığı yoktur. Çünkü İslâm şeriati daha önceki şeriatlerde bulunan hükümleri nesh etmiştir, yürürlükten kaldırmıştır.
  • Kur’an ve Hz. Peygamberin sünnetinde zikri geçen hükümler. Bunları birkaç başlık altında toplamak mümkündür;
  • Kur’an ve Sünnette yürürlükten kaldırıldığı bildirilen hükümler. Ganimet mallarının Yahudilere haram kılınması, tırnaklı hayvanların iç yağlarının haram kılınması örneklerinde olduğu gibi. Bu tür hükümlerin Müslümanlar için bağlayıcılığının olmadığı konusunda âlimler arasında ittifak vardır.
  • Müslümanlar hakkında da geçerli olduğuna dair delil bulunan hükümler. Orucun daha önceki ümmetlerde de farz olduğu, Kurban ibâdetinin İbrâhim (a.s.)’ın şeriatinde de emredildiği gibi hükümler, Müslümanlar içinde bağlayıcılığı olan hükümlerdir. Âlimlerin çoğunluğunun görüşü; bu tür hükümlerin Müslümanlar için de geçerli olduğu yönündedir.
  • Kur’an ve sahih hadislerde yer aldığı halde, kabul veya reddedilmesiyle ilgili Kur’an ve hadislerde açıklama bulunmayan hükümler. Kısasla ilgili hükümlerde olduğu gibi; “Tevrat’ta İsrâiloğulları’na; "Cana can, göze göz, buruna burun, kulağa kulak, dişe diş... ve yaralamalarda da birbirine kısas vardır. Kim kısası bağışlarsa bu kendisi için bir kefâret olur. Ve her kim Allah’ın indirdiği ile hükmetmezse işte onlar zalimlerin ta kendileridir" diye yazdık.” (Mâide, 45) Yaygın kanaate göre bu tür hükümler, haklarında Kur’an ve sünnette kaldırıldığı veya nesh edildiğine dair delil olmadığından geçerliliğini sürdürdüğüne hükmedilir ve onlarla amel edilir şeklindedir.
  • SAHABE SÖZÜ

Fıkıhta sahabe; Efendimiz hayattayken onu görerek kendisine iman eden kimselere denir. Bir kimsenin sahabe olabilmesı için iki tane şart gündeme getirilmiştir. 1- Efendimizi hayattayken görmek, 2- O’na iman etmek. Biz bir üçüncü şartın da eklenmesi gerektiğini düşünerek diyoruz ki; Efendimizle yakın arkadaşlık oluşturabilecek kadar birlikte kalması da gerekmektedir. Çünkü sahabe; arkadaş demektir. Bir defa görmekle de arkadaşlık söz konusu olmaz. Dolayısıyla arkadaşlık için makul olacak bir zaman dilimi Efendimizle birlikte olan kimselere sahabe denilmesinin daha isabetli olacağı kanaatindeyiz.

Sahabenin söz ve davranışları, akılla kavranması mümkün olmayan konularda bir delil niteliği taşır. Çünkü böyle konular ancak bir nakille bilinebilir. Sahabenin de bu tür konuları Peygamberimizden duyma olasılıkları söz konusudur. Örnek olarak, Hanefilerin bir kadının âdet süresinin en azının 3 gün olduğunu Abdullah ibn Mes’ûd’a, gebelik süresinin en fazla süresinin de 2 yıl olduğu görüşünü de Hz. Âişe annemize dayandırmaları örneğinde olduğu gibi.

İmam Ebû Hanife, bir konuda içtihat yaparken izlediği metodu şu şekilde ifade eder; “Önce Allah’ın kitabına müracaat ederim, orada bulamazsam Rasûlüllah’ın meşhur sünnetine başvururum. Orada da bulamazsam Ashaptan dilediğimin görüşüne başvururum. Tabîine gelince onlar da içtihat yapıyorlar, ben de içtihat yaparım” diyor. Görüldüğü üzere Ebû Hanife sahabenin her görüşünü delil olarak almıyor, içlerinden en uygun olanın görüşüne başvuruyordu. Ayrıca sahabelerden birden fazla nakil geldiğinde, içlerinden fakih olanın görüşünü alıyor, diğerini terk ediyordu. Kanaatimize göre sahabeden nakledilen rivayetler, Kur’an ve sahih sünnetin muhtevasıyla çelişmediği sürece delil olma niteliği taşır. Bununla birlikte sahabenin sözünün delil olma durumu, kendi içtihatlarıyla da ilgili olabileceği için reddedilmesi kişiyi kâfir yapmayacağı gibi günahkâr da yapmaz.

  • İSTİSHÂB

 Bir fıkıh terimi olarak istishâb; Geçmişte sabit olan bir hükmün değiştiğine dair bir delil bulunmadığı durumda, varlığını koruduğuna hükmedilmesine denilir.

Örnek; Bir kadının bir erkekle evliliği sâbitse, nikâhın bittiğine dair delin bulununcaya kadar o evlilik geçerli kabul edilir. Yine bir kimse abdest aldıktan sonra, abdestinin bozulduğuna dair bir karine bulununcaya kadar abdestli olduğuna hükmedilir.

İstishâb delili de, kendinden önceki deliler de hükmü bulunmayan konularda hüküm bildiren fer’i delilerdendir.

Fer’i delillerin tümü aslî delillerde hükmü bulunmayan konulardan ancak hüküm bildirirler. Aslî delillerde hükmü bulunan konulardan fer’i delillere müracaat edilmez.

 

MÜKELLEFİN FİİLLERİ

Mükellef; “yükümlülük sahibi kişi” demektir. Bu terim, dinin emir ve yasaklarından sorumlu olan kimseyi ifade etmektedir.

Bir kimsenin Mükellef olabilmesi için, Müslüman, akıllı ve ergen olması gerekmektedir. Müslüman olmayanlar, akıl özürlüsü olanlar ve henüz ergenlik çağına ulaşmamış çocuklar dinin emir ve yasaklarından sorumlu değillerdir.

Fıkıhta “Ef’al-i Mükellefin” olarak da adlandırılan bu tanımlama, mükellef olan kimsenin fiillerinin/davranışlarının hükümlerini ifade etmektedir. Yani mükellef olma şartlarını taşıyan bir kimsenin davranışları şu hükümlerden birisine dâhildir; Farz, Vacip, Sünnet, Müstehap, Mübah, Haram, Mekrûh ve Müfsit. Şimdi bunları kısaca tanımlamaya çalışalım;

  1. FARZ

Allah ve Rasûlü’nün kesin ve bağlayıcı bir şekilde yapmamızı emrettiği fiillere farz denir. Kur’an ve sahih sünnette geçen bir emrin, farz olabilmesi için iki tane şart söz konusudur.

  1. Kur’an ve Sünnette yer alan emirlerin sabitliği kesin (subut-i kat’i) olması gerekir. Sabitliğinin kesin olması hususunda, Kur’an âyetlerinin tamamı böyle bir özelliğe sahiptir. Yani Kur’an âyetlerinin tümünün Allah’tan geldiğinde, herhangi bir değişime uğramadan bize kadar geldiğinde hiçbir şüphe söz konusu değildir. Fakat hadislerin tamamı böyle değildir. Hanefî âlimlerine göre, ancak Mütevatir ve Meşhur hadisler bu özelliği taşımaktadırlar. Bundan dolayı mütevatir ve meşhur hadisler dışında kalan hadisler sübut-i kat’i olmadıkları için bu hadislerde yer alan emirler farz değildir.
  1. Kur’an ve sünnette yer alan emirlerin konuya delaletlerinin de kesin (delalet-i kat’i) olması gerekmektedir. Örneğin; Kevser sûresinde “Rabbin için namaz kıl ve kurban kes” (Kevser, 2) denilmektedir. Fakat buradaki “namaz kıl” emrinin; vakit namazlarına mı, yoksa bayram namazına mı delalet ettiği açık değildir. Yine “kurban kes” ifadesinin de hacda kesilen kurbana mı, yoksa kurban bayramında kesilen kurbanlara mı delalet ettiği kesin değildir. İşte bu şekilde konuya delaleti kesin olmayan emirler, farz kapsamında değerlendirilmez.

Hanefî mezhebinin benimsediği usûle göre, bir emrin farz olabilmesi için ya Kur’an’da geçiyor olması lazım, ya da mütevatir veya meşhur bir hadiste geçiyor olması gerekmektedir. Mütevatir ve meşhur hadislerin dışında kalan ahâd hadislerde geçen emirler farzlık bildirmezler. Şimdi mütevatir ve meşhur hadisi de tanıyalım:

Mütevatir Hadis: Yalan söylemek üzere bir araya gelme ihtimali olmayan çok sayıda insanın, yine kendileri gibi topluluklara aktardıkları haberlere/hadislere mütevatir hadis denir. Çok sayıdaki insanın bir araya gelip aynı yalanı uydurarak Efendimize nispet etmeleri söz konusu olmayacağından, bu tür hadislerin kesin bilgi ifade edeceği kabul edilmiştir.

Meşhur Hadis: Sahabeden tek kişi rivayet etmiş olsa da, sonraki nesillerde sayı bakımından mütevatirin şartlarını taşıyan hadislere meşhur hadis denir. Sahabelerin, Efendimize söylemediği bir sözü isnat etmelerinin mümkün olmayacağını, sonraki nesillerden de çok sayıda insanın bir araya gelerek sahabe üzerinden Efendimize yalan isnat etmelerinin söz konusu olamayacağından dolayı meşhur hadis kesin bilgi kaynakları arasında kabul edilmiştir. İşte bu sebepten dolayı Hanefî mezhebine göre meşhur hadisler, kesin bilgi ifade ettikleri için, bu tanıma giren hadislerde geçen emirlerin farz olma niteliğine sahip olduğu kabul edilmiştir.

Farz olan fiiller, kendi aralarında Farz-ı Ayn ve Farz-ı Kifaye olmak üzere iki kısma ayrılmaktadır:

  • Farz-ı Ayn: Emredilen fiilin her mükellef tarafından yerine getirilmesinin gerekli olduğu, bir başkasının yapmasıyla mükellefin üzerinden sorumluluğun kalkmadığı fiillere denir. Beş vakit namaz, oruç, zekât ve hac gibi ibâdetler bu kapsama girerler.
  • Farz-ı Kifaye: Bir kısım insanın yerine getirmesiyle diğerlerinden sorumluluğun kalktığı farzlar da bu kapsama girer. Cenaze namazı, Allah yolunda savaşmak, iyiliği emretmek ve kötülükten yasaklama gibi farzlar, farz-ı kifaye olan fiillerdir. Örneğin; bir beldede Müslümanlardan birisi vefat etse, birkaç Müslümanın o kişinin cenaze namazını kılmaları, geri kalan Müslümanların üzerindeki sorumluluğu düşürür. Fakat hiç kimse o Müslümanın cenaze namazını kılmazsa, belde halkının tamamı farz bir sorumluluğu terk ettikleri için günahkâr olurlar.

Farz olan hükümleri reddeden kimse kâfir olur. Reddetmeyen, fakat yerine getirmeyen kimseler ise, tevbe etmedikleri sürece ahirette cezayı hak etmiş olurlar.

  1. VACİP

Kur’an ve Hadislerde kesin ve bağlayıcı bir üslupla emredilen fakat hakkında ya zannî delil bulunan veya emrin konuya delaletinde kapalılık bulunan fiillere de vacip denir.

Örneğin: Kurban kesmek Kur’an’da emredilir. “Rabbin için namaz kıl, kurban kes” (Kevser, 2) Fakat bu emrin kurban bayramında kesilen kurbana delalet ettiği kesin değildir. Bu âyetteki emrin kurban bayramında kesilen kurbanları da kapsadığı görüşü âlimlerin yorumlarına dayanır. Bundan dolayı bu tür emirler Hanefî usulüne göre farz olmaz, vacip olur.

Yine, bir hadis rivayetinde; “Fatihasız namaz olmaz” (Buhârî, 765) diye buyurulmaktadır. Bu hadis bize, Fatiha sûresinin okunmadığı namazın makbul olmadığını ifade etmektedir. Fakat bu hadis, mütevatir veya meşhur hadisin şartlarını taşımamaktadır. Âhad hadis olduğundan ve âhad hadislerin de kesin bilgi değil zan ifade ettiğinden dolayı Hanefîler, namazda Fatiha’yı okumayı farz değil vacip görmüşlerdir.

Vacibin farzın dışında bir hüküm olarak tanımlanması sadece Hanefîlerde söz konusudur. Diğer mezheplerde “vacip” farzın yerine kullanılmaktadır. Yani Hanefilerin dışındaki mezhepler vacip dediklerinde farzı kast etmektedirler. Yine mükellefin fiilleri arasında Hanefîlerin “vacip” dedikleri hususlar, diğer mezheplerde ya farz ya da sünnet olarak kabul edilir.

Vacibi inkâr eden bir kimse kâfir olmaz. Terk eden kimse ise, eğer tevbe etmezse ahirette farzdan daha hafif bir cezayı hak etmiş olur.

  1. SÜNNET

Bir fıkıh terimi olarak sünnet şu manaya gelmektedir: Allah Rasûlü’nün, fiilleri/davranışları, sözleri ve takrirleri/onaylamasıdır. Daha önce aslî kaynaklar kısmında “sünnet” kavramını açıklarken bu tanımlama üzerinde durduğumuz için tekrara düşmemek adına o konuya girmiyoruz. Dileyenler ilgili yere müracaat edebilirler.

Allah Rasûlünün Kur’an’da gündeme getirilen ve Müslümanlar için farz olan davranışları dışındaki sünnetleri üç kısma ayrılır:

  1. Müekked Sünnet: Efendimizin sürekli yaptığı davranışları bu kapsama girer. Örneğin, sabah namazdan önce kıldığı iki rekât, yine öğlen namazının farzından önce kılınan dört rekât namaz gibi davranışları sünnet-i müekkede kapsamına girer. Sünnetler içerisinde en önemli olanlar müekked sünnetlerdir. Bir Müslüman bu sünnetleri yerine getirmede hassas olmalı, bunları terk etmemeye azami özen göstermelidir.

Bu tür sünnetleri terk eden bir kimse, kınama ve azarlamayı hak eder. Fakat ahirette bir ceza ile karşı karşıya kalmayacağı umulur. Müekked sünnetleri yapan kimseler ise mükâfatı hak ederler.

  1. Gayr-i Müekked Sünnet: Efendimizin çoğu zaman yapmadığı, ara ara yaptığı davranışları da bu kapsama girmektedir. Örneğin, ikindi namazından önce kılınan sünnet namaz gibi.

Bu tür sünnetleri terk eden kimseler, azarlanmaz ve kınanmazlar ve dolayısıyla ahirette bir cezayla da karşı karşıya kalmazlar. Sadece faziletli olan şeyleri terk etmiş olurlar.

  1. Zevaid Sünnet: Efendimizin içinde yaşadığı toplumdan dolayı yaptığı davranışlarına denir. Efendimizin, cellabiye (boyundan ayaklara kadar uzanan elbise) giymesi, elle yemek yemesi, başına sarık sarması, terlik giymesi gibi davranışları bu kapsama girmektedir.

Bu tür sünnetleri yapanların sevap almaları umulur, fakat terk eden kimselerin ne dünyada ne de ahirette herhangi bir cezaya uğramaları söz konusu değildir.

Bir Müslüman, hem Efendimizi örnek almak, hem de ahirette amellerinin tartılacağı mizanda sevap tartılarının ağır gelmesi için sünnet olan davranışları da yapmaya özenle devam etmelidir. Ayrıca sünnetlerin, farzlar için de koruyucu bir işlev gördüğünü de unutmayalım. Sünnetlere riayet edenler fazlara bunlardan daha fazla hassasiyetle riayet ederler.

  1. MÜSTEHAP

Müstehap: Hz. Peygamberimizin bâzen yapıp bâzen terk ettiği davranışlara ve Müslümanların sürekli olarak yapageldikleri güzel işlere denir. Sabah namazını, güneşin doğuşuna yakın bir zamana kadar geciktirmek, akşam namazını kılmakta acele etmek, kuşluk namazını kılmak, Pazartesi-Perşembe oruçlarını tutmak gibi ibâdetler de bu kapsama girmektedir.

Müstehabın hükmü; yapan kişinin sevaba nail olacağı, terk eden kimsenin ise herhangi bir cezayla karşı karşıya kalması söz konusu değildir.

  1. MÜBAH

Mübah: Allah’u Teâla’nın ve Rasûlü’nün yapıp yapmamakta Müslümanları serbest bıraktığı fiillere denilir.

İslâm hukukunda şöyle bir kural vardır: “Eşyada asıl olan şey, eşyanın mübah olmasıdır.” Hakkında haram olduğuna dair herhangi bir hüküm bulunmayan şeyler mübahtır. Mübah; “helâl”, “caiz” ve “mutlak” gibi sözcüklerle de ifade edilir.

Herhangi bir şeyin helâl olduğu ise şu yollarla bilinir:

  • Helâl olduğuna dair hakkında nas bulunan şeyler: “Bugün size iyi ve temiz nimetler helâl kılınmıştır. Kendilerine kitap verilenlerin yiyeceği size helâldir; sizin yiyeceğiniz de onlara helâldir. Gayri meşrû ilişkide bulunmak veya gizli dost tutmak şeklinde değil de meşrû bir nikâhla evlenmek şartıyla mümin kadınlardan iffetli olanlar ile sizden önce kendilerine kitap verilenlerden iffetli kadınlar -mehirlerini verdiğiniz takdirde- size helâldir. Kim inanmayı reddederse ameli kesinlikle boşa gider. O, âhirette de hüsrana uğrayanlardandır.” (Mâide, 5) Görüleceği üzere bu âyette iyi ve temiz olan şeylerin yanında Ehl-i Kitab’ın kadınlarının ve yiyeceklerinin de Müslümanlara helâl olduğu ifade edilmektedir.
  • Günah olmadığının bildirilmesi: Zaruret durumunun oluşmasından dolayı, haram olan hususların zorda kalan kimseler için helâl olması; “Allah size yalnızca murdar eti, kanı, domuz etini ve Allah’tan başkasının adına kesilmiş olanı haram kıldı. Ama biri zorda kalırsa, haksızlığa sapmadıkça, sınırı aşmadıkça kendisine günah yoktur. Biliniz ki Allah bağışlayıcıdır, merhametlidir.” (Bakara, 173) Görüldüğü üzere normal şartlarda haram olan yiyeceklerin zaruret durumu oluştuğunda haddi aşmayacak kadar yenilmesi helâl olmaktadır.
  • Emir sığalarının mübahlık bildiren bir içeriğe sahip olması; “…Allah’ın verdiği rızıktan yiyin için” (Bakara, 60)
  • Bir fiille ilgili yasaklandığına dair herhangi bir hükmün bulunmaması; Eşyada asıl olan, eşyanın mübah olması kuralıdır. Bunun için hakkında haram olduğuna dair hüküm olmayan fiiller mübah kabul edilmektedir.

Mübah’ın hükmü; yapılmasında veya terk edilmesinde herhangi bir günah yoktur. Elma yemek helâldir. Fakat bir kimse elma yemek zorunda değildir. Fakat harama düşme tehlikesi söz konusu olan durumlarda helâl olan fiilleri yapmak farz olur. Örneğin evli olan bir erkeğin eşiyle cinsel ilişkiye ara vermesi mübahtır. Fakat zinaya düşme tehlikesi varsa o zaman eşiyle cinsel ilişkiye girmesi gerekli olur, mübahtır diye terk etmesi caiz olmaz.

  1. HARAM

Allah ve Rasûlü’nün kesin ve bağlayıcı bir şekilde yasakladığı fiillere haram denir.  Farzda olduğu gibi haramda da haramlık bildiren nasların hem delaletinin kat’i, hem de sabitliğinin kat’i olması gerekmektedir.

Hanefi mezhebine göre, herhangi bir fiilin haram olarak kabul edilebilmesi için ya Kur’an’da bir âyetle, ya da mütevatir veya meşhur bir hadisle açık bir şekilde yasaklanıyor olması gerekmektedir. Diğer mezheplere göre ise tüm sahih hadisler (haber-i vahitler) de haramlık bildirirler.

Bir fiilin haram olması şu yollarla bilinir:

  • Kur’an-ı Kerim, Mütevatir veya Meşhur hadislerde, bir fiilin haram olduğunu ifade eden bir sözcük kullanılmasıyla; “Size analarınız, kızlarınız, kız kardeşleriniz ile evlenmek haram kılındı…” (Nisâ, 23)
  • Helâl olmadığının bildirilmesiyle; “Artık bundan sonra senin için (Efendimiz kast ediliyor) başka kadınlarla evlenmek helâl değildir.” (Ahzâb, 52)
  • Yasak veya kötü olduğunu bildiren biz sözcük kullanılmasıyla; “Zinaya yaklaşmayın. Çünkü o rezilliktir, kötü bir iştir.” (İsrâ, 90)
  • Sakındırma ifade eden bir sözcük kullanılmasıyla; “Ey iman edenler! İçki, kumar, dikili taşlar, fal okları şeytan işi iğrenç şeylerdir. Bunlardan kaçının ki kurtuluşa eresiniz.” (Mâide, 90)

Haramın Çeşitleri

  • Bizzat Haram (Haram-i Lizâtihî); Allah ve Rasûlü’nün bir sebebe bağlı kalmaksızın ve kendi üzerindeki illetten dolayı haram kıldığı hususlar bu kapsama girer. Zina, hırsızlık, evlenme yasağı olan yakınlarla evlilik gibi hususlar haram-i lizâhitîye örnektir. Bizzat haram olan şeyler; geçici veya sonradan kendisine arız olan bir illete bağlı olarak haram kılınan şeyler değildirler.

Bu tür haramların hükmü; Bir kimse haram olan bu fiilleri işlerse, herhangi hukuki bir sorumluluk doğmaz. Lakin Allah’ın haram kıldığı bir fiili işlediğinden dolayı Allah’ın kendisine vereceği cezayı hak etmiş olur. Örnek olarak, haram olan bir mal satılsa, bu satım akdi geçerli değildir. Yine evlenme yasağı olan birisiyle kişi evlense, bu nikâh akdi geçerli değildir. Eğer işlediği haram, had cezasını gerektiren haramlardan birisiyse kendisine had cezası uygulanır.

  • Dolaylı Haram (Haram-i Ligayrihî); Temelde helâl olduğu halde geçici bir sebepten dolayı haram olan fiiller, bu kapsama girmektedir. Örnek; Kadınların avret yerlerine bakmak, Cuma namazı sırasında alışveriş yapmak gibi hususlar bu kapsama girmektedir. Kadınların avret yerlerine bakmak zinaya sebebiyet verme ihtimali olduğu için haramdır; Cuma saatinde bir erkeğin alış veriş yapması da Cuma Namazına katılmasına engel olacağından dolayı haramdır. Yine ekmek yemek helâldir fakat ekmeği zaruret olmadığı halde çalarak yemek haramdır. Bu tür haramlara, dolaylı haram denilmektedir.

Haram, “mâsiyet” ve “günah” kavramlarıyla da ifade edilmektedir.

Kur’an’da kesin bir şekilde haram kılınan bir hükmü haram olarak kabul etmeyen kimseler kâfir olurlar. Haram kabul etmekle birlikte bu fiilleri işleyen kimseler ise, Allah’ın kendilerine vereceği cezayı hak etmiş olurlar. Eğer had cezası gerektiren bir durum varsa, ayrıca had cezasını da hak etmiş olurlar. Örneğin; haram olduğu halde zina eden ve zina ettiği şahitlerle veya kendi itirafıyla tespit edilen bir kimse, zina haddi olan yüz sopa cezasını da hak etmiş olur.

  1. MEKRUH

Mekruh: Allah ve Rasûlü’nün yapılmamasını kesin ve bağlayıcı olmayan bir üslupla istediği fiillerdir. Ayrıca yasaklamanın zannî delillerle sabit olması da haramlığı değil mekruhluğu ifade etmektedir. Mekruh davranışlar da haram gibi dinin yasakladığı fiillerdir. Fakat mekruh davranışlar, haram fiillerde olduğu gibi kesin ve bağlayıcı bir şekilde haramlığı ifade etmemektedirler.

Hanefî mezhebine göre bir fiil, Kur’an, mütevatir veya meşhur hadisle yasaklanmamışsa bu fiile haram denilemez, ancak mekruh denilir. Veya bu kaynaklarda geçtiği halde fiilden ne kast edildiği tam belli değilse, yani yasaklamanın konuya delaleti kat’i değilse, bu durumda bu fiillere haram denilmez, mekruh denilir.

Mekruh fiiller ikiye ayrılır:

  • Tâhrimen Mekruh: Allah ve Rasûlü’nün yapılmamasını kesin ve bağlayıcı tarzda istediği fiil olmakla birlikte, bu istek haber-i vahit gibi zannî bir delille sabit olan fiiller bu kapsama girer. Örnek: “Kişi kardeşi izin vermedikçe, onun alış-verişi üzerine alış-verişe girişmesin ve dünür üstüne dünürlük yapmasın” (Buhârî, Nikâh, 45)

Tâhrimen mekruhu işleyen kimse günahı yüklenmiş olur ve tevbe etmezse ahirette cezayı hak etmiş olur. Haram bir fiili işlemenin cezası kadar olmasa da ondan daha hafif bir cezayı hak etmiş olur. Fakat bu yasağı inkâr eden kimse dinden çıkmaz.

  • Tenzihen Mekruh: Allah ve Rasûlü’nün koyduğu yasağın, kesin ve bağlayıcı nitelikte olmaması halinde bu tür fiiller tenzihen mekruh kapsamına girerler. Örnek: “Soğan ve sarımsak yiyen kimse, mescitlere gelmesin, evinde otursun” (Buhârî, Ezân, 160)

Tenzihen Mekruhu işleyen kimse cezayı ve kınamayı hak etmez. Fakat üstün ve faziletli olan şeyleri terk etmiş olur.

Hanefi mezhebinde tâhrimen mekruh, vacibin zıddıdır. Tenzihen mekruh da mendubun zıddıdır.

  1. MÜFSİT

Bir ibâdeti bozan veya bir muâmeleyi sakatlayan fiil veya eksikliğe müfsit denir. Rukün veya şartlarından birisi eksik olan bir ibâdet, “batıl” veya “fasit” olarak isimlendirilir.

İster ibâdetlerde olsun ister muamelelerde olsun, şer’an belirlenmiş olan rükun ve şartlara uygun olarak yapılan ibâdet veya muameleye “sahih” denir. Şart ve rükunlarından biri veya daha fazlası eksik olanlara da “batıl” veya “fasit” denilir.

Meselâ: Secdesiz kılınan bir namazda rükün eksik olduğu için, abdestsiz kılınan namazda da şart eksik olduğu için bu namaz batıl olur.

Yine; akıl hastasının yapacağı satım akdi geçerli olmayacağı gibi ödeme tarihi belirlenmeksizin yapılacak veresiye satış da hukuki bir sonuç doğurmaz.

Hanefi mezhebi; muamelelerde, şartların eksik olması ile rükunların eksik olmasını birbirinden ayrı tutarak, şartların eksik olması durumunda akdin bozulacağını, ancak rükunların eksik olması durumunda ise akdin fasit olacağını ifade etmektedir. Fasit olan akitler geçerli kabul edilse de, eksik olan rükunlar tamamlanmadan akid yürürlüğe girmez denmektedir. Örneğin; bir satış akdinde, alınan malların ücretlerinin ne zaman ödeneceği belirlenmezse bu akit geçerli olmakla beraber, fasit bir akittir. Böyle bir akit neticesinde malları alan kimse mallara sahip olur fakat o mallardan yararlanamaz. Eksik bırakılan rükun tamamlanınca ancak, mallar üzerinde yararlanma hakkına da sahip olunur.

AZİMET VE RUHSAT

Azimet: Yüce Allah’ın, mükelleflerin hepsi için bütün durumlarda bağlayıcı olmak üzere koyduğu hükümleri ifade etmektedir. Namaz, oruç, hac ve benzeri ibâdetleri kapsamaktadır.

Ruhsat; Allah’ın kulları için, özür ve ihtiyaçlarına göre koyduğu geçici hükümleri ifade etmektedir. Ruhsatlar dörde ayrılır.

  • Haram İşleme Ruhsatı:

“Zaruretler haramları mübah kılar” hükmü gereğince, zaruret derecesine varan ihtiyaç halinde, haramlar mübah hâle dönüşür. Ölümle yüz yüze kalan bir kimsenin hayatta kalacak kadar haram olan yiyecekleri yemesinin helâl olması gibi. “Allah size yalnızca murdar eti, kanı, domuz etini ve Allah’tan başkasının adına kesilmiş olanı haram kıldı. Ama biri zorda kalırsa, haksızlığa sapmadıkça, sınırı aşmadıkça kendisine günah yoktur. Biliniz ki Allah bağışlayıcıdır, merhametlidir.” (Bakara, 173)

Yine öldürme ve bir organın kesilmesi tehdidi altında olan kişinin, diliyle küfür kelimesini söylemesi mübah olur; “Kim iman ettikten sonra Allah’ı inkâra saparsa -kalbi imanla dolu olduğu halde baskı altında kalanın durumu müstesna olmak üzere- kim kalbini inkâra açarsa işte Allah’ın gazabı bunlaradır; bunlar için çok büyük bir azap vardır.” (Nahl, 106) Nitekim Ammar İbn Yâsir, Mekkeli müşrikler tarafından şiddetli işkencelere tâbi tutulmuş, annesi ve babası şehit edilmiş bir durumdayken kendisine yapılan işkencelere tahammül gösteremeyerek küfür sözünü söylemiş ve ancak bu şekilde kendisini işkencelerden kurtarabilmişti. Yaşadıklarını Efendimize gözyaşları içinde anlatan Ammar’a Efendimiz; “Bir daha aynı durumda kalırsan yine aynısını yapabilirsin” demiştir. Yukarıdaki âyetin de Ammar gibi zorlama altında bulunan Müslümanlar hakkında indiği kabul edilmiştir.

  • Vacibi Terk Etme Ruhsatı:

Bazı farz ve vaciplerin yerine getirilmesinde ek bir güçlük bulunduğu durumlarda, yükümlü bu ibâdetleri yapmayabilir. Örnek: Ramazan ayında yolcu ve hasta olan bir kimse orucunu başka bir zaman tutmak üzere kazaya bırakabilir.

  • Genel Kurala Aykırı Bazı Hukukî Muameleleri Yapabilme Ruhsatı:

Akit sırasında mevcut olmayan bir şeyin satılması caiz değildir. Fakat bu kurala rağmen “selam ve istisna akti” denilen; sanatkâra üretim için sipariş verme aktine ruhsat verilmiştir.  Standart olan mallar daha üretilmeden, ücretini önceden ödeyerek sipariş vermek için yapılan akit caiz görülmüştür. Bu kapsamda; ücretini önceden vererek terziye elbise, ayakkabıcıya da ayakkabı siparişi vermek caiz kabul edilmiştir.

  • Önceki Dinlerde Ağır Hükümlerin Kaldırılma Ruhsatı:

Örnek: Önceki dinlerde namaz gibi ibâdetler sadece ibâdethanelerde yapılırken, Muhammed (s.a.s.)’in ümmetine tüm yeryüzünün mescit kılınması gibi. Bu maddede gündeme gelen ruhsat, mecâzi manada ruhsat diye adlandırılmıştır.

TEMİZLİK İLMİHÂLİ

 

İSLÂM’DA TEMİZLİK

İslâm temizliği iki boyutta ele almıştır. Birincisi kalp temizliği, ikincisi de beden temizliğidir. Kalbini manevi kirlerden arındıramayan bir kimsenin beden temizliğine önem vermesinin İslâm nazarında çok bir ehemmiyeti olmayacağı gibi, kalp temizliğine önem verdiği halde beden temizliğine önem vermeyen bir kimsenin de aynı şekilde çok bir ehemmiyeti yoktur.

Temizliğin bu iki unsurundan hangisinin daha öncelikli ve önemli olduğuna bakacak olursak, hiç kuşkusuz ki kalp temizliğinin daha ehemmiyetli olduğunu görürüz. Çünkü manevi kirler, ağaç kurdunun ağacı kemirerek yok etmesi gibi, kalpte bulunan imanı kemirerek zaafa uğratıp neticede yok edecek kadar tehlikelidirler. Manevi kalp hastalıklarının en başında gelen şirk mikrobu kalpten temizlenmediği sürece yapılan amellerin Allah indinde hiçbir kıymeti olmayacaktır. Konuyla ilgili olarak Rabbimiz şu şekilde buyurmaktadır; “(Resûlüm!) Şüphesiz sana da senden öncekilere de şöyle vahyolunmuştur ki: Andolsun (bilfarz) Allah'a ortak koşarsan, işlerin mutlaka boşa gider ve hüsranda kalanlardan olursun!” (Zümer, 65) Görüldüğü gibi âyet, şirk mikrobunun tüm amelleri yok ederek, kişiyi kıyamet gününde hüsrana uğramış bir kimse durumuna düşüreceğini bildirmektedir. Başka bir âyette ise kalbinde şirk mikrobunu taşıyanlar pislik olarak ifadelendirilmektedir; “Ey iman edenler! Müşrikler ancak bir pisliktir…” (Tevbe, 28) Görüleceği üzere Kur’an, kalbini şirkten arındıramamış kimseleri “pislik” olarak kabul etmektedir.

Bütün bu sebeplerden dolayı diyoruz ki; bir Müslüman temizliğe önce kalbinden başlamalıdır. Şirkin ne olduğunu öğrenmeli ve ondan kalbini arındırmalıdır. Bedeni kirleten necasetlerden önce kalbini kirleten necasetlerin neler olduğunu öğrenmeli ve öncelikli olarak onlardan arınmalıdır. Namazı bozan necasetten önce imanı bozan manevi necasetleri öğrenmelidir. Toplumumuza baktığımızda ne yazıktır ki ölçülerin karıştığını görmekteyiz. İnsanlarımızın abdesti bozan hususlara önem verdikleri kadar, imanı bozan hususlara önem vermediklerini görüyoruz. Camilerde hocalar, abdesti bozan hususları anlattıkları kadar güncel boyutuyla şirkin ne olduğunu anlatarak insanları bundan sakındırmıyorlar. İnsanlarımız nice şirk unsuru olan hususlara hayatlarında yer verdikleri halde, abdesti bozan hususlara titizlikle riayet ettiklerini görmekteyiz. Bunları söylerken, abdesti bozan şeylerin önemsiz olduğunu söylemiyoruz. Şirkten sakınmamızı emreden Allah, abdesti bozacak olan necasetlerden de temizlenmemiz gerektiğini emretmektedir. Bizim dikkat çekmek istediğimiz husus, şirk gibi manevi kirlerin, bedeni kirleten necasetlerden daha öncelikli olduğu konusudur. Bir insanın Müslüman olabilmesi ve yaptığı amellerin Allah katında bir değer ifade etmesi için şirkten sakınmasının zorunlu olduğunu hatırlatmak istiyoruz.

Hiç kuşku yok ki manevi kirler sadece şirkten de ibaret değildir. Haset, kibir, hırs, düşmanlık, riya vb. gibi kötü hasletlerden de kalbi arındırmak gerekmektedir. Kalbin temiz olması amellerin ve bedenin de temiz olmasını; Kalbin pis olması, amellerin ve bedenin de pis olmasını beraberinde getirecektir.

Temizliğin titizlikle uygulanması gereken bir başka alanı da uzuvların temizlenmesidir. Yalan, gıybet, haram yemek, emanete ihanet etmek gibi pis olan hususlardan organların temizlenmesi de dinimiz tarafından ısrarla emredilmiştir. Yalan söyleyerek dilini kirleten bir kimse, yalanı terk ederek dilini temizlemelidir. Hırsızlık yaparak elini kirleten bir kimse de hırsızlığı terk ederek elini temizlemelidir. Hırsızlık yaparak kirletilen el, abdest alırken yıkandığında temizlenmeyecektir. Yine yalan söyleyen, iftira atan, gıybet eden bir dil de tevbe suyuyla yıkanmadıkça abdest suyuyla temizlenmeyecektir.

İslâm dininin önemle üzerinde durduğu temizliğin unsurlarından birisi de maddi temizliktir. Kişinin bedenini, elbisesini ve ibadet yapacağı yeri, dinin necaset olarak gördüğü hususlardan temizlemesi de gerekmektedir. Rabbimiz maddi olan bu temizliği de emrederek şöyle buyurmuştur; “Ey Âdemoğulları! Her namaz kılacağınızda güzelce giyinin, yiyin için fakat israf etmeyin. Çünkü Allah israf edenleri sevmez.” (A’raf, 31)

“…İbrâhim ve İsmâil’e de, “Tavaf edecekler için, ibâdete kapanacaklar, rükû ve secde edecekler için evimi temiz tutun” diye tâlimat verdik.” (Bakara, 125)

“…Allah çok tövbe edenleri sever ve içi dışı temiz olanları sever.” (Bakara, 222)

“…Daha ilk günden takvâ temeli üzerine kurulan mescid ise namaz kılman için elbette daha uygundur; burada gerçekten arınmak isteyen adamlar vardır. Allah da arınmaya çalışanları sever.” (Tevbe, 108) Bütün bu âyetler bize hem maddi hem de manevi temizliğin İslâm nazarında ne kadar önemli olduğunu bildirmektedir.

TEMİZLİK FARZDIR

Namazın farz olduğu kimselere, temizlik de farzdır. Bir kimseye temizliğin farz olması için şu şartlar gerekmektedir.

  • Müslüman olmak: Müslüman olmayan kişiye temizlikten önce iman farzdır.
  • Akıllı olmak: Akıl özürlüsü olan kimseler sadece temizlik emrinden değil dinin tüm emirlerinden sorumlu değillerdir. Geçici hafıza kaybı yaşayanlar ise ancak hafıza kaybı yaşadıkları zaman dinin emirlerinden sorumlu değildirler.
  • Ergenlik çağına ulaşmış olmak: Çocuklar da ergenlik çağına girinceye kadar dinin emirlerinden sorumlu değildirler. Ancak çocuklar, akılları erecek bir yaşa geldiklerinde ibâdetlere alıştırmak maksadıyla ibâdetleri yapmaları kendilerinden istenir.
  • Kadınların ay hali ve loğusalık kanının kesilmesi: Kadınlar, aybaşı ve loğusalık kanı devam ettiği süre zarfında gusül ve abdest gibi dinin temizlikle ilgili emirlerinden sorumlu değillerdir.
  • İbâdet vaktinin girmesi: Yine gusül veya abdest için ibâdet vaktinin de girmesi gerekmektedir. İbâdet vaktinin girmediği zamanlarda kişinin, gusülsüz veya abdestsiz kalmasında dinen bir sakınca yoktur.
  • Zorlama/ikrah altında bulunmamak: Zorlama altında bulunanlar da temizlik yapabilecek imkânları olmadığından, temizlikle ilgili yükümlülüklerden sorumlu değildirler. Örneğin, hapiste hücreye atılan ve abdest veya gusül almasına müsaade edilmeyen kimseler, teyemmüm yaparak ibâdetlerini yaparlar.
  • Temizlik yapılacak su ve toprağın bulunması: Cünüp veya abdestsiz olan birisinin ibâdet yapabilmesi için ya suyla ya da toprakla temizlenmesi gerekmektedir. Su bulamayanlar toprakla teyemmüm yaparlar. Suyla beraber toprak da bulamayanlar ise toprak cinsinden herhangi birşeyle teyemmüm alarak ibâdetlerini yaparlar.

  

  • Unutanın hatırlaması, uyuyanın ise uyanması: Dinimiz tedbirsiz davranılmadığı sürece uyumayı ve unutmayı da kişi için özür kabul etmiştir. Dolayısıyla bir kimse cünüp olduğunu unutarak namaz kılsa günahkâr olmaz. Fakat hatırladığında, gusül alması ve namazını iade etmesi gerekir. Aynı durum uyuyan için de söz konusudur.

Bu şartları taşıyan kimseler, bu şartlar değişene kadar temizlikle ilgili emirlerden de sorumlu değildirler.

TEMİZLENME YOLLARI

  • Su İle Temizleme

Su, hem pisliği temizleme ve hem de abdest veya gusülde kullanılma bakımından temizdir. Suyun temizleyici özelliğine Kur’an’da şu şekilde atıfta bulunulmaktadır; “O zaman katından bir güven olsun diye sizi hafif bir uykuya daldırıyordu. Sizi onunla temizlemek, şeytanın pisliğini üzerinizden gidermek, cesaretinizi arttırmak ve o sayede ayaklarınızı yere sağlam bastırmak için gökten üzerinize su indiriyordu.” (Enfâl, 11)

“O'dur, rahmetinin önünde rüzgârları müjdeci olarak gönderen! Gökten tertemiz bir de su indirdik.” (Furkân, 48)

Suları Özelliklerine Göre Altıya Ayırmak Mümkündür

  • Hem temiz, hem de temizleyici olan sular: Yağmur, kar, nehir, deniz, kuyu, pınar, baraj ve sel suları bu kısma girer. Bu sulara “mutlak su” da denir. Bu sular, hem kendileri temizdir, hem de temizlik için kullanılırlar.
  • Temiz ve temizleyici olduğu halde kullanılması mekruh/hoş olmayan sular: Bir kapta bulunup da hayvanların içtiği sular bu kapsama girerler. Bu suları temizlikte kullanmak helâl olmakla birlikte kullanmamak daha iyidir.
  • Temiz olan fakat temizleyici olmayan sular: Kendisiyle abdest ve gusül alınmış sular bu kapsama dâhildir. Bu sulara “musta’mel” sular da denilir. Bu şekilde kullanılmış olan suların tekrar kullanılması doğru değildir.
  • Temiz ve temizleyici olmayan sular: İçine pis şeylerin düştüğü küçük birikinti suları, içine düşen şeyden dolayı tadı, kokusu ve rengi değişen sular da bu kapsama girer.
  • Abdest ve gusülde kullanılması şüpheli olan sular: Eşek, katır ve atın artığı olan sular da bu kısma girer. Mecbur kalınmadığı sürece bu sularla temizlik yapılmamalıdır.
  • Kullanılması caiz olan ama temizleyici olmayan sular: Gül suyu, meyve suları, diğer meşrubat türleri veya içine karışan şeyden dolayı akışkanlığını kaybeden sular da bu kapsama girer. Bu sulara “mukayyed su” da denir. Bu tür sular temizlikte kullanılamazlar.
  • Silme Yoluyla Temizleme

Bıçak, ayna, cam, fayans, çini, mermer gibi sert cisimlerin üzerine düşen pislikler silme yoluyla da temizlenebilir. Bu cisimlerin üzerinde bulunan pislikler, silindiğinde giderilirse temizlenmiş olurlar.

  • Ateşe Sokmak Yoluyla Temizleme

Ateşe dayanıklı maden, taş ve demir gibi eşyalar, ateşe tutularak üzerlerinde bulunan pislikler yakılarak da temizlenebilir. Bu gibi eşyalar için ateş, bir temizleme aracıdır.

  • Kazımak, Silmek ve Ovalamak Yoluyla Temizleme

Mest ve ayakkabı gibi pisliği içine emmeyen şeylere pislik bulaşınca, bulaşan o pisliği kazıyarak temizleyebileceğimiz gibi, silerek veya ovalayarak da temizleyebiliriz.

İnsanın menisi iç çamaşıra bulaşıp da kuruduğunda, ovalayarak da temizlenmesi mümkün ise ovalayarak temizlemek caizdir. Nitekim Hz. Âişe Annemizin şöyle dediği rivayet edilmiştir; “Meni kuru olunca, Rasûlüllah (s.a.s) giysisinden onu ovalıyor, yaşsa yıkıyordu” (Zeylaî, 1, 209-210) Fakat değiştirme imkânı olanların değiştirmeleri daha doğru bir yoldur.

Hanefî ve Mâlikî âlimleri meniyi pis kabul ederken, Hanbelî ve Şâfiî âlimleri ise temiz kabul etmişlerdir.

Donmuş yağ, pekmez gibi katı maddelerin içine pislik düşerse etrafıyla birlikte alınınca geri kalan kısmı temiz olur. Fakat sıvı bir yiyeceğin içerisine pislik düşerse bütün yiyeceği necis yapar ve bu yiyeceği kullanmak caiz olmaz.

  • Yapı Değişikliği Yoluyla Temizleme:

Temiz olmayan bir şey, niteliği değişirse temiz olur. Örnek; bir hayvan tuzun içine düşer ve orada tuz olursa, o hayvan artık temizdir. İçki çok kaldığından dolayı sarhoş etme özelliğini yitirerek sirkeye dönüşürse o zaman o içki temiz olur.

  • Bazı Tasarruflar Yoluyla Temizleme:

Beden veya elbiseye bulaşan pisliğin nereye bulaştığı bulunamıyorsa, elbise veya bedenin herhangi bir yeri, pisliğin bulaştığı yer kadar yıkanırsa, beden veya elbise temiz kabul edilir. İmkânı olan kimselerin bu tür durumlarda bedenin veya elbisenin tamamını yıkamaları daha doğrudur.

  • Tabaklama veya Boğazlama Yoluyla Temizleme

Domuz dışındaki tüm hayvanların derisi, kendiliğinden ölmüş olsalar bile kokuşmamışsa tabaklanınca temiz olur. Bazı âlimler hayvanların derilerinin kullanılabilmesi için o hayvanların meşru bir şekilde kesilmesini şart görmüşlerdir. Bu konuda kesin bir delil yoktur. Bu tür deriler, tabaklanırsa/kurutulursa bunların üzerinde namaz kılınabilir, evde sergi olarak kullanılabilir. Efendimiz şöyle buyurmuştur; “Hangi deri tabaklanırsa/kurutulursa temiz olur” (Müslim, Hayz, 105)

  • Kuyu, Havuz ve Depoların Temizlenmesi

İçerisine pislik düşen kuyu suyu, havuz ve depoların sularının mümkünse tamamını boşaltarak temizlemek gerekir. Fakat tümünü boşaltmak mümkün değilse, içindeki pislik çıkarıldıktan sonra, suyun tadı ve kokusu eski haline gelinceye kadar su boşaltılmalıdır. Bu yapıldığı zaman o su temiz kabul edilir.

  • Küçük ve Büyük Abdest Bozduktan Sonra Temizlenme (İstibrâ ve İstincâ)

Küçük abdest bozduktan sonra idrar yollarında kalan idrarın çıkması için yapılan temizliğe “istibrâ” denir. İdrar yollarında kalan idrar tamamıyla boşaltılmadığı zaman hem ibâdet sırasında dışarı çıkarak ibâdete engel olur, hem de sağlık açısından sakıncalıdır. Bunun için de tuvalet ihtiyacını gördükten sonra idrar yollarındaki idrarı tamamıyla boşaltmak gerekir. Bunun için, bazen yürümekle, bazen öksürmekle bazen de eğilip kalkmakla bu mümkün olur. Özellikle idrar yollarında idrar kalan ve ibâdet sırasında abdesti bozulan kimseler bu konuya daha fazla itina göstermelidirler.

Vücuttan çıkan, kan, irin, meni, idrar ve dışkı yerlerini su veya taş gibi sert bir cisimle temizlemeye de “istincâ” denir. Bu temizliğin; önce taş veya tuvalet kâğıdıyla yapılması, daha sonra da su kullanılarak yapılması daha iyidir.

TUVALET ÂDÂBI

Tuvalet ihtiyacı karşılanırken şu hususlara dikkat etmek, İslâm’ın kişiye kazandırdığı âdâptandır.

  • Üzerinde Allah’ın isminin ve Kur’an âyetlerinin yazılı olduğu şeylerle tuvalete girilmemelidir.
  • Tuvalete sol ayakla girilmeli ve şu dua okunmalıdır; “Allah’ım, pislikten ve pis şeylerden sana sığınırım”
  • Tuvalette Kur’an okunmamalı, selam verilince alınmamalıdır.
  • Açık arazide tuvalet ihtiyacı karşılanıyorsa, gözden uzak yerler tercih edilmelidir.
  • Tuvalet yapılırken ön ve arka tarafların kıbleye çevrilmemesine dikkat edilmelidir.
  • Haşerat yuvalarının olduğu yerlere, yol kenarlarına, akarsulara ve insanların gölgelik olarak kullandıkları yerlere tuvalet yapılmamalıdır.
  • Zaruret durumu olmadıkça ayakta tuvalet ihtiyacı karşılanmamalıdır.
  • Tuvalet ihtiyacı karşılandıktan sonra su veya sert bir cisimle iyice temizlik yapılmalıdır.
  • Tuvaletten sağ ayakla çıkılmalı ve şu dua okunmalıdır; “Allah’ım! Senden bağışlanma dilerim. İncitici şeyleri benden gideren ve bana sağlık veren Allah’a hamd olsun.”

İSLÂM’DA TEMİZ SAYILMAYAN ŞEYLER

Maddeleri bakımından şer’an temiz sayılmayan şeyler, namazın sıhhatine engel olacak miktarı bakımından “galiz” ve “hafif” olmak üzere ikiye ayrılır.

Galiz olan katı pislikler bir kimsenin vücudunda, elbisesinde ve namaz kılacağı yerde 4 gr’dan fazla bulunursa bu durum namaza engeldir. Sıvı olanlar ise, bir avuç içinden fazla olursa yine namaza engel olurlar. Bu ruhsat pislikleri temizleme imkânına sahip olamayanlar içindir. Temizleme imkânı olanlar tüm pislikleri temizlemek zorundadırlar.

Hafif olan necasetler ise, bulaştığı şeyin dörtte biri kadarı oluncaya kadar namaza engel olmaz, bundan fazla olursa namaza engel olur. Şimdi “galiz” ve “hafif” olan necasetleri görelim:

Galiz Olan Necasetler

  • İnsandan kopan veya ayrılan şeyler: Kan, idrar, meni; cinsel ilişki veya cinsel istek neticesinde erkeğin cinsel organından fışkırarak çıkan sıvı, vediy; zorlama ve ağır kaldırma neticesinde cinsel organdan gelen kalın ve beyaz renkte sıvı, mezi; cinsel istek neticesinde cinsel organdan birkaç damla gelen şeffaf ve yapışkan damlacıklar; dışkı, yaralardan çıkan irin, kusmuk, kadınların aybaşı ve loğusalık durumlarında akıntı olarak gelen kan gibi hususlar bu kapsama girer.
  • Yine tüm hayvanların idrarları, kanları, dışkıları, eti yenmeyen hayvanların ağızlarından akan salyaları da galiz olan necasetlerdendir.
  • Boğazlanmadan kendiliğinden ölen veya öldürülmüş olan hayvanların leşleri de necistir. Bu hayvanların derileri tabaklandığı zaman temiz olur.
  • Şarap ve her türlü sarhoşluk veren içkiler de necistir. Âlimlerin bir kısmına göre içki necis değildir. Sadece içilmesi haramdır. Eşyaya bulaştığı zaman, eşyayı pis yapmaz. Allah’u âlem doğru olan husus da budur. İçerisine başka madde karıştırılan meyve suyu, turşu suyu gibi sıvılar nasıl necis değilse, içki de böyle necis değildir. Dolayısıyla elbiseye, vücuda ve namaz kılınan yere bulaşsa bu durum namaza engel değildir.

Hafif Olan Necasetler

  • Eti yenen hayvanların içtikleri sular ve âlimlerin çoğunluğuna göre idrarları hafif necasetlerdir.
  • Yine kuşların tersleri de hafif necaset hükmündedir.

Bütün bunların sebebi, bu durumdan sakınmanın zor olmasından dolayıdır. Özellikle hayvancılıkla uğraşan kimselerin bu durumlardan sakınması çok zordur. Bütün bunlarla birlikte bu tür necasetler üzerine bulaşan kişinin eğer, imkânı varsa bunları temizleyerek ibadetlerini yapması daha doğru bir yoldur.

Hafif olan necasetler, bulaştığı şeyin yarısından fazlasına tekabül etmiyorsa, bulaştığı şeyler temiz sayılır. Tabii doğru olan husus şudur ki; ibadet edileceği zaman tümünü temizleme imkânı olduğunda tümüyle temizlenmelidir.

ABDESTLE İLGİLİ KONULAR

ABDESTİN TARİFİ VE MAHİYETİ

Abdest kelimesi, Farsça bir kelime olup, “âb” (su) ve “dest” (el) kelimelerinin birleşmesinden oluşmuştur. Fasrça’da “El suyu” anlamına gelen abdest kelimesi, dilimize de aynı anlamda namaz için belirli uzuvları yıkamaya verilen isim olarak girmiştir. Abdest kelimesinin Arapçadaki karşılığı “vudû” kelimesidir.

Abdest başlı başına bir ibâdet değil, bazı ibâdetleri yerine getirebilmek için yapılması gereken aracı bir ibâdettir.

Abdestin tanımı ise şu şekildedir: Belirli uzuvları usulüne göre yıkamak ve mest etmekten ibaret aracı bir ibâdettir.

Abdest, farz, vacip ve mendup olmak üzere üç kısma ayrılır.

Farz olan abdest: Namaz kılmak, Kâbe’yi tavaf etmek, tilavet secdesi yapmak ve ayrıca âlimlerin çoğunluğunun görüşüne göre, Kur’an’a dokunmak için alınan abdesttir.

Burada şunu da ifade etmek istiyorum; Kur’an’a dokunmak için abdest almanın farz olduğunu iddia eden görüşün sağlam delillerinin olmadığını düşünüyorum. Bu görüşü savunanlar genellikle şu âyeti kendilerine delil olarak zikretmektedirler; “(Aslı) korunmuş bir kitaptadır. Ona ancak tertemiz olanlar (melekler) dokunabilir.” (Vâkıa, 78-79) Son âyette geçen “ona ancak temiz olanlar dokunabilir” ifadesindeki “ona” zamirinin Kur’an’a atıf olduğunu, “temiz olanlar” ifadesinin de abdestli olmaya delalet ettiğini söylemektedirler. Oysaki müfessirlerin de çoğunluğunun söylediği gibi buradaki “ona” zamiri “Levh-i Mahfuza”, “temiz olanlar” ise meleklere atıftır. Bize göre de doğru olan görüş müfessirlerin görüşüdür. Bu âyetlerde, Kur’an’a dokunurken abdest almak gerektiği ifade edilmemektedir.

Kur’an’a dokunmak için abdestli olmanın farz olduğunu söyleyenler ayrıca şu hadisi de delil olarak kullanmaktadırlar; “Kur’an’a ancak temiz olan dokunsun” (Muvatta, Kur’an, 1). Efendimiz, Amr b.Hazm’ı Yemen’e gönderirken, kendisine yazdığı mektuba bu ifadeleri de yazmıştır. Kur’an’a dokunurken abdest almanın farz olduğunu iddia edenler bu hadisteki “temiz olan” ifadesinden abdestli olmayı anlamışlardır. Oysaki buradaki temizlikten kasıt, cünüplükten temizlenme olabildiği gibi, şirk gibi manevi kirlerden temizlenme de olabilir. Dolayısıyla bu hadisteki “temiz olanlar” ifadesinin abdeste delaleti kesin değildir. Âyetlerdeki ifadelerin konulara delaletinin kesin olmadığı durumlarda, bu şekildeki konulara hüküm olarak farz demek usûl açısından doğru değildir. Ayrıca Efendimizin cünüplük dışında Kur’an okumaktan geri durmadığına dair rivayetler de vardır. Hz. Ali’nin: ”Rasulullah’ı Kur’an okumaktan cünüplük hali dışında hiçbir şey alıkoymazdı” (Ebu Davud, Taharet, 92) dediği rivayet edilmektedir.

Ayrıca gerek âyetteki ve gerekse de söz konusu hadis rivayetindeki “temiz olanlar” ifadesini namaz abdesti almak için delil olarak aldığımızda, bu ifadenin abdestsizliği “pis olmak” olarak ifadelendirdiğini de iddia etmiş oluruz. Oysaki ne Kur’an’da ne de Efendimizden nakledilen hadis rivayetlerinde, abdestsizliğin bu şekilde ifadelendirildiği söz konusu olmamıştır. Bütün bunlar bize göstermektedir ki söz konusu âyet ve hadis rivayetindeki “temiz olanlar” ifadesini, Kur’an’a dokunmak veya Kur’an okumak için farz olarak görmek doğru ve ilmi bir yaklaşım değildir.

Bütün bunlara rağmen Kur’an’a dokunacak veya okuyacak kimsenin abdest almasının daha faziletli olduğu açıktır. Söz konusu Allah’ın kelamının bulunduğu Kur’an olduğunda, kişinin ona olan saygısından dolayı abdestli olması tabii ki daha doğrudur. Lakin abdest almak farz değildir. Farz demek dinin kesin emridir demektir. Oysaki bu konuda kesin bir emir yoktur. Ayırca farz olarak görmek bunun aksini yapanların ahirette cezaya uğrayacaklarını iddia etmek demektir. Bütün bu sebeplerden dolayı Kur’an’a dokunacak veya okuyacak kimsenin abdest almasının farz olduğu yönündeki yaklaşımın doğru olmadığı, ancak müstehap olduğu yönündeki görüşün doğru olduğu kanaatindeyiz. Çünkü ne Kur’an’da ne de Efendimizin mütevatir ve meşhur sünnetinde; Kur’an’a dokunurken veya okurken abdest almanın gerekli olduğuna delalet eden açık bir emir yoktur.

Vacip olan abdest ise: Hanefilere göre Kâbe’yi tavaf etmek için alınması gereken abdesttir.

Mendup olan abdest ise: Yatmadan önce, yolculuğa çıkacak kimsenin yola çıkmadan önce, her vakit için ayrı ayrı abdest almak gibi kişinin farz ve vacip abdest dışında aldığı abdestlerin tümüne verilen isimdir.

Abdestin nasıl alınması gerektiğini, Allah Rasûlü uygulayarak bize öğretmiştir. Dolayısıyla kendisine ibâdet farz olan bir kimse, ibâdet vakti geldiyse ve su da bulabiliyor ise abdest alması kendisine farz olur.

Efendimizin şu şekilde buyurduğu rivayet edilir; “Kim, emrolunduğu gibi abdest alır ve emrolunduğu şekilde namazı kılarsa geçmiş günahları bağışlanır.” (Buhârî, Vudû, 2)

“Bir kimse, abdest alıp, yüzünü yıkayınca, yüzündeki âzâlarının işlediği bütün günahları, el ve ayaklarını yıkadığında, bunlarla işlediği günahları su damlarıyla birlikte akıp gider ve kendisi de temizlenmiş olur.” (Buhârî, Vudû, 28)

ABDESTİN FARZLARI

Abdestin farzlarının neler olduğu, âlimler arasında ihtilaflı olan konulardan birisidir. Mezheplere göre abdestin farzlarının sayısı farklılık göstermektedir. Bu ihtilafın sebebi; hadislerin farz bir hüküm için hüccet olup olmayacakları ve ayrıca da hangi hadis çeşidinin farz hükümler için delil olarak görülmesi konusundaki usûlî farklılıklardır.

Abdestle ilgili olarak Rabbimiz Kur’an’da şu şekilde buyurmaktadır; “Ey iman edenler! Namaz kılmaya kalkacağınız zaman yüzlerinizi, dirseklere kadar ellerinizi yıkayın; başlarınızı meshedin, ayaklarınızı da topuk kemiklerine kadar (yıkayın)…” (Mâide, 6) Bu âyet-i kerimede abdestin farzları sayılmaktadır.

  • Yüzü yıkamak: Yüzün bir defa yıkanması farzdır. Yüz; saçların bittiği yerden başlayarak kulaklar ve çene kemiğine kadar olan kısma denir. Bu kısmı tümüyle yıkamak farzdır.
  • Kolları yıkamak: İki kolu, ellerden başlayarak dirsekler de dâhil olmak üzere yıkamak fazdır.
  • Başı mesh etmek: Hanefî mezhebine göre başın dörtte birini mesh etmek, farz için yeterlidir. Başın ön kısmını mesh etmek daha faziletlidir.

Şafiî mezhebine göre, saçın birkaç telinin mesh edilmesi yeterlidir, diğer mezheplere göre ise tüm başın mesh edilmesi gerekmektedir. Bu son görüş, tüm mezheplerin söylediğini kapsaması ve ilgili âyetin zahirine mutabık olması sebebiyle daha doğrudur.

  • Ayakları yıkamak: Ayakları topuklarıyla birlikte bir defa yıkamak farzdır. Efendimiz; “Vay ateşten dolayı topukların haline!” (Buhârî: 1/22) diyerek ayaklarla birlikte topukların da yıkanması gerektiğine dikkatleri çekmiş, topuklarını yıkamayan kimseleri de bu şekilde uyarmıştır.

Şâfiî mezhebine göre ise farzlar şunlardır: 1 Niyet, 2 Yüzü yıkamak, 3 Elleri kollarla beraber yıkamak, 4 Başı mesh etmek, 5 Ayakları yıkamak ve 6 Sıraya riayet etmek.

Hanbelîlerde ise: 1 Niyet, 2 Yüzü yıkamak, 3 Elleri kollarla beraber yıkamak, 4 Başı mesh etmek, 5 Ayakları yıkamak, 6 Sıraya riayet etmek ve 7 Abdest uzuvlarını ara vermeden yıkamak.

Mâlikîler de ise: 1 Niyet, 2 Yüzü yıkamak, 3 Elleri kollarla beraber yıkamak, 4 Başı mesh etmek, 5 Ayakları yıkamak ve 6 Abdest uzuvlarını ara vermeden yıkamak.

ABDESTİN SÜNNETLERİ

Hanefî mezhebine göre sünnet, Peygamberimizin sürekli yaptığı ve ara sıra terk ettiği fiilleri ifade etmektedir. Bu tür sünnetleri yapan kimse sevap kazanır, terk eden kimse ise kınama ve azarlamaya muhatap olur. Efendimiz, abdest alırken şu hususlara da riayet ediyordu.

  • Niyet etmek: Kişinin abdest almaya kast etmesi sünnettir. Diğer mezheplerde ise niyet farzdır.
  • Başlarken “eûzu-besmele” çekmek,
  • Abdeste başlamadan önce bileklere kadar elleri yıkamak,
  • Ağız ve burnu üç defa su ile temizlemek,
  • Dişleri misvak veya diş fırçasıyla temizlemek,
  • Abdest uzuvlarını yıkarken sırayı gözetmek: Önce yüzü, sonra kolları, sonra başı mesh etmek daha sonra da ayakları yıkamak,
  • Kol ve ayaklar gibi çift organları yıkarken sağ taraftan başlamak,
  • Abdest uzuvlarını üçer defa yıkamak,
  • Elleri ve ayakları yıkarken yıkamaya parmaklardan başlamak,
  • Parmak aralarını hilallemek,
  • Sakallar seyrek ise arasına su girmesini sağlamak,
  • Başın tamamını mesh etmek,
  • Kulakları mesh etmek,
  • Abdest uzuvlarını ovarak yıkamak,
  • Abdest uzuvlarını, ara vermeden yıkamak.

ABDESTİN ÂDÂBI

Hanefîler, mendup kavramıyla eş anlamlı olarak “âdâb” kavramını da kullanırlar. Arapça’da çoğul olarak kullanılan “âdâb” kavramı, dilimize “edep” şeklinde tekil olarak girmiştir. Hanefi âlimleri, Peygamber Efendimizin sürekli yapmadığı davranışlarını bu kategoride ele alırlar.

Abdestin Başlıca Edepleri Şunlardır:

  1. Abdest alırken kıbleye yönelmek,
  2. Namaz vakti girmeden abdest alıp vaktin girmesini beklemek,
  3. Abdest sularının elbiseye sıçramaması için yüksekçe bir yerde bulunmak,
  4. Bir özür yoksa, abdest alırken başkasından yardım almamak,
  5. Abdest alırken, parmaklarda yüzük varsa oynatarak yüzüğün altına suyun gitmesini sağlamak,
  6. Ağza ve buruna sağ elle su vermek, burnu temizlerken sol eli kullanmak,
  7. Kulakların iç tarafını, ıslatılmış serçe parmağıyla mesh etmek,
  8. Abdest azalarını yıkarken, suyu dirsek ve topukların yukarılarına kadar ulaştırmak, göz pınarlarını ovmak,
  9. Abdest azalarını yıkamaya yetecek kadar su kullanmak, suyu fazla kullanarak israfa sebebiyet vermemek,
  10. Abdesti bitirdikten sonra Kelime-i Şehadeti söylemek,
  11. Abdest alınan sudan, bir miktar içmek,
  12. Abdestten sonra eğer kerâhet vakti değilse iki rekât nafile namaz kılmak.

ABDESTİN MEKRUHLARI

Abdest alırken kaçınmamız gereken birtakım hususlar vardır. Bunlar her ne kadar abdesti bozmasa da sıhhatine zarar veren hususlardır. Bu hususlardan kaçınmamız gerektiği, Efendimiz tarafından ifade edilmiştir. Bir Müslüman, abdest alırken bu hususlara da riayet ederse, abdest ibâdetini daha kâmil bir şekilde yapmış olur.

Abdestin öne çıkan mekruhları şunlardır:

  1. Abdest alırken suyu gereğinden fazla kullanarak, israf etmek,
  2. Suyu yüze ve diğer azalara çarparak yıkamak. Böyle yapılması halinde abdest suyunun bir başkasına sıçramasına ve etrafın ıslatılmasına sebebiyet verildiğinden dolayı mekruh görülmüştür.
  3. İhtiyaç olmadığı halde abdest alırken konuşmak,
  4. İhtiyaç olmadığı halde başkasından yardım almak,
  5. Temiz olmayan yerlerde abdest almak. Tuvalet vb. yerler gibi.
  6. Oruçlu olduğu halde abdest alan bir kimsenin ağzına ve burnuna su verirken aşırıya kaçması.

 

 

ABDESTİ BOZAN DURUMLAR

Abdest bir ibâdettir. Tüm ibâdetleri bozan bir takım hususiyetler olduğu gibi abdest ibâdetini de bozan, işlevsiz hale getiren bir takım hususlar vardır. Şimdi bunları kısaca gündeme getirelim:

  • İnsandan çıkan; kan, irin, idrar, dışkı, meni, mezi ve vediy ve ağız dolusu kusmak gibi sıvılar abdesti bozar.
  • İnsanın yellenmesi/gaz çıkarması: Efendimiz, abdestli olan bir kimsenin arkadan çıkan ses ve kokuyu hissetmedikçe, başka da abdestini bozacak bir durumla karşılaşmaması durumunda abdestinin var olduğuna hükmetmesi gerektiğini söylemiştir. (Buhârî, Vudû, 34)
  • Ağız dolusu kusmak: Efendimiz; “Kusmak abdesti bozar” diye buyurmuştur. (Timizi, Tâhare, 64)
  • Uyumak, bayılmak, delirmek, sarhoş olmak ve sara nöbeti geçirmek gibi aklı gideren hususlar da abdesti bozar. (Yalnız, kişi abdestli olduğu ve tuvalet ihtiyacı sıkışık olmadığı halde, diz üstü veya bağdaş kurarak oturması durumunda abdesti bozulmaz.)
  • Cinsel ilişki veya kişinin eşiyle cinsel ilişki dışında aşırı temasta bulunması. Genellikle böyle durumlar, abdestinin bozulmasına sebebiyet veren durumlardan birisi olan mezinin gelmesine sebebiyet verir. Mezinin gelmeside abdesti bozar. Şafiî mezhebine göre; birbirlerine nikâhları düşücek bir kadın ve erkeğin her türlü temasları da abdesti bozar. Dayandıkları delil ise Nisâ sûresinin 43. âyettinde geçen “kadınlara dokunmuşsanız” ifadesidir. Şafiîler bu âyetteki “dokunma” ifadesini her türlü dokunma olarak anlamışlardır. Hanifîler ise; buradaki dokunmaktan kastın cinsel ilişki olduğunu söylemiştlerdir. Bize göre daha isabetli olan görüş, Hanefîlerin görüşüdür.
  • Namazdayken yanındaki kimsenin duyacağı kadar yüksek bir sesle gülmek de Hanefî mezhebine göre abdesti bozar.
  • Mestler üzerine meshin süresinin dolması: Mukim, seferi olmayan kimse için mestlerin süresi 24 saat, seferi olan kimseler için ise tam 3 gün, yani 72 saattir.
  • Özür sahibi olan kimsenin aldığı abdest, diğer namaz vaktinin girmesiyle bozulur.
  • Teyemmüm yapmış kimsenin su bulması veya görmesiyle de abdesti bozulur. Böyle bir durumda olan kimse, eğer vakit namazını kıldıktan sonra su görürse namazı iade etmesine gerek kalmaz. Fakat henüz namaz kılmadan veya namazdayken görürse namazı da abdesti de bozulur.

 

 

 

MESTLER ÜZERİNE MESHETMEK

Mest ve Meshin Dayandığı Deliller

Mest: Deri ve benzeri şeylerden yapılan, ayakları topuklar da dâhil örten şeye denir.

Mesh ise: Abdest alacak kimsenin, daha önce abdestli bir şekilde giydiği mestin üst kısmına ellerini ıslatarak sürmesine denilmektir.

Abdest alırken, mestler üzerine mesh etmek, ayakları yıkamanın yerine geçer. Ayaklara giyilen ve adına mest denilen veya mest yerine geçen şeyler üzerine mesh etmek caizdir. Dinimiz, Müslümanlara kolaylık olsun diye mest giymeyi meşru kılmıştır.

Mestler üzerine mesh yaparken; elleri ıslatarak elin üç parmağıyla ayak parmağından başlayarak ayakların üst tarafını bir defa mesh etmek yeterlidir.

Mestler üzerine mesh etmekle ilgili çok sayıda hadis rivayeti vardır. Safvân İbn Assâl’ın şöyle dediği rivayet edilir; “Rasûlüllah (s.a.s.) bize, abdestli olarak giydiğimiz takdirde eğer yolculukta isek üç gün; mukim isek bir gün bir gece süreyle mestler üzerine meshetmemizi, küçük abdest dolayısıyla onları çıkarmamayı, ancak cünüplük sebebiyle çıkarmayı emretti” demiştir. (Tirmizi, Deavât, 98)

Cerîr (r.a.)’in şöyle dediği rivayet edilir; “Ben Rasûlüllah (s.a.s.)’in küçük abdest bozduğunu, sonra da abdest alıp mestleri üzerine meshettiğini gördüm.” (Müslîm, Tahâre, 72)

Peygamber Efendimizin ayaklarını şu şekilde mesh yaptığı rivayet edilmiştir; Muğire b. Şu’be (r.a.)’dan şöyle rivayet edilmiştir; “Peygamber (s.a.s.) mestleri üzerine meshetti. Sağ elini sağ mestinin üzerine koydu. Sol elini de sol mestinin üzerine koydu, sonra da yukarıya doğru sadece bir defa sürerek mesh etti.” (Ebû Dâvud, Tahâre, 63)

Mest Üzerine Meshin Şartları

  • Mestler, abdest için ayaklar yıkandıktan sonra giyilmiş olmalıdır.
  • Mestlerin, ayağın abdestte yıkanması gereken yerlerinin tümünü kapatmış olması gerekir.
  • Mestlerin uzunca yol yürüyecek kadar sağlam olması gerekir.
  • Mestlerin, ayağı kapatması gereken yerlerinde delik veya yırtık bulunmaması gerekir.
  • Mestler, bağlamaksızın ayakta durabilecek kadar kalın olmalıdır.
  • Mestlerin su döküldüğünde, suyu hemen içine almaması gerekmektedir.

Çorap Üzerine Mesh Etmek Caiz midir?

İmam Ebû Hanife, ancak üzerine deri kaplanmış, altına keçe geçirilmiş olan çoraplar üzerine mesh edileceğini söylerken, İmam Muhammed ve İmam Yûsuf ise; Altına keçe geçirilmemiş olsa bile, kalın ve içini göstermeyen dayanıklı yün ve keçe çorapların üzerine mesh edileceğini söylerler. İmam Ebû Hanife’nin daha sonra kendi görüşünden dönerek İmam Muhammed ve İmam Yûsuf’un görüşleriyle amel ettiği nakledilmiştir.

Bazı âlimler, “yukarıdaki şartları taşımasalar da çorapların üzerine mesh edilebilir” demişlerdir. Bize göre doğru olan görüş mestlerin günümüzde giyilen ince çoraplar üzerine yapılamayacağı yönündedir. Üzerine mesh yapılacak çoraplar, kalın ve hemen içerisine su geçirmeyecek kadar sağlam olmalıdır.

Mestler Üzerine Mesh Etmenin Süresi

Mûkim olan bir kimse için mestler üzerine mesh etmenin süresi, bir gün ve bir geceden (24 saatten) ibarettir.

Seferi/yolcu olan bir kimse için bu süre, üç gün, üç gecedir (72 saat). Âlimlerin çoğunluğunun görüşü de bu yöndedir.

İster mukim için isterse de seferi olanlar için mestlerin süresi, mestler giyilince değil, mestler giyildikten sonra abdestin bozulduğu ilk zamandan itibaren başlar. Örnek verecek olursak; mukim olan bir kimse, sabah namazında abdest alarak mestlerini giydiyse ve abdesti de öğlenden sonra saat 15 gibi bozulduysa, bir sonraki gün aynı saate kadar mestleri üzerine mesh yapabilir.

Mâliki mezhebinde ise: Mestler üzerine mesh etmek için herhangi bir süre yoktur. Kişi cünüp, hayız ve loğusalık olma durumu gibi meshi bozan durumlarla karşı karşıya kalmadığı sürece, giydiği mestler üzerine mesh etmesinde bir sakınca yoktur derler.

Mest Üzerine Meshi Bozan Şeyler

  • Abdesti bozan her şey meshi de bozar. Abdesti bozulan bir kimse, abdest alırken mestleri de mesh etmek zorundadır.
  • Guslü gerektirecek her türlü durum meshi de bozar. Cünüplük, hayız, nifas ve loğusalık gibi guslü gerektirecek bir durumda karşı karşıya kalan kişi, mestleri çıkararak gusül almalı, sonra mestlerini giymelidir.
  • Üzerine mesh edilmiş mestin ayaktan çıkması da meshi bozar. Böyle bir durumda kalan kimse mestlerini çıkarmalı, yeniden abdest almalı ve mestlerini öyle giymelidir.
  • Mesh süresinin dolması da meshi bozar. Süre dolunca kişi, yeniden abdest alarak ayaklarını yıkamalı ve mestlerini yeniden giymelidir.

Yaralardan dolayı abdest azalarında sargı bulunan bir kimse, abdest alacağı zaman üzerinde sargı bulunan uzuvlarını yıkamaz, sadece sargının üzerini eliyle mesh eder.

ÖZÜRLÜNÜN ABDESTİ

Sürekli veya bir sonraki namaz süresine kadar aşağıda sayacağımız durumlarla karşı karşıya kalan kimseye fıkıhta “özürlü” denilmektedir. Sürekli burun kanaması, idrar tutamama/prostat hastalığı, yaraların sürekli kanaması, aşırı ishal, sık sık yellenme, kadınların akıntılarının olması gibi abdest tutmakta zorlanan kimseler bu tanıma dâhildirler. Bu kimseler, bu hallerinden kurtulmaları söz konusu olamayacağından dolayı, bu halleriyle de ibâdetlerini yapabilirler.

Özür sahibi olan kimseler, her namaz için ayrı ayrı abdest almak zorundadırlar. Bir abdestle, birden fazla vakit namazı kılamazlar.

Örneğin; öğlen vaktinin başında burnu kanayan ve abdest alıp namaz kılacak kadar dahi kanaması durmayan birisi, o haliyle abdest alır ve vakit çıkmadan namazını kılar. Abdest aldıktan sonra kanaması kesilmediğinden dolayı abdesti bozulsa dahi, o abdestle namazını kılar. Bu tür rahatsızlıkları olan kimseler, özürlü kabul edilirler.

GUSÜL ABDESTİ (BOY ABDESTİ)

Fıkıh ilminde gusül; bütün vücudun

 temiz su ile yıkanmasıyla yapılan hükmî temizliği ifade etmektedir.

Gusül abdestine, Kur’an-i Kerim’de şu şekilde vurgu yapılmaktadır;

“Eğer cünüp iseniz iyice temizlenin” (Mâide, 6)

“Ay hâli durumundayken kadınlardan (cinsel yönden) uzak durun ve temizlenmedikçe onlara yaklaşmayın. Temizlendikleri zaman, Allah’ın size emrettiği yerden onlara gidin” (Bakara, 222)

“Ey iman edenler! Sarhoşken ne söylediğinizi bilinceye kadar, cünüpken de –yolculuk hariç- gusledinceye kadar, namaza yaklaşmayın.” (Nisâ, 43) Fakat gusül abdestinin nasıl alınması gerektiği Kur’an’da gündeme getirilmemektedir. Gusül abdestinin nasıl alınması gerektiğini biz Efendimizin sünnetinden öğreniyoruz.

Guslü gerektiren sebepler şunlardır;

  • Cünüplük hali: İster eşlerin cinsel birleşmeleri sonucunda olsun, ister rüyada meninin dışarıya akması sebebiyle olsun gusül gerekli olur. Ayrıca cinsel ilişki sırasında meni gelmese dahi gusül abdesti gerekli olur. Erkeğin cinsel organının sünnetli kısmı, kadının cinsel organına girmesi durumunda gusül abdesti gerekli olur. Efendimizin şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir; “İki sünnet yeri kavuştuğu zaman boşalma olmasa bile gusül gerekir” (Buhârî, Gasl, 28)

Cünüplük halini ifade eden sıvıya fıkıhta “meni” denilmektedir. Bunun haricinde bir de “mezi” ve “vedî”  adlı sıvılar vardır. Şimdi bunları açıklayalım:

Meni: Bir kişide cinsel istek neticesinde cinsel organından fışkırarak gelen sıvıya denir. Meninin gelmesinden dolayı gusül abdesti gerekli olur.

Mezi: Yine cinsel istek neticesinde cinsel organdan çıkan birkaç damladan oluşan ve aynı zamanda renginin de şeffaf olduğu sıvıya denir. Mezi’den dolayı gusül abdesti gerekmez, sadece cinsel organ ve isabet ettiyse iç çamaşır temizlenerek abdest alınması yeterlidir.

Vedî: Zorlanma neticesinde yine cinsel organdan çıkan katı bir sıvıdır. Ağır bir cisim kaldırma sebebiyle olabileceği gibi tuvalet ihtiyacını giderirken zorlanma neticesinde de olabilir. Vedî’den dolayı da gusül abdesti gerekmez, sadece cinsel organ ve temas ettiyse iç çamaşır temizlenerek abdest alınması yeterlidir.

  • Ayrıca kadınların her ay gördükleri hayız kanı veya doğum yaptıktan sonra gördükleri loğusalık kanının kesilme durumlarında da gusül gerekmektedir.
  • Vefat etmiş olan bir Müslümana da gusül aldırmak farzdır.

Ayrıca gusül abdestinin farz olmadığı, müstehap olduğu durumlar da vardır. Cuma ve Bayram namazları öncesinde gusül abdesti almak müstehap olduğu gibi, Hac ve Umre yapmak için ihrama girmeden önce, Arafat’ta vakfeye durmadan önce ve gayr-i müslim birinin İslâm’a girdiği zaman gusül abdesti alması da müstehaptır.

GUSÜL ABDESTİNİN FARZLARI

Hanefî mezhebine göre gusül abdestinin farzları iki tanedir:

  • Ağzı ve burnu yıkamak; Ağzı, temiz bir suyla yıkamaya “mazmaza”, buruna su çekerek yıkamaya da “istinşak” Hanefî ve Hanbelî mezheplerine göre ağız ve burun vücudun dış organları olduklarından dolayı buraları yıkamak guslün şartlarındandır. Diğer mezhepler, ağız ve burnu vücudun iç organlarından kabul ettiklerinden dolayı, gusül alırken ağza ve burna su vererek yıkamayı şart olarak görmemişlerdir.
  • Bütün vücudu su ile yıkamak; Bütün vücudu kuru yer kalmayacak şekilde yıkamak da guslün farzlarındandır. Kadınların ve saçları uzun olan erkeklerin saçlarının tamamını değil, saçlarının altını, yani derilerini yıkamaları yeterlidir.

Diğer mezhepler şu hususları da guslün farzları arasında görmektedirler. Hanefîler haricindeki tüm mezhepler “niyeti” de farzlar arasında saymaktadırlar. Mâlikî mezhebi bunlara ilave olarak; “bedeni ovmak ve uzuvları peş peşe yıkamayı” da ayrıca guslün farzları arasında görmektedir.

GUSLÜN SÜNNETLERİ

Gusül abdestinin farzları dışında bir de sünnetleri söz konusudur. Tüm ibâdeterimizi Efendimizin yaptığı şekilde yapmamız gerektiği gibi gusül abdestini de Efendimizin uyguladığı şekilde yapmamız gerekmektedir. Bunun için gusül abdesti almak isteyen bir Müslüman, şu hususlara da riayet etmelidir:

  • Gusle, besmele ve niyet ile başlamalı,
  • Öncelikle elleri ve avret yerlerini yıkamalı,
  • Namaz abdesti gibi abdest almalı,
  • Ne çok fazla, ne de çok az su kullanmalı,
  • Gusül abdesti, başkalarının göremeyeceği yerde yapılmalı,
  • Guslederken, mecbur kalınmadığı sürece konuşmamalı,
  • Gusülden sonra, havlu gibi bir bezle kurulanmalı,
  • Gusül bitince, giysiler hemen giyinmelidir.

Cünüp, Hayızlı veya Loğusa Olan Kimselere Caiz Olmayan Şeyler

  • Namaz kılmak: “Cünüp iseniz temizleninceye kadar namaza yaklaşmayın” (Bakara, 222)
  • Oruç tutmak: Hayızlı ve loğusa olan kadınlar oruçlarını temizlendikleri zamana kadar tehir ederler. Fakat cünüp olan kimseler, eğer oruçlu oldukları halde cinsel ilişki veya kendi kasıtlarıyla cünüp olurlarsa, oruçları bozulur ve kazasını tutmakla yükümlü olurlar. Cinsel ilişki sebebiyle orucunu bozarsa ayrıca kefâret de ödemesi gerekli olur. Lakin uyuduğu için rüyada cünüp olan kimsenin orucu bozulmaz, uyanınca gusül alarak orucuna devam etmesi gerekir.
  • Kâbe’yi nafile bile olsa tavaf etmek,
  • Mushaf’a dokunmak,
  • Kur’an-ı Kerim’i okumak: “Hz. Ali’den rivayet edildiğine göre o şöyle demiştir; “Rasûlüllah (s.a.s.) abdest bozduktan sonra çıkar, bizimle ekmek ve et yer, Kur’an okurdu. Onu, cünüplük dışında hiçbir şey Kur’an’dan ayıramazdı.” (İbn Mâce, Tahâre, 105)
  • Keyfi olarak mescitlerde bulunmak.

Bir kimse, gusül abdesti almayı gerektirecek bir durumla karşı karşıya kalırsa, yukarıda gündeme getirdiğimiz hususları yapabilmek için gusül abdesti alması kendisine gerekli olur.

TEYEMMÜM

Teyemmüm: Su bulunmadığı veya bulunsa bile kullanma imkânının olmadığı durumlarda, abdest ya da gusül niyetiyle toprak veya toprak türünden olan bir maddeye elleri sürerek, yüzü ve iki kolu meshetmekten ibaret hükmî bir temizliktir.

Teyemmümle ilgili olarak Rabbimiz şu şekilde buyurur; “Ey iman edenler! Namaz kılmaya kalkacağınız zaman yüzlerinizi, dirseklere kadar ellerinizi yıkayın; başlarınızı meshedin, ayaklarınızı da topuk kemiklerine kadar (yıkayın). Eğer cünüp olursanız temizlenin. Şayet hasta veya yolculuk halinde veya içinizden biri ayakyolundan gelirse yahut kadınlarla cinsel ilişkide bulunursa, bu hallerde su bulamadığınız takdirde temiz bir toprağa yönelin (teyemmüm edin), yüzünüzü ve ellerinizi onunla meshedin. Allah size herhangi bir güçlük çıkarmak istemez, fakat O sizi tertemiz kılmak ve üzerinizdeki nimetini tamamlamak ister ki şükredesiniz.” (Mâide, 6)

Teyemmümün Farzları

  • Niyet etmek,
  • Yüzü ve kolları, temiz toprakla mesh etmek.

Teyemmümün Sebepleri

  • Abdest veya gusül yapmak için yeteri kadar suyun bulunmaması,
  • Suyu kullanmaya gücün yetmemesi,
  • Hastalanma veya hastalığın iyileşmesinin gecikmesi korkusu,
  • Suyun –özellikle de kışın- soğuk olması gibi durumlarda teyemmüm alınması caiz olur.

Teyemmümün Yapılış Şekli

Öncelikle niyet edilir, iki el parmaklar açık olduğu halde temiz bir toprağa sürülür, ellerdeki fazla toprak silkelenir ve yüz mesh edilir, sonra yine eller toprağa sürülür ve önce sol elle sağ kol, sonra da sağ elle sol kol mesh edilir. Ayrıca bunlar yapılırken ara da verilmez. Yine teyemmüm, namaz vakti girdiğinde alınmalıdır.

Teyemmüm Yapabilmenin Şartları

  • Niyet: Niyet edilmeden yapılan teyemmüm geçerli değildir.
  • Teyemmümü mübah kılan bir özrün olması: (Daha önce teyemmümün sebeplerinde sayıldığı gibi.)
  • Teyemmümün toprak cinsinden olan bir şeyle yapılması,
  • Teyemmüm yapılması gereken uzuvların, tümüyle mesh edilmesi,
  • Ellerin iki defa toprağa vurularak ilkinde yüzü, sonrakinde de kolların mesh edilmesi,
  • Adet ve Loğusa hallerinin sona ermesi. Bu şartlar tahakkuk ettiğinde teyemmüm yapılabilir.

Teyemmümü Bozan Şeyler

  • Abdest ve guslü bozan her şey teyemmümü de bozar.
  • Teyemmüm yapmayı gerekli kılan özrün ortadan kalkması,
  • Su görmek veya suyu kullanma gücünün oluşması,
  • Hanbelî mezhebine göre namaz vaktinin çıkması; Hanbelî mezhebine göre, alınan teyemmümle ancak bir vakit namaz kılınabilir. Vakit çıkınca teyemmüm de bozulmuş olur ve yeni giren vakit için yeniden teyemmüm alınması gerekir.

 

 

KADINLARA MAHSUS HALLER (ÂDET GÖRME VE LOĞUSALIK)

Âdet ve loğusalık kanı görmek, kadınların fizyolojik yapılarıyla ilgili bir durumdur. Sağlıklı kadınların, âdet ve loğusalık kanı görmeleri yaratılışlarından kaynaklanan fıtri özelliklerindendir. Çocuk sahibi olabilmeleri için adet kanı görmeleri gerekmektedir.

 

Kadınların hayız/âdet kanı görmeleri, Kur’an’da şu şekilde gündeme getirilir; “Sana kadınların aybaşı hallerini soruyorlar. De ki: O bir rahatsızlıktır. Bu sebeple âdet günlerinde kadınlardan ayrı durun, temizlenmedikçe onlarla cinsel ilişkide bulunmayın. İyice temizlendiklerinde onlara Allah’ın emrettiği şekilde yaklaşın. Allah çok tövbe edenleri sever ve içi dışı temiz olanları sever.” (Bakara, 222)

ÂDET GÖRME

Tanımı: Ergenlik çağına ulaşmış sağlıklı bir kadının cinsel organından belirli bir miktarda gelen kanı ifade etmektedir. Bu duruma “âdet kanı”, “aybaşı hâli” gibi isimler de verilir.

Âdet Görmenin Süreleri

Ergenlik çağına ulaşmasıyla çocuk, çocukluktan çıkarak ergenlik evresine ulaşmış demektir. Ergenlik çağının alt sınırı erkeklerde 12, kızlarda ise 9’dur. Âlimlerin çoğunluğunun görüşüne göre ergenlik çağına girme yaşının üst sınırı kız ve erkekler için 15 yaşıdır. Yalnız Ebû Hanife, kızlarda 17, erkeklerde ise 18 yaşını ergenlik için üst sınır görmüştür.

Hanefî mezhebine göre âdet görme süresinin en kısası üç gün, en fazla süresi ise on gündür. Üç günden daha kısa bir zaman kan gören bir kadının gördüğü kan âdet kanı değildir. Yine on günden daha fazla kan gören bir kadının, on günden sonra gördüğü kan âdet kanı değil, özür kanıdır. Bu durumda olan bir kadın, on gün geçtikten sonra temizlenerek ibâdetlerini yapmakla mükelleftir.

Şafiî mezhebine göre âdet görmenin en kısa süresi bir gün, en uzun süresi ise 15 gündür. Mâlikîlerde ise; en azı için bir süre belirlenmezken, en uzun süre için 15 gün şartını koymuşlardır.

Bir kadının, eğer on günden önce âdet kanı tamamen kesilirse, o zamandan itibaren gusül abdesti alarak ibâdetlerini yapmaya başlar, on günün dolmasını beklemez.

LOĞUSALIK (NİFAS)

Loğusalık ise, bir kadının doğum yaptıktan sonra gördüğü kanamadır.

Loğusalığın en kısa süresi için herhangi bir süre söz konusu değildir. Hanefî mezhebine göre loğusalığın en uzun süresi kırk gündür. Doğum yapmış bir kadın, eğer kırk gün dolduğu halde hâlâ doğum kanı görmeye devam ediyorsa, o kadının gördüğü kan, loğusalık kanı değil, özür kanıdır.

Şafiî ve Malikî mezheplerine göre ise, loğusalığın en uzun zamanı altmış gündür.

Hamile bir kadının düşük yapması durumunda ise, görülen kan daha kısa süre olur. Bu durumda kadın gördüğü kan tamamen kesilince gusül abdesti alarak ibâdetlerini yapmaya başlar.

HAYIZ VE LOĞUSALIĞIN HÜKÜMLERİ

Hayız ve loğusa olan kadınların dikkat etmeleri gereken bir takım hükümler vardır. Şimdi Kur’an’dan ve Efendimizin sünnetinden öğrendiğimiz bu hükümleri gündeme getirmeye çalışalım:

  • Gördükleri kan kesilince gusül abdesti almaları gerekir.
  • Kız çocuğu âdet görmeye başladığı zaman artık ergen sayılır.
  • Kadınlar âdet ve loğusalık durumlarında namazlarını kılmazlar. Kılmadıkları bu namazları daha sonra kaza etmek zorunda da değillerdir.
  • Farz olan oruçlarını, daha sonra kaza etmek üzere tutmazlar.
  • Kâbe’yi tavaf yapamazlar.
  • Âlimlerin çoğunluğuna göre, Kur’an’a dokunamazlar. Fakat ezberlerinde olan Kur’an’ı okuyabilirler. Bu konuda Kur’an’da yasaklayıcı bir delil olmadığından âlimlerin bu görüşü, bazı rivayetlere dayansa da içtihadi bir görüştür.
  • Yine, âlimlerin çoğunluğunun görüşüne göre âdetli veya loğusalı kadınlar mescide de giremezler. Âdetli ve loğusalı kadınların mescide gitmemeleri gerektiğine dair rivayetler olduğu gibi gidebileceklerine dair de rivayetler vardır. Dolayısıyla âlimlerin “mescide gidemezler” görüşü ictihadidir.
  • Cinsel temasta bulunmamak: Hayız ve loğusalı kadınlarla cinsel ilişki Kur’an tarafından yasaklanmıştır. ““Sana kadınların aybaşı hallerini soruyorlar. De ki: O bir rahatsızlıktır. Bu sebeple âdet günlerinde kadınlardan ayrı durun, temizlenmedikçe onlarla cinsel ilişkide bulunmayın.” (Bakara, 222)
  • Âdetli ve loğusa olan bir kadını boşamak da caiz değildir. Kur’an ve sünnetin öngördüğü boşama ancak kadınların temizlik zamanlarında yapılır. Âdetli ve loğusalı oldukları zamanda boşama geçerli olmaz. İleride tâlak konusunu işlerken bu konulara temas edeceğiz.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

NAMAZ İLMİHÂLİ

 

NAMAZIN ÖNEMİ

“Namaz” kelimesi dilimize, Farsça’dan girmiş bir kelimedir. Namaz kelimesinin Arapçadaki karşılığı “salat” kelimesidir. Salat kelimesi; dua etmek, övmek, tâzim etmek, hayır duada bulunmak gibi manalara gelir.

İslâm’da, ibâdetlerin en önemlisi namazdır. Namaz, adeta İslâmla özdeşleşmiş bir ibâdettir. Bundan dolayıdır ki Kur’an’da mü’minler tanımlanırken, ilk sırada hep namaza vurgu yapılmaktadır; “Onlar ki gayba iman eder, namazı kılarlar…” (Bakara, 3); “Namazlarını titizlikle eda ederler.” (Mü’minun, 9) Yine namazın insanı kötülüklerden alıkoyduğu ifade edilmektedir; “Kitaptan sana vahyedilenleri oku, namazı özenle kıl. Kuşkusuz namaz hayâsızlıktan ve kötülükten meneder.” (Ankebût, 45) Yine namazı terk edenlerin cehennem azabına müstehak olacakları ifade edilmektedir; “Sizi Sekar’a (cehenneme) ne soktu? Onlar şöyle cevap verirler: Biz namaz kılanlardan değildik” (Müddessir, 42-43)  Yine, bir kişinin Müslüman olabilmesi için tevbe etmesinin yeterli olmayacağı, namazı da kılması gerektiği şu şekilde ifade edilmektedir; “Eğer tevbe eder, namaz kılar ve zekât verirlerse, artık onlar dinde kardeşlerinizdir. Biz, bilen bir kavme âyetlerimizi böyle açıklıyoruz.” (Tevbe, 11)  Dolayısıyla Kur’an’a baktığımızda, bir Müslümanın imandan sonra ilk yapmak zorunda olduğu görevinin namaz olduğunu görüyoruz.

Sünnete müracaat ettiğimizde de görüyoruz ki Efendimiz; İslâm’ın rükûnları arasında ilk sırada namazı saymış;[1] dinin halkalarının teker teker çözüleceğini, son çözülen halkanın da namaz olduğunu ifade etmiş;[2] namazı terk edenin Allah ile arasında hiçbir bağının kalmadığını söylemiş;[3] mü’min ile kâfirin arasındaki alametifarikanın namaz olduğunu ifade etmiş;[4] kıyamet gününde kulun ilk sorguya çekileceği amelinin namaz olacağını zikretmiş;[5] ayrıca kendisi farz namazların yanında çokça nafile namazlar da kılarak, namazın önemine ve Allah katındaki yerine işaret etmiştir.

 İbadetler bedeni, mâli ve hem bedeni hem de mâli olarak üzere üçe ayrılırlar. Bedeni ibâdetlerin en önemlisi hiç kuşkusuz ki namazdır. Ayrıca dinin belirlemiş olduğu ibâdetler, taabbudidir. Yani Allah’ın belirlediği ve peygamberin uyguladığı şekilde yapılırlar. Bunlar üzerinde herhangi bir değişiklik yapma yetkisi hiç kimsede yoktur. İbâdetlerde içtihada yer yoktur. Efendimiz bu gerçeği şu sözüyle ortaya koymuştur; “Beni namaz kılarken gördüğünüz gibi namaz kılınız” (Buhârî, Ezân, 18)

NAMAZIN DAYANDIĞI DELİLLER

Namazın farz oluşu kitap, sünnet ve ümmetin icmâı delillerine dayanır. Konuyla ilgili Kur’an’da çok sayıda âyet vardır.  Yukarıda namaz ibâdetinin ne kadar önemli olduğuna dair bazı âyet mealleri paylaştık. Ayrıca namazla ilgili âyetlerin birinde de şu şekilde buyurulur; “Şüphesiz ki namaz, mü’minlere vakitleri belirli olarak farz kılınmıştır.” (Nisâ, 103) Bu âyetin muhtevası bize göstermektedir ki namazın kılınması farz olduğu gibi, namazları vakitlerinde kılmak da farzdır.

Sünnette de namazla ilgili çok sayıda Efendimizin uygulaması ve namazın önemine dair hadis rivayeti söz konusudur. Konuyla ilgili hadislerden bir kısmını yukarıda özetledik.

Namazın farz olduğuna dair ümmet arasında herhangi bir ihtilaf da söz konusu değildir. Efendimizden günümüze kadar, tarihin hiçbir döneminde ümmet arasında beş vakit namazın farz olmadığına dair herhangi bir ihtilaf olmamıştır.

NAMAZI TERK ETMENİN HÜKMÜ

Kur’an’da, namaz kılmayanlar cehennemle tehdit edilmektedirler; “Suçlulara sorulur; “Sizi sekara (Cehennemde bir yer) sürükleyen şey nedir? Şöyle cevap verirler; ‘Biz namaz kılanlardan değildik’…” (Müddessir, 40-41) Ayrıca başka bir âyette de şu şekilde buyurulur; “Allah'a yönelmiş kimseler olarak yüzünüzü hak dine çevirin, O'na karşı gelmekten sakının, namazı dosdoğru kılın ve müşriklerden olmayın.” (Rûm, 31) Kur’an’da namazı terk edenlerle ilgili bu ve benzeri tehditler dışında dünyevi bir ceza yoktur.

Hz. Peygamber’in yaşadığı dönemde Müslüman olduğunu söyleyenler içinde namazı terk eden bir kimse olmadığından, namazı terk edenlere karşı Efendimizin herhangi bir ceza verdiği söz konusu olmamıştır. Bundan dolayı mezheplerin konuyla ilgili görüşleri yoruma dayanmaktadır.

Hanefî mezhebine göre: Eğer bir kimse, tembellikten dolayı namazı terk ediyorsa, bu kimse, namazın Allah’ın emri olduğunu inkâr etmediği için kâfir olmaz, fakat topluma kötü örnek olmaması için de hapsedilmesi ve tekrar namaza başlayıncaya kadar da ara ara sopa cezası uygulanması gerekli görülmüştür.

Şâfiî ve Mâlikî mezhebine göre: Namazı terk eden kimse kâfir olmaz, fakat namazı terk etmenin cezası olarak idam edilir.

Hanbelî mezhebine göre ise: Namazı terk eden kimse, namazı terk etmekle kâfir olmuştur. İrtidat ederek kâfir olanın da cezası mezhebe göre ancak ölüm olduğundan, idam edilmesi gerekir.

Şunu tekrardan ifade edelim ki mezheplerin verdiği bu hükümler ictihadidir. Dinin asıl kaynakları olan Kur’an ve sünnetteki açık bir nassa dayanmamaktadır. Bundan dolayı bu fetvaları din diye kabul etmek nice problemleri beraberinde getirir. Dinin had cezası koyduğu hükümlere baktığımızda daha çok insanlar arasındaki hukuku

ilgilendiren, toplumsal hürriyetlere zarar veren hususlara yönelik olduğunu görmekteyiz. Bunun haricinde, özellikle de kul ile Allah arasındaki sorumluluklara ise uhrevi cezaların söz konusu edildiğini görmekteyiz. Hele günümüz gibi cahiliye toplumlarında namaz gibi ibâdetlerini yapmayanlara yukarıda belirtilen cezalar verilirse insanların dinden daha fazla nefret etmelerine sebebiyet verilmiş olur. Zaten, imanın gereği olarak namaz kılmayan, fakat karşı karşıya kalınacak cezadan korkularak kılınan namazın kişiye hiçbir faydası yoktur. Aksine zararı vardır. Karşı karşıya kalacağı cezadan dolayı namaz kıldığı için kendisine o cezayı veren İslâm’a kin besleyecektir. Yani, münafık bir karakter oluşmasına sebebiyet verilmiş olunacaktır.

Bu söylediklerimizden, namaz kılmayan kimselerin hakiki Müslüman olduklarına hükmettiğimiz anlamı çıkarılmamalıdır. Biz, namazı sürekli terk eden kimseleri tekfir etmesek de bunların hakiki mü’minler olduğunu da söylemiyoruz. Kur’an’ın anlattığı dinde, namaz olmazsa olmazdır ve namaz kılmayan kimsenin Müslümanlığından bahsedilmez. İslâm’ın alametifarikası olan namazın olmadığı bir inancın adı İslâm olamaz. Ne yazıktır ki günümüzde namaz kılmadığı halde, hatta şirk koştuğu halde bu kimselerin Müslüman olabilecekleri söz konusu edilmektedir. İnsanlar da namazı terk ettikleri halde, Müslüman kalabileceklerine inanmaktadırlar. Bu inancın Allah’ın dini olan İslâm inancıyla yakından uzaktan bir alakası yoktur. Ne Kur’an’da, ne de Efendimizin sünnetinde anlatılan İslâm’da böyle bir inanç görmemekteyiz.

Bununla birlikte namazın farziyetini inkâr eden, namazı hafife alan veya önemsemeyen kimselerin kâfir olduklarında şüphe yoktur. Namaz için böyle olduğu gibi dinin diğer emir ve yasakları için de aynı hüküm söz konusudur. Fakat farziyetini kabul ettiği halde, sürekli değil de ara ara terk eden kimseleri, konuyla ilgili sağlam bir delil olmadığından tekfir etmekten sakınmak gerekir diye düşünüyoruz.

NAMAZIN VAKİTLERİ

Namazın temel şartlarından bir tanesi de vakittir. Namazlar, dinin belirlediği vakitlerde kılınırsa ancak Allah tarafından kabul edilirler. Bu konu Kitab-ı Kerimimizde şu şekilde ifade edilir; “Şüphesiz ki namaz, mü’minlere vakitleri belirli olarak farz kılınmıştır” (Nisâ, 103)

Namazların vakitleri Kur’an’da tümüyle belirtilmemiş, bazı bilgiler verilmişse de Kur’an’ı pratize eden Efendimizin sünnetine bırakılmıştır. Konuyla ilgili bir âyette Rabbimiz şöyle buyurur; “Gündüzün güneşin gün ortasını aşmasından gecenin karanlığına kadar namazı kıl; bir de sabah namazını; çünkü sabah namazı şahitlidir.” (İsrâ, 78) Bazı namazlar için bu ve benzeri âyetlerde vakitlerden bahsedilse de vakitlerin ne zaman başladığını ve bittiğini biz Efendimizin sünnetinden öğreniyoruz.

Namazların vakitlerini bildiren Efendimiz’den nakledilen bir hadis rivayetinde şu şekilde buyurulur; “İbn-i Abbâs (r.a.) anlatıyor: "Resülullah (s.a.s.) buyurdular ki: "Cibril (a.s.) bana, Beytullah'ın yanında, iki kere imamlık yaptı. Bunlardan birincide öğleyi, gölge ayakkabı bağı kadarken kıldı. Sonra, ikindiyi her şey gölgesi kadarken kıldı. Sonra akşamı güneş battığı ve oruçlunun orucunu açtığı zaman kıldı. Sonra yatsıyı, ufuktaki aydınlık (şafak) kaybolunca kıldı. Sonra sabahı şafak sökünce ve oruçluya yemek haram olunca kıldı.

 

İkinci sefer öğleyi, dünkü ikindinin vaktinde her şeyin gölgesi kendisi kadar olunca kıldı. Sonra ikindiyi, her şeyin gölgesi kendisinin iki misli olunca kıldı. Sonra akşamı, önceki vaktinde kıldı. Sonra yatsıyı, gecenin üçte biri gidince kıldı. Sonra sabahı, yeryüzü ağarınca kıldı.

 

Sonra Cibrîl (a.s.) bana yönelip: "Ey Muhammed! Bunlar senden önceki peygamberlerin (a.s.) vaktidir. Namaz vakti de bu iki vakit arasında kalan zamandır!" dedi. " (Tirmizî, Salât 1, )

Her ne kadar teknolojik gelişmelerin bir neticesi olarak fıkıh kitaplarında tespit edilen namaz vakitlerinin ne zaman başlayıp ne zaman biteceği konuları takvim, imsakiye, internet ve mobil uygulamalar gibi hususlarla tespit edilebildiği için artık çok da bir önem arz etmiyor olsa da, bilmenin faydaları olacağı kanaatindeyiz. En azından bilinmeli ki namaz vakitleri, aşağıdaki hususlar esas alınarak tespit edilmektedir.

Sabah Namazının Vakti:

Fecr-i sadık dediğimiz; doğu ufkunda ışığın yatay bir şekilde belirmesiyle başlar, güneş doğunca sona erer. Hanefî mezhebine göre sabah namazının en faziletli vakti, güneşin doğmasına en yakın olan vakittir. Şafiî mezhebine göre ise, ilk vaktidir. Bu konudaki ihtilafın sebebi Efendimizin her iki vakitte de namazı kıldığına dair vârid olan hadis rivayetleridir.

Öğlen Namazının Vakti:

Güneşin tam tepe noktadan batıya doğru kaymasıyla başlar, İmam Ebû Hanife’ye göre her şeyin gölgesinin iki misli oluncaya kadar devam eder. Diğer mezheplere göre ise, öğlen namazının vakti her şeyin gölgesinin bir misli olunca sona erer. Hanefî mezhebinde her şeyin gölgesinin iki misli olunca öğlenin vaktinin sona ereceği görüşü, sadece İmam Ebû Hanife’nin görüşüdür. Âlimlerin çoğunluğu ise her şeyin gölgesinin bir misli olduğunda öğlenin vaktinin biteceği görüşündedirler. Dolayısıyla öğlen namazını her şeyin gölgesinin bir misli oluncaya kadar kılmak, daha geç vakte bırakmamak ihtiyatlı olmak için daha iyidir. Ayrıca, Cuma namazının vakti de öğlen namazının vaktiyle aynıdır.

İkindi Namazının Vakti:

Öğle namazının vakti çıkınca başlar; yani Hanefî mezhebine göre her şeyin gölgesinin iki misli olunca, âlimlerin çoğunluğuna göre ise her şeyin gölgesinin bir misli olunca başlar, güneş batı ufkunda tamamen kaybolunca sona erer. İhtiyatlı olmak için ikindi namazını her şeyin gölgesinin iki misli olduktan sonra kılmak daha doğrudur. Havaların sıcak olduğu zamanlar da geciktirilerek serin bir vakitte kılınmasında bir sakınca yoktur.

Akşam Namazının Vakti:

Güneş batı ufkunda tamamen kaybolunca başlar, batı ufkundaki kızıllık/şafak sona erince biter. İmam Ebû Hanife’ye göre ise; güneş battıktan sonra batı ufkunda meydana gelen kızıllıktan sonra oluşan beyazlıkta tamamen kaybolunca akşam namazının vakti sona ermiş olur. Akşam namazını ilk vakitte kılmak daha faziletlidir.

Yatsı Namazının Vakti.

Yatsı namazının vakti de batı ufkundaki kızıllığın, Ebû Hanife’ye göre kızıllıktan sonra oluşan beyazlığın da tamamen bitmesiyle başlar, fec-i sadık’a kadar devam eder. Lakin yatsı namazını gecenin ilk 1/3 de kılmak daha faziletlidir. Efendimizin yatsı namazını geciktirerek kıldığı olmuştur, fakat gece yarısından sonraya bıraktığı söz konusu olmamıştır.

Vitir Namazının Vakit:

Vitir namazının vakti; Efendimizin de uygulamasıyla gecenin son üçte birlik bölümüdür. Yani gecenin sabaha en yakın olan vaktidir. Efendimiz vitir namazını, her gece edâ ettiği gece namazının akabinde kıldığı sabittir. Fakat gece kalkarak vitir namazını kılamayacak olanların, yatsı namazından sonra uyuyacakları zamana kadar kılmaları da caizdir. Bu durumda olanların, yatsı namazından hemen sonra değil, yatmadan hemen önce kılmaları daha faziletlidir.

Teravih Namazının Vakti:

Teravih namazı, Ramazan ayında kılınan nafile bir namazdır. Yatsı namazından sonra, vitir namazından ise önce kılınır.

Bayram Namazının Vakti:

Bayram namazlarının vakti, güneş doğu ufkundan doğup bir mızrak boyu yükselince başlar, öğlen namazının vaktinin girmesine kadar devam eder. Bayram namazını ilk vakitte kılmak daha faziletlidir.

Vakit namazları, yukarıda belirtilen vakitler içerisinde kılındığında vaktinde eda edilmiş olurlar. Fakat belirlenen vakitler içerisinde kılınmazsa kazaya kalmış olurlar. Namazların mazeretsiz bir şekilde kazaya bırakılması, kişiyi günahkâr yapar. Namazların kazasıyla ilgili bilgiler, ileride gündeme getirilecektir.

NAMAZLARIN BİRLEŞTİRİLEREK KILINMASI (CEM’U’S-SALÂTEYN)

Öncelikle ifade etmek gerekir ki namazları vakitlerinde kılmak esastır. Çünkü vakit, namazlar için en temel farzlardan bir tanesidir. Bununla birlikte insanın günlük yaşamında karşılaşacağı bazı zorluklardan dolayı, bir namazı başka bir vakit namazla birlikte kılması durumları zarureten oluşmaktadır. İnsanlar için zorluğu değil, kolaylığı esas alan dinimiz, bu konuda da Müslümanlara bir kolaylık sunarak, iki vakit namazı bir vakitte kılmalarına ruhsat vermiştir. Şunu da ifade edelim ki iki vakit namazı bir vakitte birleştirerek kılmak ancak zaruret durumlarında söz konusu olmaktadır. İleride açıklayacağımız zaruret durumları oluşmadan namazları birleştirerek kılmak doğru değildir.

Efendimiz, haccını edâ ederken Arafat’ta ve Müzdelife’de vakfeye durduğu zaman namazları vakitlerinde değil de, ikindi namazını Arafat’ta öğle vaktinde, akşam namazını da Müzdelife’de yatsı vaktinde kılmıştır. Abdullah ibn Mes’ûd (r.a.)’dan şöyle dediği rivayet edilmiştir; “Ben Rasûlullah (s.a.s.)’in bir namazı kendi vaktinden başka bir vakitte kıldığını görmedim. Ancak iki namaz bunun dışındadır. Arafat’ta öğle ile ikindi, Muzdelife’de ise akşam ile yatsıyı birlikte kılmıştır.” (Buhârî, Hac, 99; Müslim, Hac, 288)

Hanefî mezhebi: Namazın farzlarından birisinin “vakit” olmasından dolayı, hac yapılırken Arafat ve Muzdelife dışında herhangi bir yerde veya oluşan sebeplerden dolayı namazların birleştirilmesinin caiz olmadığını söylemişlerdir.

Diğer mezhepler ise: Efendimizin uygulamalarıyla ilgili nakledilen bazı rivayetlere[6] de dayanarak hastalık, yağmur, yolculuk gibi sebeplerden dolayı da namazların birleştirilmesinin caiz olduğu görüşündedirler. Fakat, Câferî mezhebi dışında hiçbir mezhep namazların sebepsiz yere ve sürekli birleştirilerek kılınmasını caiz görmemektedir. Ancak Câferî mezhebi namazların sürekli olarak birleştirilerek kılınmasını caiz görmekte ve her zaman beş vakit namazı üç vakitte bileştirerek kılmaktadırlar.

Câferî mezhebinin bu fetvasının arka planındaki sebebinin şu iki şeyden birinden kaynaklandığını düşünüyoruz;

Birincisi: Emeviler ve Abbâsiler döneminde bu mezhebe bağlı olanlara yapılan siyasî baskılar sebebiyle oluşan zaruret durumu,

İkincisi: Ehl-i Sünnettin konuyla ilgili genel uygulamalarına muhalefet etmek istemeleri.

Eğer birincisi ise, şu an Câferî mezhebine karşı herhangi bir baskı olmamakta, hatta İran’da olduğu gibi devletin resmi mezhebi olduklarını biliyoruz. Dolayısıyla da artık baskılar olmadığı için namazları da vakitlerinde kılmalıdırlar. Yok, eğer Ehl-i Sünnete muhalefet için yapılıyorsa bu tür bir anlayışın İslâm nazarındaki meşruiyeti sorgulanmalıdır. Üçüncü bir ihtimal de Efendimizin hac dışında da namazları birleştirdiğine dair yukarıda serdettiğimiz haberlerden yola çıkarak birleştirmenin meşru olduğunu iddia edebilirler. Lakin Efendimizin birkaç defayı geçmeyen uygulamalarından hareketle, tüm zamanlarda namazları birleştirmenin caiz olduğu anlamı çıkmaz. Eğer caiz olsaydı kendisi de sürekli o şekilde yapar veya en azından yapılmasını tavsiye ederdi. Dolayısıyla Efendimiz, namazlarını sürekli diyebileceğimiz bir şekilde vakitlerinde kılmış, çok az diyebileceğimiz bir zaman da birleştirerek kılmıştır. Bize düşen şey de O’nun yaptığı şekilde yapmaktır.

İki namazın birleştirilmesi ancak öğle ile ikindi, akşam ile de yatsı namazları arasında olabilmektedir. Sabah ile öğlen namazları birleştirilemeyeceği gibi, ikindi ile akşam namazlarını birleştirerek kılmak da caiz değildir. Aynı şekilde yatsı namazıyla sabah namazı da birleştirilemez.

Namazları birleştirmek, iki şekilde olmaktadır. Ya cem’i takdim yapılarak, ya da cem’i tehir yapılarak kılınabilir.

Cem’i Takdim: Cem’i takdim, öne alarak namazları birleştirmek demektir. Yani ikindi veya yatsı namazlarını önceki vakte alarak, ikindi namazını öğle vaktinde öğleyle birlikte veya yatsı namazını öne alarak, akşam vaktinde akşam namazıyla birlikte kılmak demektir. Bu durumda önce vakit namazı kılınır, hemen arkasından da öne alınan namaz kılınır. Örneğin öğle ile ikindi namazı cem’i takdim yapılıyorsa, önce öğlen namazı kılınır, sonra da ikindi namazı kılınır.

Cem’i Tehir: Cem’i tehir, vakit namazının tehir/sonraya bırakılarak bir sonraki namazla birlikte kılınması demektir. Yani öğle ve akşam namazlarını geciktirerek ikindi veya yatsı vaktinde kılmaya cem’i tehir denir. Öğlen namazını ikindi vaktine tehir eden bir kimse, bu namazları kılarken önce öğlen namazını kılmalı, daha sonra da ikindi namazını kılmalıdır.

Namazların cem edilerek kılınması durumunda iki namaz arasına fasıla/ayrılık konulmamalıdır. Yani öğle ile ikindi namazını cem ederek kılan bir kimse, öğleni kıldıktan hemen sonra ikindiyi de kılmalı, iki namaz arasında başka bir şeyle meşgul olmamalıdır. Yine, namazlar cem edilerek kılınırken her vakit için ayrı ayrı kâmet getirilmelidir.

Namazları cem ederek birlikte kılmak, günümüz şartlarında bâzen kaçınılmaz olmaktadır. Örneğin yolculuk esnasında veya trafikte namazları kazaya bırakmak veya cem etmek durumuyla karşı karşıya kalan kimse, namazını cem etmeli kazaya bırakmamalıdır. Çünkü kazaya bırakmak günahtır, oysa böyle durumlarda cem etmek günah değildir. Bununla birlikte, bu gibi zaruret durumları olmadığı sürece sırf kolaylık olsun diye namazlar birleştirilmemelidir.

 

NAMAZ İÇİN MEKRUH VAKİTLER

Bazı vakitlerde namaz kılınması, dinimiz tarafından hoş görülmemiştir. Bu vakitlerde vaktin farzı hâlâ kılınmamışsa ancak o namazlar kılınabilir. Bunun sebebi ise namazı vaktinde kılmayarak başka vakte bırakmanın günahı, mekruh vakitte kılmanın yanlışlığından daha fazla olmasındandır.

Konuyla ilgili Ukbe İbn Âmir el-Cühenî (r.a.)’den rivayet edilen hadis rivayetinde şu şekilde buyurulur; “Üç vakit vardır ki, Rasûlüllah (s.a.s.) bize bu vakitlerde namaz kılmamızı ve ölülerimizi defnetmemizi yasakladı. Güneş doğduğu zaman yükselinceye kadar, güneş tam tepe noktasına geldiği zaman zevaline kadar, güneş batmaya meylettiği zaman.” (Müslim, Müsâfirîn, 293); Ebû Saîd el-Hudrî (r.a.)’ın rivayet ettiği hadiste şu şekilde buyurulur; “Sabah namazından sonra, güneş doğuncaya kadar namaz yoktur. İkindi namazından sonra, güneş batıncaya kadar namaz yoktur.” (Buhârî, Mevâkît, 38)

Namaz kılmanın mekruh olduğu vakitler şunlardır:

  • Güneş doğduktan sonra başlayan ve bir mızrak yükselinceye kadar devam eden zaman diliminde namaz kılmak mekruhtur. Güneş doğduktan sonra yaklaşık olarak 40-50 dakika içinde namaz kılmak mekruhtur.
  • Güneş tam tepe noktaya varmak üzereyken de namaz kılmak mekruhtur. Öğlen namazı vaktinin girmesine yaklaşık olarak 40-50 dakika kalan vakit içinde de namaz kılmak mekruhtur.
  • Güneş batmaya başladığı zaman. Güneş batmaya yaklaşık olarak 40-50 dakika kaldığı zaman ile güneş tamamen batıncaya kadar olan sürede de namaz kılmak mekruhtur.
  • Sabah namazının farzını kıldıktan sonra güneş doğuncaya kadar nafile namaz kılmak da mekruhtur. Ancak, sabah namazının farzına yetişmek için sünnetini kılamayan kimse, farzı kıldıktan sonra hâlâ vakit varsa sünnetini kılabilir.
  • İkindi namazının farzını kıldıktan sonra akşam namazının vaktinin girişine kadar da nafile namaz kılmak mekruhtur.

Nafile Namaz Kılmanın Mekruh Olduğu Vakitler

  • Sabah namazının vakti olan; Fecr-i Sadık ile güneş doğuncaya kadar olan vakitte sabah namazının sünneti dışında nafile namaz kılmak mekruhtur.
  • İkindi namazının farzını kıldıktan sonra akşam namazı girinceye kadar olan vakitte nafile namaz kılmak yine mekruhtur.
  • Akşam vakti girdikten sonra vaktin farzını kılmadan nafile namaz kılmak da mekruhtur.
  • Farz namaza durmak için kamet getirildiğinde de nafile namaz kılmak mekruhtur.
  • Cuma ve bayram günlerinde imam hutbe okurken nafile namaz kılmak yine mekruhtur.
  • Bayram namazından önce ve sonra nafile namaz kılmak da mekruhtur.
  • Cem edilen namazlar arasında nafile namaz kılmak yine mekruhtur.

Burada sıraladığımız hususlar bazı âlimlere göre mekruhken bazılarına göre ise değildir. Böyle bir ihtilafın olmasının sebebi ise konularla ilgili rivayet edilen hadislerin farklı lafızlara sahip olmalarıdır. Dolayısıyla her ne kadar bir takım rivayetlere dayanıyor olsa da bu konular içtihada açık konulardır. Bundan dolayı bu tür konular dinin asılları haline getirilmemeli, konuyla ilgili farklı düşünen kimseler ötekileştirilmemelidir. Yukarda, “nafile namaz kılmanın mekruh olduğu vakitler” başlığında sunduğumuz maddeler Hanefî mezhebenin kabul ettiği hususlardır. Yine, şunu da ifade edelim ki, buradaki mekruhtan kasıt “tâhrimen mekruh” değil, “tenzihen mekruh”tur.

EZAN VE KÂMET

Ezan; Allah’a Çağrı ve Kurtuluş İlânı

“Ezan da, bir İslâm şiarıdır (sembolü ve sloganıdır). “Ezan”, sözlükte, duyurmak, bildirmek, ilan etmek, çağrıda bulunmak anlamına gelen bir mastardır. Kavram olarak ezan; 5 vakit farz namazları ve Cuma namazının vaktinin geldiğini Müslümanlara duyurmak için okunan özel ifadelere denir. Ezan, Müslümanlara ait, sözleri hadislerle kesinleşmiş, okunması dinî bir emir olan namaz çağrısıdır. Ezan okuyana müezzin, ezan okunan yere de mi’zene denir. (Bu kelime daha sonraları Türkçe’de minare şeklinde söylenmeye başlanmıştır.)

Ezan, yalnızca namaz vaktinin, namaz için toplanma zamanının geldiğini ilan eden sözler değildir. Bu özel ibâdet, mü’minleri Allah’a itaat etmeye, şuura, uyanıklığa, takvâya ve İslâmî dirilişe dâvettir. Mü’minlerin gür bir sesle, yiğitçe Allah’ın adını yükseltmeleri, O’ndan başka ilâh, O’ndan başka Rab olmadığını, seslerinin ulaşabildiği her yere duyurmalarıdır. Ezan, Muhammed (s.a.s.)’in son peygamber ve tek önder olduğunu, mü’minlerin Kıyâmete kadar O’nun izinde olduklarını, O’nun hayatını örnek aldıklarını bildirmek ve ilân etmektir.

Ezan, baştanbaşa bir özgürlük bildirisidir. Müslümanların, Allah’tan başka hiç bir güç tanımadıklarını, O’ndan başka hiç kimsenin önünde eğilmelerinin sözkonusu olmadığını bütün dünyaya duyurmalarıdır, ültimatomlarıdır. Mü’minlerin İslâm’a bağlı olarak yaşama arzu ve isteklerini, ahid ve akitlerini, bu konudaki kararlılıklarını gösteren simgeleridir. Müslümanlar ezan şuuruyla; tevhidi, Allah’ın hâkimiyetini tebliğ ederken, insanları sadece Allah'a kulluk ve ibâdete çağırırken, kendi özgürlük hedeflerini de dile getirirler.

Ezan, yalnızca namaz için toplanma çağrısı değildir. O, bir tevhid duyurusu, bir iman yenileme dâveti, bir birlik (vahdet) ilânıdır. Müslümanları tek bir İlâh’a, tek bir öndere çağırmak sûretiyle onlara kurtuluşun (felâhın) yolunu göstermektir. Şehâdet ilkesine sarılan mü’minler, tek yumruk, tek yürek halinde ve tek gâye uğruna İslâm ümmeti binasını meydana getirirler.

Ezan, aynı zamanda bir tebliğdir. Mü’minleri Allah’a ibâdete dâvet ederken, gayri müslimleri Allah’a teslim olmaya çağrıdır. Namaz, Allah’a kulluğun simgesidir. Teslimiyetin, zikrin, boyun eğmenin, Allah’ı büyük tanımanın, duânın, niyazın, en Yüce Makamı tanımanın somutlaşmış halidir. Namaz; İslâm’a teslimiyetin, Müslüman olmanın göstergesidir. Ezan, bu teslimiyeti yeniden hatırlatır, bununla mü’minlere şuur ve canlılık verir.

Ezan, insanlara İslâm gerçeğini, ibâdetin yüceliğini, Allah yolunun doğruluğunu haber verir. Ezan, mü’min yürekleri sevindirir, onların esir, aşağı, müstaz’af, sürünen, sünepe olmadıklarını; aziz olduklarını/olmaları gerektiğini ilân eder ve onları Allah’a ibâdetle en güzel hürriyetin tadını tatmaya dâvet eder.” (Ahmed Kalkan)

Namazlar için Ezan okumak, ilk olarak Efendimizin Medine’ye Hicretinden sonra, birinci yılda uygulanmaya başlanmıştır. Namazın vakitlerini bildirmek için gündeme gelen toplantılar neticesinde, Abdullah İbn Zeyd’in gördüğü rüya ve akabinde Efendimize bildirmesi üzerine karara bağlanarak ilk defa okunduğu rivayet edilmektedir. Medine’de ilk ezanı Bilal (r.a.) okumuş ve süreç içerisinde ezan, adeta bir beldede Müslümanların varlığının alameti olmuştur.

Ezan, daha sonra İslâm’ın şiarlarından birisi haline gelmiştir. İslâmî bir toplumda, namaz vakitlerinin girdiğini bildirmek için ezan okumak, vacip kuvvetinde Peygamberimizin sürekli uyguladığı müekked bir sünnettir.

Kur’an-ı Kerim’de ezanın okunması gerektiğiyle ilgili bir emir söz konusu değildir. Fakat, ezana atıfla şöyle buyurulur; “Namaza çağrıldığınız zaman onu eğlence ve alaya alırlar. Bu, onların gerçekten aklını kullanmayan bir toplum olmalarındandır.” (Mâide,58) Bu âyetteki “namaza çağrıldığınız zaman” ifadesi ezana atıftır. Yine, şu âyet ezana işaret etmektedir; “Ey iman edenler! Cuma günü namaza çağrıldığınızda Allah’ın zikrine koşun…” (Cum’a, 9)

Ezan, aynı zamanda İslâm’ın genel hatlarıyla ilan edilmesidir de. Hayat üzerinde tek büyük gücün ve gerçek ilahın Allah olduğunun, Muhammed (s.a.s.)’in peygamberliğinin kabulünün ilanı ve kurtuluşun ancak namazda olduğunu haykırmanın bir ifadesidir.

Ezan okunurken, susup ezanı tekrar etmek, müezzinin; “حي على الصلاة Haydi namaza” ve “حي على الفلاح Haydi felâha” dediği zaman ise; “La havle velâ kuvvete illâ billâh” (Bütün güç ve kuvvet Allah’a aittir) sözünü söylemek; yine ezan bitince kelime-i şehadeti söylemek Efendimiz tarafından tavsiye edilmiştir.

Ayrıca, ezan bitince “ezan duası” diye meşhur olmuş şu duayı okumak da sünnettir.

Ezan duası şu şekildedir:

“اللَّهُمَّ رَبَّ هَذِهِ الدَّعْوَةِ التَّامَّةِ وَالصَّلَاةِ الْقَائِمَةِ آتِ مُحَمَّداً الْوَسِيلَةَ وَالْفَضِيلَةَ وَالدَّرَجَةَ الرَّافِعَةَ وَابْعَثْهُ مَقَاماً مَحْمُوداً الَّذِي وَعَدْتَهُ إَنَّكَ لَا تُخْلِفُ الْمِيعَادَ”

Anlamı:

"Ey şu eksiksiz davetin ve kılınacak namazın rabbi Allahım! Muhammed'e vesîleyi ve fazîleti ver. Onu, kendisine vaadettiğin makâm-ı mahmûda ulaştır, Muhakkak ki sen vaadinden dönmezsin"

Ezanın Sözleri

الله أكبر الله أكبر الله أكبر الله أكبر

أشهد أن لا إله إلا الله أشهد أن لا إله إلا الله

أشهد أن محمدا رسول الله أشهد أن محمدا رسول الله

حي على الصلاة حي على الصلاة

حي على الفلاح حي على الفلاح

(الصلاة خير من النوم الصلاة خير من النوم)

  الله أكبر الله أكبر لا إله إلا الله

Anlamı:

Allah en büyüktür, Allah en büyüktür! Allah en büyüktür, Allah en büyüktür!

Ben şahitlik ederim ki Allah’tan başka ilah yoktur! Ben şahitlik ederim ki Allah’tan başka ilah yoktur!

Ben şahitlik ederim ki Muhammed Allah’ın Resûlüdür! Ben şahitlik ederim ki Muhammed Allah’ın Resûlüdür!

Haydi namaza! Haydi namaza!

Haydi kurtuluşa! Haydi kurtuluşa!

Namaz uykudan daha hayırlıdır! Namaz uykudan daha hayırlıdır! (Sadece sabah namazlarında)

Allah en büyüktür, Allah en büyüktür! Allah’tan başka ilah yoktur!

Ezan Yasağı; Allahu Ekber’den Tanrı Uludur’a:

“Ezan, 1932 yılında devlet baskısı ve zorlamasıyla sadece Türkçe tercümesiyle okunmuştur. Türkiye'deki tüm ninâreler, tam 18 sene boyunca "Allahu Ekber!" sadâlarına hasret kalmıştır.

Arapça aslıyla okuma yasağı 16 Haziran 1950 tarihine kadar sürmüştür. Ezanın tekrar aslî lisanıyla okunmaya başlamasından ordu rahatsız olmuş, kışlalarda kıpırdanmalar başlamış; bu uygulamayı tekrar hayata geçirenler on sene sonra bu suçlarının (!) cezasını idam sehpalarında ödemişlerdi.[7] Bu uygulama, "laik" olduğu iddia edilen rejimin dine ne kadar müdâhale ettiğini göstermesi açısından hayli önemlidir. Ezanı Arapça aslıyla okumayı göze alan bazı müezzinlerin bu büyük suçu(!) işlediklerinden dolayı fecî zulümlerle cezalandırıldığını biliyoruz.” (Ahmed Kalkan)

Ezanı Türkçeye şu şekilde tercüme ettiler:

Tanrı uludur, Tanrı uludur; Tanrı uludur, Tanrı uludur!

Şüphesiz bilirim, bildiririm Tanrıdan başka yoktur tapacak. Şüphesiz bilirim, bildiririm Tanrıdan başka yoktur tapacak.

Şüphesiz bilirim, bildiririm Tanrının elçisidir Muhammed. Şüphesiz bilirim, bildiririm Tanrının elçisidir Muhammed!

Haydi namaza, Haydi namaza!

Haydi felahâ, haydi felahâ!

Tanrı uludur, Tanrı uludur; Tanrıdan başka yoktur tapacak.

Bu çeviride dikkatimizi çeken şey “felah” kelimesinin Türkçeye tercüme edilmemesidir. Allah ismini bile “tanrı” diye tercüme edenler, kurtuluş anlamına gelen “felah” kelimesini tercüme etmemişlerdir. Oysaki özel isimler tercüme edilmezler. Allah lafzı, Allah’ın özel ismidir. Fakat bu tercümede, ilah kelimesinin karşılığı olan “tanrı” kelimesini, Allah kelimesinin/isminin karşılığı olarak kullanmışlardır. Allah kelimesini insanlar anlamıyorlar diye insanların daha iyi bildiği “tanrı” kelimesine çevirdiklerini söylüyorlarsa, sormak lazım; Bu toplumda yaşayan insanlar acaba Allah kelimesini mi daha iyi bilmektedirler yoksa tanrı kelimesini mi? İslâmla hemhal olmuş bir toplum, Allah ismi celilesi zikredilirken ne manaya geldiğini, kimin kast edildiğini bilmeyecek, bu söz konusu olur mu? Bu tür bir iddiaya kargalar bile güler! Dolayısıyla bu tercümede,  Arapçaya duyulan kin ve nefretin etkili olduğunu görmekteyiz. Lakin bu anlayış(sızlığ)ın sahipleri, Türkçe olarak kullandıkları kelimelerin neredeyse yarısının Arapça olduğunu da anlamayacak kadar sefih bir toplulukturlar.

 

Kâmet

Her farz namaza başlarken kâmet okumak, yine Efendimizin sürekli yaptığı müekked bir sünnetidir. Kamet, Hanefî mezhebine göre ezanın aynısıdır. Sadece “Hayye ale’l-felâh” tan sonra; “Kad kâmeti’s-salâh” (namaz başladı) ifadesi iki defa söylenerek ziyade edilir. Şâfiî mezhebine göre de: Ezanda iki defa tekrarlanan ifadeler kâmette birer defa söylenir, sadece “Kad kâmeti’s-salâh” ibaresi iki defa söylenir.

Ezan ve Kâmet Okumanın Şartları

  • Vaktin girmiş olması: Ezan ancak kılınacak namazın vakti girdiğinde okunabilir.
  • Arapça okunmalıdır: Hem ezan hem de kâmet Arapça olarak okunmalı, başka bir dilde okunmamalıdır.
  • Ezan ve kâmet cemaatin duyacağı bir sesle okunmalıdır. Kişi yalnız başına namaz kılarken okuyacaksa, kendi duyabileceği bir sesle okumalıdır.
  • Ezan ve kâmetin sözleri, tertibe riayet edilerek ve peş peşe okunmalıdır.
  • Ezan veya kâmet ancak tek bir kişi tarafından okunmalıdır.
  • Ezan veya kâmet erkeklerin bulunduğu bir cemaate okunuyorsa, müezzin erkek, akıllı ve takva sahibi birisi olmalıdır.
  • Müezzinin sesi güzel olmalıdır.
  • Müezzin ezan okurken, ayakta durmalı ve sesini başkalarına duyurmak için, yüksek bir yere çıkmalı veya mikrofon gibi aletler kullanmalıdır.
  • Müezzin, ezanı okurken dura dura okumalı, kâmet getirirken ise ara vermeden okumalıdır.
  • Müezzin, ezan ve kâmet okunurken kıbleye dönmelidir.
  • Ezan ve kâmet okumak, farz olan vakit ve kaza namazları için gereklidir. Sünnet namazlar için okunmaz.
  • Birden fazla vakit veya kaza namazı kılınırken, her namaz için ayrı ayrı kâmet okunmalıdır.
  • Ezan ile kâmetin arasını biraz ayırmak gerekmektedir. Ezan okunduktan sonra insanların toplanması veya ezan duası gibi zikirlerin yapılması veya varsa nafile namazların kılınması için biraz bekleyip sonra kâmet getirilmelidir.
  • Kâmet ile namaz arasına, yemek-içmek veya yıkanmak gibi bir ara verilmemelidir.
  • Müezzin ecrini Allah’tan bekleyerek ezan ve kâmet okumalıdır. Fakat bu işleri yaptığı için başka bir işte çalışarak maişetini temin edemiyorsa, o zaman ücret almasında dinen bir mahzur yoktur.

NAMAZIN ÇEŞİTLERİ VE REKÂTLARI

Hüküm bakımından, namazların farz, vacip ve sünnet olmak üzere üç çeşidi söz konusudur. Ayrıca, bu namazların rekât sayıları da hepsinin aynı değil, birbirinden farklıdır.

Rekât, namazın bölümlerine verilen isimdir. Rekât; kıyam, kıraat, rükû ve secdeyi içerisinde bulunduran ve secdeyle birlikte sona eren namazın bir bölümüdür. Örnek verecek olursak; namaza başlayan bir kimse, tekbir aldıktan sonra sübhâneke duası, Fâtiha sûresi, Kur’an’dan bir bölüm 0kur, rükû ve akabinde secde yapınca birinci rekât bitmiş olur. Kıldığı namaz kaç rekâtsa, diğer rekâtlarda da bu şekilde yapmaya devam eder.

  • Farz Namazlar

Kur’an ve sahih sünnette yer alan, sâbit oluşu ve delâleti kesin olan bir emir, “farzı” ifade eder ve mutlaka yerine getirilmelidir. Yerine getirilmediği durumda, maddi ve manevi cezaları söz konusu olur.

Farzlar farz-ı ayn ve farz-ı kifâye olmak üzere ikiye ayrılırlar. Farz-ı ayn; Müslüman, akıllı ve ergen olan her bireyin yerine getirmek zorunda olduğu farzlara denir. Beş vakit namaz ve Cuma namazı bu nitelikte olan namazlardır.

Farz-ı kifâye ise; bazı Müslümanların yerine getirmesiyle diğerlerinden yükümlülüğün kalktığı farzlardır. Cenaze namazı da bu nitelikte bir farzdır.

Farz olan namazlar: Beş vakit namaz, Cuma namazı ve cenâze namazıdır.

Beş Vakit Namazın Rekât Sayıları

Sabah namazı iki, öğlen namazı dört, ikindi namazı dört, akşam namazı üç ve yatsı namazı da dört rekâttır.

Cuma namazı da cuma günü öğlen namazının yerine kılınan, farzı iki rekât olan bir namazdır.

Cenaze namazı ise bir Müslümanın vefat etmesi sonucunda, bu kimsenin cenazesinin başında ayakta dört tekbirle kılınan, rükû ve secdesi olmayan bir namazdır.

  • Vacip Namazlar

Allah ve Rasûlünün yükümlü Müslüman’dan yapmasını bağlayıcı bir şekilde istediği, fakat bu bağlayıcılığın zannî bir delille sabit olduğu hükme “vacip” denir. Ayrıca Kur’an ve sünnette yer almakla birlikte konuya delaletleri kat’i olmayan emirler de “vacip” hükmüne girerler. Hanefî mezhebine göre vitir ve bayram namazları bu nitelikte olan vacip namazlardır.

Vitir namazı üç rekât, bayram namazı da iki rekâttır. Diğer mezheplere göre bu namazlar vacip değil kuvvetli sünnet olan namazlardır.

  • Nâfile Namazlar

Farz ve vacip namazların dışında kalan namazların tümüne nâfile namazlar denir. Vakit namazların öncesinde ve sonrasında kılınan namazlar, kuşluk, evvâbin, teheccüd gibi namazlar bu nitelikte olan namazlardır.

Vakit namazlarına bağlı sünnet namazların rekât sayıları şu şekildedir; Sabah namazı; farzdan önce iki rekât, öğlen namazı; farzdan önce dört rekât, farzdan sonra iki rekât, ikindi namazı; farzdan önce dört rekât, akşam namazı; farzdan sonra iki rekât, yatsı namazı ise farzdan sonra iki rekât olmak üzere toplamda 16 rekâttır. Ayrıca Cuma namazının da farzdan önce iki veya dört, farzdan sonra da dört rekât olmak üzere sünneti vardır.

NAMAZIN FARZLARI

Namaz herkese ve her şartta, farz olan bir ibâdet değildir. Bir kimseye namazın farz olması için gereken bir takım şartlar söz konusudur. Şimdi bu şartların neler olduğuna bir bakalım:

  • Müslüman olmak: Namaz, Müslüman olan tüm kadın ve erkeğe farzdır. Kâfirler, Müslüman oluncaya kadar namaz kendilerine farz değildir. Kâfire namaz ve diğer ibâdetler değil, iman etmesi farzdır.
  • Ergenlik çağına ulaşmış olmak: Henüz ergenlik çağına ulaşmayan çocuklar namazla mükellef değillerdir. Fakat alışmaları için ergenlik çağına girmeden de namaz kılmaları istenir. Ayrıca ergenlik çağına girmeden kıldıkları namazların sevapları söz konusudur. Fakat kılmadıkları namazların cezası yoktur.
  • Akıllı olmak: Akıl özürlüsü olan, akıl hastalarına namaz farz değildir. Ayrıca aklını yitiren fakat sonra iyileşen kimseler, akıllarını yitirdikleri zaman zarfındaki kılamadıkları namazları tekrar kılmak zorunda değillerdir. Fakat aklı gideren, uyuşturucu ve içki içenler namazdan muaf değillerdir. Çünkü bu şekilde aklın giderilmesi, kişinin kendi iradesiyle yaptığı bir durumdur. Bu kimseler sarhoş oldukları zaman kılamadıkları namazlarını ayıldıktan sonra kaza olarak kılmazlarsa, iki suç işlemiş olurlar. Birincisi: Haram olan bir iş yaptıkları için suçludurlar, ikincisi: Namazı kılmadıklarından dolayı ayrıca suç işlemiş olurlar.
  • Âdetli ve loğusalı olmamak: Kadınlar, hemen her ay gördükleri âdet kanı zamanlarında ve doğum yapan kadınlar da loğusa kanı devam ettiği zamanlarda namaz kılmakla yükümlü değillerdir. Her ne kadar modernist bazı Kur’an yorumcuları, kadınların âdetli ve loğusa oldukları zamanlar da namaz kılabileceklerini, bu haldeki kadınlarla ancak cinsel ilişkinin yasak olduğunu söyleseler de biz, Efendimizden bize kadar gelen ve ümmetin üzerinde ittifak ettiği şekilde hareket etmeyi daha doğru görüyoruz. Kur’an’ın da ifadesiyle kadınların âdet kanı görmeleri bir “hastalık” hali olarak ifade edilmiştir. İşte bu hastalık halinden dolayı Rabbimiz kadınları namaz ve oruçtan muaf tutmuştur. Bunu, kadınları ikinci sınıf insan olarak gördüğünden veya namaz ve orucun sevabından mahrum etmek için değil, onlara olan merhametinden dolayı yapmıştır.

Namazın Şartları (Namazın, dışındaki farzları)

Bir kimsenin, namaza başlamadan önce yerine getirmesi gereken farzlara “namazın şartları” denir. Bir kimse bu şartları yerine getirmeden namaz kılamaz. Kılsa bile bu namazı geçerli olmaz.

Bu şartları gündeme getirmeden tekrar hatırlatalım ki, bir kimse Allah’a, Allah’ın istediği şekilde iman etmeyince hiçbir ibâdeti makbul olmayacağı gibi kılacağı namaz da makbul olmaz. Bunun için tüm ibâdetlerde olduğu gibi namaz ibâdetinde de hiç değişmeyen şartların başında, kişinin şirkten korunması ve Allah’a Allah’ın istediği şekilde iman etmesi gelmektedir. Bu şart yerine gelmeden kılınan namaz kişi için ancak kültür-fizik hareketleri olur. Şimdi namazın diğer şartlarını sıralamaya başlayabiliriz:

  • Hadesten Tahâret (Temizlenme)

Cünüplük, adet ve loğusalık hallerine “hades hali” denilir. Namaz kılmak isteyen bir kimse bu hallerinden temizlenmediği sürece namaz kılamaz. Bu halde kılınan namazlar Allah indinde makbul olmaz. Kadınlar âdet ve loğusalık hallerinde namazı kılamadıkları gibi, oruç gibi başka bazı ibâdetlerini de yapamazlar. Dolayısıyla namaz kılacak bir kimse, bu hallerden gusül abdesti alarak temizlenmiş olmalıdır.

  • Necâsetten Tahâret (Temizlenme)

Namaza başlamadan önce beden, elbise ve namaz kılınacak yerin, kan, idrar, dışkı gibi dînen pis kabul edilen şeylerden temizlenmesine “necasetten tahâret” denir. Beden, elbise ve namaz kılınacak yerde 4 gram kadar katı necaset, elin avuç içi kadar da sıvı necaset bulunursa bu miktardaki necâset namaza engel olur. Bu miktarın altında olup da kişinin temizleme imkânı da yoksa kılınan namaz geçerli olur. Değiştirme imkânının söz konusu olduğu durumda ise, çok az da olsa necâset varsa o elbiseyle namaz kılınmamalıdır.

  • Avret Yerlerini Örtmek

Avret, insan bedeninde, başkası tarafından görülmesi ayıp ya da günah sayılan yerlerdir. Avret yerleri, sadece namazda değil, namaz dışında da namahrem olan kimselere karşı kapalı olmak zorundadır.

Elbise, Allah’u Teâla’nın kullarına ikram ettiği önemli nimetlerden birisidir. “Ey Âdemoğulları! Size ayıp yerlerinizi örtecek giysi, süslenecek elbise yarattık. Takvâ elbisesi... İşte o daha hayırlıdır. Bunlar Allah'ın âyetlerindendir. Belki düşünüp öğüt alırlar (diye onları indirdi).”  (A’raf, 26) Elbise, insan bedenini soğuk ve sıcaktan koruduğu gibi, namus ve iffetini de muhafaza eder. İslâm; kadın erkek arasındaki münasebetleri bir yasaya bağladığından, insandaki karşı cinse duyulan şehveti de kontrol altında tutmak istemiştir. Bundan dolayı da insandaki şehevi arzuları galeyana getirecek olan avret yerlerinin kapatılmasını emretmiştir.

Bir erkeğin avret yerleri; diz kapakları dâhil, göbekle diz kapakları arasıdır. Burası en asgari olarak örtülmesi gereken yerlerdir.

Kadınlarda ise, bilek altı el, topuk altı ayaklar ve yüz hariç tüm vücuttur. Ayrıca kadının giydiği elbise, içini gösterecek kadar şeffaf ve vücut hatlarını belli edecek kadar da dar olmamalıdır.

Namaz kılarken, avret mahalli olarak kapatılması gereken yerler, bir rüknü yerine getirinceye kadar açık kalırsa namaz bozulur. Örnek olarak; bir kadın rükûya eğildiğinde başındaki başörtüsü düşerse ve rükûdan kalkıncaya kadar başı açık kalırsa namazı bozulur. Fakat düşen başörtüsünü hemen alarak başının örtülmesi gereken yerlerini örterse namazı bozulmaz.

  • Kıbleye Yönelmek

Namazın farzlarından bir tanesi de namaz kılarken kıbleye yönelmektir. Konuyla ilgili olarak Kur’an’da şu şekilde buyurulur; “…Artık yüzünü Mescid-i Harâm tarafına çevir; nerede olursanız olun yüzünüzü o yöne çevirin…” (Bakara, 144)

Müslümanlar, Medine döneminde yaklaşık olarak 16 ay kadar Mescid-i Aksâ’ya yönelerek namaz kıldılar. Daha sonra vahiy tarafından kıble, Mescid-i Aksâ’dan Mescid-i Haram’a çevrildi. Müslümanların, Kâbe’den önce neden Mescid-i Aksâ’ya yönelerek namaz kıldıklarını bilmiyoruz. Fakat bildiğimiz bir şey var ki Efendimiz bunu kendi kafasından yapmamıştır. Eğer kendi içtihadıyla yapmış olsaydı Kâbe’ye yönelmek için Allah’tan vahiy gelmesini beklemezdi. Oysa Efendimiz, Kur’an’ın da tanıklığıyla Kâbe’ye yönelmeyi çok arzu ettiği halde Allah’tan talimat gelmediği için bunu yapamıyordu. Kur’an bu durumu şu şekilde gündemimize getirmektedir; “Biz senin yüzünün göğe doğru çevrilmekte olduğunu (yücelerden haber beklediğini) görüyoruz. İşte şimdi, seni memnun olacağın bir kıbleye döndürüyoruz. Artık yüzünü Mescid-i Haram tarafına çevir. (Ey müslümanlar!) Siz de nerede olursanız olun, (namazda) yüzlerinizi o tarafa çevirin. Şüphe yok ki, ehl-i kitap, onun Rablerinden gelen gerçek olduğunu çok iyi bilirler. Allah onların yapmakta olduklarından habersiz değildir.” (Bakara, 144)

Namaz kılacak kişi, kıblenin neresi olduğunu bilmiyorsa, pusula gibi yön tayini yapabilecek cihazlara da sahip değilse, Kâbe’nin hangi yöne denk geldiğini de bilmiyorsa ve birilerine de sorma durumu yoksa tahminde bulunarak o yöne doğru namazını kılabilir.

Herhangi bir sebepten dolayı binek üzerinde namaz kılınıyorsa ve bineği durdurma imkânı da söz konusu değilse, kişi namaza duracağı zaman kıbleye yönelir, namaza durduktan sonra binek kıbleden farklı bir tarafa dönse de namaz bozulmaz. Bununla birlikte zaruret olmadığı sürece bu şekilde namazları kılmamak gerekir.

  • Vakit

Namazın, farz olan bir diğer şartı da vakittir. Vakit girmeden kılınan namaz, cem edilme durumları haricinde caiz değildir. Namazlar kendi vakitlerinden önce kılınırsa bu namazlar geçersiz olur. Yine, kendi vakitlerinden sonraki bir namazın vaktine bırakılırlarsa, o namaz da kazaya kalmış olur. Namazın kazaya bırakılması ise, ancak şiddetli savaş şartları, namazı yattığı yerden îma ile kılamayacak kadar şiddetli hastalık gibi durumlarda ancak söz konusu olmaktadır. Bunun gibi durumlar dışında, namazını kazaya bırakmak, kişiyi günahkâr yapar.

Kur’an-ı Kerim’de namazlara vurgu yapılsa da namaz vakitlerinin ne zaman başlayacağı ve son bulacağı açıklanmaz. Namaz vakitlerini biz Hz. Peygamberin sünnetinden öğreniyoruz. Efendimize de Cebrail (a.s.)’ın öğrettiği, Ebû Dâvud, Tirmizî ve Ahmed ibn Ahmed’in rivayet ettikleri hadis rivayetinde ifade edilmektedir. Söz konusu hadis rivayetini yukarıda gündeme getirdiğimiz için burada sadece vakitlerin başlama ve bitiş zamanlarını ifade edeceğiz.

 

 

Namaz Vakitleri Şu Şekildedir:

Sabah Namazının Vakti:

Fecr-i sadık dediğimiz; doğu ufkunda ışığın yatay bir şekilde belirmesiyle başlar, güneş doğunca sona erer.

Öğlen Namazının Vakti:

Güneşin tam tepe noktadan batıya doğru kaymasıyla başlar, her şeyin gölgesinin iki misli oluncaya kadar devam eder. Hanefî mezhebinin dışındaki mezheplere göre ise, öğlen namazının zamanı her şeyin gölgesinin bir misli olunca biter. Ayrıca Cuma namazının vakti de öğlen namazının vaktiyle aynıdır.

İkindi Namazının Vakti:

Her şeyin gölgesinin bir misli olmasıyla başlar, güneş batı ufkunda tamamen kaybolunca sona erer.

Akşam Namazının Vakti:

Güneş batı ufkunda tamamen kaybolunca başlar, batı ufkundaki kızıllık sona erince biter.

Yatsı Namazının Vakti.

Yatsı namazının vakti de batı ufkundaki kızıllığın tamamen bitmesiyle başlar, fecr-i sadıka kadar devam eder. Fakat gecenin ilk üçte birlik bölümünde kılmak daha doğrudur.

Vitir Namazının Vakti:

Vitir namazının vakti Efendimizin de uygulamasıyla gecenin son üçte birlik bölümüdür. Yani gecenin sabaha en yakın olduğu vakittir. Efendimizin, her gece edâ ettiği gece namazının akabinde vitir namazı kıldığı sabittir. Fakat gece kalkarak kılamayacak olanların vitir namazını yatsı namazından sonra uyuyacakları zamana kadar kılmaları da caizdir. Bu durumda olanların yatsı namazının akabinde kılabilecekleri gibi yatmadan hemen önce kılmaları daha faziletlidir.

 

 

Teravih Namazının Vakti:

Teravih namazı yatsı namazından sonra vitir namazından ise önce herhangi bir vakitte kılınabilir.

 

Bayram Namazının Vakti:

Bayram namazlarının vakti ise güneş doğu ufkundan doğup bir mızrak boyu yükselince başlar öğlen namazının vaktinin girmesine kadar devam eder.

Vakit namazları bu belirtilen vakitler içerisinde kılındığında vaktinde edâ edilmiş olurlar. Sabah ve yatsı namazı hariç diğer namazları bir zaruret olmadığı sürece ilk vakitlerinde kılmak daha faziletlidir. Sabah namazını son vakitte kılmak daha faziletli iken, yatsı namazını bir müddet geciktirerek kılmak daha faziletli olarak görülmüştür. Ayrıca havaların çok sıcak olduğu zamanlarda ikindi namazını da serin vakte kadar geciktirmek daha faziletli kabul edilmiştir.

  • Namazlara Ait Niyetler

Niyet: azmetmek, kesin olarak istemek ve kastetmek demektir. Niyet, kişinin Allah için namaz kılmayı istemesi ve hangi namazı kılacağını bilmesidir.

Niyet kalbe ait bir husustur. Dolayısıyla dille söylenmesi şart değildir. Bununla birlikte dille de söylemekte bir sakınca yoktur. Kalbin, hangi ameli ve ne için yaptığını bilerek kastetmesi yeterlidir.

Niyetin, başlangıç tekbirine yakın olması da gerekmektedir. Önce niyet olmalı, sonra da namaza başlamak için tekbir getirilmelidir. Niyetle tekbir arasında namazla bağdaşmayacak hususlardan uzak durulmalıdır.

Kişi, farz bir namaz kılıyorsa ona niyet etmesi gerektiği gibi hangi vaktin farzını kılıyorsa ona da niyet etmelidir. Vacip ve sünnet namazlar için de hüküm böyledir.

Nafile namaz kılınırken, örneğin “öğlenin sünneti” gibi ifadeleri söylemek gerekli değildir. Kişi, “nafile namaz kılmaya” gibi genel ifadelerle niyetlenerek, herhangi bir nafile namazı kılabilir.

İmam ile birlikte namaz kılan kimsenin ise, imama uymayı da niyetine katması gerekmektedir. Yani imama uymayı da kast etmelidir.

NAMAZIN RÜKÛNLARI

Yukarıda namazın şartları olarak saydığımız farzların dışında, bir de namazın içinde uymamız gereken ve namazın rükûnları dediğimiz farzları vardır. Rükûnlar da namazın fazlarındadır. Bunlardan birisi özürsüz olarak terk edilirse namaz fasit olur.

  • İftitah Tekbiri

Namaza başlamaya niyetlenen kişinin ayakta ve kendisinin işitebileceği bir ses tonuyla “Allah’u Ekber” demesine iftitah tekbiri denilir. Allah’u Taâlâ bir âyet-i kerimede; “Rabbini yücelt” diye buyurmuştur. (Müddessir, 3) Efendimiz de bir hadislerinde; “Namazın anahtarı temizlik, başlaması ise tekbirdir.” (Ebû Dâvud, Salât, 144) diye buyurmuştur.

 Tekbir alırken, eller yukarıya doğru kaldırılır. Hanefî mezhebinde eller kulak hizasına kadar kaldırılır.

Yine, tekbiri Arapça olarak söylemek gerekir. Hanefî mezhebine göre, Arapça söylemekte zorlanan kimselerin zaruretten dolayı kendi dillerinde söylemeleri de caizdir.

İmama uyan bir kimse, tüm hareketlerinde olduğu gibi tekbir alırken de imamdan sonra almalıdır.

  • Kıyam

Kıyam: doğrulmak, dik durmak ve ayakta durmak gibi manalara gelmektedir. Gücü yeten kimsenin, Kur’an’dan az bir bölüm okunacak kadar ayakta durarak namazını kılması farzdır. Kur’an-ı Kerim’de konuyla ilgili olarak şu şekilde buyurulur; “Namazları ve orta namazı aksatmadan kılın, huşû içinde Allah’ın huzurunda durun.” (Bakara, 238) Efendimiz de şu şekilde buyurmuştur; “Namazı ayakta kıl, buna gücün yetmezse oturarak kıl, yine gücün yetmezse yaslanarak kıl.” (Buhâri, Taksir, 19) Ayrıca, bir yere yaslanarak kılmaya da gücü yetmeyenler, oturarak, buna gücü yetmeyenler de yattığı yerden imâ ile namazlarını kılarlar.

Namazlarda kıyam farzdır. Bunun için ister farz namazlarda, isterse de nafile namazları ayakta kılmak asıl olandır. Fakat nafile namazları kişi daha huşu içerisinde olmak için ve ayakta durmakta zorlandığı durumlarda oturarak da kılabilir. Veya ayakta nafile namaza başlayan kimse, yorulursa oturarak namazını tamamlayabilir. Fakat farz namazları ayakta kılacak durumda olan bir kimsenin, oturarak kılması caiz değildir.

  • Kıraat

Namazın bir başka rüknû/farzı da Kur’an okumaktır. Kıraat: “okumak” demektir. Namazda kıraat ise “Kur’an’dan bir bölüm okumak” anlamına gelmektedir. İster farz olsun, isterse de nafile namazlar olsun, tümünde bir miktar Kur’an okumak farzdır.

Hanefî mezhebine göre: Namazda Kur’an okumanın en az miktarı, kısa da olsa üç âyet miktarı kadardır. Konuyla ilgili olarak Kitab-ı Kerim’de şu şekilde buyurulur; “Kur’an’dan kolayınıza geleni (âyetleri) okuyun.” (Müzzemmil, 20)

Yine, Hanefî mezhebine göre: Kıyamda Fâtiha sûresini okumak vaciptir. Şâfiî mezhebinde ise farzdır. Bir hadis rivayetinde Efendimizin şu şekilde buyurduğu rivayet edilmiştir; “Fâtiha’sız hiçbir namaz olmaz” (Tirmizî, Mevâkît, 69)

Yine, Hanefî mezhebine göre: İmama uyan bir kimsenin kıraat yapması gerekmez. Delilleri de şu âyettir; “Kur’an okunduğu zaman susun ve dinleyin ki size merhamet edilsin.” (A’raf, 204) Şâfiî mezhebine göre ise, cemaatin de ayrıca içlerinden kıraatte bulunması gerekir. Mâlikî mezhebine göre ise: İmamın açıktan okuduğu namazlarda cemaatin susması, gizli okuduğu namazlarda ise cemaatin de kıraatte bulunması gereklidir. Hanefî mezhebinden İmam Muhammed’de bu görüştedir. Bize göre de en doğru olan görüş budur.

Ayrıca, Kur’an’ın dili Arapça olduğundan dolayı, namazda kıraatin de Arapça yapılması gerekir. Başka dillerde yapılan kıraat, Arapça’daki anlamları karşılayamayacağı için geçerli olmaz. Fakat yeni Müslüman olmuş ve Arapçayı öğrenemeyecek durumda olan kimseler, Arapça olarak Kur’an’ı okumayı öğrenecekleri zamana kadar kendi dillerinde, Kur’an’ın tercümesini okuyabilirler. İmam Şâfiî’ye göre: Her ne şartta olsursa olsun, Arapça dışında bir dilde yapılan kıraat geçerli değildir.

  • Rükû

Rükû sözlükte “eğilmek” demektir. Namazda rükû ise: Öne doğru eğilerek, ellerin diz kapaklar üzerine konulması, baş ve sırtın düz bir hale getirilmesidir.

Kur’an-ı Kerim’de rükûdan şu şekilde bahsedilir; “Ey iman edenler! Rükû edin, secde edin ve Rabbinize kulluk edin.” (Hac, 77)

Efendimiz, hızlı bir şekilde namaz kılan birisine rastladığında ona; “…Sonra uzuvların sakin olacak şekilde rükû yap, sonra uzuvların sakin olacak şekilde secde yap. Sonra bütün namazında da böyle yap.” (Buhârî, Ezân, 95,122) diye uyarıda bulunmuştur.

Rükûdayken, eller; diz kapaklar üzerinde olmalı, baş; ne aşağıda ne de yukarıda olmalı, sırt; tam düz olmalı ve gözler de secde edilecek yere bakmalıdır. Ancak bu şekilde yapamayacak kadar hasta ve özürlü olanlar, yapabildikleri kadarını yaparlar.

Kişi rükûya eğildiğinde bir süre beklemelidir. Bu sürenin an azı bir defa hızlı olmayan bir okuyuşla “Sübhâne Rabbiye’l-âzim” diyecek kadar olmalıdır. Bu sözü üç defa söylemek ise sünnettir. Daha uzun rükûda kalmak isteyen kimsenin de bu ve benzeri zikirleri istedikleri kadar söylemesinde bir sakınca yoktur.

İmama uyan kimse, imamdan önce rükûya gitmemeli, imamdan önce de kalkmamalıdır. Yine, imamla birlikte namaz kılan kişi rükûda söylenmesi gereken zikirleri kendisi de söylemelidir.

Cemaatle namaz kılınırken, cemaate sonradan yetişen kimse eğer rükûda imama yetişirse o rekâta yetişmiş demektir. İmam rükûdan başını kaldırdıktan sonra imama yetişen kimse ise, o rekâtı yeniden kılmalıdır.

  • Secde

Secde sözlükte “itaat, teslimiyet, tevazu ile eğilmek ve yüzü yere sürmek” gibi anlamlara gelir. Namazda secde ise: Namazda rükûdan sonra, belirli uzuvları yere veya yere bitişik bir şey üzerine koyarak yere kapanmaya denir.

Kur’an-ı Kerim’de secdeden şu şekilde bahsedilir; “Ey iman edenler! Rükû edin, secde edin ve Rabbinize kulluk edin.” (Hac, 77) Kur’an-ı Kerim’de secde kelimesi hem namazdaki secde, hem de itaat ve teslimiyet anlamında kullanılmaktadır.  Yukarıdaki âyette secde kelimesi namazdaki secde anlamında kullanılmış, şu ayetlerde de itaat ve teslimiyet anlamında kullanılmıştır; “Göklerde ve yerde bulunanlar ve bunların gölgeleri sabah akşam, isteseler de istemeseler de Allah’a secde ederler.” (Ra’d, 15)

Sünnete uygun olan secde şu şekildedir: Alın ve burun, iki ayak, iki el ve iki diz yere konularak yapılır. Eller; başın konulacağı yer hizasında bulunmalı, kollar; yanlara açık ve dirsekler yerden yüksekte olacak şekilde olmalıdır. Yine, ayaklar; dik vaziyette yere bitişik ve ayak parmakları kıbleye bakacak şekilde bulunmalıdır. Secde halindeyken alınla birlikte burun da yere temas etmelidir.

Cemaatin kalabalık olduğu ve yere secde etme imkânının olmadığı durumlarda bir kimsenin sırtına, hayvan üzerine veya bir eşya üzerine de secde edilebilir.

Zaruret olmadığı durumda çok yumuşak olan pamuk vb. şeyler üzerine secde edilmemelidir. Secde edilecek yerin, toprak cinsinden bir nesne olması daha faziletlidir.

Bir kimsenin secde yaparken en az bir defa; “Sübhâne Rabbiye’l-a’lâ” diyecek kadar secdede kalması farzdır. Bu ifadeyi üç defa söyleyecek kadar kalması da sünnettir.

Namazın her rekâtında iki defa secde yapılmalıdır. Secde kasten terk edilirse namaz bozulur, fakat yanılarak terk edilirse selamdan sonra bile hatırlanmış olsa, o secde yapılarak son oturuş tekrar edilir ve sehiv secdesi de yapılarak namaz tamamlanır.

Secde kulun Rabbine en yakın olduğu durumu ifade etmektedir. Dolayısıyla bir Müslüman, secdelerini uzun tutarak Rabbine en yakın olduğu zamanları iyi değerlendirmelidir. Farz olan namazlarda secde halindeyken sadece Allah’ın şanını yüceltecek ifadeler kullanılabilir. Nafile namazlarda ise kul Rabbinden başta bağışlanma olmak üzere meşru olan tüm taleplerini de isteyebilir. Efendimiz bir hadiste şöyle buyurur; “Kulun, Rabbine en yakın olduğu hal, secdeye varmış olduğu haldir. Artık secdede duayı çokça yapınız.” (Müslim, Salât, 215)

  • Son Oturuş

Namazın farzlarından bir tanesi de “ka’de-i ahire (son oturuştur)”. İki rekâtlı namazların ikinci rekâtında, dört rekâtlı namazların da dördüncü rekâtından sonra yapılan oturuşa “ka’de-i ahire” denilir. Dört veya üç rekâtlı namazların ikinci rekâtından sonra yapılan oturuşa da “ka’de-i ulâ” denir. Bu oturuş farz değil, Hanefî mezhebine göre vacip hükmündedir.

Hanefî mezhebine göre: Son oturuşta, “Tahiyyât” duasını okuyuncaya kadar oturmak farzdır. Şâfiî ve Hanbelîlere göre de Tahiyyât duasına ek olarak, Efendimize de salavât getirecek kadar oturmak farzdır.

İki veya üç rekâtlık farz namaz kılan bir kimse, son oturuştan sonra unutarak kalkar ve bir rekât daha namaz kılarsa bu kimsenin namazı bozulur ve kıldığı namaz nafile namaza dönüşmüş olur. Kıldığı namazı iade etmesi gerekir.

Ta’dil-i Erkân

Ta’dil-i erkân; namazın rükûnlarını düzgün, yerli yerinde ve düzenli yapmak demektir. Ta’dil-i Erkân, rükûda, rükûdan kalkınca, secdede, iki secde arasında söz konusu olur. Rükûya varınca vücut tam sakinleşinceye kadar beklemek, rükûdan kalkınca ayakta yine vücut sakinleşinceye kadar bir müddet bekleyerek sonra secdeye gitmeye ta’dil-i erkân denilir.

Hanefî mezhebi dışındaki üç mezhebe göre ve Hanefî mezhebinden de Ebû Yûsuf’a göre ta’dil-i erkân namazın farzlarındandır. Ebû Hanife ve İmam Muhammed’e göre ise vaciptir. Çoğunluğa göre ta’dil-i erkân gözetilmeden kılınan namaz geçerli değil, Ebû Hanife ve İmam Muhammed’e göre ise sehiv secdesi yapıldığı takdirde ancak namaz tam olur.

Namaz, kulun Allah ile olan randevusudur. Kulun, Allah’ın huzurunda durduğu bir zaman dilimidir. Dolayısıyla bunun bilincinde olan bir kimse, namazın rükünlarını tam ve acele etmeden yapar. Allah’ın huzurundan bir an önce çıkmaya değil, daha uzun bir süre kalmaya çalışır. İnsan nasıl ki sevdiği birisinin yanından ayrılmak istemez ise, kul da en sevdiği varlık olan Allah’ın huzurundan bir an önce ayrılmak istemez.

Namazdan Kendi Fiiliyle Çıkmak

Namaz kılan kimsenin, namazdan kendi isteğine bağlı bir fiille çıkması Ebû Hanife’ye göre farzdır. Namaz kılan bir kimse teşehhüt miktarı oturduktan sonra herhangi bir fiille namazdan çıksa bu yeterlidir. Selam vermek farz değil, vaciptir. Peygamberimiz genellikle selam vererek namazı bitirmiştir. Fakat az da olsa selam vermeden de namazı bitirdiği olmuştur. Efendimizin şu şekilde buyurduğu rivayet edilir; “Bir kimse teşehhüt miktarı oturduktan sonra abdesti bozulsa, onun namazı tamam olur.” (Buhârî, Ezân, 156)

Şâfiî ve Mâlikîlere göre ise, namazdan çıkmak için birinci selamı vermek farzdır. Hanbelîlere göre ise iki tarafa selam vermek de farzdır. Doğruya en yakın olan görüş ise, namazdan selamla çıkmak gerektiğini söyleyenlerin görüşüdür.

Namazda Huşû

Kur'an’da, namazı huşû ile kılmak gerektiğine Mü’minun sûresinde atıf yapılmaktadır. “(Şu özellikleri taşıyan) mü'minler felaha ermişlerdir” mealindeki ilk ayetten hemen sonra, yani mü'minleri felaha erdirici vasıfların ilki olarak, namazlarını huşû ile kılmalarının gereğine dikkat çekilmesi önemlidir. (ellezîne hum fî-salâtihim hâşiûn) (23/Mü’minun, 1-2). Namazda huşûnun ne olduğuna dair Bakara suresinin 45. ayeti bir fikir verebilir: mü'minler sabırla ve namazla Allahtan yardım dileyebilirler. Sabır ve namazla Allah'tan yardım dilemek, huşû sahibi mü'minlere ağır gelmez, diğerlerine ise ağır bir yüktür.

Namazda huşû/namazı huşû ile kılmak, şekille olacak bir iş değildir. Nice insan belki bunu böyle anlamakta ve namaza kendini tam veriyormuş gibi yaparak, tadil-i erkân olarak bilindiği şekliyle, ayakta vücudunu dik, rükûda belini düz tutmakta, ayakta iken secde mahallinden başka yere bakmamaya, gereksiz yere elini kolunu hareket ettirmemeye özen göstermektedir. Hâlbuki huşû, bu beden durumlarından hiçbiri değildir.

Namazda huşû’u şöyle anlamak gerekir: “salâtı ikame eden” bir mü'min, o anda, kendisinin âlemlerin Rabbi Allah emrettiği için O’nun huzurunda bulunduğunu, O’na bir kulluk takdîmesi sunduğunu; Allah'ın ne kadar büyük bir ilah, kendisinin ise O’nun ne kadar küçük bir kulu olduğunu düşünmeli; Allah karşısında kendisinin en küçük bir tekebbür, büyüklenme, müstağni tavır ve tutumu var mı, Allah'ın yarattığı kullara tepeden bakıyor mu, mal, zenginlik, evlad’ü iyal, ev, araba, servet gibi dünyalıklar kendisini şımartıyor mu; Allah'ın huzurunda iken şu an hissettiklerini, duyduklarını, biraz sonra günlük hayatta da olduğu gibi duyup yaşayabiliyor mu? İşte bunları düşünmesi, teemmül ve tezekkür etmesi gerekmektedir. Yukarıda geçtiği üzere huşû kelimesinin sözlük anlamlarını hatırlayacak olursak, bir mü'min, namazda, Allah karşısında içten gelen bir mahcubiyet, Allah’ın vereceği her hayra muhtaçlık duygusu içinde şunları düşünmelidir: acaba Allah, şu an ikame ettiğim salâtımı kabul edecek mi, beni de salih/felaha eren kullar zümresine dâhil edecek mi? Ben de, Allah'ın kendilerinden razı olduğu, onların da Allah’tan razı oldukları mü'minler zümresinden olabilecek miyim, işte bütün bunların muhasebesini yapmalı, kafasını, kalbini ve aklını bunlara yormalıdır. İşte o zaman, mü'minin yüzünde, tasannû eseri olmayan, gerçekçi/sahici huşû belirecektir. Bunların hiçbirini yapmadan, tam tersine, tamamıyla dünyevi çıkarlarını düşünen, kesada uğramasından korktuğu ticaretini, bir sakatlığa uğramasından korktuğu (haşyet ettiği) makam ve dünyevi çıkarlarını düşünen bir ‘musalli’, yüzüne ne kadar huşû maskesini takmaya çalışsa da, bu maske huşû’u sağlamayacaktır. Allah bunu zaten baştan kabul etmeyecektir. Hâsılı, mü'minleri namazda huşûlu yapan, bedenlerinin duruş ve tutumu değil, kalplerinin ihlâsı ve samimiyetidir. Namazda/secdede mü'minleri, bedensel hareketleri değil, kalpleri ağlatır. Bununla beraber, huşû’unu göstermek için ağlayan bir kişi de, huşû’unu değil, namazından ne kadar sâh oluşunu (Maun suresi) göstermiş olacaktır.

Namaz, huşûun belki en önemli tecelligahı ise de, tek imkânı değildir. Huşû, bir Müslümanın genel sıfatıdır. Müslümanlar hayatın tamamında huşûlu olmak zorundadırlar. Huşû, biçimsel bir görüntü değildir, makyajla sağlanmaz. İçten gelen gerçek bir tevazu ile haddini bilerek kişi huşûlu olur. Yani huşû bir yaşam biçimidir.

Kısacası huşû, Zekeriya ve ailesi gibi, hatta bütün peygamberler gibi, hayır işleri için koşturmak, Allah'a isteyerek, içinden gelerek, umarak ve büyük bir titizlikle yalvarmak, Allah'a karşı tam bir tevazu/mahcubiyet içinde olmaktır. (21/Enbiya, 90). Sonuç olarak huşû, kulun Allah karşısında güçsüzlüğünü anlayıp idrak etmesi, kulluğunun ve acizliğinin gereğini Allah'a ibâdet olarak yerine getirmesi demektir. Huşû, Allaha ve mü'minlere karşıdır; kâfirlere karşı ise izzetli ve dik duruşlu olmak gerekir. (Ahmed Kalkan)

 

NAMAZIN VACİPLERİ

İbadetlerde vacip tanımlaması sadece Hanefî mezhebinin kullandığı bir tanımlamadır. Hanefîlerin vacip diye tanımladığı hususlar, diğer mezheplerde ya farzdır ya da sünnettir. Dolayısıyla bu başlık altında sayılacak şeyler, Hanefî mezhebine göre vacip kabul edilen hususlardır.

Hanefî mezhebine göre farz ile vacip arasında şöyle bir fark vardır: Sabitliği âyet, mütevatir hadis veya meşhur hadise dayanan ve konuya da delâletleri kesin olan hükümlere farz, sabitliği âyet, mütevatir hadis veya meşhur hadise değil de zannî bir delile dayanan veya konuya delâletleri açık olmayan hükümlere de vacip denir.

Vacibi terk eden bir kimse ahirette hesaba çekilir. Namazın vaciplerini terk eden kimsenin namazı bozulmaz, ancak namazın sonunda sehiv secdesi yapması gerekli olur.

Namazın Vacipleri Şu Şekildedir

  1. Namaza “Allahu Ekber” diyerek başlamak: Namaza başka bir ifadeyle değil de, “Allah’u Ekber” ifadesiyle başlamak vaciptir.
  2. Namazın her rekâtında, Fâtiha sûresini okumak. Hanefîlerin dışındaki çoğunluğa göre ise, Fâtiha sûresini okumak farzdır.
  3. Namazda, farz olan kıraati ilk iki rekâtında yapmak; yani Fâtiha’dan sonra Kur’an’dan bir bölüm okumayı, farz namazların ilk iki rekâtında yapmak vaciptir.
  4. İlk iki rekâtta, Fâtiha sûresini bir defa okumak,
  5. Fâtiha’yı diğer okunacak âyet ve sûrelerden önce okumak,
  6. Farz namazların ilk iki rekâtında, nafile namazların da her rekâtlarında Fâtiha’dan sonra Kur’an’dan bir bölüm okumak,
  7. Sabah, Akşam ve Yatsı namazlarını yalnız başına kılan bir kimsenin, kıraati gizli veya açık okuma konusunda muhayyer olması, fakat öğlen ve ikindi namazlarında ise gizli okuması vaciptir.
  8. Kaza namazı kılan bir kimse, hangi vakit namazı kılıyorsa kıraatini de ona göre açık veya gizli yapması vaciptir. Öğle ve ikindi namazının kazasını kılan bir kimse, kıraati içinden okumalı, diğer namazları ise ister gizli isterse de açıktan okuyabilir.
  9. Vitir namazı kılan kimsenin, kunut duası okuması ve kunut tekbiri alması,
  10. Bayram namazlarında üç ilave tekbir getirilmesi,
  11. Secdede alınla birlikte burnun da yere konulması,
  12. Üç veya dört rekâtlı namazların ikinci rekâtından sonra oturmak, yani “ka’de-i ulâyı” yapmak,
  13. Namazlarda her oturuşta tahiyyât duasını okumak,
  14. Namazda, farz olan fiilleri geciktirmeden yapmak,
  15. Namazın farzlarında sırayı gözetmek,
  16. Namazın vaciplerini tam yerlerinden yapmak, geriye bırakmamak,
  17. Namazın vacipleri terk edildiği takdirde, sehiv secdesi yapmak,
  18. Ebû Hanife ve İmam Muhammed’e göre, namazın rükünlarında ta’dil-i erkânı gözetmek,
  19. Namazın sonunda selam vermek. Bunlar namazda yapmamız gereken vacip hükmünde davranışlardır. Bu davranışları terk eden veya geciktiren kimseler, namazın sonunda sehiv secdesi (yanılma secdesi) yapmalıdırlar.

NAMAZIN SÜNNETLERİ

Peygamberimizin namaz kılarken, farz ve vacip dışında yaptığı fiillere sünnet denilir. Namazın sünnetleri ise şunlardır:

  • Farz olan namazlar için ezan ve kâmet okunması,
  • Başlangıç tekbiri alırken elleri yukarıya doğru kaldırmak. Hanefî mezhebine göre, ellerin başparmaklarını kulak yumuşağına değecek kadar kaldırmak, Şâfiî ve Mâlikîlerde ise göğüs hizasına kadar kaldırmak gerekir. Hanbelîler ise, isteyenin göğüs hizasına, isteyenin de kulak hizasına kadar kaldırabileceğini söylerler. Ayrıca Şâfiî ve Hanbelî mezheplerine göre, rükûya giderken ve rükûdan kalkarken de eller göğüs hizasına kadar kaldırılır.
  • İmama uyarak tekbir alan kimsenin tekbirinin, imamın tekbirine yakın olması,
  • Tekbir aldıktan sonra elleri bağlamak. Hanefî mezhebine göre, eller göbek hizasında, sağ el sol elin üzerine gelecek şekilde bağlanması gerekir. Şafiî mezhebinde, eller kalbin altında, Hanbelî mezhebinde ise, birden fazla görüş olmakla birlikte, eller göğüs üzerinde bağlanır. Asıl olan ellerin bağlanmasıdır, nerede bağlandığının çok bir önemi yoktur. Kişi hadis rivayetlerinde zikredilen ve mezhepler için de farklılıklar oluşturan bağlama şekillerinden bir tanesini uygulayabilir. Mâlikî mezhebinin bir görüşüne dayanan, Câferî mezhebinin ise asıl kabul ederek uyguladığı namazdayken elleri yanlara bırakmak uygulaması, Efendimizin sürekli uyguladığı bir uygulama değildir.
  • Namaza başlarken Sübhâneke duasını okumak,
  • Fâtiha’dan önce “eûzü-besmeleyi” okumak,
  • Fâtiha’dan sonra âmin demek,
  • İmamın, namazın içindeki tekbirleri, rükûdan kalkarken “semîAllahü limen hâmide” ifadesini ve namazı bitirken selamı cemaatin duyacağı bir sesle söylemesi,
  • Rükû ve secdelere giderken alınan tekbirler,
  • Kıyamda dururken bir özür yokken ayakların bir omuz hizası kadar açık olması,
  • Rükûdayken ellerin diz kapaklarının üzerine konulması,
  • Rükû ve secde tesbihlerini söylemek, yine sünnettir.
  • Secde ve teşehhüt oturuşlarında sol ayağı yatırarak üzerine oturmak, sağ ayağı da dikmek ve parmaklarını kıbleye çevirmek,
  • Secdeye varırken, önce dizleri, sonra elleri sonra da başı yere koymak, kalkarken de önce başı sonra elleri sonra da dizleri kaldırmak,
  • Oturuşlarda ve secde aralarında elleri uyluklar üzerine koymak,
  • Tahiyyâtı okurken “lâ ilahe illallah” ifadesine gelince sağ elin şehadet parmağını kaldırmak,
  • Namazların sonlarında tahiyyâtı okuduktan sonra peygamberimize salavât getirmek,
  • Namazlarda selam vermeden önce dua yapmak,
  • Selam verirken yüzü önce sağa, sonra da sola çevirmek,
  • Açık alanda namaz kılarken insanların namazın önünden geçmesi söz konusu olacağı durumlarda sütre (kıble yönüne konulan bir cisim) edinmek de sünnettir.

Namaz kılan bir Müslüman, saymış olduğumuz bu hususlara da riayet ederse, namazını Efendimizin kıldığı şekilde kılmış olur.

NAMAZIN ÂDÂBI

Namaz kılınırken farz, vacip, sünnet dışında namazı daha da güzel hale getiren fiillere namazın âdâbı denir. Bir başka tanıma göre Peygamberimizin namaz kılarken sünnetler dışında bazen yaptığı bazen de terk ettiği fiillere namazın âdâbları denilir. Bu hususlara riayet eden bir kimse namazını daha düzgün ve huşu içinde kılar.

  • Namaz kılarken, mümkün olduğu kadar dış görünüş ve iç dünyası bakımından sükûn, tevâzu ve huzur içinde olmak,
  • Allah’ın huzurunda olduğu bilinciyle kılık-kıyâfete çeki düzen vermek,
  • Kâmet getirilirken “heyya ale’l-felâh (haydi kurtuluşa)” denilirken namaz için ayağa kalkmak,
  • “Kad kâmeti’s-salâh (Namaz başladı)” denilirken imamın geciktirmeden namaza başlaması,
  • Namazda, secde yerine bakmak, selam verirken de omuz uçlarına bakmak. Namazdayken farklı taraflara bakarak gözlerin namazın dışındaki şeylerle meşgul olmasını önlemek,
  • Okunan âyetlerin manalarını düşünmek,
  • Öksürmek ve esneme gibi şeylere mümkün olduğunca engel olmaya çalışmak,
  • Gereksiz yere kaşınmak vb. namazın ruhuyla uyuşmayan davranışlardan uzak durmak.

Bütün bu hususlara da riayet eden bir Müslüman, namazını daha huşûlu bir şekilde kılmış olur.

 

NAMAZIN MEKRUHLARI

Namazda, yapılması hoş karşılanmayan davranışlara “namazın mekruhları” denilir. Namazın ruhuyla örtüşmeyen, kişinin namazdan alacağı sevapları azaltan fakat namazı da bozmayan davranışlara mekruh denir.

Mekruhlar; “tahrimen mekruh” ve “tenzihen mekruh” olmak üzere ikiye ayrılır. Tahrimen mekruh: Harama yakın fiiller için kullanılırken, tenzihen mekruh ise: Helâle yakın fiiller için kullanılır. Namaz için düşündüğümüzde, vacibin terki tahrimen mekruha, sünnetlerin terki de tenzihen mekruha tekabül etmektedir.

Namazın Mekruhları Şunlardır:

  • Namazın vaciplerinden birisini terk etmek: Kiraat yaparken Fâtiha’yı okumayı terk etmek gibi.
  • Namazın sünnetlerinden birisini terk etmek: “Subhaneke” duasını okumayı terk etmek gibi.
  • İkinci rekâtta okunan kıraatin, birinci rekâta göre daha uzun olması,
  • Namaz kılarken, bir özür olmadığı halde bir yere yaslanmak,
  • Namazda ihtiyaç olmadığı halde birkaç adım yürümek: Fakat ön safta yer açılınca orayı doldurmak için birkaç adım yürümek mekruh değildir.
  • Bir rekâtta aynı sûrenin birden fazla okunması veya iki rekâtta da aynı sûrenin okunması,
  • Kıraat yapılırken Mushâf sırasına riayet etmemek: İlk rekâtta İhlas sûresi okunduğu halde, ikinci rekâtta Tebbet sûresinin okunması gibi.
  • İhtiyaç olmadığı halde namazdayken elbise, saç, sakal gibi şeylerle oynamak,
  • Namazda elleri, belirtilen yerlerin dışında başka bir yere koymak: Kıyamdayken elleri bağlamamak veya teşehüdde elleri uyluklar üzerine koymamak gibi.
  • Namazda, zararsız olan sinek, bit vb. şeyleri yakalamak veya kovmak için uğraşmak,
  • Secde ederken, kolları dirseklerle birlikte tam olarak yere yapıştırmak,
  • Özür olmadığı halde namaz içinde bağdaş kurarak oturmak,
  • Namazda, geğirmek ve esnemek,
  • Namaz içinde el ve baş hareketleri yapmak,
  • Yemek yedikten sonra ağzı yıkamamak ve namazdayken dişlerin arasına takılmış yemekleri yemekle meşgul olmak,
  • Vakitin çıkma durumu olmadığı halde, yemek sofrası hazırken namaza durmak,
  • İhtiyaç olmadığı halde namazda gözleri yummak: Fakat kişi gözlerini kapattığı zaman namazını daha fazla huşu ile kılıyorsa, o zaman gözlerini kapatmasında bir mahzur yoktur.
  • Parmakları birbirine geçirmek, çıtlatmak,
  • Yanmakta olan bir ateşe doğru namaz kılmak,
  • Arada bir sütre olmadığı halde insanın yüzüne veya suretine/resmine karşı namaz kılmak,
  • Vakit sıkışıklığı olmadığı halde, kişinin tuvalet ihtiyacı varken namaza durması,
  • Üzerinde namaza engel olmayacak kadar da olsa, necaset bulunan elbiseyle namaza durmak,
  • Namaz kılarken bir özür olmadığı halde tek veya iki ayağı yerden kesmek,
  • Bir özür olmadığı halde elbiseyi giymeden sadece üzerine almak,
  • Üzerinde insan veya hayvan resmi bulunan elbiseyle namaz kılmak,
  • Çöplükler, mezbahaneler, kabristanlar, yol kenarında, hamamlarda, hayvanların ahırlarında ve Kâbe’nin tepesinde namaz kılmak da mekruhtur.

Allah Rasûlünden rivayet edilen hadislerde, Efendimiz bu durumlardan Müslümanları sakındırmıştır.

NAMAZI BOZAN ŞEYLER

Namazın şart ve rükûnlarından, yani farzlarından herhangi birisini özürsüz bir şekilde terk etmek namazı bozar. Bununla birlikte namazın ruhuyla bağdaşmayan ve namazın sıhhatine engel olarak namazı bozan başka davranışlar da vardır. Bunları şu şekilde sıralayabiliriz:

  • Namazda Konuşmak: Bilerek, bilmeyerek, unutarak veya korkma neticesinde konuşmak namazı bozar. Kendisine hâkim olmayacak kadar hasta olan bir kimsenin “ah”, “uf” şeklinde sesler çıkarması ise namazı bozmaz.

Namazda huşudan dolayı ağlayan kimsenin namazı bozulmaz fakat bunun haricinde bir sebepten dolayı ağlıyorsa bozulur.

Selam verenin selamını almak, hapşırana “yerhamükellah” demek gibi konuşma hükmünde olan şeyler de namazı bozar.

Namazda yanılan imamı düzeltmek için “sübhânallah” veya okuduğu yeri hatırlatmak namazı bozmaz.

  • Yemek-İçmek: Namaz kılan kimsenin az da olsa bir şeyler yiyip-içmesi namazı bozar. Fakat daha önce yediği yemekten dolayı ağzında kalan küçük yemek artıklarını yutması namazı bozmaz.
  • Peş peşe çok iş görmek (Amel-i Kesir): Namaz esnasında ihtiyaç olmadığı halde namazın ruhuyla örtüşmeyen fazlaca davranışlarda bulunmak. Elbiseyle oynamak, kaşınmak, hayvanları kovmak için taş atmak, parmakları çıtlatmak, sürekli saç ve sakallarıyla oynamak, çalan telefonu kapatmak için çok fazla uğraşmak ve çalan telefona cevap vermek vb. davranışlar namazı bozar.
  • Binek üzerinde olmadığı halde namaz esnasında kıbleye sırtını dönmek. Doksan dereceye kadar yüzü kıbleden çevirmek namazı bozmazken, bundan daha fazla kıbleden yüzü çevirmek namazı bozar.
  • Namaz esnasında bir rüknü edâ edecek kadar bir süre, kapatılması gereken avret yerlerinin açılması da namazı bozar. Eğer açılan avret yeri hemen kapatılırsa namaz bozulmaz. Söz gelimi bir bayan, rükûdayken başörtüsü düşse ve rükû bitene kadar da başı açık kalsa namazı bozulur. Düşük bel pantolon giyen birisi, secde yaparken avret yeri açılırsa ve secde sonuna kadar açık kalsa yine namazı bozulur.
  • Abdestin bozulması: Namaz kılan bir kimse, eğer fıkhen özürlü değilse, herhangi bir sebepten dolayı abdesti bozulsa buna bağlı olarak namazı da bozulur. Söz gelimi, burun kanaması, kusma gibi irade dışında gerçekleşen şeyler namazı bozduğu gibi gaz çıkarma, idrar akıntısı gibi iradeye dayalı hususlar da namazı bozar.

Ayrıca namaz esnasında abdesti bozulan bir imam, yerine bir başkasını geçirerek namazdan çıkar, abdest alarak gelip namaza yetişir. Böyle bir durumla karşılaşan imam, geri geldiğinde yerine geçirdiği imama uyar ve imam selam verdiğinde o yetişemediği rekâtları yalnız başına tamamlar.

  • Yüksek sesle gülmek: Namaz kılan bir kimsenin namaz esnasında yanındaki kişinin duyabileceği bir sesle gülmesi namazı bozar. Hanefî mezhebine göre böyle bir kimsenin namazı bozulduğu gibi abdesti de bozulur.
  • Bayılmak, çıldırmak ve ölüm gibi iradeyi devre dışı bırakan şeyler de namazı bozar. Namaz, irade sahibi olduğundan dolayı insana emredilmiştir. Oysa yukarıdaki bu durumlar, kişideki iradeyi ortadan kaldırdığı için namazın da bozulmasına sebebiyet verir.
  • Namaz kılan bir kimsenin, namaz esnasında niyetini değiştirmesi de namazını bozar. Namazlar ancak niyetlere göre edâ edilirler. Bir namaz, ancak bir niyetle yerine getirilir. Dolayısıyla herhangi bir namaza niyet ederek namaza duran bir kimse, namaz esnasında bir başka namaza niyetlenirse namazı bozulur.
  • Özürsüz olarak namazın şart ve rükünlarından birisini terk etmek de namazı bozar. İster namaz öncesi farzlardan birisi olsun, isterse de namaz esnasındaki farzlardan birisi olsun, özürsüz bir şekilde bu farzlardan bir tanesi terk edilirse namaz bozulur. Örneğin: Farz bir namazı ayakta kılacak kadar sağlıklı olan birisinin, “kıyamı” terk ederek oturarak veya yaslanarak namaz kılması caiz değildir. Böyle kılınan farz bir namaz, iade edilmelidir.
  • İmama uyan bir kimsenin, namazın rukünlarından birisini imamdan önce yapması da namazı bozar. İmamdan önce rükû yapmak, secde yapmak gibi.
  • Erkek ile kadının arada boşluk olmadığı halde birlikte namaz kılmaları da namazı bozar. Kadınlar ile birlikte namaz kılınacak ise, kadınlar ya erkeklerin arkasında safa duracak veya aynı safta duruluyor ise o zaman da erkek ile kadınlar arasında en az bir kişilik boşluk olmalıdır.
  • Teyemmümle namaz kılan bir kimsenin su görmesi halinde namazı bozulur. Fakat namazı tamamladıktan sonra su görse, namazını iade etmesi gerekmez.
  • Namazı tamamlamadan, namazdan çıkmak da namazı bozar. İster selam verilerek çıkılsın, isterse de başka bir fiille çıkılsın fark etmez. Örneğin: Öğlen namazının farzını kılan bir kimse, üçüncü rekâtı kılarken selam vererek namazdan çıksa, namazı bozulmuş olur. O namazı baştan, yeniden kılması gerekir.
  • Cuma namazı kılınırken daha namaz tamamlanmadan ikindi vaktinin girmesi Cumâ namazını bozar. Ayrıca, ayağına mest giyen bir kimsenin mestlerinin süresinin dolması da namazını bozar.

 

KIRAATTE HATA YAPMAK

Namazın farzlarından bir tanesi “kıraat”tir. Kıraat, namaz kılarken Kur’an’dan bir bölüm okumak demektir. Gerek Fâtiha sûresini okurken, gerek de onun dışında Kur’an’dan bir bölüm okurken şu şekilde hatalar yapılırsa namaz bozulur:

Namaz kılan bir kimse, kıraatte bulunurken Kur’an-i Kerim’den bir kelimeyi kasten değiştirse ve bununla da anlam bozulursa bu kimsenin kıldığı namaz bozulur.

İnanılması küfrü gerektirecek derecede yapılan okuyuş hataları namazı bozar.

Kur’an’da bulunmayan kelimelerin okunmasıyla namaz bozulur.

Allah’ın yapın dediğini yapma, yapmayın dediğini de yapın şeklinde yapılan okuyuş hataları da namazı bozar.

Anlamı fahiş bir şekilde aslından uzaklaştıran her okuyuş namazı bozar.

Özellikle dili Arapça olmayanların yaptıkları şu hatalardan dolayı namaz bozulmaz:

  • Hareke hatası yapmak namazı bozmaz.
  • Yanlışlıkla bir harf yerine aynı ses tonuna sahip olan diğer bir harfi okumak namazı bozmaz. “Sin” harfi yerine “se” harfini okumak gibi.
  • Şeddeli olan bir harfi şeddesiz okumak, şeddesiz bir harfi şeddeli okumak, uzun okunacak bir harfi kısa, kısa okunacak bir harfi uzun okumak, iğdam yapılacak bir harfi iğdamsız, iğdam yapılmaması gereken bir harfi de iğdamlı okumaktan dolayı namaz bozulmaz.
  • İnce okunacak bir harfi kalın, kalın okunacak bir harfi de ince okumaktan dolayı namaz bozulmaz.
  • Yine okuyuşta iki ayrı kelimeyi birleştirerek okumaktan dolayı da namaz bozulmaz. Örneğin: “iyyâke na’budu” kelimelerini “iyyâkena’budu” şeklinde okumak gibi.
  • Dili peltek olanların, harflerin mahreçlerini çıkaramamasından dolayı namazları bozulmaz.
  • Şâfiî ve Hanbelîlere göre: bir kimse Fâtiha sûresini okurken hatalı okursa namazı bozulur. Fâtiha dışındaki okuyuşlarında kasıtlı hata yapmadığı sürece yaptığı hatalardan dolayı namaz bozulmaz. Bunun sebebi “Fâtihasız namaz olmaz”

Bütün bunlarla birlikte, cemaatle namaz kılınırken, bu şekilde hatalar yapan kimse, kendisinden daha düzgün okuyan kimseler olduğu bir durumda imamlığa geçmemelidir. Böyle kimselerin kendilerinden daha iyi okuyan kimselere imamlık yapmaları doğru değildir.

CEMAATLE NAMAZ

Namaz ve Cemaat

“İslâm cemaatinin en küçük örneği, Müslümanların namazda bir araya gelmeleridir. Namaz cemaati, İslâm cemaatini oluşturmada çarpıcı bir örnektir. Peygamberimiz'in cemaatle namaz kılmayı niçin sık sık tavsiye, hatta emrettiği bu nedenle daha iyi anlaşılır. Mü’minler kendi aralarından seçtikleri ya da uygun gördükleri bir namaz imamının arkasında bir farz namazı kılmak üzere cemaat olurlar. Onun arkasında saf tutarlar. Namaz içerisinde onun komutuyla rukû’ ve secde yaparlar. İmamla birlikte hareket ederler, onunla beraber namazı tamamlarlar.

Namaz için bir imama uyan mü’min, namazdaki bütün hareketleri imamla birlikte ama ondan sonra yapar, aynı zamanda da o imama uyan diğer mü’minlerle, cemaatle beraber davranır. Namazda kendi başına hareket etmez, diğer Müslümanlarla birlikte aynı amacı gerçekleştirmeye, yani namazı ikame etmeye (yerine getirmeye) çalışır. Cemaatle kılınan namazdaki hiyerarşik nizam, Müslümanların oluşturacağı toplumun düzenine de bir işarettir.  Namazda önde imam olur ve bütün cemaat yerin genişliğine göre onun arkasında sıra halinde saf tutar. Buradaki düzen piramit düzeni değil, eşitlik ve kardeşlik düzenidir. Çünkü İslâm cemaatinde soylular ve imtiyazlılar sınıfı yoktur. Hiç kimse diğerinden üstün değildir. Seçtikleri imam bile onlardan biridir ve yalnızca namazda onların bir adım önündedir.

Namaz sadece kişiyi değil; toplumu da baştan ayağa değiştiren, tevhide doğru geliştiren bir ibâdettir. O ferdî bir inkılap olduğu kadar sosyal bir inkılaptır da. Günde beş kez cemaat namazlarıyla bir araya gelen dünyevî ve maddî endişelerden uzaklaşarak aynı manevî atmosferi teneffüs eden mü'minler topluluğu; sürekli birbiriyle yardımlaşarak, birbirinden güç ve kuvvet alarak, birbirine hakkı ve sabrı tavsiye ederek, hep iyiye doğru ilerleyerek tevhidî çizgide bütünleşir. Camiler, mü'minlerin eğitim ve öğretimini, birlik ve dayanışmasını, istişare ve organizasyonunu sağlayan mekânlardır. İslamî hayatın mihveridir. Günümüzde bu fonksiyonlarını icrâ etmediği göz önüne alınınca, muvahhid mü'minlere büyük görevler düşmektedir.  

Ezanlar bir inkılap çağrısı olarak algılandığı zaman, namazlar bir tevhid eylemi olarak hakkıyla ikame edildiği zaman, cami ve cemaatler gerçek fonksiyonunu icra ettiği zaman; işte o zaman İslam ümmeti yeniden dirilecek, mü'minler felâh bulacaktır.

 Mü’minler, cemadât olma yanlışlığından cemaat olma şuuruna yükselmelidirler. Câmilerimizin asr-ı saâdetteki takvâ mescidine, Mescid-i Nebî'ye benzemesine; imamların ümmetin önderleri ve Peygamber'in vârisi olmasına; tüm şuurlu Müslümanların da gerçek anlamda bir cemaat ve ümmet haline gelmesine zarûret vardır. Bütün bunların gerçekleşmesi için de İslâmî değişim ve dönüşüme ihtiyaç vardır. Öyleyse kalabalıkların İslâm cemaati haline gelebilmesi için, sadece Allah'a rükû edip O'nun dışında kimsenin önünde eğilmemek için, namazlarımızın bizi canlandırıp kurtuluşa ulaştırması için hayye ale's- salâh! Hayye ale'l- felâh! Hayye ale'l- cihâd!” ( Ahmed Kalkan..)

Cemaat: imamla, imama uyanlar arasında meydana gelen bağı ve manevi birliği ifade eder. İslâm, toplumsal bir din olduğundan dolayı, sağlıklı bir toplum oluşturmayı en önemli hedefleri arasında görmüştür. Bir takım ibâdetleri de bu amacı için vesile kılmıştır. Hac ibâdeti, bunun en büyük ifadesiyken, namaz da böyle bir amaca matuf ibâdetlerdendir.

Özellikle Cuma namazı cemaatsiz kılınmazken, beş vakit namaz, bayram namazları da cemaatle kılınması gereken namazlardandır. Efendimiz beş vakit namazı yalnız başına değil her daim cemaatle kılmış ve kılınmasını istemiştir.

Bundan dolayı Hanbelî mezhebine göre cemaatle namaz farz, Şâfiî mezhebine göre Farz-ı kifâye, Mâlikî ve Hanefî mezheplerine göre de müekked sünnettir.

Namazların cemaatle kılınması, Kur’an’ın da önemle üzerinde durduğu bir konudur. Kur’an savaş halindeyken bile namazların imkan dâhilinde cemaatle kılınmasını emretmektedir.[8] Savaş şartlarında bile imkânlar oluştuğunda, namazlar cemaat halinde kılınması gerekiyorsa, diğer zamanlarda hayli hayli kılınması gerektiğini ifade edebiliriz.

Ayrıca Efendimiz, tek başına kılınan namaz ile cemaatle kılınan namazlar arasında sevap bakımından 25 ile 27 derece farkın olacağını ifade etmiştir.[9] Yine Müslümanların cemaatle ve ilk safta namaz kılmanın faziletini yeteri kadar kavradıkları bir durumda, ilk safta yer almak için yarışacaklarını ve kura çekeceklerini söylemiştir.[10] Ayrıca cemaate katılmayan kimseler için ağır ifadeler kullanmış[11] ve Müslümanların cemaatle namaza gereken ehemmiyeti göstermelerini sağlamaya çalışmıştır.

Hanefî ve Şâfiîlere göre cemaatin en az sayısı iki kişidir. Hatta imama uyanın çocuk veya kadın olması da cemaatle namaz için yeterlidir.

Bütün bunlardan dolayıdır ki bir Müslüman, eğer imkânlar da varsa akidesi sağlam bir imamla birlikte, namazlarını mutlaka cemaatle kılmalıdır. Böyle bir imkânı olan kişinin namazlarını tek başına kılması dinin şiddetle men ettiği bir davranıştır.

Ayrıca Efendimiz; namazda saf düzeninin önemi üzerinde durarak omuzların ve ayakların birleştirilmesini emretmiş, Müslümanların arasına şeytanın ayrılık sokmasına fırsat vermemeleri gerektiği konusunda kendilerini uyarmıştır.

 Efendimiz döneminde kadınlar da mescide gider cemaatle namazlara katılırlardı. Kadınların, başta çocukları gibi kendilerini cemaate katılmaktan engelleyecek uğraşları olduğundan dolayı, din onları mecbur tutmamıştır. Fakat cemaate katılmalarını teşvik etmiştir.

Daha sonraki çağlarda, maalesef fitne oluyor gerekçesiyle kadınların cemaatle namaza katılmaları hoş görülmemiş ve bunun bir neticesi olarak kadınlar mescitlerden tamamen uzaklaşmışlardır. Bu anlayışın Efendimizin sünnetine uygun olmadığını ifade etmek gerekiyor. Dolayısıyla fitne oluyor diye kadınları mescitten ve cemaatle namazdan uzaklaştırmak yerine, fitneyi önleyecek çözümler üreterek kadınların da, en azından imkânları olanların cemaate katılmalarına olanak sağlamak daha doğru bir yol olsa gerekir.

Cemaatle namazda saf düzeni şu şekilde olmalıdır. Eğer iki kişi cemaatle namaz kılıyorlarsa, birisi imam olur öne geçer, diğeri de onun bir adım gerisinde ve sağında durarak namazı kılarlar. Eğer imama uyan kadın ise, imamın bir saf gerisinde durarak namazı kılarlar. Eğer üç veya daha fazla erkek namaz kılıyorlarsa, bir kişi öne geçer diğerleri de imamdan bir saf geride yan yana saf tutarak namazı kılarlar.

Cemaatte hem erkek, hem çocuk hem de kadınlar varsa saf düzeni şu şekilde olur: Yetişkin erkekler en önde safa dururlar, bunların arkasında erkek çocuklar, onların da arkasında kadınlar namaza dururlar. Eğer kadınların arkada saf tutmalarına imkân yoksa, en arka safta erkeklerle aralarında en az bir kişilik boşluk bırakacak şekilde onlarla aynı hizada namaza dururlar. Kadınların, arada bir duvar veya perde gibi sütre olmadan erkeklerin önünde namaza durmaları ise kesinlikle caiz değildir.

Cemaate Katılmamak İçin Özür Sayılan Haller

Bir Müslümanın, farz namazları cemaatle birlikte kılması esastır. Yalnız başına veya evde kılması ise ancak zaruret durumlarında söz konusu olabilir. Eğer bulunduğu yerde muvahhid ve salih bir imam söz konusuysa, kişinin bu imamın arkasında namazı cemaatle kılmayı terk etmesi caiz değildir. Fakat günümüzde, maalesef çoğunlukla akidesi sağlam olmayan câmi imamlarının bulunduğu bir durumla karşı karşıyayız. İşte böylesi durumlarda, bu şekilde akidesi sağlam olmayan imamların arkasında namaz kılmaktansa, kılmamak daha doğru bir yoldur. Muvahhid bir Müslümanın böyle imamların arkasında namaz kılmaktan sakınması gerekir.

Muvahhid ve salih bir imamın bulunduğu durumda, bir kimsenin cemaate katılmaması için özür sayılan hususlar ise şunlardır:

  • Hastalık: Bir kimsenin namaza gidemeyecek derecede müptela olduğu herhangi bir hastalığı varsa, bu durum cemaate katılmaması için özür sayılır. Ayrıca hasta olan birisinin, hastalığının artması veya hastalığı başkalarına da bulaştırma ihtimali varsa bu kimse de özürlü sayılır.
  • Beden özürleri: Gözleri âmâ olanlar, kötürüm olanlar, felçli ve cemaate gidemeyecek kadar yaşlı olanlar da özür sahibidirler.
  • Korku: Gerek hayvan saldırısı, gerek düşmanın canına, malına ve ırzına zarar vereceğinden korkan kimseler de özürlü sayılır.
  • Olumsuz hava şartları: Şiddetli yağan yağmur, çamur, kar ve dolu, şiddetli rüzgâr gibi olumsuz hava koşulları da cemaate katılmamak için özür sayılır.
  • Abdestin sıkışık olması: Bir kimsenin abdesti çok sıkışık durumdaysa ve abdest yenileyip cemaate yetişme durumu da söz konusu değilse bu kimseler de özürlü kabul edilir.
  • Soğan, sarımsak ve bunlar gibi kokusuyla başkalarını rahatsız edecek şeyler yiyen kimseler de eğer bu kokularını giderip de cemaate yetişmeleri söz konusu değilse özürlü sayılırlar.
  • Hapiste tutsak/esir olmak da cemaate katılmamak için bir özürdür.
  • Müslümanların maslahatı için zaruri olan işlerde çalışan kimseler; doktor, güvenlik görevlisi, şoför, ilim talebesi ve hocası gibi kimseler de cemaatle namaza katılma konusunda özürlü kabul edilirler.
  • Bulunduğu yerde cemaatle namaz kılacak muvahhid bir imamın bulunmaması, fâsık veya bid’at ehli bir imamın bulunması da cemaate katılmamak için bir özürdür.

İslam devletinde, herhangi bir özrü olmadığı halde sürekli cemaate katılmayan kimselere ta’zir cezası uygulanır ve şahitliği kabul edilmez.

Bir mescitte birden fazla cemaat yapılıyorsa, şayet ilk cemaat kâmet getirmişse ikinci cemaatin kâmet getirmesine gerek yoktur. Bazı âlimler bu durumu mekruh olarak görmüşlerdir.

İMAMLIK

İster hayır işlerde, isterse de şer olan işlerde olsun, kendisine uyulan kimseye imam denilir. Kur’an imamı, hep hayır işlerinde öncülük yapanlar için değil, kötülüklerde önderlik yapanlar için de kullanmıştır. Konuyla ilgili olarak Kur’an’da şu şekilde buyurulur; “Biz onları imamlar kıldık. Bizim emrimizle doğru yola iletirler.” (Enbiyâ, 73), “Biz onları cehenneme çağıran önderler/imamlar yaptık.” (Kasas, 41)

“Konuya giriş yaparken mevcut câmilerin ve namaz kıldırma memurlarının durumlarını kısaca bir tahlil edelim: Câmiler, şimdilerde sadece beş vakit namazın cemaatle kılındığı mescidlerdir. Câmi günlük hayattaki ekonomik, sosyal, kültürel fonksiyonunu büyük ölçüde yitirdi. Câmiler birbirinin dertleri ile dertlenmeyen, hatta birbirini tanımayan yaşlı insanların gelip gittikleri bir yer haline geldi/getirildi.

Cemaat imamın, imam cemaatin jurnalcisi olacaktır! Ne müthiş bir komplo. Namaz dışında câmilerin kapısına artık kilit vuruluyor. Câmi, Müslümanların meşveret yeri olmaktan çıktı. Hutbeler ve vaazlar sivil karakterli, dinin özünden alınan ilhamlarla günün problemlerine çözüm getiren şeyler değil. Çoğu câmide okunan hutbe ve vaazları bir başka şekli ile bir kilise papazının ya da Budist bir râhibin vaazlarında duyabilirsiniz. On emir”den ibaret ya da Hristiyanlaştırılmış, sadece kişisel ahlâka indirgenmiş bir din.

Câmi, ilk zamanlarda siyasî, sosyal, kültürel bir merkezdi. Giderek İslâmî yapı içinde mimarî bir üslûp kazanarak kurumlaştı. Şifâhâneleri, aş evleri, medresesi, öğrencilerin ve gariplerin barınacağı bir yer, buluşma ve müşâvere yeri, kütüphanesi ve vakfiyeleri ile hayatın en can alıcı noktalarında yer alırdı. Câmi her şeydi. Bugün ise, bütün bu boyutlarından yalıtılmış, tek boyutlu soluk bir renktir sadece. Şükürler olsun ki, bu durum giderek pozitif yönde değişmekte, câmi yeniden aslî yapısına doğru bir evrim süreci içinde bulunmaktadır.

Câminin siyasî merkezlerin güdümünde rûhâniyetini yitirmesiyle, Müslümanlar câmi dışında bizzat hayatın içinde örgütlenmeye, câminin fonksiyonunu kendi evlerine, işlerine, sosyal hayatlarına, kültür dünyalarına taşıma gayretine girmişlerdir. Şunda kuşku yok ki, câmilerin biraz daha dejenere edilmesi ile bu dejenerasyona teslim olan mekânlar ve kişiler İslâm toplumundan tecrit edilecek ve dırar mescidi kavramı yeniden uyanacaktır.

İmamlara bunca maaşı niye veriyorlar dersiniz? Çok sevdikleri için, dine imana hizmet olsun diye mi? Yoo, onlara maaş verenler, onların ellerine kendi bildirilerini tutuşturup okutmak için veriyorlar... Bunda da çok başarılı değiller. Ama yine de güçlü bir oto sansür, oto kontrol mekanizması var.

Mihrâbın ve bu mevkînin hakkını verebilecek gerçek imamlar yetiştirmek, bu ümmetin boynuna borçtur. Ümmetin kurtuluşu, ancak, ehil âlimler ve imamların yetiştirilmesiyle gerçekleşecektir. Cenâze ve mevlit peşinden koşmayan, nikâh ve hatim paralarına tenezzül etmeyen ehl-i Kur’an, hamele-i Kur’an imam ve müezzinler tasavvur ettiğimiz takdirde ve bunun tedbirlerini aldığımız zaman din ve dindara bakış da bugünkü halinden çok farklı olacaktır.

Namaz kılanların imamlığa geçecek kişiyi seçmeleri haklarıdır. Mescit ehli, devamlı namaz kıldıracak kişiyi kendileri seçer. Eğer ihtilâf ederlerse, çoğunluğun seçtiği namazı kıldırır. Kişinin, cemaat istemediği takdirde imamlığa yeltenmesi doğru değildir.

“Üç kişinin namazları kabul olmaz. Bunlardan birisi, cemaat istemediği halde imamlık yapmak isteyen kişidir...”[12]

“Üç kişi vardır ki, namazları kulaklarını aşmaz: Kerih gördükleri halde bir cemaate imamlık yapan kişi...”[13]  (Ahmed Kalkan)

İmamlık ikiye ayrılır:

  • İmamet-i Kübrâ (Büyük İmamlık): İslâmî bir devletde, devleti yöneten yöneticiye büyük imam denilir. Bu imam, İslâm devletinde yaşayan tüm Müslümanların imamıdır. Bu imamın her şeyden önce sahih bir imana sahip olması, yani akidesinin sağlam olması gerektiği gibi ayrıca liyakatli, âdil, ilim sahibi gibi sıfatlara da haiz olması gerekir. Ayrıca, göreve tahakküm yoluyla değil, insanlardan bey’at alarak gelmiş olması gerekir. Yine, insanlar arasında Allah’ın kanunlarıyla hükmetmesi de gerekir.
  • İmamet-i Suğrâ (Küçük İmamlık): Cemaate namaz kıldırmak için imamlık yapan kimseye verilen isimdir. Namaz imamlığının şartları ise şu şekildedir:
  • Müslüman olmak: Kur’an ve sünnette gündeme gelen inanç esaslarına tümüyle iman eden, şirkten tamamıyla kendisini muhafaza eden bir kimse ancak imam olabilir ve onun arkasında namaza durulabilir. Günümüzde ne yazıktır ki, Kur’an ve sünnetin ölçülerini belirlediği bir Müslümanlıktan ziyade, geleneksel ve kültürel anlayışların, mezhebî ve kelamî ölçülerin esas görüldüğü bir İslâm anlayışının hâkim olduğunu görmekteyiz. Dolayısıyla da imamın kendisini İslâm’a nispet ederek Müslüman görmesi yeterli gelmemektedir. Çünkü Kur’an ve sünnetin şirk dediği nice hususların, bu gün kendilerini Müslüman gören insanlar tarafından işlendiğini görmekteyiz. Böyle bir durumda ne yazıktır ki dinin belirlediği ölçülere göre imamlık yapılmamakta, devletin belirlediği İslâm dışı yasalara bağlı kalarak namaz kıldırma memurluğu yapılmaktadır. Bu gibi kimselerin arkasında namaz kılmaktan sakınmak İslâmî açıdan daha doğru bir yoldur. En azından, bu kimselerin arkasında namaz kılmak zorunda olunmadığını hatırlatmış olalım. İslâm, namazı cemaatle kılmayı önemle tavsiye etmiştir. Fakat Efendimiz ve onun yolunun yolcusu olan imamların olduğu durumlarda bunu emrettiğini de unutmamak gerekir.
  • Akıllı olmak,
  • Ergen olmak,
  • Erkek olmak; Ancak cemaatin tümü kadınlardan müteşekkil ise imam kadın da olabilir. Fakat cemaatin içinde az da olsa namahrem olan erkekler varsa, kadının imamlığı meşru değildir.
  • Abdestli ve temiz olmak: Cünüplükten ve abdestsizlikten temizlenmemiş bir kimse, namaz imamlığı yapamaz.
  • Başkasına uymuş olmamak: Bir başka imama uymaya niyet eden bir kimse başkalarına imamlık yapamaz.
  • Özürlü olmamak: Burada özürden kasıt; abdesti bozacak şekilde sürekli burun kanaması, idrarı kaçırmak, yellenme gibi hususlardır. Bu tür özürleri olan kimseler, bu şekilde özürleri olmayan kimselere imamlık yapmaları caiz değildir.
  • Kur’an’ı düzgün okumayla ilgili kuralları biliyor olması: İmamlık yapacak kimsenin Kur’an-ı Kerim’i, manasını bozmayacak şekilde harflerin mahreçlerini, harekelerini ve uzatmalarını düzgün bir şekilde yapabilmeleri de gerekmektedir. Yine, Kur’an-ı Kerim’i, tecvid kurallarına riayet ederek okuyabilmesi de gerekmektedir. Bu konularda okuma hataları yapanların, kendilerinden daha düzgün okuyanlara imamlık yapmaları da doğru değildir.

İmamlığa Fâzilet Bakımından Ehil Olmanın Şartları:

Öncelikle şunu ifade etmek gerekir ki, imamlığa en layık olmanın şartlarının birincisi sahih bir imana sahip olması (yani itikadının Kur’an’a uygun olması), sonra da namaz konusunda uyulması gereken kuralları en iyi biliyor olmasıdır. Bunlarla birlikte âlimler bir takım şartlar daha öne sürmüşlerdir. Onları şu şekilde sıralamak mümkündür:

  • Bir evde namaz kılınıyorsa, ev sahibi diğerlerinden daha fazla imamlığa layıktır.
  • Namazın hükümlerini ve Kur’an’ı en iyi bilenin imam olması,
  • Şüpheli şeyleri terk eden, takva sahibi kimsenin imam olması,
  • Yaşı büyük olanların imam olması: Diğer hususlarda birbirleriyle aynı vasıflara sahip olan kişiler içinde yaşı büyük olanlar tercih edilmelidir.
  • Ahlâkı en iyi olanların imamlığa geçmeleri diğerlerinden daha faziletlidir.
  • Yukarıdaki vasıflara aynı ölçüde sahip olan kimseler arasında ise elbisesi en temiz olanlar diğerlerine tercih edilmelidir.

İmamlık Yapması Mekruh Olan Kimseler:

  • Fâsık olan kimseler: Dinin koyduğu ölçülere uymayan ve bu ölçüleri aleni bir şekilde ihlal eden kimselere fâsık denilir. Fâsık, inanç bakımından dinin belirlediği itikad esaslarına uymayan kimselere denildiği gibi, helâl ve haram ölçülerine uymayan kimselere de denilir. Eğer itikadi bir problemi varsa böyle bir kimsenin arkasında namaz kılınması caiz olmaz. Helâl ve haram ölçülerine riayet etmeyen imamın arkasında namaza durmak da mekruhtur.
  • Bid’at sahibi kimseler: Dinin koyduğu inanç esaslarına bağlı kalmayarak, fikri anlamda bid’at sahibi olan kimselerin arkasında namaz kılmak caiz değildir. Dinde olmayan bir uygulamayı dinin emriymiş gibi kabul ederek uygulayan, bid’at ehli kimselerin de arkasında namaz kılmak doğru değildir.
  • Cemaatin çoğunluğunun sevmediği kimsenin de, o cemaate imamlık yapması mekruhtur.
  • Namazı çok uzatarak cemaate eza veren kişinin de imamlık yapması mekruhtur. Bunun tersi olarak namazı gerektiğinden hızlı kıldıran bir kimsenin de imamlık yapması mekruhtur.
  • Okuyuşunda çokça yanılan bir kimsenin de imamlık yapması mekruhtur.
  • İmamın cemaatten ayrı, kapalı ve yüksekçe bir yerde namaz kıldırması da yine mekruhtur.

 

 

İmama Uymanın Şartları

Cemaatle namaz kılınırken cemaatin imama uymasına “iktidâ” denir. İmama uyarak namaz kılan cemaate de “müktedî” denilir. İmama uyarak namaz kılmak isteyen bir kimse şu şartlara uymalıdır:

  • Niyet ederken hem kılacağı namaza hem de imama uymaya niyet etmelidir.
  • İmamın kıldığı namaz çeşidi ile cemaatin niyet ettiği namaz da aynı namaz olmalı veya imamın namazı cemaatin namazından üstün olmalıdır. Yani, imam farz namaz kılıyorsa cemaat de farz namaza niyetlenmelidir. Ayrıca farz namaz kılan bir imama o vaktin farzını kılmış bir kimse, nafile namaz kılmak için uyabilir. Fakat nafile namaz kılan imama, farz olan bir namazı kılmak için uyulamaz.

Hanefî mezhebine göre bir kimse şu durumlarda farz kılan bir imama nafile niyetiyle uyamaz;

Sabah namazının farzını kılmış bir kimse, sabah namazının farzını kılan bir imama nafile namaz kılmak için uyamaz. Bunun sebebi sabah namazının farzından sonra nafile namazın olmamasıdır. İkindi namazını kılan kimsenin durumu da bu şekildedir.

Akşam namazını yalnız başına kılan birisi de yine nafile namaz kılmak için akşamın farzını kılan imama uyarak nafile namaz kılamaz. Bunun sebebi de akşam namazından sonra 3 rekâtlık nafile namazın olmamasıdır.

  • İmama uyan kimsenin, imamın hizasına veya önüne geçmemesi gerekir. Bu durum sadece Kâbe-i Muazzama’da geçerli değildir.
  • İmam ile cemaat arasındaki mesafe uygun aralıkta olmalıdır. Başka bir binada bulunan imama uymak caiz olmayacağı gibi, merkezi sistem üzerinden canlı olarak namaz kıldıran birisine uymak da caiz değildir. İmam ile cemaat arasında mekân birliği olmalıdır. Aynı mekân içinde duvarın arkasında veya bir üst katta bulunan imama uymak ise caizdir.
  • Namazın içindeki farz, vacip ve sünnetlerde imama uymak gerekir. İmam ile cemaatin fiilleri birbirine yakın olmalı, önce imam sonra da cemaat o fiilleri yapmalı, imamın fiilleri ile cemaatin fiilleri arasında makul olmanın dışında bir uzaklık bulunmamalıdır.
  • Ayrıca cemaatle namaz kılarken, ön safta boş yer varken arka safta tek başına namaza durmak mekruhtur.

Cemaat dört yerde imama uymak zorunda değildir:

  • İmam bilerek namaza bir secde ilave ederse,
  • Bayram tekbirlerini fazla yaparsa,
  • Cenaze namazının tekbirlerini fazla yaparsa,
  • Farz namazların son oturuşundan sonra ayağa kalkarsa.

Bu durumlarda cemaat, imamı uyarmalı, buna rağmen uyarıları dikkate almıyorsa imama uymamalıdırlar.

İmama uyan bir kimse şu fiilleri kendisi yapmak zorundadır:

  • Tekbir alırken elleri kaldırmak ve tekbir almak,
  • Subhâneke duasını okumak,
  • Rükû tekbirlerini getirmek,
  • Secde tekbirlerini söylemek,
  • Rükû ve secde zikirlerini söylemek,
  • Rükûdan kalkarken “Semi Allah’u limen hamide” ifadesini söylemek,
  • Tahiyyât duasını okumak,
  • Selâm vermek,
  • Bayram günlerinde teşrik tekbirlerini söylemek. Bu fiilleri imamın yapması cemaat için yeterli olmaz. Cemaatin de bu fiilleri ayrıca yapması gerekmektedir.

İMAMA UYANIN HALLERİ

  • İmama Namazın Başındayken Uymak: (Müdrik)

İmama, en geç, namazın birinci rekâtının rükûsünda yetişen kimseye müdrik denilir. Namazın ilk rekâtının rükûunda yetişen kimse o rekâta yetişmiş kabul edilir ve bu kimse namazın tamamını imamla birlikte kılmış kabul edilir.

Cemaat, farz namaza dururken nafile namaz kılan bir kimse, eğer ilk rekâtın kıraatinde ise, selam vererek namazını bozup imama uymalıdır. Eğer ikinci rekâtını kılıyorsa, ikinci rekâtta oturduğunda selam vererek imama uymalıdır. Üçüncü veya dördüncü rekâtlarını kılıyor ise namazını hızlıca tamamlamalı ve yetiştiği yerde imama uymalıdır. İmam namazı bitirip de selam verince, selam vermeden ayağa kalkarak kaçırdığı rekâtları kendisi tamamlamalıdır.

Cemaat, sabah namazının farzına durdukları bir durumda ise, eğer sünneti kılmamış ise hemen cemaatle birlikte farz namaza durur ve imamla birlikte namazı tamamlar. Daha sonra kalkar ve sabahın sünnetini yalnız başına kılar.

  • Cemaatle Namaz Kılarken Abdestin Bozulması ve Yeniden Abdest Alarak Namaza Yetişerek Namazı Tamamlamak: (Lâhik)

İmamla birlikte namaza başladığı halde, namazın bir bölümünü imamla birlikte kılamayan kimseye lâhik denir. Bu kimse, abdesti bozulunca hemen abdest almak için cemaatten ayrılır ve abdest alarak tekrar cemaate yetişir. Eğer imam selam vermeden kaçırdığı rekâtları kılarak imama yetişme durumu varsa, kaçırdığı rekâtları hızlıca kendi başına kılarak imamla birlikte namazı tamamlar. Fakat imama yetişme durumu söz konusu değilse, imama uyar ve imam selam verdikten sonra kalkar ve kılmadığı rekâtları sanki imama uymuş gibi tamamlar. Hanefî mezhebine göre böyle bir kimse nasıl ki imama uyunca kıraati kendisi yapmayıp imamın kıraatine tâbi oluyorsa, kaçırdığı rekâtları kıraat yapmadan tamamlar. Bize göre doğru olan ise kaçırdığı rekâtların kıraatini kendisinin yapmasıdır.

  • İmama Birinci Rekâttan Sonra Uymak: (Mesbûk)

Cemaatle kılınan namaza, birinci rekâtın rükûundan sonra yetişen kimseye de mesbûk denir. Böyle bir kimse, yetiştiği rekâtları imamla birlikte tamamlar ve imam selam verince, kendisi selam vermeden kalkarak kaçırdığı rekâtları tamamlar.

Genel kabule göre; böyle bir kimse için yetiştiği rekât, onun ilk rekâtı olur ve geri kalan rekâtları ona göre kılar. Örnek olarak, cemaate namazın ikinci rekâtında yetişen bir kimse, imam selam verince kalkar bir rekât namazı; hem Fâtiha hem de Kur’an’dan bir bölüm okuyarak tamamlar. Üçüncü rekâtta yetişen bir kimse; imam selam verince kalkar kaçırdığı iki rekâtı Fâtiha ve Kur’an’dan bir bölüm okuyarak tamamlar. Dördüncü rekâtta yetişen bir kimse ise; bir rekât namazı imamla kıldığı için, kalkar önce bir rekât kılar ve ilk iki rekâtı tamamladığı için oturur, sonra kalkar iki rekât daha kılarak namazını tamamlar. Kıraat yaparken de kaçırdığı rekâtların kıraatlerini dikkate olarak yapar.

VİTİR NAMAZI

Vitir (vitr) Arapça’da çiftin karşılığı olarak, “tek” demektir. Efendimiz, gecenin en son kılınan namazının vitir namazı olmasını uygulayarak teşvik etmiştir.

Vitir namazının kılınma zamanı, gecenin son üçte birlik bölümüdür. Efendimiz, vitir namazını gecenin sabaha yakın olan bölümünde kıldığı teheccüt namazından hemen sonra kılardı. Fakat gece kalkarak teheccüt ve vitir namazlarını kılamayacak kimselerin yatmadan önce de kılabileceklerini söylemiştir. Aslına bakarsak vitir namazı en son kılınması gereken namazdır diyebiliriz. Efendimiz en son olarak teheccüt namazını kıldığından dolayı vitir namazını da gece kıldığı teheccüt namazından sonra kılıyordu. Eğer bir kimse gece kalkıp teheccüt namazını kılmayacak, en son namaz olarak yatsı namazını kılacaksa, bu kimsenin yatsıdan sonra vitir namazını kılmasında bir beis yoktur. Fakat gece teheccüt namazından sonra kılmak daha faziletli, gece kalkamayacaklar için de yatsıdan hemen sonra değil de yatmadan önce kılınmasının daha faziletli olduğunu söyleyebiliriz.

İmam Ebû Hanife’ye göre vitir namazı, vacip hükmünde bir namazdır. Fakat Ebû Yûsuf, İmam Muhammed ve diğer üç mezhebe göre ise müekked sünnettir.

Vitir namazının rekât sayısı, âlimler arasında ihtilaflı olsa da bir, üç, beş gibi tek rekâtlı bir namaz olduğu konusunda ihtilaf yoktur.

Hanefî mezhebine göre vitir namazı, akşam namazı gibi üç rekât olup tek selamla kılınır. Delil aldıkları hadis rivayetinde, Âişe annemizin şöyle söylediği rivayet edilmiştir; “Hz. Peygamber üç rekât ile vitir kılar ve üç rekâtın sonunda selam verirdi.” (Nesâî, Hâkim)

Ebû Hanife’ye göre, üçüncü rekâtta rükûya varılmadan önce tekbir alınarak kunut duası okumak vacip, Ebû Yûsuf ve İmam Muhammed’e göre ise sünnettir.

Mâlikî mezhebine göre ise vitir namazı, bir rekâtlık bir namazdır. Vitir namazı kılmadan önce iki rekât sünnet namaz kılınır ve selam verilerek namaz bitirilir. Hemen akabinde vitir namazı bir rekât olarak kılınır.

Hanbelîlere göre ise vitir namazı bir rekâttır. Fakat üç veya daha fazla da kılınmasında bir sakınca yoktur.

Şâfiî mezhebine göre ise vitir namazının en azı bir rekât en fazlası ise on bir rekâttır. Şâfiîler de vitir namazının üç rekât kılınması durumunda Mâlikîler gibi önce iki rekât sünnet namaz kılınıp, selam verildikten hemen sonra bir rekât da vitir namazının kılınması gerektiğini söylemektedirler.

Hanefî mezhebinde vitir namazı şu şekilde kılınır:

Niyet edilir ve akabinde tekbir alınarak namaza başlanır. Subhâneke duası okunduktan sonra ilk iki rekâtta, önce Fâtiha, sonra da Kur’an’dan bir bölüm okunur. İki rekâtın sonunda oturulur ve selam vermeden üçüncü rekât için ayağa kalkılır. Üçüncü rekâtta da önce Fâtiha ve Kur’an’dan bir bölüm okunur. Rukûya gitmeden tekbir getirilerek eller kaldırılır ve sonra bağlanır. Burada kunut duaları okunur. Kunut duaları bitince rukü, secde ve son oturuş yapılır, bunların akabinde selam verilerek namaz tamamlanır.

Vitir Namazıyla İlgili Meseleler

  • Vitir namazı yalnız ramazanda cemaatle kılınır. Diğer zamanlarda bireysel olarak kılınır.
  • Vitir namazını cemaatle kılan bir kişi, eğer birinci rekâttan sonra imama yetiştiyse imamla birlikte kunut yapar, imam selam verdikten sonra yetişemediği rekâtları kılarken tekrar kunut yapmaz.
  • Hanefî mezhebine göre kunut ancak vitir namazında okunur, başka bir namazda kunut okunmaz. Fakat Şâfiî ve Mâlikîlere göre sabah namazının ikinci rekâtlarının rükûsu yapıldıktan sonra da kunut yapılır.

Hanefî mezhebine göre vitir namazında okunması gereken kunut duaları şu şekildedir;

اَللَّهُمَّ إِنَّا نَسْتَعِينُكَ وَ نَسْتَغْفِرُكَ وَ نَسْتَهْدِيكَ * وَ نُؤْمِنُ بِكَ وَ نَتُوبُ اِلَيْكَ * وَ نَتَوَكَّلُ عَلَيْكَ * وَ نُثْنِى عَلَيْكَ اْلخَيْرَ كُلَّهُ نَشْكُرُكَ وَ لاَ نَكْفُرُكَ * وَ نَخْلَعُ وَ نَتْرُكُ مَنْ يَفْجُرُكَ

اَللّٰهُمَّ اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَلَكَ نُصَلّ۪ى وَنَسْجُدُ * وَاِلَيْكَ نَسْعٰى وَنَحْفِدُ * نَرْجُو رَحْمَتَكَ وَنَخْشٰى عَذَابَكَ * اِنَّ عَذَابَكَ بِ الْكُفَّارِ مُلْحِقٌ

Anlamı:

"Allahım! Senden yardım isteriz, günahlarımızı bağışlamanı isteriz, razı olduğun şeylere hidayet etmeni isteriz. Sana inanırız, sana tevbe ederiz. Sana güveniriz. Bize verdiğin bütün nimetleri bilerek seni hayır ile överiz. Sana şükrederiz. Hiçbir nimetini inkâr etmez ve onları başkasından bilmeyiz. Nimetlerini inkâr eden ve sana karşı geleni bırakırız."

"Allahım! Biz yalnız sana kulluk ederiz. Namazı yalnız senin için kılarız, ancak sana secde ederiz. Yalnız sana koşar ve sana yaklaştıracak şeyleri kazanmaya çalışırız. İbadetlerini sevinçle yaparız. Rahmetinin devamını ve çoğalmasını dileriz. Azabından korkarız, şüphesiz senin azabın kâfirlere ve inançsızlara ulaşır."

Bu duayı bilmeyenler “Rabbenâ âtinâ” gibi bir dua da okuyabilirler.

 

CUMA NAMAZI

Bu namaza “Cuma namazı” denmesinin sebebi, Müslümanların bir araya toplanarak bu namazı birlikte eda ettiklerinden dolayıdır.

İslâm öncesi dönemde cuma gününe “Arûbe” denilmekteydi. Daha sonra Kureyşliler bu günü, kendileri için toplanma zamanı olarak belirlediler. Genel kabule göre, Ka’b İbn Lüeyn’in ilk defa bu günü Cuma olarak isimlendirdiği kabul edilir.

Efendimiz, risâletin Mekke döneminde Cuma namazı kılmamıştır. Hakkında Kur’an ve Efendimizden nakledilen bir haber olmasa da âlimlerin genel kabulüne göre Cuma namazı, Mekke’nin son dönemlerinde farz kılınmıştır. Âlimlerin bu kanaate varmalarının sebebi bu süreçte Medine’de Müslümanların Mus’ab İbn Umeyr ve Es’ad İbn Zürâre’nin arkasında Cuma namazını kıldıkları yönünde gelen rivayetlerden kaynaklanmaktadır. Bilindiği gibi Efendimiz Medine’ye hicret ettiğinde ilk önce Kuba’ya varıyor ve orada birkaç gün kaldıktan sonra Cuma günü Kuba’dan Medine’ye hareket ediyor ve yolda Cuma vaktinin girmesi üzerine, Salim İbn Avf Oğullarına ait olan bir bahçede ilk Cuma namazını kıldırıyor.

Şunu ifade etmek gerekir ki günümüzde bazı Müslümanlar; Cuma Namazının ancak İslâm devletinin olduğu yerlerde kılınabileceği, İslâm devletinin olmadığı yerlerde Cuma namazının kılınamayacağını iddia etmektedirler. Efendimizin hicretten önce Mekke’de Cuma namazını kılmamasını da kendilerine delil olarak kullanmaktadırlar. Lakin bu iddia sahiplerinin ne Kur’an’dan ve ne de sünnetten bir delilleri söz konusu değildir. Efendimizin Mekke’de Cuma kılmamasının sebebi oranın İslâm devleti olmayışından değil, güvenlik gerekçesinden dolayı kaynaklandığını düşünüyoruz. Cuma namazı, ancak cemaatle kılınabilecek bir namazdır. Müslümanların Mekke şartlarında böyle bir namazı ikame edecek güçleri söz konusu değildi. Vakit namazlarını bile topluma açık yerlerde kılamadıklarını, ancak gizlenerek kıldıklarını görmekteyiz. Bütün bu sebeplerden dolayı hiçbir güvenlik riski olmadığı durumları Mekke’ye kıyas yaparak, Allah’ın Kur’an’da gündeme getirdiği bir namazı kılmamak doğru değildir.

Ayrıca Cuma namazının Mekke’de farz kılındığı yönündeki iddiaların da sağlam bir dayanağı yoktur. Yani ilgili dönemde inen bir âyetle farz kılınmadığı gibi Efendimizden de o zamandan itibaren Cuma namazının farz kılındığına dair bir sözlü rivayet yoktur. Âlimler, bu zaman diliminde Medine’de Cuma namazı kılınmasından hareketle Mekke’nin sonlarında hicretten hemen önceye tekabül edecek bir zaman farz kılındığını söylüyorlar. Medine’deki Müslümanlar o dönemde Cuma namazını farz olarak mı kıldılar, yoksa nafile olarak mı kıldılar onu da bilmiyoruz. Bütün bu sebeplerden dolayı Kur’an’da bizden kılmamız istenen bir namazın, yoruma dayanan bu tür içtihatlardan dolayı kılınmaması doğru bir yaklaşım değildir kanaatindeyiz.

Cuma namazı, hutbe ve iki rekât namazdan ibaret olan bir ibâdettir.

Cuma Namazının Dayandığı Deliller

  • Kur’an- Kerim: Cuma namazına atıfta bulunularak kılınması gerektiği gündeme getirilir. Söz konusu âyette şu şekilde buyurulur; “Ey iman edenler! Cuma günü namaz için çağrı yapıldığında Allah’ı anmaya koşun ve alışverişi bırakın. Eğer bilirseniz, bu sizin için çok hayırlıdır. Namaz kılındı mı artık yeryüzüne dağılın ve Allah’ın lütfundan nasip arayın. Allah’ı da daima çok anın ki kurtuluşa eresiniz.” (Cum’a, 9-10)
  • Efendimizin Sünneti: “Beş vakit namaz, aralardaki (küçük) günahlara, Cuma namazı da bir sonraki Cuma namazına kadar olan (küçük) günahlara kefarettir.” (Müslim, Tahâre, 14-16); “Bir takım insanlar, ya Cuma namazını terk etmekten vazgeçerler ya da Allah onların kalplerini mühürler ve artık onlar gâfillerden olurlar.” (Müslim, Cum’a, 12)
  • Ümmetin İcmâsı: Efendimiz’den günümüze kadar hiçbir dönemde Müslümanlar arasında Cuma namazının farz olmadığı iddia edilmemiştir. Efendimiz’den günümüze kadar sürdürülen bir uygulama olarak ümmet, Cuma namazını sürekli olarak kılmıştır.

 

Cuma Namazının Farz Olmasının Şartları

Âlimler, mükellef olan bir kimseye Cuma namazının farz olması için ayrıca şu şartların da olması gerektiğini söylemişlerdir:

  • Erkek olmak: Her ne kadar Kur’an’da Cuma namazının sadece erkeklere farz olduğuna dair bir delil olmasa da, sünnetteki ve Efendimizden bize kadar gelen uygulamalardan anlıyoruz ki kadınlar Cuma namazı kılmak zorunda değillerdir. Cuma namazına iştirak etmedikleri zaman farz bir ibâdeti terk etmenin cezasıyla karşı karşıya kalmayacaklardır. Efendimizin şu şekilde buyurduğu rivayet edilmiştir; “Cemaatle Cuma namazı kılmak, her Müslüman’a farzdır. Ancak, köle, kadın, çocuk ve hastaya farz değildir.” (Ebû Dâvûd, Salât, 217)

Kadınların Cuma namazına katılmak zorunda bırakılmamalarının sebebi, kadınların kendilerine mahsus nice meşguliyetleri olmasından dolayıdır. Cuma namazının kadınlara farz olmaması demek; kadınlar Cuma namazı kılamazlar demek değildir. Sadece kadınların Cuma namazına katılma zorunlulukları yoktur demektir. Dolayısıyla bir kadın Cuma namazına iştirak edebilir ve kıldığı Cuma namazı o günün öğlen namazının yerine geçer. Dinimiz kadınları ikinci sınıf insan gördüğünden dolayı değil, onlara olan rahmetinden dolayı onları Cuma namazı kılmak zorunda bırakmamıştır. Kadınların sorumluluk alanı içinde onları Cuma namazına katılmaktan alıkoyan nice meşguliyetleri vardır. Gerek adet ve loğusalık halleri, gerek küçük çocukların bakımı, ayrıca hasta ve yaşlıların bakım ihtiyaçlarını karşılama vb. gibi hususlar, kadınların sorumluluk alanları içinde onları Cuma namazına katılmaktan alıkoyan hususlardır. Anladığımız kadarıyla alemlerin Rabbi olan Allah, kadınlara olan merhametinden dolayı onları Cuma Namazına katılmaktan muaf tutmuş, ancak imkân bulanların iştirak etmelerini istemiştir.

  • Hür olmak: Âlimlerin çoğunluğunun görüşüne göre kâfirlerin ellerinde esir bulunan kimseler de Cuma namazı kılmak zorunda değillerdir. Çünkü Cuma namazı ancak cemaatle kılınan bir namazdır. Tutsakların cemaat oluşturarak namaz kılmaları ise genellikle söz konusu olamamaktadır. Dolayısıyla güçlerinin yetmeyeceği bir işle mükellef tutmak olacağından, esirler Cuma namazını kılmaktan muaf tutulmuşlardır.

Ayrıca köle olanların da Cuma kılmaktan muaf tutulduğu âlimler tarafından yukarıdaki hadis rivayeti delil alınarak ifade edilmiştir. Fakat günümüz şartları açısından kölelik olmadığından bu konuyu gündeme getirmenin anlamsız olacağı kanaatindeyim. Bununla birlikte o günün şartları içinde konuya baktığımızda, bir başkasının mülkü olarak kabul edilen kölelerin efendilerinin izni olmadan Cuma namazına katılmaları mümkün değildi. Efendimizin yaşadığı dönemde, Cuma namazının kendilerine farz kılınması sebebiyle köleler kaldıramayacakları kadar zor bir yükün altına sokulmuş olurlardı. Dolayısıyla dinin, köleleri Cuma namazından muaf tutmasının sebebi onları ikinci sınıf insan olarak gördüğünden değil, onlara olan merhametindendir. Eğer dinimiz onları ikinci sınıf insan olarak görseydi onların Cuma namazı kılmasını yasaklardı. Öyle bir durum asla söz konusu olmamıştır. Böyle bir konu âlimler arasında hiçbir zaman tartışma konusu olmamıştır. O dönemde Müslümanların sahip oldukları köleleri Cuma namazına katılmaktan men ettiklerine dair elimizde bir kanıt yoktur.

  • Mukim olmak: Meşru olan herhangi bir iş için oturduğu beldeden ayrılarak başka bir beldeye kısa süreliğine giden kimselere seferi, diğer bir adıyla yolcu denir. Bu kimseler de Cuma namazı kılmaktan muaf tutulmuşlardır. Fakat bu kimseler Cuma namazı kılarlarsa kıldıkları Cuma geçerlidir ve o günün öğlen namazını kılmaları gerekmez. Bu kimseler cumaya katılmak zorunda bırakılsaydılar, yolda büyük zorluklarla karşı karşıya kalacaklardı. Cuma namazına iştirak etmeden yola çıkamayacakları gibi yolda da Cuma namazını dikkate alarak hareket etmek zorunda kalacaklardı. Cuma namazını kılacakları yerlere uğramak zorunda kalacaklardı. Bu da ister istemez onlara büyük zorluklar getirecekti.
  • Cuma namazına engel olacak bir özrün bulunmaması: Cuma namazına katılamayacak kadar hasta olmak veya Cuma namazına katıldığı takdirde hastalığın iyileşme zamanının gecikmesi, ya da salgın bir hastalığa müptela ise onu diğer insanlara bulaştırma durumunun olması gibi sebepler de Cuma namazına katılamamak için özür kabul edilmiştir. Ayrıca, kör ve kötürüm olan kimseler, hava koşullarının kötü olması, cana ve mala zarar gelmesinden korkulması gibi durumlar da Cuma namazına katılmamak için özür kabul edilmiştir.

Cuma Namazının Sahih Olabilmesi İçin Gereken Şartlar

Fıkıh kitaplarında birçok ihtilafla birlikte şu şartlar gündeme getirilmiştir: Cuma kılınacak yerin şehir veya şehir statüsünde bir yer olması; devletin izninin bulunması; bir şehirde birden fazla yerde Cuma namazı kılınıyorsa o zaman nasıl hareket edileceği gibi bir takım şartlar fıkıh kitaplarında gündeme getirilmektedirler. Bu şartlar ictihadi olduklarından dolayı, bu şartların oluşmadığı durumlarda Cuma namazı kılınmaz demenin doğru olmadığı kanaatindeyiz. Bu şartlar haricinde Cuma namazının sahih olması için şu şartların olması gerekir:

  • Her şeyden önce Cuma namazının sahih olabilmesi için Kur’an’ın belirlediği imanî hakikatlere bağlı, akidesi sağlam, fâsık ve bid’atçi de olmayan bir imamın arkasında Cuma namazını kılmak gerekir. Akidesi bozuk olan bir imamın arkasında kılınan namaz geçerli olmayacağından, böyle kimselere uyarak Cuma veya vakit namazlarını kılmak da caiz değildir. Yine İslâm düşmanı olan zâlim ve tâğutları öven, dinin koyduğu hakikatleri örten veya gizleyen kimselerin de arkasında namaz kılmak caiz değildir. Allah’ın belirlediği kulluk yasalarına değil de devletin kendisi hakkında belirlediği, dinin koyduğu ilkelere ters yasalara bağlı kalan, adeta dinin imamı değil de İslâm dışı devletlerin memuru gibi hareket eden kimselerin de arkasında namaz kılınmaz. Ayrıca Kur’an ve Sünnette, bir Müslümanın uymak zorunda olduğu temel ilkelere göre hareket etmeyen, örneğin faiz yiyen, zina eden, zekât vermeyen, oruç tutmayan bir imamın arkasında namaza durmak da caiz değildir.
  • Cemaat: Cuma namazı ancak cemaatle kılınan bir namazdır. Hanefî mezhebine göre en az üç, Şâfiî mezhebine göre de en az kırk kişi olmalı ki Cuma namazı kılınabilsin. Fakat cemaat sayısındaki bu ihtilaf da sağlam bir delile dayanmadığından, biz bu konuyu tâli bir konu olarak görüyoruz. Cemaat sayısının kaç olması gerektiğiyle ilgili Efendimizden bir nakil gelmemiştir. Burada Hanefî mezhebinin Arapçada çoğul kalıplarının en az üç kişi için kullanılmasından hareketle Cuma namazı için de en az üç kişi olmalıdır şeklindeki görüşleri, bize daha makul gelmektedir. Allah ve Rasûlünün belirlemediği ilkeleri dinin ilkeleriymiş gibi kabul etmek doğru olmaz. Hele içtihada dayanan görüşlerden dolayı bir namazı kılmamak hiç mi hiç doğru değildir. Bütün bunlara rağmen, ümmetin toplanabileceği kadar kalabalıklar olarak Cuma namazını birlikte kılmaları tabi ki daha doğrudur. Efendimiz, Medine döneminde, Medine’de oturan tüm Müslümanların Mescid-i Nebevî’de Cuma namazına iştirak etmelerini ısrarla tavsiye etmiştir. Lakin günümüzde ne İslâm devletimiz var, ne bize Cuma kıldıracak Efendimiz gibi bir imamımız var, ne de Allah’ın dininin Allah’ın istediği şekilde anlatıldığı Mescid-i Nebevîmiz var. Dolayısıyla Müslümanlar, kaç kişi toplanabiliyorlarsa bir araya gelerek akidesi sağlam bir imamın arkasında Cuma Namazını eda etmelidirler.
  • Vakit: Cuma namazı ancak, Cuma günü öğlen namazı vaktinde kılınır. Öğlen namazının vakti girmeden kılınmayacağı gibi ikindi vakti girdikten sonra da kılınamaz. Hatta Cuma namazı için imam hutbedeyken ikindi namazının vakti girse artık o namaz bozulur. Fakat imam namaza başlayıp birinci rekâtı kıldıktan sonra ikindi vakit girmiş olsa Cuma namazı geçerli olur.
  • Hutbe: Cuma namazının bir başka şartı da hutbedir. Cuma namazını diğer farz namazlardan ayıran en önemli husus, içerisinde hutbenin olmasıdır. Hutbenin içeriğinin Allah’a hamd, Resûlüne salâvat ve müminlere duayı içermesi sünnete uygun olan şeklidir. Uzun ve kısa olması çok önemli değildir. Bununla birlikte sünnete uygun olanı; hutbenin namazdan daha kısa olmasıdır. Ayrıca imamın hutbe okurken tüm cemaati görebilecek yüksekçe bir yere çıkması da gerekmektedir. Şâfiî mezhebine göre hutbenin Arapça okunması şarttır. Fakat bu Cuma’nın farz kılınma maslahatına uygun bir görüş değildir. Arapça bilmeyen insanlara anlamadıkları bir dilde uyarı ve nasihatlerde bulunmak dinin hedeflediği maslahatlardan değildir. Bundan dolayı hutbenin uyarı ve nasihat olan kısmının, insanların anladığı dilde olması daha doğrudur.

Hutbenin vacipleri şunlardır: İmamın hutbeyi ayakta, insanlara doğru dönerek, abdestli ve avret yerlerinin de kapalı olduğu şekilde okuması gerekir.

Hutbenin sünnetleri ise şunlardır: Hutbeyi ikiye ayırmak, iki hutbe arasında bir miktar oturmak gerekir. Birinci hutbe; Allah’a hamd, peygambere salâvat ve takvayı tavsiye veya öğüdü içermeli, ikinci hutbede ise, ayrıca mü’minlere de dua edilmelidir. Birinci hutbe ikinci hutbeden daha kısa olmalıdır.

İmam minbere çıktığı zaman, müezzinin ezan okuması gerekmektedir. Efendimiz döneminde Cuma için sadece bu ezan okunurken, Hz. Osman (r.a.) döneminde çarşıda bulunan insanlara namaz vaktinin girdiğini bildirmek için ayrıca bir ezan daha okunmaya başlandı. O tarihten sonra, bir, vaktin girdiğini belli etmek için, bir de, imam minbere çıktığı zaman olmak üzere iki defa ezan okunmaya başlandı. Maslahata uygun olanın da bu olduğu kanaatindeyiz.

Hutbe, Cuma namazının farzlarından kabul edildiği için hutbe esnasında konuşmak ve başka şeylerle meşgul olmak da caiz değildir.

Cuma günü yıkanmak, güzel koku sürünmek, dişleri temizlemek, güzel ve temiz elbise giymek de müstehaptır.

Cuma namazından sonra Zuhr-i âhir (son öğle namazı) diye kılınan namazın sünnette kılınmadığını ifade etmek gerekir. Ayrıca, zuhr-i ahir namazının kılınma sebebi olarak zikredilen hususların sağlam bir temele dayanmamasından dolayı bu namazı kılmanın doğru olmadığı kanaatindeyiz. Zuhr-i ahir namazının kılınmasının sebebi, şartları yerine gelmediğinden dolayı kılınan Cuma namazının kabul olmama ihtimalinin bulunduğu görüşüdür. Mezheplerin Cuma namazının şartları olarak gündeme getirdikleri hususlar yukarıda ifade ettiğimiz gibi ictihadir. Dolayısıyla biz, yukarıda şartlarını gündeme getirdiğimiz şekilde Cuma namazı kılınıyorsa, zuhr-i ahir diye bir namazın ayrıca kılınmasının doğru olmadığını düşünüyoruz. Çünkü ne Efendimiz, ne de ondan sonra sahabe böyle bir namaz kılmamıştır. Şunu da ifade edelim ki bir vakitte, iki farz namaz kılınmaz. Cuma namazının geçerli olmadığına inanan Cuma namazını kılmamalı, geçerli olduğuna inanan kimse de zuhr-i ahir adıyla öğlen namazını kılmamalıdır. Hem geçerli olabilir diye cumayı hem de Cuma geçerli olmaz diye vakit namazını kılmak doğru bir yaklaşım değildir.

Cuma namazından önce kaç rekât sünnet namaz olduğu konusu âlimler arasında tartışmalı bir konudur. Kimi âlimlere göre Cuma namazından önce hiçbir nafile namaz yoktur. Kimi âlimlere göre sadece iki rekât mescit namazı vardır, kimi âlimlere göre de dört rekât sünnet namaz vardır. Her görüş sahibi de kendilerine bir takım rivayetleri delil olarak almaktadırlar. Bize göre bu görüşlerin hepsiyle de amel edilebilir. Fakat bizim en doğru gördüğümüz görüş; iki rekât namaz kılınması yönündeki görüştür. Bu konuyu Zadu’l Meâd adlı kitabında gündeme getirerek konuyla ilgili rivayetleri tahlil eden İbn Kayyım el-Cezviyye de iki rekât kılınması gerektiği görüşünü daha isabetli bulmuştur.  

Cuma namazından sonra, dört rekât nafile namaz söz konusudur. Bununla birlikte Efendimizin Cuma’dan sonra dört rekât namaz kıldığına dair rivayetler[14] olduğu gibi iki rekât kıldığına dair de rivayetler[15] vardır.

 

BAYRAM NAMAZI

İslâm’da bayram günleri iki tanedir. Birincisi Ramazan (Fıtr) bayramı, diğeri de Kurban bayramıdır. Bunun haricinde yıl içerisinde bayram olarak kutlanacak başka bir gün yoktur. Efendimiz Medine’ye hicret ettiğinde Medinelilerin iki günü ulusal bayram olarak kutladıklarını görmüş, onları ilga ederek yerine yukarıda zikrettiğimiz bayramları kutlamalarını söylemiştir. Bunun içindir ki bir Müslüman hangi toplumda yaşarsa yasasın, o toplumun bayram kabul ettiği ve cahiliyye ile aidiyeti olan günleri bayram olarak kutlayamaz, o kutlamalara katılamaz.

Bayram namazı, Kur’an-ı Kerim, sünnet-i seniye ve Müslümanların hiç kesintiye uğramadan uygulaya geldikleri pratikleri arasında hep bulunmuştur. Kur’an’da; “Rabbin için namaz kıl ve kurban kes” (Kevser, 2) diye buyurulur. Buradaki namaz ve kurbandan kasıt âlimlerin çoğunluğuna göre Kurban bayramı namazı ve bu bayramda kesilen kurbandır.  

Efendimizin ilk kıldığı bayram namazı ise hicretin ikinci yılındaki Kurban bayramı namazı olmuştur.  Efendimiz bayram namazlarını mescitten ziyade açık alanda (musallada) kılardı. Kadınların, genç kızların ve çocukların da katılmalarını isterdi.

Bayram namazında da Cuma namazında olduğu gibi hutbe okurdu. Fakat bayram namazında Cuma namazının aksine önce namaz kılar sonra hutbe okurdu. Yine Bayram namazı kılınırken Cuma namazında olduğu gibi ezân okunmaz ve kâmet getirilmez.

Hanefî mezhebine göre bayram namazının hükmü vacib, Hanbelî mezhebine göre Farz-ı kifâye, Mâlikî ve Şâfiîlere göre ise müekked sünnettir.

Bayram namazının vakti; güneş doğu ufkunda bir-iki mızrak yükselince başlar, güneş tam tepe noktaya bir-iki mızrak mesafe kalıncaya kadar devam eder. Saat üzerinden söylersek güneş doğduktan yaklaşık olarak 45-50 dakika sonra namazın vakti başlar, öğlen namazı vaktinin girmesine 45-50 dakika kalıncaya kadar devam eder.

Bayram namazını bayramın birinci günü kılmak esastır. Fakat birinci gün herhangi bir sebepten dolayı kılınmaz ise ikinci gün de kılınabilir.

 

Bayram Namazının Kılınışı:

Bayram namazı, iki rekâtlık nafile bir namazdır. Bayram namazında diğer namazlardan farklı olarak, her rekâtta üç tekbir olmak üzere, altı ilave tekbirle kılınır.

Bayram namazı şu şekilde kılınır: İmam niyetlenerek tekbir alır. Cemaat de imama uyarak, niyetle beraber tekbir alarak namaza başlarlar. “Subhâneke” duası okunduktan sonra imam, sırasıyla üç tekbir daha alır. Tekbir alınırken eller yukarı kaldırılır sonra yanlara salınır. Tekbirler arasında üç defa “subhânallah” diyecek kadar durmak gerekir. Bu tekbirlerden sonra imam sesli olarak Fâtiha ve Kur’an’dan bir bölüm okur. Sonra rûkü ve secde yapılarak ikinci rekâta kalkılır. İmam yine, Fâtiha ve Kur’an’dan bir bölüm okur ve üç tekbir daha getirir. Dördüncü tekbirde rûküya gidilir ve rûkü, secde ve son oturuşla namaz tamamlanır. Hanefî mezhebine göre bayram namazında alınan bu ilave tekbirlerin hükmü vaciptir.

Hanefî mezhebinin dışındaki üç mezhebe göre, tekbirler iki rekâtta da kıraatten önce alınır. Hanbelî ve Mâlikî mezhebine göre birinci rekâtta altı, ikinci rekâtta da beş tekbir olmak üzere on bir tekbir alınır. Şâfiî mezhebine göre de ilk rekâtta yedi, ikinci rekâtta da beş tekbir olmak üzere on iki tekbir getirilir. Bu ihtilafların sebebi de konuyla ilgili aktarılan rivayetlerdeki farklı sayıların gündeme gelmiş olmasından kaynaklanmaktadır.

Bayram günlerinde erken kalkmak, yıkanmak, güzel kokular sürmek, güzel elbiseler giyinmek, Müslümanlara karşı güler yüzlü olmak müstehap olan davranışlardandır.

Ramazan bayramında, namazdan önce bir şeyler yemek müstehap olduğu gibi, kurban bayramında ise namazdan önce bir şeyler yememek müstehaptır. Efendimiz önce namazı kıldırır sonra kurbanını keser ve onu pişirmelerini söyleyerek öncelikle ondan yerdi.

 

 

Teşrik Tekbirleri

Kurban Bayramının birinci gününe; “yevm-i nahr” denir. Diğer üç gününe de; “eyyâm-i teşrik (teşrik günleri” denilir. Bayramdan bir gün önceye de “yevm-i arafe (arafe günü)” denilir.

Arafe günü sabah namazından itibaren, bayramın dördüncü günü ikindi namazına kadar her farz namazın akabinde; اَللّهُ اَكْبَرُ اَللّهُ اَكْبَرُ لاا اِلهَ اِلاَّ اللّه وَاللّهُ اَكْبَرُ اَللّهُ اَكْبَرُ وَلِلّهِ الْحَمْدُ “Allah’u ekber, Allah’u ekber, lâ ilâhe illalahu vallahu ekber. Allah’u ekber ve lillahilhamd”[16] diyerek toplamda 23 vakitte tekbir getirilir. Bu tekbirleri getirmenin hükmü vaciptir. Bir vakitte bu tekbiri getirmeyi unutan bir kimsenin, bir sonraki vakitte kazasını yerine getirmesi gerekir.

NÂFİLE NAMAZLAR

Farz ve vacip namaz dışında kılınan namazların tamamı nâfile namazlardır. Bu namazların bir kısmına, vakitleri olduğundan dolayı “revâtip sünnet” de denilir. Farz namazların öncesinde ve sonrasında kılınan namazlar, teravih namazı, kuşluk namazı, evvabin namazı, teheccüt namazı gibi namazları revâtip sünnete örnek olarak verebiliriz. Ayrıca Efendimizin, devamlı yapıp yapmaması yönüyle de bu namazlar tasnife tâbi tutulmuştur. Efendimizin sürekli yaptığı namazlara “müekked sünnet”, bazen yapıp çoğu zaman yapmadığı sünnetlere de “gayr-ı müekked” sünnet denilir.

Müekked Sünnet Namazlar

Vakit namazlarına bağlı olan müekked sünnet namazlar şunlardır: Sabah namazının iki rekât sünneti. Öğlen namazının farzından önce kılınan dört ve sonra kılınan iki rekât sünnet namazlar. Akşam namazının farzından sonra kılınan iki rekât namaz ve yatsı namazının farzından sonra kılınan iki rekât namazdır. Ayrıca ramazanlarda kılınan teravih namazı ve yine Cuma namazından sonra kılınan dört rekât sünnet de, müekked sünnet olan namazlardandır.

 

Teravih namazı: Teravih namazı sadece ramazan ayında kılınan nâfile bir namazdır. Efendimiz, ramazan orucunun farz kılındığı yıl, mescitte üç veya dört gün teravih namazını kılmış ve sahabeler de onunla birlikte cemaat olarak namaza durmuşlardır. Efendimiz, bu durumun sonraki zamanlarda farz bir namaz olarak telakki edileceğini düşündüğünden dolayı bir daha mescitte bu namazı kılmamış, evinde kılmıştır. Hz. Ömer’in halifeliği dönemine kadar insanların bireysel olarak kıldıkları teravih namazı; Hz. Ömer’in düzenlemesiyle Ubey ibn Ka’b’ın imamlığında yirmi rekât olarak cemaatle kılınmaya başlanmış ve bundan sonra da yirmi rekât ve cemaatle kılınan bir namaz olarak günümüze kadar gelmiştir.

Bu namazın yirmi rekât olduğuna dair Efendimizden gelen herhangi bir rivayet söz konusu değildir. Hz. Ömer’in yirmi rekât olarak kıldırmasına, sahabenin karşı çıkmamasından hareketle Efendimizin de yirmi rekât kıldığını söylemişlerdir. Oysa bu net bir bilgi değildir. Hz. Âişe annemizden rivayet edilen bir hadiste şu şekilde buyurulur; “Hz. Peygamber ne Ramazan’da ne de Ramazan dışında (bir gecede) on bir rekâttan fazla nâfile namaz kılmamıştır…” (Buhârî, Teheccüd, 16) Bu rivayeti esas alan bazı âlimlere göre teravih namazı sekiz rekâttır. Dolayısıyla rekât konusunda ihtilaf olsa da ister yirmi, isterse de sekiz rekât teravih namazı kılmak, müekked sünnettir.

Gayr-i Müekked Sünnet Namazlar

İkindi namazının farzından önce kılınan dört rekât namaz, sağlam bir kaynağa dayanmıyor olsa da yatsı namazından önce kılınan dört rekât sünnet namaz da gayr-i müekked namazlara örnek olarak kitaplarda zikredilmektedir. Yatsı namazından önce kılınan dört rekât sünnet namazla ilgili birinci derecede muteber kabul edilen hadis kaynakları arasında yer alan kitaplarda, herhangi bir hadis rivayeti yoktur. Bu sebepten dolayı, yatsı namazının farzından önce kılınan bu namazı sünnet olarak görmek doğru değildir.

Vakit Namazlardan Bağımsız Olarak Kılınan Nâfile Namazlar:

  • Teheccüd Namazı: Efendimizin hiç terk etmediği ve gecenin yarısını veya üçte birini ayırarak uzun uzun kıldığı bir namazdır. “Gecenin bir vaktinde kalkıp kendine mahsus nâfile bir ibadet olarak da namaz kıl ki, rabbin seni övülmüş bir makama yükseltsin.” (İsrâ, 79) Kur’an-ı Kerim’de kendisinden bahsedilen ve kılınması tavsiye edilen bir namazdır. (Müzzemmil, 20; Secde, 16; Furkân 63-64; Zâriyât, 17-18) En az iki, en fazla da sekiz rekât olarak kılınan bir namazdır.

Teheccüd namazının vakti; gecenin son üçte birlik kısmıdır. Yani gecenin sabaha en yakın olan bölümüdür. Teheccüd namazı kılmak için az da olsa uyumak gerekmektedir. Hiç uyumayan kimsenin kıldığı namaz teheccüd namazı değil, nafile namaz hükmündedir.  Efendimiz vitir namazını, teheccüd namazını kıldıktan sonra kılardı. Dolayısıyla gece kalkıp teheccüd namazı kılacak olanlar vitir namazını yatmadan önce değil, teheccüd namazından sonra kılmalıdırlar.

  • Kuşluk Namazı: Kuşluk namazına “Duhâ namazı” da denilmektedir. Kuşluk namazının vakti; sabah güneş doğduktan yaklaşık olarak 45-50 dakika sonra başlar, öğlen namazından 45-50 dakika önceye kadar devam eder. Kuşluk namazı en azı iki rekât, en fazla da on iki rekât olarak kılınabilir. Daha faziletli olanı dört rekâttır.[17]
  • Evvâbin Namazı: Akşam namazından sonra kılınan altı rekâtlık bir namazdır. Efendimiz bu namazı kılmış ve kılınmasını tavsiye etmiştir.[18]
  • Tahıyyetu-l Mescit (Mescidi Selamlama) Namazı: Mescide giren bir kimsenin iki rekât namaz kılması sünnettir. Efendimiz de mescide her girdiğinde iki rekât namaz kılmış ve ashabına da tavsiye etmiştir.[19]
  • Abdest ve Gusülden Sonra Namaz: Abdest ve gusül alındıktan sonra iki rekât namaz kılmak yine tavsiye edilen sünnet namazlardandır.[20]
  • Yolculuğa Çıkarken veya Yolculuktan Dönerken Kılınan Namaz: Efendimiz yolculuğa çıkarken genellikle evde, yolculuktan dönerken de genellikle mescitte iki rekât nâfile namaz kılardı.
  • Hâcet Namazı: Yatsı namazından sonra iki veya dört rekât olarak kılınan nâfile bir namazdır. Allah’u Teâla’dan meşru bir talebi olan kimse, bu namazı kıldıktan sonra ister kaynaklarda zikredilen hâcet duasını okuyarak, isterse de Allah’a hakkıyla hamd ve Peygamber Efendimize salavât getirdikten sonra, Allah’tan isteyeceği şeyi ister. Kaynaklarda, Efendimizin yaptığı zikredilen hâcet duasının manası şu şekildedir; “Hilim ve kerem sahibi olan Allah’tan başka ilah yoktur. Yüce arşın Rabbi olan Allah’ı teşbih ederim. Hamd âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur. Allah’ım! Rahmetini gerektiren şeyleri, kesin affını, her iyiliği elde etmeyi, her günahtan uzak olmayı, senden dilerim. Benim, bağışlamadığın hiçbir günahımı, gidermediğin hiçbir tasamı ve senin rızana uygun olup da yerine getirmediğin hiçbir ihtiyacımı bırakma. Ey merhametlilerin en merhametlisi.” (Tirmizî, Bitr, 17)
  • İstihâre Namazı: Herhangi bir iş yapmaya niyetlenen kimsenin, o işi yapıp yapmama konusunda kendisine yardım etmesi için Allah’ın yardımını talep etmeden önce iki rekât namaz kılmasına istihâre namazı denir. Kişi yatmadan önce iki rekât nafile namaz kılar ve sonra da istihâre duasını okuyarak yatar. İstihâre duası şu şekildedir: “Allah’ım senin ilmine güvenerek senden hakkımda hayırlı olanı istiyorum, gücüme güç katmanı, sınırsız lütuf ve kereminden bana ihsan etmeni istiyorum. Çünkü senin her şeye gücün yeter, benim her şeye gücüm yetmez. Sen her şeyi bilirsin, fakat ben gayb olanı bilmem.

Allah’ım! Yapmayı düşündüğüm bu iş, benim dinim, hayatım ve geleceğim -veya dünyam ve ahiretim- konusunda hayırlı ise, bunu bana takdir et, kolaylaştır, bunu hakkımda bereketli eyle. Yok eğer benim dinim, hayatım ve geleceğim, -veya dünyam ve ahiretim- konusunda kötü ise onu benden, beni de ondan uzaklaştır. Hakkımda hayırlı olan her ne ise onu takdir et ve beni hoşnut ve mutlu eyle!” (Buhârî, Teheccüt, 25)

Bu namazla ilgili olarak bir takım hurafeler ortaya çıkmış durumdadır. Şöyle ki: İstihâre namazını kılıp, duasını da yaptıktan sonra yatan kimse; kırmızı görürse o işi yapmamalı, yeşil görürse o işi yapmalı gibi, temeli Kur’an ve sünnete dayanmayan bir takım yaklaşımlar söz konusudur. Bir Müslüman bunlardan yüz çevirmelidir. Şunu bilmeli ki istihâre namazı; Allah’tan, namazı vesile kılarak yardım istemenin ötesinde bir şey değildir. Allah bu namaz vesilesiyle gayb perdelerini açmayacaktır. Dolayısıyla rüyada, yapılacak işin kişi için hayırlı mı yoksa şer mi olduğunu bildirmeyecektir. Eğer böyle bir durum doğru olsaydı, insan her işte bu namazı kılar ve hep hayırlara ulaşır ve kötülüklerden de kendisini muhafaza etmiş olurdu. Bu da insan için imtihanın ortadan kalması anlamına gelir. Bu namaz; Allah’tan yardım talep etmenin ötesinde başka bir şey değildir.

  • Tevbe Namazı: Tevbe namazı, günahlarına tevbe etmek isteyen bir kimsenin, tevbesinin Allah katında makbul olabilmesi için namazı vesile ederek kıldığı iki rekât nafile bir namazdır. Tevbe etmek için namaz kılmak şart değildir, fakat tevbenin kabulünü daha etkili kılmak için kılınır. Yani, iki rekât namaz kılan bir kimse, bu haliyle Allah’a daha fazla yaklaşmış olur ve bu durumdayken de tevbe ederse Allah katında tevbesi daha makbul olur. Konuyla ilgili olarak Efendimizden rivayet edilen bir hadisde şu şekilde buyurulur; “Bir kul günah işler de sonra kalkıp güzelce abdest alır ve iki rekât namaz kılarak Allah’tan bağışlanma dilerse Allah onu mutlaka affeder.” (Müslim, Tahâre, 5-16)
  • Yağmur Duası Namazı: Yağmur duası namazı Cuma namazı gibi kıraati açıktan okunarak kılınan iki rekâtlık nafile bir namazdır. Yağmur duası namazında da Cuma namazında olduğu gibi hutbe okunur, fakat hatip minbere çıkmadan hutbeyi okur. Yağmur dualarıyla ilgili Efendimizden rivayet edilen birden çok dua örnekleri kitaplarda söz konusudur. Bu dualardan birisi yapılabildiği gibi, yağmur talep eden başka dualar da yapılabilir. İmam Ebû Hanife’ye göre bu namazın cemaatle kılınması mekruhtur. Diğer imamlara göre ise cemaatle kılınan bir namazdır.
  • Küsûf (Güneş Tutulması) Namazı: Güneşin tutulduğu zaman, cemaatle, en az iki rekât olarak kılınan bir namazdır. İhtilaflı olmakla birlikte imam kıraati açıktan okuyarak yapar. Bu namazı Efendimiz de kılmıştır.[21] Ayrıca güneş tutulması bitene kadar namazı uzatmak daha faziletlidir.
  • Husûf (Ay Tutulması) Namazı: Ay tutulduğu zaman iki veya dört rekât kılınan, nafile bir namazdır. İmam Ebû Hanife’ye göre bu namazın cemaatle ve mescitte kılınması sünnet değildir, dolayısıyla münferit olarak kılınır. İmam Şâfiî ve Ahmed ibn Hanbel’e göre ise cemaatle kılınır.

 

Dünyayı bir imtihan ve ahiret için azık hazırlama yeri olarak görmesi gereken Müslüman, farz namazları kılmaya özenle riayet ettiği gibi bunlara ilave olarak nâfile namazları kılmaya da önem vermelidir. Çünkü sırf Allah rızasını gözetmek için kılacağı bu namazlar, ahirette kendisi için hazırlanmış olan ilahi terazinin sevap kefesine konulacak, belki de azaptan kurtulmasının sebebi olacak veya cennetteki mevkisinin yükselmesine sebebiyet verecektir. Nâfile namazlar kılınmadığı zaman Allah bunların hesabını sormayacaktır fakat kılındığı zaman mükâfatını ahirette karşımıza çıkaracaktır. Ayrıca nâfile ibâdetlerin, farzlar gibi bizleri Allah’a yaklaştıran bir işlev gördüklerini de unutmayalım. Allah indinde razı olunan kullardan olmak isteyen bir kimse, farzıyla, nafilesiyle tüm ibâdetleri yerine getirme gayreti içinde olmalıdır. Özellikle de zamanı ve imkânı söz konusu olduğunda.   

 

SECDELER

  • Sehiv Secdesi:

Sehiv; bir şeyde yanılmak, onu bilmeyerek terk etmek demektir. Namaz kılan bir kimsenin namazın farzlarından birisini tehir etmesi veya vaciplerinden birisini terk veya tehir etmesi neticesinde, bu hataları telafi etmek için namazın sonunda yaptığı secdeye sehiv secdesi denir.

Namazın farzlarından olan; başlama tekbiri, kıyam, kıraat, rükû, secde ve son oturuş gibi farzları geciktirme durumunda veya namazın vaciplerinden olan; Fâtiha okumayı terk etmek, farz namazların ilk iki rekâtında Fâtiha’dan sonra az da olsa Kur’an’dan bir bölüm okumamak, gizli okunması gereken namazda açık, açık okunması gereken yerde gizli okumak, kıraatte bulunurken Fâtiha’yı Kur’an’dan okunması gereken kısmın sonuna bırakmak, üç veya dört rekâtlı namazlarda ikinci rekâttan sonra oturmamak, son oturuşta tahiyyat duasını okumamak, rükû ve secde aralarında acele ederek tadil-i erkâna uymamak, vitir namazında kunut duasını okumayı veya kunut tekbirini almayı terk etmek, rükûyu iki defa yapmak gibi namazda olmayan bir şeyi namaza ilave etmek, namazda rekât sayısında şüphelenmek gibi durumlarda sehiv secdesi yapılır. Bu şekilde hatalar yapan kimse Hanefî mezhebine göre namazını tamamladıktan sonra selam verir ve hemen akabinde iki defa daha secde yaparak namazını tamamlar. Bazı âlimler, sehiv secdesinin selam vermeden önce yapılması gerektiğini söylerler. İki şekilde de yapmak caizdir.

  • Tilâvet Secdesi:

Tilâvet secdesi; okuyuş secdesi demektir. Hanefî mezhebine göre tilâvet secdesinin hükmü; vacip, diğer mezheplere göre ise sünnettir. Âlimler arasında ihtilaflı olsa da Kur’an-ı Kerim’de 14 yerde secde etme emri içeren âyetler vardır. Bu âyetler okunduğunda yapılması gereken secdeye tilâvet secdesi denir. Allah Teâlâ şöyle buyurur; “Onlara ne oluyor ki iman etmiyorlar ve kendilerine Kur’an okunduğu zaman secde etmiyorlar.” (İnşikak, 21-22)

Kur’an okuyan veya dinleyen bir kimse şu âyetlere geldiğinde tilâvet secdesi yapmalıdır; A'raf, 7/206; Ra'd, 13/15; Nahl, 16/49; İsrâ, 17/107; Meryem,19/58; Hac, 22/18; Furkân, 25/60; Neml, 27/25; Secde, 32/15; Sâd, 38/24; Fussilet, 41/37; Necm, 53/62; İnşikâk, 84/21 ve Alak, 96/19.

Tilâvet secdesi, abdestliyken yapılmalıdır. Namaz kılan bir kimse secde emri olan âyeti okuduğunda eğer okumayı kesip rükûya gitmeyecek, okumaya devam edecekse secde âyetini okuduktan sonra hemen secde yapmalı, sonra kalkıp namazına devam etmelidir. Fakat okuduğu secde âyetinden hemen sonra rükûya gidecek ise o zaman rükûdan sonra yapacağı secde, tilavet secdesi yerine de geçeceği için ayrıca tilâvet secdesi yapmasına gerek yoktur.

Tilâvet secdesinin yapılışı ise şu şekildedir; Abdestli ve avret yerleri kapalı olan bir kimsenin, secde emri içeren bir âyeti okuduğunda kıbleye yönelmesi, tekbir getirerek bir defa yapmak üzere secdeye gitmesi,  secde tesbihlerini yaptıktan sonra secdeden kalkarken eğer biliyorsa; “Gufrâneke Rabbenâ ve ileyke’l-masîr (Ey Rabbim! Senin bağışlamanı bekliyoruz, dönüş ancak sanadır)” demesinden ibarettir.

Bir mecliste veya namazda birden fazla secde âyeti okunursa bir defa secde yapmak yeterlidir. Her âyet için ayrı ayrı secde yapmaya gerek yoktur.

  • Şükür Secdesi:

Şükür secdesi; bir Müslümanın Allah’ın kendisine lütfettiği bir nimete nail olması veya bir musibetten kurtulması halinde kıbleye yönelerek yaptığı secdeye denir. Efendimiz müjdeli bir haber aldığında hemen secdeye kapanarak Allah’ı tesbih ederdi. Bu secde yapılırken abdestli olmak daha faziletli olsa da şart değildir.

KORKU NAMAZI

Düşmanla fiili savaş durumunda şartlar elverdiğinde kılınacak bir namazdır. Bu namazdan Kur’an-ı Kerim’de şu şekilde bahsedilir; “Sen de içlerinde bulunup onlara namaz kıldırdığın zaman onlardan bir bölük seninle beraber namaza dursun, silâhlarını da yanlarına alsınlar. Bunlar secde ettiklerinde ötekiler arkanızda olsunlar, sonra henüz namazlarını kılmamış bulunan (bu) bölük gelip seninle beraber namazlarını kılsınlar ve bunlar da ihtiyat tedbirlerini ve silâhlarını alsınlar. Kâfirler isterler ki, siz silâhlarınızdan ve eşyanızdan gafil (uzak ve unutmuş) olasınız da üzerinize ansızın bir baskın yapsınlar! Eğer yağmur yüzünden bir zarar görürseniz veya hasta olursanız silâhlarınızı bırakmanızda size bir günah yoktur. Yine de ihtiyat tedbirinizi alın! Allah elbette kâfirler için alçaltıcı bir azap hazırlamıştır.” (Nisâ, 102)

Bize kadar gelen rivayetler arasında Efendimizin bu namazı dört ayrı yerde kıldırdığı rivayet edilmektedir. Yine Efendimiz’den sonra Hz. Ali, Musa el-Eş’arî ve Huzeyfe (r.a.)’nin de korku namazını kıldırdıklarını, gelen rivayetlerden öğreniyoruz.

Şartlar elverdiğinde korku namazı şu şekilde kılınır: Namaz kılacak topluluk yanlarında silahları olduğu halde iki gruba ayrılırlar. Bir grup düşmana karşı nöbet tutarken, diğer grup imamla birlikte namaza durur. İki rekâtlık bir namazın ilk rekâtını imamla birlikte kılan bu grup, selam vermeden namazdan ayrılır nöbet yerlerine geçerler, ikinci grup gelerek imamla birlikte geri kalan bir rekâtı kılarlar. İmam son oturuşla birlikte namazı tamamlar. İkinci grup selam vermeden nöbet yerlerine dönerler ve ilk grup gelerek kendi başlarına bir rekât daha kılarak namazlarını tamamlarlar. İlk grup nöbet yerlerine döner, sonra ikinci grup gelip kendi başlarına namazlarını tamamlarlar. İki grupta namazlarını tamamlayana kadar namazı bozacak davranışlardan sakınmaları gerekmektedir.

Düşmanla savaşın fiili olarak kızıştığı zamanlarda ise askerler mevzilerinde tek başına imkânları ölçüsünde namazlarını kılarlar.

Korku namazı bize, imkânların zor olduğu şartlarda bile namazların cemaatle kılınması gerektiğini hatırlatmaktadır. İmkânların daha elverişli olduğu zamanlarda ise bu imkânlar sonuna kadar kullanılarak namazlar cemaatle kılınmalıdır. Cemaatle namaz kılınacak bir imkân varsa, bu terk edilerek yalnız başına namazı kılmak zaruret durumları haricinde caiz değildir.

 

HASTANIN NAMAZI

İslâm, namazı her şartta yerine getirilmesi gereken bir ibâdet olarak tüm mü’minlere emretmiştir. Fakat mü’minler arasında hasta ve yaşlı kimselerin de olacağından hareketle bu kimselere, namazı edâ edebilecekleri kolaylıklar da sunmuştur.

Ayakta durarak namaz kılamayacak kadar rahatsız olan kimselerin eğer bir yere yaslanarak namazlarını kılmaları mümkün ise öylece kılmalarını, buna gücü yetmeyenlerin oturarak kılmalarını, ona da gücü yetmeyenlerin yattıkları yerde ima ile namazlarını kılmalarını emretmiştir. Dolayısıyla kişinin hastalığı hangisine imkân veriyorsa, din de o kimseyi onunla mükellef tutmuştur. Fakat hasta ve yaşlılar için de olsa, namazı terketmek asla söz konusu edilmemiştir.

Hasta olan İmran İbn Husayn’in, kendisine namazı nasıl kılması gerektiğini sorduğunda, Allah Rasûlünün şu şekilde cevap verdiği rivayet edilmektedir; “Ayakta kıl, eğer buna gücün yetmezse oturarak kıl, yine gücün yetmezse yaslanarak kıl” (Buhârî, Taksîr, 19)

YOLCUNUN NAMAZI

İslâm’ın meşru gördüğü bir sebepten dolayı, oturduğu yeri terk ederek başka bir beldeye giden kimseye yolcu denir. Âlimler arasında, bir kimsenin yolcu sayılması için kaç kilometre yol gitmesi gerektiği konusu ihtilaflıdır.

Hanefî mezhebine göre: Bir kimsenin yolcu kabul edilebilmesi için yürümeyle üç günlük mesafeyi kat etmesi gerekir. Yani, bir kişi yürüyerek üç günde kaç km yol katediyorsa, o kadar yol gittiğinde ancak seferi olur.  Bu da ortalama 90 km. bir yola tekabül etmektedir. Bize göre doğru olan görüş; meşru bir gerekçeden dolayı oturduğu şehri terk ederek başka bir şehre giden ve gittiği şehirde de ikamet etmeyen herkes seferi kabul edilir.

İslâm dini, yolculuğa çıkan bir kimse için bazı kolaylıklar sunmuştur. Bunların en başında ise; ramazan orucunu daha sonra tutmak için tehir etmesi, dört rekât olan farz namazları iki rekât olarak kılabilmesidir. Dolayısıyla bir başka beldeye kısa süreliğine giden bir kimse, hem yolda, hem de orada kaldığı sürece öğlen, ikindi ve yatsı namazlarını dört rekât değil, iki rekât olarak kılar. Konu Kur’an-ı Kerim’de şu şekilde ifade edilir; “Yeryüzünde sefere çıktığınız zaman kâfirlerin sizi gafil avlamalarından korkarsanız namazı kısaltmanızda size bir günah yoktur. Şüphesiz kâfirler sizin apaçık düşmanınızdır.” (Nisâ, 101) Bu âyette her ne kadar namazların kısaltılmasının gerekçesi olarak düşman korkusu kaydı getiriliyorsa da Efendimizden gelen rivayetler de dikkate alındığında, meşru olan her türlü yolculuğu da kapsadığı görülür. Efendimiz, savaş ve düşman korkusu dışındaki şartlarda da yolcuların namazlarını kısaltarak kılabileceklerini söylemiş ve bunun Allah’ın kullarına bir ikramı olduğunu ifade etmiştir.[22]

Oruçların tehir edilmesiyle ilgili olarak Kur’an-ı Kerim’de şu şekilde buyurulur; “Ey iman edenler! Sizden öncekilerin üzerine yazıldığı gibi sakınasınız diye sizin üzerinize de sayılı günlerde oruç yazıldı. İçinizden hasta veya yolcu olan, başka günlerden sayısınca tutar…” (Bakara, 183-184)

Ayrıca yolculuğa çıkan kimseler namazlarını birleştirerek/cem ederek de kılabilirler. Namazların birleştirilmesi konusunu işlerken de ifade ettiğimiz gibi, öğle namazı ile ikindi namazı, akşam namazıyla da yatsı namazı birleştirilerek iki vakitten birinde kılınabilir.

Yine yolcu olan kimseler; eğer kullanıyorlarsa, mukim kimseler için yirmi dört saat olan mestlerin üzerine mesh etme süresi, kendileri için yetmiş iki saattir.

Yolculuğun süresinin kaç gün olduğu ve yolcu olan kimselerin dinin yolcular için koyduğu kolaylıklardan ne kadar zaman istifade edebileceği konusunda mezhepler arasında ihtilaflar söz konusu olmuştur. Hanifî mezhebine göre bir kimsenin yolculuk hükümlerini uygulayabilmesi için gittiği yerde on beş günden fazla kalmaması gerekir. Eğer fazla kalırsa yolculuk hükümlerini ancak yolda uygulayabilir, vardığı yerde uygulayamaz. Şâfiî ve Mâlikî mezhepleri ise bu süreyi, üç günle sınırlandırmaktadırlar.

Ayrıca, gittiği şehirde kendisine ait evi olanlar, o beldeye vardıklarında seferilik hükümleri onlar için artık geçerli olmaz. Böyle kimseler ancak yolculuk esnasında seferilik hükümlerini uygulayabilirler.

CENAZE NAMAZI

Cenaze namazı, farz-ı kifâye olan bir namazdır. Yani bazı Müslümanların yerine getirmesiyle diğerlerinden sorumluluğun kalktığı ibâdetlerdendir. Kur’an-ı Kerim’de açık bir şekilde gündeme getirilmese de kendisine atıfta bulunulan bir namazdır. Kur’an’da münafıkların cenaze namazlarının kılınmaması gerektiğiyle ilgili olarak şu şekilde buyurulur; “Onlardan ölmüş olan hiçbirine asla namaz kılma; onun kabri başında da durma! Çünkü onlar, Allah ve Resûlünü inkâr ettiler ve fâsık olarak öldüler.” (Tevbe, 84) Bu âyetteki “onlardan hiçbirinin üzerine namaz kılma” ifadesinin cenaze namazına atıf olduğu çok açıktır.

Efendimizden de cenaze namazının kılınmasıyla ilgili çok sayıda rivayet nakledildiği gibi kendisinin de vefat eden Müslümanların namazlarını kıldırdığına dair de çok sayıda nebevî uygulama nakledilmiştir. Efendimizin cenaze namazıyla ilgili şöyle buyurduğu nakledilmiştir; “Cenaze namazı kıldığınız zaman, ölen kimseye ihlâsla dua ediniz!” (Ebû Dâvûd, Cenâiz 56) Başka bir hadislerinde ise cenaze namazına katılmanın sevabını gündeme getirilerek şöyle buyurmuştur;

“Kim bir cenazede, cenaze namazı kılınıncaya kadar bulunursa, bir kîrat,  gömülünceye kadar kalırsa, iki kîrat sevap alır”. Kendisine; “İki kîrat ne kadardır?” diye sordular. Resûlullah (s.a.s.); “İki büyük dağ kadar!” cevabını verdi.” (Buhârî, Cenâiz 59)

Cenaze Namazının Kılınma Şekli:

Cenaze namazı, rükûsu ve secdesi olmayan, dört tekbirle kılınan bir namazdır. Aslında vefat eden kimseye, dua etmekten ibaret bir namazdır. Abdestli olmak ve kıbleye yönelmek bu namaz için de şarttır. Herhangi bir özrü olmayan kimseler için ayakta kılınması gerekmektedir.

Cenaze namazının şartı niyettir. Vefat eden kimse, kadın ise niyette kadın kastedilmeli, erkekse erkek kastedilmelidir. Cenaze namazına duran bir kimse, Allah rızası için namaz kılmaya, Efendimiz için salavât getirmeye, ölen kimse için de dua etmeye ve imama uyuyorsa da imama uymaya niyet etmelidir. Cenaze namazının rükûnları ise; tekbirler ve ayakta durmaktır. Bununla birlikte ayrıca şu şartlar da zikredilmiştir; Ölünün Müslüman olması, kendisinin ve namaz kılınan yerin temiz olması, cenazenin cemaatin önünde olması, parçalanan bir cesedin başla birlikte azalarının çoğunun olması, binek üzerinde değil yerde ve ayakta kılınması. Cenaze namazı kılınırken bu hususlara dikkat edilmelidir.

İmam niyet eder ve tekbir alır, cemaat de imamın hemen akabinde niyet ederek tekbir alır. Sonra namaza giriş duası olan “sübhâneke” duasını “ve celle senâük” kısmıyla birlikte okurlar. Sonra imam bir tekbir daha alır ve hep beraber “salli ve bârik” dualarını okurlar. Sonra imam bir tekbir daha alır ve bu defa “cenaze duasını” okurlar. (Bu duayı bilmeyenler ölen kimse için bağışlanma içeren başka bir dua da okuyabilirler.) Sonra imam bir tekbir daha alır ve önce sağa sonra da sola selam vererek namazı bitirir. İmam tekbirleri getirirken eller kaldırılmaz. İmam tekbirleri sesli, cemaat ise sessiz bir şekilde getirir.

Cenaze duası:

اللَّهُمَّ اغْفِرْ لِحَيِّناَ وَمَيِّتِناَ وَشاَهِدِناَ وَغاَئِبِناَ وَذَكَرِناَ وَأُنْثاَناَ وَصَغِيرِناَ وَكَبِيرِنا اَللَّهُمَّ مَنْ أَحْيَيْتَهُ مِنّاَ فَأَحْيِهِ عَلىَ الْإِسْلاَمِ وَمَنْ تَوَفَّيْتَهُ مِنَّا فَتَوَفَّهُ عَلىَ اْلإِيْماَنِ وَخُصَّ هٰذَا ٱلْمَيِّتَ بِٱلرَّوْحِ وَٱلرَّاحَةِ وَٱلرَّحْمَة وَٱلْمَغْفِرَةِ وَٱلرِّضْوَان

ٱَللّٰهُمَّ اِنْ كَانَ مُحْسِنًا فَزِدْ فِى اِحْسَانِهِ وَاِنْ كَانَ مُسِيئًا وَتَجَاوَزْ عَنْهُ وَلَقِّهِ ٱْلاَمْنَ وَٱلْبُشْرٰى وَٱلْكَرَامَةَ وَٱلزُّلْفٰى بِرَحْمَتِكَ يَا اَرْحَمَ ٱلرَّاحِمِين

Anlamı:

Allah’ım! Dirimizi, ölümüzü, burada bulunanlarımızı, bulunmayanlarımızı, erkeğimizi kadınımızı, küçüğümüzü büyüğümüzü affet, bağışla. Allah’ım! Aramızdan yaşatacaklarını İslâm üzere yaşat, öldüreceklerini iman üzere öldür. Şurada duran ölüye, kolaylık ve rahatlık ver onu bağışla. Bu kişi iyi bir kimse idiyse sen onun iyiliğini artır, eğer kötü davranmış günahkâr bir kimse idiyse sen rahmet ve merhametinle onları affet. Ona, güven, müjde, ikram ve yakınlık ile mukabele et. Ey merhamet edenlerin en merhametlisi olan Allahım!

Not: Vefat eden kadın ise bu duayı okuyacak olanlar, Arapça dil kurallarını gözeterek zamirleri ve kelimeleri müennes/dişilik kurallarına göre çevirerek okumalıdırlar. Örneğin “hâze” zamirini “hezihi” olarak, “meyyite” kelimesini “meyyitetü” şeklinde okumalıdırlar. Diğer müennes okunması gereken kelimeler de bu şekilde yapılmalıdır.  Duanın kadınlar için okunacak şekli ise şu şekildedir:

اللَّهُمَّ اغْفِرْ لِحَيِّناَ وَمَيِّتِناَ وَشاَهِدِناَ وَغاَئِبِناَ وَذَكَرِناَ وَأُنْثاَناَ وَصَغِيرِناَ وَكَبِيرِناَ اَللَّهُمَّ مَنْ أَحْيَيْتَهُ مِنّاَ فَأَحْيِهِ عَلىَ الْإِسْلاَمِ وَمَنْ تَوَفَّيْتَهُ مِنَّا فَتَوَفَّهُ عَلىَ اْلإِيْماَنِ وَخُصَّ هَذِهِ الْمَيِّتَةَ بِالَّروْحِ وَالرّاَحَةِ وَالرّحْمَةِ وَالْمَغْفِرَةِ وَالّرِضْواَنِ

اَللَّهُمَّ إِنْ كاَنَتْ مُحْسِنَةً فَزِدْ فِي إِحْساَنِهاَ وِإْن كاَنَتْ مُسِيئَةً فَتَجاَوَزْ عَنْهاَ وَلَقِّهاَ اْلأَمْنَ وَاْلبُشْرَى وَالْكَرَامَةَ وَالُّزلْفَى بِرَحْمَتِكَ ياَ أَرْحَمَ الرّاَحمِيِن

Kadınlar da cenaze namazına iştirak edebilirler. Bu durumda kadınların en arka safta durmaları, bu mümkün değilse erkeklerle aralarında boşluk bırakarak safların kenarlarında durmaları, erkeklerle yan yana durmamaları gerekmektedir.

Birden fazla kişinin cenaze namazları kılınacaksa, her biri için ayrı ayrı namaz kılmak daha doğrudur. Fakat hepsi için tek bir namaz kılınsa, farzı yerine getirmek için yeterlidir.

Cenaze namazı, mekruh vakitler dışında her zaman kılınabilir. Günümüzde uygulandığı gibi illa bir vakit namazının akabinde kılmak gerekmemektedir. Hatta gece kılınmasında da bir sakınca yoktur.

NAMAZLARIN KAZASI

İslâm’da namaz, vakitleri belirli olarak farz kılınmış bir ibâdettir. Bunun içindir ki her vakit namaz, ancak vaktinde kılınmalıdır. Namazların vaktinde kılınmasına “edâ”, başka bir vakitte kılınmasına da “kaza” denilir.

Bize kadar gelen rivayetlerde Efendimizin, iki defa dışında namazını başka vakitte (kaza olarak) kıldığına dair herhangi bir rivayete rastlamıyoruz. Bunlardan birincisinde, Ahzâb savaşı sırasında savaşın şiddetinden dolayı öğle ve ikindi namazlarını ancak akşam vaktinde kılabilmişlerdi. Diğerinde ise; Hayber savaşı dönüşünde gece geç saatlere kadar yol kat eden ordu, nöbetçi bırakılarak uyumuştu. Nöbetçilerin de uyuması üzerine, sabah namazını ancak güneşin kendilerini iyice ısıtması neticesinde uyanarak kılabilmişlerdi. Görüldüğü üzere iki olay da savaşla ilgilidir.

Görüldüğü üzere Efendimizin hayatında, iş, görev, ileride kılarım gibi sebeplerden dolayı namazın kazaya bırakılmasının mümkün olduğu anlayışına delil olacak şekilde bir uygulamayı görmek mümkün değildir. Ne Kur’an’da, ne de Efendimizin sünnetinde bu anlayışa delil olacak bir âyet veya hadis yoktur. Efendimiz döneminde, şiddetli savaş, unutma ve uyuyakalma dışında namazlarını kazaya bırakan da olmamıştır ki bu kimseler hakkında Efendimiz herhangi bir hükümde bulunmuş olsun. Bu sebeplerden dolayı da biz, namazların kazaya bırakılarak ileride kılınmasının caiz olduğunu görmüş olalım. 

Kur’an-ı Kerim’de namazların kazasıyla ilgili herhangi bir âyet söz konusu değildir. Fakat oruçla ilgili âyette, normalde Ramazan ayında tutulması gereken orucun hastalık veya yolculuk sebebiyle ramazan ayı dışında da tutulabileceği ifade edilmektedir. Bazı âlimler, bu âyetler ve aşağıda gündeme getireceğimiz hadis rivayetlerini de delil alarak tembellik ve ihmal yüzünden terk edilen namazların da kazasının olacağına hükmetmişlerdir.

“Sizden biri uyku sebebiyle veya unutma yüzünden bir farz namazı kılmazsa, hatırladığı zaman onu hemen kılsın. Çünkü Allah Teâlâ; ‘Beni zikretmek için namaz kıl’ buyurmuştur. (Tâhâ, 14” (Müslim, Mesâcid, 316)

Âlimlerin çoğunluğu, bu hadisi delil getirerek, hadiste sayılan hususlar dışında bir sebepten dolayı, vaktinde kılınmayan namazların da başka vakitte kılınabileceğine hükmetmişlerdir. Oysa hadis, genellikle insan iradesi dışında gerçekleşen hususlardan dolayı namazın kazasının olabileceğine delildir. Unutmanın, çoğunlukla insan iradesinin dışında gerçekleşen bir hadise olması sebebiyle, unuttuğu için namazı vaktinde kılamayan kimsenin hatırlayınca; uyuya kaldığı için namazını vaktinde kılamayan kimsenin de hatırlayınca namazlarını kılmaları gerektiği ifade edilmektedir. Bu durumda kalan kimselerin, kılamadıkları namazların kazasını kıldıkları takdirde cezaya muhatap olmayacakları, bu rivayette Efendimiz tarafından gündeme getirilmiştir.

Yukarıdaki hadisler, tembellik veya iş, görev vb. şeyleri gerekçe göstererek günlerce, hatta aylarca, yıllarca namazlarını terk eden kimselerin daha sonra bunları kaza edebileceğine, delil değildir. Bu sebeple çok rahat söyleyebiliriz ki, “daha sonra”, veya “yaşlanınca kılarım” diye namazların kazaya bırakılması, İslâm’ın meşru gördüğü bir husus değildir. Kur’an böyle bir yol göstermediği gibi Efendimizin de böyle bir açıklaması söz konusu olmamıştır. Dinin iki temel kaynağı olan Kur’an ve sünnette, unutma ve uyuma dışında namazların kazaya bırakılmasının meşru olduğuna yönelik bir hüküm bulunmamaktadır. Bu sebeple biz, bir kimsenin, iradesi dışında olan bu iki sebep dışında herhangi bir sebepten dolayı namazlarını kazaya bırakmalarının caiz olmadığını ifade etmek istiyoruz. Unutmayalım ki Rabbimiz Kitab-ı Kerim’inde savaş şartlarında bile namazın kılınmasını emretmiş,[23] namaz kılmayanları cehennemle tehdit etmiş,[24] bir kimsenin mü’min olabilmesi için namazı şart görmüş,[25] namazı kılmayanları müşrik olmakla sıfatlandırmıştır.[26] Dolayısıyla, Allah tarafından bu kadar önemli olduğu ifade edilen bir ibâdet tembellik, iş, görev vb. hususlardan dolayı terk edilmemelidir. 

Buna rağmen bir kimse, varsa geçmişte kılmadığı namazları, öncelikle bu durumuna tevbe ederek, sonra da o namazların kazasını kılmak isterse, tabi ki kılmalıdır. Her ne kadar işlenen bir hatanın tevbesi için, o hatayı terk etmek ve Allah’tan af dilemek yeterli olsa da kişi yaptığı hatadan duyduğu pişmanlığı geçmişte kılmadığı namazlarını da kılarak ortaya koyuyorsa, bu durum tevbesinin kabulü için daha sağlam bir yoldur. Sonuç olarak şunu ifade edelim ki kişinin; “sonra kaza yaparak kılarım” diyerek namazlarını kılmaması İslâmî açıdan meşru değildir.

Namazı Düşüren Haller:

  • Kadınların hayız ve loğusalık halleri: Kadınlar âdet ve loğusalık kanı gördükleri zaman diliminde temizleninceye kadar tüm namazlardan muaftırlar. Bu zaman diliminde kılamadıkları namazlarını da kaza etmek zorunda değillerdir. Efendimizin sünnetindeki uygulamanın bu şekilde olduğu rivayet edilmiş, bize kadar uygulanarak gelen Müslümanların sünneti de bu şekilde olmuştur.
  • Akıl hastalığı: Yine, İslâm dininde, bir kimsenin dinin emir ve yasaklarına muhatap olabilmesi için akıllı olması şart olarak görülmüş, akıl hastalarının mükellef olamayacakları hükme bağlanmıştır. Akıl hastalığı sürekli olanlar, tüm zamanlarda namaz kılmakla mükellef olmadıkları gibi kısa süreli akıl kaybı yaşayanlar da akıl kaybı yaşadıkları zaman zarfında dinin emir ve yasaklarından sorumlu değildirler. Dolayısıyla namazdan da sorumlu değillerdir.
  • Uzun süreli koma ve baygınlık hali: Baygınlık ve koma hali; insan iradesinin ortadan kalktığı durumu ifade ettiğinden, bu durumla karşı karşıya kalan kimse de dinin emir ve yasaklarından sorumlu değildir. İyileşinceye kadar namazdan da muaftırlar. Bu zaman zarfında kılamadıkları namazları kaza etmek zorunda da değillerdir.
  • Ölüm: Vefat halinde de kişinin iradesi ortadan kalktığı için bu durumda olan kimseler mükellef olma vasıflarını kaybederler. Bir namaz vakti içinde vefat eden bir kimse eğer o vakit hâlâ çıkmadıysa, o vakit namazından sorumlu olmaz. Örneğin öğlen namazının vakti içinde, öğlen namazını kılmadığı halde ölen bir kimse, öğlen namazından mesul olmaz. Fakat namazı bir sonraki namazın vaktine kadar geciktirerek kılmadıysa o zaman o vakit namazdan sorumlu olur.

 

ORUÇ İLMİHÂLİ

ORUÇ İBADETİNİN ÖNEMİ

Oruç kelimesi de namaz kelimesi gibi dilimize Farsça’dan girmiş bir kelimedir.  Oruç kelimesinin Arapça’daki karşılığı “savm ve sıyâm” kelimesidir. Savm kelimesi sözlükte: Bir şeyden uzak durmak, bir şeye karşı kendini tutmak, engellemek manalarına gelmektedir.

Bir fıkıh terimi olarak oruç: Oruç tutmaya ehil olan kimselerin niyet ederek, ikinci fecirden (fecr’i-sadık) itibaren güneşin batışına kadar orucu bozacak şeylerden kendisini korumasına denir.

Orucun Hikmeti

“Oruç, “huzur” ve “iyi geçime” yönelik insana büyük katkılar sağlar. İnsanların arasındaki çekişmenin, haksız kavganın temel sebeplerinden biri insanların, iştah ve şehvetlerini ölçüsüzce tatmin etmeye çalışması ve belki bu amacı gerçekleştirmek üzere mal ihtiraslarıdır. İştah ve şehveti alabildiğine ve ölçüsüzce tatmin peşinde koşmak şeytanî bir tutum olup oruç tutmak bu anlamda şeytanı zincire vurmak anlamına gelir. Oruç, nefsin isteklerinden irâdî olarak uzak durma olması yönüyle bir irâde eğitimine, açlık ve susuzluğun verdiği sıkıntıya dayanma yönüyle de bir sabır eğitimine dönüşmektedir. İnsanın hayatta başarılı olabilmesi için irâde hâkimiyeti ve güçlükler karşısında dayanabilme gücü de önemli bir role sahiptir. Nefsin isteklerinin kontrol altına alınmasında, ruhun arındırılıp yüceltilmesinde de oruç etkili bir yoldur.

Toplumsal hayatta huzursuzluklara yol açan taşkınlıklar, büyük ölçüde insanın hayvanî yönünü tatmin eden maddî zevklere düşkünlükten kaynaklanır. Maddî zevk deyince de akla, yeme içme ve cinsel ilişki gibi zevkler gelir. İşte oruç, insanı maddî zevk ve şehvetler peşinde koşturan, dolayısıyla da, Allah’ın haklarına riâyet edemediği için onlara zulmetmesine sebep olan nefs-i emmâreyi teskin etmenin de bir ilâcı, aşırılıkları törpülemenin de bir çaresidir.

Oruç, yoksulların durumunu daha iyi anlamaya, dolayısıyla onların sıkıntılarını giderme yönünde çaba sarfetmeye de vesile olur. “Tok, açın halinden anlamaz” atasözü de bunu ifâde eder. Orucun, dinimizde önemli bir yeri olan sabır konusuyla irtibâtı da burada hatırlanmalıdır.

Bütün bunlara ilâveten orucun sağlık açısından pek çok yararları bulunduğu da uzman hekimler tarafından ifâde edilmektedir. Ramazan orucu zâhiren bakıldığında, bir yıl boyunca çalışan vücut makinesinin dinlenmeye ve bakıma alınması gibidir. Oruç, özellikle mide ve sindirim organlarının dinlenmesi için iyi bir moladır.

Oruç, mânevî duygulara güç verir. Ruh, şu ten kafesine bürününce maddenin etkisi altında kalarak hayvansal duygulara esir olur. Biz kendimizi açlığa alıştırırsak, maddî arzularımız zayıflar, rûhânî hislerimiz kuvvetlenir, gönül gözümüz açılır. O yüzden bütün peygamberler riyâzet yapmışlar, oruç tutarak yücelmişlerdir. Peygamber Efendimiz, henüz kendisine peygamberlik gelmezden önce Hira mağarasına çekilir, yemekten kesilir, riyâzet yapar, derin tefekküre dalardı. Rasûlullah (s.a.s.) orucu severlerdi.” (Ahmed Kalkan)

Oruç ibâdeti, dinimizin özenle üzerinde durduğu ibâdetlerden bir tanesidir. Dinimizde, kameri aylardan birisi olan Ramazan ayının tamamında, oruç tutulması emredilmiştir. Farz olan orucun Ramazan ayı dışında başka bir ayda tutulması ise söz konusu değildir.

Oruç ibâdetinin hem önemiyle ilgili hem de farz olmasıyla ilgili, Kur’an’da ve sünnette çok sayıda nassın olduğunu görmekteyiz.

Kur’an’da, Ramazan orucunu gündeme getiren âyetlerde şu şekilde buyurulmaktadır;

“Ey iman edenler! Sizden öncekilerin üzerine yazıldığı gibi sakınasınız diye sizin üzerinize de sayılı günlerde oruç yazıldı.

İçinizden hasta veya yolcu olan, başka günlerde sayısınca tutar. Orucu tutmakta zorlananlar için bir yoksulun (günlük) yiyeceği kadar fidye yeterlidir. Bir iyiliği mecbur olmadan yapan için bu (yaptığı) iyidir. Ama orucu tutmanız -bilirseniz- sizin için daha hayırlıdır.

O (sayılı günler), doğruyu eğriden ayırma, gidilecek yolu bulma konusunda açıklamalar ve insanlara rehber olarak Kur’an’ın indirildiği ramazan ayıdır. Artık sizden kim bu aya yetişirse onu oruçlu geçirsin. Kim de hasta veya yolcu olursa, başka günlerde sayısınca tutar. Allah sizin için kolaylık istiyor güçlük çekmenizi istemiyor. Sayıyı tamamlamanız, sizi doğru yola iletmesine karşı Allah’ın ululuğunu dile getirmeniz ve umulur ki şükredersiniz diye (uygun hükümler gönderiyor).” Bakara, 183-185)

“Oruç gecesinde kadınlarınızla birleşmek size helâl kılındı. Onlar sizin için elbisedir, siz de onlar için elbisesiniz. Sizin kendinize hıyanet etmekte olduğunuzu Allah bilmiş, tövbenizi kabul etmiş ve sizi bağışlamıştır. Şimdi artık onlarla birleşin ve Allah’ın sizin için yazdığını isteyin. Fecirde siyah ip beyaz ipten sizin için ayırt edilir hale gelinceye kadar yiyin ve için, sonra orucu geceye kadar tamamlayın. Mescidlerde ibâdete çekilmişken kadınlarla cinsel ilişkide bulunmayın. Bunlar Allah’ın koyduğu sınırlardır; sakın bu sınırlara yaklaşmayın. Allah âyetlerini insanlar için işte böyle açıklar. Umulur ki sakınırlar.” (Bakara, 187)

Âyetlerde de görüleceği üzere oruç, sadece Muhammed (s.a.s.) ümmetine farz kılınan bir ibâdet değil, daha önceki ümmetler tarafından da uygulanan bir ibâdettir. Bunun temel sebebinin ise, 183’cü âyetin sonunda da ifade edilen “umulur ki takvaya ulaşırsınız” ifadesi olduğu kanaatindeyiz. Şöyle ki; İslâm, bütün peygamberlerin tebliğ ettiği Allah’ın tek dinidir. Bu dinin akideye konu olan ilkeleri ile kişiyi manevi olarak arındıran temel ahlâkî yönleri, toplumdan topluma göre değişecek hususlar değildir. Yani, ahlâki olarak kişiyı arındırıp takvaya ulaştıran oruç gibi ibadetler, Muhammed (s.a.s.) ümmetine emredilsin de diğer ümmetler bundan mahrum bırakılsın; bu söz konusu olamaz.

Ayrıca, âyetlerde, oruç tutmanın daha hayırlı olduğu vurgulanmakla beraber, oruç tutmaya güç yetiremeyecek durumda olan insanların da olabileceği gündeme getirilerek bu kimseler için tanınan kolaylıklar da vurgulanmaktadır. Hasta ve yolcu olan kimseler için orucu başka bir zamana tehir etme kolaylığı; oruç tutamayacak kadar yaşlı ve iyileşme umudu olmayan hastalar için ise fakirlere verilmek üzere fidye ödeme kolaylığı getirilmiştir.  Bu da bize, İslâm’ın kişiye gücünün üstünde bir sorumluluk yüklemeyen ilahi bir din olduğunu göstermektedir.

Ayrıca orucun hangi ayda tutulması gerektiği, oruç yasaklarından olan cinsel birleşmenin günün tamamında değil, ancak yeme içmenin de yasak olduğu saatler arasında söz konusu olduğu, dolayısıyla da akşam ile ikinci fecir arasında cinsel birleşmenin helâl olduğu vurgulanmaktadır. Yine, orucun başlama vaktinin ikinci fecir, sona erme vaktinin ise günün sona erme ve gecenin başlama vakti olan güneşin batması olduğunu görmekteyiz.

Oruç ibâdetinin faziletleriyle ilgili Efendimizden de çok sayıda hadis rivayet edilmiştir. Bunlardan birkaç tanesini nakledelim;

“İslâm, beş esas üzerine bina olunmuştur: Allah'tan başka hakkıyla ibâdete lâyık hiçbir ilahın olmadığına ve Muhammed’'in (s.a.s.) Allah'ın kulu ve elçisi olduğuna şâhitlik etmek, namaz kılmak, zekât vermek, Beytullah'ı haccetmek ve Ramazan orucunu tutmaktır." (Buhârî; Hadîs No: 8.. Müslim; Hadîs No: 16)

“Her iyilik için on mislinden yedi yüz misline kadar karşılık vardır; fakat oruç bunun dışındadır. Çünkü oruç benim içindir, onun karşılığını ben vereceğim” (Buhârî, Savm, 2)

“Kim iman ederek ve sevabını Allah’tan umarak Ramazan orucunu tutarsa geçmiş günahları bağışlanır.” (Buhârî, Savm, 6)

Oruç ibâdeti; tabir yerindeyse aynı zamanda, beden için bakıma alınma zamanıdır. Yılda bir ay da olsa, midenin dinlendirilmesidir.

Yine oruç ibâdeti, insanda bulunan şehevi arzuları dizginleyerek kişiyi terbiye eden bir işlev de görmektedir. Oruçlu olan kimsede, hem oruç ibâdetinin getirdiği maneviyat, hem de aç kalmanın oluşturduğu fiziki takatsizlik hali, kişide bulunan şehevi arzulara karşı isteği zayıflatır. Bütün bu sebeplerden dolayıdır ki evlenme çağına geldiği halde evlenme imkânı bulamayan kimselere Efendimiz, oruç tutmalarını tavsiye ederek şöyle buyurmuştur; “Ey gençler topluluğu! Sizden evlenmeye gücü yetenler evlensin. Çünkü evlenmek, güzü ve iffeti haramdan korur. Evlenmeye gücü yetmeyenler oruç tutsun, çünkü oruç koruyucu bir kalkandır.” (Buhârî, Sevm, 10)

Yine, oruç, kişinin fakir ve aç olan insanların durumlarını yaşayarak daha iyi anlamasını sağlayan bir ibâdettir. Açlığın getirdiği zorlukları, tok olan insanların anlayabilmesi genellikle söz konusu değildir. Fakat oruç ibâdeti, bu duygunun nasıl olduğunu, kişinin psikolojisi ve bedeni üzerinde ne türlü etkilerinin olduğunu yaşayarak kişiye öğretmektedir.

Oruç ibâdeti, kişinin manevi arınmayı sağlayarak toplum içinde iyi bir birey olmasına da katkısı olan önemli ibâdetlerden birisidir. Oruç, kişiyi manevi olarak olgunlaştırarak toplum içerisinde iyi bir birey olmasını sağlar. Bireyin toplumsal görevlerini yerine getirirken, herkesin hakkına ve hukukuna riayet ederek toplum içindeki sorumluluklarını hakkıyla yerine getirmesine vesile olur. Kişideki bu şuurun gelişmesine katkıda bulunmak için meşru kılınmış bir ibâdettir oruç. Oruç ibâdetinin farz kılınma maksadı olarak Bakara sûresi 183’cü âyette; “umulur ki takvaya ulaşırsınız” denilerek orucun bu yönüne vurgu yapılmaktadır. Ayrıca Efendimizin de; "Kim yalan söylemeyi, yalanla iş görmeyi ve cehâleti terk etmezse, Allah'ın, onun yemesini ve içmesini bırakmasına (oruç tutmasına) ihtiyacı yoktur." (Buhârî, Hadis No: 1903) diyerek bu hususu gündeme getirmiştir.

Bu ve bunun gibi daha nice hikmetlerinden dolayı oruç, İslâm dininin rükûnları/temelleri arasında yerini almış bir ibâdettir.

Orucun Farz Oluşunun Dayandığı Deliller

Oruç, hem Kur’an’da Rabbimiz tarafından emredilmiş, hem de Efendimizin sünnetinde emredilmiş ve uygulanmış bir ibâdettir. Yukarıda gündeme getirdiğimiz âyetlerde ve hadis rivayetlerinde bu husus ifade edilmiştir. Ayrıca Efendimizden günümüze kadar, orucun farziyetine yönelik âlimler arasında herhangi bir tartışma da söz konusu olmamıştır.

 

 

ORUCUN ÇEŞİTLERİ

Oruç ibâdeti, yapılış maksadına göre birkaç farklı hükmü olan bir ibâdettir. Yani tutulan oruçların bir kısmı farz, bir kısmı vacip ve bir kısmı da nafile hükmündedir. Bunları sıralarsak:

  • Farz Olan Oruçlar:
  1. Ramazan orucu: Kameri aylardan olan Ramazan ayının tamamında oruç tutmak, özür sahibi olan kimseler hariç, tüm Müslümanlara farzdır. Kameri aylar, 29 veya 30 gün oldukları için Ramazan orucu da ramazan ayına bağlı olarak 29 veya 30 gün tutulur.
  2. Ramazanda tutulmayan ve sonra tutulmak üzere tehir edilerek kazaya kalan oruçlar da farz olan oruçlardandır. Özellikle kadınların âdet ve loğusalık hallerinden dolayı ramazan ayında tutamadıkları oruçları, tutamadıkları gün sayısınca daha sonra tutmaları farzdır. Yine, hastalık veya yolculuk sebebiyle Ramazan ayında tutulamayan oruçların da daha sonra kaza olarak tutulması farzdır.
  3. Kur’an’da bildirilen kefaret oruçları: Ramazan orucunu kasten bozan kişinin tutması gereken kefaret orucu; karısına Zihâr yapan kişinin tutması gereken kefâret orucu; yanlışlıkla adam öldüren kişinin tutması gereken kefaret orucu; yeminini bozan kişinin diğer kefaretleri yerine getiremiyorsa tutması gereken kefâret orucu; hacda ihramlıyken vaktinden önce tıraş olarak ihramdan çıkan kişinin tutması gereken oruçlar da farz olan oruçlardandır. Bunlara yönelik açıklama ileride gündeme getirilecektir.

Din, farz olan oruçların bir kısmının yapılış zamanlarını hükme bağlamıştır. Bu tür oruçlar ancak o zamanlarda tutulabilir. Bir kısım oruçların ise zamanları belirlenmemiştir. Bu tür oruçlar ise istenildiği zaman yapılabilirler. Örnek verecek olursak; Ramazan orucunun zamanı bellidir ve bu zaman dışında başka bir zamanda yapılamaz. Fakat Ramazan ayında bir mazeretten dolayı veya kasten bozulan orucun yerine tutulacak kefaret orucunun ise belirli bir zamanı yoktur. Yıl içerisinde herhangi bir zaman diliminde tutulması yeterlidir.

Farz olan oruçları kabul etmeyip reddeden bir kimse kâfir olur. Ayrıca farz olan oruçları tutmayan ve tevbe de etmeyen kimseler ahirette Allah’ın kendileri için hazırlamış olduğu cezayı hak etmiş olurlar. Kişi kendisine farz olan oruçları tutmaz, fakat sonra tevbe ederse, Allah dilerse tevbesini kabul eder, dilerse de tutamadığı oruçların cezasını o kişiye verir. Lakin Allah, samimi bir şekilde tevbe edenlerin günahlarını bağışlayacağını hükme bağlamıştır. Eğer kişi tüm kalbiyle tevbe eder ve bir daha aynı günahı işlemez ise, Allah’ın kendisini bağışlayacağı umulur.

  • Vacip Olan Oruçlar
  1. Adak oruçları: Kişinin herhangi bir maksatla “şu işim olursa, şu kadar gün oruç tutacağım” diyerek adadığı oruçlar, o iş gerçekleşince yerine getirilmesi kişiye vacip olur.
  2. Hanefî mezhebine göre; niyet edilerek başlanılan nâfile bir oruç, bozulduğu takdirde onu yeniden tutmak kişiye vacip olur. Mâlikî mezhebine göre ise bu tür oruçları yeniden tutmak farz, Şafiî mezhebine göre ise sünnet hükmündedir.

Vacip olan oruçların, farz olan oruçlar gibi tutulmaları zorunludur. Tutulmadıkları taktirde ahirette cezaları söz konusu olacaktır. Hanefî mezhebine göre vacip olan oruçları reddeden kimseler kâfir olmayacakları için tekfir edilmezler. Fakat günahkâr olurlar ve farz bir orucu terk eden kimselerden daha hafif bir azapla karşı karşıya kalırlar.

  • Nafile Oruçlar

Kur’an tarafından emredilmeyen, fakat Efendimizin tuttuğu veya tutmayı tavsiye ettiği farz ve vacip dışındaki oruçlar, nâfile oruçlar kapsamına girmektedir. Bu oruçların tutulması kişiye sevap kazandırır. Fakat tutmayan kimseler için ise herhangi bir cezası söz konusu değildir. Efendimizin, farz ve vacip dışında tuttuğu veya tutmayı tavsiye ettiği oruçları şu şekilde sıralamak mümkündür:

  1. Dâvud (a.s.) Orucu: Yılın tamamında, bir gün oruç tutup, bir gün tutmamaya Dâvud orucu denilmektedir. Bu oruç, Efendimizin yanına gelerek sürekli oruç tutmak isteyen birisine, Efendimizin tavsiye ettiği bir oruçtur. “En faziletli oruç Dâvud (a.s.)’ın tuttuğu oruçtur. Dâvud (a.s.) bir gün oruç tutar, bir gün tutmazdı.” (Müslim, Siyâm, 192- 203)
  2. Her Ay Üç Gün Oruç Tutmak: Her Kameri ayın başında, ortasında ve sonunda bir gün oruç tutmak veya her ayın ortasında üç gün peş peşe oruç tutmak da sünnettir. “Her ayda üç gün oruç tuttuğunuz zaman 13, 14 ve 15’şinci günlerinde tut” (Buhârî, Enbiyâ, 37)
  3. Pazartesi-Perşembe Orucu: Haftanın pazartesi ve perşembe günleri oruç tutmak da sünnettir. “İnsanların amelleri Allah’a Pazartesi ve Perşembe günleri arzolunur. Ben amellerin arzı sırasında oruçlu olmayı severim.” (Ebû Dâvud, Sevm, 60)
  4. Şevval Orucu: Kameri aylardan olan ve Ramazan ayından hemen sonra gelen Şevval ayında altı gün oruç tutmak da sünnettir. “Her kim Ramazanı oruçlu geçirir ve sonra buna Şevval ayından altı gün ilave ederse, bütün yılı oruçlu geçirmiş gibi olur” (Tirmizî, Savm, 52)
  5. Arafe Günü Orucu: Kurban bayramından bir gün önce oruç tutmak da sünnettir. Yalnız bu oruç, hacca gitmeyenler için sünnettir. Hacca gidenlerin o gün hacıların Arafat’ta vakfeye duracakları gün olduğundan dolayı karşılaşacakları meşakkat sebebiyle oruç tutmaları mekruh görülmüştür. “Arafe günü tutulan orucun bundan önce ve sonra birer yıllık günahları örteceği Allah’tan umulur” (Ahmed b. Hanbel, V, 196,297,307,VI, 128)
  6. Zilhicce Orucu: Zilhicce ayının ilk 10 günü oruç tutmak da sünnettir. Fakat biraz önce de ifade ettiğimiz gibi hacda olan kimselerin Arafe günü oruç tutmaları mekruhtur. Hz. Hafsa annemizden şöyle rivayet edilmiştir; “Hz. Peygamber (s.a.s.) dört şeyi hiç terk etmemiştir: Aşûre orucu, Zilhicce’nin ilk on günü, her ayda üç gün, sabah namazından önce iki rekât namaz.” (Neâî, Siyâm, 83)
  7. Aşûre Orucu: Muharrem ayının 10. gününe “aşure günü” denilmektedir. Efendimiz Medine’ye hicret ettikten sonra her yıl, Muharrem ayının dokuz ve onuncu günlerini oruçlu geçirmiştir. Yahudilerin sadece 10. günü oruç tuttuklarını öğrenen Efendimiz, onlara muhalefet etmek için 9 ve 10. günlerin birlikte tutulmasını emretmiştir.
  8. Şâban Ayı Orucu: Efendimiz Ramazan ayı dışında en fazla nafile orucu, Şâban ayında tutmuştur. Bununla birlikte Ramazan ayı dışında hiçbir ayı tümüyle oruçlu geçirmemiştir. Hz. Âişe annemizin şöyle dediği rivayet edilmektedir; “Hz. Peygamber Şâban ayında tuttuğu oruç kadar başka bir ayda oruç tutmazdı.” (Müslim, Salât, 176)

Oruç Tutmanın Mekruh Olduğu Günler

Allah’ın Rasûlü (s.a.s.), Müslümanları bazı günlerde oruç tutmaktan men etmiştir. Bu günlerde oruç tutmak mekruh olarak görülmüştür. Şimdi o günlere kısaca temas edelim:

  • Ramazan bayramının birinci, kurban bayramının ise dört gününde de oruç tutmak mekruhtur.
  • Aşûre orucunu sadece Muharrem ayının onuncu günü tutmak, dokuzuncu gününü ilave etmemek mekruhtur.
  • Yalnız Cuma günü oruç tutmak da mekruhtur.
  • Birkaç gün iftar etmeden peş peşe oruç tutmak da mekruhtur.
  • Ramazan ayına bir gün kala oruç tutmak da mekruhtur. Böyle bir uygulamanın mekruh olmasının sebebi zaman içerisinde ramazan orucuna ilave olma endişesinden dolayı olsa gerektir. Ayrıca ayın son günü genelde bir sonraki ayın da başlama zamanı olma ihtimali olabilmektedir. Dolayısıyla da bu güne “yevmü-l şek” denilmektedir.
  • “Üç aylar” adıyla tutulan oruçlar da mekruhtur. Yani Recep, Şâban ve Ramazan aylarını tümüyle oruçlu geçirmek mekruhtur.

Müslümanlar, sıraladığımız bu zamanlarda oruç tutmaktan sakınmalıdırlar.

 

ORUCUN VAKTİ VE HİLALİN TESBİTİ

ORUCUN VAKTİ:

Oruç, ramazan ayında tutulduğu için ilk önce Ramazan ayının nasıl tespit edileceğini gündeme getirerek başlayalım. Efendimiz zamanında, ayların ne zaman başladığı ve sona erdiği, hilâlin tespitiyle söz konusu olmaktaydı. Kameri aylar, ya yirmi dokuz veya otuz çekmektedir. Dolayısıyla ayın yirmi dokuzu olduğunda hilâl gözetlenir, hilâl gözükürse bir sonraki gün diğer ayın başladığı anlaşılırdı. Şaban ayının yirmi dokuzuncu günü akşam olduğunda hilâl gözetlenir, eğer görülürse bir sonraki günün Ramazan ayının ilk günü olduğu kabul edilir ve o gün oruca başlanır. Fakat o gün hilâl görülmezse Şâban ayı otuza tamamlanır ve iki sonraki gün Ramazan ayı başlayacağı için oruca ancak o zaman başlanır.

Günümüzde, ayın hareketleri dikkate alınarak yapılan astronomik/bilimsel hesaplamaların esas görülmesi gerektiğini söyleyen, bu yöntemin hilâli gözetlemekten daha sağlıklı olduğunu iddia eden âlimler vardır. Allah’ın, ay ve güneş için bir yörünge tayin ettiği Kur’an’da ifade edilmektedir; “Güneş kendisine ait yerleşik bir düzene göre (yörüngesinde) akıp gider. Bu, çok güçlü ve her şeyi bilen Allah’ın takdiridir. Ay için de menziller belirledik; sonunda o, hurma salkımının (ağaçta kalan) yıllanmış sapı gibi olur. Ne güneşin aya yetişip çatması uygundur ne de gece gündüzü geçebilir. Her biri bir yörüngede yüzüp gider.” (Yâsin, 38-40) Dolayısıyla da ayın ve güneşin hareketleri, kendilerine tayin edilmiş düzen içerisinde devam etmektedir. Ay ve güneş Allah’ın kendileri için belirlediği bu düzende, ne bir an ileri gidebilir, ne de bir an geri kalabilirler. Bugün, geliştirilen teknolojik aletlerle de ayın ve güneşin hareketleri daha önceden hesaplanarak tespit edilebiliyor. Bu sebepten dolayı da yapılan hesaplamalara bakarak hilâl gözetlemeye gerek olmadığı söylenmektedir.

Ayın hareketleri için söylenen şeyler bizce de doğru olan bilgilerdir. Fakat yukarıdaki görüşün şöyle problemli bir yönü söz konusudur:

Günümüzde güneş ve ayın hareketlerini tespit eden insanlar ne yazıktır ki güvenilir olan Müslümanlar değil, gayr-i müslimlerdir. Gayr-i Müslimlerin ibâdetleri de ilgilendirecek konularda yaptığı hesaplamalara güvenmek ise çok tutarlı bir yaklaşım değildir. Bugün, bilimle uğraşan insanların çoğunluğu, Allah’ın varlığını bile kabul etmeyen ateist insanlardan oluşmaktadırlar. Dolayısıyla da bu kimselerin ibâdetleri de ilgilendirecek konularda yaptıkları hesaplamalara ne kadar güvenilebilir? Eğer bu hesaplamaları yapan insanlar, Allah ve Resûlüne iman eden ve Allah’tan hakkıyla korkan insanlar olsalardı, biz, bunların yaptığı bilimsel araştırmalar neticesinde elde ettikleri verileri esas alırdık. Bu sebeple de güvenilir olmayan insanların yaptığı tespitlere göre değil, gözlem yaparak yapılan tespitin şu aşamada daha doğru bir yol olduğunu düşünüyoruz.

Efendimiz döneminde teknolojik ve astronomik hesaplamalar yapılamadığından, hilâlin görülmesine göre hareket ediliyordu. Hilâle göre oruca başlıyor ve bayram yapıyorlardı. Konuyla ilgili olarak Efendimiz şöyle buyurmuştur; “Ramazan hilalini görünce oruç tutun, Şevval hilalini görünce de bayram yapın. Eğer hava bulutlu olursa Şâban ayını otuza tamamlayın” (Buhârî, Savm, 5, 11) Dolayısıyla da güvenilir bir Müslümanın hilâli görmesi neticesinde yaptığı şehadetle oruca başlıyorlar ve bayram yapıyorlardı. Kameri ayların başlangıcı ya hilâlin görünmesi veya ayın otuza tamamlanmasıyla sabit olur.

Tüm dünya Müslümanları için dünyanın herhangi bir yerinden ayın hilâl şeklinde görünmesi, oruca başlamak veya bayram yapmak için yeterlidir. Her bölge için ayrı ayrı hilâl görünmesi söz konusu değildir. Geçmişte bazı âlimler bu şekilde fetva verseler de bu doğru bir yaklaşım değildir. Dünyanın bir ucuyla diğer ucu arasındaki saat farkı yirmi dört saatten az olduğu için dünyanın herhangi bir yerinde ayın hilâl şeklinde görünmesi tüm Müslümanlar için geçerlidir. Yeter ki hilâlin tespiti güvenilir Müslümanların şehadetiyle sabit olsun.

Oruç, kişiye yirmi dört saatten oluşan günün tamamında değil, ikinci fecirden (fecr’i-sadık) güneşin batışına kadar olan sürede farzdır. Bu süre zarfında oruç tutmalı ve orucunu bozacak şeylerden uzak durmalıdır.

ORUCUN ŞARTLARI

Bir kimsenin oruçla mükellef olabilmesi için bir takım şartlar söz konusudur. Bu şartları şöylece sıralayabiliriz:  

  1. Müslüman olmak: Müslüman olamayan kimselere ibâdetler değil, iman etmeleri farzdır. Ancak iman ettikten sonra oruç ve diğer ibâdetler farz olur.
  1. Akıllı ve ergen olmak: “Aklı olmayanın dini de yoktur” sözünden de hareketle, bir kimsenin dinin emir ve yasaklarından sorumlu olabilmesi için akıllı olması gerekmektedir. Doğuştan akıl hastası olan kimseler için böyle olduğu gibi, sonradan hastalanan veya yaşadığı bir olaydan dolayı geçici olarak hafıza kaybı yaşayan kimseler de mükellef değildirler. Söz gelimi, bir kişi ramazan ayının başında aklını yitirse ve ramazan ayı bitene kadar iyileşmezse bu kimse o yılki oruçtan sorumlu değildir.

Ayrıca henüz ergenlik çağına girmemiş çocuklar da ibâdetlerden sorumlu değildirler. Fakat çocuklar Allah için yaptıkları ibâdetlerden sevap alırlar, yapmadıkları zaman günahkâr olmazlar. Bununla birlikte çocukları ibâdetlere alıştırmak için ibâdetleri yapmaları istenir. Efendimiz bir hadis rivayetinde şu şekilde buyurmuştur; “Üç kişiden kelam kaldırılmıştır. Ergenlik çağına ulaşıncaya kadar çocuktan, iyileşinceye kadar akıl hastasından, uyanıncaya kadar uyuyandan” (Buhârî, Talâk, 11)

  1. Oruç tutmaya güç yetirmek: Hasta ve yolculara oruç tutmak farz olmadığı gibi yaşlı olduğundan dolayı oruç tutmaya güç yetiremeyen kimselere de oruç farz değildir. Dolayısıyla İslâm, orucu emrederken, insanlar içinde o ibâdeti yerine getiremeyecek kadar geçici veya kalıcı problemleri olan insanların da olabileceğini dikkate alarak, bu tür durumda olanları oruç tutmaktan muaf tutmuştur. Hasta olup da hiç iyileşme umudu olmayan ve oruç tutmayacak kadar yaşlı olan kimseler, tutamadıkları oruçların yerine fidye verirler. Yolcu ve geçici hastalığı olanlar ise daha sonra tutamadıkları gün kadar oruç tutarlar.

Oruç Tutmamayı Mübah Kılan Özürler

Oruç ibâdeti, herkesin yerine getirmek zorunda olduğu farz-ı ayn bir ibâdettir. Fakat bazı durumlar vardır ki böyle durumlarda, oruç tutmamak kişi için caiz olmaktadır. Bunları şu şekilde sıralayabiliriz:

  1. Yolculuk (Seferilik): Meşru olan bir sebepten dolayı yolculuk yapan kimseler, oruçlarını daha sonra tutmak üzere tehir edebilirler. Kur’an’da bu konuyla ilgili olarak şu şekilde buyurulur; “İçinizden hasta veya yolcu olan, başka günlerde sayısınca tutar…” (Bakara, 184) Dolayısıyla kısa süreliğine meşru bir sebepten dolayı oturduğu yerden başka bir yere giden birisi, oturduğu yere dönene kadar isterse oruçlarını tehir edebilir. Fiili olarak bulunduğu şehri terk etmek üzere yapacağı her türlü yolculukta oruçlarını tehir edebilir. Fakat gideceği yerde, Hanefî mezhebine göre 15 gün veya daha az, Şafiî mezhebine göre ise 3 gün veya daha az kalacaksa oruçlarını ancak o zaman tehir edebilirler. Ayrıca, gideceği yerde daha fazla kalacağı belli ise, gideceği yere varınca oruçlarını tam tutarlar.
  1. Hastalık: Hasta olan kimseler de iyileşinceye kadar oruç tutmakla yükümlü değildirler. Hasta olan kişiler iyileşince, tutamadıkları oruçlarını tutmaları gerekir. Fakat iyileşme umudu olmayanlar ise tutmadıkları günler için fidye vermelidirler. Konuyla ilgili Kur’an’da şu şekilde buyurulur; “İçinizden hasta veya yolcu olan, başka günlerde sayısınca tutar. Orucu tutmakta zorlananlar için bir yoksulun (günlük) yiyeceği kadar fidye yeterlidir…” (Bakara, 184)
  1. Gebelik ve Çocuk Emzirme: Ramazan orucunu tehir edecek özürlerden bir tanesi de hamile veya henüz anne sütünden başka bir gıda alacak kadar büyümemiş çocuğu olan kadınlardır. Bu durumda olan kadınlar, oruç tutmaları durumunda çocukları yeteri kadar beslenemeyeceklerdir. Bu durum, çocuklarının sağlıklı bir şekilde gelişimine mani olacağı için annelere bu ruhsat verilmiştir. Kendilerine bu ruhsat verilmiş olan kadınlar tutamadıkları günler sayısınca, yılın diğer günlerinde oruç tutarlar; “Allah Teâlâ yolcudan orucu ve namazın yarısını kaldırmıştır, gebe kadınlarla emzikli kadınlardan da orucu kaldırmıştır.” (Nesâî, Siyam, 50-51)
  1. Yaşlılık: Oruç tutmama hususunda ruhsat sahibi olan diğer bir sınıf da oruç tutmaya güç yetiremeyecek kadar yaşlı olan kimselerdir. Bir kimsenin yaşlı olması oruç tutmaması için bir mazeret değildir. Yaşlılıkla birlikte güç ve takatinin oruç tutmaya yetecek kadar güçlü olmaması da gerekir. Bu durumda olan yaşlılar, tutmadıkları oruçlarının yerine fidye verirler. Bir günlük fidye bedeli, kişinin günlük olarak iki öğün yediği miktar üzerinden hesaplanır. Dolayısıyla fakirler, kendi iki öğün yediğinin tutarı üzerinden, zenginler de kendi yediğinin tutarının ortalaması üzerinden hesaplayarak fidye verirler. Örneğin Ramazan ayının 30 gün çektiği bir yılda, ramazan orucunu tümüyle tutamayan bir yaşlı, günlük iki öğün yemeği tutarı 40.00tl ise, 30x40=1,200,00tl ihtiyaç sahibi olan kimselere fidye vermesi gerekmektedir. İyileşme umudu olmayan hastaların hükmü de aynen yaşlılar gibidir. Bu konunun delili ise; orucu konu alan bir âyette gündeme gelen dinin şu prensibidir; “Allah sizin için kolaylık istiyor güçlük çekmenizi istemiyor.” (Bakara, 185) Başka bir âyette ise; “Biz hiç kimseyi gücünün yettiğinden başkası ile yükümlü kılmayız.” (Mü’minun, 62)
  1. Savaş: Fiili savaş durumlarında da kişi orucunu tehir etme ruhsatına sahiptir. Eğer fiili savaş Ramazan ayına denk gelir ve oruç tutmak kişiye meşakkat oluşturuyorsa, bu durumda kalan kişiler oruçlarını savaşın olmadığı bir zamana erteleme ruhsatına sahiptirler. Efendimiz de savaşa giderken, askerlerden oruçlarını açmalarını istemiş, askerlerin tereddüt göstermeleri neticesinde kendisi de orucunu açmış, neticede O’nu gören askerler de oruçlarını açmışlardı. Bütün bunlar bize gösteriyor ki; oruç tutmamak için zaruret olan bir başka durum da fiili savaş şartlarıdır.
  1. İkrah (Zorlama) Altında Olma: Orucu tehir etmenin bir başka sebebi de kişinin zorlama altında olmasıdır. İkrah hali; yaptığı tehditleri yerine getirebilecek bir otoritenin, kişiyi ölüm veya uzuvlarının kesilmesiyle tehdit etmesiyle oluşan duruma denir. Böyle bir durumla karşı karşıya bırakılan kimse, orucunu bu durumdan kurtulduktan sonraki bir zamana bırakabilir. İkrah altında bulunan bir kimseye oruç gibi ibâdetlerini yapmama veya bazı haramları işleme ruhsatının verilmesinin sebebi, kişinin canını korumasının bu ibâdetleri yapmasından daha önemli bir maslahat olmasındandır.
  1. İleri Derecede Açlık veya Susuzluk: Kişinin orucunu bozabilmesi için gereken başka bir ruhsat durumu da kişiyi ölüm veya çok ileri derecede bir hastalıkla karşı karşıya bırakacak açlık veya susuzluk halidir. Böyle bir durumla karşı karşıya kalan kimse de orucunu bozabilir, bu durumdan kurtulduktan sonra tutamadığı gün sayısınca oruçlarını kaza eder.
  1. Kadınların Âdet veya Loğusa Olmaları: Oruç tutmama ruhsatına sahip olan bir başka durum da, kadınların aybaşı halleri ve doğumdan sonra yaşadıkları loğusa halleridir. Âdet hali: sağlıklı bir kadının, ergenlik çağına girdikten sonra hamile olduğu zaman dilimleri hariç her ay gördüğü kanı ifade etmektedir. Loğusa hali ise: hamile bir kadının çocuğunu dünyaya getirdikten sonra gördüğü kanı ifade eder. Bu hallerden birisini yaşayan kadın, bu durumdan temizleninceye kadar oruçlarını tutmama ruhsatına sahiptir. Konuyla ilgili hadis rivayetlerinin bir tanesinde şu şekilde buyurulur; Muâze adındaki bir kadın Âişe annemize; “Neden hayızlı kadın orucu kazâ ediyor da, namazı kazâ etmiyor” Âişe: “Sen Harûralı mısın?/ Harûrî misin?” dedi. “Harûralı/Harûrî değilim ama soruyorum” dedim. Âişe: “(Vaktiyle) Bu iş bizim başımıza gelirdi de orucu kazâ etmekle emrolunur; namazı kazâ etmekle emrolunmazdık” cevabını verdi” (Müslim, Hayz, 39)

Oruçluyken böyle bir halle karşı karşıya kalan kadın orucunu bozabilir. Bu hallerinden temizlenen kadınlar, tutamadıkları gün sayısınca oruçlarını kaza olarak tutarlar.

Orucun Geçerlilik Şartları

Bir kimsenin orucunun geçerli olması için gereken bir takım şartlar söz konusudur. Bunları şu şekilde sıralayabiliriz:

  • Hayız ve Loğusalık Hâlinin Bulunmaması: Bir önceki konuda da ifade edildiği gibi hayız hali; sağlıklı bir kadının ergenlik çağına girdikten sonra hamilelik halleri hariç her ay düzenli olarak gördüğü kanı ifade etmektedir. Loğusa hali ise; hamile bir kadının çocuğunu dünyaya getirdikten sonra gördüğü kanı ifade eder. Bu halleri yaşayan kadınlar, bu hallerinden temizleninceye kadar oruç tutamazlar. Böyle bir durumda olan kadınların tutuğu oruçlar geçerli değildir. Cünüplük hâli ise, giderilmesi mümkün olduğundan dolayı oruç tutmamak için bir engel teşkil etmemektedir. Fakat oruçlu olduğu halde kendi iradesiyle eşiyle cinsel ilişkiye girerek cünüp olan kimseler, iki ay peşpeşe kefâret orucunu tutmakla yükümlü olurlar.

 

  • Oruca Niyet: Niyet olmadan tutulan oruçlar geçerli değildir. Amellerin geçerli olması için gereken şartlardan bir tanesi de niyettir. Dolayısıyla da niyet edilmeden tutulan oruçlar geçerli değildir. Niyetin şekli ve ne zaman yapılması gerektiği konusunda mezhepler arasında bir takım ihtilaflar olsa da niyetin gerekliliği konusunda herhangi bir ihtilaf yoktur. Öncelikli olarak şunu ifade edelim ki niyet, kalp ile kastetmek demektir. Dolayısıyla oruç tutmaya kalbiyle kasteden bir kimse, niyet etmiş kabul edilir. Niyet için asıl olan da budur. Bunu diliyle de söylerse, kalbiyle kast etmiş olduğu hususu daha güçlendirmiş olur. Lakin dille söylemek şart değildir. Kişinin hangi orucu tuttuğunu bilmesi ve ona kalbiyle kast etmesi yeterlidir.

 

Niyetin zamanı ise; Hanefî mezhebine göre güneşin batmasından sonra ile bir sonraki günün kuşluk vaktine kadar olan süredir. Şafiî mezhebine göre ise geceden niyetlenmek şarttır. Dolayısıyla farz olan oruçlara, sabah vaktinden sonra niyet etmek yeterli değildir.

Akşamdan herhangi bir oruca niyetlenmeyen bir kimse, bir sonraki gün sabah uyandığında da hâlâ niyetlenmemişse bu kimsenin bundan sonra geciktirerek yapacağı niyet bir anlam ifade etmez. Farz olan oruçlar için en geç sabah namazı vaktinde oruca niyetlenmesi gerekmektedir.

  • Orucu Bozan Şeylerden Kaçınmak: Orucun bir başka geçerlilik şartı da ikinci fecirden güneş batana kadar olan süre zarfında orucu bozan şeylerden kaçınmaktır. Orucu bozacak şeyler ise kişinin kasıtlı olarak bir şeyleri yemesi ve içmesi veya cinsel ilişkiye girmesiyle olur.

Oruç Tutan Bir Kimse İçin Müstehab Olan Şeyler

Oruçlu için müstehab olan şeyler derken şunu kast ediyoruz; Kişi bunlara riayet ettiği zaman hem dünyevi olarak hem de uhrevi olarak daha fazla hayırlara ulaşır. Bunları şu şekilde saymak mümkün:

  1. Sahur yapmak: Oruç tutacak kimsenin gecenin son vaktinde yiyip-içmesine sahur denir. Peygamberimiz oruç tutacak kimseler için sahur yapmayı teşvik ederek şu şekilde buyurmuştur; “Sahura kalkın. Çünkü sahur yemeğinde bereket vardır.” (Buhârî, Savm, 20)
  1. İftar açarken acele etmek: İftar vakti olunca orucu açmakta acele etmekte müstehaptır. Akşam namazını, yapacağı iftardan sonraya bırakması daha faziletlidir. Fakat hafif bir şeylerle orucunu açtıktan sonra namazını kılıp, yemeğe devam edebilir. “Ümmetim iftarı acele yapıp sahuru geciktirdikleri sürece hayır üzerindedir.” (Buhârî, Savm, 45)
  1. Oruçlu kimselere iftar yaptırmak: Oruç tutmak faziletli bir ibâdet olduğu gibi oruç tutan fakir kimselere iftar yemeği vermek de faziletli davranışlardandır. Özellikle de yardımlaşma ve dayanışmanın en fazla yapılması gereken Ramazan ayında, oruç tutuğu halde iftar edecek durumu olmayan vaya imkanları kısıtlı olan kimselere iftar yemeği vermek çok daha faziletlidir. “Oruçluya iftar ettiren kimse, oruçlunun alacağı kadar sevap alır ve oruçlunun sevabından da bir eksilme olmaz.” (Tirmizî, Savm, 82)
  1. Cünüp Olanın, Hayız Veya Loğusalıktan Temizlenenlerin İkinci Fecirden Önce Boy Abdesti Almaları: Cünüp veya hayız ve loğusa olanların bu halleriyle oruç tutmaları söz konusu değildir. Oruç tutabilmeleri için bu hallerinden temizlenmeleri gerekmektedir. Bu durumda olup da oruç tutacak olanların boy abdestini ikinci fecir oluşmadan almaları müstehaptır. İkinci fecrin girmesinden sonraya bırakmaları ise mekruhtur.
  1. Dili ve Gözü Haramlardan Korumak: Orucu sadece midesine tutturan ama diline, gözüne ve diğer uzuvlarına tutturamayan kimseler oruçtan hâsıl olacak sevabı tam olarak alamazlar. Bunun için oruçlu olan kişi, orucu diline, gözlerine ve diğer uzuvlarına da tutturmalıdır. Konuyla ilgili bir hadiste Efendimiz şöyle buyurmuştur; “Yalan konuşmayı bırakmayan ve yanlış davranışlardan kaçınmayan kimsenin kendisini aç ve susuz bırakmasına Allah’ın ihtiyacı yoktur.” (Buhârî, Savm, 8)
  1. Kur’an’a Daha Fazla Zaman Ayırmak: Ramazan ayını diğer aylardan faziletli kılan bir diğer husus da o ayda Kur’an’ın inzal edilmeye başlamasıdır. Hatta orucun bu ayda tutulmasının sebebi de bu ayda Kur’an’ın indirilmeye başlamasıdır desek hata etmiş olmayız. Bunun içindir ki Ramazan ayında, oruç tutmakla birlikte Kur’an’ı anlayarak okumaya ve anladıklarımızı hayatımıza taşımaya daha fazla bir önem vermeliyiz. Kur’an’ı “okunan bir kitap” kalıplarından çıkararak anlaşılması gereken, daha da önemlisi yaşanması gereken bir kitap olarak görmemiz ve okumalarımızı da buna göre yapmamız gerekir.
  1. Ramazanın son on gününde i’tikafa girmek: Oruç ibâdetine bağlı sünnet olan bir ibâdet de i’tikaftır. Efendimiz, ramazanın ayının son on gününde, mescitte i’tikafa girerdi. İ’tikaf ile ilgili ileride detaylı açıklamalar yapılacağı için konuyu oraya bırakıyoruz.

Oruç Tutan Bir Kimse İçin Mekruh Olan Şeyler

Tutulan orucu zedeleyen, orucun maneviyatıyla örtüşmeyen ve oruç tutan kişi için Rabbimiz tarafından hazırlanmış sevabın tamamını almasına mâni olan bir takım hususlar vardır. Bunları şu şekilde sıralayabiliriz:

  1. İhtiyaç olmadığı halde bir şeyi tatmak ve çiğnemek: Bir şeyin tadına bakmak için ağza götürülmesi ve çiğnenmesi orucu bozmaz fakat orucun sıhhatine zarar veren davranışlardandır. Bunun için oruç tutan bir kimse mecbur kalmadığı sürece bu davranışlardan da sakınmalıdır.
  1. Sakız çiğnemek: Tatlı olan sakızlar orucu bozar, fakat tatlı olmayan sakızlar yutulmadığı sürece orucu bozmaz. Fakat bu davranışta orucun bozulmasına sebep olma olasılığı olduğundan ve orucun ruhuna uygun olan bir davranış da olmamasından dolayı sakınılması gerekmektedir.
  1. Kişinin cinsel ilişki dışında eşiyle şehevi arzularından dolayı öpme, sarılma vb. davranışlarda bulunması: Bu tür davranışlardan da orucun bozulmasına sebebiyet verme ihtimali olmasından ve ayrıca orucun ruhuyla da bağdaşmadığından dolayı sakınmak gerekir.
  1. Kan aldırmak veya hacamat yaptırmak gibi kişinin bünyesini etkileyen şeyler yapmak: Bu tür davranışların da kişinin bünyesini zayıflatarak, neticede orucunu bozmasına sebebiyet verme ihtimali bulunmasından dolayı mekruh kabul edilmiştir. Oruçlu kimseler bu tür davranışlardan da sakınmalıdırlar.
  1. Dişleri fırçalamak: Dişleri misvak ağacıyla temizlemenin bir mahzuru yoktur. Fakat diş macunu kullanarak temizlemek ise, suyun boğazdan aşağıya kaçma ihtimali olasılığından dolayı mekruh kabul edilmiştir.
  1. Gece cünüp olduğunda, o halde sabahlamak: Kişinin oruç vaktinde kendi isteğiyle cünüp olması orucunu bozar. Fakat oruç vaktinden önce cünüp olduğu halde, oruç vaktine cünüp olarak girmesi mekruh olduğu gibi, gün içerisinde uyurken cünüp olan kimsenin uyanınca bir an önce temizlenmemesi de mekruhtur. Gün içinde uyurken rüyalanan kimsenin orucu bozulmaz. Fakat uyanınca ilk fırsatta gusül boy abdesti alması gerekir.

Bütün bu hususlar, kişinin orucunu bozmasa da, bir Müslümanın şiddetle sakınması gereken hususlar olduğu unutulmamalı. Hem orucun maneviyatıyla örtüşen durumlar olmaması,  hem tutulan oruçlardan alınacak sevaplara mani olması, hem de oruç tutan kimseler için Rabbimizin hazırladığı mükafatlara engel olması yönüyle bu hususlardan uzak durulmalıdır.

Orucu Bozan ve Yalnız Kazayı Gerektiren Durumlar

Orucu bozan ve yalnızca kazayı gerektiren durumları üç başlık altında toplamak mümkündür:

  • Beslenme veya tedavi amacı taşımayan bir şeyleri yiyip içmek: İnsanların besin olarak kullandıkları bir şeyi yiyip-içmek orucu bozar ve Hanefî mezhebine göre kefâreti gerektirir. Fakat besin maddesi olmayan toprak, ağaç gibi şeyleri yiyen bir kimsenin orucu bozulur fakat bu kimseler için kefâret gerekmez.

Yanlışlıkla bir şeyler yiyen ve içen kimsenin orucu bozulur ve kazası gerekir. Fakat kefâret gerekmez. Örneğin; bir kimse abdest aldığı zaman ağzını yıkarken, yanlışlıkla boğazından aşağıya su giderse bu kimsenin orucu bozulur ve kaza yapması gerekir. Şafiî mezhebi ise; yanlışlıkla bir şeyler yiyip-içen kimsenin orucunun bozulmayacağını söyler.

Kasten kusan kişinin orucu bozulur, fakat kasten olmayan kusmalarda ağız dolusu olmadığı sürece oruç bozulmaz. Yine bu kimseler için kefâret de gerekmez.

Kulak veya göze akıtılan damlaların, boğaz yoluyla mideye ulaşma durumları varsa oruç bozulur, böyle bir durum yoksa bozulmaz.

Damardan yapılan iğneler ve takılan serum orucu bozar fakat damar haricinde bir yere yapılan iğneler orucu bozmaz. Örneğin: diş çektirmek için yapılan bölgesel anestezi orucu bozmaz.

  • Hastalık sebebiyle ilaç veya gıda maddesi almak orucu bozar ve sadece kazayı gerektirir. Yine, şu hususlar da orucu bozar fakat kefâreti gerektirmez.
  • Abdest alırken yanlışlıkla boğazdan aşağıya su kaçırmak,
  • Uyumakta olan birisine su içirmek,
  • Durumu kötüleşen birisinin, ister bir şey yiyip-içmekle isterse de ilaç kullanmakla orucunu bozması,
  • Unutarak yiyip-içen birisinin, orucunun bozulduğunu zannederek yeme-içmeye devam etmesi,
  • Sabah vaktinin girip girmediğinden şüphelenerek, sahuru sabah vaktinde yaptığına kanaat getirerek o gün oruç tutmayan,
  • Yine güneşin battığını düşünerek orucunu açan kimsenin orucu bozulur ve kazası gerekli olur. Fakat bütün bu durumlarda kefâret gerekmez.

 

 

 

Orucu Bozan Kaza ve Kefâreti Gerektiren Durumlar

Öncelikle şunu ifade etmek gerekir ki orucun kefâretiyle ilgili Kur’an’da herhangi bir hüküm söz konusu değildir. Orucun kefâretini biz, Efendimizin sünnetinden öğrenmekteyiz.

Oruçluyken cinsel ilişkiden kaçınmak gerektiği Kur’an’da zımnen ifade edilmektedir. Orucun farz kılındığı ilk yıllarda, sahabeler oruç geceleri hanımlarıyla ilişkiye girmiyorlardı. Bu konuyu gündeme getiren âyette şu şekilde buyurulmaktadır; “…Oruç gecelerinde hanımlarınızla birlikte olmanızda bir günah yoktur…” (Bakara, 187) Bu âyette cinsel ilişkinin sadece oruç gecelerinde helâl olduğu, ancak oruçluyken haram olduğu ifade edilmektedir. Dolayısıyla Kur’an, zımnen oruçluyken cinsel ilişkiyi yasaklamaktadır.

Ayrıca Ramazan ayının son on gününde, i’tikafa giren kimselerin sadece oruçlu oldukları vakitler değil, geceleri de hanımlarıyla cinsel ilişkiye girmeleri yasaktır. Bu konudaki hükmü ifade eden yukarıdaki âyetin devamında şu şekilde buyurulmaktadır; “…Mescitlerde ibâdete çekilmiş olduğunuz zamanlarda kadınlarla birleşmeyin…” ((Bakara, 187) Dolayısıyla biz bu âyetlerden; oruçluyken cinsel ilişkiden uzak durulması gerektiğini anlıyoruz. Fakat bir kimse bu yasağı ihlal ettiğinde ne yapması gerektiğine dair Kur’an’da herhangi bir hüküm bulamamaktadır. Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi biz bu konunun hükmünü Efendimizin sünnetinden öğreniyoruz.

Sünnette bu meselenin hükmü; Ramazan ayında oruçluyken eşiyle cinsel ilişkiye giren ve gelip Efendimize ne yapması gerektiğini soran kişiye, Efendimizin verdiği cevapta belirtilmiştir. Söz konusu rivayet özetle şu şekildedir;

Bir adam; “ben mahvoldum” diyerek Efendimize gelmiş ve oruçluyken eşiyle ilişkiye girdiğini söylemişti. Efendimiz de ona; “Köle azat etme imkânın var mı?” diye sormuş, adam; “Hayır yok” demişti. Efendimiz; “İki ay peş peşe oruç tutabilir misin?” diye sorunca, adam; “Hayır. Bu iş zaten sabredemediğim için başıma geldi” demişti. Bu defa Efendimiz; “Altmış fakiri doyurma imkânın var mı?” diye sorunca adam; “Hayır” diyerek bu imkânının da olmadığını söylemişti. Efendimiz adama bir sepet hurma vermiş ve bu hurmaları fakir olan birisine, günahının kefâreti olarak vermesini istemişti. Fakat adam; “Medine’de benden daha fakir birisini tanımıyorum demiş”, Efendimiz de; “Bunları götür ailene yedir” demişti. (Buhârî, Savm, 30)

Görüldüğü üzere bu olay bize, oruçluyken orucunu kasten bozan bir kimsenin hükmünün ne olduğunu öğretmektedir. Sırasıyla köle azat etme durumu olanların köle azat etmeleri –ki günümüz için böyle bir durum söz konusu değildir-; buna gücü yetmeyenlerin iki ay peş peşe oruç tutmaları; bunu da yapamayacak olanların altmış fakiri doyurmaları gerektiği ifade edilmiştir. Buna da gücü yetmeyenlerin gücünün yettiği oranda infakta bulunarak Allah’tan bağışlanma dilemeleri gerekmektedir. Şunu ifade etmek gerekir ki oruç tutmaya gücü yeten birisinin sırf nefsine zor geldiği için oruç tutmayarak sadece fakirleri doyurması helal değildir.

Efendimizin orucun kefareti için gündeme getirdiği bu hüküm, Kur’an’da zihârın kefareti için gündeme getirilmiştir.

Zihâr; bir kimsenin eşini kendisine haram etmek maksadıyla “Sen bana anamın sırtı gibisin” demesidir. Kur’an bu tür bir uygulamayı doğru görmeyerek böyle yapan kimselerin günahlarına kefâret olarak; ya köle azat etmelerini, bunun yapamayanların eşiyle ilişkiye girmeden önce iki ay peş peşe oruç tutmalarını, bunu da yapamayanların altmış fakiri doyurmalarını emretmiştir. Konuyla ilgili âyette şu şekilde buyurulmaktadır; “Karılarına zihâr yapıp da sonra dediklerinden dönenlerin, onlarla temas etmeden önce bir köle âzat etmeleri gerekir. Size öğütlenen işte budur. Allah yapıp ettiklerinizden tamamen haberdardır. Buna imkân bulamayan, temastan önce peş peşe iki ay oruç tutar. Buna da gücü yetmeyen altmış fakiri doyurur. Bu, Allah’a ve resulüne imanınızı göstermeniz içindir. İşte bunlar Allah’ın koyduğu kurallarıdır. Kâfirleri elem veren bir azap beklemektedir.” (Mücâdele, 3-4)

Orucu bozan ve kefareti gerektiren durumların başında, oruçluyken cinsel ilişkiye girmek gelmektedir. Dolayısıyla ramazan ayında oruçlu olduğu halde eşiyle cinsel ilişkiye giren birisinin orucu bozulur ve kaza da gerekli olur. Ayrıca kazayla birlikte kefâret de gerekli olur. Böyle bir durumla karşı karşıya kalan kişi, sağlığı elveriyorsa hem bozduğu orucun kazasını tutacak hem de buna ilave olarak iki ay peş peşe kefâret orucu tutacaktır.

Hanefî mezhebine göre orucu bozan ve kaza ile beraber kefâreti de gerektiren bir başka husus da oruçlu olan kişinin kasten yiyip-içmesi sebebiyle orucunu bozmasıdır. Orucunu kasten yiyip-içme sebebiyle bozan bir kimseye de kefâretin gerekli olduğuyla ilgili Kur’an’da ve sünnette herhangi bir hüküm yoktur. Hanefîler, orucunu cinsel ilişki sebebiyle bozan birisiyle ilgili olarak sünnette gündeme gelen hükmün, yeme-içme sebebiyle orucunu bozan kimse için de geçerli olduğunu ifade etmektedirler. Hanefî usulüne göre bir kimsenin, orucun farzlarından birisi olan; ikinci fecir ile güneşin batması arasında orucu bozacak hususlardan birisini kasıtlı olarak yapması, kazayı ve kefâreti gerekli kılar demektedirler. Orucun farzını ister cinsel ilişki sebebiyle, isterse de kasten yeme-içmeyle sebebiyle bozsun hüküm aynıdır derler. Sünnetteki cinsel ilişki sebebiyle orucunu bozanın kefaret olarak iki ay peş peşe oruç tutma hükmünü, yeme-içme sebebiyle orucunu kasten bozan kimseye kıyas etmişlerdir. 

Şafiî mezhebine göre ise, yeme-içme sebebiyle orucunu kasten bozan kimseye sadece kaza gerekir, kefâret gerekmez. Eşiyle cinsel ilişkiye girerek orucunu bozan kimseye ise kazayla birlikte kefâret de gerekir derler.

Orucun Kazası

Ramazan ayında bir veya daha fazla gün, herhangi bir sebepten dolayı oruçlarını tutamayan kimselerin daha sonra bu oruçlarını kaza etmeleri gerektiği konusunda âlimler arasında görüş birliği vardır. Fakat şurası bilinmelidir ki, meşru olmayan bir sebepten dolayı Ramazan orucunu kazaya bırakan kimselerin tutacakları kaza oruçları ramazanda tutulan orucun faziletine ulaşmaz. Belki sadece kişiyi cezadan kurtarır. Ramazan ayında hastalık veya yolculuk gibi orucu tehir etmek için meşru olan sebeplerden dolayı orucunu kazaya bırakan kimsenin daha sonra bu oruçlarını tutması gerektiğiyle ilgili Kur’an’da şu şekilde buyurulur; “Sizden her kim hasta veya yolcu olursa tutamadığı günler sayısınca, diğer günlerde oruç tutsun” (Bakara, 184)

Fakat keyfi olarak veya kendince tutmamak için dinin belirlemediği bir takım gerekçeler öne sürerek oruç tutmayan kimselerin, kaza yapabileceklerine dair ne Kur’an’da ne de sünnette bir hüküm yoktur. Yani, sıcak olduğu için, inşaatlarda çalıştığı için, asker olduğu için vb. sebeplerden dolayı oruçlarını kazaya bırakan kimselerin tutamadıkları bu oruçlarını kaza edebileceklerinin meşru olduğuna dair herhangi bir hüküm yoktur. Bu şekilde hareket etmek dinin caiz gördüğü bir durum değildir.

Burada şöyle bir soru akla gelebilir; bir kimseye ergenlik çağına girdikten sonra ibâdetler farz olmaktadır. Dolayısıyla tüm ibâdetler gibi oruç da farz olmaktadır. Kişi, ergenlik çağına girdikten sonra ihmal sebebiyle veya kendince meşru olmayan bir takım gerekçelerden dolayı tutmadığı oruçlarının kazasını tutabilir mi?

Bu sorunun Kur’an ve sünnette bir cevabı yoktur. Fakat mezheplerde vardır. Hemen tüm mezheplere göre böyle bir durumda olan kişi, tutamadığı oruçlarını kaza etmelidir. Ancak, Şafiî mezhebi âlimlerinin çoğunluğuna göre, kişi tutamadığı oruçlarını aynı yılın içinde kaza ederse kaza yeterli gelir, daha sonraki yıllara bırakırsa hem kaza hem de fidye gerekli olur demektedirler. Mezhepler orucun kazası konusuna, “borçlu olan kimsenin hükmü” üzerinden yaklaşmışlardır.  Nasıl ki bir kimsenin bir başka kimseye borcu olduğunda, o borcu zamanında ödeyemezse borç üzerinden düşmüyor, daha sonra da olsa borcunu ödemek zorunda kalıyorsa, oruç da bunun gibidir derler. İbadetler de, Allah’ın kul üzerindeki haklarıdır. Dolayısıyla bu hakları zamanında yerine getirmeyenler, daha sonra da olsa yerine getirmedikleri sürece o borçtan kurtulmuş olamazlar demektedirler.

Biz de diyoruz ki meşru olmayan bir sebepten dolayı oruçlarını kazaya bırakan kimseler, işlemiş oldukları bu günahlarından dolayı tevbe etmelidirler. Yani bir daha aynı suçu işlememeye karar vermeli ve Allah’tan bağışlanma dilemelidirler. Bununla birlikte bir de tutmadıkları oruçları da tutmaya çalışırlarsa bu, tevbelerindeki samimiyeti gösterir. Bu sebepten dolayı tutmadıkları oruçlarını tutmalarında dinen bir sakınca yoktur. Fakat tutmak zorunda olmadıkları kanaatindeyiz. Allah’u âlem tevbesini yaptıktan sonra bir daha aynı hatayı yapmazlarsa, daha önce tutmadıkları oruçlarından dolayı hesaba çekilmezler.

Kaza orucu sadece ramazan orucu için söz konusu değil, kefâret oruçları, adak oruçları, Hanefî ve Mâlikî mezheblerine göre başlanan ve bozulan nafile oruçlar için de gereklidir. Dolayısıyla bu oruçlarını zamanında tutmayan kimseler, daha sonra tutmakla mükelleftirler.

Yine âlimler, kefâret dışındaki kazaya kalan oruçların, peş peşe tutulma zorunluluğunun olmadığını da söylemişlerdir.

Oruç borcu olduğu halde ölen bir kimse, eğer hayattayken bu günahını telafi etmek için bir çaba ve gayret göstermemişse bu kimse için artık herhangi bir şey gerekli olmaz. Fakat kazaya kalan oruçlarını telafi etmek için çabalarken ölen kimsenin, kalan kaza oruçları için ise eğer geriye mal bıraktıysa o maldan fidyesi verilebilir. “Üzerinde bir ay oruç borcu olduğu halde ölen kimse için her gün için bir yoksul doyurulsun” (İbn Mâce, Sıyâm, 50) İskat konusunu gündeme getirirken de ifade ettiğimiz gibi maalesef günümüzde, keyfi sebeplerden dolayı oruçlarını tutmamış ve daha sonra da bu günahlarını telafi etmek için bir çaba ortaya koymamış kimseler için para vererek tutmadıkları oruçlarının günahlarından onları kurtarmak çabası içine girildiğini görüyoruz. Böyle kimseler adına verilen para veya malların onların günahları için kefâret olacağı anlayışının ne Kur’an’da ne de sünnette bir dayanağı yoktur.

Orucun Fidyesi

Kur’an-ı Kerim’de yaşlılık veya hastalık gibi sebeplerden dolayı oruç tutmaya gücü yetmeyen kimselerin fidye ödemeleri gerektiğiyle ilgili olarak şöyle buyurulur; “Oruç tutmaya güç yetiremeyenler, bir yoksul doyumu fidye versinler.” (Bakara, 184) Fidye vermek ancak yaşlılığından dolayı oruç tutmaya gücü yetmeyen veya iyileşme umudu olmayan hastalar için söz konusudur. Böyle durumda olanlar, tutamadıkları oruçların yerine iki öğün yediklerinin ortalamasından bir fakiri yedirir veya o miktar parayı ona infak olarak verirler. Tümünü bir fakire verebilecekleri gibi birden fazla fakire de verebilirler. Para veya mâl verebilecekleri gibi yemek de yedirebilirler.

KEFÂRET ÇEŞİTLERİ

İslâm, bir kimsenin yanlışlıkla veya bilerek yaptığı bazı günahları telafi etmesi için bir takım kefâretler belirlemiştir. Kefâret: yanlışlıkla, bilerek veya zorlama sonucu işlenen kimi günahların affedilmesi için İslâm’da gösterilen telâfi yollarına denir. İşlenen bazı günahların, yapılan sâlih amellerle telâfi edileceğine dair Kur’an’da şöyle buyurulur; “İyilikler, kötülükleri yok eder” (Hûd, 114); “Allah, ancak tevbe eden, inanan ve arkasından iyi işler yapan kişilerin kötülüklerini iyiliklere çevirir” (Furkân, 70) Bu âyetlerde kefâretin söz konusu olacağı ifade edilmektedir. Ayrıca da Kur’an’da kefâret çeşitleri de zikredilmektedir. Bunları şu şekilde sıralamak mümkündür:

  • Yemin Kefâreti: Yemin: bir iş yapmak veya yapmamak konusunda, sözü güçlendirmek için Allah’ın adı anılarak söylenen sözlere denir. İslâm’da Allah’tan başkası adına yemin etmek caiz değildir. Hatta kişinin gelişi güzel sürekli yemin etmesi de doğru görülmemiştir. Fakat ihtiyaç olduğu durumlarda, ancak Allah’ın adına yemin etmesi caiz görülmüştür. İşte bir işi yapmak için yemin eden ve daha sonra yeminini bozarak o işi yapmak istemeyen kişinin “yemin kefâretini” yerine getirmesi gerekmektedir. Yine bir şeyi yapmamaya yemin eden birisi, şayet yeminini bozarak o işi yapmak istiyorsa “yemin kefâretini” yerine getirmesi gerekir. Ayrıca haram olan bir hususu yapmak için veya hayırlı olan bir hususu terk etmek için yemin eden kimsenin o yeminini bozarak kefâret ödemesi gerekmektedir. Örneğin namaz kılmayacağına dair yemin eden kimsenin yeminini bozması gerektiği gibi içki içeceğine dair yemin eden kimsenin de bu yeminini bozarak kefâretini yerine getirmesi gerekir.

Yeminler üçe ayrılır;

  1. Lağv Yemini: Yanlışlıkla veya doğru sanılarak yapılan fakat yemin kastı olmaksızın ağızdan çıkan sözlere “lağv yemini” denir. Bu şekilde yemin etmek doğru değildir. Ayrıca böyle yemin yapan kimseler için herhangi bir ceza olmadığı Kur’an’da ifade edilir; ““Allah sizi kasıtsız olarak yaptığınız yeminlerden ötürü sorumlu tutmaz…” (Mâide, 89) Yani yemin kastı olmadan ağızdan gelişi güzel yapılan yeminlerin kefâret gerektirmediği ifade edilmektedir. Lakin bir Müslüman bu durumlardan sakınmalıdır.
  2. Gamûs Yemini: Yalan yere bilerek yapılan yemindir. Böyle bir yemin dinimizde büyük günahlardan kabul edilmiştir. Hanefî mezhebine göre böyle bir yeminin tevbeden başka bir kefâreti yoktur. Şafiî mezhebine göre ise tevbeyle birlikte yemin kefâreti de gereklidir.
  3. Mün’akid Yemin: Mümkün olan ve geleceğe ait olan bir şey hakkında yapılan yemindir. Kur’an-ı Kerim’de hüküm beyan edilen yemin türü de “mün’akid” yeminidir. Dolayısıyla yemin ederek bir şeyi yapacağım dediği halde yapmayan kimsenin bu kefâreti ödemesi gerektiği gibi yapması gereken bir şeyi yapmayacağına dair Allah’ın adını anarak yemin eden kimsenin de yeminini bozarak belirtilen kefâreti yerine getirmesi gerekir.

Yeminin kefâreti ise Kur’an’da şu şekilde ifade edilir; “Allah sizi kasıtsız olarak yaptığınız yeminlerden ötürü sorumlu tutmaz, fakat bilerek ettiğiniz yeminlerden dolayı sizi sorumlu tutar. Bunun da kefâreti, ailenize yedirdiğinizin ortalama seviyesinden on fakire yedirmek yahut onları giydirmek ya da bir köle âzat etmektir. Buna imkânı olmayan ise üç gün oruç tutmalıdır. Yemin ettiğinizde (bozarsanız) yeminlerinizin kefâreti işte budur. Yeminlerinize bağlı kalın. Allah âyetlerini sizin için bu şekilde açıklıyor ki şükredesiniz.” (Mâide, 89)

Dolayısıyla, ister yapacağına dair yemin ettiği halde yapmayacağı, isterse de yapmak zorunda olduğu sorumluluklardan bir tanesini yapmayacağına dair yemin eden kimse, gücü oranında ya on fakiri doyuracak veya giydirecek, ya bir köle azat edecek ya da üç gün oruç tutacaktır. Buradaki sıralamanın önemli olduğunu düşünüyoruz, dolayısıyla on fakiri doyuracak veya giydirecek gücü olan birisinin oruç tutması doğru olmaz. Maddi imkânı olanlar öncelikle on fakiri yedirmek veya giydirmek ile sorumludurlar. Mali durumu olmayanlar ise üç gün oruç tutmakla yükümlüdürler.

  • Hatayla Bir Mü’mini Öldürmenin Kefâreti: Yanlışlıkla bir mü’mini öldüren kimse, diyet ödemekle yükümlü olur. Diyeti ödeyemeyen kişiye kefâret gerekli olur. Bunun kefâreti de mü’min bir köleyi azat etmek ve peş peşe iki ay oruç tutmaktır. Kur’an-ı Kerim’de konunun hükmünü beyan eden âyette şu şekilde buyurulur; “Yanlışlıkla olması dışında, bir müminin bir mümini öldürmeye hakkı olamaz. Yanlışlıkla bir mümini öldüren kimsenin mümin bir köle âzat etmesi ve ölenin ailesine teslim edilecek bir diyet vermesi gereklidir; ancak ölünün ailesi diyeti bağışlarsa o başka. Öldürülen, mümin olmakla birlikte size düşman olan bir topluluktan ise mümin bir köle âzat etmek lâzımdır. Eğer kendileriyle aranızda antlaşma bulunan bir topluluktan ise ailesine teslim edilecek bir diyet vermek ve mümin bir köleyi âzat etmek gerekir. Bunları bulamayan kimsenin Allah tarafından tövbesinin kabulü için iki ay peş peşe oruç tutması lâzımdır. Allah her şeyi bilmektedir, hikmet sahibidir.” (Nisâ, 92)

Kasten adam öldürme durumunda ise kısas uygulanır. Fakat ölenin ailesinin kısas istemediği durumda ise öldüren kişi diyet ödemekle yükümlü olur. Hanefî mezhebinde kasten adam öldüren kâtil için kefâret gerekmezken, Şafiî mezhebine göre ise kefâret de gerekli olur. Kasten adam öldürmenin cezası ise Kur’an’da şu şekilde ifade edilir; “Kim de bir mümini kasten öldürürse cezası, içinde devamlı kalmak üzere cehennemdir. Allah ona gazap etmiş, onu lânetlemiş ve onun için büyük bir azap hazırlamıştır.” (Nisâ, 93) Görüldüğü gibi hata olarak bir insanı öldüren kişi için kefâret gündeme getirilirken kasten adam öldüren kişilere ise böyle bir hak verilmemekte cehennemle tehdit edilmektedirler.

Hata ile birisini öldürmenin kefâreti şu şekildedir; Tevbe etmekle birlikte mü’min bir köleyi azat etmek ve ölen kimsenin ailesine diyet vermek. Buna gücü yetmeyenler ise 2 ay peş peşe oruç tutmakla yükümlüdürler.

  • Zihâr Kefâreti: Zihâr kelimesi “sırt” anlamına gelen “zahr” kelimesinden türemiştir. Kocanın eşine “sen bana anamın sırtı gibisin” diyerek onu kendisine haram kılmasına zihâr denilir. Zihâr, cahiliye döneminde uygulanan bir boşama yöntemiydi. Efendimiz döneminde Hevle binti Mâlik’in kocası, Evs İbn Sâmit karısına bu şekilde zihâr yapmıştı. Hevle, Efendimize giderek kocasının gençken kendisinden istifade ettiğini, birçok çocuğunun olduğunu fakat yaşlandığı için kocasının kendisine zihâr yaptığını söyleyerek kocası hakkında şikâyetçi olmuştu. Bu olay üzerine mücâdele suresinin baş tarafları nâzil olarak zihâr yapanların kefâret ödemeleri gerektiği hükme bağlanmış ve bu tür ifadelerin çirkin ifadeler olduğu gündeme getirilmiş, Müslümanların bu yollara tevessül etmeleri yasaklanmıştır. Konuyla ilgili nâzil olan âyetler şu şekildedir;

“Kocası hakkında seninle tartışan ve Allah’a yakınan kadının sözünü Allah işitmiştir. Allah sizin karşılıklı konuşmanızı işitiyordu. Çünkü Allah her şeyi işitmekte ve görmektedir.

İçinizden karılarına zihâr yapanların karıları asla onların anaları değildir. Onların anaları sadece, kendilerini doğuran kadınlardır. Gerçek şu ki, onlar çirkin ve asılsız bir söz söylüyorlar. Şüphesiz Allah affedicidir, bağışlayıcıdır.

Karılarına zihâr yapıp da sonra dediklerinden dönenlerin, onlarla temas etmeden önce bir köle âzat etmeleri gerekir. Size öğütlenen işte budur. Allah yapıp ettiklerinizden tamamen haberdardır.

Buna imkân bulamayan, temastan önce peş peşe iki ay oruç tutar. Buna da gücü yetmeyen altmış fakiri doyurur. Bu, Allah’a ve resulüne imanınızı göstermeniz içindir. İşte bunlar Allah’ın koyduğu kurallarıdır. Kâfirleri elem veren bir azap beklemektedir.” Mücâdele, 1-4)

Dolayısıyla da karısına zihâr yapmanın büyük bir günah olduğu ifade edilmekte ve zihâr yaptığı halde tekrar karısına dönmek isteyenlerin ya köle azat etmeleri gerektiği, buna imkân bulamayan kimselerin eşine cinsel temastan önce peş peşe iki ay oruç tutmaları, buna da gücü yetmeyenlerin ise atmış fakiri doyurmaları gerektiği hükme bağlanmıştır.

  • Hac’da İhramlıyken Tıraş Olmanın Kefâreti: Hac ibâdeti ifâ edilirken ihram giymek gerekmektedir. İhramın da bir takım yasakları vardır. İhramlı olan bir kimse ihramlıyken saçlarını kesemez. Buna rağmen rahatsızlığından dolayı kesmek zorunda kalırsa kefâret olarak ya 3 gün oruç tutar, ya sadaka verir veya kurban keser. İlgili âyette şu şekilde buyurulur; “Haccı ve umreyi Allah için eksiksiz yerine getirin; engellenirseniz kolayınıza gelen bir kurban gönderin. Kurban, mahalline ulaşıncaya kadar başlarınızı tıraş etmeyin. Fakat içinizden biri hasta ise veya başından bir rahatsızlığı varsa (tıraşını olup) oruç veya sadaka yahut kurban olarak bir fidye ödesin…” (Bakara, 196) Dolayısıyla ihramlıyken tıraş olmak zorunda kalan bir kimse kefâret olarak şunlardan birisini yapmak zorundadır; a) oruç tutmak, b) sadaka vermek, c)kurban kesmek.
  • Orucun Kefâreti; Oruçluyken cinsel ilişkinin haram olduğuna dair hüküm, hem Kur’an’da zımnen hem de sünnette ifade edilmektedir. Cinsel temas sonucu orucunu bozan bir kimse için kefâretin gerekli olduğu hükmü her ne kadar Kur’an’da açık bir şekilde geçmese de sünnette geçmektedir. Yeme-içmenin kefâreti gerektirdiği hususu ise ne Kur’an’da ne de sünnette geçmektedir. Hanefî mezhebi, yeme-içme sonucu orucunu bozan kimseler için de kefâretin gerekli olduğu hükmüne, sünnetteki cinsel temasın orucu bozacağı ve ayrıca da kefâretin gerekli olduğuna dair hükme kıyas yaparak varmıştır. Dolayısıyla da orucun kefaretinin konuyla ilgili nakledilen hadis rivayetine istinaden zihârın kefaretiyle aynı olduğuna hükmedilmiştir. Orucun kefâreti özetle şöyledir; Cinsel ilişki sebebiyle orucunu bozan kişi, öncelikle tevbe etmekle sonra da bozduğu orucu kazasıyla birlikte iki ay tutmakla yükümlüdür.

ADAK VE ÇEŞİTLERİ

Adak; Allah’u Teâlâ’ya ibâdet maksadıyla kişinin mükellef olmadığı halde bir işi yapmayı kararlaştırması ve Allah’a söz vermesidir. Arapça’da adağın karşılığı olarak “nezir” kelimesi kullanılır.

Öncelikle şunu ifade etmek gerekir ki Allah’a ibâdet niteliği olan bir şeyi yapmaya söz vermek, kişi için olumlu bir davranıştır. “Yarın Allah rızası için oruç tutacağım”, “yoksul olan şu fakire şu kadar para vereceğim” gibi ifadeler gereği yapıldığı takdirde kişiye mükafat kazandıracak hususlardır.

Fakat dünyevi bir takım faydalara bağlı olarak yapılan ve ayrıca kişinin yapmak zorunda olmadığı hususlarla ilgili şeyleri yapmayı adaması ise dinimiz tarafından hoş karşılanmamıştır. “Şu işim olursa, şu kadar oruç tutacağım veya fakire şu kadar infakta bulunacağım” gibi adaklar pek hoş karşılanmamıştır. Hoş karşılanmamasının sebebi; Allah için yapılması gereken bir ibâdeti elde edilecek bir faydaya bağlamasından ve kişinin adadığı hususu yerine getirmeme ihtimalinin olmasından kaynaklanmaktadır.

Bununla birlikte, aşağıda ifade edeceğimiz adakları adayan kimselerin bu adaklarını yerine getirmeleri kendilerine vacip olur.

Adağın şartlarını gündeme getirmeye başlamadan ifade edelim ki yüce Kitabımız daha önceki ümmetlerin de adak adadığını bize bildirmektedir. Örneğin; “Bir zamanlar İmrân’ın karısı şöyle demişti: "Rabbim! Karnımdakini kayıtsız şartsız sana adadım, benden kabul buyur; kuşkusuz sensin her şeyi işiten, her şeyi bilen." (Âli İmran, 35)  

“Ye, iç, gözün aydın olsun. İnsanlardan birini görecek olursan, ‘Şüphesiz ben Rahmân’a susmayı adadım. Bugün hiçbir insan ile konuşmayacağım’ de.” (Meryem, 26)

Yine Allah’u Teâlâ şöyle buyurmaktadır; “Sonra kalan hac fiillerini tamamlayıp temizlensinler, adaklarını yerine getirsinler ve o kadîm evi (Kâbe) tavaf etsinler." (Hac, 29)

“Yapmayacağınız şeyleri söylemeniz Allah katında çok çirkin bir davranıştır.” (Saf, 2)

Efendimiz de bir hadis rivayetinde şu şekilde buyurur; “Kim Allah’a itaat etmeyi adamışsa adağını yerine getirsin. Kim de Allah’a isyan etmeyi adamışsa, Allah’a âsi olmasın” (Buhârî, Eymân, 28,31)

Adağın Şartları

Yapılan adağın, İslâmî şartlara göre geçerli olması için bir takım şartları vardır. Bu şartları şu şekilde sıralamak mümkündür;

  • Adanan adağın cinsinden bir farz veya vacibin bulunması gerekir. Yani “üç gün oruç tutayım” “on rekât namaz kılayım” gibi adaklar geçerliyken, “hasta ziyaret edeyim” gibi adaklar adak kapsamında kabul edilmezler.
  • Adağı adayan kimsenin akıllı ve ergen olması gerekir. Çocukların ve akıl hastalarının yaptıkları adaklar geçerli değildir.
  • Adanan şeyin cinsinden olan farz ve vacip, başkasına bağlı bir ibâdet olmamalı, kendi başına bir ibâdet olmalıdır. Örneğin kişi “iki rekât namaz kılayım” diye adakta bulunabilirken, namaza bağlı olan “abdest alayım” diye adakta bulunamaz. Yine “tilavet secdesi yapayım” diye de adakta bulunamaz.
  • Adanan şey o anda veya gelecekte yapılmak zorunda olan bir ibâdet olmamalıdır. “Sabah namazını kılayım” gibi adaklar geçerli değildir. Kişi zaten sabah namazını kılmak zorundadır.
  • Adanan şey Allah ve Resûlüne isyan niteliği taşıyan birşey olmamalıdır. “şu işim olursa oğlumu kurban edeyim” gibi adaklar geçerli değildir. Fakat bu tür adakta bulunan kimseler, Ebû Hanife ve İmam Muhammed’e göre bir koyun kurban etmek zorundadırlar. Delil olarak da; İbrâhim’in (a.s.) oğlu İsmâil’i kurban olarak adaması ve bunun neticesinde Allah Teâlâ’nın İsmâil’e bedel olarak bir koç kurban etmesini İbrâhim’den (a.s.) istemesini sunarlar.
  • Adanan şeyin yerine getirilmesi imkân dâhilinde olan bir şey olmalıdır. “Dün olursa oruç tutayım” gibi adaklar geçerli değildir. Veya “peygamber gelince oruç tutayım” gibi imkânsız olan şeyler için adak adanırsa, bu adaklar geçerli değildir. Bu tür adaklar eğer dinle alay etme maksadı taşıyorsa kişiyi kâfir yapar. Yok, böyle değil de bilgisizlikten dolayı yapılıyorsa bir mahzuru yoktur. Adanan adaklar da geçerli değildir.
  • Adanan şey eğer bir mal ise, o mal kişinin kendi mülkü olmalıdır. Kişi kendisine ait olmayan bir mülkü başkasına vermek için adayamaz. Lakin bu şekilde bir adakta bulunan kimse, adadığı o malın değeri ne kadar ise o miktarda malı veya bedelini kim için adakta bulunduysa ona vermelidir. Örneğin; kişi bir başkasının evini infak etmeyi adadıysa, o ev başkasına ait olduğu için adağı geçerli olmaz fakat, kendisine ait olan bir ev veya değerini infak etmekle yükümlü olur.

Adak Çeşitleri

Adak, şarta bağlı olan ve olmayan olarak ikiye ayrılır.

  • Şarta Bağlı Olan Adak: Bu adak çeşidine “muallak adak” da denilir.
  1. Gerçekleşmesi istenen bir şarta bağlanan adak: Örneğin; “Hastalığımdan iyileşirsem şu kadar oruç tutayım veya şu kadar infak edeyim” denilerek yapılan adaklar bu kısma girer. Böyle bir adakta bulunan kimse iyileşirse adağını yerine getirmek ona farz olur. Fakat “Falan zat! Beni iyileştirirsen şu kadar namaz kılacağım” veya “Ey türbe! Kaybolan malımı bulursan şu kadar oruç tutacağım veya şu miktarda infakta bulunacağım” gibi adaklar geçersizdir. Çünkü ne falan zatın bir kimseyi iyileştirme imkanı vardır ne de herhangi bir türbenin kaybolan malı bulma gücü vardır. Bu tür adaklarda bulunmak, dinimiz tarafından yasaklanmıştır.
  2. Gerçekleşmesi istenmeyen bir şarta bağlı olan adak: Örneğin; “bir daha sigara içersem bir ay oruç tutayım” diye adakta bulunan bir kimse, eğer sigara içmeye devam ederse, ya adağını yerine getirmek zorunda kalır ya da yemin kefâretini ödemekle mükellef olur. Bu kısma giren adaklar aynı zamanda bir tür yemin hükmünde oldukları için yerine getirilmediğinde yemin kefâreti geçerli olur.

Âlimlerin çoğunluğuna göre bir şarta bağlanan adak, o şart gerçekleşmeden önce yapılamaz. Yapıldığı takdirde o şart gerçekleşince yeniden adağını yerine getirmesi gerekir.

  • Şarta Bağlı Olmayan Adak: Bu adak çeşidine de “mutlak” adak denir. Bu adaklar da ikiye ayrılır:
  1. Muayyen Adak: Herhangi bir şarta bağlanmadan belirli bir zaman yapılması adanan adaklardır. Mesela; “bu ayın son günü oruç tutayım” Bu tür adakların belirlenen zamanda yapılması gerekir, yapılmazsa kişi günahkâr olur. Fakat kişi bu adakları o adağın yapılmasının haram veya mekruh olduğu bir zamanda yapmayı adarsa o zaman bu adakları yerine getirmesi caiz olamaz. Ayrıca Hanefî fukahasına göre mutlak adakta kişinin yer, kişi ve zaman gibi belirleyici ve yerine getirilmesi güçlük oluşturan şartlara bağlı kalması gerekmez. Örneğin Kâbe’de iki rekât namaz kılmayı adayan bir kimse, herhangi bir mescitte namaz kılarsa adağını yerine getirmiş olur derler.

Fakat burada üzerinde durmamız gereken husus kişinin adakta bulunurken ifade ettiği zamanda yerine getirme imkânının olup olmaması ve kişi için oluşturacağı zorlukların miktarıdır. Dolayısıyla kişinin gücünü aşmayan hususlarda adaklar mutlaka yerine getirilmelidir. Kâbe’de namaz kılmayı adayan bir kimse imkânı varsa tabi ki adağını o şekilde yerine getirmelidir.

  1. Gayr-ı Muayyen adak: Bu adaklar ise herhangi bir şarta ve zamana bağlanmadan yapılan adaklardır. Örneğin, “üç gün oruç tutayım” diyerek bunu herhangi bir şarta ve zamana bağlamayan kimsenin yaptığı adaktır. Bu şekilde adak adayan kimse adağını istediği zaman yerine getirebilir.

Herhangi bir şeyi adayan kimse adadığı o şeyi kendi menfaati için kullanmaz. Örneğin; kurban adayan kimse, adadığı kurbanı kesince o hayvanın etinden yiyemez. Bakmakla yükümlü olduğu kimselere de yediremez. Yani anne, baba, dede, nine, eş, evlat, torun gibi bakmakla yükümlü olduğu kimselere yediremez. Şayet yemek veya yedirmek durumunda kalırsa kullandığı miktarın karşılığı olan parayı fakirlere bağışlamakla yükümlü olur.

İ’TİKÂF

İ’tikâf; bir yerde durma, bekleme ve kendini o yere hapsetme gibi anlamlara gelmektedir. Fıkıh ilminde ise; Bir mescitte veya mescit hükmünde olan bir yerde i’tikaf niyetiyle bir süre durmak demektir.

İ’tikaf vacip, sünnet ve müstehab olmak üzere üçe ayrılır. Adanan i’tikâflar vacip hükmündedir. Ramazanın son on gününde yapılan i’tikâf ise sünnet hükmündedir. Ayrıca i’tikâf niyetiyle bir mescitte belirli bir süre vacip ve sünnet olan i’tikâflar dışında beklemek de müstehab hükmündedir.

İ’tikâf, Efendimizin kuvvetli sünnetlerinden olan bir ibâdettir. Her ne kadar günümüzde birçok Müslüman tarafından bilinmiyor olsa da Efendimizin hayatında çok önemli yeri olan ibâdetlerdendir. Efendimizin, Ramazan orucu teşri kılındıktan sonra vefatına kadar hiç terk etmediği her yıl yerine getirdiği ibâdetlerdendir. İ’tikâf; günahlardan ve manevi kirlerden arınma ayı olan Ramazanda; kişinin yaptığı ibâdetlerle birlikte arınmasını en yüksek seviyeye taşımayı amaçlayan bir ibâdettir. 

İ’tikâf, pek çok ibâdeti içerisinde bulunduran bir ibâdettir. Başka bir ibâdette bu kadar fonksiyon bulunmaz.  İ’tikâf kişinin namazını vaktinde, cemaatle ve huşû ile edâ etmesine yardımcı olur. Nâfile namazlar kılmasına vesile olacağı gibi gece Allah için uykuyu bölüp teheccüdle neşelenme imkânına ve alışkanlığına da kişiyi ulaştırır. Mu’tekifin (i’tikâf yapan kimsenin) orucu, takvâya ulaştırır;  çünkü onun orucu; gıybet ve yalan gibi haramlardan, hatta gereksiz sözlerden uzak, mescid gibi bir mekânda yerine getirilen oruçtur. İ’tikâf, özellikle fesâdın yayıldığı günümüzde, gözün, kulağın ve dilin, dolayısıyla da gönlün haramlardan korunmasına vesîledir. İ’tikâf, insanı dünyevîleşmekten, hırs ve tatminsizlikten kurtarır.

İ’tikâf, mü’minin Allah ile olan imânî bağını kuvvetlendirip nefsini tezkiye edip arındırır, çevre baskılarına ve fitnelere karşı daha dayanıklı hale getirir. İ’tikâf sâyesinde insan, ahlâk ve ibâdetlerle ilgili zaaflarını gidermek için gerekli adımları atabilir. Kötü alışkanlıklarını bırakma imkânına kavuşur. Bildiği doğruları ve güzellikleri hayata geçirme gayret ve çabasına kavuşur. Sözlerin yalama olduğu, muhâtapların güzel konuşmalardan değil; ancak güzel yaşayıştan etkilendiği günümüzde, hal diliyle güzel bir tebliğdir i’tikâf. Başkalarına iyiliği emrettiği halde kendi nefislerini unutanlara da önemli bir derstir. Allah için ağlayıp tevbe etmeyi unutan takvâ ve ihlâs konusunda büyük ihmalleri olan ve yaptığı ibâdetlerden zevk alamayan insan için bir şahsiyet okuludur. Kişinin Rabbine yaklaşabilmesi ve kendini O’na adayacak seviyeye yükselebilmesi için fiilî bir duâdır. (Ahmed Kalkan…)

İ’tikâfın Meşru Olduğunun Delilleri

İ’tikâf ibâdeti Kur’an, sünnet ve ümmetin icmasına dayanan bir ibâdettir. İ’tikâfın Kur’an’dan delili; “Mescitlerde i’tikâfa girince hanımlarınıza yaklaşmayın” (Bakara, 187); “Benim evimi, tavaf edenler ve i’tikâfta bulunanlar için temizleyin” (Bakara, 125) âyetidir.

Sünnetten delili ise; Hz. Âişe annemizin şu şekilde söylediği rivayettir; “Hz. Peygamber Medine’ye geldikten sonra vefatına kadar Ramazan ayının son on gününde i’tikâfa girerdi.” (Buhârî, İ’tikâf, 1,6)

İ’tikâfın amacı kişinin belirli bir zaman da olsa, dünya meşgalelerine ara vererek tüm zamanlarını ibâdet, zikir ve tefekkür gibi hususlarla geçirmesini sağlamaktır.

İ’tikâfta öne çıkan ibâdetlerden bir tanesi tefekkürdür. Dünya koşturmacası içinde hâlinin muhasebesini yapmaya fırsat bulamayan insana, bu fırsatı sunan ibâdettir i’tikâf.

Yine i’tikâfta yapılan ibâdetlerden bir tanesi de Kur’an okumaktır. Efendimizin de i’tikâfa girdiğinde o yıla kadar inen âyetleri Cebrâil (a.s.) ile birlikte mukabele yaptıkları rivayet edilmektedir. Şunu da ifade edelim ki okumak anlamak için, anlamak da hayata taşımak için yapılır. Dolayısıyla da yapılacak okumalarda bu husus göz önünde bulundurularak Kur’an okunmalıdır. Bu sebeple Arapça bilmeyenler Kur’an-ı yüzünden okudukları gibi mealinden de okumalıdırlar. Hatta meal ve tefsir gibi Kur’an-ı anlamaya vesile olacak eserleri okumaları daha faziletlidir.

İ’tikâfta öne çıkan bir başka ibâdet de namazdır. 24 saatini ibâdet için vakfeden kişi, i’tikâfta kaldığı sürece farz namazları cemaatle kıldığı gibi nafile olan namazlara da hassasiyetle devam etmelidir. Bilmelidir ki Allah indinde en faziletli ibâdet namazdır. Bu vesileyle tüm namazları erkânına uyarak eda etmeye çalışmalıdır.

Yine i’tikâfta önemle üzerinde durulması gereken bir başka ibâdet de zikirdir. Zikrin asıl manası “hatırlamak” demektir. Dolayısıyla i’tikâfta bulunan kişi devamlı surette Allah’ı hatırında tutmalı, kendisine Allah’ı hatırlatacak hususlara sarılmalıdır. Ayrıca Efendimizin de uygulayarak tavsiye ettiği zikir kalıplarını, manaları üzerinde tefekkür ederek tekrarlamak da ihmal edilmemelidir.

Dolayısıyla i’tikâfta bulunan kişi, tüm zamanlarını boş şeylerden uzaklaşarak ibâdetle geçirir ve bu vesileyle de Allah’ı razı etmeye çalışır.

Âlimler arasında, i’tikâfın en kısa süresi ile ilgili ihtilaflar söz konusu olmuştur. Âlimlerden konuyla ilgili birbirinden farklı birçok süre nakledilmiştir. Bu sürelerin miktarı içtihadidir. Kur’an ve sünnette i’tikâfın en kısa zamanı diye bir süre belirlenmemiştir. Sünnette i’tikâfın süresinin, Ramazan ayının son on günü olduğu ifade edilmektedir. Efendimiz de Ramazan ayının son on günü i’tikâfa girmiştir. Lakin i’tikâfın on günden az olamayacağıyla ilgili de herhangi bir rivayet yoktur. Bundan dolayı da kişi gücü nispetinde bu ibâdeti yerine getirebilir. On güne gücü yetenler on gün girmelidir. Fakat güçleri daha az bir zamana yetenler ise güçleri yettiği kadar i’tikâfa girmelidirler.

İ’tikâfın Şartları

İ’tikâfın geçerli olması için şu şartları taşıması gerekmektedir:

  1. İ’tikâfa girecek kimse Müslüman, akıllı ve temiz olmalıdır. Dolayısıyla Müslüman olmayan, akıl hastası olan, cünüplükten ve kadınlar için de hayız ve loğusalıktan temiz olmayanlar i’tikâf yapamazlar.
  2. İ’tikâfa niyet edilmelidir. Niyetsiz yapılan bir i’tikâf geçerli değildir.
  3. İ’tikâf mescitte veya mescit hükmünde bir yerde olmalıdır. Bunun hikmeti özellikle namazları cemaatle kılmak, Müslümanlarla ilişkiyi tamamen koparmamak için olsa gerektir. Ayrıca namazların cemaatle kılınması esas olduğundan kişinin bu esası göz ardı etmemesi amaçlanmıştır. Dolayısıyla cemaatle namaz kılınmayan yerlerde i’tikâf yapılması doğru değildir.
  4. İ’tikâfı adayan bir kimsenin adadığı i’tikâfı yerine getirirken oruçlu olması gerekir. Bu Hanefî mezhebinin görüşüdür. Çünkü i’tikâf, sünnette ancak ramazan ayında ve oruçluyken yapılmıştır demektedirler.

İ’tikâfın Çeşitleri

  • Vacip olan i’tikâf: Adanan i’tikâfın yerine getirilmesi vaciptir. Dolayısıyla i’tikâf yapmayı adayan bir kişi adağını yerine getirmezse mesûl olur.
  • Sünnet olan i’tikâf: Ramazan ayının son on gününde yapılan i’tikâf da sünnet hükmündedir. Efendimiz Medine’ye hicret ettikten sonra Ramazan orucunun farz kılındığı yıldan itibaren vefatına kadar her yıl i’tikâf ibâdetini yerine getirmiştir. Bunun içindir ki i’tikâf kuvvetli bir sünnettir.
  • Müstehab olan İ’tikâf: Vacip ve sünnet olan i’tikafın dışında yapılan i’tikâflar da müstehabtır.

İ’tikâfı Bozan Şeyler

  • Cinsel ilişkide bulunmak: Konuyla ilgili olarak Kur’an’da şu şekilde buyurulur; “Mescitlerde i’tikâfa çekildiğinizde kadınlarınıza yaklaşmayın” (Bakara, 187) Normal zamanlarda sadece oruçluyken yasak olan cinsel ilişki, i’tikâfa girildiğinde ise geceleri de yasaktır. Kişi i’tikâfta kaldığı sürece cinsel ilişkiden uzak durmak zorundadır.
  • İ’tikâfa girilen mescidin özürsüz olarak terk edilmesi: İ’tikâfa giren kimse yeme-içme, cünüplükten temizlenme, abdest almak gibi zaruri ihtiyaçları için mescitten ayrılabilir. Fakat zaruri olmayan işleri için ayrılamaz. Ayrıldığı takdirde i’tikâfı bozulur.
  • İ’tikâfta iken uzun süreli baygınlık, aklın gitmesi gibi durumlarla karşı karşıya kalmak: Bu durumlar gün boyunca devam ederse kişinin i’tikâfı bozulur. Fakat daha az bir zaman sürerse i’tikâfa bir zarar gelmez.

İ’tikâfa girilen mescitte Cuma namazı kılınmıyorsa, Cuma namazını kılmak için başka bir mescide gitmek üzere mescid terk edilirse i’tikâf bozulmaz.

Yine i’tikâfta bulunan kişi, i’tikâfa girdiği mescitten zorla çıkarılmış olsa, başka bir mescitte i’tikâfa devam etmesi i’tikâfını bozmaz.

  • İ’tikâfta malayani şeyler konuşmak, ibâdetin ruhuna aykırı şeyler yapmak: Müstehcen yayınlar okumak, elektronik cihazlar üzerinden oyunlar oynamak ve gereksiz bir şekilde sosyal medyada vakit tüketmek, uzunca zaman futbol vb. konuları konuşmak gibi hususlar i’tikâfın ruhuna aykırı olan hususlardır. Bu durumlar i’tikâfı bozar. İ’tikâfta bulunan bir Müslüman bu gibi hususlardan uzak durmalıdır.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

ZEKÂT İLMİHÂLİ

Tanım ve Tarifi

Zekât sözlükte: artma, çoğalma, arıtma, bereket ve övme gibi manalara gelir. Fıkıhta ise: Belli mal türlerinin belli bir bölümünün, Allah’u Teâlâ’nın belirlediği kimselere mülk olarak verilmesidir.

Tanımda da görüldüğü gibi her türlü malın zekâtı söz konusu değildir. Ancak belli bazı mal türlerinin zekâtı söz konusudur.

Yine tanımdan öğrendiğimiz üzere zekât malın tamamını değil, belirli bir bölümünü vermeyi gerektirmektedir.

Tanımdan öğrendiğimiz bir başka husus da; zekâtın kendilerine verilmesi gereken kimselerin kimler olduğunu belirleme yetkisinin ancak Allah olduğu, dolayısıyla da zekâtın Allah’ın belirlediği kimselere verilmesi gerektiği, bunun dışındaki kimselere verilmeyeceği, verilmiş olsa da geçerli olmayacağıdır.

Kur’an-ı Kerim’de zekât kelimesinin yerine “sadaka” kelimesi de kullanılmıştır. Fakat Kur’an, genel olarak sadaka kelimesini zekâttan daha geniş bir muhtevaya sahip olarak her türlü yapılan mâli bağış için kullanmıştır.

Kişinin Allah rızasına ulaşmak için ayırıp verdiği mala zekât denilmesinin sebebi, geriye kalan malı temizlemesi ve bereketlendirmesinden dolayıdır. Rabbimiz bir âyette şu şekilde buyurur; “Onları arındırmak ve temize çıkarmak üzere mallarından sadaka al!..” (Tevbe, 103)

Zekâtın Hikmetleri

Allah’u Teâlâ insanları mâli yönden eşit kılmamıştır. “Allah, rızık konusunda sizin bazınızı bazınıza üstün kılmıştır.” (Nahl, 71) Kimine imtihan gereği fazla mal vermiş, kimine de az vermiştir. Böyle olması, hem imtihanın bir gereğidir hem de dünyada var olan düzenin devam etmesi içindir. Herkes mâli yönden zengin olsa üretim duracak ve kimse çalıştıracak insan bulamayacaktır. Herkes mâli yönden fakir olsa yine üretim duracak ve kimse ücret karşılığında işlerini yapacak kimse bulamayacaktır. Dolayısıyla dünya imtihanında bazı insanların zengin, bazı insanların da fakir olmaları imtihanın ve dünya düzeninin bir gereğidir.

Bununla birlikte zengin olan insanın sorumluluklarıyla fakir olan insanın sorumlulukları aynı değildir. Allah bir kimseye mal vermişse, verdiği o malın şükrünü edâ etmesini de ondan istemiştir. Konuyla ilgili bir âyet-i kerimede şu şekilde buyurulur; “Onların mallarında, dilenen ve mahrûm olanlar için belirli bir hak vardır.” (Meâric, 24) Allah’u Teâlâ’nın mal yönünden zengin kılmadığı kimsenin ise böyle bir sorumluluğu yoktur. Yani dememiz o ki; Allah zenginlik verdiği bir kimseye; “sana verdiğim zenginliği istediğin gibi kullan” dememiş, ona fakire yüklemediği ekstra sorumluluklar yüklemiştir. İşte bu mâli sorumlulukların başında zekât gelir. 

Zekâtın belli başlı hikmetlerini başlıklar halinde özetlersek;

  1. Zekât zengin ile fakiri bir birine yaklaştıran bir ibâdettir: Zengin insan fakirlerin ihtiyaçlarını karşılamanın getirdiği manevi hazzı yaşar, fakirde ise, kendisine yardımcı olan zengine karşı sevgi bağı oluşur. Bu şekilde de toplum içerisinde zenginler ile fakirler arasında kutuplaşmalar değil yakınlaşmalar söz konusu olur.
  2. Zekât, çalışma imkânı olmayan, yoksul ve biçareler için yaşamlarını sürdürmelerine olanak sağlayan bir işlev görür. Hemen her toplum içerisinde bulunan yoksul ve biçareler yaşamlarını sürdürmek için başkalarına muhtaçtırlar. İslâm’ın teşri kıldığı zekât sayesinde bu insanlar yaşamlarını sürdürme imkânına kavuşmuş olurlar.
  3. Zekât, kişiyi cimrilik gibi manevi hastalıklardan koruduğu gibi kişiye cömertlik gibi ahlaki erdemler de kazandırır. Malumdur ki insan, fıtratında hem olumlu hem de olumsuz nice fıtri özellikler taşır. İnsanoğlunun fıtri özelliklerini doğru bir şekilde kanalize ederek toplum içinde uyumlu ve erdemli bir hayat yaşayabilmesi için İslâm kişiye ışık tutacak ilke ve prensipler belirlemiştir. Zekât da bunlardan bir tanesidir.
  4. Zekât aynı zamanda malın bir şükrüdür: İslâm’da şükür, ancak verilen nimetin cinsiyle yapılır. Kendisine ilim verilen kişi, ilmin şükrünü ancak o ilmi başkalarına taşıyarak yapabilir. Diliyle Allah’a teşekkür etmesi o nimetin şükrü için yeterli değildir. Malın şükrü de ancak malla olur. Dolayısıyla kendisine mâli yönden zenginlik verilen kişi, kendisine verilen bu malı başkalarıyla paylaşmadan şükrünü eda etmiş olmaz. Zekât da malın şükrüdür.
  5. İnsan toplumsal bir varlıktır. Toplumdan kendisini soyutlayarak yaşayabilmesi söz konusu değildir. Bundan dolayı da insanın içinde yaşadığı topluma karşı sorumlukları vardır. Toplumun sorunlarına karşı duyarsız ve umarsız kalamaz. Zengin kişi bu zenginliğe ulaşırken toplumdan yararlandığı gibi o toplum içindeki ihtiyaç sahibi insanları da gözetmek zorundadır. İşte bu kavrandığı ve gereği yerine getirildiği zaman toplumda huzur oluşur ve böyle toplumlar varlıklarını daha sağlam bir şekilde sürdürürler.
  6. Zekât kişiye emanetçi olduğu bilincini kazandırır: Aslına bakarsak yeryüzü, gökyüzü ve bu ikisi arasında bulunan her şey Allah’ındır. İnsanın sahip olduğunu düşündüğü malın da gerçek sahibi Allah’tır. Allah dilediği kulunu imtihan etmek için bu maldan dilediği kadarını dilediği kuluna verir. Dolayısıyla malın gerçek sahihinin Allah olduğunu bilen bir kimse, kendisine fakirlere vermek üzere emanet olarak verilen malları zimmetine geçirmeyi düşünmez. O mallara Karun gibi “ben kazandım” diyerek sahiplik iddiasında bulunmaz.

 

Zekâtın Dayandığı Deliller

Zekât, İslâm’ın beş temel rukûnundan bir tanesidir. Kur’an’da, İslâm’ın rükûnları arasında namazdan sonra en fazla öne çıkarılan rükün zekât olmuştur. Hatta bazı âyetlerde kişinin Müslümanlığının zorunlu bir şartı olarak gündeme getirilmiştir. “Fakat tevbe eder, namaz kılar ve zekât verirlerse, artık onlar dinde kardeşlerinizdir. Biz, bilen bir kavme âyetlerimizi böyle açıklıyoruz.” (Tevbe, 11)

Yine namazla birlikte zikredilerek önemine vurgu yapılmıştır. “Namazı hakkıyla kılın, zekâtı verin ve resule itaat edin ki esirgenesiniz.” (Nûr, 56) Bu şekilde namazla birlikte zikredilen âyetler bir hayli fazladır. Eski ümmetlerin de namaz ve zekâtla yükümlü tutuldukları Kur’an’da ifade edilmektedir. Kur’an’da İsmâil’in (a.s.) kavmine zekâtı emrettiği şu şekilde ifade edilir; “Halkına namazı ve zekâtı emrederdi; Rabbi nezdinde de hoşnutluk kazanmış bir kimse idi.” (Meryem, 55) İshak ve Ya’kup peygamberi gündeme getiren âyetlerde de şu şekilde buyurulur; “Onları, emrimiz uyarınca doğru yolu gösteren önderler yaptık ve kendilerine hayırlı işler yapmayı, namaz kılmayı, zekât vermeyi vahyettik. Onlar, daima bize ibâdet eden kimselerdi.” (Enbiyâ, 73) Âyetlerde diğer ibâdetlerin değil de namaz ve zekâtın öne çıkarılmasının sebebi; namaz bedeni ibâdetlerin en önemlisi ve onları temsil eden bir ibâdet olduğu için, zekât da mâli ibâdetlerin en önemlisi ve temsilcisi olduğu içindir. Bundan dolayı sık sık birlikte zikredilmişlerdir.

Zekat, hicretin ikinci yılında ramazan orucuyla birlikte farz kılınmıştır. Vahyin ilk yıllarından itibaren zorunlu olmaksızın zekât emredilirken, hicretin ikinci yılından itibaren miktarı da belirlenerek zorunlu hâle getirilerek farz kılınmıştır.

 

 

Zekât Kur’an, Sünnet ve ümmetin icmasıyla farzdır.

Kur’an’da zekâtın farz olduğunu bildiren çokça âyetler söz konusudur. Birkaç tanesini örnek olarak verirsek: “Namazı kılın, zekâtı verin…” (Bakara, 43); “Mü’minlerin mallarından zekât al ki onları temizleyip mallarını çoğaltasın” (Tevbe, 103); “Hasat günü ürünün hakkını ödeyin” (En’âm, 141)

Sünnette zekâtın farz olduğuna dair delillere örnek olarak da şu hadis rivayetlerini verebiliriz; “İslâm beş şey üzerine bina edilmiştir. Bunlardan birisi de zekâtı vermektir.” (Buhârî, İman, 1,2); Efendimiz Muaz ibn Cebel’i Yemen’e gönderirken kedisine şu şekilde talimat vermiştir; “…Onlara bildir ki Allah’u Teâlâ kendilerine zekâtı farz kılmıştır. Zekâtı onların zenginlerinden al, yoksullarına ver.” (Buhârî, Zekât, 1)

Ayrıca zekâtın farziyetiyle ilgili olarak ümmet arasında tarihin hiçbir döneminde bir tartışma olmamış, ümmet ittifakla zekâtın farz bir ibâdet olduğu konusunda birleşmiştir.

Zekâtın Bir Kimseye Farz Olmasının Şartları

Bir kimsenin zekâtla yükümlü olması için aşağıdaki şartların bulunması gerekmektedir.

  • Mükellef Olmak

Öncelikli olarak, bir kişinin zekâtla yükümlü olması için Müslüman, akıllı ve ergen olması gerekmektedir.

Hanefî mezhebine göre zekât, mâli yönü değil de ibâdet yönü ağır basan bir emir olduğundan, bir kimsenin zekâtla yükümlü olması için diğer ibâdetlerde olduğu gibi akıllı ve ergen olması şarttır. Akıl hastaları ve çocuklar zekâtla yükümlü değillerdir.

Hanefî mezhebinin dışındaki mezheplere göre ise zekât, ibâdet yönü ağır basan bir emir değil, mâli yönü daha öne çıkan bir ibâdet olarak kabul edilmiştir. Bundan dolayı da zekâtla yükümlü olmak için akıllı ve ergen olmak şart değildir derler. Dayandıkları delil de zayıf olmakla birlikte şu hadis rivayetidir; “Malı bulunan bir yetimin velisi olan kimse, bu malı ticaretle çalıştırsın, malı bırakıp da zekât onu yemesin.” (Tirmizî, Zekât, 15) Bizce bu konuda doğru olan görüş, cumhurun görüşüdür. Çünkü bu görüş yoksulların haklarını korumaya daha elverişlidir.

Çocukların mallarını korumakla görevli olan veliler, çocuklar ergenlik çağına girdikleri zaman değil, “rüşt” çağına ulaştıkları zaman mallarını kendilerine vermelidirler. Rüşt; çocuğun kendisi ve malı hakkında faydasına ve zararına olacak şeyleri bilmesi, kendisi ve malı üzerinde tasarrufta bulunabilme konusunda akli olgunluğuna ulaşma zamanı demektir. Rüşt çağının kaç yaşından itibaren söz konusu olacağı konusunda âlimler arasında bir takım ihtilaflar olsa da, bizce rüşt çağı çocuktan çocuğa göre farklılık göstermektedir. Fakat bununla birlikte konunun veliler tarafından istismar edilmemesi için üst bir yaş belirlenebilir. Osmanlı Devletinde, hicri 1299 yılında padişah fermanıyla rüşt çağının yirmi yaş olduğu kararlaştırılmıştır. İslâm devleti, yaşanan çağın şartlarını da göz önünde bulundurarak çocukların aklî gelişim evrelerini gözeterek rüşt yaşını belirleyebilir. İslâm devletinin olmadığı durumlarda ise âlimler, rüşt yaşını tespit etmekten sorumludurlar. Rüşt yaşını belirleme konusu ictihadi bir konudur.   

  • Nisap Miktarı Mala Sahip Olmak

Bir kişinin zekâtla yükümlü olabilmesi için borçları ve temel ihtiyaçları ayrıldıktan sonra nisap miktarı mala da sahip olması gerekmektedir.

Nisap sözlükte: ölçü, sınır, işaret ve asıl gibi manalara gelir. Fıkıh terimi olarak da: Zekâtın gerekli olması için ölçü olarak tespit edilen belirli bir miktardır. Zekât verilecek malların ve nisabının ne olduğunu Hz. Peygamber belirlemiştir. Nisap belirlenirken İslâm toplumunun hayat standartlarının ortalaması dikkate alınır. Aslında nisap; dört kişilik bir ailenin bir yıllık temel ihtiyaçlarını karşılayacak miktardır.

Hadislerde, mal çeşitlerine göre belirlenen nisap miktarları şu şekildedir: Altının nisabı 80 gr altındır. Gümüşün nisabı ise 560 gr gümüştür.

Koyun ve keçinin nisabı 40, sığırın 30, devenin ise 5’tir. Tarım ürünlerinde ise, Ebû Hanife’ye göre 653 kg iken âlimlerin çoğunluğunca ise bir (1000 gr) tondur.

Bir kimsenin zekâtla yükümlü olması için asli ihtiyaçları çıktıktan sonra nisap miktarı mala sahip olması gerekmektedir. Asli ihtiyaçlar genel olarak şu şekilde ifa edilmiştir; ev, ev için zaruri olan ihtiyaçlar, giyim ihtiyaçları, yiyecek ihtiyaçları, binek ve hizmetçi ihtiyaçları. Bu şekilde sayılan asli ihtiyaçların bir kısmı her zaman ve herkes için asli ihtiyaç olmayabilir. Örneğin; köleliğin yaygın olarak uygulandığı 1400 yıl önce hizmetçi asli bir ihtiyaç iken, günümüzde herkes için ihtiyaç değildir. Sayılan diğer hususlar içinde benzer şeyler söylenebilir. Dolayısıyla bir Müslüman asli ihtiyaç tanımlamasını geniş tutarak zekât vermekten kaçınmak yerine çok daha dar tutarak zekât vermenin faziletine ulaşmak istemelidir.

Maddeler halinde asli ihtiyaçları sıralarsak:

  1. Mesken olarak kullanılan ev ve bu ev için örfe uygun olarak gerekli olan ev eşyaları. Halı, kilim, mobilya, beyaz eşyalar, yemek için gerekli ihtiyaçlar vb. Bu durumda nisap belirlenirken zengin kimseler dikkate alınmaz, orta halli bir kişinin ihtiyaçları dikkate alınmalıdır.
  1. Binek: Günümüz şartlarında binek herkes için bir ihtiyaç mıdır tartışılır. Fakat biz orta halli bir aracı ihtiyaç olarak görüyoruz. Fakat çok lüks araçlar asli ihtiyaç olarak görülmemelidir. Ayrıca Hanefî mezhebine göre kişinin elinde bulunan traktör, servis aracı, sulama aracı gibi bineklerin de zekâtı söz konusu değildir. Bu tür araçların ancak gelirleri üzerinden zekâtları verilmelidir derler. Ayrıca iş için kullanılan fabrika, iş makineleri, tezgâhlar da zekâta tabî değildirler. Yine ekilip biçilen araziler de zekâta tabî değiller, buralarda yetişen ürünler zekâta tabidir demektedirler.
  1. Örfe uygun olarak kullanılan giyim eşyaları da zekâta tâbi değildir.
  1. Yine âlim ve araştırmacıların kütüphaneleri de aynı şekilde zekâta tâbi değildir.
  1. Bir kişinin ve bakmakla yükümlü olduğu kimselerin bir yıllık yiyecek ihtiyaçları da genel kabule göre zekâta tâbi değildir.
  • Malın Nâmî (büyüyen, artan) Bir Mal Olması

Bir malın zekâta tâbi olabilmesi için “nemâ” niteliğine sahip olan bir mal olması lazımdır. Artmak, çoğalmak ve genişlemek anlamına gelen nemâ/üreme iki şekilde olur:

  1. Gerçek üreme: Bir malın ticareti yapılarak artmasına veya doğum yoluyla çoğalmasına ya da tarımı yapılarak artmasına gerçek üreme denilir. Bu sebepledir ki ticareti yapılmak için bulundurulan mallar, yavrusunu ve sütünü satmak için kırlarda otlayan sâime hayvanlar zekâta tâbidirler.
  2. Hükmen üreme: Bir malın kendisinde artma ve üreme özelliğinin bulunmasına hükmen üreme denir. Altın, gümüş, döviz ve paralar bu niteliğe sahiptirler. Bunun içindir ki burada sayılan şeyler eğer nisaba ulaşırsa zekâtlarını vermek gerekir.

Tarımda kullanılan araçlar, bilim insanlarının ve âlimlerin kullandığı kitaplar ve fabrikalarda kullanılan makineler üreme özelliğine sahip mallar olmadıkları için zekâta tâbi değildirler.

Bu sebepten dolayıdır ki kaybolup da yıllar sonra bulunan malın zekâtı olmaz. Fakat bu mal üzerinden bir yıl geçtikten sonra diğer mallara katıldığı zaman nisaba ulaşıyorsa zekâtı verilmelidir.

  • Mala Tam Sahip Olma

Zekâtı verilecek malın mülkiyetine sahip olmak gerektiği gibi bu mal üzerinde tasarruf edebilme hakkına da sahip olmak gerekir. Kişi üzerinde tasarruf hakkı olmayan bir malın zekâtını vermekle yükümlü değildir. Örneğin kocasından mehrini henüz almamış bir kadın, alacağı mehrin zekâtıyla yükümlü değildir. Yine babasından kendisine miras kalan bir kişi, o miras tamamıyla kendi mülkiyetine geçip de mal üzerinde tasarruf hakkına sahip oluncaya kadar, o malın zekâtını vermekle yükümlü değildir.

Belirli bir sahibi olmayan mallar zekâta tâbi değildir. Tüm topluma ait olan devletin malları, vakıflara ait olan mallar gibi belirli bir sahibi olmayan malların zekâtı yoktur.

  • Malın Üzerinden Bir Yıl Geçmiş Olması

Bir malın zekâta tâbi olabilmesi için gereken şartlardan bir tanesi de malın üzerinden bir yıl geçmiş olmasıdır. Diğer ibâdetlerde olduğu gibi zekâtta da kameri ay dikkate alınır. Delili ise şu hadis rivayetidir; “Üzerinden bir (kameri) yıl geçmedikçe bir maldan zekât vermek gerekmez” (İbn Mâce, Zekât, 5)

Nakit paralar, altın, gümüş, ticaret malları, yılın büyük bir kısmını meralarda otlayarak geçiren hayvanlar, madenler gibi zekâta tâbi olan malların üzerinden bir yıl geçme şartı vardır.

Tarım ürünlerinde ise bir yıl geçme şartı yoktur. Tarım ürünleri hasat edildikleri zaman nisaba ulaşıyorlarsa zekâtları o zaman verilir.

Tarım ürünlerinin zekâtları, eğer sulama başta olmak üzere emek gerektiren ürünler ise 1/20, emek gerektirmeyen ürünler ise 1/10 olarak verilir. Fakat tarım ürünleri, ticareti yapılmak için alınmış ve elde bulunduruluyor ise o zaman bu ürünler de ticaret mallarında olduğu gibi üzerinden bir yıl geçince gelirleri üzerinden 1/40 zekât verilir.

Yine Hanefî mezhebine göre zekâtı verilecek malın hem yılın başında hem de sonunda nisabı aşmış olması gerekir. Yılın başı ve sonu arasında malın nisabın altına düşmüş olmasının bir önemi yoktur. Fakat Şafiî ve Hanbelilere göre, eğer yılın herhangi bir zamanında mal nisabın altına düşerse, tekrar nisaba ulaştığı zaman dikkate alınarak, o tarihten sonra bir yıl geçince o mala zekât gerekli olur derler. Örneğin; Ramazan ayının başında nisabı tamam olan bir mal, Zilhicce ayında nisabın altına düşmüş ve Muharrem ayında tekrar nisaba ulaşmışsa, bir sonraki yılın Muharrem ayına kadar tekrar nisabın altına düşmezse zekâtı verilir derler. Burada doğru olan görüş Hanefîlerin görüşüdür kanaatindeyiz.

  • Malın Borç Karşılığında Olmaması

Zekâta tâbi olan mallarda aranan şartlardan olan “tam mülk olma” ve “temel ihtiyaçlardan fazla bulunması” şartlarının bir sonucu olarak, zekâta tâbi olan malın borç karşılığı olmaması da gerekmektedir.

Dolayısıyla bir kişi meşru bir sebepten dolayı yapmış olduğu borçlar, sahip olduğu mallardan çıkarıldıktan sonra hâlâ nisap miktarına ulaşan malı varsa zekât vermelidir. Fakat sahip olduğu mal nisaba ulaşmıyorsa böyle bir kimse zekât vermek zorunda değildir.

Adak, kefâret ve hac borçlarının olması zekâta engel teşkil etmez. Genel olarak haram olan bir husus için borçlanılmamışsa bu borçlar maldan düşülür ve geri kalan mallar nisaba ulaşıyorsa zekâtı verilir. Fakat meşru olmayan şeyler için borçlanmışsa –söz gelimi kumar borcu gibi- bu tür borçlar zekâta mani değildir.

 

Zekâtın Geçerli Olması İçin Gereken Şartlar

Verilecek zekâtın geçerli olabilmesi için iki tane şart vardır. Bunlardan birincisi  niyet, diğeri de temliktir.

  1. Niyet: Tüm ibâdetlerde olduğu gibi zekât verilirken de niyet şarttır. Zekâta niyet edilmeden verilen mallar zekât değil ancak sadaka olur. Dolayısıyla malın zekâtı verilirken mutlaka niyet etmek gerekmektedir. Bir kimse yoksul bir kimseye belirli bir miktar mal infak etse ve daha sonra verdiği bu malı zekâtına saysa caiz olmaz ve zekât vermiş sayılmaz.

Yine bir kimsenin malları üzerine diğer bir kişi vekil olarak tayin edilmişse, mal sahibinin izni ve niyeti olmaksızın vekilin zekâta niyetlenerek mal sabinin yerine verdiği zekât da geçerli değildir.

Bir kimse borç verdiği bir yoksuldan alacağı olan borcunu zekâtına sayabilir. Bu durumda, borçlunun zekât alabilecek sınıflardan birisine dâhil olması gerekir. Aksi halde zekât geçerli olmaz.

  1. Temlik: Zekât olarak verilen mal veya paranın mülkiyetini zekâtı alacak olan kimseye nakletmek demektir. Mal, zekât verecek kişinin mülkiyetinden çıkarak zekât alacak kimsenin mülkiyetine geçmediği sürece zekat verilmiş sayılmaz.

Burada şunu da ifade etmek gerekir ki zekâtını vekil aracılığıyla veren kimseler, verecekleri zekât miktarını ellerinden çıkararak vekile verdikleri zaman zekât yükümlülüğünü yerine getirmiş olarak kabul edilirler. Burada vekile düşen sorumluluk ise, bir an önce o zekât malını ihtiyacı olan kimselere ulaştırmaktır. Günümüzde özellikle yardım kuruluşları üzerinden zekâtlarını yoksullara ulaştırmak isteyenler bu şekilde yapmaktadırlar. Müslümanlara ait olan ve güvenilir yardım kuruluşlarının görevi de bir an önce o zekât mallarını zekât alacak kimselere ulaştırmak olmalıdır.

Zekâtın Bir Kimseye Farz Olması ve Ödeme Zamanı

Zekâtın bir kimseye farz olması için elde bulunan malın üzerinden bir yıl geçmesi gerekir. Bir kameri yıl geçince kişi zekâtla yükümlü olur ve geciktirmeden zekâtını vermesi gerekir. Zekâtını zamanında vermez ve geciktirirse günahkâr olur.

Zekâtın ödeme vakitleri malların türüne göre belirlenir.

  1. Altın, gümüş, para, ticaret malları, hayvanların zekâtı üzerinden kameri bir yıl geçince farz olur ve ödenir. Bu türden olan malların zekâtının yıl dolmadan verilip verilmeyeceği konusu mezhepler arasında ihtilaflı olsa da yıl dolmadan verilmesi ihtiyaç sahiplerinin menfaatine olduğundan dolayı verilebileceği görüşünün daha isabetli olduğunu düşünüyoruz. Fakat zekât verecek kişi yıl dolmadan zekât vermekle yükümlü değildir. Ancak kendisi isterse yıl dolmadan da zekâtını hesaplayarak verebilir.
  2. Tarım ürünlerinin zekâtı ise, mahsuller toplanınca farz olur ve geciktirilmeden verilmesi gerekir. Bir yıl geçmesi beklenmez. Fakat tarım ürünleri, ticareti yapılmak için bulunduruluyorsa, o zaman bu mallardan değil gelirlerinden zekât verileceği için bir yıl geçme şartı o zaman söz konusu olur.

Açıkta ve Gizli Olan Malların Zekâtı

Zekâtı verilmesi gereken mallar, açıkta olan ve gizli olan mallar olarak ikiye ayrılmıştır. Bu tasnifin yapılması, özellikle İslâm devletinin olduğu zamanlarda önem arz etmektedir.

Şöyle ki, açıkta olan mallar demek, İslâm devletinin görevlendirdiği zekât memurunun zekât alırken görerek tespit edebildiği mallara denir. Tarım ürünleri, hayvanlar, madenler ve tespiti mümkün olan ticaret malları bu kapsama girmektedir.

Gizli mallar ise, para, altın, gümüş ve tespiti mümkün olmayan ticaret mallarıdır. Zekât memurunun bunları tespit etme imkânı yoktur. Zekât memuru, bir kimseyi bu tür mallarının olup olmadığını söylemeye zorlayamaz. Fakat kişi kendisi söyleyerek bu tür mallarının da zekâtlarını memura verebilir.

Açıkta olan malların zekâtını, İslâm devleti varsa devlet alır. Gizli olan malların zekâtını ise kişi ister kendisi devlete verir, isterse de zekât almaya hak sahibi olan sınıflardan birisine kendisi verir. Modern zamanlarda gizli olarak kabul edilen malları da devletin tespit edebilme imkânı söz konusu olduğundan bu ayrıma gerek olmayabilir.

Efendimiz ve ondan sonraki Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer’in halifelik döneminin tamamında, Hz. Osman’ın halifelik döneminin de büyük bir kısmında açıkta olan malların zekâtını İslâm devleti topluyordu. Hz. Osman döneminde Müslümanların hâkim olduğu topraklar, Arap yarımadasını aşarak bir taraftan Afrika bir taraftan da Türkistan’a ulaştığından, devlet olarak artık birçok bölgede zekâtları toplayamayacağını ilan edilmiş ve bu bölgelerde yaşayanların kendi zekâtlarını hesaplayarak vermeleri istenmişti.

Zekâta Tâbî Olan Mal Türleri

Beş çeşit malda zekât vermek fazdır. Bunları sıralayarak nisaplarını da açıklayalım:

  • Altın, gümüş ve paraların zekâtı

Zekâta tâbî olan mallar arasında ilk sırada altın gelir. Altın tarihin her döneminde değerini yitirmeyen bir mâdendir. Modern zamanlarda bile devletler para rezervlerini sahip oldukları altın miktarına göre belirlerler.

Altının zekâta tâbî olması için gereken nisap 80 gr’dır. Günümüzde kabul edilen ağırlık birimi esas alındığında, 80 gr’ın, altının nisabı olarak görülmesi en doğru husustur. Dolayısıyla da borçları çıktıktan sonra 80 gr’dan fazla altını olan kimse, üzerinden de bir yıl geçmişse tümünü hesaplayarak 1/40 (yüzde iki buçuğunu) zekât vermelidir.

Gümüşün zekâta tâbî olabilmesi için gereken miktar ise, 560 gr’a tekabül etmektedir.   Tabiî bu hesaplamalar, geçmiş dönem için geçerlidir. Gümüş, eskiden olduğu gibi çok değerli bir mâden olma özelliğini yitirmiştir. Dolayısıyla da dört kişilik bir ailenin bir yıllık temel ihtiyaçlarını karşılamaya yetecek miktar bu gün söz gelimi 3000 gram ise o gümüşün nisabı olarak görülmelidir. Dolayısıyla da borçları çıktıktan sonra 560 gr’dan fazla gümüşü olan kimse -veya günümüzde nisap kaça tekabül ediyorsa- üzerinden de bir yıl geçmişse tümünü hesaplayarak 1/40 (yüzde iki buçuğunu) zekât olarak vermelidir.

Paranın nisabı ise, altının nisabı üzerinden belirlenir. Örneğin 80 gr. altının para karşılığı 40 bin liraya tekabül ediyorsa, borç çıktıktan soran 40 bin liradan fazla parası olan kişi üzerinden de bir yıl geçince bunun 1/40 (yüzde iki buçuğunu) zekât olarak vermelidir.

  • Zînet Eşyalarının Zekâtı

Zînet eşyaları; altın, gümüş veya elmas’tan yapılan takılar ile yine altın veya gümüşten yapılan tablo, kap, kaşık vb. şeylerdir. Eğer bu tür zînet eşyaları nisaba ulaşıyorsa zekâtları verilmelidir.

Zînet eşyalarının zekâtının verilmesi gerektiğinin delili şu hadis rivayetidir; Kızının kolunda bilezikleri olan bir kadın kızıyla birlikte Efendimizin huzuruna gelmişti. Efendimiz ona; “Bu bileziklerin zekâtını veriyor musun?” diye sordu. Kadın; “Hayır” diye cevap verdi. Efendimiz ona; “Kıyamet gününde Allah’ın bu iki bileziği senin koluna ateşten bilezik olarak takmasını ister misin?” diye sordu. Bunun üzerine kadın kızının kolundaki bilezikleri çıkartarak Efendimizin önüne koydu ve; “Bilezikler Allah ve Rasûlüne aittir.” dedi. (Nesâî, Zekât, 69)

Hanefî uleması bu hadisten hareketle kadınların zînet eşyası olarak bulundurdukları altın ve gümüşten oluşan takılarının da eğer nisaba ulaşıyorsa zekâta tâbî olduğu görüşündedirler.

İmam Şafiî, Mâlikî ve Hanbelîler ise, kadınların zînet olarak bulundurdukları takılara zekât düşmeyeceği görüşündedirler. Delil olarak da Abdullah ibn Ömer’in kızlarının ve cariyelerinin takılarının zekâtını vermediği yönündeki rivayeti esas almaktadırlar. Bununla birlikte Şafiîler kadınların takıları 800 gr. ve fazlası olduğunda zekât vermelidir demektedirler. Bizce Hanefîlerin görüşü dinin ve yoksulların maslahatına daha uygun bir görüştür.

Âlimlerin çoğunluğu yakut, inci, zümrüt, elmas gibi değerli madenlerin zekâtı olmayacağı kanaatindedirler. Fakat bunlar ticaret malı olarak bulunduruluyorsa o zaman zekâta tâbî kabul etmişlerdir.

Yine erkeklerin kullandıkları altın, gümüş ve zînet takıları zekâta tâbîdirler. Dinimiz, erkeklerin altını takı olarak kullanmalarını hoş karşılamamıştır.

  • Nisap Tamamlama

Bir kimsede altın, gümüş, para ve ticaret malları bulunuyor ve bu mallar tek çeşit olarak nisaba ulaşmıyorsa, bunların dışındaki malları da dikkate alınır, tüm mallar karıştırılarak hepsinin toplamı nisaba ulaşıyorsa hesaplanıp yüzde iki buçuğu zekât olarak verilir.

Şafiîler nisaba ulaşmayan altın ve gümüşün birbirine karıştırılarak nisabın tamamlanması görüşüne, çeşitler farklı olduğundan dolayı karşı çıkmışlardır. Şafiîlere göre altın çeşit olarak nisaba ulaşıyorsa zekâta tâbi olur. Altınla gümüş veya diğer mallar karıştırılarak nisap tespit edilemez demektedirler. Bu konuda da Hanefî ulemasının görüşü daha doğrudur kanaatindeyiz.

  • Değeri Düşük Bir Madene Karışık Olan Altın ve Gümüşün Zekâtı

Altın ve gümüş bir başka madene karışık bir durumda ise hangi maden daha fazla ise hüküm de ona göre verilir. Örneğin bir kabın %60’ı altın ise bu kap altın olarak kabul edilir ve nisaba ulaştığında zekâta tâbî olur. Yok, %40 altın ise o haliyle zekâta tâbî değildir.

Eğer altın ile diğer madenlerin karışımından oluşan kaplar, tablolar ticaret için bulunduruluyorsa üzerinden bir yıl geçince zekâta, değeri üzerinden tâbîdirler.

  • Kâğıt Paraların Zekâtı

Kâğıt paralar 17. yüzyılda Avrupa’da altının karşılığı olarak tedavüle girmiş, 19. yüzyılda da Osmanlı tarafından kullanılmaya başlanılmıştır. Kâğıt paralar, altının değerini taşıdığı ve piyasada altının karşılığı olarak bulunduğu için değer ifade etmekte ve bundan dolayı da zekâta tâbî olmaktadır.

Kâğıt paraların nisabı, altının nisabı dikkate alınarak belirlenir. Altının nisabı olan 80 gr. para karşılığı olarak neye tekabül ediyorsa, kâğıt paranın nisabı da odur. Örneğin 80 gr altın 40 bin liraya tekabül ediyorsa ve bir kimsenin de 40 bin veya daha fazla kâğıt parası varsa bu paraya zekât düşmektedir ve yüzde iki buçuğu zekât olarak verilmelidir.

  • Alacakların Zekâtı

Başkalarının zimmetinde olup, nisap miktarına ulaşan nakit para türünden alacaklar, zekâta tâbî olup olmama bakımından üçe ayrılır.

  1. Kuvvetli alacak: Borç verilen paralar, veresiye satılan mallardan oluşan alacaklar, eğer borçlu borcunu kabul ediyorsa veya belgelerle ispat edilecek durumda ise bu borçlar kuvvetli alacaklar kısmına girer. Bu borçlar veya alacaklar tahsil edildiğinde, geçmiş yıllara ait zekâtı da hesaplanarak verilir.

Tamamı tahsil edilemeyen ancak bir kısmı tahsil edilen alacaklar eğer nisaba ulaşıyorsa o kısmının zekâtları verilir.

  1. Orta derecede alacaklar: Ev veya dükkân kirası gibi kendisi zekât konusu olmayan alacaklar bu kısma girer. Bu türden olan alacaklar için de eğer nisaba ulaşıyorsa tahsil edildikleri zaman geçmiş yıllara ait zekâtları hesaplanarak verilir.
  2. Zayıf alacaklar: Bir mal olma bedeli olmaksızın başkasının zimmetinde bulunan alacaklar bu kapsama girer. Mehir, miras, vasiyet gibi alacaklar bu niteliktedir. Bu tür alacaklar kişinin zimmetine geçip üzerinden de bir yıl geçince ve ayrıca da nisaba ulaşıyorsa zekâtları verilir. Bu tür malların geçmişe yönelik zekâtları verilmez.

Ticaret Mallarının Zekâtı

Ticaret malı için Arapça’da “uruz” terimi kullanılır. Uruz, altın ve gümüş dışındaki mallar, ev eşyaları, hayvan türleri, tarım ürünleri, elbiseler, menkul ve gayrimenkuller için kullanılan bir terimdir. Bu kapsamda satıp kâr elde etmek için bulundurulan ev, dükkân, arsa, tarla, bahçe ve benzeri akarlar da ticaret malı olarak görülür.

Kişinin oturduğu ev, ticaret için kullandığı iş yeri, depo, büro ile sanayii için kullandığı fabrika ve tesislere zekât düşmez. Bir kimse kira gelirlerinden istifade etmek için bulundurduğu ev, dükkân ve arazilerin ise kira gelirleri üzerinden zekâtlarını vermelidir. Fakat alıp-satmak için bulundurulan gayrimenkullerin, değerleri üzerinden zekâtları verilmelidir.

  1. Ticaret Mallarının Zekâtı İle İlgili Deliller

Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurulur: “Ey iman edenler! Kazandıklarınızın iyilerinden ve rızık olarak yerden size çıkardıklarımızdan hayra harcayın. Size verilse, gözünüzü yummadan alamayacağınız kötü malı, hayır diye vermeye kalkışmayın. Biliniz ki Allah zengindir, övgüye lâyıktır.” (Bakara, 267)

Semüre İbn Cündeb’in (r.a.) şöyle dediği rivayet edilmiştir; “Rasûlüllah (s.a.s.) ticaret için hazırladığımız mallardan zekât vermemizi bize emrederdi.” (Tirmizî, II, 357)

  1. Ticaret Mallarından Zekât Alınmasının Şartları
  • Ticaret mallarının nisap miktarına ulaşmış olması: Elde bulunan ticaret mallarının toplam değeri 80 gr altın değerinde veya daha fazla olması gerekir ki zekât farz olsun.
  • Üzerinden bir yıl geçmesi: Sahip olunan ticaret mallarının üzerinde bir yıl geçmesi gerekir ki zekât gerekli olsun. Üzerinden bir yıl geçmeyen malların zekâtını vermek gerekmemektedir.
  • Ticaret niyetiyle satın almak: Bir mal, menkul veya gayrimenkul ticaret niyetiyle değil de yararlanmak için alınmışsa bu mala zekât gerekmez. Fakat bu niyetle alınan mallar daha sonra ticaret malına dönüştürülürse o zamandan itibaren zekâta tâbî olur.
  1. Ticaret Mallarında Zekâtın Hesaplanması

Ticaret mallarının üzerinden bir yıl geçince, altının nisabı üzerinden hesaplanarak zekâtlarını vermek farz olur.

Ticaret mallarının zekâtı kırkta bir olarak kendi cinsinden verilebileceği gibi kıymeti üzerinden kırkta bir olarak da verilebilir. Örneğin gömlek üretip satan bir kimse zekât verirken zekâtını gömlek olarak da verebilir, kıymetini hesaplayarak para olarak da verebilir. Kıymetinin verilmesi yoksulların ihtiyacını karşılama yönüyle daha faydalı bir yöntemdir. Söz gelimi elma üreticisi, zekâtını yoksul birisine elma olarak verdiğinde yoksulun o elmalara ihtiyacı olmayabilir. Elmaları satıp nakite dönüştürerek ihtiyacı olan şeyleri de temin edemeyebilir. Fakat elma üreticisi yoksula elma değil de elmaların tutarını verirse, yoksul, o nakitle ihtiyacını karşılayabilir.  Elma üreticisi diğer elmalarını nakite dönüştürdüğü gibi zekâta konu olan elmaları da nakite dönüştürebilir. Dolayısıyla imkânı olan kişilerin, zekât verirken malı değil de malın karşılığı olan parayı zekât olarak vermeleri daha doğru bir yöntemdir.

Şirketlerin Zekâtı

Birden fazla sahibi bulunan işletmelere şirket denilmektedir. Ortakların şirket üzerindeki hisseleri aynı olabildiği gibi farklı da olabilmektedir. Örneğin üç ortaklı bir şirkette ortaklardan birisinin hissesi %70, diğerinin %20, bir diğerinin de %10 olabilir. Veya bu ortakların her birinin hissesi %33 olabilir. İster ortakların hisseleri aynı olsun isterse de her birininki farklı olsun bu tür işletmelere şirket denilmektedir. Her ortak işletmenin gelirleri veya zararı üzerinden, sahip olduğu hisse oranında kâr veya zarara katlanmak durumundadır.

Şirketlerin zekâtı iki şekilde de verilebilir. İster, tüm hisse sahiplerinin de onayıyla yılsonunda şirket yönetimi, şirketin tüm gelirlerini hesaplayarak zekât düşecek miktarı, tüm ortaklar adına zekât olarak verir, isterlerse de her hisse sahibi hissesine düşen kârı aldıktan sonra aldığı kâr miktarı nisaba ulaşıyorsa zekâtını kendisi verir.

Şirketlerin kullandıkları büro, fabrika, depo, araç gibi demirbaşların zekâtı yoktur.

Hisse Senetlerinin Zekâtı

Bir şirketteki ortaklık payını belirleyen belgeye ortaklık belgesi denilmektedir. Günümüzde belirli bir mali gücü olan Anonim şirketleri, nakit para toplamak için hisselerini satışa çıkarmaktadırlar.  Yapılan satış neticesinde şirketin, hisselerini alan yeni ortaklarına verdiği belgeye hisse senedi denilmektedir.

Günümüzde belli bir mâli gücü olan şirketlerin borsaya girmeleri neticesinde şirket hisseleri artık borsa üzerinden alınır ve satılır olmuştur. Borsa, şirketlerin hisselerinin alınıp satıldığı ve bu işlemler üzerinden şirketlerin akar elde ettikleri elektronik bir piyasadır. Burada şirket yöneticileri ve hisse sahipleri birbirleriyle muhatap olmadan şirketin hisselerini alıp satabilmektedirler.

Yaşadığımız çağda borsa, kolay yoldan zengin olma hayali kuran kimselerin takip ettiği bir piyasadır. Borsada en fazla hisse satarak karını arttıran şirketin hissesini almak ve almış olduğu bu hisseyi daha yüksek bir fiyata başkasına satarak kısa zamanda yüksek kâr elde etmek isteyenlerin umut bağladıkları bir piyasadır borsa. Tabî aldığı şirketin hissesiyle kâr elde edenler olduğu gibi zarar edenler de bir hayli fazla olmaktadır. Normal şartlarda, meşru bir iş yapan herhangi bir şirketin hissesini alarak o şirkete ortak olabilir ve bunun bir neticesi olarak kâr ve zararına da ortak olabilirsiniz. Bu, İslâmî açıdan caizdir. Fakat günümüzde uygulandığı şekliyle borsa üzerinde gerçekleşen şeyler sadece bununla sınırlı değildir. Bunları kısaca sıralarsak:

  • Borsada bir şirketin hissesini almak isteyenler o şirkete ortak olup yılsonunda da kâr veya zararına ortak olmak istememektedirler. Genelde kısa zamanda aldıkları hisseyi daha karlı bir fiyata satmak için ortak olmaktadırlar.
  • Borsaya giren şirketler normalde mali gücü neyse onu bildirmek ve ancak mali güçleri oranında hisse satabilmek zorundadırlar. Fakat birçok şirket mali güçlerini daha yüksek göstermek için birçok hileli yola başvurabilmektedirler. Örnek olarak verirsek, toplam mali gücü 25 milyar olan bir şirket, evrak üzerinden bunu 35 milyar olarak göstererek 10 milyar fazla hisse satabiliyor. Böyle bir durumda hisse sahipleri eğer şirketten hisselerini talep etseler karşılığı olmayan hisselere sahip oldukları görülecektir. Fakat böyle bir durum gerçekleşmediği için şirketlerin yaptığı bu tür hileler ortaya çıkmamaktadır. Bu aynen karşılığı olmayan kâğıt paraların basılması gibi bir durumdur. Dolayısıyla bu şekilde hileli yollara borsa üzerinden başvurabilmektedirler.
  • Ayrıca İslâm, kişiden ya emek ya da sermaye ortaya koyarak bir işletmenin kâr veya zararına ortak olmasını ve bununla da üretime katkıda bulunmasını ister. Fakat bugün borsa üzerinden şirketlerin hisselerini almak isteyenlerin hiç birisi üretime katkıda bulunmak değil, kısa yoldan kâr elde etmek istedikleri için ortak olmaktadırlar. Bu anlayış da İslâm’ın ruhuyla asla bağdaşacak bir durum değildir.

Bu gibi problemlerinden dolayı bir kimsenin borsa üzerinden bir şirketin hissesini alarak ondan kısa vadede kâr etmeyi amaçlamasını sakınılması gereken bir durum olarak görüyoruz. Fakat bazı âlimler helâl olan bir ticaret yapan şirketin hissesini alarak o şirkete ortak olmanın caiz olacağını ifade etmişlerdir. Fakat, haram olan bir iş yapan, örneğin içki üreten veya satan, bankalar gibi faiz işlemi yapan işletmelerin hisselerinin alınamayacağı konusunda da ittifak etmişlerdir. En sağlıklı yol, üretime hemen hiç katkısı olmayan borsa üzerinden hisse alarak bir şirkete ortak olmak ve kısa zamanda fazla kâr elde etme gibi bir yola tevessül edilmemesidir.

Bütün bunlarla birlikte bir şirketin belirli bir hissesini alarak o şirkete ortak olan birisi, yılsonunda şirketin hisse sahiplerine verdiği kâr eğer nisaba ulaşıyorsa zekâtını yüzde iki buçuk üzerinden vermelidir.

 Emek Sermaye (Mudârabe) Ortaklığı

Bir tarafın sermaye diğer tarafın da emek ortaya koyarak yaptıkları ortaklığa mudârebe ortaklığı denilmektedir. Bu tür ortaklıkta kârın paylaşımı yapılan anlaşmaya göre olur. Zarar ise, işletmecinin kastı, kusuru veya ihmali yüzünden olmadığı sürece sermaye sahibine aittir. Emek ortaya koyan işletmeci ise sadece emeğinin boşa gitmesinin getirdiği zarara katlanır. Mudârabe ortaklığı; aynı zamanda faizsiz bankacılığın da üzerine kurulduğu meşruiyet zeminini oluşturur.

Bu tür işletmeler zekâtlarını şu şekilde verirler. Yılsonu sermaye sahibi hem sermayeyi hem de elde ettiği kârı hesaplayarak zekâtını yüzde iki buçuk olarak verir. İşletmeci ise ancak payına düşen kârın nisaba ulaşması durumunda aynı oranda zekâtını verir. Örnek olarak; bir kimse 10,000₺ parayı işletmesi için bir başka şahsa verse, bu işletme yılsonunda kâr elde etse ve sermaye sahibinin kârla birlikte parası 110,000₺ olsa,  sermaye sahibi sermaye ve kârın toplamı olan 110,000₺ üzerinden yüzde iki buçuk olarak zekâtını vermelidir. İşletmeci ise eğer payına düşen kâr, nisap miktarına ulaşıyorsa ancak o zaman zekâtla yükümlü olur.

 

Maden ve Definelerin Zekâtı

Allah’u Teâlâ’nın yerin altında yarattığı bazı ekonomik değerlere maden, insanın yerin altına sakladığı şeylere de define denir.

Madenler üç türlüdür:

  1. Katı olup eritilerek kalıba dökülebilen madenler: Altın, gümüş, bakır, demir, kurşun, kalay, tunç gibi madenler bu sınıfa girer. Bunların zekâtı Hanefî mezhebine göre beşte bir iken diğer mezheplere göre ise yüzde iki buçuktur. Bize göre doğru olan görüş de budur.
  2. Eritilmeye elverişli olmayan katı madenler: Mermer, kireç, alçı, elmas, yakut, tuz gibi madenler de bu kapsama girer. Ticarete konu olduklarında gelirleri üzerinden zekât verilmelidir. Çıkartılan bu madenler satılarak kârları nisaba ulaştığında yüzde iki buçuğu üzerinden zekâtları verilmelidir.
  3. Sıvı olup da katılaşmayan madenler: Cıva, petrol, doğal gaz gibi madenlerdir. Bunlar da ticarete konu olduklarında gelirleri üzerinden zekâta tâbîdirler.

Definelerin zekâtı ise beşte birdir. Definelerde âlimlerin çoğunluğuna göre nisap aranmaz ve üzerinden bir yıl geçme şartı söz konusu değildir. Örneğin 50 kg altın bulan birisi, bunun 10 kg’ını zekât olarak verir, geri kalanı da onundur. Definelerin zekâtının beşte bir olduğunun delili Kur’an-ı Kerim’deki şu âyet; “…Biliniz ki ganimet olarak ele geçirdiğiniz her şeyin beşte biri Allah’a, peygambere, yakınlara, yetimlere, yoksullara ve yolda kalmışlara aittir. Allah her şeye kadirdir.” (Enfâl, 41) ile Efendimizden nakledilen şu hadis rivayetidir; “Rikâzda humus (beşte bir) zekât vardır.” (Buhârî, Müsâkât,3 Zekât, 66)

Tarım Ürünleri ve Meyvelerin Zekâtı

Kur’an-ı Kerim’de Rabbimiz şöyle buyurur; “Ey iman edenler! Kazandıklarınızdan ve yerden sizin için çıkardıklarımızın en iyilerinden infak edin.” (Bakara, 267) Âlimler buradaki emrin zekâta yönelik olduğunu ifade etmişlerdir. Dolayısıyla da yerin bitirdiği tarım ürünlerinin de zekâta konu olduğunu söylemişlerdir. Başka bir âyette de; “…Hasat günü ürünün zekâtını verin…” (En’am, 141) buyrulmuştur.

Peygamber Efendimiz de; “Yağmur ve nehir sularıyla sulanan toprak ürünlerinde onda bir (öşür), kova (el emeği) ile sulananlarda ise yirmide bir (öşür) vardır.” (Buhârî, Zekât, 55) buyurmuştur.

  • Tarım Ürünlerinden Zekât Alınmasının Şartları

Hanefî mezhebi uleması; zekât vermekle yükümlü olmanın şartlarına ek olarak, tarım ürünlerinde zekâtın farz olması için şu şartların da bulunması gerektiğini söylemişlerdir.

  1. Ürünlerin yetiştiği toprak haraç toprağı değil (Haraç toprağı İslâm devletinin gayr-i müslimlere belirli vergi karşılığında verdiği toprağa denir) öşür toprağı olmalıdır. Öşür toprağı da; haraç toprağı dışında, onda zekâta tabi olan ürünlerin yetiştiği toprağa denir.
  1. Topraktan ürün çıkması. Çünkü zekât toprağın kendisinden değil, çıkan üründen verilir.
  1. Yine toprağa, zekâta tâbî olan ürünlerin ekili olması gerekir. Ekilmeyen veya meşe ağacı gibi tarım ürünü olmayan ağaçların ekili bulunduğu araziler, hayvanlar için ot yetiştirmek için bulundurulan toprağa da yine zekât düşmez. Fakat bu topraklarda yetiştirilen ağaç, ot gibi şeyler ticarete konu edilirse ticaret malları gibi zekâta tâbî olurlar.

Tarım ürünlerinin zekâtı, açıkta olan malların zekâtı gibidir. İslâm devleti olduğunda devlet bu malların zekâtını kendisi toplar, kişinin kendisine bırakmaz.

  • Zekât Verilecek Tarım Ürünleri ve Yükümlülükleri

Ebû Hanife’ye göre tarım ürünlerinin zekâtında nisap aranmaz. Az olsun çok olsun zekâtı verilmelidir der. Fakat başta Hanefî mezhebinin önde gelen âlimlerinden olan Ebû Yûsuf ve İmam Muhammed olmak üzere âlimlerin çoğunluğuna göre ise tarım ürünlerinde de nisap söz konusudur. Tarım ürünlerinin nisabı bazı âlimlere göre 653 kg iken diğerlerine göre ise bir ton’dur.

Bu konu içtihada açık bir konu olduğundan dolayı günümüzün şartları göz önüne alınarak da nisap belirlenebilir. Hatta üründen ürüne göre de nisap farklılıkları söz konusu olabilir. Şunu da ifade edelim ki günümüzde tarım ürünleri de artık ticaretin konusu olmuştur. Dolayısıyla zekâtları verilirken yapılan masraflar çıktıktan sonra ticaret mallarının zekâtı gibi gelirleri üzerinden yüzde iki buçuk olarak verilebilir.

Toprak ürünlerinin zekâtları, yapılan masraflar da göz önünde bulundurularak belirlenir. Örneğin başta sulama, çapalama, işçilik masrafları olan ürünlerin zekâtı 1/20 (yirmide bir) verilirken, yağmur suyu ile sulanan ve masrafı fazla olmayan ürünlerde ise 1/10 (onda bir) zekât verilir.

Toprağını başkasına kiraya veren kimse aldığı kira üzerinden zekâta tâbiyken, kiralayan kişi ise çıkan ürünler üzerinden zekâta tâbidir. Kiracı, yaptığı masrafları çıktıktan sonra ürünleri geliri üzerinden hesaplayarak şayet nisaba ulaşıyorsa zekâtını vermelidir.

Hayvanların Zekâtı

Daha önce nisaplarını zikrettiğimiz hayvanların zekâtı konusunu biraz daha açmış olalım:

Hayvanların zekâta tâbi olmaları için âlimler tarafından bir takım şartlar söz konusu edilmiştir. Bunları şu şekilde sıralamak mümkündür:

  1. Peygamber döneminde ancak deve, sığır ve koyun zekâta tâbi kabul edilmiştir. Bunların haricindeki at, eşek gibi hayvanlar için zekât söz konusu edilmemiştir.
  2. Devenin nisabı beş, sığırın nisabı otuz, koyunun ise kırk olarak belirlenmiştir.
  3. Hayvanlarda zekâtın söz konusu olabilmesi için üzerlerinden bir yıl geçmiş olmalıdır.
  4. Hayvanlar, yılın büyük bir kısmını meralarda otlayarak beslenmiş olmalıdırlar. Yılın büyük bir kısmını kapalı yerlerde beslenerek yetiştirilen hayvanlara zekât düşmez. Bu hayvanlar ticaret için bulunduruluyorsa ancak o zaman gelirleri üzerinden zekâta tâbî olurlar.
  5. Yine tarım ve nakliye gibi işlerde kullanılan hayvanlar da zekâta tâbi değildirler.
  • Koyun ve Keçilerin Zekâtı

Koyun ve keçilerin zekâta tâbi olabilmesi için gerekli olan nisap şu şekildedir:

40 koyundan 120 koyuna kadar, 1 koyun,

121 koyundan 200 koyuna kadar, 2 koyun,

201 koyundan 299 koyuna kadar, 3 koyun

300 koyundan 400 koyuna kadar ise 4 koyun verilir. Bundan sonra her yüz koyun veya keçi için bir koyun veya keçi artırılır.

Efendimizden rivayet edilen bir hadiste şu şekilde buyurulur; “Sâime olan (yılın büyük bir kısmını meralarda otlayan) koyunların sayısı kırka ulaştığı zaman, yüz yirmiye kadar bir koyun verilir. Yüz yirmiyi aşınca iki yüze kadar iki koyun, iki yüzü aşınca üç yüze kadar üç koyun, üç yüzü aşınca her yüz tane için bir koyun verilir.” (Ebû Dâvud, Zekât, 5)

  • Sığır ve Mandaların Zekâtı

Sığır ve Mandaların zekâta tâbî olmaları için gereken nisap ise şu şekildedir.

30 sığırdan 40 sığıra kadar, 2 yaşında bir dana,

41 sığırdan 60 sığıra kadar, 3 yaşında bir sığır,

60 sığır olunca 2 tane, 2 yaşını doldurmuş sığır verilir. Bundan sonra her 30 sığırda iki yaşını doldurmuş bir sığır ilave edilir.

Muaz ibn Cebel’den (r.a.) söyle rivayet edilmiştir; “Hz. Peygamber (s.a.s.) beni Yemen’e gönderdi ve her otuz sığırdan iki yaşını doldurmuş bir dana, kırk sığırdan da üç yaşını doldurmuş bir sığır veya buna denk gelecek kumaş almamı emretti” demiştir. (Buhârî, Zekât, 3, 43)

  • Develerin Zekâtı

Sâime develerin zekâtları için gerekli olan nisap ise şu şekildedir.

5 deveden 9 deveye kadar 1 koyun,

10 deveden 15 deveye kadar 2 koyun,

15 deveden 20 deveye kadar 3 koyun,

25 deveden 35 deveye kadar, 2 yaşında bir deve,

36 deveden 45 deveye kadar, 3 yaşına girmiş bir deve,

46 deveden 60 deveye kadar, 4 yaşına girmiş bir deve,

61 deveden 75 deveye kadar, 5 yaşına girmiş bir deve,

76 deveden 90 deveye kadar, 3 yaşında iki deve,

91 deveden 120 deveye kadar, dört yaşında iki deve verilir. Her beş deve artışta bir koyun, on artışta devenin yaşı ve 60 adet artışta da deve sayısı artar.

Ayrıca şunu da ifade etmek gerekir ki; hayvanların zekâta tâbi olabilmeleri için her türün ayrı ayrı nisaba ulaşmış olması gerekir. Örneğin; 25 koyunu, 16 sığırı ve 4 tane de devesi bulunan kimse, eğer bu malları ticaret için bulundurmuyorsa, bu malların hiç birisinin zekâtını nisaba ulaşmadıkları için vermek zorunda değildir. Bunları toplayarak nisabı tamamlama söz konusu değildir.

  • Atların Zekâtı

Normalde at, katır ve eşekler zekâta tâbi değillerdir. Bu hayvanlar genel olarak sadece yük taşımak ve binek olarak kullanıldıkları için sığır, deve ve koyun gibi çok sayıda bulundurulmamıştır. Bundan dolayı da bu hayvanların nisabının ne olacağı sünnette belirlenmemiştir.

At ve diğer binek hayvanları şayet ticaret için bulunduruluyorsa ancak o zaman gelirleri üzerinden zekâta tâbidirler. Fakat binek olarak kullanmak veya yük taşımak maksadıyla bulundurulan bu tür hayvanların zekâtı yoktur.

  • Balık ve Hayvan Çiftliklerinin Zekâtı

Balık ve diğer su ürünlerinin nisabı yoktur. Bunlar ticarete konu iseler zekâtları da ancak o zaman gelirleri üzerinden yüzde iki buçuk olarak verilir. Ticarete yönelik olarak bulundurulmuyorlarsa zekâta da tâbi değillerdir.

Bunlar gibi diğer çiftlik hayvanları da böyledir. Çiftliklerde yetiştirilen hayvanlar gelirleri üzerinden zekâta tâbîdirler.

Zekâtın Ödeme Şekli

Hanefî mezhebine göre zekât borçları, malların kendi cinslerinden verileceği gibi kıymetleri üzerinden de verilebilir. Örneğin hayvan ticareti yapan kimse zekâtını yetiştirdiği hayvanlardan verebildiği gibi kaç tene hayvan vermesi gerekiyorsa onların kıymetini de verebilir. Kısacası 10 adet koyun zekât vermesi gereken birisi ister 10 adet koyun verir, isterse de 10 adet koyunun kıymetini verir.

Şafiî mezhebine göre ise, zekâtlar ancak malların cinsinden verilir, kıymetleri üzerinden verilemez. Yani yukarıda örnek verdiğimiz koyun yetiştiricisi zekâtlarını ancak koyun olarak verebilir, para veya başka bir kıymeti üzerinden veremez. Fakat çağdaş bazı Şafiî fakihleri, zekâtların kıymetleri üzerinden nakit olarak verileceğine hükmetmişlerdir.

Bu konudaki en doğru yaklaşım Hanefîlerin görüşüdür. Çünkü onların görüşü yoksulların ihtiyacı için daha uygundur. Zekâtın kıymetini para olarak alan bir yoksul onu her türlü ihtiyacı için kullanabilir. Fakat zekâtı mal olarak aldığında onu ihtiyaçları için nakite dönüştürmesi ona sıkıntı verebilir.

Hanefî mezhebine göre nisaba ulaşan bir malın zekâtı yıl dolmadan verilebilir, ancak nisaba ulaşmayan malın zekâtı ise yıl dolmadan verilemez. İmam Mâlik’e göre ise yıl dolmadan zekâtları verilemez. Çünkü ibâdetler ancak vakitlerinde yapılırlar. İmam Şafiî’ye göre ise ancak bir yılın zekâtı önceden verilebilir. Burada yoksulların maslahatı için Hanefî mezhebinin görüşü daha uygundur.

Zekâtın Verileceği Yerler

Kur’an-ı Kerim zekâtın verilmesi gereken yerleri belirtmiştir. Söz konusu âyette şu şekilde buyurulmaktadır; “Sadakalar (zekât gelirleri) ancak şunlar içindir: Yoksullar, düşkünler, sadakaların toplanmasında görevli olanlar, kalpleri kazanılacak olanlar, âzat edilecek köleler, borçlular, Allah yolunda (çalışanlar) ve yolda kalmışlar. İşte Allah’ın kesin buyruğu budur. Allah bilmekte ve hikmetle yönetmektedir.” (Tevbe, 60) Zekâtın ancak burada sıralanan sınıflara verileceği konusunda âlimler görüş birliğine varmışlardır. Şimdi bu sekiz sınıfı teker teker görelim;

  • Fakirler: Ev ve ev eşyası gibi ihtiyaçlarını karşılayan fakat mûtat olan ihtiyaçlarını karşılamakta zorluk çeken, borçları düşüldükten sonra nisap miktarı mala sahip olmayacak kadar az malı bulunan kimseye fakir denir. Dolayısıyla nisap miktarı mala sahip olmayan kimselere fakir denilir ve bunlar zekât almaya hak sahibidirler.
  • Miskinler: Hiçbir geliri bulunmayan, bulunsa bile bakmakla yükümlü bulunduğu kimselerin temel ihtiyaçlarını karşılayamayan kimselere de miskin denir. Kısacası bunlar, fakirlerden daha fazla ihtiyaç sahibi olan kimselerdirler.

Hz. Ömer’e nispet edilen bir görüşte onun fakirleri Müslümanlar içerisindeki ihtiyaç sahipleri olarak tanımlarken, miskinleri de; Ehl-i Kitabın ihtiyaç sahipleri olarak tanımladığı söylenir.[27] Fakat bu görüş âlimler arasında pek kabul görmemiştir.

Fakir ve miskinlere verilebilecek zekâtın miktarı konusunda Hanefîler; “nisap miktarını” esas alırken, diğer çoğunluk âlimler ise “yeterli miktarı” esas almışlardır. Yani Hanefîlere göre bir fakir veya miskine ancak nisap miktarı mal zekât olarak verilebilir. Mâlikî ve Hanbelilere göre ise ancak bir yıl yetecek kadar mal verilebilir. Şafiîler ise bir ömür yetecek kadar da mal verilebilir demektedirler. Zekâta muhtaç olan insanların çok olduğu durumlarda zekâtı, tek bir kişiye değil de birçok kişiye vermek daha faziletlidir.

  • Zekât İşlerinde Çalışanlar: Diğer adıyla zekât toplama görevlileri de zekâttan pay alma hakkına sahiptirler. Âlimlerin ittifakına göre bu sınıf ancak İslâm devletinin bulunduğu zamanlarda zekâttan pay alırlar. Fakat şunu söyleyebiliriz ki; İslâm devletinin olmadığı zamanlarda da tüm Müslümanları temsil eden ulusal veya uluslararası zekât toplama kurumları oluşturulabilir. Böyle kurumlar oluştuğunda buralarda görevli olan kimselere de toplanan zekâttan pay verilebilir. Tabî oluşturulan bu kurumlar bir cemaatin, bir grubun değil, Müslümanların genel ittifakıyla kurulmuş kurumlar olma hüviyetine sahip oldukları zaman söz konusu olabilir. Yine de en doğrusunu Allah bilir.
  • Müellefe-i Kulûp: Kalpleri İslâm’a ısındırılacak olanlar da zekâttan pay alma hakkına sahiptirler. Bu sınıf da, İslâm devletinin olduğu ve imamın/halifenin/devlet başkanının gerekli gördüğü durumlarda ancak pay alabilirler.

Bu sınıfın içine; zengin de olsa zayıf imanlı sözde Müslümanlar girdiği gibi, diğer din mensupları da girmektedir. İnsanların genel olarak kendilerine yapılan iyiliklere karşı minnet duygusu içinde oldukları aşikârdır. Dolayısıyla böyle durumlarda insanları kazanmak, hidayetlerine vesile olmak veya en azından şerlerinden Müslümanları emin kılmak için zekâttan bu kimselere de pay verilebilir.

Efendimiz, zengin oldukları halde bir taraftan gönüllerini kazanmak bir taraftan da Müslümanları bunların şerlerinden emin kılmak için Uyeyne ibn Hıns ile Akra ibn Hâbis’e zekâttan pay vermiştir. Bu kimseler, Hz. Ömer dönemine kadar zekâttan pay almaya devam etmişler, tâ ki Hz. Ömer’in; “Hz. Peygamber, İslâm’a ısındırmak için size zekâttan pay veriyordu. Bu gün Allah dinini güçlendirmiştir. Müslüman kalırsanız kalırsınız, aksi halde sizinle savaşırız.” diyerek bunlara zekâttan pay vermeye son vermiştir.

Hanefî ve Mâlikî fakihleri, Efendimizin vefatından sonra muellefe-i kulûb’un, zekât payı düşmüştür demektedirler. Şafiîler ise ancak savaş şartları gibi durumlarda işletilebilir derler. Fakat bizim anladığımıza göre, İslâm devletinin bulunduğu ve ihtiyaç olduğu her zaman bu sınıfa zekâttan pay verilebilir. Bu sınıfa zekâttan pay verilmesi gerektiği hükmünün tüm zamanları ve çağları evrensel mesajıyla kuşatan Kur’an’da yer alması da bu görüşün daha isabetli olduğunun bir delilidir.

  • Köleler: Öncelikle şunu ifade etmek gerekir ki her köleye zekâttan pay verilmez. Çünkü sizin köleye vereceğiniz zekât efendisinin malı olacaktır. Bunun içindir ki zekât ancak efendisiyle “kölelikten kurtulma antlaşması yapanlara” Günümüz için bir geçerliliği olmayan bu sınıf, Efendimiz döneminde çok önem arz etmekteydi ve o şartlar içinde İslâm’ın köleliği ortadan kaldırmak için her türlü yola başvurarak teşvik ettiğini görmekteyiz. Günümüzde bu sınıfı Allah’u âlem, düşmanın elinde esir bulunan kimseler için işletilebilir. Veya dünyada tekrar kölelik sınıfı oluşur ve bu sınıf, toplumsal bir realiteye dönüşürse bu hüküm ancak o zaman işletilir.
  • Borçlular: Borçlu olan birisine zekâttan pay verebilmek için şu şartlar göz önünde bulundurulmalıdır:
  1. Borçlunun, nisap dışında borcunu ödeyecek malı bulunmamalıdır.
  2. Borçlu; içki, kumar, faiz gibi bir haramı işlemek için borçlanmamış olmalıdır.
  3. Borcun vadesi gelmiş olmalı veya o yıl içinde doluyor olmalıdır.
  4. Borç, kişiye veya kuruma ödenmesi gereken borç olmalı, zekât veya kefâret borcu gibi borçlar olmamalıdır. Yani bir kimsenin, zekât veya kefâret borçlarını ödemesi için kendisine zekâttan pay verilemez.

Bu şartlar dışında kalan ve borcunu ödemesi halinde nisap miktarı mala sahip olmayan tüm borçlulara zekâttan pay verilebilir. 

  • Allah yolunda olanlar: Allah yolunda olanlar anlamına gelen “fi sebilillah” ifadesi iki manaya gelmektedir. Birincisi; Allah’ın dinini yüceltmek için bilfiil savaşmayı ifade ettiği gibi, ikinci olarak da; Allah’ın dinine yardım etmek için her türlü çabayı ifade etmektedir. Kelimenin bu iki farklı anlamından dolayı bazı fakihler sadece “Allah yolunda savaşan” kimselere ve onların geride bıraktığı bakmakla yükümlü olduğu kimselere zekât verileceğini ifade ederken, kimi fakihler de çemberi biraz daha geniş tutarak câmi, medrese, hastahane, çeşme ve köprü gibi hayır işlerinin de zekât gelirlerinden yapılabileceğini söylemişlerdir. Yine hac yapmak isteyen kişilere ve ilim talebelerine de “Allah yolunda olanlar” sınıfı üzerinden fon ayrılabileceğini söylemişlerdir.
  • Yolda kalmış kimseler: İyi ve yararlı bir iş için yolculuk yaparken yolda kalan, yardım almadan gidecekleri yere ulaşmaya gücü yetmeyen kimseler bu sınıfa girmektedirler. Bu kimselerin zengin olmalarının da bir önemi yoktur. Fakat zengin olup da yolda kalan kimselerin, zekât yerine borç olmaları daha doğrudur. Zekât almış olsalar bile mallarına kavuştukları zaman aldıkları zekât miktarını yoksullara bağışlamaları tavsiye edilir ki bu takvaya daha uygun bir durumdur.

Zekât, saydığımız bu sınıflardan birisine verilebileceği gibi hepsine de azar azar verilebilir. Zekât verecek kimsenin, en fazla ihtiyaç sahibi olan kimseler ile yakın akrabaları içinde zekât almaya hak sahibi olan kişileri öncelemesi daha faziletlidir.

Zekât Verilmeyecek Kimseler

Yukarıda kendilerine zekât verilecek sınıflar içerisinde saydığımız kimselerin özelliklerine sahip olsalar dahi, kendilerine zekâttan pay verilemeyecek kimseler de söz konusudur. Şimdi bunları gündeme getirelim:

  1. Ana, Baba, Eş ve Çocuklar

Bir kimsenin zekât vermeyeceği kimseler arasında ilk sırada usul dediğimiz; anne, baba, dede, nine gibi yukarıya doğru kişinin bakmakla yükümlü olduğu kimselerle, fürû dediğimiz, eş, çocuk, torun gibi aşağıya doğru bakmakla yükümlü olduğu kimseler gelir. Ayrıca kişinin boşadığı halde boşanma iddeti henüz bitmeyen karısı da bu hükme dâhildir. Çünkü koca iddeti bitene kadar ona bakmakla yükümlüdür.

Ebû Hanife ve Hanbelîler, kadın yoksul kocasına zekât veremez derler. Bunun sebebi olarak da kadının verdiği zekâtın, kocası tarafından kadının da menfaati için kullanılacak olmasını gösterirler. Kişinin, zekâtı kendisine maddi menfaat olarak kullanması caiz değildir. Nasıl ki erkeğin kendi sorumluluğu altında bakmakla yükümlü olduğu kimselere zekât verememesinin sebebi verdiği zekâtı kendi faydasına yönelik kullanması anlamına geliyorsa, kadının da kocasına zekât vermesi aynı sonuca sebebiyet verir. Çünkü erkek bakmakla yükümlü olduğu kimselerin ihtiyaçlarını karşılamak zorunda olduğu gibi karısının da ihtiyaçlarını karşılamak zorundadır.

Fakat âlimlerin çoğunluğu kadının yoksul kocasına zekât verebileceğini söylerler. Dinin zekât verilmeyecek sınıflar arasında gündeme getirdiği, kişinin bakmakla yükümlü olduğu kimseler arasında koca da sayılmamıştır. Kur’an-ı Kerim ve Efendimizin sünnetinde yoksul kocaya zekât verilmeyeceğine yönelik bir hüküm yoktur. Ayrıca kadın zekât verecek durumdaysa ve kocası da zekât alacak kadar ihtiyaç sahibiyse kadının zekâtını ona değil de bir başkasına vermesi dinin infak konusunda belirlediği prensiplere uymamaktadır. Dinimiz infak yapılırken kişinin en yakınlarından başlayarak yapmasını bir prensip olarak belirlemiştir. Dolayısıyla da bu prensip dikkate alındığında kadının yoksul kocasına zekât vermesinin caiz olduğunu düşünüyor, âlimlerin çoğunluğunun görüşünün daha isabetli olduğunu görüyoruz. Bununla birlikte kadın kocasına verdiği zekâtı kendi faydasına olacak işler için kullanılmamasına da özen göstermelidir. Yani örnek verirsek; verilen zekâttan ev, araba gibi mülk olacak bir şeylerin alınarak kadına verilmesi caiz değildir.

Zekâtın, bakmakla yükümlü olunan yakınların dışında kalan akrabalara verilmesi daha faziletlidir. Efendimiz şu şekilde buyurmuştur; “Yoksullara verilen sadaka bir sadakadır, hısımlara verilen sadaka iki sadakadır. Biri sadaka, diğeri akrabaya iyiliktir.” (Tirmizî, Zekât, 26)

  1. Müslüman Olmayanlar

Zekât sadece Müslümanlardan alındığı için yine onların ihtiyaç sahibi olanlarına harcamak gerekmektedir. Dolayısıyla gayr-i müslimlere, inançsızlara ve dinden dönenlere zekât verilmez. Dört mezhep imamı, zimmilere (İslâm devletinin egemenliği altında yaşayan gayr-i müslimler) zekât verilmeyeceği konusunda ittifak etmişlerdir. Bununla birlikte Ebû Hanife ve İmam Muhammed gibi âlimler, zekât dışındaki sadakaların zimmilere de verileceği görüşündedirler. Zekât dışındaki sadakaların Müslüman olmayanlara verilmesinin caiz olmadığına dair herhangi bir hüküm yoktur. Lakin Müslümanlarla savaş halinde olan, kin ve düşmanlık besleyen, imkânlarını Müslümanların aleyhine kullanan ve yoksul olmayan gayr-i müslimlere zekât verilmeyeceği gibi sadaka da verilmez.

  1. Zenginler

Zengin: nisap miktarı mala sahip olan kimseye denilmektedir. Sadece zekât memurları, yolda kalmışlar ve kalbi İslâm’a ısındırılacak kişiler ve Allah yolunda savaşanlar bundan istisnadır. Bunlar zengin de olsalar, zekâttan bu kimselere pay verilir. Bunların dışında nisap miktarı mala sahip olan kişilere zekâttan pay verilemez.

Ayrıca zengin bir çocukları olduğu halde, ihtiyaçlarını karşılamayan yoksul babaya zekât verileceği gibi zengin babası olup da ihtiyaçlarını karşılamayan fakir çocuğa da zekât verilebilir.

  1. Peygamberin Yakınları

Hz. Peygamber ve yakınlarının zekât ve sadaka almaları yasaklanmıştır. Efendimiz bir hadislerinde şu şekilde buyurmuştur; “Bu sadakalar ancak insanların kirleridir. Muhammed’e ve ailesine helâl değildir.” (Müslim, Zekât, 167-168)

Bu sınıfta olanların devlet gelirlerinin beşte birlik kısmından yararlanma hakları vardır. Efendimizden sonra dört halife döneminde bu sistem işletilmiştir. Fakat Emeviler döneminde, Efendimizin yakınlarına hakları verilmemiş ve muhtaç duruma düşmelerine sebebiyet verilmiştir. Bundan dolayı, başta Ebû Hanife olmak üzere, Hz. Peygamberin yakınlarına zekâttan pay verilebileceğine yönelik fetva verilmiştir.

Burada şunu da ifade etmek gerekir ki yukarıda zikrettiğimiz hadis rivayetindeki “Muhammed ve ailesine”  ifadesinden Efendimizin kıyamete kadar gelecek olan tüm yakınlarının kastedildiği gibi bir mana çıkmamaktadır. Ayrıca Enfâl sûresi 41. âyette devlet gelirlerinden peygambere hisse ayrılması hükmünün, kıyamete kadar peygamberin soyundan gelecek olanlara da şamil olduğu manası da çıkmamaktadır. Âyette meal olarak şu şekilde buyurulur; “Allah’a ve ayırım günü yani iki topluluğun karşılaştığı gün kulumuza indirdiğimize iman etmişseniz biliniz ki ganimet olarak ele geçirdiğiniz her şeyin beşte biri Allah’a, peygambere, yakınlara, yetimlere, yoksullara ve yolda kalmışlara aittir. Allah her şeye kadirdir.” (Enfâl, 41)

Ayrıca bu âyette; Peygamberimize ve yakınlarına hisse verilmesi, peygamber olduğu için mi yoksa devlet başkanlığı yaptığı için mi gerekli olduğu da açık değildir. Şurası bir gerçek ki Efendimiz, bir taraftan devlet işleri, bir taraftan da dâvet sorumluluğunu yerine getirmek için mücadele ettiğinden dolayı, ayrıca ailesinin geçimini temin etmek için mâli bir gelir getirecek herhangi bir işle uğraşamamaktaydı. Bu sebeple de Kur’an, başta ganimet gelirleri olmak üzere devlet gelirlerinden Efendimize, ailesinin geçimini sağlayabilmesi için pay ayrılmasını istemiştir. Modern zamanlarda da devlet işleriyle meşgul olan kimselere devlet bütçesinden ücret ödendiğini görmekteyiz. Âyet ve hadisleri bu bağlamda anladığımız zaman, Efendimizden sonra yoksul olan yakınlarına da zekâttan pay verilmesinde dinen bir sakınca olmadığını anlamış oluruz.

  1. Küçükler ve Akıl Hastaları

Küçük ve akıl hastası olan muhtaç durumdaki kimselere de zekât verilebilir. Fakat bunlar, mallarını kullanmaktan aciz oldukları için kendilerine değil de ancak velilerine bunlar adına zekât verilebilir.

Zekâtı Vermeyenlerin Cezası

Kur’an-ı Kerim’de zekât vermeyenler ahiret cezasıyla tehdit edilirler; “Ey iman edenler! Bilin ki Yahudi din bilginlerinin ve Hristiyan din adamlarının birçoğu halkın mallarını haksızlıkla yerler ve Allah yolundan alıkoyarlar. Altın gümüş biriktirip Allah yolunda harcamayanları elem veren bir azapla müjdele! O gün bunlar cehennem ateşinde kızdırılıp onların alınları, böğürleri ve sırtları dağlanacak: İşte yalnız kendiniz için toplayıp sakladıklarınız; tadın şimdi biriktirip sakladıklarınızı!” (Tevbe, 34-35)

“Ki onlar mallarından muhtaçları yararlandırmazlar; onlar âhireti de inkâr ederler.” (Fussilet, 7)

“Sizi şu yakıcı ateşe sokan nedir? Onlar şöyle cevap verirler: "Biz namaz kılanlardan değildik; Yoksulu doyurmuyorduk…” (Müddessir, 42-44)

“Allah’ın lütfundan kendilerine verdiği nimette cimrilik gösterenler, sakın bunun kendileri için hayırlı olduğunu sanmasınlar, bilâkis bu onlar için kötüdür. Cimrilik ettikleri şey kıyamet günü boyunlarına dolanacaktır. Göklerin ve yerin mirası Allah’ındır. Allah yaptıklarınızdan haberdardır.” (Âli İmran, 180) Bu ve buna benzer âyetler zekât vermeyen kimselerin ahirette karşılaşacakları azabı gündeme getirmektedir.

Zekât vermeyenlere uygulanacak dünyevi ceza ise zekâtlarının devlet tarafından zorla alınması ve gerek görülürse “ta’zir” cezasının uygulanmasıdır. Bazı rivayetlerde zekâtlarıyla birlikte bir de mallarına el konulması ceza olarak zikredilirse de bu görüş çok kabul görmemiştir.

Âlimler, zekâtı inkâr ettikleri için vermeyenlere karşı uygulanacak cezanın ne olacağı konusunda da ihtilaf etmişlerdir. Kimi âlimler; Hz. Ebû Bekir’in yaptığı gibi onlarla savaşılır derken, kimileri de böyle kimselerin devlete karşı asi oldukları durumlarda ancak savaşılır demişlerdir. Doğru olan görüş, zekât yoksulların hakkı olduğu için devlet, vermeyenlerden zorla alıp fakirlere vermelidir. Bunun haricinde devlete karşı isyan olmadığı sürece bu kimselere ölüm cezası gibi bir cezanın işletilmesi doğru değildir. Hz. Ebû Bekir’in (r.a.) zekât vermeyenlerle savaşmasının tek sebebi zekât vermemeleri değil, bununla birlikte devlete başkaldırmış olmaları gibi birçok sebep olmasından dolayıydı.

FITIR SADAKASI

Fıtır sadakası; “fıtrat sadakası” yani yaratılış sadakası demektir. Dini bir terim olarak da şu şekilde tanımlanır: Ramazan bayramına yetişen ve temel ihtiyaçlarının dışında belli bir miktar mala sahip olan bir Müslümanın, kendisi ve velâyetleri altındaki kişiler için yerine getirmekle yükümlü bulunduğu mâli bir ibâdettir.

Fıtır sadakası ramazan orucuyla birlikte hicretin ikinci yılı Şâban ayında teşri kılınmıştır.

Fıtır sadakası, Müslümanlar arasında yardımlaşma ve bayram sevincini yoksullara da yaşatmak için teşri kılınmıştır.

Abdullah b. Sa’lebe’den (r.a.) şöyle nakledilmiştir; Rasûlüllah (s.a.s.) ramazan bayramından bir veya iki gün önce bir konuşma yaparak şöyle buyurdu; “Buğdaydan, arpadan veya hurmadan 1 sâ’yı hür veya köle, küçük veya büyükler için sadaka olarak veriniz.” (A. İbn Hanbel, V, 432)

Fıtır sadakası ürünler üzerinden verileceği gibi kıymeti de verilebilir. Fıtır sadakasını kişi hem kendisi için hem de bakmakla yükümlü olduğu kimseler için vermelidir.

Fıtır sadakasının miktarı ise, kişinin iki öğün yediği yemek üzerinden hesaplanır. Türkiye’de, diyanet kurumu her yıl fitre miktarı diye bir rakam açıklamaktadır. Burada açıklanan rakam, mâli olarak en alt sınır gözetilerek yapılmaktadır. Fakir olan insanlar fitre verirken bu limiti dikkate alabilirler, fakat zengin olanlar kendi tükettiklerinin iki öğününün kıymetini vermelidirler.

Fitreyle Yükümlü Olmak İçin Gereken Şartlar

  1. Müslüman olmak: Müslüman olmayanlar ne kendi ne de bakmakla yükümlü olduğu kimselerin fitresini vermekle yükümlüdürler.
  1. Mal varlığı: Hanefî mezhebine göre kişinin fitre ile yükümlü olabilmesi için bayramın birinci günü temel ihtiyaçları dışında nisap miktarı mala sahip olması da gerekir. Şafiî, Mâlikî ve Hanbelîlere göre ise: fitre ile yükümlü olmak için nisap miktarı mala sahip olmak şart değildir. Bayram günü ve gecesi kendisine ve bakmakla yükümlü olduğu kimselere yetecek kadar azığa sahip olan ve ayrıca fitre verecek kadar da malı olan herkes fitre vermekle yükümlüdür.
  1. Ehliyet: Ebû Hanife ve Ebû Yûsuf’a göre fitre, mâli yönü ağır basan bir ibâdet olduğundan dolayı mâli yönden zengin olan çocuk ve akıl hastalarının da malından fitre verilir. İmam Muhammed ve İmam Züfer’e göre ise, küçük çocukların ve akıl hastalarının malından fitre verilmez. Çünkü ibâdetlerde ergenlik ve akıllı olmak temel bir şarttır. Bizce doğru olan görüş Ebû Hanife ve Ebû Yûsuf’un görüşleridir.
  1. Velâyet ve bakmakla yükümlülük: Bir kimse kendisi dışında bir başka kimsenin fitresini verebilmesi için bu kişi, ya bakmakla yükümlü olduğu kişilerden olmalı ya da velâyetini üstlendiği kişilerden olmalıdır. Yine kişi bakımını üstlendiği çocuğun yakın akrabalarının fitresini vermek zorunda değildir. Fakat verirse geçerlidir.
  1. Vakit: Hanefîlere göre, fıtır sadakasının kişiye vacip olmasının başlama vakti, bayramın birinci günü fecrin doğuşuyla başlar ve Bayram namazına kadar da devam eder. Dolayısıyla bayram günü fecirden önce vefat eden, dinden çıkan, aklını yitiren kimselerin fitrelerini vermek gerekmez. Fakat bu vakitte doğan ve İslâm’a giren kimseler için de fitre verilmesi gerekir. Fitrenin bir-iki gün öncesinden verilmesi de caizdir. Hatta daha güzeldir. Çünkü fitrenin amacı yoksulları bayrama sevinçli bir şekilde ulaştırmaktır. Bayramdan önce verilen fitre ile yoksullar ihtiyaçlarını karşılar ve bayrama sevinçli bir şekilde girmiş olurlar.

Eğer fitre bayram namazından önce ödenmediyse, bu vakitten sonra da olsa ödenmelidir. Fitre ödemekle yükümlü olduğu halde ödemeyen kişiler günahkâr olurlar.

Fitrenin Verileceği Yerler

Zekâtta olduğu gibi kişi, bakmakla yükümlü olduğu usul ve fürûuna da fitre veremez. Ayrıca gayr-i müslimlere de fitre verilmeyeceği gibi zengin olan kimselere de verilmez. Fitre ancak kişinin yakınlarına ve yaşadığı yerdeki yoksullara verilir. Bu yoksullar arasında yakın akrabası veya komşusu varsa onlar önceliklenmelidir.

Fitre vermekle yükümlü olduğu halde vermeyen kimse, günahkâr olur ve ahirette cezayı hak etmiş olur.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

HAC İLMİHÂLİ

 

Haccın Tanımı ve Mahiyeti

Hac sözlükte “kastetmek, yönelmek” anlamlarına gelir. Bir fıkıh terimi olarak da: Mekke’deki Kâbe ve çevresindeki kutsal sayılan özel yerleri, belirli vakitte, önceden hac için niyetlenerek ihrama girmiş bir şekilde usûlüne göre ziyâret etmekten ibaret mâli ve bedeni bir ibâdettir.

Tanımda öne çıkan hususları açıklarsak; “özel yerler”den maksat; Kâbe, Arafat dağı ve Müzdelife gibi yerlerdir. “Belirli vakit” derken kastedilen zaman ise; hac ayları olarak bilinen Şevval, Zilkade ve Zilhicce aylarıdır. Lakin hac bu aylarda istendiği zaman değil, ancak Zilhicce ayının 9 ile 13.  günleri arasında yapılabilmektedir. Bu aylarda hac için ihrama girmek caizdir. Bu aylar dışındaki aylarda ise hac için ihrama girmek caiz değildir.

Kâbe’nin de içinde bulunduğu Mekke’yi çevreleyen büyük bir alana harem bölgesi denilmektedir. Bu bölgenin sınırlarında bulunan belirlenmiş yerlere mîkât bölgeleri denilmektedir. Hac veya umre için harem bölgesine girecek olanların, mîkât denilen bu bölgelerde mutlaka ihrama girmeleri gerekmektedir. Hac veya umre için ihrama giren kimseler için bir takım ihram yasakları söz konusudur.

Hac ibâdeti çok büyük meşakkat ve zorlukları içerdiğinden dolayı fazileti de o oranda büyük olan bir ibâdettir. Bugün ne yazıktır ki gerek Mekke’yi elinde bulunduran Suudî devleti, gerekse de içinde yaşadığımız devletin dayatmış olduğu zorluklardan dolayı hac yapmak ancak zenginlerin yapabileceği bir ibâdet haline gelmiştir. Yine sadece diyanetin organize ettiği hacca gidebilmek için, yıllar öncesinden çekilecek olan kurâya katılmanız gerekiyor. Kurâ ne zaman çıkarsa o zaman ancak gidebiliyorsunuz. Ayrıca paranızı aylar öncesinden diyanetin banka hesaplarına yatırarak, faizli işlem yapan bankalara da destek olmak zorunda bırakılıyorsunuz.

Kur’an-ı Kerim’de hacla ilgili olan âyetlerden bir kaçını burada zikredelim;

 “Gerçek şu ki, insanlar için yapılmış olan ilk ev, âlemlere bir hidayet ve bir bereket kaynağı olan Mekke’deki evdir. Orada apaçık deliller, İbrâhim’in makamı vardır. Oraya giren emniyette olur. Gitmeye gücü yetenin o evi ziyaret etmesi, Allah’ın insanlar üzerinde bir hakkıdır. Kim inkâr ederse bilmelidir ki, Allah bütün âlemlerden müstağnidir.” (Âli İmran, 96-97)

“Hani, biz Kâbe'yi insanlara toplantı ve güven yeri kılmıştık. Siz de Makam-ı İbrâhim'den kendinize bir namaz yeri edinin. İbrâhim ve İsmail'e şöyle emretmiştik: "Tavaf edenler, kendini ibâdete verenler, rukû ve secde edenler için evimi (Kâbe'yi) tertemiz tutun." (Bakara, 125)

“Hani İbrâhim, "Rabbim! Bu şehri güvenli bir şehir kıl. Halkından Allah'a ve ahiret gününe iman edenleri her türlü ürünle rızıklandır" demişti…” (Bakara, 126)

“İnsanlar arasında haccı ilân et ki, gerek yaya olarak, gerekse nice uzak yoldan gelen yorgun argın develer üzerinde, kendilerine ait bir takım yararları yakînen görmeleri, Allah'ın kendilerine rızık olarak verdiği kurbanlık hayvanlar üzerine belli günlerde Allah'ın ismini anmaları (kurban kesmeleri için) sana (Kâbe'ye) gelsinler. Artık ondan hem kendiniz yeyin, hem de yoksula, fakire yedirin.” (Hac, 27-28)

Efendimiz de hacla ilgili olarak şöyle buyurmuştur;

“İslâm, beş esas üzerine bina olunmuştur: Allah'tan başka hakkıyla ibâdete lâyık hiçbir ilahın olmadığına ve Muhammed (s.a.s.)'in Allah'ın kulu ve elçisi olduğuna şâhitlik etmek, namaz kılmak, zekât vermek, Beytullah'ı haccetmek ve Ramazan orucunu tutmaktır." (Buhârî; Hadîs No: 8)

“Hac menâsiklerinizi benden alın, benden gördüğünüz gibi yapın.” (Müslim, Hac, 310)

“Umre, ikinci umreye kadar olan günahlara kefarettir. Mebrûr haccın karşılığı ise ancak cennettir” (Buhârî, Cihâd, 1, Hac, 4)

“Hac ve umre yapanlar Allah’ın misafirleridirler. O’ndan bir şey isterlerse onlara cevap verir. Af isterlerse onları af eder.” (İbn Mâce, Umre, 1)

“Kim Allah için hacceder de kötü söz ve fiillerden ve Allah’a karşı gelmekten sakınırsa annesinin doğurduğu gündeki gibi döner.” (Buhârî, Hac, 4)

Hac ibâdeti; dünya üzerindeki tüm Müslümanları dil, ırk ve statü farkı gözetmeksizin bir araya getirerek kardeşlik duygularını perçinleyip kardeşliği en üst seviyeye taşıma görevi görmektedir. Zengin-fakir, yöneten-yönetilen, asker-sivil tüm kutupları kardeşlik havuzunda bir araya getirerek ümmet mozaiğini oluşturmaktadır.

Yine hac, ümmetin yıllık kongresi gibidir. Yılda bir defa dünyanın farklı coğrafyalarında yaşayan ümmeti bir araya toplayarak başta ibâdetler olmak üzere Müslümanlara, dünyada var oluş amacına uygun olarak yapması gereken sorumluluklar hatırlatılmaktadır. Ayrıca yıllık olarak yapılması gereken görevlerin neler olduğu ve tayin edilen bu hedeflere ulaşmak için takip edilmesi gereken yöntemin ümmetin imamı tarafından açıklandığı bir ibâdettir hac.

Yine dünya Müslümanlarının yaşadığı sorunların gündeme alındığı ve çözümler üzerinde konuşulduğu, aynı zamanda yeryüzündeki mazlum ve müstazafların sıkıntılarının gündeme taşınarak neler yapılabileceğinin istişare edileceği bir işlev görmektedir hac.

Ayrıca imam/halife/devlet başkanının ümmete hem hesap vermesinin hem de yıl içerisinde yapmayı hedefledikleri hususları paylaşarak ümmete düşen sorumlulukları hatırlattığı bir işlev görmektedir hac.

Ayrıca ölümün ve mahşerin küçük de olsa bir provasıdır hac. Kefene benzer giyilen ihram ile tüm statülerin ayaklar altına alındığı, herkesin aynı şeyleri yapmak zorunda olduğu bir ibâdettir hac.

Yine hac aynı zamanda bir güç gösterisidir. Milyonlarca insanın bir araya toplanarak aynı hedefe yürüdüklerini tüm dünyaya ilan etmeleridir. Dosta güven düşmana ise uyarı vermelerinin bir ilanıdır hac.

Fakat ne yazıktır ki bugün hac ibâdeti bu işlevlerin büyük bir kısmını icra edememektedir. Gerek dünya Müslümanlarının yaşamış olduğu bilinç kaybı, zalim müstekbirlerin ümmeti bölüp parçalayıp kardeşlik bilinçlerini yok ederek bunun yerine milliyetçi söylemleri yerleştirmeleri gerekse de haccın yapıldığı mekânların zâlim Suudî devletinin elinde olması ve maalesef haccı da bunların organize ediyor olması yukarıda saydığımız hedeflere ulaşılmasını engellemektedir. Müslümanlar ne yazıktır ki aynı dili konuşamadıkları, dil birliği oluşturamadıkları için birbirleriyle diyalog kuramamakta, orada hatırlatılan öğütleri de anlayamamaktadırlar. Batı emperyalizmi İngilizce üzerinden bu hedefi gerçekleştirirken, maalesef Müslümanlar, kutsal kitaplarının dili Arapça olduğu halde Arapça veya başka bir dil üzerinden bunu gerçekleştirememişlerdir.

Hacla ilgili bu ve buna benzer sorunlar ümmetin çözüme kavuşturması gereken sorunlardır. Tabî şunu da söylemek gerekir ki tüm mescitlerimiz gibi Kâbe de bugün işgal altındadır. İşgal altında olan yerlerde yukarıda söylediğimiz hususların gerçekleşmesi söz konusu olamayacaktır. Dolayısıyla ümmet önce yeniden imanî şahlanışı gerçekleştirmeli, sonra da işgal altında olan başta Kâbe ve Mescid-i Aksa olmak üzere tüm mescitlerimizi işgalden kurtarmakla işe başlamalıdır. Bunlar da ancak, ümmetin yeniden şahlanışını gerçekleştirecek dâvâ adamlarının eliyle olacaktır inşaAllah.

Haccın Tarihçesi

Kâbe sözlükte: “Mekke’deki Beyt-i Haram, dört köşe ev, oda” gibi manalara gelir. Kâbe, yüksekliği yaklaşık 13 metre olan, 12 metre boyunda ve 11 metre de genişliğinde taştan yapılmış bir yapıdır. Ona “beytullah, (Allah’ın evi)” denildiği gibi “el-Beytül Atik (eski ev)” de denilmiştir. Ayrıca “Beytü’l Haram (haram ev)” de denilmiştir.

Kâbe’yi ilk defa kimin imar ettiği tarihçiler arasında tartışma konusu olsa da Kur’an, İbrâhim (a.s.) ile oğlu İsmâil’in (a.s.) birlikte inşa ettiklerini söylemektedir; “İbrâhim İsmâil’le birlikte beytin temellerini yükseltiyordu: “Ey rabbimiz! Bizden bunu kabul buyur; şüphesiz sen işitensin, bilensin.” (Bakara, 127)

Malumdur ki Kur’an’ın da ifadesiyle, yeryüzünde ibâdet maksadıyla yapılan ilk mâbet Mekke’deki Kâbe’dir; “Şüphesiz, âlemlere bereket ve hidayet kaynağı olarak insanlar için kurulan ilk ev (mâbet), Mekke'deki (Kâbe)dir.” (Âli İmran, 96) Bundan dolayı da onu ilk yapanın İbrâhim (a.s.) değil, Âdem (a.s.) olduğunu da söyleyenler olmuştur.

Fakat hac ibâdetinin İbrâhim (a.s.) ile başladığı, Kur’an tarafından ifade edilmektedir; “İnsanlar arasında haccı ilan et ki, gerek yaya olarak, gerek uzak yollardan gelen yorgun develer üzerinde sana gelsinler.” (Hac, 27) Bu âyet bize haccın İbrâhim (a.s.) tarafından ilk defa ilan edilerek yapılmaya başladığını göstermektedir. Dolayısıyla hac, İbrâhim’den (a.s.) beridir uygulanagelen bir ibâdettir. İslâm öncesinde de putperest Arap müşrikleri tarafından hac icra ediliyordu. Tabî asli yapısını bozmuş, içerisine birçok batıl anlayışı yerleştirmişlerdi. İslâm bu batıl uygulamaları ortadan kaldırarak tekrar İbrâhim (a.s.) zamanındaki asli yapısına kavuşturmuştur.

İslâm’da Haccın Farz Oluşunun Delilleri

Öncelikle Kur’an-ı Kerim’de hacla ilgili olarak gündeme getirilen âyetlere bir bakalım;

“Hani biz İbrâhim'e, Kâbe'nin yerini, "Bana hiçbir şeyi ortak koşma; evimi, tavaf edenler, namaz kılanlar, rükû ve secde edenler için temizle" diye belirlemiştik.

 

İnsanlar arasında haccı ilan et ki, gerek yaya olarak, gerek uzak yollardan gelen yorgun develer üzerinde sana gelsinler.

 

Gelsinler ki, kendilerine ait bir takım menfaatlere şahit olsunlar ve Allah'ın kendilerine rızık olarak verdiği (kurbanlık) hayvanlar üzerine belli günlerde (onları kurban ederken) Allah'ın adını ansınlar. Artık onlardan siz de yiyin, yoksula fakire de yedirin.

 

Sonra kirlerini gidersinler, adaklarını yerine getirsinler ve Beyt-i Atik'i (Kâbe'yi) tavaf etsinler.” (Hac, 26-29)

“Haccı ve Umreyi Allah için tamamlayın” (Bakara, 196)

Sağlam görüşe göre hac, hicretin dokuzuncu yılında farz kılınmıştır. Bunun sebebi hicri sekizinci yıla kadar Mekke’nin müşriklerin kontrolünde olması ve Müslümanlara hac yapmaları için izin vermeyecek kadar düşmanlık yapıyor olmalarından kaynaklandığını söyleyebiliriz. Haccın farz olduğunu ifade eden âyet ise şu âyettir; “Gitmeye gücü yetenin o evi ziyaret etmesi, Allah’ın insanlar üzerinde bir hakkıdır. Kim inkâr ederse bilmelidir ki, Allah bütün âlemlerden müstağnidir.” (Âli İmran, 97)

Nitekim hac farz kılınınca Efendimiz, Hz. Ebû Bekir’i hac emiri tayin ederek, hicretin dokuzuncu yılında hacca göndermiştir. Risâletten sonra İslâm üzere yapılan ilk hac da bu hacdır. Bir sonraki yıl ise Efendimiz kendisi hac yapmış ve nasıl hac yapılması gerektiğini tüm detaylarıyla ümmetine öğretmiştir.

Haccın farz bir ibâdet olduğuna dair Efendimizin sünnetinden de birçok nakiller söz konusudur. Hicretin onuncu yılında kendisinin hac yapması örnekliği, İslâm’ın üzerine kurulduğu rukûnlar arasında haccı da sayması gibi örnekleri verebiliriz. Ayrıca Âli İmran sûresinin 79. âyeti nazil olduğunda Efendimiz şu şekilde buyurmuştur: “Şüphesiz Allah size haccı farz kıldı, haccı îfa ediniz.” Orada bulunan bir sahabî; “Her yıl mı?” diye sormuş, Efendimiz sessiz kalmış ve o sahabî, bu soruyu üç defa tekrarlamıştı. Efendimiz, sonra ona şu şekilde buyurmuştu; “Size bir şey söylediğim zaman gücünüz nispetinde onu yapın. Çok soru sormayın. Sonra yapamayacağınız durumla karşı karşıya kalırsınız. Ben her yıl deseydim size her yıl farz olurdu da buna güç yetiremezdiniz” (Müslim, Hac, 142)

Başka bir hadiste de şöyle buyurulur; “Hac ve umreyi birbirinin ardından yapın, çükü bunlar körüğün demir, altın ve gümüşten kiri, pası gidermesi gibi yoksulluğu ve günahları giderir. Makbul bir haccın karşılığı ise ancak cennettir.” (Tirmizî, Hac, 2)

Haccın Fevri veya Ömrî Olması

Âlimler arasında, hac için gerekli şartları taşıyan kimsenin haccı hemen yapması veya daha sonraki zamanlara bırakması konusunda ihtilaf söz konusudur. Ebû Hanife, Ebû Yûsuf, İmam Mâlik ve Ahmet ibn Hanbel’e göre gerekli şartlara haiz olan bir kimsenin o yıl hac yapması kendisine farz olmuş olur. O yıl yapmazsa günahkâr olur. Sebep olarak da şu hadisi delil almışlardır; “Hac yapmakta acele ediniz. Çünkü sizden biriniz ölümün kendisine ne zaman geleceğini bilmez” (Ebû Dâvud, Menâsik, 5)

İmam Şafiî ve İmam Muhammed’e göre ise hac ömrîdir. Yani hac yapmak için gerekli şartları taşıyan kimse haccı o yıl yapmak zorunda değildir. Daha sonraki yıllarda da yapabilir. Fakat ilk yılda yaparsa sünneti yerine getirmiş olur derler. Dayandıkları delil ise; hicretin dokuzuncu yılında hac farz kılındığı halde Efendimizin o yıl değil bir sonraki yıl hacca gitmesidir. Her ne kadar bu görüş Müslümanlara kolaylık sağlaması ve bu şekilde de amel edebilmenin caiz olduğunu gösterse de hac kendisine farz olan kişinin, geciktirmeden haccını îfa etmesi daha doğru bir yaklaşımdır.

Bir Kimseye Haccın Farz Olmasının Şartları

Bir kimsenin hacla yükümlü sayılabilmesi için aşağıdaki şartları taşıması gerekmektedir;

  • Müslüman olmak: Tüm ibâdetlerde olduğu gibi haccında bir kimseye farz olabilmesi için öncelikle kişinin Müslüman olması gerekmektedir. Müslüman olmayanlara ibâdetler değil, iman farzdır.
  • Ergen ve akıllı olmak: Çocuklar ve akıl hastaları hacla yükümlü değildirler. Ergen olmayan bir çocuk hac yapsa, yaptığı bu hac farz olan hac yerine geçmez, ergen olunca gereken şartlara haiz olduğunda yeniden hac yapması gerekir. Çocukken yaptığı bu hac, onun için nâfile hac olur.
  • Hür olmak: Günümüz açısından bir anlam ifade etmese de, köle olan kimseler de hacla yükümlü tutulmamışlardır. Bunun sebebi İslâm’da onların ikinci sınıf insan olarak kabul edilmesi değil, aksine onları güçlerinin yetmeyeceği bir sorumlulukla karşı karşıya bırakmamak içindir. Lakin hac yapan kölenin haccı geçerlidir. İster azat edilsin isterse de hürriyetini satın alarak kölelikten kurtulsun, tekrar hac yapmak zorunda değildir.
  • Vakit: Hac yılda bir defa ve ancak dinin belirlediği zamanda yapılır. Bu zaman da Zilhicce ayının 9 ile 13’ü arasıdır. Bunun içindir ki haccın farzlarından olan Arafat’ta vakfe ve ziyaret tavafına yetişemeyen kimsenin haccı geçerli değildir. Kur’an; “Hac bilinen aylardadır” diyerek hac için ihrama girilecek ayların Şevval, Zilkade ve Zilhicce’nin ilk dokuz günü olduğunu ifade etmiştir. Efendimiz de; “Haccı benden alınız” diyerek haccı Zilhiccenin dokuzunda yapmaya başlamış ve en geç on üçüncü günü de bitirmiştir.
  • Haccı yapmaya güç yetirmek (istitâa): Güç yetirmek; beden sağlığı, yol güvenliği veya yeterli mala sahip olmakla ilgili bir tanımlamadır. Konuyla ilgili âyette şu şekilde buyurulur: “Oraya gitmeye gücü yeten herkesin o evi hac yaparak ziyaret etmesi, Allah’ın insanlar üzerinde bir hakkıdır.” (Ali İmran, 97) Yani kişinin hacla yükümlü olabilmesi için haccın rukûnlarını yapabilecek kadar sağlıklı olması gerekir. Ayrıca yol güvenliği de olmalı. Yani hacca gidip dönünceye kadar, kendisi ve ailesinin canına, düşman tarafından bir zarar gelmeme durumunun da olması gerekir. Bunlarla birlikte, hacca gidip dönünceye kadar kendisinin ve geride bıraktığı ailesinin nafakasına yetecek kadar mâli gücünün de olması gerekir. Bu şartları taşımayan kimselere hac farz değildir.

Haccın Edasının Şartları

Haccı eda edecek kimsede bulunması gereken bir takım şartlar söz konusudur. Bunları şöylece sıralamak mümkündür:

  • Sağlıklı olmak: Haccın meşakkatlerini yerine getirebilecek kadar sağlıklı olmayan kimselere hac farz değildir. Ebû Hanife ve İmam Mâlik’e göre; böyle kimselere hac farz olmadığı için yerine başkasını vekil olarak göndermeleri de gerekmemektedir.

Fakat Ebû Yûsuf, İmam Muhammed, İmam Şafiî ve Ahmed ibn Hanbel’e göre ise, bu şekilde sağlıklı olmayan kimseler, yerlerine bir başkasını vekil olarak göndermekle yükümlüdür. Eğer iyileşme ümidi olmayan bir hastalıksa, bizce doğru olan görüş de budur.

  • Yol güvenliği: Salgın hastalık, savaş şartları, eşkıya baskını, öldürülme riski gibi hususlar yol güvenliği kapsamına giren hususlardır. Böyle bir durumda kalan kimselerin, bu durumların düzeleceği zamana kadar haccı tehir etmelerinde bir beis yoktur. Bu gibi riskler olduğundan dolayı haccını tehir eden bir kimse, bu durumlar devam ederken vefat etse haccı yapmadığından dolayı mesul olmaz.
  • Hac için bir dış engelin bulunmaması: Tutukluluk ve yurt dışına çıkma yasağı veya günümüzde uygulanan “de port” dedikleri, ülkeye giriş yasağı gibi engeller bu kapsama girer. Haccın bir kimseye farz olması için gereken diğer tüm şartları taşısa bile, bu durumda olan kimseler bu engeller ortadan kalkacağı zamana kadar haccını geciktirebilirler. Gideceği ülkeye giriş veya yaşadığı ülkeden çıkış yasağı olan bir kimse, eğer bu ceza kendisine ömür boyu verilmiş ve cezanın kalkma ihtimali de yoksa böyle bir durumda yerine bir başkasını göndermesi, hac sorumluluğunu üzerinden düşürür.

 

 

Kadınlarla İlgili Özel Şartlar

Kadınlar için yukarıdaki şartlara ilave olarak iki şart daha belirlenmiştir. Bunlar; yanında mahreminin bulunması ve iddetli olmamasıdır.

  • Kadının yanında mahreminin bulunması: Başta Hanefî âlimler olmak üzere birçok âlim, bir kadının hac yapabilmesi için yanında kendisine mahrem olan bir erkeğin bulunmasını da şart olarak görmektedirler. Hac yolculuğu sırasında yanında mahremi olmayan kadına, haccın farz olmayacağını söylerler.

Âlimlerin bu şartı koymalarının sebebi, Efendimizden rivayet edilen; kadınların ancak erkek bir mahremiyle yolculuk yapabileceği yönündeki hadislerine dayanmaktadır. Allah’u âlem bizim anladığımıza göre Efendimizin bu konudaki tavsiyeleri o günün şartları için söz konusuydu. O gün, kadınlar için yanında mahremi olmadan yolculuk yapmak hem canı hem de namusu için tehlike arzetmekteydi.  Eğer güven ortamı varsa, kadınlar artık güvenli bir şekilde hem yaşadıkları ülkede, hem de yurt dışına seyahat edebiliyorlarsa, bu durumun hacca gitmek için de bir engel olmadığı kanaatindeyiz. Bununla birlikte, güven ortamı olmaz ve eski şartlar tekrar söz konusu olursa, Efendimizin belirlediği şartlar yeniden geçerli olur.

Şafiîlerin “kafilede güvenilir kadınlar varsa onlarla birlikte hac yapabilir” dediklerini de hatırlatarak bu görüşün güven ortamının olduğu zamanlarda daha isabetli olduğunu düşünüyoruz. Ayrıca Mâlikîlerin de, kadın kendilerine emanet edilmiş kadın arkadaşları veya erkek-kadın karışık bir toplulukla birlikte hac yapabilir dediklerini hatırlatalım. Dayandıkları delil ise haccı emreden âyetteki genel ifadelerdir. Âyette şu şekilde buyurulur; “Oraya gitmeye gücü yeten herkesin o evi hac yaparak ziyaret etmesi, Allah’ın insanlar üzerinde bir hakkıdır.” (Ali İmran, 97) Dolayısıyla kadınlar, güven ortamı varsa ve diğer şartlara da sahipse onlara hac farz olur. Burada şunu da ifade etmek gerekir; her kadının yukarıda sayılan şartlar söz konusu olduğu halde, yol-iz bilmediğinden dolayı veya başka sebeplerden dolayı da hacca gidecek durumu olmayabilir. Bu durumda olan kadınların, hacca gitmedikleri için günahkâr olduklarını söylemek doğru olmaz. Bu durumda olan kadınlar, o konudaki engelleri aştıkları zaman hac yapabilirler.

  • İddetli Olmak: İddet bir kadının boşandıktan sonra üç ay, kocası vefat edince dört ay on gün, hamile ise doğum yapana kadar beklemesi gereken zamanı ifade etmektedir. Âlimlerin çoğunluğunun görüşüne göre bu durumda olan kadınların, kocalarının evlerinden bu süre bitene kadar çıkmaları haramdır. Dayandıkları delil ise; “Boşadığınız kadınları evlerinden çıkarmayın, kendileri de çıkmasınlar.” (Talâk, 1) âyetidir.

Dolayısıyla iddet bekleyen kadının evden çıkarak hac yapabilmesi mümkün değildir. Böyle bir durumla karşı karşıya kalan kadınlar haclarını tehir ederler.

Hacca Engel Olabilen Diğer Engeller

  • Ebeveyn: Anne ve baba, nafile hacca engel olabilirler, fakat farz olan hacca engel olamazlar.
  • Evlilik: İslâm hukukçularının çoğunluğuna göre erkek, karısının nafile haccına engel olabilir, fakat farz olan haccına engel olmaz. Fakat Şafiîler erkeğin kadının hem sünnet olan hem de farz olan haccına engel olabileceğini söylemişlerdir. Doğru olan görüş, âlimlerin çoğunluğunun görüşüdür.
  • Kölelik: Günümüz için bir geçerliliği olmasa da, âlimlerin çoğunluğuna göre efendisinin köleyi hacca göndermeme hakkı vardır. Fakat onun da izniyle hac için ihrama girdiyse, artık köleyi hacdan alıkoyamaz. Ayrıca kendisine hac farz olan bir köleyi efendisinin alıkoyması günahı gerektirecek bir husustur. Köleyi nasıl namaz kılmaktan alıkoyması caiz değilse, kendisine hac farz olan bir köleyi de hacdan alıkoyması caiz değildir. Her ne kadar âlimler, kölelere haccın farz olmayacağını söylemiş olsalar da bunun sebebinin köleleri zor durumda bırakmamak için olduğunu, yukarıda söylemiştik. Nitekim bu, hacca gitmek için gereken imkânları olan bir kölenin hacca gitmesine izin vermemenin caiz olduğu manasına gelmemektedir.

 

  • Hapis: Kişinin herhangi bir sebepten dolayı tutuklu bulunması da hac için bir engeldir. Bu durumda olan kişi bu durumdan kurtulacağı zamana kadar haccını tehir edebilir.
  • Borçluluk: Vadesi gelen borcunu ödemek için başka bir malı olmayan kişiyi, alacaklısı, hac yapmaktan alıkoyabilir. Böyle durumda olan kişi ancak, borçlu olduğu kimseden izin alarak hac yapabilir. Çünkü borcunun vadesi gelen kimse öncelikle hacla yükümlü değil, borcunu ödemekle yükümlüdür. Bu sebepten dolayı öncelikle borcunu ödemeli veya borçlu olduğu kimseden izin alarak hacca gitmelidir.
  • Hacr altında bulunmak: Malını saçıp savuran bir kimse de velisinin izni olmadan hac yapamaz. Böyle kimselerin malları velisine teslim edilir ve ancak velisinin izniyle malı üzerinde harcama hakkına sahip olur. Bu gibi kimseler hacca gitmek için de velisinin iznine tâbidirler. Bununla birlikte haccın kendisine farz olduğu bu kimseleri, velilerinin hacdan engellemeleri doğru değildir. Sadece malını gereksiz olarak saçıp savurmasına mani olabilirler. İbadetlerini yapmalarına mani olmazlar.
  • Hacdan engellenme (ihsâr): Hac ve umre için ihrama giren kimsenin düşmanın engellemesi, hapse düşmesi veya hastalanması gibi sebeplerden dolayı haccını yapamamasına ihsâr denilmektedir. Böyle bir durumla karşı karşıya kalan kişi ihramdan çıkmak için kurban kesmelidir. Yine bu durumda olanların, daha sonra imkânlar oluştuğunda haccını kaza etmesi gerekmektedir.
  • Hastalık: Hastalık da hacca engel durumlardandır. İhramlıyken hastalanan bir kimse Ebû Hanife’ye göre ihramdan çıkabilir fakat diğer üç mezhep imamına göre iyileşinceye kadar ihramdan çıkamaz demişlerdir. Doğru olan husus, hacca yetişeceği zamana kadar bekler eğer iyileşmezse ihramdan çıkar. Fakat bu durumda, ihramdan çıkarken kurban kesmesi gerekir.

Haccın Sıhhat Şartları

Bir kimsenin yapacağı haccın geçerli olması için gereken sıhhat şartları şunlardır:

  • Müslüman olmak: Bu, hem haccın farz olmasının şartıdır hem de sıhhatinin şartıdır.
  • Özel yerler: Haccın ancak Arafat, Kâbe ve çevresindeki yerlerde yapılmasını ifade eder.
  • Özel vakit: Arafat vakfesini, Zilhicce ayının 9. günü (arafe günü) zevalden önce başlayarak bayram sabahına kadar yapmayı, ziyaret tavafını da bayramın ilk üç günü içerisinde yapmayı ifade eder.
  • İhram: Normal zamanlarda kişiye helâl olan şeylerin, hac veya umre sırasında haram olmasını ifade eder.

İhrama Girme Yerleri: Mîkat’ler

Mîkat ihrama girme yeri ve zamanı demektir. Hac ve umre yapacak bir kimsenin, harem bölgesi olarak kabul edilen yere girmesi için ihram giymesi şarttır. İşte ihramsız bir şekilde geçmenin haram olduğu sınıra, mîkat bölgesi denilir. Harem bölgesi dışından gelip de hac veya umre yapmak isteyenlerin, en son olarak mîkat denilen bu yerlerde, ihramı temsil eden iki parça örtü giymesi gerekmektedir.

Harem bölgesi sadece Kâbe’yi içine almamakta, Mekke’nin de içinde bulunduğu çok büyük bir bölgeyi içine almaktadır. Bu bölgenin sınırlarını Efendimiz tayin ederek bize bildirmiştir. Harem bölgesinin içinde oturanlar, evlerinde ihrama girerek hac veya umre görevlerini îfa edebilirler. Fakat harem bölgesinin dışından gelenler ki bunlara “âfakî” denir, bunların harem bölgesinin sınırında veya bulundukları yerde ihrama girmeleri gerekmektedir. Harem bölgesine ihramsız girmeleri caiz değildir.

Efendimizin, ayrı ayrı bölgelerden gelenler için belirlediği mîkat yerleri ise şuralardır:

  1. Zülhuleyfe: Medine yönünden gelenlerin mîkat yeridir. Medine’ye 10 km. Mekke’ye ise yaklaşık 450 km. mesafededir. Efendimiz, vedâ haccına giderken, burada ihrama girmiştir.
  2. Cuhfe: Türkiye, Suriye, Mısır, Mağrip ve Avrupa’dan gelenlerin, ihrama girdikleri mîkat bölgesidir. Mekke’ye 187 km. mesafededir.
  3. Zâtu Irk: Irak ve doğu ülkelerinden gelenlerin mîkat yeridir. Mekke’ye uzaklığı 94 km’dir.
  4. Kurnü-l Menâzil: Necid, Kuveyt yönünden gelenlerin, ihrama girmeleri gereken mîkat bölgesidir. Mekke’ye 96 km uzak bir mesafededir.
  5. Yelemlem: Yemen bölgesinden gelenlerin mîkatıdır ve güneyde bulunur. Mekke’ye 54 km kadar uzaklıktadır.

Uçakla gelenler ise eğer uçak harem bölgesine inecekse, uçakta veya uçağa binmeden ihrama girmelidirler. Kızıl deniz üzerinden, deniz yoluyla gelenler de Cuhfe yakınlarındaki Râbiğ denilen yerin hizasında ihrama girerler.

Mîkat yerlerini ihramsız geçenler, ceza olarak ya kurban keserler veya mîkat yerlerine geri dönerek orada ihrama girerler.

İhram ve İhram Yasakları

İhram sözlükte: Haram kılmak, kendini mahrum bırakmak, saygı duyulacak yer ve zamana girmek ve bunlara saygı göstermek gibi manalara gelir. Fıkıhta ise; Hac veya umre yapmaya niyet eden kişinin, diğer zamanlarda mübah olan bazı fiil ve davranışları, hac veya umre yapıncaya kadar kendisine haram kılmasına denir.

İhram yasaklarının, çeşitlerine göre cezaları da farklılık arz etmektedir. Hanefîlere göre ihram haccın içindeki farzlarından değil, dışındaki farzlarındandır.

 

 

 

İhramın Rükûnları

Öncelikle şunu ifade edelim ki ihrama girmeden önce gusül abdesti almak ve iki rekât namaz kıldıktan sonra güzel kokular sürünmek sünnettir. Güzel kokular sürmek ihramlıyken yasaktır.

Hanefî mezhebine göre ihramın, “niyet” ve “telbiye” olmak üzere iki tane rüknü vardır. Diğer mezheplere göre ise ihrama girmek için niyet yeterlidir.

  • Niyet: İhrama girecek kişinin, hac yapacaksa hac için umre yapacaksa da umre için niyet etmesi gerekmektedir. Namaz için abdest ne ise hac için de ihram odur desek hata etmiş olmayız. Nasıl ki abdest almak için niyet gerekliyse, ihrama girmek içinde niyet gereklidir.
  • Telbiye: Hac veya umre sürecinin başlama zamanını belirleyen belirli sözlerin söylenmesinden ibarettir. Efendimiz, telbiyeyi iki rekât ihram namazı kıldıktan sonra getirmeye başlamıştır. Telbiyenin en uygun şekli şöyledir;

لَبَّيْكَ اللَّهُمَّ لَبَّيْكَ، لَبَّيْكَ لاَ شَرِيكَ لَكَ لَبَّيْكَ، إِنَّ الْحَمْدَ، وَالنِّعْمَةَ، لَكَ وَالْمُلْكَ، لاَ شَرِيكَ لَكَ

“Buyur Allah’ım buyur! Emrindeyim buyur! Senin hiçbir ortağın yoktur. Emrindeyim buyur! Şüphesiz hamd sana mahsustur. Nimet de senin, mülk de senindir. Senin hiçbir ortağın yoktur.” (Buhârî, Hac, 26)

Hanefî mezhebine göre: Telbiyeyi farklı dillerde de söylemek caizdir. İhrama girerken en az bir defa söylemek gereklidir. Tavaf ve Say yapılırken telbiye getirilmez. Kadınlar telbiye getirirken seslerini fazla yükseltmezler.

Mâlikîlerin dışındaki çoğunluğa göre: Kurban bayramının birinci günü Akabe cemresine ilk taşın atılmasından sonra telbiye söylenmesine son verilir. Umre yapan kişi ise tavaf yapmaya başlayınca telbiyeyi keser.

Hanefî ve Mâlikîlere göre hac ayları olan Şevval, Zilkade ve Zilhicce ayları girmeden de ihrama girilebilir. Çünkü bu mezheplere göre ihram haccın rüknü değil sıhhat şartıdır. Fakat Şafiî mezhebine göre hac aylarına girmeden ihrama girilmez. Şafiî mezhebine göre ihram, haccın rukûnlarından birisidir.

Harem bölgesine ihramsız giren bir kimse aynı gün mîkat sınırlarına dönerek ihrama girmezse kurban cezası gerekli olur. Fakat aynı gün ihram sınırına giderek mîkatlarda ihrama girerse kurban cezası gerekli olmaz.

İhramlıya Yasak Olan Fiiller

İhram giyen kimselere, ihramdan çıkıncaya kadar yasak olan bazı fiiller vardır. Bunlara ihram yasakları denilir. Şimdi bunları sıralamaya çalışalım:

  • Vücutla İlgili Yasaklar
  1. Saç veya sakal tıraşı olmak, bıyıkları kesmek. Konuyla ilgili âyette şöyle buyurulur; “Kurban yerine ulaşıncaya kadar başınızı tıraş etmeyin” (Bakara, 196)
  2. Kasık, koltuk altı veya vücudun herhangi bir yerinde bulunan kılları, kasıtlı olarak koparmak veya kesmek.
  3. Tırnakları kesmek.
  4. Süslenmek amacıyla sakal veya saçlara yağ sürmek, boyamak ya da jöle kullanmak. Kadınların da oje ve ruj kullanmaları yasaktır.
  • Giyim Kuşamla İlgili Yasaklar
  1. Dikişli elbise veya iç çamaşır giymek. Fakat kişi üşüdüğünde kaban veya battaniye gibi şeyleri giymeden üzerine almak ihrama zarar vermez. Yine topukları kapatan ayakkabı giymek de yasaktır, fakat topukları ezilerek giyilirse ceza gerekmez.

Giyilen dikişli elbise, bir gün veya gece kişinin üzerinde kalırsa kurban cezası gerekli olur. Daha az bir zaman kalırsa o zaman da sadaka cezası gerekli olur. Kadınların ise dikişli elbise giymeleri caizdir.

  1. İhramlıyken başı ve yüzü örtmek de yasaktır. Fakat kadınlar yüzü ve elleri dışındaki tüm vücudunu kapatırlar.
  1. Eldiven, çorap ve topukları kapatan ayakkabı giymek de yasaktır.
  • Cinsel Konularla İlgili Yasaklar
  1. Cinsel ilişki ve cinsel ilişkiye sebebiyet verecek olan öpme, oynaşma gibi durumlar ihramlıyken yasaktır. Kur’an’da konuyla ilgili olarak şöyle buyurulur; “Kim hac aylarında ihrama girerek haccı kendisine farz kılarsa, hacda kadına yaklaşmak, günah işlemek ve kavga etmek yoktur.” (Bakara, 197)
  2. Şehevi duyguları tahrik edici sözler söylemek de yasaktır.
  • Av Yasağı

Gerek harem bölgesi içinde olsun gerekse de dışında, eti yenen kara avını avlamak veya avın yerini göstermek, avcıya yardım etmek ve av hayvanlarına zarar vermek yasaktır.

Deniz hayvanları avlamak ise caizdir. Evcil hayvanları kesmek de helâldir.

  • Harem Bölgesiyle İlgili Yasaklar

Harem bölgesinde av hayvanlarının avlanması yasak olduğu gibi bitkilerinin kesilmesi veya koparılması da yasaktır.

  • Allah’a Karşı İsyan ve İnsanlara Karşı Kötü Davranışlarda Bulunmak

Rabbimiz konuyla ilgili şu şekilde buyurur; “Hac sırasında, kadına yaklaşmak, günah işlemek ve kavga etmek yoktur.” (Bakara, 197)

Âyette geçen Füsûk; Allah’a itaatten ayrılarak isyan sayılan şeyleri yapmak,

Cidâl; Başkalarıyla tartışmak, hakaret ve kavga etmek gibi hususları içerisine almaktadır. İhramlının bu tür davranışlar sergilemesi de yasaktır.

İhram Yasaklarına Uymayanların Cezası

İhramlı iken harem bölgesinde yapılması yasak olan fiillere “cinâyet” denir.

Hac veya umrenin vacip olan fiillerinden birisini özürsüz olarak terk eden veya geciktiren kimseler, ceza kurbanı kesmek zorundadırlar. Hanefîlere göre Kıran haccı yapmak için ihrama giren kimse, kurban gerektirecek cinâyetleri işlerse, biri haccın diğeri de umrenin yerine olmak üzere iki tane ceza kurbanı gerekli olur. Diğer üç mezhebe göre ise, tek ceza kurbanı kesmek gerekli olur.

Hac Cinâyetlerinin Ceza ve Kefâretleri

Hac sırasında işlenen kimi cinâyetler, haccın bozulmasını veya kazasını gerekli kılarken, kimisi de kefâreti gerekli kılmaktadır. Ceza ve kefâretlerin bir kısmı büyükbaş hayvan, bir kısmı küçükbaş hayvan, bir kısmı da sadaka gibi cezaları gerektirmektedir.

  • Hac veya umrenin kaza edilmesini gerekli kılan cinayetler

Hac için ihrama giren kimsenin, Arafat vakfesini yapmadan önce eşiyle cinsel ilişkiye girmesi haccını bozar. Böyle bir kimse küçükbaş hayvan kurban keserek ihramdan çıkar ve bir sonraki yıl, haccı kaza etmesi gerekir.

Eğer Arafat vakfesinden sonra lakin ihramdan çıkmadan önce, eşiyle cinsel ilişkiye girerse haccı bozulmaz. Fakat büyükbaş hayvan kurban etmesi gerekir. Hanefîlerin dışındaki üç mezhebe göre ise bu kimsenin haccı bozulur.

Umre için ihrama giren kimse ise, umre tavafının ilk dört şavtını yapmadan önce cinsel ilişkiye girerse umresi bozulur. Böyle bir durumla karşı karşıya kalan kimse umresini tamamlar ve küçükbaş hayvan keser ve bir sonraki yıl umreyi kaza etmesi gerekli olur.

  • Deve veya Sığır Kesmeyi Gerektiren Cinâyetler
  • Arafat vakfesinden sonra, ihramdan çıkmadan da önce cinsel ilişkide bulunmak büyükbaş hayvan kurban kesmeyi gerekli kılar.
  • Ziyaret tavafını cünüp olarak yapmak da büyükbaş hayvan kurban etmeyi gerekli kılar. Kadınların ise âdetli veya loğusa olarak ziyaret tavafını yapmaları durumunda, büyükbaş hayvan kurban etmelidirler.
  • Koyun veya Keçi Kesmeyi Gerekli Kılan Cinayetler

 

  1. Hac ve umrenin vacipleriyle ilgili olanlar:
  • Mîkatı ihramsız geçmek,
  • Say’ın tamamını veya en az dört şavtını terk etmek,
  • Müzdelife vakfesini özürsüz olarak terk etmek,
  • Şeytan taşlamayı hiç yapmamak veya bir günde atılması gereken taşların çoğunu atmamak,
  • Ziyaret veya umre tavafının son üç şavtını yapmamak,
  • Harem bölgesi dışından gelenlerin, vedâ tavafını tamamen veya vacip olan dört şavtını terk etmeleri,
  • Tavaf yaparken setri avrete uymamak,
  • Ziyaret ve umre tavafını abdestsiz, kudüm, veda ve umre tavaflarını da cünüp olarak yapmak,
  • Arafe gününde, Arafat’tan güneş batmadan önce ayrılmak,
  • Ebû Hanifeye göre; Harem bölgesi dışında veya bayram günlerinden sonra tıraş olmak, ziyaret tavafını bayramın üçüncü gününden sonraya bırakmak ve Akabe cemresine taş atma, kurban kesme ve tıraş olmada sırayı gözetmemek. Bunlar diğer üç mezhebe göre vacip olmadığından kurban gerektirmez.
  1. İhram Yasaklarıyla İlgili Olanlar
  • Erkeklerin tam gün veya gece dikişli elbise giymeleri. Şafiî ve Hanbelîlere göre ise: kısa bir süreliğine de giyilse kurban cezası gerekli olur.
  • Vücudun tamamına veya bir uzvuna güzel koku sürmek. Diğer mezheplere göre miktar önemli değildir, sürülmesi ceza için yeterlidir.
  • Saç veya sakallara süslemek maksadıyla yağ, jöle vb. şeyler sürmek,
  • Saç veya sakalın dörtte birini kesmek,
  • Bir defada elin tüm tırnaklarını kesmek. Tamamı değil de bir kısmı kesilirse, her biri için sadaka cezası söz konusu olur.
  • Sadaka Vermeyi Gerektiren Cinayetler
  • İhramlının, bir uzuvdan daha azına koku sürmesi,
  • Başının veya sakalının dörtte birinden azını kesmesi,
  • Bir gün veya bir geceden az dikişli elbise giymesi,
  • Elinin tüm tırnaklarını değil de bir kısmını kesmesi,
  • Kudüm, vedâ ve nafile tavafları abdestsiz olarak yapması,
  • Vedâ tavafını veya say’ın şavtlarından birisini terk etmesi, şeytan taşlamada eksik taş atması,
  • İhramlı olan kişinin, ihramlı veya ihramsız olan birisini tıraş etmesi.
  • Bedel Ödemeyi Gerektiren Cinayetler
  1. Karada yaşayan av hayvanlarını avlayan kimse, avladığı hayvanın dengi olan evcil bir hayvanı, o hayvana bedel olarak kurban etmesi gerekir.
  2. Harem bölgesindeki bitki örtüsüne zarar veren kimse de bunların kıymetini tasadduk etmesi gerekmektedir.
  • Özür Sebebiyle İhram Yasaklarına Uymamanın Cezası

İhram yasaklarından olan kokulanmak, tıraş olmak veya elbise giymek gibi yasaklardan birisini yapmak zorunda kalan kişi şu üç şeyden birisini yapmakla mükelleftir:

  • Küçükbaş bir hayvan kurban kesebilir,
  • Altı yoksulu doyurabilir,
  • Üç gün oruç tutabilir.

Konunun hükmünü bildiren âyette şöyle buyurulur; “..Kurban, mahalline ulaşıncaya kadar başlarınızı tıraş etmeyin. Fakat içinizden biri hasta ise veya başından bir rahatsızlığı varsa (tıraşını olup) oruç veya sadaka yahut kurban olarak bir fidye ödesin…” (Bakara, 196)

Hac veya umre yasaklarından dolayı gerekli olan kurban cezaları, harem bölgesinde kesilmek zorundadır. Cezaların yerine getirilme vaktiyle ilgili olarak âlimler, ömrün sonuna kadar yapılması yeterlidir deseler de kişi bir an önce o cezaları yerine getirmeli, sorumluluktan kendisini kurtarmalıdır.

Haccın Çeşitleri

Hac; farz, vacip ve sünnet olmak üzere üç kısma ayrılır.

Farz olan hac: Yükümlülük şartlarını taşıyan kimsenin ömürde bir defa yapması gereken haccı ifade eder.

Vacip hacda ise: kişinin kendisine hac yapmayı adaması neticesinden hac bu kimseye vacip olur. Yine başladığı bir haccı yarım bırakan kişinin, o yarım bıraktığı haccı daha sonra kaza etmesi de vaciptir.

Sünnet hac ise: Farz ve vacip hac dışında, kişinin yaptığı haclara denir.

Hac yapılış biçimlerine göre de üçe ayrılmaktadır. Bunlar ifrâd, temettu ve kıran haclarıdır. Şimdi yapılış biçimlerine göre hac çeşitlerini açıklamaya çalışalım:

  1. İfrâd Haccı

İfrâd haccı umresiz bir şekilde yapılan hacca denir. Sadece hac yapıldığı için bu şekilde isimlendirilmiştir.

İster harem bölgesi içerisinde oturanlar olsun, isterse de dışarıdan gelen kimseler olsun herkes ifrâd haccı yapabilir. Hac ayları içinde, hac için niyetlenerek ihrama girip umresiz bir şekilde yapılan hac çeşididir.

İfrâd haccı yapan kimse bayramın birinci günü, Akabe cemresini taşlayacağı zamana kadar ihramda kalmak zorundadır. İfrâd haccı yapanların şükür kurbanı kesmeleri gerekmemektedir. Fakat isteyen nafile olarak kesebilir. Mekkeli olanlar, sadece ifrâd haccını yapabilirler. Diğer hac çeşitlerini yapmaları durumunda, çirkin bir iş yapmış olurlar.

  1. Temettu Haccı

Hac aylarında, önce umre için ihrama girip umreyi yaptıktan sonra ihramdan çıkıp hac zamanı gelince de hac için tekrar ihrama girerek haccı eda etmeye temettu haccı denilir. Bu hac çeşidinde umre ile hac ayrı ayrı ihramlarla yapılır.

Temettu haccı yapan kimse, ihramlı olarak Mekke’ye vardığında önce Kâbe’yi tavaf ve Safâ ile Merve arasında say yaparak umresini tamamlar. Sonra da tıraş olarak ihramdan çıkar. Zilhicce ayının sekizi olduğunda, bulunduğu yerde hac için niyetlenerek ihrama girer. Sonra hac fiillerini yaparak haccını tamamlar.

Harem bölgesi dışından hac yapmak için gelenler uzun süre ihramlı kalmamak için genellikle temettu haccını yaparlar. Temettu haccında, şükür kurbanı kesmek gerekmektedir. Bayramın birinci günü Akabe cemresine taş atıldıktan sonra fakat tıraş olmadan önce, şükür kurbanı kesilmelidir. Şükür kurbanı kesemeyecek olanlar, üç gün Mekke’de, yedi günde memleketlerine döndükleri zaman oruç tutmak zorundadırlar. Konuyla ilgili olarak Rabbimiz şu şekilde buyurur; “Güvenlikte olduğunuzda hacdan önce umre yapan kişi, gücünün elverdiği türden bir kurban kessin. Bulamayan ise hac sırasında üç gün, döndükten sonra da yedi gün yani tam on gün oruç tutmalıdır. Bu, ailesi Mescid-i Harâm civarında oturmayanlar içindir. Allah’ın buyruğuna saygılı olun ve bilin ki Allah’ın cezalandırması çok şiddetlidir.” (Bakara, 196)

Efendimiz vedâ haccında, kendisiyle birlikte hac yapmak için gelen sahabelere hitaben; hacda kesmek için kurban getirmeyenlerin temettu haccını yapmalarını, kurban getirenlerin de ihramdan çıkmayarak kıran haccını yapmalarını emretmiştir. Sahabelerin çoğu, kurban getirmedikleri için temettu haccı yapmışlardır.

  1. Kıran Haccı

Kıran haccı: aynı yıl hac ayları içinde umre ve haccı birleştirerek tek ihramla yapmaya denir. Umre ve hac tek ihramla birleştirildiği için “kıran haccı” olarak isimlendirilmiştir. Dışarıdan Mekke’ye gelenler, öncelikli olarak umrenin şartlarını yerine getirirler ve ihramdan çıkmadan hac zamanını beklerler. Hac zamanı gelince, aynı ihramla haccın menâsiklerini de yaparak ihramdan çıkarlar.

Kıran haccında da temettu haccında olduğu gibi şükür kurbanı kesmek gerekmektedir. Kesme imkânı olmayan kimseler, üç gün Mekke’de, yedi gün de döndüklerinde memleketlerinde oruç tutmak zorundadırlar.

Efendimiz, vedâ haccında, hac çeşitlerinden kıran haccı yapmıştır. İfrâd haccı yaptığına dair bir takım rivayetler olsa da kıran haccı yaptığına dair rivayetler daha güçlüdür.

Mekkelilerin temettu ve kıran haccı yapmaları caiz değildir. Yıl içinde dışarıdan harem bölgesine gelerek hac zamanına kadar orada bekleyerek hac yapmak isteyenler de Mekkelilerle aynı hükme tâbîdirler.

Hac çeşitlerinin fazilet sıralamasıyla ilgili âlimler arasında ihtilaflar olsa da bize göre sıralama şu şekildedir; kıran, temettu ve ifrâd. En fazla meşakkat olanın daha faziletli olması gerekmektedir. En fazla meşakkat olan kıran, daha sonra temettu en az olanda ifrâd hacıdır.

Hz. Ömer halifeliği döneminde, insanların hac ve umreyi birlikte yapıp yıl içinde bir daha Mekke’ye gelmemelerini de dikkate alarak temettu ve kıran haccını yasakladığı, sadece ifrâd haccına izin verdiği rivayet edilir. Şunu ifade etmek gerekir ki yapılması meşru olan bir şeyi yasaklamak doğru değildir. Fakat ümmetin maslahatı varsa ancak o zaman insanlar, alternatifler arasından birisini tercih etmek durumunda bırakılabilir. Muhtemelen Hz. Ömer de bunun için yapmıştır. Yoksa diğer hac çeşitlerini yasaklamak, insanları çok daha fazla hayır kazanacakları ibâdetlerden mahrum etmek doğru değildir. Hz. Ömer’in bu uygulaması bazı sahabelerin itirazlarına rağmen Hz. Osman döneminde de devam etmiştir.

Haccın Rükünleri

Hac sırasında yapılan haccın fiillerine menâsik denilir. Hanefîlere göre haccın: ihram, Arafat vakfesi ve ziyaret tavafı olmak üzere üç tane farzı vardır. İhramı haccın şartlarından kabul ederler, Arafat vakfesi ve ziyaret tavafını da rükünlardan sayarlar.

Mâlikî ve Hanbelîlere göre ise haccın rükünleri: İhram, Say, Arafat vakfesi ve ziyaret tavafı olmak üzere dört tanedir.

Şafiîlere göre ise: İhram, Say, Arafat vakfesi, ziyaret tavafı, saçları tıraş etmek ve ilk üç sıradakilerde sırayı gözetmek olmak üzere altı tanedir.

  1. Arafat vakfesi

Arafat Mekke’ye yaklaşık 25 km uzaklıkta harem sınırları dışında bir bölgenin adıdır. Vakfe ise: bir yerde, bir süre durmak veya beklemek demektir. Arafe günü güneşin tam tepe noktadan batıya meyletmesinden, bayramın birinci günü şafak sökünceye kadar Arafat dağında vakfeye durmak haccın farzlarından birisidir. Arafat vakfesine yetişemeyen bir kimsenin haccı batıl olur ve bir sonraki yıl kaza yapması gerekir.

Arafat vakfesinin geçerli olabilmesi için iki tane şartı söz konusudur.

Birincisi vakfenin yeri: Bugün belirli sınırlarla çevrilen Arafat’ın her yeri vakfe yeridir. Efendimiz bir hadislerinde; “Arafat’ın tamamı vakfe yeridir” (Müslim, Hac, 149) diye buyurmuştur.

İkincisi de vakfenin zamanıdır: Vakfenin zamanı Zilhicce ayının dokuzuncu günü olan arefe günü, güneşin tam tepe noktadan batıya yönelmesi ile bayramın birinci günü fecri sadık dediğimiz tan yerinin ağarmasına kadar olan süredir.

Vakfenin geçerli olması için, niyet etmek, akıllı olmak ve bilgi sahibi olmak gibi şartlar olmadığından dolayı, bir kimse kısa bir süreliğine de olsa Arafat sınırları içerisinde bulunsa vakfe yapmış kabul edilir.

Hanefî, Mâlikî ve Hanbelîlere göre gündüz ve geceyi birleştirmek için güneş batana kadar Arafat’ta kalmak vaciptir. Çünkü Efendimiz de o şekilde yapmıştır. Ayrıca hacla ilgili olarak da; “Hac ile ilgili ibâdetlerinizi benden alın” (Ahmed ibn Hanbel, Müsned, III, 118, 366) diye buyurmuştur. Akşam olmadan Arafat’tan ayrılan kimse vacibi terk ettiği için ceza olarak kurban kesmek zorundadır.

Şafiîler ise: güneşin batışına kadar kalmayı sünnet saydıklarından dolayı güneş batmadan önce ayrılanlara bir ceza olmadığı kanaatindedirler.

Âlimler arasında vakfe halindeyken niyetli olmak, abdestli bulunmak, setr-i avrete riayet etmek ve kıbleye yönelmiş olmak gibi şartların bulunmadığında herhangi bir görüş ayrılığı yoktur. Bu sebeple abdestsiz, cünüp, loğusa ve adetli kadının yaptığı vakfe de geçerlidir.

Arafat vakfesinin sünnetleri:

  • Zilhiccenin sekizinci gününü dokuzuncu gününe bağlayan geceyi Mina’da geçirip güneş doğduktan sonra Arafat’tan hareket etmek,
  • Arafe günü güneş zeval vaktine gelmeden Arafat’ta bulunmak ve mümkünse boy abdesti almak,
  • Öğle namazının vakti girdikten sonra Namîre Mescidi’nde hutbe okumak,
  • Öğlen ve ikindi namazlarını cem-i takdim yaparak öğle vaktinde birlikte kılmak. Hanefî mezhebine göre: namazların cem edilerek birlikte kılınması sadece Arafat’ta ve Müzdelife’de mümkündür. Bu iki yerin haricinde her ne sebeple olursa olsun namazları birleştirerek kılmak caiz değildir.
  • Âlimlerin çoğunluğuna göre: cem-i takdim yapılarak kılınacak olan bu namazlar, cemaatle kılınabileceği gibi yalnız başına da kılınabilir.
  • Vakfe sırasında abdestli bulunmak ve kıbleye yönelmek,
  • Vakfeyi, cem-i takdim yapılarak kılınan namazlardan sonra yapmak,
  • Mümkünse, vakfeyi Cebelü’l-Rahme denilen tepenin yanında yapmak,
  • Arafe günü oruç tutmamak,
  • Gün boyunca telbiye, zikir, dua ve istiğfar gibi hususlarla meşgul olmak.

Vakfe yaptıktan sonra vefat eden ve haccın diğer şartlarını yerine getiremeyen kimse için, bir büyükbaş hayvan kurban edilir ve bu şekilde de haccı tamamlanmış olur.

  1. Ziyaret tavafı

Tavaf: bir şeyin çevresinde dolaşmak demektir. Bir fıkıh terimi olarak tavaf ise: Haceru’l-Esved’in bulunduğu köşenin hizasından başlayıp, Kâbe’nin çevresinde yedi defa dönmektir.

Kâbe’nin etrafında yapılan her bir dönmeye “şavt” denilmektedir. Şavtlar, Haceru’l-Esved taşının bulunduğu hizadan başlar ve yine aynı noktada sona erer. Yedi şavt bir tavafı oluşturur.

Ziyaret tavafı farz olup haccın rükûnlarındandır. Kur’an’da Rabbimiz şu şekilde buyurur; “Sonra kirlerini gidersinler, adaklarını yerine getirsinler ve o Beyt-i Atik’i (Kâbe) tavaf etsinler.” (Hac, 29) Efendimiz de bir hadislerinde şu şekilde buyurur: “Tavaf, Allah’u Teâlâ’nın kendisinde konuşmayı mübah kıldığı bir namazdır.” (Mesâî, Menâsik, 36)

Ziyaret tavafının bitiş vaktinin bir sınırı yoktur. Fakat başlama vakti önemlidir. Bu vakitten önce yapılan tavaflar ziyaret tavafı yerine geçmemektedir. Hanefî ve Mâlikîlere göre: ziyaret tavafının başlama vakti bayramın birinci günü fecr-i sadıktan sonradır. Şafiî ve Hanbelîlere göre ise: arafe günü, gece yarısından itibaren başlar.  İmam Ebû Hanife’ye göre: bayramın üçüncü günü güneş batıncaya kadar, Mâlikîlere göre ise: Zilhicce ayının sonuna kadar yapılması vaciptir. Ebû Yûsuf, İmam Muhammed, Şafiî ve Hanbelîlere göre ise; ziyaret tavafının bayramın ilk üç gününde yapılması sünnettir. Daha sonraya bırakmak cezayı gerektirmemektedir.

Ziyaret tavafını bayramın birinci gününde yapmak ise daha faziletlidir.

Hanefîlere göre: tavafın ilk dört şavtı yapıldıktan sonra geriye kalan üç şavt yapılmasa da tavaf geçerlidir. Ancak yapılan tavaf farz veya vacip ise eksik bırakılan şavtların tamamlanması da vaciptir. Eksik bırakıldığı takdirde ceza gerekli olur.

Tavaf esnasında farz namaz için kamet getirilse ve kişi birinci rekâta yetişirim ümidini taşıyorsa şavtını tamamlar, yoksa şavtı yarıda keserek namaza durur, namazı bitirince yarım kalan şavtını tamamlar.

Tavaf yaparken yorulan bir kimse kısa bir süreliğine dinlenmek için otursa, sonra kalkıp geri kalan şavtlarını tamamlasa bu caizdir. Fakat şavtlar arasında çok uzun bir zaman geçse, tavafa yeniden başlaması daha uygundur.

Tavaf sırasında bir şeyler yemek mekruhtur. Fakat su içmekte bir sakınca yoktur.

Yine tavaf yaparken namaz kılanların önünden geçmekte bir sakınca yoktur.

  1. Tavaf Çeşitleri
  • Kudüm Tavafı: Kudüm; geliş ve varış anlamlarına gelir. Kudüm tavafı Mekke’ye geliş ve Kâbe’yi selamlama tavafıdır. Normal zamanlarda bir mescid’e giren kimsenin nasıl ki mescid namazı kılması gerekiyorsa, Kâbe’ye giren bir kimsenin de tavaf yapması gerekir.

Kudüm tavafını Mekke’ye dışarıdan gelen kimseler yaparlar. Hükmü sünnettir.

  • Ziyaret Tavafı: Bütün hac çeşitlerinde yapılması farz olan tavafa ziyaret tavafı denir. Bu tavaf yapılmadan hac tam olmaz. Bu tavafın ilk dört şavtı farz, son üç şavtı ise vaciptir.
  • Vedâ Tavafı: Vedâ tavafı Mekkeli olmayanların Mekke’den ayrılacakları zaman yapmaları gereken tavafa denir. Bu tavaf, Mâlikîlere göre sünnet, diğer mezheplere göre ise vaciptir.
  • Tahiyyetü’l Mescid Tavafı: Kâbe’ye girenlerin mescid namazı yerine yapacakları tavafa tahiyyetü’l mescit tavafı denir. Bu tavafı yapmanın hükmü sünnettir.
  • Nâfile Tavaf: Mekke’de bulunan kimsenin, hac veya umre için gerekli olan tavaflar dışında yaptığı tavaflara nâfile tavaf denir.

Umre’de kudüm ve vedâ tavafı bulunmaz. Bu tavafları sadece hac yapmak için gelenler yaparlar.

Tavaf için belirli bir zaman yoktur. Herkes her istediği zaman tavaf yapabilir. Sadece ziyaret tavafının yukarıda açıkladığımız gibi başlama zamanı vardır.

Haccın Vacipleri

Hanefi mezhebine göre hacda, kendi başına beş tane vacip vardır. Bunları sırasıyla gündeme getirmeye çalışalım:

  • Sa’y Yapmak: Sa’y sözlükte; hızlı yürümek, koşmak veya çaba göstermek gibi manalara gelmektedir. Hac veya umre terimi olarak da; Merve tepesinden başlayarak, Safâ tepesine sa’y niyetiyle yaya olarak yedi defa gidip gelmeyi ifade etmektedir. Dört gidiş üç gelişle sa’y tamamlanmış olur.

Hanefîlerin dışındaki mezheplere göre: sa’y haccın farzlarından birisidir. Delil olarak şu ayeti almaktadırlar; “Safâ ile Merve Allah’ın nişanlarındandır; dolayısıyla hac veya umre yaparak Beytullah’ı ziyaret eden bir kimsenin bu yerleri tavaf etmesinde kendisi için bir günah yoktur. Kim gönüllü bir iyilik yaparsa bilsin ki Allah iyiliği mükâfatıyla karşılayan ve çok iyi bilendir.” (Bakara, 158)

Ayrıca sa’yın geçerli olabilmesi için ihramlı yapılması gerekmektedir. Yine sa’y tek başına yapılabilecek bir menâsik değil, tavafla birlikte ancak yapılabilecek bir ibâdettir.

Hanefîlere göre: sa’yın ilk dört şavtı farz, diğer üç şavtı da vaciptir.

  • Müzdelife Vakfesi

Müzdelife, harem bölgesinin içerisinde Arafat ile Mina arasında bulunan bir yerin adıdır. Bayramın birinci günü tan yerinin ağarmasından güneşin doğuşuna kadar kısa bir süre de olsa Müzdelife’de beklemek vaciptir. Geceyi orada geçirmek sünnet, Müzdelife’de bulunan Meş’ar-i Haram adı verilen tepeye gitmek de müstehaptır.

Âyette şu şekilde buyurulmaktadır; “Rabbinizden bir lütuf beklemenizde sizin için bir günah yoktur. Arafat’tan dalga dalga indiğinizde Meş‘ar-i Haram’da Allah’ı zikredin; O’nu, size gösterdiği şekilde zikredin; kuşkusuz siz bundan önce yolunu şaşırmışlardan idiniz.” (Bakara, 198)

Müzdelife vakfesinin zamanı: Hanefîlere göre: bayramın birinci günü fecri sadıktan güneşin doğuşu arasındaki zamandır. Mâlikîlere göre ise: arafe günü akşam güneşin batışından bayram sabahı fecrin doğuşuna kadardır. Şafiî ve Hanbelîlere göre ise: gecenin yarısından fecrin doğuşuna kadar olan süredir.

Yine arefe akşamı, güneş battıktan sonra Müzdelife’ye geçmek, akşam ve yatsı namazlarını yatsı vaktinde cemaatle veya tek başına cem-i tehir ederek birlikte kılmak Hanefîlere göre vaciptir.

Geceyi Müzdelife’de geçirmek ve fecir doğduğunda sabah namazını erkenden kılmak ve telbiye, tekbir, zikir, dua ve istiğfarla meşgul olmak ve güneş doğmadan Müzdelife’den ayrılmak sünnettir.

Müzdelife vakfesi bir özürden dolayı terk edilirse herhangi bir ceza gerekli olmaz. Özürsüz bir şekilde terk eden kimse için ise kurban cezası gerekli olur.

  • Mina’da Şeytan Taşlamak

Şeytan taşlamanın Arapçada’ki karşılığı; “remyu’l-cemerât’dır (cemrelere taş atma)”. Câbir (r.a.) şöyle demiştir; “Rasûlullahı (s.a.s.), kurban bayramı gününde, biniti üzerinde cemrelere taş atarken gördüm. O şöyle diyordu; “Hac menâsiklerinizi benden alın. Ben bu haccımdan sonra hac yapıp yapamayacağımı bilmiyorum” (Müslim, Hudûd, 12,12)

Hac yapanların bayram günleri Mina’da küçük cemre, orta cemre ve Akabe cemresi denilen yerlere yedişer adet küçük taşları “Bismillah Allah’u Ekber” diyerek atmaları vaciptir.

Bayramın birinci günü güneş doğduktan sonra, sadece Akabe cemresine yedi taş atılır. Bayramın diğer üç gününde ise, üç cemreye yedişerden olmak üzere toplam yirmi bir taş atılır.  Bayramın ikinci ve üçüncü gününde taşlar, öğlen zeval vaktinden sonra bir sonraki günün fecrinin doğuşuna kadar atılabilir. Bayramın dördüncü gününde ise, isteyen kimseler fecrin doğmasından sonra cemrelere taşları atabilirler.

Bayramın birinci günü Akabe cemresine atılacak taşların, Müzdelife’de toplanması müstehaptır. Diğer günler atılacak taşların nereden toplandığının bir önemi yoktur.

Cemrelere taşların zamanında atılması vacip olduğu gibi vaktinde atılmayan taşların kazasının yapılması da vaciptir. Cemrelere taş atmayı terk etmek, kurban cezasını gerekli kılar.

Bayram günlerini Mina’da geçirmek sünnettir. Ayakta durarak namaz kılacak kadar sağlıklı olanların, taşları kendilerinin atması gerekir. Fakat ayakta namaz kılacak kadar sağlıklı olmayanlar, kendi yerlerine vekil tutarak taşları attırabilirler.

  • Tıraş Olmak veya Saçları Kısaltmak

Hac ve umre yapanların ihramdan çıkabilmek için saçlarını tıraş etmeleri veya kısaltmaları bir semboldür. Aslında ihram yasaklarının bittiğinin bir ilanı gibidir. İhramlıyken yasak fiillerden olan, saçları kısaltmak veya tıraş etmek, ihram yasaklarının bittiğinin bir sembolü olarak gerçekleştirilir.

İfrâd haccı yapanlar bayramın birinci günü Akabe cemresine taş attıktan sonra, temettu ve kıran haccı yapanlar ise ya bayramın birinci günü Akabe cemresini taşlamanın akabinde kesilen şükür kurbanının ardından veya bayramın ilk üç gününden herhangi birisinde saçlarını kısaltarak ihramdan çıkarlar.

Hanefîlere göre: saçları kısaltma miktarının en azı; başın dörtte birinin kısaltılması veya tıraş edilmesidir. Şafiîlere göre ise: üç tel saçın, Mâlikî ve Hanbelîlere göre ise: başın tamamının kısaltılması veya tıraş edilmesidir.

Peygamber Efendimiz veda haccında, hac çeşitlerinden kıran haccı yaptığından dolayı, bayramın birinci günü Mina’da Akabe cemresini taşladıktan sonra kurbanını kesmiş ve saçlarını kısaltarak ihramdan çıkmıştır.

Saçların tıraş edilmesine atıfta bulunan âyette şu şekilde buyurulur; “…Allah izin verirse hiçbir şeyden korkmaksızın, (umrenizi yaptıktan sonra) ya saçlarınızı kazıtarak veya kısmen kestirerek, güven duygusu içinde Mescid-i Harâm’a muhakkak gireceksiniz…” (Fetih, 27)

  • Vedâ Tavafı

Hac yapmak için mîkat bölgesinin dışından gelenlerin Mekke’den ayrılırken yapmaları gereken tavafa vedâ tavafı denir. Hanefî mezhebine göre: bu tavafın hükmü vaciptir. Terk eden kimse için kurban cezası gerekli olur. Vedâ tavafını yapabilmek için gereken şartlar ise şunlardır; Mekke’ye dışarıdan gelmiş olmak, cünüp olmamak, abdestsiz veya loğusa olmamak, tavafa niyet etmek ve vedâ tavafını ziyaret tavafından sonra yapmaktır.

Buraya kadar saydıklarımız haccın vacipleriydi. Bunların haricinde bir de haccın şart ve rükûnlarını tamamlayıcı bazı vacipler vardır. Onları da şöylece sıralayabiliriz:

  • İhrama Mîkât Denilen Yerden Başlamak

Harem bölgesine dışarıdan gelenlerin mîkât bölgelerini ihramsız geçmeleri yasaktır. Geçenler ya geri dönüp mîkât bölgelerinde yeniden ihrama girecek, ya da kurban cezasını yerine getirmeleri gerekecektir. Hanefî mezhebine göre: mîkât bölgelerinde ihrama girmek vaciptir.

  • İhramlıya Yasak Olan Şeyleri Terk Etmek

Hac veya umre için ihrama giren kimseye yukarda da ifade ettiğimiz gibi normal zamanlarda helâl olan bazı davranışlar haram olur. İhramlı kişinin bu yasaklara riayet etmesi de vaciptir. İhram yasaklarına riayet etmemek, çeşitli cezaları gerekli kılmaktadır.

  • Arafat vakfesini öğlen vaktinden güneşin batışına kadar yapma: Her ne kadar Arafat vakfesinin zamanı öğlen vaktinden, bir sonraki günün şafak vaktine kadar olsa da vakfeyi akşamdan sonraya bırakmayarak öğlen ile akşam arasında yapmak vaciptir. Efendimiz vedâ haccında bu şekilde yapmıştır.

 

  • Ziyaret tavafını bayramın ilk üç gününde yapmak: Ziyaret tavafının vakti her ne kadar bayramın ilk üç günüyle sınırlı olmasa da ilk üç gününde yapılması vaciptir. Daha sonraki bir zamana bırakılması durumunda ise kurban cezası gerekli olur.

 

  • Tavaf yaparken abdestli ve setr-i avrete riayet etmek: Hanefî mezhebine göre tavaf yapılırken abdestli olmak farz değil, vaciptir. Abdestsiz olarak tavaf yapan kimseye, yine kurban cezası gerekli olur.

 

  • Tavaf yaparken Kâbe sol yanımızda kalacak şekilde tavafı yapmak: Her şeyde bir düzen olduğu gibi tavafın da bir düzeni vardır. Bunu içindir ki tavaf yapılırken, Kâbe sol tarafta kalacak şekilde tavafa başlanması gerekmektedir. Efendimiz bu şekilde yapmıştır ve bu şekilde yapmasının hükmü de vaciptir.

 

  • Tavaf yapmaya Haceru’l-Esved’den veya hizasından başlamak: Yine tavafa herhangi bir bölgeden değil de Haceru’l-Esved’in hizasından başlamak da vaciptir.

 

  • Tavafı “hatim” bölgesi de içinde kalacak şekilde yapmak: Kâbe’nin içinden olduğu halde, Kâbe yapılırken dışarıda bırakılan, belli olsun diye duvarları biraz yükseltilen ve oval olan yere hatim bölgesi denilmektedir. Tavaf yapılırken bu bölgenin dışından tavafı yapmak vaciptir.

 

  • Dört şavtı farz olan ziyaret tavafını yediye tamamlamak: Hanefî mezhebine göre tavafın dört şavtı farzdır. Bunları yapmak, farzı yerine getirmek için yeterlidir. Lakin geriye kalan üç şavtı da yaparak şavtları yediye tamamlamak vaciptir. Çünkü Efendimiz, tavafı yedi şavt olarak yapmıştır.

 

  • Her tavafı yaptıktan sonra iki rekât tavaf namazı kılmak: Hanefî mezhebine göre tavaf tamamlandıktan sonra iki rekât namaz kılmak, Efendimiz de o şekilde yaptığı için vaciptir.

Haccın vaciplerinden birisini terk etmek, haccın sıhhatine engel olmaz. Fakat kurban cezası gerekli olur. Kesilen kurban Mekke’de veya başka bir yerdeki yoksullara dağıtılır. Ayrıca terk edilen bir vacip, zamanında yeniden yapılırsa, kurban cezası da düşer.

Haccın Sünnetleri

Haccın farz ve vacipleri dışında Efendimizin yaptığı bir takım fiilleri daha söz konusudur. Bunları terk etmenin bir sakıncası yoktur, fakat bunlara riayet etmek haccın tam olmasına vesile olur. Ayrıca Efendimizin yaptığı fiiller olması hasebiyle de önemli olduğunu hatırlamak gerekir. Bunları da kısaca sıralayalım:

  • İhrama girmeden önce boy abdesti veya namaz abdesti almak. Efendimiz vedâ haccına giderken Zü’l-Huleyfe’de ihrama girince boy abdesti almıştır.
  • İhrama girerken iki rekât namaz kılmak. Efendimiz boy abdesti aldıktan sonra iki rekât namaz kılmış daha sonra da ihrama girmiştir.
  • İhram için beyaz ve yeni olan peştamal ve omuz havlusu kullanmak,
  • İhramdan önce güzel kokular sürünmek,
  • İhrama girdikten sonra sık sık telbiye okumak, Efendimize salavat getirmek ve Allah’a duada bulunmak,
  • Mekke’ye gündüz girmek ve mümkünse yıkanmak,
  • Kudüm tavafı yapmak,
  • Tavaf yaparken remel yapmak. Remel: Tavafın ilk üç şavtında kısa adımlarla koşar adım gibi çabuk yürümektir.
  • Tavaf yaparken izdiba yapmak. İzdiba: Omuz örtüsünü sağ kolun altından geçirerek sol omuz üzerine atmak ve böylece de sağ kolu açıkta bırakmak demektir.
  • Sa’y yaparken hervele yapmak. Hervele: Safâ ve Merve arsında sa’y yaparken belirli bölge arasında koşarcasına hızlı yürümek demektir.
  • Hac süresi boyunca çokça tavaf yapmak,
  • Zilhicce’nin sekizinci günü güneş doğduktan sonra Mina’ya gitmek,
  • Zilhicce’nin dokuzuncu günü güneş doğduktan sonra Mina’dan Arafat’a hareket etmek,
  • Arafat’a varıldığında namazdan önce hac emirinin hutbe okuması,
  • Arafat ve Müzdelife’de vakfe yaparken telbiye, zikir, dua, istiğfar gibi şeylerle meşgul olmak,
  • Müzdelife’de, Meş’ar-i Haram denilen tepenin yanında vakfeye durmak,
  • Bayram günlerini Mina’da geçirmek,
  • Şeytan taşlamayı birinci gün öğleden önce, diğer iki gün ise öğleden sonra yapmak,
  • Mina’dan Mekke’ye dönerken “Muhassab” denilen yerde bir miktar durmak,
  • Ziyaret tavafını yapıp tavaf namazını da kıldıktan sonra ayakta zemzem suyundan içmek,
  • Hacerü’l-Esved ile Kâbe’nin kapısı arasında bulunan Kâbe’nin örtüsüne el, yüz ve göğsü sürmek,
  • Hacerü’l-Esved taşını öpmek. Fakat izdiham olduğu durumlarda bu sünneti işleyeceğiz diye diğer Müslümanlara zarar vermek ve incitmek gibi haram olan davranışlar sergilememek gerekir.
  • Kâbe’nin örtüsüne tutunarak çokça dua etmek.

Bunlar, Efendimizin farz ve vacip dışında hacla ilgili yaptığı fiillerdir. Bir Müslüman bu fiillere de azami derecede önem göstermelidir.

Hacda Vekâlet

Vekâlet: Bir kimsenin yapması gereken bir işi veya görevi kendisine vekil tuttuğu bir başkası üzerinden yapmasına denir. 

İbadetlerde vekâlet: Bazı ibâdetlerde vekâlet caizken, bazılarında caiz değildir.

  1. Sırf mâli olan ibâdetlerde vekil tutmak caizdir. Zekât, kefâret ve kurban gibi ibâdetlerin vekil tayin edilerek yapılması caizdir. Dolayısıyla bir kimse keseceği kurbanı veya vermesi gereken zekâtı kendisi verebileceği gibi bir başkasını kendi yerine vekil tayin ederek onun üzerinden de verebilir. Bu ibâdetleri yerine getirirken, vekil tayin etmek için bir özrün olup olmamasının bir önemi yoktur. Hiçbir özür olmadığı halde bir kimse bu ibâdetleri yapmak için kendi yerine bir başkasını vekil tayin edebilir.
  2. Sırf bedenî ibâdetler: Namaz ve oruç gibi sırf bedeni olan ibâdetlerde vekil tayin etmek caiz değildir. Bir başkasının bizim adımıza oruç tutması ve namaz kılması söz konusu olamaz.
  3. Hem bedenî hem de mâli ibâdetler: Hac ibâdeti gibi. Hac ibâdetinde bir kimsenin kendi yerine bir başkasını vekil gönderebilmesi için hastalık veya zarûret halleri gibi durumları olmalıdır. Sağlıklı ve hac yapmak için başka bir engeli de olmayan birisinin, kendi yerine bir başkasını vekil olarak hacca göndermesi caiz değildir.

Hacca niyetlendiği halde ölen bir kimsenin yerine, onun geriye bıraktığı maldan masrafları karşılanmak şartıyla bir yakını hac yapabilir. Yine iyileşme ümidi olmayan hastalar, ölmeden önce kendi yerine hac yapılmasını vasiyet ederlerse, masrafları kendisine ait olmak üzere böyle birisinin yerine de hac yapılabilir. Sağlıklı ve hacca gitmesinin önünde hiçbir engel olmayan birisinin vasiyet ederek başkasının kendi yerine hac yapmasını istemesi caiz değildir.

Hacca gitmeye niyetlenmemiş ve vasiyet de etmemiş birisinin yerine hac yapılamaz.

Farz Olan Hac İçin Vekâletin Şartları

  • Üzerine hac farz olmuş kişinin vefat, yaşlılık, kötürümlük, iyileşme umudu olmayan hastalık gibi bizzat hac yapmasına engel olacak durumların olması.
  • Kendisi adına hac yapılacak kişiye, hac daha önce farz olmalıdır. Kendisine hac farz olmayan çocuk veya mâli güce sahip olmayan birisinin yerine hac yapılamaz.
  • Vekil olarak gönderilecek kişinin Müslüman, akıllı, ergen ve mümeyyiz olması gerekmektedir.
  • Vekil ihrama girerken, yerine hacca gidecek kişinin adına niyetlenmelidir.
  • Vekil, yapacağı hac ibâdeti karşılığında bir ücret almamalıdır.
  • Vekil’in tüm hac masrafları gönderen kişiye aittir. Bununla birlikte vekil olarak giden kişi masraflarda itidalli olmalı, gereksiz masraflar oluşturmamalıdır.
  • Adına hac yapılacak kişi, kendi adına hac yapmasını vekilden istemeli ve onu yerine vekil tayin ettiğini söylemiş olmalıdır. Yani kişi, kendi yerine hac yapması için gönderilecek vekilden razı olmalıdır.
  • Vekil haccı bizzat kendisi yapmalı, o da kendi yerine üçüncü bir kişiyi vekil kılmamalıdır.
  • Vekil, kendisini gönderen kişinin istediği hac çeşidini yapmalıdır. İfrâd, temettu ve kıran haclarından hangisini yapmasını istiyorsa onu yapmalıdır.
  • Vekil olarak gönderilen kişi, hac veya umre menâsiklerini tamamlamadan kendisi adına hac veya umre yapamaz.
  • Vekil, kendi ihmalleri sebebiyle haccı bozacak bir durumla karşı karşıya kalırsa gönderen kişinin hac masraflarını geri öder.
  • Vekil olarak gönderilecek kimsenin, hac menâsiklerini bilen birisi olması da gerekir.
  • Şafiî ve Hanbelîlere göre: kendisine hac farz olduğu halde kendisi adına hac yapmamış birisi, bir başkası adına vekil olarak hacca gidemez.

Hacdan Engellenme (İhsâr)

Hac veya umre için ihrama girdikten sonra herhangi bir sebepten dolayı tavaf ve vakfe yapma imkânının ortadan kalkmasına ihsâr denir. Hanefîlere göre: düşmanın engellemesi, savaş, hastalık, parasız kalmak gibi hac yolculuğuna engel olan her türlü şey ihsâr sebebi olarak görülmüştür. Şafiîler ise, sadece düşmanın engellemesini ihsâr olarak görmüşlerdir.

Hac veya umre için ihrama giren kimse ihramdan ancak hac veya umre yaparak çıkabilir. Hac veya umrenin gereklerini yerine getirmeden ihramdan çıkan kimse ceza ödemek durumundadır. Umre ve ifrâd haccı için ihrama giren ve bunları yapamadan ihramdan çıkan kişi bir adet kurban kesmek ve o haccını veya umresini kaza etmek durumundadır. Temettu ve kıran haccı yapmaya niyetlenenler ise iki adet kurban kesmek ve haclarını kaza etmek zorundadırlar. İki adet kurban kesmelerinin sebebi; birisini hacda kesecekleri şükür kurbanının yerine, diğerini de haccın menâsiklerini yapamadan ihramdan çıktıklarının cezası olarak keserler.

Hanefîlere göre: kesilecek kurbanların harem bölgesi içinde kesilmesi gerekmektedir. Şafiîlere göre ise: kişi engellendiği yerde kurbanını kesebilir. Doğru olan da budur. Örneğin hacca gitmek için ihrama giren kimse hava alanında hacca gitmekten engellense, bulunduğu şehirde kurbanını keserek ihramdan çıkar.

İhsâr sebebiyle yapılamayan hac veya umrenin kaza edilmesi gerekmektedir. Efendimiz de umre yapmak için ashabıyla birlikte ihrama girmiş, fakat Hudeybiye’de Mekkeli müşrikler tarafından engellenmiş, orada kurbanlarını kesmiş ve bir sonraki yıl umrelerini kaza olarak yeniden yapmışlardır.

Haccı Kaçırma (Fevât)

Hac yapmak için ihrama giren bir kimsenin Arafat vakfesini kaçırmasına fevât denir. Vakfe süresi olan Zilhiccenin dokuzuncu günü öğlen vaktinden, bayramın birinci günü fecrin doğuşuna kadar, bir miktar da olsa Arafat’ta vakfeye yetişilememesi durumunda hac kaçırılmış kabul edilir.

Böyle bir durumla karşı karşıya kalan kişi:

Eğer ifrâd haccı yapmak için ihrama girmişse umre yaparak ihramdan çıkar ve daha sonraki yıllarda haccı kaza eder.

Eğer temettu haccı için ihrama girmişse zaten umresini yapmış olması gerekir. Haccı kaçırdığı için bir umre daha yapar ve ihramdan çıkar. Daha sonraki yıllarda haccını kaza eder. Hac yapmadığı için şükür kurbanını kesmesi de gerekmez.

Eğer kıran haccı için ihrama girmiş ve ilk yapması gereken umreyi de yapmışsa, bir defa daha umre yapar ve sonra ihramdan çıkar. Daha sonraki yıllarda haccı kaza eder. Hac yapmadığı için şükür kurbanını kesmesi gerekmez.

Haccın Yapılış Şekli

Öncelikle ihrama girilir. İhrama mîkat bölgelerinde girilebileceği gibi kişi harem bölgesinin dışında istediği her yerde de girebilir. İhrama girmeden önce boy abdesti almak, koku sürünmek ve iki rekât namaz kılmak sünnettir. İhrama girdikten sonra sık sık telbiye getirmek gerekir.

Mekke’ye girerken mümkünse boy abdesti alarak, mümkün değilse normal abdest alarak Kâbe’ye gidilerek tavaf yapılır. İfrâd haccına niyetlenen kişinin yaptığı tavaf kudüm tavafı olurken, temettu ve kıran haccı yapacakların tavafı ise umre tavafı olur. Tavaf yapılırken remel (ilk üç şavta koşar gibi hızlı yürümek) ve izdiba (omuz örtüsünü sağ kolun altından geçirilerek sol omuzun üzerine atılması) yapılır. Tavaf tamamlanınca iki rekât tavaf namazı kılınır. Temettu ve kıran haccı yapacak olanlar Safâ ve Merve arasında sa’y yaparlar. Sa’y yapılırken hervele yapılır ve yedi şavtla sa’y tamamlanır. Bu şekilde de umre tamamlanmış olur.

İfrâd haccı yapacak olanlar bayramın birinci günü Akabe cemresine taş atmadan ihramdan çıkmazlar. Temettu haccı yapacaklar ise ihramdan çıkarlar ve haccın zamanını beklerler. Kıran haccı yapacak olanlar ise ihramdan çıkmayarak haccın zamanını beklerler.

Hac çeşitlerinin hangisi yapılacak olursa olsun, Zilhicce’nin sekizinci günü ihramlı bir şekilde Mina’ya gidilerek gece orada geçirilir. Zilhicce’nin dokuzuncu günü sabah ortalık aydınlanınca Mina’dan Arafat’a hareket edilir. Arafat’ta öğlenden sonra vakfeye durulur. Hac emirinin namazdan önce hutbe okuması sünnettir. Fakat böyle bir durum yoksa namazlar cemaatle veya tek başına cem-i takdim yapılıp birleştirilerek kılınır. Akşama kadar telbiye, zikir, dua, istiğfar gibi hususlarla vakfe geçekleştirilmiş olur. Akşam olunca Arafat’tan ayrılarak Müzdelife’ye hareket edilir. Müzdelife’de akşam ve yatsı namazları, yatsı vaktinde cem-i tehir edilerek birleştirilerek kılınır. Hacılar geceyi Müzdelife’de geçirirler. Sabah namazının vakti girdiğinde ilk vakitte sabah namazını kılarak vakfeye dururlar. Güneş doğmadan önce Müzdelife’de yedi tane küçük taş toplayarak Mina’ya geçerler.

Mina’ya vardıklarında Müzdelife’de topladıkları taşları “Akabe cemresi” denilen büyük cemreye atarlar. İfrâd haccı yapanlar, Akabe cemresine taş attıktan sonra saçlarını kısaltarak ihramdan çıkabilir. Temettu ve kıran haccı yapanlar ise, şükür kurbanını da keser sonra saçlarını keserek veya kısaltarak ihramdan çıkarlar. İhramdan çıkan kimseler için ihram yasakları kalkar, fakat sadece ziyaret tavafını yapana kadar, cinsel ilişki yasağı devam eder.

Eğer mümkün ise aynı gün Kâbe’ye gidilerek farz olan ziyaret tavafı yapılır. Tavaf yapıldıktan sonra iki rekât tavaf namazı kılınır ve zemzem suyu içilerek dua edilir. Ziyaret tavafından sonra cinsel ilişki de serbest olur.

Sonra tekrar Mina’ya gidilerek bayramın geri kalan günleri orada geçirilir. Bayramın ikinci ve üçüncü günü, öğlenden akşam vaktinin girişine kadar, dördüncü gün de güneş doğduktan öğlen vaktine kadar üç cemreye de yedişer olmak üzere 21 taş atılır. Bayramın ikinci, üçüncü ve dördüncü günleri cemrelere toplamda 73 adet taş atılmış olur. Mina’dan erken dönmek isteyenler bayramın üçüncü günü akşam vaktinde Mina’dan ayrılabilirler.

Bayramın dördüncü günü Mina’dan döndükten sonra eğer hacılar Mekke’den ayırılacaklarsa vedâ tavafını da yaparlar. Daha sonra ayrılacaklarsa ayrılacakları zaman vedâ tavafını yapar, iki rekât tavaf namazını kılar ve sonra da zemzem suyundan içerek Haceru’l-Esved taşı ile Kâbe’nin kapısının arasında kalan yere giderek dua ederler. Bu şekilde de hac menâsiklerini tamamlamış olurlar.

Umre’nin Yapılışı

Umre; ihrama girerek tavaf ve sa’y yaptıktan sonra saçları tıraş ederek ihramdan çıkmaktan ibarettir.

Hanefî ve Mâlikîlere göre: ömürde bir defa umre yapmak müekked sünnettir. Şafiî ve Hanbelîlere göre ise: ömürde bir defa umre yapmak farzdır.

Hanefîlere göre: umrenin iki tane rüknü/farzı vardır. Bunlar ihram ve tavaftan ibarettir. Vacipleri ise: Sa’y yapmak, tıraş olmak ve saçları kısaltmaktır.

Şafiî ve Hanbelîlere göre ise: dört tane rüknü vardır; İhram, tavaf, sa’y ve tıraş olmaktır. Mâlikîlere göre ise: bunların ilk üçü farz, tıraş olmak ise vaciptir.

Umreyle ilgili bir âyette şu şekilde buyurulur; “Haccı ve umreyi Allah için eksiksiz yerine getirin; engellenirseniz kolayınıza gelen bir kurban gönderin. Kurban, mahalline ulaşıncaya kadar başlarınızı tıraş etmeyin. Fakat içinizden biri hasta ise veya başından bir rahatsızlığı varsa (tıraşını olup) oruç veya sadaka yahut kurban olarak bir fidye ödesin. Güvenlikte olduğunuzda hacdan önce umre yapan kişi, gücünün elverdiği türden bir kurban kessin. Bulamayan ise hac sırasında üç gün, döndükten sonra da yedi gün yani tam on gün oruç tutmalıdır. Bu, ailesi Mescid-i Harâm civarında oturmayanlar içindir. Allah’ın buyruğuna saygılı olun ve bilin ki Allah’ın cezalandırması çok şiddetlidir.” (Bakara, 196)

Umrenin yapılışı da şu şekildedir: Umre, kişinin ister mîkat yerlerinde isterse de bulunduğu yerde umre niyetiyle ihrama girmesiyle başlar. İhrama girerken boy abdesti almak, iki rekât namaz kılmak ve güzel kokular sürmek sünnettir. İhrama girildikten sonra telbiye getirilmeye başlanır ve tüm ihram yasaklarına uyulur.

Kâbe’ye varılınca umre tavafı yapılır. Tavafın ilk şavtı bitince artık telbiye getirilmez. Tavaf yapılırken remel (hızlı adımlarla yürümek) ve izdiba (üst kısma giyilen örtünün sağ kolun altından geçirilerek sol kolun üzerine atılması) yapılır. Tavaf yedi şavta tamamlanınca iki rekât tavaf namazı kılınır. Sonra Safâ ve Merve arasında sa’y yapılır. Sa’y yapılırken de yine hervele (belirli bölgede koşar adım yürümek) yapılır. Sa’y bitince saçlar tıraş edilerek ihramdan çıkılır ve tüm ihram yasakları biter. Kişi ihramdan çıktıktan sonra günlük kıyafetlerini giyebilir, istediği kadar Kâbe’yi tavaf edebilir.

Efendimizin üç defa umre yaptığı rivayet edilir. Yaptığı birinci umre kaza umresidir. İkincisi ise Mekke’nin fethinden sonra Medine’ye dönerken Ci’râne’de yaptığı umredir. Üçüncüsü de vedâ haccında hacla birlikte yaptığı umredir.

Hacda Kesilen Kurban ve Hükümleri

Hac veya umre menâsikleriyle ilgili kesilen kurbanlara “hedy” kurbanı denilir. Hedy; Kâbe ve harem bölgesinde kesilmek için hediye edilen kurban demektir.

Koyun, keçi gibi küçükbaş hayvanlardan olabildiği gibi deve ve sığır gibi büyükbaş hayvanlardan da olabilir. Deve ve sığır gibi büyükbaş hayvanları yedi kişi ortaklaşa kesebilirler.

İfrâd haccı yapanlar, eğer kurban cezası gerektirecek bir durumla karşı karşıya kalmadılarsa, hac için şükür kurbanı kesmek zorunda değildirler. Fakat temettu ve kıran haccı yapanların şükür kurbanı kesmeleri vaciptir.

Hedy kurbanıyla ilgili olarak Kur’an’da şu şekilde buyurulur; “Haccı ve umreyi Allah için eksiksiz yerine getirin; engellenirseniz kolayınıza gelen bir kurban gönderin. Kurban, mahalline ulaşıncaya kadar başlarınızı tıraş etmeyin. Fakat içinizden biri hasta ise veya başından bir rahatsızlığı varsa (tıraşını olup) oruç veya sadaka yahut kurban olarak bir fidye ödesin. Güvenlikte olduğunuzda hacdan önce umre yapan kişi, gücünün elverdiği türden bir kurban kessin. Bulamayan ise hac sırasında üç gün, döndükten sonra da yedi gün yani tam on gün oruç tutmalıdır. Bu, ailesi Mescid-i Harâm civarında oturmayanlar içindir. Allah’ın buyruğuna saygılı olun ve bilin ki Allah’ın cezalandırması çok şiddetlidir.” (Bakara, 196)

Hacda kesilen kurbanların etlerinden kişi kendisi yiyebildiği gibi fakir fukaraya da ikram edebilir. Günümüz şartlarında bu çok mümkün olmadığı için, kesilen kurbanların etleri birkaç kurumun organizesiyle fakir ülkelere götürülerek oralarda dağıtılıyor. Rabbimiz kurbanın etlerinin yenilmesiyle ilgili olarak şu şekilde buyurmaktadır; “…Onlar (kesim için) sıraya dizildiklerinde üzerlerine Allah’ın adını anın, cansız halde yere serildiklerinde ise onlardan hem kendiniz yiyin hem de ihtiyacını gizleyen ve gizlemeyen yoksulları doyurun. İşte onları şükredesiniz diye sizin istifadenize verdik.” (Hac, 36)

Hedy Kurbanının Çeşitleri

  • Nâfile hedyi: Hac veya umre yapan kimselerin zorunlu olmadıkları halde sevap kazanmak için kestikleri kurbanlara denir.
  • Şükür kurbanı: Temettu ve Kıran haccı yapanların kesmek zorunda oldukları kurbanı ifade etmektedir. Kur’an-ı Kerim’de; “Kim hac günlerine kadar umreden yararlanmak isterse, kolayına gelen kurbanı kesmesi gerekir.” (Bakara, 196)
  • Ceza hedyi: Hac ve umrenin vaciplerinden birinin terki veya geciktirilmesi, ya da ihram yasaklarına uyulmaması gibi durumlarda kesilmesi gereken kurbanlar bu sınıfa girer. Kur’an-ı Kerim’de; “Fakat içinizden biri hasta ise veya başından bir rahatsızlığı varsa (tıraşını olup) oruç veya sadaka yahut kurban olarak bir fidye ödesin.” (Bakara, 196)
  • Hacdan engellenme (ishâr) hedyi: Hac veya umre yapmak için ihrama giren birisinin düşmanın engellemesi, savaş, hastalık gibi sebeplerden dolayı hac veya umresini tamamlayamamasından dolayı kesmesi gereken kurbanı ifade etmektedir. Kur’an-ı Kerim’de; “Haccı ve umreyi Allah için eksiksiz yerine getirin; engellenirseniz kolayınıza gelen bir kurban gönderin. Kurban, mahalline ulaşıncaya kadar başlarınızı tıraş etmeyin.” (Bakara, 196)
  • Adak hedyi: Harem bölgesinde kesilmek üzere adanan adak kurbanları da bu sınıfa girer. Bu şekilde adanan kurbanların harem bölgesinde kesilmesi vaciptir. “Sonra kirlerinden arınsınlar, adaklarını yerine getirsinler ve Beyt-i Atîk’i (Kâbe) tavaf etsinler.” (Hac, 29)

İster vacip olanlar olsun, isterse de nâfile olanlar olsun hedy kurbanları harem bölgesi içinde kesilirler. Bu kurbanlar bayramın birinci günü güneş doğduktan sonra, üçüncü gün güneş batıncaya kadar kesilebilir.

Temettu ve kıran haccı yapıp da şükür kurbanını kesemeyecek olanlar ise bayramdan önce Mekke’de üç gün, memleketlerine döndüklerinde de yedi gün olmak üzere toplam on gün oruç tutarlar. Konuyla ilgili olarak Kur’an’da söyle buyurulur; “Güvenlikte olduğunuzda hacdan önce umre yapan kişi, gücünün elverdiği türden bir kurban kessin. Bulamayan ise hac sırasında üç gün, döndükten sonra da yedi gün yani tam on gün oruç tutmalıdır. Bu, ailesi Mescid-i Harâm civarında oturmayanlar içindir. Allah’ın buyruğuna saygılı olun ve bilin ki Allah’ın cezalandırması çok şiddetlidir.” (Bakara, 196) Tutulacak oruçların peş peşe tutulmaları daha faziletlidir.

 

KURBAN İLMİHÂLİ

 

Kurbanın Tanımı ve Tarihçesi

Kurban sözlükte: “yakınlaşmak, kişiyi Allah’a yaklaştıran şey” gibi manalara gelir. Istılahi manası ise: Allah’u Teâlâ’ya yaklaşmak için kurban niyetiyle, belirli vakitlerde kesilen özel hayvana verilen isimdir.

Asılları itibariyle İslâm oldukları halde daha sonra tahrif edilerek muharref din hâline getirilen Yahudilik ve Hıristiyanlıkta da kurban ibâdeti söz konusudur. Yahudilerin kutsal kitapları olan Tevrat’ta kurbandan bahsedilmektedir. Firavunun zulmünden kurtulma günlerinde kurban keserek o günü bayram olarak kutlarlar.

Hıristiyanlıkta da kurban ibâdeti söz konusudur. İncillerde kurban ibâdetinden bahsedilir. Fakat tarihi süreç içerisinde İncil ve eski ahid olan Tevrat’la bağını koparan Hıristiyanlar, tüm kurban ibâdetlerini askıya alarak, Hz. İsa’nın (a.s.) insanların günahları için kendisini kurban etmesini esas almışlardır. Onlara göre Hz. İsa’nın kendisini kurban etmesi “ilk ve son” kurban olarak telakki edilmektedir.

Başta Kur’an’da, Âdem’in (a.s.) iki oğlunun Allah’a kurban sunması örneğinde olduğu gibi hemen her ümmette uygulanan bir ibâdet olsada kurban; İbrâhim’den (a.s.) günümüze kadar gelen “İbrâhimî sünnet” olan bir ibâdettir. Oğlu İsmâil’i kurban etme emrine sadakat gösteren İbrâhim’e (a.s.), İsmâil’e bedel olarak Allah tarafından verilen kurbanlığı kesmesiyle bu ibâdetin başladığı kabul edilir. Olay Kur’an’da şu şekilde anlatılır: “Çocuk, babasıyla beraber iş güç tutacak yaşa gelince babası ona, "Yavrucuğum" dedi, "Rüyamda seni kurban ettiğimi gördüm; düşün bakalım sen bu işe ne diyeceksin?" Dedi ki: "Babacığım! Sana buyurulanı yap; inşaallah beni sabredenlerden biri olarak bulacaksın." Her ikisi de (ilâhî buyruğa) teslim olunca ve babası onu yüzüstü yatırınca, "Ey İbrâhim!" diye ona seslendik; "Tamam, rüyanı gerçekleştirmiş oldun." İşte iyileri biz böyle ödüllendiririz. Bu, kesinlikle apaçık bir imtihandı. Biz, (oğlunun canına) bedel olarak ona iri bir kurbanlık verdik. Onun hakkında, "İbrâhim’e selâm olsun!" ifadesini sonradan gelen nesiller arasında devam ettirdik. Evet, iyileri işte böyle ödüllendiririz. Çünkü o, bizim mü’min kullarımızdandı.” (Saffât, 102-111)

Ayrıca Kur’an’da kurban kesmenin emredildiğini de görüyoruz; “Rabbin için namaz kıl ve kurban kes” (Kevser, 2)

Başka bir âyette de kurbana şu şekilde atıfta bulunulur; “Kurbanlık hayvanlara gelince, onları sizin için Allah’ın simgesi olarak belirledik” (Hac, 36)

Kurban etleriyle ilgili olarak da şu şekilde buyurulur; “Onların ne etleri ne de kanları Allah’a asla ulaşmaz. Fakat sizden O’na yalnız takva ulaşır.” (Hac, 37)

Kurbanla ilgili çok sayıda hadis rivayeti vardır. Bunlardan bir kaçını zikredelim:

“Kurbanın ne olduğunun sorulması üzerine Efendimiz; “O babanız İbrâhim’in sünnetidir” diye buyurmuş, kurban kestikleri takdirde kendilerine ne tür bir karşılık verileceği sorulduğunda ise; “Kurbanın her bir kılı için bir iyilik yazılacağını” söylemiştir. (İbn Mâce, Edâhî, 3)

Başka bir rivayette ise; “Âdemoğlu için Allah katında kurban bayramı günü kurban kesmekten daha sevimli bir amel yoktur. Bu hayvan kıyamet günü boynuzları, kılları ve tırnakları ile gelecektir. Şüphe yoktur ki kurbanın kanı yere düşmeden önce, Allah’a ulaşır. Bu yüzden kurbanlarınızı gönül hoşluğu ile kesiniz.” (Tirmizî, Edâhî, 1)

Yine Enes’den (r.a.) rivayet edildiğine göre o şöyle demiştir; “Rasûlullah (s.a.s.) beyazı siyahından çok, boynuzlu iki koç kurban etti. Onun ayağını hayvanın karnına koyduğunu, besmele çekip tekbir getirerek eliyle onları kestiğini gördüm.” (Buhârî, Edâhî, 9, 14)

Kurban Kesmenin Hükmü ve Çeşitleri

Kurban bayramında kişinin Allah’a yaklaşmak için keseceği kurbanın hükmüyle ilgili iki görüş vardır.

  1. Kurban kesmenin vacip olduğu görüşü: Bu görüş Hanefî mezhebinin görüşüdür. Hanefîlerin dayandıkları delil de şu âyettir; “Rabbin için namaz kıl ve kurban kes” (Kevser, 2)

Kurbanın hükmünü bu âyete dayandırdıkları halde neden farz dememişler de vacip demişlerdir?

 

Hanefî usulüne göre bir şeyin farz olabilmesi için, Kur’an’da veya mütevatir sünnette veya meşhur bir hadiste kesin ve bağlayıcı bir şekilde emrediliyor olması ve aynı zamanda manasında bir kapalılığın bulunmaması gerekir. Konumuz olan âyette ise: kurban kesilmesi emredildiği halde manasının neye delalet ettiğinde bir kapalılık vardır. Yani buradaki “kurban kes” emrinden, hangi kurbanın kastedildiği açık değildir. Kurban bayramında kesilen kurbana işaret olabileceği gibi, Allah’a şükretmek için kesilen nâfile kurbanına da, hacda kesilen şükür kurbanına da işaret ediyor olabilir. Dolayısıyla Hanefî âlimleri bu kapalılıktan dolayı buradaki emri farz değil de vacip olarak kabul etmişlerdir.

Ayrıca âyette peygamberin kendisinden kurban kesmesi istenir. Çoğul sığası değil, tekil sığası kullanılmıştır. Yine konuyla ilgili gelen hadis rivayetleri de mütevatir ve meşhurun şartlarını taşımadığı için hadislerden yola çıkarak da farz diyememişlerdir.

  1. Kurbanın sünnet olduğu görüşü: Hanefîlerin dışındaki çoğunluğa göre ise kurban bayramında kesilen kurban sünnettir. Gücü yetenin onu terk etmesi mekruhtur. Dayandıkları delil ise, kurbanla ilgili hadislerde muhayyerlik bildiren ifadelerin olmasıdır; “Zilhicce’nın hilâlini gördüğünüzde sizden biriniz kurban kesmek isterse, saçlarını ve tırnaklarını kesmesin.” (Müslim, Edâhî, 41) Görüldüğü gibi bu hadiste, kişinin kurban kesip kesmemekte muhayyer olduğu söylenmektedir. Farz veya vacip olsaydı bu ifade kullanılmazdı. Konuyla ilgili başka bir hadis ise, İbn Abbas’ın (r.a.) rivayet ettiği şu hadistir. İbn Abbas şöyle demiştir; Hz. Peygamber’in şöyle buyurduğunu işittim; “Üç şey vardır ki, bana farzdır, sizin için nâfiledir. Vitir namazı, kurban kesmek ve kuşluk namazı.” (Ahmed ibn Hanbel, Müsned, I, 231)

Kurban kesmekle mükellef olan bir kimse, kurban kesmek yerine onun bedelini tasadduk ederek yükümlülükten kurtulamaz.

Kurban bayramında kesilen kurbanın dışında, adak kurbanı, akîka kurbanı ve hacda kesilen kurbanlar da vardır.

Kurban Kesmekle Yükümlü Olan Kimselerde Aranan Şartlar

Kurban kesecek kimsede bulunması gereken şartlara “kurbanın vücup şartları” denilmektedir. Kurbanın sünnet olduğunu kabul eden âlimler ise bu şartları “kurbanın sünnet oluşunun şartları” olarak isimlendirirler. Bu şartları şu şekilde sıralamak mümkün:

  1. Belirli mâli güce sahip olmak,
  2. Müslüman olmak,
  3. Akıllı ve ergen olmak,
  4. Mukîm olmak/Seferi olmamak,

Bu şartlar çerçevesinde baktığımızda Müslüman olmayanların, akıl hastalarının, çocukların ve mâli gücü olmayanların kurban kesmeleri gerekmemektedir.

Hanefî mezhebine göre: bir kimsenin kurban kesmekle yükümlü olması için borçları çıktıktan sonra nisap miktarı mala sahip olması da gerekir. Yani zekât vermekle kurban kesmenin yükümlülük şartları aynıdır. 80 gr altına veya bunun kıymeti olan mala sahip olan kimseler kurban kesmekle de mükelleftirler. Bu şartları taşımayanların kurban kesmemelerinde bir vebal yoktur.

Fakat Ebû Hanife, Ebû Yûsuf, Mâlikîler ve Hanbelîlere göre: kurbanla yükümlü olmak için akıllı ve ergen olmak şart olmadığından, mâli gücü yerinde olan çocuk ve akıl hastalarının da kurban kesmeleri gerekir. Böyle kimselerin velayetlerini üzerinde bulunduran kimselerin, onların mallarını kullanarak onlar adına kurban kesmeleri gerekmektedir demektedirler.

İmam Muhammed ve İmam Şafiî’ye göre ise: kurbanla yükümlü olmak için ergen ve akıllı olmak şarttır. Bize göre daha doğru olan görüş, çoğunluğun görüşü olan mâli gücü yerinde olan çocukların ve akıl hastalarının da kurban kesmekle yükümlü olmalarıdır. Çünkü bunda, fakir ve fukaranın maslahatı gözetilmektedir.

Ayrıca bir kadın, kocasından ayrı olarak nisap miktarı mala sahipse, o da kurban kesmekle yükümlü olur. Yine ergenlik cağına girmiş çocuklar eğer kendilerine ait nisaba ulaşan malları varsa, onlar da kurbanla yükümlü olurlar.

Hanefî mezhebine göre: yolculukta bulunan bir kimse kurban kesmekle yükümlü değildir. Fakat diğer mezheplere göre: yolcu da kurban kesmekle yükümlüdür.

Tüm ibâdetlerde olduğu gibi kurban kesilirken de “niyet” gerekmektedir. Kurban kesmeye niyet etmeyen bir kimse kurban yükümlülüğünü yerine getirmemiş olur.

Ayrıca büyük baş hayvanları birden fazla kişi ortak olarak kesiyorlarsa, tüm ortakların kurban kesmeye niyet etmeleri gerekmektedir. İçlerinden bir tanesi kurbana değil de sözgelimi eti için niyetlense, o kurban diğer ortaklar için de geçersiz olur.

Yine ortaklardan bir tanesi Müslüman değilse veya Müslüman olduğunu söylediği halde açık küfrünü gerektirecek bir ameli söz konusuysa, bu durumda olan birisiyle birlikte, ortak olarak bir hayvan kurban kesilmemelidir.

Kurban Kesmenin Vakti

Hanefî, Mâlikî ve Hanbelîlere göre: kurban kesmenin süresi bayramın birinci günü tan yerinin ağarmasından sonra kılınacak bayram namazıyla başlar, bayramın üçüncü günü güneş battıktan sonra sona erer. Şafiî mezhebine göre ise: bayramın dördüncü günü güneş battıktan sonra sona erer. 

Konuyla ilgili Efendimizden nakledilen bir hadis rivayetinde şu şekilde buyurulur; “Bizim bu günümüzde ilk yapacağımız iş namaz kılmak, sonra dönüp kurbanlarımızı kesmektir. Kim böyle yaparsa bizim sünnetimize uymuş olur. Her kim bundan önce kurbanını kesecek olursa, bu onun ailesine takdim ettiği etten başka bir şey olmaz.” (Buhârî, İydeyn, 8,10)

Başka bir hadis rivayetinde ise şu şekilde buyurulur; “Kim namazdan önce kurban keserse bunu iade etsin. Her kim namazdan sonra keserse onun bu ibâdeti tamam olur ve Müslümanların sünnetine isabet etmiş bulunur.” (Buhârî, İydeyn, 5, 10, 17, 23) Görüldüğü üzere bu hadis rivayetlerinde, bayram namazından önce kurban kesilemeyeceği ifade edilmektedir.

Kurban kesme zamanının bayramın üçünü günü olduğunu söyleyenler, Hz. Ömer’in şu sözünü kendilerine delil olarak almışlardır; “Kurban günleri birinci kurban gününden sonra iki gündür” (Mâlik, Muvatta, Dahâyâ, 12)

Kurban kesme zamanının, bayramın dördüncü günü son bulacağını söyleyen Şafiîlerin delil olarak aldıkları rivayet ise şudur; “Arafat bütünüyle vakfe yeridir ve teşrik tekbirleri de kurban kesme zamanıdır.” (Beyhakî) ayrıca; “Bütün teşrik günlerinde kurban kesilir” (Ahmed ibn Hanbel, Müsned, IV, 82)

İhtiyatlı olmak için bayramın üçüncü günü, güneş batana kadar kurbanlar kesilmelidir. Fakat kişi bu günler içinde elinde olmayan sebeplerden dolayı kesemediyse, dördüncü günde kesebilir. Dördüncü gün kurban kesilmesini yasaklayan Efendimizden nakledilen bir haber yoktur.

Kurbanın kesilirken, kıble istikametine yatırılması, keskin bıçak kullanılması, “Bismillahi Allahu ekber” denilerek kesilmesi sünnettir. Kurbanı sahibinin kesmesi daha faziletlidir. Fakat kendisi kesemeyecek durumdaysa bir başka Müslümanı kendi yerine vekil tayin ederek ona da kestirebilir. Ayrıca bayram günü kurban sahibinin ilk yiyeceği yiyeceğin, kestiği kurban etinden olması da faziletli kabul edilmiştir. Efendimizin de bu şekilde yaptığı rivayet edilmiştir.

Kurbanın Türü ve Ayıplı Olup Olmaması

Kurbanlar yalnız koyun, keçi, sığır, manda ve deve’den kesilir. Bunların haricindeki hayvanlardan kurban olmaz. Yaban sığırları, geyik, ceylan, tavuk, kaz vb. hayvanlar, etleri yenmesi caiz olduğu halde kurban olmazlar. Bunun sebebi, kurban kesilecek hayvanların Efendimiz tarafından belirlenmiş olmasıdır. Dolayısıyla her eti yenen hayvan kurban edilmez, ancak koyun, keçi, sığır, manda ve deve kurban edilebilirler.

Kurban edilecek koyun ve keçinin bir yaşını doldurmuş olması gerekmektedir. Bir yaşını doldurmadığı halde bir yaşındaki bir hayvan kadar gelişmiş olanlar da kurban edilebilir. Koyun ve keçi ancak bir kişi için kurban olabilir.

Kurban edilecek sığır ve mandanın iki yaşını bitirmiş, üç yaşına girmiş olması gerekir. Sığır ve manda, yedi hisseye kadar ortak olarak kesilebilir. Yani bir sığır ve mandayı bir kişi de, dört kişi de en fazla olmak üzere yedi kişi de ortak olarak kesebilirler.

Devenin ise dört yaşını bitirmiş ve beş yaşına girmiş olması gerekir. Deve de birden yedi hisseye kadar ortak olarak kesilebilir. Cabir’den (r.a) söyle rivayet edilmiştir; “Hudeybiye’de Rasûlullah (s.a.s.) ile birlikte kurban kestik. Deveyi de sığırı da yedi kişi için kestik.” (Müslim, Hac, 3529

Kurbanı ayıplı kılan hususlar ise şunlardır: Gözlerinin kör olması, hasta olması, topal olması, ileri derecede zayıf olması, dişlerinin çoğunun dökülmesi, kulaklarının kesik olması, boynuzlarının kırık olmasıdır. Bu gibi ayıpları olan hayvanlar kurban olarak kesilmemelidir. Kurban Allah’a yaklaşmak için kesilir. Allah’a adayacağımız kurbanın da ayıplı olması Allah’ın şanına yakışmaz. Âdem’in (a.s.) iki oğlunun kıssasında da gündeme geldiği gibi Allah, ihlaslı bir şekilde kendisine kurban sunan kişinin kurbanını kabul ediyor, mallarının kötülerini seçerek sunanınkini ise kabul etmiyor. Dolayısıyla Allah kurban sunacak kişinin ayıplı hayvanları değil, sağlam ve besili olanları sunması gerekmektedir. Ayrıca kurban, adama bilincidir. İbrâhim’in (a.s.) en sevdiği yavrusunu Allah’a adayarak kurban etmekten kaçınmaması, bize; bizlerin de hayvanlarımızın en iyilerini Allah için kurban edebilmemizi öğretmektedir.

Sağlam bir hayvan kurban edilmek için satın alınsa ve daha sonra yukarıda belirttiğimiz kusurlar meydana gelse, eğer kişi zenginse yeni bir kurbanlık alması gerekir, fakat fakirse ve yeni bir kurbanlık alacak mâli gücü de yoksa o hayvanı kurban edebilir. Hanefîlerin dışındaki üç mezhebe göre: bu durumda zengin ile fakir arasında bir fark yoktur. Satın alındıktan sonra kendisinde kusur meydana gelen hayvanlar kurban edilebilir.

Bir kimsenin kurbanlık olarak aldığı hayvan kaybolsa veya çalınsa eğer başka bir hayvanı bunun yerine kurban kestiyse, kaybolan hayvanı bulduğunda kurban etmesi gerekmez. Fakat kaybolan hayvanı, kurban kesim günleri içerisinde bulduysa ve yerine de başka bir kurban kesmediyse o hayvanı kurban eder. Yalnız kaybolan hayvanı bulurum ümidiyle kurban kesim günlerinde kurban kesemeyen kimse daha sonra kurbanını bulsa artık kurban kesemez, ya kurbanın kendisini veya bedelini yoksullara tasadduk eder.

Kesilen kurbanın sünnetteki taksimi şu şekildedir: Bir kısmının aile bireylerine ayrılması, bir kısmının kapı komşuya ve akrabalara dağıtılması bir kısmının da fakir fukaraya dağıtılması sünnettir. Her ne kadar bu şekilde yapmak daha doğru olsa da, günümüzde sık sık yapılan, vekâletle Afrika’da veya dünyanın diğer mazlum coğrafyalarında kesilmesi de caizdir. Fakat biz bu şekilde hareket edenlere şunu öneriyoruz; Sürekli vekâlet vererek başka yerlerde kurban kesmek yerine, en azından birkaç yılda bir kendisinin kesmesi ve kurban ibâdetinin getirdiği maneviyattan istifade etmesinin daha doğru olduğunu düşünüyoruz. Aksi halde her ne kadar kurban kesmenin yükümlülüğünden kurtulmuş ve kurban ibâdetini yerine getirmiş olsalar da bu şekilde hareket eden kimseler için, kurban kesmekten ziyade sanki infak etmeleri söz konusu olmaktadır.

Ayrıca kurbanın hiçbir kısmı para karşılığında veya yapılan bir iş karşılığında ücret olarak verilemez. Örneğin kurbanın derisi, kellesi, paçası gibi parçaları para karşılığında satılamayacağı gibi kurban kesme ücreti olarak da verilemez. Daha kısa bir şekilde tabir edersek; Kurban kesen kişi kurbanın hiçbir kısmını menfaati için kullanamaz.

Ayrıca adak kurbanı kesen kimseler, kesilen hayvanların etlerini ne kendileri ne de bakmakla yükümlü olduğu kimselere yedirebilirler. Tamamını tasadduk etmek zorundadırlar. Eğer bir kısmından yararlanmak istiyorlarsa, istifade ettikleri kadarının kıymetini tasadduk etmek zorundadırlar. Örneğin, kesilen hayvanın etinden 3 kg kadar yararlandılarsa 3 kg et parasını yoksullara tasadduk etmek zorundadırlar.

Ayrıca şunu da ifade edelim ki ölen bir kimse adına kurban kesilemez. Hatta Efendimiz adına da kesilemez. Kurban bir ibâdettir ve ancak kişi kendisi ve bakmakla yükümlü olduğu kimselerden hayatta olanlar için kesebilir. Burada sadece şunu ifade edebiliriz; eğer bir kimse ölmeden önce kendi adına kurban kesilmesini vasiyet ettiyse ve kurban alınacak kadar da geriye mal bıraktıysa o kimse adına kurban kesilebilir. Bunun haricinde ölen kimseler için kurban kesmek diye bir âdet dinimizde yoktur. Böyle bir şeyin olduğunu iddia edenler Kur’an’dan ve sahih sünnetten delil sunmak zorundadırlar.

Akîka Kurbanı

Yeni doğan çocuğun başındaki tüylere “akîka” denir. Kendisine bir çocuk nasip ettiği için Allah’a şükretmek için kesilen kurbana “akîka kurbanı” denmiştir. Hanefîlere göre: Yeni doğan çocuk için kurban kesmek caizdir fakat sünnet derecesinde değildir. Diğer üç mezhebe göre ise sünnettir. Zâhirîlere göre ise vaciptir.

Peygamberimiz, torunları Hasan ve Hüseyin için akîka kurbanı kesmiş ve ümmetinin de kesmesini tavsiye etmiştir.

Akîka kurbanının kesilmesi için en faziletli zaman çocuğun doğumundan sonraki ilk yedi gündür. Bu zaman diliminde kesilmediği takdirde ergenliğe girene kadar da kesilebilir.

Bu kurbanın amacı, Allah’ın kendisine verdiği çocuk nimetinden dolayı şükrünü ortaya koyması ve yaşadığı sevinci eş-dost ve komşularıyla, kendilerine ikramda bulunarak paylaşmasıdır. Kesilen akîka kurbanının pişirilerek ikram edilmesi daha faziletlidir. Böylelikle hem sosyal dayanışma söz konusu olmuş olur, hem de bu vesileyle Müslümanlar birbirlerine daha fazla kenetlenmiş olurlar.

Kurban edilebilecek tüm hayvan türleri, akîka kurbanı olarak da kesilebilir. Kesilen akîka kurbanından aile fertleri de yiyebilir.

Yeni Doğan Çocuğa Dair Hükümler

Yeni doğan çocuğa; doğumundan hemen sonra sağ kulağına ezan okumak, sol kulağına da kamet getirmek sünnettir. Efendimizin torunu Hasan dünyaya geldiğinde, Efendimiz kulağına ezan okumuştur. (Ebû Dâvud, Edeb, 107) Bunu yapmaktaki amaç dünyaya gelen çocuğun bilinçaltına ezandaki ifadeleri yerleştirmektir.

Ayrıca eğer mümkünse hurma veya tatlı olan doğal bir şeyin de ağzına sürülmesi, Efendimizin yaptığı bir uygulamadır. Efendimizin yeni doğan çocuğun ağzına hurma sürdüğü rivayet edilmektedir. (Buhârî, Menâkibu’l-Ensâr, 459

Yine, yeni doğan çocuğa güzel bir isim verilmesi, çocuğun anne ve baba üzerindeki haklarındandır. Burada güzel isim derken kast ettiğimiz şey anlamının güzel olması ve şeriata ters olmamasıdır. Örneğin, sanem, sibel, nesrin gibi isimler put isimleridir. Yine Aleyna, kızlara melek isminin verilmesi gibi isimlendirmeler de yanlıştır. Yine Allah’a ait olan Samed, Rahman gibi isimlerin yalın olarak verilmesi yanlıştır. Allah’ın isimlerinden birisi verilecekse, abd kelimesiyle birlikte verilmelidir. Bu şekilde yapılması Efendimizin de tavsiye ettiği bir husustur. Örneğin Rahman değil Abdurrahman, Samed değil, Abdussamed konulmalıdır. Allah’ın diğer isimleri için de durum böyledir.

Ayrıca kâfir ve mücrim olmakla bilinen kimselerin isimleri de verilmemelidir. Örneğin, Firavun, Karun, Ebu Cehil, Ebu Leheb, Nemrut, Mustafa Kemal, Abdullah Öcalan gibi Allah’a isyanda önde giden kimselerin isimlerinin verilmesi de caiz değildir. Efendimiz, isimlerinin manaları güzel olmayan sahabelerin isimlerini değiştirmiştir. Bu şekilde isimleri olanlar mutlaka değiştirmelidirler.

Yine dinimiz, bir kimseye hoşlanmadığı şekilde lakaplar takılmasını da yasaklamıştır. Kişinin hoşlanmadığı her lakap bu kapsama girer. Toplumumuzda çokça kullanılan kör, topal, cüce, şaşı gibi lakaplar çok çirkin lakaplardır. Konuyla ilgili olarak Kitab-ı Kerimimizde şu şekilde buyurulur; “Birbirinizi kötü lakaplarla çağırmayın” (Hucûrat, 11)

Ayrıca kişinin Allah’ın kendisine lütfettiği nimetlerden dolayı şükür kurbanı kesmesi de sünnettir. Örneğin ev, araba gibi nimetlere ulaşan kimseler, Allah’a şükür niyetiyle kurban keserlerse böyle bir davranış faziletli bir davranıştır. Adak adamak, dînimiz tarafından hoş karşılanan bir durum değildir. Çünkü kişi adakta bulunduğu zaman o şeyi yapmayı kendisine vacip kılmış olur. Yerine getirmediği zaman günahkâr olur. Dolayısıyla adanan şeyin yerine getirilmesinde güçlükler söz konusu olabilmektedir. Bunun için adakta bulunmak yerine o nimetlere ulaşıldığında şükür kurbanı kesmek daha doğrudur.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

CENÂZE İLMİHÂLİ

 

Ölümden Önce ve Ölüm Esnasında Yapılması Müstehab Olan Hususlar

İnsanoğlunun hayat serüveninin biçkaç tane evresi vardır. Birinci evre; ruhun yaratılması ve anne karnında bir bedenle buluşma öncesi evredir. İkinci evre ise; anne karnında geçirdiği evredir. Üçüncü evre; dünyaya gözlerini açtığı zaman başlayan ve ölümüyle sona eren evredir. Dördüncü evre ise: ölümle başlayan ve yeniden dirilişe kadar sürecek olan kabir hayatı evresidir. Beşinci evre: yeniden dirilişle başlayan, cennet veya cehennemle devam edecek olan son evredir. İnsan, bu evrelerin hiçbirisinin ne başlama zamanı ne de son bulma zamanını belirleme hakkına sahiptir.

Dinimiz, ölümü daima anmayı, bunun için kabir ziyaretinde bulunmayı teşvik etmiş fakat ölmek için dua etmeyi hoş görmemiştir. Ölümü anmak, kişiye ölüm sonrasını ve Allah’a vereceği hesabı hatırlatır. Bunun için Efendimiz de kabir ziyaretinde bulunmuş ve Müslümanlara da sık sık tavsiye etmiştir.

Yine dinimiz, hasta ziyaretini teşvik ederek hem hastalara moral vermeyi hem de bu vesileyle sağlığın kıymetini hatırlamayı amaçlamıştır. Hasta ziyareti yapan kimsenin hasta için moral verecek şeyler söylemesini ve ona dua etmesini de tavsiye etmiştir.

Eğer hasta ölmek üzere olan birisi ise, ona ölümün getireceği nimetlerden bahsetmek gerektiği gibi ona kelime-i şehadeti de telkin etmeyi tavsiye etmiştir. Dünya imtihanının son aşamasına gelmiş olsa bile, imanı yenilemenin kendisine fayda getireceği umut edildiğinden kişiye iman etmesi telkin edilir.

Ayrıca ölmek üzere olan birisinin yanında Kur’an okumak gerektiği de nice hadislerde ifade edilmektedir. Bundan maksat da kişiye iman hakikatlerini hatırlatıp, iman üzere ölmesine vesile olmak, Kur’an okunan yere rahmetin inmesi vesilesiyle ölecek olan kişi mü’min ise o rahmetten istifade ederek ruhunu rahat bir şekilde teslim etmesine vesile olmak içindir.

Ölüm Sırasında Yapılacaklar

Burada gündeme getireceğimiz hususlar dinin şart olarak gördüğü hususlar değildir. Fakat bu hususlara önemle riayet etmemiz gerektiğini hatırlatmış olalım. Bunları şu şekilde saymak mümkündür:

  • Ölmek üzere olan birisini, önce sağ yanına yatırarak yüzünü kıble istikametine çevirmek,
  • “La ilahe illallah” (Allah’tan başka ilah yoktur) kelimesini onun duyabileceği bir ses tonuyla telkin etmek. Fakat söylemesi için onu zorlamamak,
  • Hasta vefat edince gözleri açık kalırsa gözleri kapatmak. Ağzı açık kalırsa çenesinin altından başının üzerine bir bez parçasıyla bağlamak. Eklem yerleri düz değilse düz hâle getirmek. Bacakları karnına doğru kırık bir vaziyette ise, düz hâle getirilmesi gerektiği gibi kollar da düz bir şekilde yanlara getirilir. Yakınları olan kimseler tarafından üzerindeki elbiseler çıkartılarak bir bez parçasıyla vücudu örtülür.
  • Vücudu şişiyorsa üzerine metal bir şeyler konulur.

Cenazenin Yıkanması

Cenazeye karşı yapılması gereken vazifelerden bir tanesi de cenazeye gusül abdesti aldırılmasıdır. Cenazeyi, yakınlarından birisinin yıkaması daha faziletlidir. Yıkayan kişinin mahrem olan kimselerden olması gerekir. Koca, ölen karısını yıkamamalıdır. Çünkü ölüm nikâhı bitiren bir durumdur. Erkekleri erkek kimseler, kadınları da kadınların yıkaması gerekir. Eğer bu mümkün değilse, o zaman mahrem olan birisi yıkamalıdır.

Yine cenâzeyi yıkayan kişinin, abdestli olması da müstehaptır. Yıkama işlemi yapılırken vefat eden kimse için af istenmelidir. Yıkama işlemi için üzerinde varsa elbiseleri çıkartılmalı, göbek ile dizkapakları arası bir örtüyle örtülmelidir.

Mevta yıkanırken saçları taranmamalı, tırnakları kesilmemeli, sünnet olmamışsa sünnet edilmemelidir. Yıkayan kimse, önce eline bir bez alarak önce ölenin avret yerlerini yıkar. Sonra namaz abdesti gibi abdest aldırır. Abdest aldırırken ağzına ve burnuna su dökmez sadece buraları eliyle mesh eder. Yıkama esnasında güzel kokan sabun kullanılması daha iyidir. Sırtüstü yere yatırılan mevtanın önce yukarıda kalan kısmı yıkanır, sonra sol tarafına çevrilerek sağ tarafı yıkanır, sonra da sağ tarafa çevrilerek sol tarafı yıkanır. Bu kısım yıkandıktan sonra mevtanın başı biraz yukarı doğru kaldırılır. Varsa idrar yollarında pislik dışarıya çıksın diye. Eğer idrar yollarından pislik çıkarsa onlar temizlenir. Böylece yıkama işlemi sona ermiş olur ve mevta havluyla kurulanarak kefenlenmek için başka bir yere alınır.

Cenazenin Kefenlenmesi

Vefat eden erkek ve kadın her Müslümanı kefenlemek farzdır. Erkeğin kefeninin efdal olan şekli şöyledir; Biri “kamîs” (gömlek), diğeri “izâr” (don), bir diğeri de “lifâfe” (sargı) olmak üzere üç parça beyaz bezden oluşur. Önce kamîs ve izâr boyundan ayaklara kadar sarılır. Sonra lifâfe denilen bezle ayakları ve başı da içinde kalacak şekilde sarılır.

Kadınların kefenleri ise bu üç parça beze ilave olarak, başörtüsü ve göğüs örtüsü olmak üzere toplamda beş parça bezden oluşur. Tabi kefenin, erkeklerde üç kadınlarda da beş parça olması zorunlu değildir. Tek parça bezle de kefenleme yapılsa farz için yeterlidir.

Kefenin renginin beyaz ve vücuda hava aldıracak bir kumaştan oluşması daha iyidir. Ayrıca kefen olarak kullanılacak bezin güzel kokularla tütsülenmesi daha iyidir. Yine kefenin kişinin geriye bıraktığı maldan karşılanması daha faziletlidir. Yalnız ölen kimse evli bir kadın ise onun kefen masrafı kocasına aittir.

Cenaze Namazı

Müslüman olup da vefat eden bir kimseye karşı yapılması gereken görevlerden bir tanesi de onun cenaze namazını kılmaktır. Cenaze namazı farz-ı kifâye olan bir ibâdettir. Yani bir kısım Müslümanın kılmasıyla diğerlerinden sorumluluğun kalktığı ibâdetlerdendir. Eğer bir beldede vefat eden bir Müslümanın cenaze namazını hiçbir kimse kılmazsa, bütün belde halkı, bu farzı terk etmiş olacaklarından dolayı Allah indinde sorumlu olurlar.

Müslüman olamayan veya Müslüman olduğunu söylediği halde İslâm’ın koyduğu hükümleri kabul etmeyen, günümüz için geçerli olmadığını söyleyen, hafife alan, alay konusu edinen, mü’minleri bırakarak kâfirleri dost edinen kimselerin cenaze namazları kılınmaz. Kur’an, Müslüman olduklarını söyledikleri halde münafıkların cenaze namazlarını kılmaktan Efendimizi ve Müslümanları menetmiştir; “Onlardan ölen hiçbirine asla namaz kılma ve kabrinin başında durma. Çünkü onlar Allah’ı ve Resûlünü inkâr ettiler ve fâsık olarak öldüler.” (Tevbe, 84)

Bugün ne yazıktır ki hayatlarında İslâmî değerlere bağlı kalmayan, hatta İslâmî değerlerle mücadele eden kimselerin; kendilerini İslâm’a nispet ediyorlar diye cenaze namazları kılınmaktadır. Bu durum İslâmî açıdan asla kabul edilebilir bir durum değildir. Lakin diyanet kurumu, Allah’ın dininin temsilcisi değil, resmi Türk dininin temsilcisi olduğundan dolayı, kimliğinde Müslüman yazan bir kimse öldüğünde camiye getirilince onun İslâmî değerlere bağlı olup olmadığını dikkate almadan cenaze namazını kılmaktadır. Oysa cenaze namazı, kimliğinde Müslüman yazan kimseler için değil, İslâm dininin öngördüğü şekilde iman eden ve hayatını da bu inancına göre yaşamaya çalışan kimseler için kılınmalıdır.

Burada şunu da hatırlatmak gerekir ki içinde yaşadığımız toplum, maalesef İslâm’ın öngördüğü şekilde bir hayat yaşamamaktadır. Bu sebepten dolayı da bu toplumda vefat edenlerin çoğunluğunun Müslüman olarak ölmeleri de söz konusu değildir.  Vefat edenler arasında tanımadığımız kimselerin imanlarına şahitlik edemeyeceğimiz gibi bu kimselerin cenaze namazlarını da kılmaktan sakınmalıyız. Çünkü cenaze namazını kılmak demek, o kimsenin Müslüman olduğuna kanaat getirerek şahitlik etmek demektir. Onun için istiğfarda bulunmak anlamına gelmektedir. Oysaki dinimiz bize, Müslüman olmayan kimseler için dua ve istiğfarda bulunmayı yasaklamıştır. Konunun hükmünü beyan eden bir âyette şu şekilde buyurulmaktadır;  “Onların bağışlanması için Allah’a ister dua et ister etme; onların affedilmesi için yetmiş kere de dua etsen Allah onları bağışlamayacaktır. Çünkü onlar Allah ve resulünü inkâr etmişlerdir. Allah günaha batmış kimseleri doğru yola iletmez.” (Tevbe, 80) Bu âyetin, kendilerini İslâm’a nispet ettikleri hâlde, Kur’an tarafından bu iddiaları kabul edilmeyen münafıklar hakkında indiğini de hatırlatmış olalım. Hele bir de günümüzde olduğu gibi, tanımadığımız kimseler hakkında cenaze imamının; “iyi bir mü’min olduğuna şahitlik eder misiniz?” sorusuna; “ederiz” diyerek, yalancı şahitlik yapmamız asla doğru değildir. Bu şekilde yalancı şahitlik yapılması, kişiyi vebale sürükleyecek bir davranıştır. İmanlı bir insan olduğuna tanıklık yapmadığımız birisi için şahitlik yapmamak Allah indinde günah değildir. Fakat tanımadığımız birisinin mü’min olduğunu söyleyerek tanıklık yapmak kişiyi günaha sürükler. Dolayısıyla tanımadığımız insanlar için şahitlik yapmaktan kaçınmamız gerektiği gibi tanıdığımız halde imanına şahitlik edemeyeceğimiz kimseler için de şahitlik yapmaktan sakınmalıyız.

Ayrıca, vefat eden bir Müslümanın arkasından olumsuz manada konuşmak doğru bir davranış değildir. Olumlu yönlerini gündeme getirmek, olumsuz yönlerini ise Allah’a havale etmek vefat eden kimsenin geride kalanlar üzerindeki haklarındandır.

Cenaze Namazı Nasıl Kılınır?

Cenaze namazı, rükûsu ve secdesi olmayan, dört tekbirle kılınan bir namazdır. Aslına bakılırsa cenaze namazı, vefat eden kimseye dua etmekten ibaret bir namazdır. Abdestli olmak ve kıbleye yönelmek, bu namaz için de şarttır. Ayakta duramayacak kadar bir özrü olmayan kimselerin bu namazı ayakta kılmaları gerekmektedir.

Cenaze namazının şartı niyettir. Vefat eden kimse, kadın ise niyette kadın kastedilmeli, erkekse erkek kastedilmelidir. Cenaze namazına duran bir kimse, Allah rızası için namaz kılmaya, Efendimiz için salavat getirmeye, ölen kimse için de dua etmeye ve imama uyuyorsa da imama uymaya niyet etmelidir. Cenaze namazının rükûnları ise: Alınan tekbirler ve ayakta durmaktır. Ayrıca şu şartlar da zikredilmiştir: Vefat edenin Müslüman olması, kendisinin ve namaz kılınan yerin temiz olması, cenazenin cemaatin önünde olması, vücut azalarının başla birlikte çoğunun olması, binek üzerinde değil yerde ve ayakta kılınması gibi.

İmam niyet ederek tekbir alır, cemaat de imama uyarak niyet ederek tekbir alır. Sonra namaza giriş duası olan “sübhâneke” gizli olarak okunur. Sonra imam bir tekbir daha alır ve hep beraber “salli ve bârik” dualarını yine gizli olarak okurlar. Sonra imam bir tekbir daha alır ve bu defa “cenaze duasını” gizli olarak okurlar. (Bu duayı bilmeyenler ölen kimse için bağışlanma içeren başka bir dua da okuyabilirler.) Sonra imam bir tekbir daha alır ve önce sağa sonra da sola selam vererek namazı bitirir.

Kadınlar da cenaze namazına iştirak edebilirler. Bu durumda kadınların en arka safta durmaları, bu mümkün değilse safların kenarlarında durmaları, erkeklerle yan yana durmamaları gerekmektedir.

Birden fazla kişinin cenaze namazları kılınacaksa, her biri için ayrı ayrı kılmak daha doğrudur. Fakat hepsi için tek bir namazın kılınması da yeterlidir.

Cenaze namazı mekruh vakitler dışında her zaman kılınabilir.

Ölü doğan çocuğun cenaze namazı kılınmaz. Doğumdan sonra ölen her Müslümanın cenaze namazı kılınır.

Babasını ve annesini zulmen öldüren, eşkıyalık yaparak veya küfür amelleri işleyerek Müslüman kimliğine helal getiren kimselerin cenaze namazları kılınmaz.

Cenazenin Taşınması ve Defni

Vefat eden bir kimsenin bir an önce gusül, kefenlenme ve cenaze namazı gibi işlemlerinin bitirilerek kabrine konulması gerekmektedir. Bu konuda acele etmek, dinimizin emrettiği bir husustur. Dolaysıyla bir zaruret durumu olmadığı sürece cenazeyi bekletmek caiz değildir.

Cenaze taşınırken dikkat edilmesi gereken hususlar ise şunlardır: Kabristan yakınsa, cenazeyi omuzlarda taşıyarak kabre götürmek daha faziletlidir. Cemaatin cenazenin arkasında yürümesi daha faziletlidir. Cenazeyi taşırken hızlı hareket etmek daha güzeldir. Cenazenin yanından geçtiği kişilerin ayağa kalkmaları faziletli bir davranıştır.

Cenaze, yüzü sağa çevrilince kıbleye gelecek şekilde kabre konulur. Cenazenin üzerine toprağın gelmesini önlemek için taş veya tahta cinsinden şeyler konulur. Sonra üzeri toprakla kapatılır. Cenaze defnedilirken Kur’an okunması sünnette olan bir uygulama değildir. Lakin günümüzde sanki dinin kesin emriymiş gibi yapılmaktadır.

Ayrıca, vefat eden kimse kabre konulduktan sonra “telkin” adıyla yapılan uygulama da bid’at olan bir uygulamadır. Şöyle ki; vefat eden kimse kabre konulduktan sonra insanlar kabrin etrafından ayrılınca imam, cenazenin baş tarafına geçerek, kısık bir ses tonuyla; “Sana soracaklar; Rabbin kim diye? De ki Rabbim Allah” Yine dinin, kitabın, peygamberin kim diye de önce soru sorup sonra da cevapları söylenir.

Bu uygulamanın yapılma sebebi, hadis rivayetlerinde kişi vefat edip de kabre konulunca meleklerin gelerek mevtayı sorguya çektikleri, sorduğu soruların da yukarıda imamın cevaplarını verdiği sorular olduğu söylenir. İmamın okuduğu cevapları mevtanın duyarak, meleklerin soracağı sorulara doğru cevaplar vereceği düşünülmektedir. Oysaki vefat eden bir kimsenin dünyadakileri işittiği ve bu vesileyle de dünyadan haberdar olduğu hususu Kur’an tarafından ifade edilmemektedir. Fakat tarihi süreç içerisinde bazı rivayetlerin de böyle bir anlayışa kapı aralayacak şekilde bir anlam içermesinden dolayı bu tür anlayışlar Müslümanlar arasında kabul görmüştür.

Bu uygulamanın bir başka problemli yönü ise: kabir hayatı ile dünya hayatını aynı görmektir. Nasılki sınava tabi tutulan bir kimse kendisine sorulan soruların cevaplarını bilmiyorsa ve bir başkası tarafından kendisine hatırlatılınca doğru cevap verebiliyorsa, aynısını kabir hayatı için de düşünüyor.

Kişi sorulan sorulara doğru cevap verdiğinde ne tür kazanımları olmaktadır?

Rivayetleri dikkate aldığımızda bu kimselerin kabir azabından kurtuldukları ifade edilir. Peki, kabir azabı varsa -ki bazı hadis rivayetlerinde var olduğu ifade edilir ve Kur’an’da açık bir şekilde bahsedilmese de atıf yoluyla gündeme getirildiği kabul edilir- bu azabı hak etmiş birisinin, kendisine verilen kopyalardan dolayı azaptan kurtulması söz konusu oluyorsa, o zaman Allah’ın vaadi ne olacaktır. Herkese bu şekilde kopyalar verildiği için kimse kabir azabı görmeyecektir! Oysaki başka hadis rivayetlerinde mü’min olarak ölmeyen kimselerin Meleklerin sorduğu sorulara doğru cevap veremedikleri ifade edilmektedir. Doğru veya yanlış cevap vermenin ölçüsü olarak hadislerde, “iman etmesi” gündeme getirilir, fakat kopya verilmesinden bahsedilmez. Madem iman edenler doğru cevap verecek o zaman kopya vermeye ne hacet. Mü’min değilse kopya vermenin ona ne faydası olacak. Zaten doğru cevaplar veremeyecek.

İşte tüm bu sebeplerden dolayı ve ayrıca Efendimizin ve onun güzide ashabının böyle bir uygulama yapmamalarından hareketle, bu tür uygulamalardan şiddetle kaçınılmalıdır. Allah’ın dinini, Kur’an ve sahih sünnette gündeme geldiği şekliyle yaşamaya çalışmalıyız. Belki faydası olur diye, dinde olmayan bir davranış yapılmamalıdır.

Bir yakını vefat etmiş olan kimselerin cenazeye katılanlara yemek yedirmesi, dinin uygun gördüğü bir uygulama değildir. Böyle bir durumda cenaze sahipleri bir taraftan kaybettikleri insanların acısını yaşarken, bir taraftan da cenazeye katılan insanların karnını doyurmakla uğraşmaktadırlar. Oysaki cenaze sahiplerinin insanlara yemek yedirmek işiyle uğraşmamaları, hatta cenaze evine başta akrabalar ve komşular olmak üzere, diğer insanların yemek getirmeleri Efendimiz tarafından tavsiye edilmiştir.

Yine dinimiz ölümün getirdiği üzüntü ve acının sürekli diri tutulmasını doğru görmeyerek yakını ölen kimselere taziye süresini üç günle sınırlı tutmuştur. Fakat günümüzde olduğu gibi şehirlerarası hatta ülkeler arası taziye ziyaretlerinin olduğu bir durumda, taziye zamanının da uygun bir zaman aralığında değerlendirilmesi daha doğrudur. Efendimiz zamanında genelde insanlar yakın yerlerde oturdukları için taziyede bulunma sorumluluklarını üç günde rahat yerine getirebiliyorlardı. Günümüzde ise bu zaman aralığı yeterli gelmemektedir. Dolayısıyla da makul bir zaman aralığında yapılmasının dinen bir sakıncası yoktur. Taziyeyle ilgili bir durumu daha hatırlatmadan geçmemizin doğru olmayacağı kanaatindeyiz. O da; taziyelerde, hemen her taziyeye gelen kişi için Fâtiha sûresini okuma âdetidir. Vefat eden kimse için taziye sunmaya gelenler mutlaka Fâtiha sûresini okurlar. Bu adet ne Kur’an’da emredilen bir emir, ne de Efendimizin sünnetinde yer bulan bir adettir. Daha sonraları Müslümanların adetleri arasına girmiş ve âdeta dinin temel emirlerinden birisi gibi algılanır olmuştur. Gelinen noktada taziye ziyaretinde Fâtiha sûresini okumazsanız sanki dinin emirlerine karşı çıkıyormuşsunuz gibi kabul edilmektedir. Hele bir de okumanın yanlış oluğunu söylüyorsanız daha büyük bir kabahat işlemiş muamelesi görmeniz kaçınılmaz olmaktadır.

Dinle ilgili konuların hemen hepsinde kaynağımızın, Kur’an ve Efendimizin sünneti olması gerekmektedir. Kur’an ve sünnette bulunmayan konuları dinin temel bir emriymiş gibi kabul etmek, Efendimiz tarafından bid’at olarak adlandırılmıştır. Her bid’atin de kişiyi sapıklığa götürerek, neticede cehenneme sokacağı ifade edilmiştir. Efendimizin hutbelerine şu şekilde başladığı rivayet edilir; “Şüphesiz ki sözlerin en doğrusu Allah‘ın kitabıdır ve yolların en güzeli de Muhammed’in (s.a.s.) yoludur ve işlerin en şerlisi sonradan çıkarılanlardır ve her sonradan çıkarılan bid'attır ve her bid'at dalâlettir ve her dalâlet de ateştedir.” (Ahmed İbn Hanbel, 3. Cilt, 319-371; Müslim, 2, 592)

ALLAH YOLUNDA ÖLDÜRÜLMEK (ŞEHİTLİK)

İslâm’a göre ölümlerin en güzeli Allah yolunda mücadele ederken ölmektir. Bir kimse, Allah’ın dinini hâkim kılmak için mücadele ederken ölürse, bu kimseye şehit denilir. Hatta bu kimse yatağında ölürse bile şehit olarak kabul edilir. Bütün bunlarla birlikte fıkhi manada şu kimselere şehit denilir; başta savaş olmak üzere, Allah’ın dinini aziz kılmak için çalışırken ölen kimseler.

Konuyla ilgili Kur’an’da şu şekilde buyurulur; “Allah yolunda öldürülenler için "ölüler" demeyin. Hayır, onlar diridirler, fakat siz bilemezsiniz.” (Bakara, 154)

“Allah yolunda öldürülenleri sakın ölüler sanma! Bilâkis onlar diridirler; Allah’ın, lütuf ve kereminden kendilerine verdikleriyle sevinçli bir halde rableri yanında rızıklara mazhar olmaktadırlar. Arkalarından gelecek ve henüz kendilerine katılmamış olan şehid kardeşlerine de hiçbir keder ve korku bulunmadığı müjdesinin sevincini duymaktadırlar.

Onlar Allah’tan gelen bir nimet, bir lütuf sebebiyle ve Allah’ın, müminlerin ecrini zayi etmeyeceğinden dolayı sevinç içerisindedirler.” (Âli İmran, 169-171)

Konuyla ilgili olarak Efendimizin ise şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir; “Ebû Musa el-Eş’ârî naklediyor, diyor ki: “Biz Resulullah (s.a.s) ile beraber oturuyorken Medine dışından bir adam; yani bir bedevi geldi ve şöyle bir soru sordu: ‘Ya Resûlullah! Bir adam, bir savaşa ganimet elde etmek için çıksa, bir diğeri başkaları tarafından övülmek, anılmak, taltif görmek için çıksa, bir başkası mevki, makam, şan için yani kendi konumunu yüceltmek için çıksa ve bunlar için cihad etse, bunların hangisi Allah yolundadır?” Efendimiz cevap olarak buyurdu ki;

“Her kim sadece ve sadece Allah’ın kelimesi en yüce olsun diye savaşırsa, onunkisi Allah yolundadır.” (Buhârî, Kitâbü’l-Cihâd, 16; Müslim, Kitâbü’l-İmâret, 42)

Görüleceği üzere, Allah yolunda mücadele ederken ölmek, dinimiz tarafından çok yüce bir mertebe olarak görülmüş ve bu kimselerin karşılaşacağı mükâfatın diğer kimselerden farklı olacakları ifade edilmiştir. Kur’an’da, özelikle Allah yolunda savaşırken ölenlere ölü denilmemesi gerektiği ifade edilmektedir. Yine bu kimselerin Allah’ın kendilerine ikram ettiği nimetlerle rızıklandıkları söylenmektedir. Bütün bunlar bize göstermektedir ki Allah yolunda savaşırken ölen ile diğer ölüler, öldükten sonra aynı akıbetle karşı karşıya kalmamaktadırlar.

Yukarıda meallerini paylaştığımız konuyla ilgili âyetlerin Allah yolunda ölenler için gündeme getirdiği “ölüler demeyin” ifadesinden yola çıkarak, bu kimselerin dünya ile olan ilişkisi hâlâ devam etmektedir, yaşamlarını hâlâ sürdürüyorlar şeklinde anlaşılması doğru değildir. Bu tür anlayışlar, sağlam mesnedi olan anlayışlar değildirler. Allah yolunda da olsa bir kimse öldüyse, diğer ölüler gibi dünya ile olan ilişkisi sona ermiş demektir. Şehitlerin diğer ölülerden bu yönüyle değil, öldükten sonra gerek kabir hayatlarında, gerekse de kıyamet sonrası hayatlarında muhatap olacakları mükâfatlar yönüyle farklılıkları vardır.

Allah’ın dinini aziz kılmak amacı dışında bir maksat için mücadele edip de ölen kimselere, şehit denilmesi şehadet kavramını tahrif etmekten başka bir anlam taşımamaktadır.

Günümüzde ne yazıktır ki Müslüman olduğunu idia edenler bile; demokrasi, vatan, bayrak, millet gibi değerler uğruna ölen kimselere şehit diyebilmektedirler. Var oluş felsefesi itibariyle İslâm ile uyuşması mümkün olmayan demokrasi için mücadele ederken ölen kimseleri şehit diye isimlendirebilmektedirler. Bundan daha garibi ise, dini reddeden komünist felsefeyi savunanlar bile kendi ölülerine şehit diyebilmekteler. Yine İslâm dışı laik ve Kemalist devleti korumakla görevli olanlar, görevleri başındayken ölmeleri durumunda şehit olarak isimlendiriliyorlar. Bu kimselerin din düşmanı olmaları da bu durumu değiştirmemektedir. Bu kimselerin İslâm nazarında şehit olmaları mümkün değildir. Bu kimseler için şehitlik kavramını kullanmak açıkça dini kendi çıkarları için istismar etmekten başka bir şey değildir. Ne yazıktır ki laik ve Kemalist devlet, dine sosyal hayatın bütününde hayat hakkı vermediği halde, kendi çıkarları için ölen kimselere dinin kavramlarını istismar ederek şehit diyebilmektedir. Bununla insanların dini duygularını istismar ederek asıl kimliklerini örtbas etmektedirler. Vatan için ölenlerin şehit olduğunu söyleyerek hem asker ve polisleri çok rahat ölüme gönderiyor, hem de bununla ailelerini ikna ve teselli edebiliyorlar.

Vatan, bayrak, millet, demokrasi vb. değerler için ölenler değil, ancak Allah’ın dinini yüceltmek için mücadele ederken ölenler şehittir. Laik ve Kemalist devletin ne kendisinin ne de onun için ölenlerin Allah’ın dinini yüceltmek gibi bir gayeleri yoktur. Hatta demin de ifade ettiğimiz gibi devletin dine karşı açık bir tavrı söz konusudur. Ölen asker ve polisin de Allah’a, Allah’ın istediği şekilde iman etmedikleri ortadadır. Bu kimselerin çoğunun dinle alakası neredeyse kalmamıştır. Allah’ın emirlerini yerine getirmedikleri gibi yasaklarından da kaçınmamaktadırlar. Dolayısıyla bu şekilde olan kimseler için şehitlik kavramını kullanmak istismardan başka bir şeyle izah edilemez.

Allah yolunda savaşırken öldürülen, İslâm devletinin sınırlarını korurken düşman tarafından öldürülen, İslâm devletinde asî ve teröristleri yakalarken bunlar tarafından öldürülen ancak şehittir ve şehitler; yıkanma, kefenlenme ve cenaze namazlarının kılınması bakımından diğer cenazelerden farklıdırlar.

Şehitler, üzerlerindeki elbiselerle kefenlenirler. Üzerlerindeki elbiseler çıkartılarak başka bir şeyle kefenlenmezler. Efendimiz, şehit olan arkadaşlarının üzerlerindeki elbiseleriyle kefenlenerek defnedilmelerini emretmiştir.

Aynı şekilde şehit olan kimseler yıkanmazlar. Bunun sebebi Allah için mücadele ederken öldükleri hâl üzere gömülmeleri ve hesap günü Allah’ın huzuruna o şekilde gitmeleri içindir. Yani bir kimsenin, kendisine en sevimli gelen canını Allah için feda etmesinden dolayı vücudunda bulunan yara, kan vb. durumlarla Allah’ın huzuruna gitmesi ve böylece de durumunun kendisi hakkında şahitlik yapması sebebiyledir.

Hanefî mezhebine göre: Şehitlerin cenaze namazı kılınır, fakat cumhur-u ulemaya göre, kılınmaz. Cenaze namazı, ölen bir kimse için Allah’tan af talebinde bulunmak için kılınmaktadır. Şehitler için ise af talebinde bulunmaya gerek yoktur. Onlar, hayatlarını imanlarına feda etmiş kimselerdirler.

Ayrıca sahih bir imana sahip olan kimseler, doğal afet dediğimiz; yangın, sel, deprem, salgın hastalık vb. olaylar sebebiyle ölürlerse onlar da manen şehit kabul edilirler.

Yine şunu hatırlatmak gerekir ki bir kimse, Allah yolunda savaşırken bile ölse ona “mutlak anlamda şehit” demek yerine, “inşaAllah şehittir” demek daha doğru bir yoldur. Çünkü biz insanların kalplerine nüfuz edememekte ve savaşırken Allah için savaşıp savaşmadığını tümüyle bilmemiz söz konusu olamamaktadır. Bu kimselere dünyevi olarak şehit muamelesi yapsak dâhi, uhrevi anlamda şehit muamelesi göreceklerini bilemeyiz. Bundan dolayı ihtiyatlı olmamız daha doğrudur.

Son olarak şunu da ifade etmek gerekir ki her Müslüman şehit olarak ölmek istemeli, bunun için Allah’tan niyazda bulunmalıdır. Madem ölüm tek bir defa gelecek, onun da Allah’ın dinini yüceltirken olması istenmelidir. Efendimiz de şehit olarak ölmeyi arzu ettiğini şu ifadelerle bize bildirmiştir; “Muhammed’in nefsini kudret elinde tutan Allah’a yemin ederim ki Allah yolunda savaşmak ve öldürülmek, sonra savaşmak ve yine öldürülmek, sonra yine savaşmak ve öldürülmek isterdim.” (Buhârî, İmân, 26)

KABİR HAYATI VE KABİR ZİYARETİ

İnsanoğlunun hayat evlerinden bir başkası da dünya imtihanı bittikten sonraki uğrayacağı “kabir hayatı” evresidir. İnsanın vefatıyla yeniden diriliş arasındaki süreyi kapsamaktadır. İnsanın bu evrede nasıl bir akıbetinin olduğuna dair Kur’an’da açık bir nas yoktur. Sadece Firavun ve hanedanı hakkında varit olan bir âyet-i kerimede geçen ifadeler, âlimler tarafından kabir hayatıyla ilgili olarak yorumlanmıştır. İlgili âyette şu şekilde buyurulur; “…Firavun ailesini ise şiddetli bir azap kuşatıp yok etti. Bu azap, onların sabah akşam sokulacakları ateştir. Kıyamet koptuğunda, "Firavun ailesini en şiddetli azabın içine atın!" denilecek.” (Mü’min, 45-46) Bu âyet-i celiledeki “sabah akşam sokulacakları azap” ifadesinden sonra bir de “kıyamet koptuğunda” ifadesiyle ikinci bir azaptan bahsedilmektedir. Âlimler iki ayrı azaptan bahsedilmesi sebebiyle, birinci azabın kabir azabı olacağını söylemişlerdir. Kabir azabının olup olmadığı konusu Kur’an’da sarih bir şekilde geçmediği için itikadi alanla ilgili bir konu olmadığını hatırlatmış olalım. Kabir azabını kabul etmeyen kimseler bu sebepten dolayı tekfir edilemezler.

Kabir azabıyla ilgili çok sayıda hadis rivayeti vardır. Âlimler hadis rivayetlerini esas görerek kabir azabının söz konusu olacağını ifade etmişlerdir. Bu hadis rivayetlerinde; vefat eden kimse kabre konulunca kendisine bir takım sorular sorulduğu, sorulara doğru cevap verenlerin kabir hayatlarının rahat geçeceği, sorulara doğru cevaplar veremeyenlerin ise azap çekecekleri; insanlar arasında koğuculuk yapmanın ve tuvalet ihtiyacını giderirken elbisesine idrar sıçratmamak için dikkat etmeyen kimselerin kabir azabı göreceği ifade edilmektedir. Yine Efendimizin dualarında kabir azabından da Allah’a sığındığı ifade edilmektedir.

Kur’an’da, insanların sorguya çekilmesi, azap veya mükâfat görecekleri yer olarak kıyamet sonrasının ifade edildiğini görmekteyiz. Kıyametten sonra insanların hesaba çekilecekleri konusu, dinin esaslarındadır. Asıl sorgu ve karşılığın kıyamet ve sonrasında olduğunu bilmeliyiz.

Bununla birlikte, kabirde de bunun bir ön hazırlığı söz konusu olabilir mi?

Asıl ceza ve mükâfat yeri ahiret olduğu halde Kur’an, dünyada da azap ve mükâfatın olabileceğini ifade etmektedir. Bazı kimselere yaptıkları salih amellerin karşılığı olarak yardım ettiğini/edeceğini, bazı kimselere de yaptıkları cürümlerden dolayı cezalar verdiğini/vereceğini ifade etmektedir. İşte bunun gibi avans cinsinden olarak kabirde de kişilerin azap görmesi söz konusu olabilir. Dünyada kısmi de olsa azabın olması Kur’an’ın azap ve mükâfat konusunda koyduğu ölçülere ters olmadığı gibi kabirde de azabın olması zannımızca Kur’an’a ters olmasa gerekir. Lakin tekrar söylemek gerekir ki bu konu, akideye taalluk eden bir konu değildir. Bu konuyu akideyle ilgili görenler bu yönüyle hata yapmaktadırlar.

İslâm, vefat eden bir kimsenin kabre konulmasını emrederek insana verdiği değeri ortaya koymuştur. Ayrıca kabirlerin zaruret olmadığı sürece dokunulmazlığından bahsederek kişinin ölüsüne de saygı duyulmasını istemiştir. Kabirler adeta ölen kimselerin evleri gibidir ve bundan dolayı da dokunulmazlığı vardır. Bununla birlikte, bir kabrin Müslümanların genel maslahatına engel olması durumu varsa başka yere nakledilmesi, yine insanların şirke yönelmelerine sebep olma durumları varsa yıkılmaları söz konusu olabilmektedir. Çünkü insanları şirkten korumak daha büyük ve tüm toplumu ilgilendiren bir maslahattır. Böyle durumlarda kişinin maslahatı değil, toplumun maslahatı/faydası dikkate alınır.

Vefat eden bir kimsenin bedeni parçalanmış ve vücudundan çok az bir parça kalmışsa bile, bulunan parçanın kabre konulması gerekmektedir.

Kabirlerin sade ve gösterişten uzak olması da dinimizin istediği hususlardan bir tanesidir. Fakat buna rağmen Müslümanların tarihine baktığımızda idarecilerin ve özellikle de evliya olarak kabul edilen kimselerin mezarlarının görkemli bir şekilde inşa edilerek bu hususun görmezlikten gelindiğini görmekteyiz. Anıt mezar geleneği, cahiliye anlayışlarından Müslümanların gelenekleri arasına sirayet eden bir yaklaşımdır. Modern cahiliyenin de bu geleneği sürdürdüğünü görmekteyiz. Devlet adamlarının mezarlarının görkemli bir şekilde yapıldığına tanıklık etmekteyiz. Kadim cahiliyenin anıt mezarlarına, Mısır’daki piramitleri, modern cahiliyenin anıt mezarlarına da Mustafa Kemal’in Ankara’daki anıt mezarını örnek olarak verebiliriz.

Kabirlerin gösterişli bir şekilde yapılmasıyla ilgili olarak Câbir ibn Abdullah’tan nakledilmiştir ki Efendimiz, halka duyurarak; “Kabirlerin kireçle sıvanmasını, üzerlerine yazı yazılmasını, bina yapılmasını ve üzerlerine oturulmasını yasakladı.” (Tirmizî, Cenâiz, 58)

Ayrıca kabirlerin putlaştırılması da ne yazıktır ki Müslüman olduğunu söyleyenlerin arasına tarihi süreç içerisinde sirayet etmiştir. Bazı kimseler sâlih olarak kabul edilen zatların mezarlarının kişilere fayda ve zarar vereceklerine inandıkları gibi onların kabirlerinin yanında dua etmenin, duanın kabulüne daha etkili bir vesile olduğuna inanmaktadırlar. Ayrıca bu kimselerin kabirlerine adak adandığını, hediyeler sunulduğunu, bez bağlandığını vb. gibi nice putlaştırmaya sebebiyet verecek davranışlar sergilediklerini görmekteyiz. Efendimizin, kendi kabri için Müslümanları uyardığı bir hadis rivayetinde şu şekilde buyurulmaktadır; “Allah, Yahudi ve Hıristiyanlara lanet etsin. Onlar peygamberlerinin kabirlerini mescit haline getirdiler.” (Buhârî, Cenâiz, 42, 96) Bir başka rivayette de şu şekilde buyurulur; “Dikkat ediniz! Sizden öncekiler Nebilerinin ve sâlih kulların kabirlerini mescit edindiler. Siz kabirleri mescit edinmeyin, bunu size yasaklıyorum.” (Müslim, Mesâcid, 23)

Vefat eden kimselerin çok uzak yerlere nakledilerek oraya gömülmeleri geleneği doğru bir gelenek değildir. Asıl olan, kişinin öldüğü yerde uygun bir yere defnedilmesidir.

Yine özellikle kabir yeri bulmakta zorluk yaşanan büyük şehirlerde, vefat eden bir kimsenin cesedi kabrinde çürüdüğü zaman, onun yerine yakınlarından birisi daha gömülebilir. Bu hususun da dinen bir mahzuru yoktur. Efendimiz, Uhud savaşında şehit olan Müslümanların ikişer-üçer mezarlara konulmasını istemiştir. Bu da bize, bir mezara birden fazla kişinin konulmasının, zaruret durumlarında caiz olduğunu göstermektedir.

 

KABİR ZİYARETİ

Kabir ziyaretinde bulunmak, dinimiz tarafından teşvik edilmiştir. Efendimiz bir dönem kabir ziyaretini yasaklamış, bu konuda insanları eğittikten sonra ise serbest bırakarak teşvik etmiştir. Kendisi de sık sık kabir ziyaretinde bulunmuştur. Kabir ziyareti, özellikle kişiye ölümü hatırlatması sebebiyle Efendimiz tarafından tavsiye edilmiştir. Bize kadar gelen rivayetlerde görmekteyiz ki Efendimiz kabir ziyaretini şu şekilde yapardı; öncelikle kabir ehlinden iman edenlere selam verir[28] ve sonra da onlar hakkında duacı olurdu. Sonra da kabir ziyaretinin asıl yapılış maksadı olan ölüm ve sonrasını tefekkür ederdi. Çünkü kabir ziyaretinin iki sebebi vardır: bunların birincisi ölümü tefekkür etmek, ikincisi de kabirde yatan mü’minlere dua etmek.

Günümüzde kabir ziyareti konusunda birçok sünnet dışı uygulamaların olduğuna şahit olmaktayız. Bunları şu şekilde sıralayabiliriz:

  • Kabir ziyareti yaparken Fâtiha sûresi ve üç defa da İhlâs sûrelerini okumak. Ne Kur’an’da ne de Efendimizin uygulamalarında kabir ziyaretinde bulunurken Fâtih ve İhlâs sûrelerinin okunması gerektiğinden bahsedilmektedir. Bu uygulama tarihi süreç içerisinde Müslümanların uygulamaları arasına dâhil olmuş bir yaklaşımdır. Fâtiha sûresini okumak gerektiğini söyleyenler şöyle bir önermede bulunuyorlar; “Fâtiha sûresi dua içerikli olan bir sûredir ve dolayısıyla da onun dua maksadıyla okunmasında bir sakınca yoktur”. Oysaki bu iki sûrede, kabirde yatan kimseye dua ifadesi taşıyan herhangi bir sözcük bulunmamaktadır. Nasıl ki düğünde okunacak dua ile cenazede okunacak dua aynı değilse, düğünde yapılan duanın içeriği düğüne uygun olmalı ise, kabirde yapılacak duanın da kabir ehli ve kendisi için bağışlanma ifadeleri içermesi gerekmektedir. Yukarıda da geçtiği üzere Efendimiz kabir ziyareti yaparken, Fâtiha ve İhlâs sûrelerini değil orada yatan mü’min ve Müslümanlar için ve ayrıca da kendisi için duada bulunmuştur.
  • Kur’an-ı Kerim okumak: Kabir ziyaretlerinde bulunan hemen herkes, başta Yâsin sûresi olmak üzere Kur’an’dan bazı bölümleri ya kendileri okuyorlar ya da ücretle tuttukları kimselere okutuyorlar. Bu uygulamanın da ne Kur’an’da, ne de sahih sünnette bir karşılığı söz konusudur. Yani Efendimizin veya O’nun yetiştirmiş olduğu sahabelerin kabir ziyaretinde bulundukları zaman Kur’an okuduklarına dair herhangi bir rivayet yoktur. Hadis kitaplarında “Ölülerinize Yâsin okuyun” diye sıhhati çokça tartışılmış bir rivayet olsa da, bu hadisin ölümden sonrası veya kabir üzerinde okunması için değil, kişinin ölmeden önceki sekerat hâli için olduğu âlimler tarafından zikredilmektedir. Yani hadis; “ölmek üzere olanlara Yâsin okuyun” Âişe annemiz de hadisin bu manada olduğunu izah etmiştir.
  • Kabrin yanında okunan Kur’an’ın, kabirde yatan kimseye faydasının dokunacağına inanılmaktadır. Bu insanlara göre kabirde azap gören bir kimsenin kabrinin başında Kur’an okunursa ona yapılan azap kaldırılır. Oysaki dinin koyduğu temel bir prensip şudur ki; kişinin ödül veya ceza görmesi için asıl sebep dünyada yaptığı iyi veya kötü davranışlarıdır. Dünyadaki yaptığı davranışların karşılığı olarak azabı hak etmiş bir kimse için daha sonra yakınlarının yaptıkları uygulamalardan dolayı azapları hafifletilmez veya durdurulmaz. Böyle bir durum söz konusu olsaydı, zengin olan insanlar ücret karşılığında birilerini görevlendirerek kabirlerinin başında sürekli Kur’an okutur ve bu şekilde de kabir azabından kurtulurlardı. Aynı durumda olan fakir veya kimsesi olmayan kişiler de azap görmeye devam ederdi. Bu anlayışı iyice tahlil ettiğimizde görmekteyiz ki ne aklın verileriyle ne de dinin koyduğu ilkelerle örtüşmektedir.
  • Evliya olduğu iddia edilen kimselerin kabirlerinin insanlara fayda sağlayacağı inancı. İnsanların büyük bir kısmı da “büyük zât” olarak kabul edilen kimselerin kabirlerinin yanında yapılan duaların daha fazla kabule layık olacağı, buralara el yüz sürülmesinin hastalıkları iyileştireceği, çocuğu olmayanlara çocuk verileceği gibi faydalarının söz konusu olacağına inanmaktadırlar. Bu anlayış tamamen İslâm dışı bir anlayıştır. Ölülerin dirilere fayda ve zarar vereceği veya Allah’ın kabirlerde yatan kimseler sebebiyle insanlara farklı muamele edeceği inancı İslâm’ın onayladığı bir inanç değil, Hristiyanlıktan Müslümanlar arasına sirayet etmiş bir inançtır. Katolik Hıristiyanlar; aziz kabul ettikleri kimselerin kabirlerini ziyaret ederek onlar sebebiyle fayda elde edeceklerine inanmaktadırlar.

Kabir ziyareti konusunda yukarıda sıraladığımız uygulamalardan uzak durulması gerekmektedir. Bunların İslâmî bir temeli yoktur. Bu uygulamalar farklı dinlerden Müslümanların arasına sirayet etmiş uygulamalardır. Eğer bu uygulamaların faydası olsaydı bunu ilk önce Efendimiz, sonra da onun yetiştirdiği ashabı yapardı. Kur’an’da bulunmayan, Efendimiz tarafından da uygulanmayan bir şey, İslâmî olamaz.

İSKAT VE DEVİR

İskat; düşürmek, borçtan kurtarmak demektir. İbadetlerde iskat ise; namaz, oruç, kurban, adak, kefâret gibi ibâdetleri edâ veya kaza etmeden vefat eden bir kimseyi, bu borçlarından kurtarmak için yoksullara fidye ödeme işlemine denir.

Kur’an ve sünnette olmayan bu uygulama maalesef Müslüman halklar arasında çok yaygın olarak uygulanmaktadır. İskat, hayatının tamamında veya bir kısmında namaz kılmamış, oruçlarını tam tutmamış, adaklarını yerine getirmemiş bir kimse için öldükten sonra, bu ibâdetleri yerine getirmemenin cezasından bu kişiyi kurtarmak için malından yoksullara infak ederek cezadan kurtarma girişimidir. Bu uygulama tamamen bid’at olan bir uygulamadır.

Her ne kadar âlimler oruç tutmaya güç yetiremeyen kimseler için fidye vermeyi emreden nasları iskat için delil olarak sunmuşlarsa da bu nasların iskatin meşru olduğuna delil olabilmesi söz konusu değildir. Çünkü bir tarafta oruç tutamayacak kadar hasta veya yaşlı olan –yani ruhsat sahibi olan- bir kimsenin o ibâdet yerine fidye ödeme durumu vardır, diğer tarafta ise ihmal yüzünden veya önemsenmediği için yerine getirilmeyen ibâdetlerin iskat ve devirle tamamlanmaya çalışılması söz konusudur. Naslarda güç yetiremediği için oruçlarını tutamayacak kimselerin fidye vermeleri o yıl içinde istenirken, iskatta ise böyle bir durum söz konusu değildir. Kişi hayattayken tutmadığı oruçların veya namazların fidyesini vermemekte, öldükten sonra geriye bıraktığı maldan verilmektedir. Dolayısıyla naslarda gündeme getirilen fidye ile iskat arasında yer ve gök kadar fark vardır.

Kişinin kılması gerektiği halde kılmadığı namazların cezasından, geriye bıraktığı maldan infak ederek kurtulması söz konusu olsaydı, bu din zenginlere torpil geçen bir din olurdu. Aynı durumda olan fakir kimse, namazların iskatını veremediği için cezaya müstahak olurken, zengin kimseler için verilen iskat ile zenginlerin cezadan kurtulmaları söz konu olacaktı. Oysaki İslâm’da namaz ibâdetinin bedeli olabilecek başka bir ibâdet söz konusu değildir. Yani zengin olan bir kimse; “ben namaz kılmayayım, bunun yerine bir vakit namazın bedeli ne ise o miktarın çok daha fazlasını vereyim ve bu şekilde de namazdan da muaf tutulayım” diyemez. Dünyada böyle olduğu gibi, kişi vefat ettikten sonra da aynı durum söz konusu olamaz. Günümüzde ne yazıktır ki dinin emirlerini yerine getirmeyen veya getirmek istemeyen kimseler için, vefat ettiklerinde iskat verilmekte ve verilen bu iskatle de kişinin yapmadığı ibâdetlerin sorumluluğundan kurtulacağına inanılmaktadır.  

İskat uygulamasında zengin ve fâkir arasında oluşabilecek adaletsizliğe de âlimlerimiz! bir çözüm bulmuşlar ve “devir” diye bir şey çıkarmışlar. İbadet borcu olan bir kimsenin geriye bıraktığı mal ibâdet borçlarını ödemeye yetmiyorsa, var olan malı veya mal karşılığı parayı önce fakire verip sonra fakirden geri alıp, sonra yine fakire vererek tüm ibâdet borçları bitene kadar bu işlemi tekrar tekrar yapmayı da meşru görmüşler. Bu uygulamanın adı da “devir”dir. Böylece de vefat eden fakat ibadetlerini yerine getirmeyen kimseler yapmadıkları ibâdetlerin cezasından bu yolla kurtulmuş oluyorlar(!) Hem de yapmadıkları ibâdetlerin tam karşılığı olan fidye miktarını vermeden. Örneğin, kişi yapmadığı ibâdetlerin karşılığı olarak 50 bin lira fidye ödemesi gerekiyorken, devirle bu birkaç bin liraya halediliyor. Bu anlayışın Allah’ın dini olan İslâm ile yakından uzaktan bir ilgisi yoktur.

Allah’ın dini olan İslâm’ın iki tane asıl kaynağı vardır ve bunlar Kur’an ve sünnettir. Kur’an ve sünnete dayanmayan her türlü uygulama din nazarında bir anlam ifade etmemektedir. Hele Kur’an ve sünnete dayanmayan uygulamalar din adına yapılıyor veya dinin alanına giriyorsa bunlara bid’at denilmektedir. Bid’at dinin aslında olmayan, sonradan uydurularak dine nispet edilen her türlü uygulamayı ve düşünceyi kapsamaktadır. Dinimiz bid’atlerden yüz çevirmemizi emretmiş, bid’atlerin kişiyi dinden uzaklaştıracağı ve neticede cehenneme götüreceği ifade edilmiştir. Efendimizden konuyla ilgili olarak rivayet edilen bir hadiste şu şekilde buyurulur; “Şüphesiz ki sözün en doğrusu Allah‘ın kitabıdır ve yolların en güzeli de Muhammed’in (s.a.s) yoludur. İşlerin en şerlisi sonradan çıkarılanlardır ve her sonradan çıkarılan bid'attir ve her bid'at dalâlettir ve her dalâlet de ateştedir.” (Ahmed 3/319 ve 371; Müslim, 2/592; Nesâî, 3/188; İbni Mace, 45) Müslümanlar bu anlayış ve uygulamalardan şiddetle sakınmalıdırlar.

İSLÂM’DA VASİYET VE MİRAS HUKUKU

İslâm hukukunda önemli bir yer işgal eden konulardan bir tanesi de vasiyet ve miras hukukuyla ilgili konulardır. Biz, konunun detayına girmeden özet bir şekilde konuyu gündeme getirmek istiyoruz. Konuyla ilgili detay bilgiler almak isteyenler fıkıh kitaplarının ilgili bölümlerine müracaat edebilirler.

Bu iki hukuki müeyyide, vefat eden bir kimsenin vefatından sonra malı ve geriye bıraktığı hakları üzerinde, kendisine varis olacak kimselerin oluşan haklarıyla ilgilidir.

Vasiyetten doğan haklar, ancak vefat eden kimsenin şeriatin belirlediği ölçülere göre yaptığı vasiyette söz konusu olabilmektedir. Örneğin, birden çok varisi olduğu halde malının tamamını tek bir varisine vasiyet etmenin, şeriatin koyduğu ölçülere uymadığı için geçerliliği yoktur. Fakat malının üçte birini, sahip olduğu hak ve yetkileri ise herhangi bir kimseye vasiyet etmesi caizdir. Bu durumda vasiyet dikkate alınmalıdır.

Mirasta ise, vefat eden kimsenin geriye bıraktığı mallar, şeriatin belirlediği kimselere belirlenen miktarlarda dağıtılmalıdır. Şimdi bu kavramları biraz daha açalım:

Vasiyet ne demektir?

Vasiyet: Emretmek, bir işi birisine ısmarlamak, bir malı ölümden sonra bağışlama anlamında bir fıkıh terimidir. Terim olarak, dinî ilimlerden fıkıhta ve hadis usûlünde ayrı ayrı mânâlara gelmektedir. Fıkıh ıstılahında vasiyet iki ayrı anlamda kullanılmaktadır:

1- Bir malı veya menfaati ölümden sonraya bağlayarak bir şahsa veya hayır kurumuna karşılıksız olarak bağışlamak.

2- Bir kimsenin ölmeden önce, küçük çocuklarının mâli işlerini yürütmekte veya terekesinde tasarrufta bulunmakta birisini yetkili kılmasıdır.[29]

 Vasiyetin Meşrûiyeti:

Vasiyet, tüm İslâm müctehidlerine göre meşrûdur. Meşrûiyeti, Kitap, Sünnet ve İcmâ ile sâbittir; Kur’an’da: "Birinize ölüm geldiği zaman, eğer bir hayır bırakacaksa anaya, babaya, yakınlara uygun bir biçimde vasiyet etmek, Allah'tan korkanlar üzere bir borçtur.” [30] ve "İçinizden ölüp de dul eşler bırakanlara gelince, onlar eşlerinin evlerinden çıkarılmadan bir yıla kadar bıraktıkları terekeden faydalanmaları hususunda vasiyet etsinler. Eğer o kadınlar kendiliklerinden çıkıp giderlerse, iyilikle kendileri hakkında yaptıklarından size bir günah yoktur. Allah azîzdir hakîmdir." [31] buyurulmaktadır. Nisâ sûresinin 11 ve 12. âyetlerinde de ölenin bazı yakınlarının mirastaki hisseleri belirtilirken, bu hisselerin borçlar ödendikten ve vasiyetler tenfiz edildikten sonra hak sahiplerine ödeneceği beyan edilmektedir.

Hz. Peygamber'in hadislerinde de vasiyet teşvik edilmiştir. Mesela İbn Ömer'den rivayet edilen bir hadiste: "Bir Müslümanın vasiyet etmek istediği bir şey olup da, vasiyeti yastığının altında yazılı olmadan iki gece geçirmesi doğru değildir." [32] buyurulmaktadır. Hz. Peygamber bir başka hadisinde de: "Allah (c.c.) size, amellerinize ziyâde olarak ölümünüz esnâsında mallarınızın üçte birini tasadduk etti (vasiyet etme yetkisi verdi)."[33] buyurmuştur.

Bu âyet ve hadislerin delâleti doğrultusunda İslâm âlimlerinin tümü vasiyetin meşrûluğunda ittifak etmişlerdir. Dolayısıyla vasiyet icmâ ile de meşrûdur. [34] (Ahmed Kalkan, Kur’an Kavramlar Ansiklopedisi, Cilt 7, S. 1032-1033) Bütün bu deliller göstermektedir ki dinin koyduğu ölçüler dikkate alınarak yapılan vasiyetler meşrudur.  Bu şekilde yapılan vasiyeti vefat eden kimsenin yakınları yerine getirmekle sorumludurlar. Fakat İslâm hukukunun koyduğu ölçülere uygun olmayan vasiyetlerin bir geçerliliği yoktur. Varisler, bu tür vasiyetleri yerine getirmek zorunda değillerdir. Söz gelimi kendisinden sonra eşinin başka bir erkekle evlenmemesini vasiyet eden bir kimsenin bu vasiyeti geçerli değildir. Eşi isterse başka birisiyle, iddeti sona erdikten sonra evlenebilir. Veya geriye bıraktığı mirasından karısına pay verilmemesini vasiyet etse, yine bu vasiyeti geçerli olmaz. Bunun gibi örnekleri çoğaltabiliriz.

Miras konusuna da kısaca temas edelim: Miras; vefat eden kişinin geride bıraktığı mal ve haklarına denir. Vefat eden bir kimsenin geriye bıraktığı mallar; kişinin borçları ödendikten ve meşru olan vasiyetleri de yerine getirildikten sonra kendisine varis olan yakınları arasında dinin belirlediği paylar dikkate alınarak paylaştırılır.

Ayrıca şunu da ifade etmek gerekir ki varisler, kişinin geriye bıraktığı mallar üzerinde hak sahibi oldukları gibi geriye bıraktığı borçları ödemekle de sorumludurlar.

Şimdi miras üzerinde pay sahibi olan kimseler kimlerdir, onları görmeye çalışalım.

Miras konusunu daha iyi anlamak için mirasçılar için kullanılan kavramları kısaca tanıtalım.

  1. Ashâbu’l-Ferâiz: Kur’an ve sünnet tarafından mirasta payları belirlenmiş mirasçılar için kullanılan bir tanımlamadır. Bu sınıfın içerisine kimlerin girdiği aşağıda gündeme getirilecektir.

 

  1. Asabe: Fıkıh ve ferâiz kitaplarında asabe, “tek başına bulunduğu zaman mirasın tamamını, belli hisseli mirasçılarla beraber bulunduğu zaman da onlardan arta kalanı alan mirasçı” şeklinde tarif edilmiştir. Asabeden olan mirasçılar; ashâbu’l-ferâizden olan hisse sahipleri hisselerini aldıktan sonra geriye kalan mirastan ancak pay alırlar. Asabeden olan yakınlar şunlardır: 1. Altsoy (oğul, oğlun oğlu…) 2. üstsoy (baba, babanın babası…), 3. babanın alt soyu (anne- baba bir kardeş, bunların oğulları), 4. dedenin alt soyu (amca, amcaoğlu). Bu sınıfa girenler ikinci derecede mirasta hak sahibidirler.

 

  1. Zevi’l-Erhâm: Ashâbu’l-Ferâiz ve Asabe’den olmayan kan hısımları için kullanılan bir terimdir. Miras bırakanın kızının çocukları, kız kardeşinin veya erkek kardeşinin kızları, fasit dede (araya bir kadının girdiği dedeler; annenin babası, babanın annesinin babası) ve nineler, dayı ve teyzeler gibi akrabaları ifade etmektedir. Bu gruba girenlerin mirasta haklarının olup olmadığı konusu, âlimler arasında ihtilaflı olsa da daha önceki iki gruba giren akrabalar olmayınca zevi’i-erhâmdan olan akrabalara da miras düşer.

 

Ashâbu’l-Ferâiz 

Ashâbu’l ferâiz: İslâm miras hukukunda belirli pay sahibi mirasçılar demektir. Ferâiz'in tekili olan farîza, belirli pay demektir. Mirastaki payları tek tek belirlenen mirasçılara, belirli pay sahibi mirasçılar anlamında bu isim verilmiştir. Bu gruba giren mirasçılar on bir olup, değişik durumlara göre bunlar için kırk pay durumu (hâl) söz konusudur. Kitap, sünnet ve icmâ ile belirlenen bu on bir mirasçı ve paylarının dayandığı deliller şunlardır:

Kur'ân-ı Kerîm'de şöyle buyrulur: "Allah size (miras hükümlerini şöylece) emir ve tavsiye eder: Çocuklarınız hakkında, erkeğe iki dişinin payı vardır. Kızlar ikiden fazla ise, mirasın üçte ikisi onlarındır. Kız bir tane ise mirasın yarısı onundur. Ölenin çocuğu (oğul veya kız) varsa, ana ve babadan her birine terekenin altıda biri verilir. Ölenin çocuğu olmayıp da ona ana ve babası mirasçı olduysa, üçte biri anasınındır. Ölenin erkek veya kız kardeşleri varsa, terekenin yine altıda biri anasınındır. Bu hükümler, miras bırakanın yapacağı vasiyetin infazından veya borcun ödenmesinden sonradır. Siz babalarınızdan ve oğullarınızdan hangisinin yarar bakımından size daha yakın olduğunu bilmezsiniz. Bu hükümler Allah'tan birer farîzadır. Şüphesiz Allah herşeyi bilicidir, tam hüküm ve hikmet sahibidir." [35]

"Karılarınızın çocuğu yoksa terekenin yarısı sizindir. Eğer onların çocuğu varsa, size terekesinden (düşecek hisse) dörtte birdir. Bu da, onların yapacağı vasiyetin veya borcun ifasından sonradır. Eğer çocuğunuz yoksa, bıraktığınızdan dörtte biri onların (karılarınızın) dır. Şayet çocuğunuz varsa, terekenizden sekizde biri yine onlarındır. Bu da, yapacağınız vasiyetin veya borcun ödenmesinden sonradır. Eğer mirası aranan erkek veya kadın, çocuğu ve babası olmayan bir kimse olur ve onun (ana bir) erkek veya kız kardeşi bulunursa, bunlardan her birinin hissesi altıda birdir. Eğer ana bir erkek veya kız kardeşlerin sayısı birden fazla ise, onlar üçte biri zarara uğratılmaksızın aralarında eşit olarak taksim ederler. Bu hükümler yapılan vasiyetin ve varsa borcun ödenmesinden sonradır. Bu emirler size Allah'tan bir vasiyettir. Allah her şeyi bilen ve yarattıklarına çok yumuşak davranandır." [36]

"İşte bunlar Allah'ın hükümleridir. Kim Allah'a ve Peygamberi'ne itaat ederse, Allah onu altından ırmaklar akan Cennetlere koyar ki onlar orada ebedî kalıcıdırlar. Bu, en büyük bir kurtuluştur." [37]

"Kim de Allah'a ve Peygamber'ine isyan eder, Allah'ın sınırlarını aşarsa, onu da -içinde daimi kalıcı olarak ateşe koyar. Onun için küçültücü bir azap vardır." [38]

"Rasûlüm, senden fetvâ isterler. De ki: " ‘Allah, babası ve çocuğu olmayanın mirası hakkındaki hükmünü şöylece açıklar: Eğer çocuğu ve babası olmayan bir erkek ölür, geride (ana-baba bir veya baba bir) bir tek kız kardeşi kalırsa mirasın yarısı onundur. Eğer mirasçı erkek kardeş ise, çocuksuz (ve babasız) ölen kız kardeşinin bıraktığının tamamını alır. Eğer aynı şartlarla kalan kız kardeş, iki veya daha fazla ise, erkek kardeşinin bıraktığının üçte ikisi onlarındır. Eğer erkek ve kız kardeşler birlikte mirasçı olmuşlarsa, erkeğin hissesi iki dişinin hissesi kadardır. Allah size, yanılırsınız diye, hükümlerini açıklıyor. Allah, her şeyi hakkıyla bilendir." [39]

"Hısımlar Allah'ın kitabınca birbirine daha yakındırlar. Allah, her şeyi hakkıyla bilendir." [40]

"Ana-baba ile yakın hısımların bıraktıklarından erkeklere, ana-baba ile yakın hısımların bıraktıklarından kadınlara, azından da çoğundan da farz kılınmış birer hisse vardır." [41]

Hz. Peygamber'in mirasla ilgili bazı hadisleri de şöyledir:

"Ferâiz (miras) ilmini öğreniniz ve öğretiniz. Çünkü ferâiz, ilmin yarısıdır." [42]

"Miras hisselerini sahiplerine verin. Kalan miktar, en yakın erkek hısımındır." [43]

İbn Mes'ud’dan (r.a.) rivâyete göre: "Hz. Peygamber bir kız, oğul kızı ve kız kardeş ile birlikte mirasçı olunca; kıza yarım hisseyi, oğul kızına üçte ikiyi tamamlamak için altıda biri, kız kardeşe de geri kalanı hükmetmiştir."[44] "Kız kardeşleri, kızlarla birlikte olunca asabe yapın."[45] "İbn Büreyde şöyle demiştir: Peygamber (s.a.s.) nineye yanında anne olmadığı zaman altıda bir vermiştir." [46]

Bazı miras hükümleri de icmâ deliline dayanır. Ana-baba bir kız kardeş bulunmayınca, baba bir kız kardeşin onun yerine geçeceği prensibi gibi.

Yukarıdaki delillerde yer alan mirasçıların payları şöyledir:

A. Koca (Zevc)

1- Koca, ölenin (karının) çocukları veya oğlunun... oğlu veya kızı ile birlikte mirasçı olduğunda, mirasın dörtte birini alır. Ölenin kızından çocukları ve torunları burada dikkate alınmaz.

2- Bunlar bulunmadığında koca, karısının bıraktığı mirasın yarısını alır.

B. Karı (Zevce)

1- Karı, ölen kocasının çocukları veya oğlunun... oğlu veya kızı ile birlikte bulunduğunda sekizde birini alır.

2- Bunlar bulunmadığında, kocasının geriye bıraktığı mirasın dörtte birini alır. Eş (zevce) birden fazla ise her iki durumda belirlenen payı aralarında eşit olarak paylaşırlar.

C. Baba

1- Baba, ölenin oğlu veya oğlunun erkek fürûu ile birlikte bulunduğunda altıda bir alır.

2- Ölenin kızı veya oğlunun kızı yahut oğlunun... oğlunun kızı ile birlikte bulunduğunda altıda bir ve ilâve olarak asabe sıfatıyla ashabü'l-ferâizden (mirastan kendilerine birinci derecede pay düşenler) artanı alır.

3- Bu iki grup mirasçı bulunmadığında asabe olur. Başka mirasçı yoksa mirasın tamamını, varsa bunlardan artanı alır.

D. Anne

1- Ölenin çocukları veya oğlunun... oğlu veya kızı, yahut ölenin birden fazla erkek veya kız kardeşiyle birlikte bulunduğunda altıda bir alır.

2- Ölenin babası ve eşi ile birlikte bulunduğunda eşten artanın üçte birini alır. Bu durumda baba asabe olarak geriye kalanı alır.

3- Bu iki grup mirasçı bulunmadığında bütün terekenin üçte birini alır.

E. Dede

Burada ashabü'l-ferâiz olarak pay sahibi olan dede, ölenin babasının babası veya onun babasıdır. Buna sahih dede (cedd-i sahih) denir. Annenin babası gibi ölen ile arasına kadın giren dedeye ise fasit dede denir ve miras hukuku bakımından zevi'l-erhâm* grubu içinde yer alır.

Baba sağ olmayınca dede onun yerine geçer. Buna göre dedenin dört hâli vardır. İlk üç hâli babanınki ile aynıdır. Dördüncü hâl, babanın sağ olması hâli olup, bu durumda dede mirasçı olamaz.

F. Kız

1- Ölenin oğlu olmayıp da bir kızı varsa terekenin yarısını alır.

2- Aynı durumda iki veya daha fazla kız varsa, üçte ikiyi aralarında paylaşırlar.

3- Ölenin oğlu varsa asabe (bigayrihi asabe) olur. Ashabü'l-ferâiz'den artanı oğul iki, kız bir hisse almak üzere paylaşırlar.

G. Oğlun Kızı

Ölenin kızı bulunmayınca oğlunun kızı onun yerine geçer.

1- Ölenin oğlu veya kızı bulunmaz da, oğlunun... bir tane kızı olursa terekenin yarısını alır.

2- Aynı durumdaki oğulun kızı birden fazla ise, üçte ikiyi aralarında eşit olarak paylaşırlar.

3- Ölenin oğlu bulunmaz ve oğlunun kızı ölenin bir kızı ile birlikte bulunursa altıda bir alır.

4- Aynı durumda ölenin birden fazla kızı varsa oğulun kızı mirasçı olamaz.

5- Ölenin oğlu olmayıp da, onun oğul ve kızları beraber bulundukları takdirde, müşterek asabe olurlar ve ashabü'-ferâiz'den artanı ikili-birli paylaşırlar.

6- Oğlun kızları oğul ile birleştiklerinde mirasçı olamazlar.

H. Ana-Baba Bir Kız Kardeş

1- Bir tane ise terekenin yarısını alır.

2- İki veya daha çok ise üçte ikiyi paylaşırlar.

3- Ölenin ana-baba bir kız kardeşi aynı durumdaki erkek kardeşiyle birlikte bulunurlarsa, müşterek asabe olurlar ve ashabü'l-ferâiz'den artanı ikili-birli paylaşırlar.

4- Ölenin kızı, oğlunun kızı ve oğlunun... oğlunun kızı ile birlikte bulunurlarsa asabe olup kalanı alırlar.

5- Ölenin oğlu, oğlun oğlu, babası veya sahih dedesi ile birlikte bulunurlarsa mirasçı olamazlar.

İ. Baba Bir Kız Kardeş

Ana-baba bir kız kardeş bulunmazsa baba bir kız kardeş onun yerini alır.

1- Bu durumdaki kız kardeş bir tane ise, terekenin yarısını alır.

2- Birden fazla iseler, üçte ikiyi eşit olarak paylaşırlar.

3- Bu durumdaki kız kardeş bir tane ana-baba bir kız kardeşle birlikte bulunurlarsa altıda bir alır.

4- Ana-baba bir kız kardeş birden fazla ise baba bir kız kardeş mirasçı olamaz.

5- Baba bir kız kardeş baba bir erkek kardeşle birlikte bulunursa, müşterek asabe olurlar, kalanı ikili-birli paylaşırlar.

6- Ölenin kızı veya oğlunun kızı ile birlikte bulunursa asabe olur ve kalanı alır.

7- Ölenin oğlu, oğlunun oğlu..., babası, dedesi, ana-baba bir erkek kardeşleri, asabe olan ana-baba bir kız kardeşleriyle beraber bulunurlarsa mirasçı olamazlar.

J. Ana Bir Kardeşler

1- Bir tane ise altıda bir alır.

2- Birden fazla iseler, terekenin üçte birini erkek-kadın ayırımı yapmaksızın eşit olarak paylaşırlar.

3- Ölenin oğlu kızı, oğlunun oğlu veya kızı, babası, dedesi ile birlikte bulunurlarsa mirasçı olamazlar.

K. Nine

Buradaki nineden maksat, araya fasit dede girmeyen, anne veya baba tarafından büyük annedir. Babanın annesi veya onun annesi, annenin annesi veya onun annesi gibi ki, bunlara sahih nine denir. Araya fasit dede girmesi hâlinde, ondan sonraki nineye fasit nine denir. Ölenin annesinin babasının annesi gibi. Bunlar miras hukuku bakımından zevi'l-erhâm (nesep hısımlığı) içinde yer alırlar.

1- Sahih nineler mirasçı oldukları durumlarda altıda bir alırlar. Nine birden fazla ise bunu eşit olarak paylaşırlar.

2- Nine ana ile beraber bulunursa veya baba ve dededen nineler baba veya dede ile birlikte bulunurlarsa mirasçı olamazlar. Keza yakın derecedeki nine uzak olanı mirastan düşürür. [47] (Ahmed Kalkan, Kur’an Kavramları Ansiklopedisi, Cilt 7, S. 1064-167)

Şunu da ifade etmek gerekirse, kendilerine miras düşen yakınlar şayet mirasa sahip olmak için yakınlarından birisini öldürürse mirastan mahrum olur. Örnek verirsek, bir çocuk babasını öldürürse mirastan mahrum olur. Bu diğer yakınlar için de söz konusudur.

Ayrıca öleceğini anlayan bir erkek, karsını mirastan mahrum etmek için boşarsa bu tür bir boşama geçerli olmaz ve o kadının miras hakkı devam eder. Kocası vefat edince hissesine düşen miras miktarını alır. Bazı âlimler bu tür boşamalarda kadın iddet beklediği süre zarfında adam ölürse, kadın kocasına mirasçı olur, değilse olmaz derler. Bize göre eğer, adamın karısını mirastan mahrum etmek için boşadığı sabit olursa bu durumda kadın başka birisiyle evlenmiş olsa bile mirasta hakkı vardır. Çünkü boşamanın sebebi, bir hak sahibini hakkından mahrum etmek içindir.

 

 

 

 

 

GÜNLÜK HAYAT İLMİHÂLİ

GÜNLÜK HAYATLA İLGİLİ ÖNEMLİ MESELELER

Helâller ve Haramlar

İslâm’a göre insan, dünyada imtihana tabî tutulmaktadır. Ahirette ise dünyada yapıp ettiklerinin mükâfat veya cezasına muhatap olacaktır. Şu bir gerçektir ki imtihanın olduğu yerde kurallar kaçınılmazdır. İşte insanlığın dünya ve ahiret saadetini amaçlayan İslâm da, bir takım kurallar belirleyerek insanların bu kurallara uymalarını istemiştir. Bu kuralların hepsi insanın dünya imtihanından başarılı bir şekilde çıkması içindir. Yoksa insanoğlunun dünya imtihanını zorlaştırmak için değildir. İslâm’ın haram olarak yasakladığı hususlara baktığımızda görmekteyiz ki hemen hepsi insanoğlunun bireysel ve toplumsal huzurunu sağlamaya yöneliktir. Emrettiği hususların da kişiyi hem manevi olarak hem de fiziki olarak olgun bir insan yapmaya yönelik olduğunu görürüz.

Şimdi İslâm’da helâl ve haramların neler olduğunu kısaca açıklamaya çalışalım:

İslâm’a göre Kur’an ve sünnet tarafından yasaklanmayan her fiil ve davranış helâldir.

Haram ise; Kur’an ve sünnette, anlamında hiçbir kapalılık bulunmayacak şekilde kesin ve bağlayıcı olarak yasaklanan her türlü fiil ve davranışa denir. Tanımda öne çıkan hususlara dikkat edersek şunları görürüz:

  1. Herhangi bir şeye haram diyebilmemiz için onun Kur’an veya sünnette zikrediliyor olması gerekiyor. Buradan hareketle Kur’an ve sünnette haram kılınmayan bir husus mezheplerin veya âlimlerin görüşleriyle haram olmaz. Herhangi bir şeye haram diyebilmek için mutlaka Kur’an ve sünnetten delilimizin olması gerekiyor veya Kur’an ve sünnetteki bir hükümle aynı illeti/özelliği taşıyor olması gerekiyor.
  1. Ayrıca açık ve kesin bir üslup ile yasaklanıyor olması da gerekiyor. Kur’an ve Sünnette yasaklanan bir fiilin anlamında, herhangi bir kapalılık bulunmaması da gerekiyor. Yasaklandığı söylenen fiilden kastedilenin ne olduğu çok açık değilse, bu durumdaki fiillere haram denilemez.
  1. Yine zannî delille yasaklanan şeyler de haram değil tahrimen mekruhtur. Hanefîlere göre hakkında âyet, mütevatir veya meşhur hadis bulunmayan yasaklar, haram kapsamına girmemektedir.

Burada mütevatir ve meşhur hadis ne manaya gelir kısaca izah edelim:

Mütevatir haber: Yalan söylemek üzere bir araya gelmesi mümkün olmayacak kadar çok sayıda insanın kendileriyle aynı özellikleri taşıyan kimselere ulaştırdıkları habere mütevatir haber denir.

Mütevahir hadis: Çok sayıda sahabenin Efendimizden naklettiği ve kitaplara yazılana kadar da bu özelliğini koruyan rivayetlere denir.

Meşhur hadis: Sahabeden tek kişi Efendimizden nakletmiş olsa da sonraki nesillerin tümünde mütevatirin şartlarını taşıyan rivayetlere denir.

Dolayısıyla âhad hadislerdeki yasaklar haram kapsamına girmemekte, ancak tahrimen mekruh kapsamına girmektedirler. Bunun sebebi haram bildiren nassın sabitliğinin kesin olmamasıdır. Yani Efendimize nispet edilen o rivayetin mütevatir veya en azından meşhur bir rivayet olarak gelmemesi az da olsa Efendimize nispetinde zan oluşturmaktadır. İşte bu sebepten dolayı da bu tür rivayetlerdeki yasaklamaları haram kategorisinde değil, harama yakın mekruh kategorisinde ele almanın daha ihtiyatlı bir yol olduğu ifade edilmiştir. Allah’ın haram kılmadığı hususları haram olarak kabul etmenin problemiyle ilgili olarak Kur’an’da şu şekilde buyurulur; “Ağzınıza geldiği gibi yalan yanlış konuşarak, "Bu helâldir, bu haramdır" demeyin; çünkü Allah hakkında asılsız şey söylemiş olursunuz; Allah hakkında asılsız şey söyleyenler de kesinlikle iflah olmazlar. Az bir faydalanma, ardından onlara elem veren bir azap vardır.” (Nahl, 116-117) Herhangi bir şeye haram demek, o şeyi Allah’ın haram kıldığını söylemek anlamına gelmektedir. Böyle bir iddianın da ya Kur’an’da ya da mütevatir sünnette dayanağının olması gerekir. Âhad hadislerin Peygamberimize nispetinde az da olsa zan olduğu için onlarda ifade edilen yasaklara haram dememek, ihtiyatlı olmak açısından daha isabetli bir yoldur.

 

Haram-Helâl Konusunda Genel Kurallar/Prensipler

 

Haram hükmü konusunda şu prensipleri gözden uzak tutmamak gerekir:

1- Eşyada asıl olan mübahlıktır, yani helâl olmasıdır ( A’râf, 32-33). Bir yiyecek, içecek veya davranış, fikir ve söz hakkında açık bir haram hükmü yoksa o esasen mubahtır. Ancak yiyecek ve içecekler, hakkında açık haram hükmü bulunan şeylere illet yönüyle benziyorlarsa, o zaman onlar da haram olurlar. Davranışlar, sözler ve fikirler; Kur’an’ın açık âyetlerine ve Peygamberimizin açık sünnetine aykırı olurlarsa haram hükmü gündeme gelir.

2- İslâm, Müslümanlara kendileri için zararlı olan şeyleri yasaklamış, faydalı olanları da emretmiştir. Bunun yanında temiz ve faydalı olan yiyecek ve içecekleri helâl kılmıştır. “Bugün size iyi ve temiz şeyler helâl kılındı.” (5/Mâide 5; ayrıca bk. 7/A’râf, 157)

3- Helâl ve haram hükümlerinin kaynağı Allah (c.c.) ve O’nun adına elçilik yapan Hz. Muhammed (s.a.s.)’dır.

Bir şey haram olduğu için onu yememe, içmeme veya bir hareketi yapmama; yani haram hükmü verilen bir yasağa uyma, bu hükmü veren makamı yüce tanıma ve onun önünde bir ibâdettir. İnsanlar Allah’a kulluk yapmaktan sorumlu olduklarına göre helâl ve haram ölçülerini de yalnızca O’ndan almalıdırlar. İnsanlar kendi kafalarından ve işlerine geldiği gibi helâl ve haram ölçüleri koyamazlar. Bunu yapanlar Allah (c.c.) katında bir vebâl kazanırlar. “Dillerinizin yalan yere nitelemesinden ötürü, ‘Şu helâldir, bu haramdır’ demeyin. Sonra Allah’a karşı yalan uydurmuş olursunuz. Allah'a karşı yalan uyduranlar ise iflâh olmazlar.” (16/Nahl, 116)

 İnsanların hevâlarından çıkan helâl ve haram ölçülerine uyulduğu zaman yeryüzünde hep fesat olur. “Eğer hak, onların arzularına (hevâ ve heveslerine) uysaydı, gökler, yer ve bunların içinde bulunanlar bozulur giderdi…” (23/Mü’münûn 71). Peygamberimiz (s.a.s.) de bazı konularda Allah’ın kendisine bildirdiği haramları ümmetine açıklamıştır. O şöyle buyurmaktadır: “Dikkat edin, bana Kitap ve onun bir misli verildi. Dikkat edin, karnı tok birinin koltuğuna yaslanarak size: ‘Bu Kur’an’a uymanız gerekir. Onda helâl bulduklarınız helâl, haram bulduklarınız haramdır (başka kaynağa ihtiyacınız yoktur)’ demesi yakındır. Dikkat edin Allah elçisinin haram kıldıkları, Allah’ın haram kıldıkları gibidir.”  (Ebû Dâvud, Sünnet, hadis no: 4604, 4/200; İbn Mâce, Mukaddime 2, hadis no: 12, 1/6; Tirmizî,  İlim 10, 2663, 5/37; Ahmed bin Hanbel, 6/8)

4- Herhangi bir kimsenin veya otoritenin haram veya helâl hükümlerini İslâm’ın ölçülerine zıt olmasına rağmen kabul etmek, onları rab olarak tanımak anlamına gelir. Kur’ân-ı Kerim şöyle buyuruyor: “Onlar hahamlarını ve râhiplerini ayrı rabler edindiler. Meryem oğlu Mesih’i (İsa’yı) de. Oysa kendilerine tek ilâh olan Allah’a ibâdet etmeleri emredilmişti. O’ndan başka ilâh yoktur. O, onların ortak koştukları şeyden uzaktır.” (9/Tevbe, 31)

Câhiliyye döneminde cömertliği meşhur Hâtem-i Tâî’nin oğlu Adiyy bir gün boynunda altından bir haç asılı olduğu halde Peygamberimizi ziyarete geldi. Kendisine Adiyy b. Hâtem’in geldiği haber verildi. Rasûlullah (s.a.s.) o sırada bu âyeti okuyordu. Orada söylenenleri duyunca dedi ki; “Ben Yahudileri ve Hristiyanları tanırım, onlar hahamlarına ve papazlarına ibâdet etmiyorlar.”  Peygamberimiz buyurdu ki; “Evet, onlar (onların önünde secde ederek) ibâdet etmiyorlar, fakat onlar halka bir şeyi helâl veya haram kılıyorlar, halk da din adamlarının bu hükümlerini kabul edip uyuyorlar. İşte onları rab haline getirmenin mânâsı budur.” Sonra Peygamberimiz onu İslâm’a davet etti, o da Müslüman oldu. (Tirmizî, Tefsîru’l-Kur’an 10, hadis no: 3292)

İnsanlara bir şeyi haram veya helâl  yapma yetkisi yalnızca onları yaratan ve onları Ahirette hesaba çekecek olan Allaha aittir. Kur’an’ın ve Sünnet’in açık ölçülerini bir tarafa atıp, onların var olan hükümlerini reddederek;  başka güç merkezlerinin ölçülerini kabul etmek, sonra da o ölçülere uygun davranmak, iman iddiası ile bağdaşmaz. Böyleleri Allah’ın yanında başka otoriteleri de rab haline getirmiş olurlar. (Örneğin; Kur’an’da kumar açıkça haram kılındığı halde ‘piyangoyu madem ki devlet yasaklamıyor, yani oynanmasına izin veriyor; o halde böyle bir kumar helâldir’ demek devlet gücünü rab olarak saymak anlamına gelir.)

5- Haram hükmü geneldir ve herkes için geçerlidir. İslâm'da seçkin elitler ve ruhbanlar sınıfı olmadığından A şahsı için haram veya helâl olan bir şey, B şahsı için de haram veya helâldir.

6- İslâm’a göre haram da bellidir, helâl de. Arada şüpheli olan bazı şeyler olabilir. Onlardan sakınmak ise müslümanın takvasıdır. (Müslim, Müsâkât 107, hadis no: 1599, 3/1219. Ebû Dâvud, Büyû’ 3, hadis no: 3329-3330, 3/243; Tirmizî, Büyû’ 1, hadis no: 1205, 3/511; Nesâî, Büyû’ 2, 7/213)

7- İslâm’ın haram kıldığı bir şeyi helâl saymak büyük bir hatadır, Allah’ın hükümlerine korkusuzca karşı gelmektir. Ancak helâl kıldığı şeyleri insanlara haram saymak bundan daha büyük bir hatadır. Allah’ın kulları için helâl kıldığı, meşru hale getirdiği bir şeyi birileri haram kılamaz, onu insanlara yasaklayamaz. Bunu yapanlar, ya da yapmaya kalkışanlar haddi aşmış kimselerdir. “De ki: ‘Allah’ın kulları için çıkardığı süsü ve güzel rızıkları kim haram etti?’ De ki: ‘O, dünya hayatında mü’minlerindir, Kıyamet günü de yalnız onlarındır.’ Işte biz, bilen bir topluluk için âyetlerimizi böyle açıklıyoruz.” (7/A’râf, 32)    

Abdullah İbn Abbas’ın anlattığına göre adamın biri Peygamberimize gelerek şöyle dedi: “Ben et yediğim zaman kadınlara ilgim artıyor ve şehvetim kabarıyor. Onun için et yemeyi nefsime haram ettim.” Bunun üzerine şu âyet indi: “Ey iman edenler! Allah’ın size helâl ettiği temiz şeyleri haram kılmayın, sınırı aşmayın. Doğrusu Allah aşırı gidenleri sevmez. Allah’ın size verdiği rızıktan temiz ve helâl olarak yeyin. Inandığınız Allahtan korkup-sakının.” (5/Mâide, 87-88)  (Tirmizî Tefsir 6, hadis no: 3054, 5/255)

8- Zarûretler, bazen haramları helâl hale getirebilir. İnsan mecbur kaldığı zaman, mâzereti sona erinceye kadar haramı kullanabilir, yiyebilir (2/Bakara, 173; 6/En’âm, 145; 16/Nahl, 115)  (Ahmed KALKAN…)

Öncelikle söyleyelim ki İslâm fıkhının en temel prensiplerinden bir tanesi; “Eşyada asıl olan mübah/helâl olması” ilkesidir. Dolayısıyla hakkında haram olduğuna dair bir hüküm bulunmayan şeyler helâl kapsamına girer. Kur’an’da şöyle buyurulmaktadır; “Yeryüzünde bulunan her şeyi sizin için yaratan O’dur.” (Bakara, 29); “Allah’ın göklerde ve yerde bulunan her şeyi sizin emrinize verdiğini ve size nimetlerini açık ve gizli olarak bol bol bağışladığını görmüyor musunuz.” (Lokman, 20)

Her ne kadar hakkında haram olduğuna dair hüküm bulunmayan her şeyin helâl olduğu kabul edilse de, hakkında şüphe bulunan hususların helâl olup olmadığı şu dört yolla bilinir:

  • Günah olmadığının bildirilmesi: Kur’an-ı Kerim’de kan, domuz eti, leş gibi haramlar sayıldıktan sonra, ölümle yüz yüze kalan kimse için günah olmadığı bildirilmiştir. “Ama biri zorda kalırsa, haksızlığa sapmadıkça, sınırı aşmadıkça kendisine günah yoktur. Biliniz ki Allah bağışlayıcıdır, merhametlidir.” (Bakara, 173)
  • Helâl olduğuna dair bir nassın bulunması: Temiz olan şeylerin yenilerek içilmesinin helâl olduğunun bildirilmesi gibi; “Bugün size temiz olan şeyler helâl kılındı” (Mâide, 5)
  • Haram olduğuna dair Kur’an ve sahih sünnette bir delilin bulunmaması.

İslâm’a göre helâl ve haramların ölçüsünü belirleyen yegâne zât Allah’u Teâlâdır. Allah’ın haram kıldığı bir şeyi helâl kılmak, helâl kıldığı bir şeyi de haram kılmak peygamber dâhil hiç kimsenin yetkisinde olan bir durum değildir. Bunun içindir ki hakkında haram olduğuna dair açık bir nâs bulunmayan herhangi bir şeyi haram olarak kabul etmek, hiçbir Müslüman için söz konusu olamaz. Konuyla ilgili olarak Rabbimiz şu şekilde buyurur; “Dillerinizin uydurduğu yalana dayanarak ‘Bu helâldir, şu da haramdır’ demeyin, çünkü Allah'a karşı yalan uydurmuş olursunuz. Kuşkusuz Allah'a karşı yalan uyduranlar kurtuluşa eremezler.” (Nahl, 116)

Herhangi bir şeyin haram olduğu da şu yollarla bilinir:

  • Bir konuda açıkça yasak bildiren bir âyet veya sağlam bir hadisin bulunması: Örnek olarak; “Analarınız, kızlarınız, kız kardeşleriniz, halalarınız, teyzeleriniz, erkek kardeşin kızları, kız kardeşin kızları, sizi emziren analarınız, süt bacılarınız, eşlerinizin anaları, kendileriyle birleştiğiniz eşlerinizden olup evlerinizde bulunan üvey kızlarınız size haram kılındı. Eğer onlarla birleşmiş değilseniz (evliliğiniz son bulduğunda) kızlarını almanızda size bir sakınca yoktur. Kendi sulbünüzden olan oğullarınızın eşleri ve iki kız kardeşi birden almak da size haram kılındı; ancak geçen geçmiştir, Allah çok bağışlayıcı ve esirgeyicidir.” (Nisâ, 23) Âyet açık bir şekilde evlenilmesi yasak olan kadınları zikrederek bunlarla evliliğin haram olduğunu bildirmektedir.
  • Helâlliğinin kaldırıldığının bildirilmesi: Örnek; “Bundan sonra, güzellikleri hoşuna gitse bile, başka kadınlarla evlenmek, eşlerini boşayıp başka eşler almak sana helal değildir. Ancak sahip olduğun cariyeler başka. Şüphesiz Allah her şeyi gözetleyendir.” (Ahzâb, 52) Bu âyette daha önce Efendimiz için helâl olan bir hususun artık helâl olmayacağı, bu konudaki helâlliğin kaldırıldığı ifade edilmektedir.
  • Kur’an’da kişiyi o fiili yapmaktan nehy eden bir ifadenin kullanılması: Örnek; “Zinaya yaklaşmayın. Çünkü o, son derece çirkin bir iştir ve çok kötü bir yoldur.” (İsrâ, 32) Görüldüğü üzere âyet zinanın kötü ve çirkin bir fiil olduğunu söyleyerek ondan nehyetmektedir.
  • Yine fiilden sakınmayı ifade eden bir üslup kullanılması da haramlık bildiren bir durumdur: Misal; Ey iman edenler! (Aklı örten) içki (ve benzeri şeyler), kumar, dikili taşlar ve fal okları ancak, şeytan işi birer pisliktir. Onlardan kaçının ki kurtuluşa eresiniz.” Mâide, 90) Âyet, kurtuluşa ermenin ancak sayılan şeyleri terk etmekle mümkün olduğunu ifade etmektedir. Ayrıca bu fiilleri yapan kimselerin cehennemi hak edecekleri hatırlatılarak, bu fiillerin haram olduğu bildirilmektedir. Dolayısıyla âyetin kullandığı üsluptan sayılan bu şeylerin haram olduğunu anlıyoruz.

Haram olan fiiller iki kısma ayrılır:

  • Doğrudan haram (haram li-zâtihî): Allah ve Rasûlünün, eşyanın kendi yapısındaki kötülükten dolayı haram kıldığı şeylere haram li-zâtihî denir. Zina, adam öldürmek, evlenme yasağı olan kimselerle evlenme ve domuz eti yemek gibi. Bu haramlar genellikle insanın korunması gereken beş temel maslahatına yöneliktir. Bunlar; akıl, din, can, nesil ve mal emniyetleridir. Din bunları korumayı esas görmüş ve bunlara zarar verecek her şeyi yasak kapsamında ele almıştır.
  • Dolaylı haram (haram li-gayrihî): Temelde meşru olduğu halde dış bir etkiden dolayı haram olan hususlara da haram li-gayrihî denilir. Zinaya sebebiyet verme ihtimali bulunan hususlarla meşgul olmak, zina gibi bizâtihi haram olmadığı halde, zinaya sebebiyet verme ihtimalinin bulunmasından dolayı haram kabul edilmesi gibi. Bunun için Kur’an söz gelimi, zinaya sebebiyet verme ihtimalinin bulunmasından dolayı gözleri harama bakmaktan sakındırmak gerektiği hakkında şöyle buyurmuştur; “Mümin erkeklere söyle, gözlerini haramdan sakınsınlar ve iffetlerini korusunlar…” (Nûr, 30) İslâm sadece zinayı haram kılmamış zinaya sebebiyet verecek hususları da haram kılmıştır. Bu şekilde harama giden tüm yolları kapatmak istemiştir. İslâm fıkhının önemli ilkelerinden birisi “sedd’i-zerîa” dediğimiz; helâl olmasına rağmen harama götürme olasılığının yüksek olduğu fiillerin yasaklanması prensibidir. Bir kadının mahrem yerlerine bakmak, zina etmek gibi bir haram değildir. Fakat bu davranışın, kişiyi zina yapmaya sevketme ihtimali bulunduğundan dolayı, Allah bu fiili de yasaklamıştır.

Haram li-gayrihi daha iyi anlaşılsın diye başka örnekler de verecek olursak; Ekmek yemek normalde helâldir. Fakat bir kimse ekmeği çalması durumunda, ekmek o kişiye haram olur. Yine alış-veriş her zaman helâldir, fakat Cuma saatinde yaptığında haram olması gibi.

Karada Yaşadığı Halde Eti Yenmeyen Hayvanlar

Şimdi karada yaşadığı halde, etlerinin insan için haram olduğu hayvanların hangiler olduğuna bir bakalım:

Yeryüzünde yaşayan şeylerin hepsi insan için yaratılmıştır. Âyette şu şekilde buyurulur; “O, yeryüzünde olanların hepsini sizin için yaratan, sonra göğe yönelip onları yedi gök halinde düzenleyendir. O, her şeyi hakkıyla bilendir.” (Bakara, 29) Yine Kur’an-ı Kerim’de helâl olan şeyler teker teker sayılmayarak, temiz olan şeylerin helâl kılındığı ifade edilmiştir; “…Onlara iyi ve temiz şeyleri helal, kötü ve pis şeyleri haram kılar. Üzerlerindeki ağır yükleri ve zincirleri kaldırır. Ona iman edenler, ona saygı gösterenler, ona yardım edenler ve ona indirilen nura (Kur'an'a) uyanlar var ya, işte onlar kurtuluşa erenlerdir.” (A’râf, 157)

Kur’an-ı Kerim’de, etlerinin yenmesinin haram olduğu hayvanlar şu şekilde sayılır:

“Allah, size ancak leş, kan, domuz eti ve Allah'tan başkası adına kesileni haram kıldı. Ama kim mecbur olur da, istismar etmeksizin ve zaruret ölçüsünü aşmaksızın yemek zorunda kalırsa, ona günah yoktur. Şüphesiz, Allah çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.” (Bakara, 173) Bu âyette ölmüş hayvan eti, kan, domuz eti ve kesilirken Allah’tan başkasının adına kesilen hayvanların haram olduğu zikredilmektedir.

“Ölmüş hayvan, kan, domuz eti, Allah'tan başkası adına boğazlanan, (henüz canı çıkmamış iken) kestikleriniz hariç; boğulmuş, darbe sonucu ölmüş, yüksekten düşerek ölmüş, boynuzlanarak ölmüş ve yırtıcı hayvan tarafından parçalanmış hayvanlar ile dikili taşlar üzerinde boğazlanan hayvanlar, bir de fal oklarıyla kısmet aramanız size haram kılındı. İşte bütün bunlar fısk (Allah'a itaatten kopmak)tır…” (Mâide, 3) Bu âyette bir önceki âyette zikredilen haramlara ilave olarak putlar için kesilen hayvanların etlerinin de haram olduğunu ve ayrıca zikredilen “ölmüş hayvan” kısmını daha tafsilatlı hale getirdiğini görürüz.

“De ki: "Bana vahyolunan Kur'an'da bir kimsenin yiyecekleri arasında leş, akıtılmış kan, domuz eti -ki o şüphesiz necistir- ya da Allah'tan başkası adına kesilmiş bir (murdar) hayvandan başka, haram kılınmış bir şey bulamıyorum. Fakat istismar etmeksizin ve zaruret ölçüsünü aşmaksızın kim bunlardan yemek zorunda kalırsa yiyebilir." Şüphesiz Rabbin çok bağışlayandır, çok merhametlidir.” (En’âm, 145) Bu âyette de birinci ayette zikredilen hususların tekrar edildiğini görüyoruz.

Özetlersek: Kur’an’da şu hayvanlar haram olarak sıralanmaktadır:

  • Kan,
  • Domuz eti,
  • Ölmüş hayvanlar,
  • Allah’tan başkası adına kesilenler,
  • Putlar için kesilenler.

Kur’an’da sayılan bu hayvanların dışında kalan her türlü hayvanın etini yemek helâl midir? Şimdi bu soruya cevap aramaya çalışalım.

Kur’an her ne kadar haramları sayarken yukarıda gündeme getirdiğimiz hususları zikretse de bunların haricinde de haramların olabileceğini ifade etmektedir. İslâm hukukçularının, Kur’an’da geçmediği halde etlerinin haram olduğunu söyledikleri bir takım hayvanlar daha vardır. Fakihler, şu âyetlerdeki ifadelere dayanarak Kur’an’da haram olduğu ifade edilmediği halde bazı hayvanların etlerinin haram olacağını söylerler; “O peygamber onlara temiz şeyleri helâl, pis şeyleri de haram kılar.” (A’râf, 157) Konuyla ilgili bir başka âyette de şu şekilde buyurulur; “Ey insanlar! Yeryüzünde bulunan maddelerin helâl ve temiz olanlarından yiyin; şeytanın peşinden gitmeyin, çünkü o apaçık düşmanınızdır. (Bakara, 165) Âlimler, âyetlerde ifade edilen “pis şeylerin” haram kılınmasından hareketle, haram olan başka hayvanların da olabileceğine hükmetmişlerdir.

İslâm hukukçuları haram olarak kabul edilen hayvanları şu gruplarda toplamışlar:

  • Azı dişleriyle avını kapan, parçalayan ve kendisini savunan hayvanlar: Domuz, ayı, kurt, aslan, kaplan, pars, samur, maymun, tilki, köpek vb. hayvanlar bu gruba girer. Bu hayvanların etleri haramdır. Burada sayılan hayvanlar arasında Kur’an’da sadece domuz geçmektedir. Efendimizden rivayet edilen bir hadis rivayetinde şu şekilde buyurulur; “Azı dişi olan her yırtıcı hayvanın yenilmesi haramdır” (Müslim, Sayd, 15-16)
  • Tırnak ve pençeleriyle avlanan hayvanlar: Kartal, akbaba, atmaca, çaylak, kuzgun, karga, yarasa, şahin gibi hayvanlar da bu gruba girmektedir. Burada sayılan hayvanların tek tek haramlığıyla ilgili âyet ve hadis yoktur. Fakat yırtıcı ve etçil hayvan olmaları sebebiyle yukarıdaki hadiste ifade edilen “yırtıcı hayvanlar” kısmına dâhil olduklarından dolayı, bu hayvanların da haram olduğu kabul edilmiştir.
  • Yaratılış bakımından insana tiksinti veren hayvanlar: Fare, yılan, akrep, kaplumbağa, sinek gibi hayvanlardır. Burada zikredilen haşeratla ilgili de Kur’an ve sünnette yasaklayıcı bir ifade yoktur. Tiksinti vermesi hususu da toplumdan topluma göre değişebilmektedir. Dolayısıyla bir kimse bunları yemeyebilir. Yiyen kimsenin de domuz eti gibi hakkında haram olduğuna dair kesin delil bulunan bir haram işlediği idda edilmemelidir.
  • Allah’tan başkası adına kesilen hayvanların etleri: İster putlar için kesilmiş olsun isterse bir türbe için veya başka bir sebepten dolayı kesilmiş olsun; Allah’tan başkasının adı anılarak kesilen hayvanların etleri haramdır. İslâm’a göre hayvan kesilirken Allah’ın adını anarak kesmek gerekmektedir. Kasten terk edilirse, âlimlerin çoğunluğuna göre o hayvanın eti yenmez. Fakat unutma gibi sebeplerden dolayı terk edilirse bir zarar gelmez. Kur’an’ın üzerinde durduğu husus, hayvan kesilirken Allah’ın adının anılmasından ziyade, Allah’tan başkasının adının anılarak kesilmesi konusudur. Dolayısıyla hayvan kesilirken, Allah’tan başkasının adı her ne sebepten dolayı zikredilirse edilsin o hayvanın eti yenmez. Fakat bir kasıt olmadığı sürece, besmele çekilmeden kesilirse hayvanın etinin yenmesinde bir sakınca yoktur. İmam Şafiî’ye göre besmele çekmek farz değil, ancak müstehaptır. Kesilirken üzerine besmele çekilmeyen hayvanın eti yenirken, besmele çekmek yeterli gelmektedir.

Bunlar haricindeki hayvanların etleri ise yenilebilir. Mezhepler arasında burada zikretmediğimiz bazı hayvanların etlerinin yenilip yenilmemesi konusunda bir takım ihtilaflar söz konusudur. Bazı mezheplerin haram, diğer bir kısmının ise helâl dediği hayvanları buraya almadık. Bu hayvanların etlerinin yenmesinin haram olduğuna dair Kur’an ve sahih sünnette kesin bir delil olmadığından dolayı o hayvanları buraya almayı uygun görmedik. Kur’an ve sünnette haram olduğu açıklanan hayvanların etlerinin haram olduğunu kabul ederek bunları yemekten şiddetle sakınmamız gerekir. Yine yukarıda gruplar halinde saydığımız hayvanların etleri de yenmemelidir. Fakat bunların haricindeki hayvanların etlerini yiyen kimseler, haram bir şey yemiş olmazlar. Örneğin Hanefî mezhebine göre at eti yemek mekruhtur. Fakat Şafiî mezhebine göre caizdir. Yine Hanefî mezhebine göre tilki eti yemek haram, Şafiî mezhebine göre ise helâldir. Dolayısıyla at eti yemek haramdır demek; haram olduğuna dair bir nas olmamasından dolayı doğru değildir.

Hayvanların sütlerinin helâl veya haram olması durumu, dört mezhebe göre etlerine tâbidir. Eti yenmeyen hayvanların sütleri haram, eti yenen hayvanların sütleri ise helâldir.

Suda Yaşayan Hayvanlar

Kur’an-ı Kerim’de deniz avının helâl olduğu, şu âyette ifade edilmektedir; “Sizin için de yolcular için de bir geçimlik olmak üzere deniz avı yapmak ve deniz ürünlerini yemek sizlere helal kılındı. Kara avı ise ihramlı olduğunuz sürece size haram kılındı. Huzurunda toplanacağınız Allah'a karşı gelmekten sakının.” (Mâide, 96)

Efendimiz de kendisine deniz suyu ve hayvanlarının etleriyle ilgili sorulan bir soruya verdiği cevapta; “Onun suyu temiz, ölüsü helâdir” demiştir. (Ebû Dâvud, Tahâre, 41)

Sürekli denizde yaşayan ve karada yaşaması mümkün olmayan tüm hayvanlar helâldir. Deniz hayvanları için boğazlama şartı da yoktur. Fakat Hanefîlere göre: Denizde kendiliğinden ölmüş ve su yüzeyine çıkmış balıkların yenmesi haramdır. Bunun sebebi ölmüş hayvanın etinin uygun ortamlarda saklanmamasından dolayı insan sağlığı için oluşan zararlı organizmalar olabilir.

Yine Hanefî mezhebine göre: Denizde yaşadığı halde insana tiksinti verecek canlıların da etlerinin yenmesi haramdır. Bunlar Kur’an’da gündeme getirilen “pis şeyler” kapsamında değerlendirilmiştir. Yengeç, midye, ıstakoz, su kaplumbağası, denizanası, istiridye gibi hayvanları buna örnek verirler. Lakin daha önce de söylediğimiz gibi insana tiksinti verecek hususlar toplumdan topluma değişmektedir. Dolayısıyla bir toplumun örfünde tiksinti vermeyen ve ayrıca insan sağlığına da zararlı olmayan hayvanların etleri yenilebilir.

Hanefîlerin dışındaki üç mezhebe göre ise denizde yaşayan tüm hayvanlar kendiliğinden ölmüş olsalar bile etleri helâldir. Dayandıkları delil; "Denizin suyu temiz, ölüsü helâldir" (Ebû Dâvud, Tahâre, 41) hadisidir.

Şafiîler, balık suretinde olmasalar da denizde yaşadıkları hâlde karada yaşaması mümkün olmayan tüm hayvanların etlerinin helâl olduğunu söylerler.

Hem karada hem de denizde yaşayan; kurbağa, yengeç, kaplumbağa, yılan, timsah gibi hayvanlar hakkında ise üç görüş vardır:

a) Hanefî ve Şafiîlere göre bunları yemek helâl değildir.

b) Mâlikîlere göre bu tür hayvanlar yenilebilir, helâldir.

c) Hanbelîlere göre ise, timsah, kurbağa ve kaplumbağa yenmez diğerleri yenebilir. Ancak bu hayvanlarda akıcı kan varsa, kaplumbağa ve su aygırı gibi bunları boğazlamak gerekir. Bütün bu görüşlerin ictihadi olduklarından hareketle, burada gündeme gelen hayvanların etlerinin mutlak haram olmadıklarını söyleyebiliriz. Lakin bu hayvanların etlerini yemekten sakınmak ise en isabetli yoldur. Çünkü bu hayvanların etlerine, insanların ihtiyaç duyacakları bir durum söz konusu değildir. Eti yenilebilecek havyanlar daha fazladır ve onlara ulaşmak daha kolaydır.

 

İslâm’da İçki Yasağı

İnsana sarhoşluk veren içecekler, köken itibariyle ilahi olan tüm dinlerde haram kabul edilmiştir. Yahudilik ve Hıristiyanlıkta da içki haramdır. Fakat içki sonraki asırlarda Hıristiyanlığın içerisine İsa'nın (a.s.) kanını temsil ettiği iddiasıyla ayinlerde kullanılan bir içecek olarak girmiştir.

Tevrat’ta, içkiyle ilgili olarak şu şekilde buyurulur; "Ve Rab Hâruna söyleyip dedi; Sen ve seninle birlikte oğulların, toplanma çadırına girdiğiniz vakit, ölmeyesiniz diye şarap ve içki içmeyin, nesillerinize ebedi bir kanun olarak. Ta ki, kutsalla bayağı şeyi ve pisle temizi birbirinden ayırt edesiniz." (Levililer, Bab, 10, A, 8,9-10)

Tevrat’ın hükümleri aslında Hıristiyanlar için de bağlayıcıdır. Çünkü onların kutsal kitap olarak kabul ettikleri Kitab-ı Mukaddes’in "Ahd-i Atik" kısmını Tevrat oluşturmaktadır. Fakat Pavlus Ahd-i Atikte bulunan tüm yasakların kaldırıldığını gündeme getirmiş ve Hıristiyanlığı Tevrat’ın hükümlerinin tümünden arındırmıştır.

İncillerde ise Hz. İsâ'nın (a.s) bir yemek sırasında ekmekle birlikte içki içtiği ve daha sonra şöyle söylediği ifade edilmektedir; "Fakat ben size derim; Babamın melekûtunda sizinle taze olarak onu içeceğim o güne kadar ben asmanın/üzümün bu ürününden artık içmeyeceğim." (Matta, Bab, 26, A, 26-29) Oysa Tevrat’ın hükümlerini uygulamak ve bir kısmını da hafifletmek için gelen bir peygamberin, Tevrat’ın hükümlerine bağlı kalmaması, haram olduğu ifade edilen fiilleri işlemesi söz konusu olamaz. Zaten burada, içtiği üzüm suyunun da içki olduğu konusu yoruma açık bir konudur.

İslâm'dan önce Arap cahiliyesinde içki, çok tüketilen bir içecekti. En fazla ticareti yapılan ürün içkiydi. Çok içki içmeyi kendileri için maharet sayarlardı. Bunun içindir ki İslâm, içki gibi insanların müptela oldukları bağımlılık yapan alışkanlıkları birden değil, aşama aşama yasaklama yoluna gitmiştir.

Risâletin Mekke döneminde, içki içme yasağıyla ilgili herhangi bir âyet nâzil olmamıştır. Mekke'de inen âyetler arasında cennette içilecek içkiler haricinde sadece bir âyetin içkiden bahsettiğini görüyoruz. Konuyla ilgili olan âyette şu şekilde buyurulur; "Hurma ağaçlarının ve üzüm asmalarının ürünlerinden hem içki hem de güzel besinler elde edersiniz. Bunda da aklını kullanan bir topluluk için açık -delil vardır." (Nahl, 67) Bu âyette içki diye tercüme edilen “sekera” kelimesinden maksadın da sarhoşluk veren içki olduğu konusu âlimler arasında ihtilaflıdır.

Medine döneminde ise içkinin aşama aşama yasaklanması yolu izlenmiştir. Konuyla ilgili inen ilk âyette, içkinin zararlarından bahsedilmeye başlandığını görüyoruz; "Sana içkiyi ve kumarı sorarlar. De ki: "Onlarda hem büyük günah, hem de insanlar için (bazı zahiri) yararlar vardır. Ama günahları yararlarından büyüktür." (Bakara, 219)

İkinci âyetin inmesine sebebiyet veren hadisenin ise şu şekilde cereyan ettiği rivayet edilmektedir: Abdurrahman ibn Avf'ın Müslümanlara verdiği bir ziyafet sırasında çokça içki tüketilmesi neticesinde akşam namazı kılınırken, cemaate imam olan Hz. Ali (r.a.) Kâfirun sûresini şu şekilde yanlış okumuştu; “Sizin ibâdet ettiklerinize ben ibâdet etmem” âyetini; “sizin ibâdet ettiklerinize ben de ibâdet ederim” Konuyla ilgili inen âyette şu şekilde buyurulur; "Ey iman edenler! Siz sarhoş iken ne söylediğinizi bilinceye kadar, yolcu olan müstesna olmak üzere, cünüp iken de gusül edinceye kadar namaza yaklaşmayın..." (Nisâ, 43)

İçki konusunda inen son âyet ise, konuyla ilgili nihai hükmü koymuştur. Konuyla ilgili inen son âyet şu şekildedir; "Ey iman edenler! İçki, kumar, dikili taşlar, fal okları şeytan işi iğrenç şeylerdir. Bunlardan kaçının ki kurtuluşa eresiniz. Şeytan içki ve kumar yoluyla aranıza düşmanlık ve kin sokmak, sizi Allah’ı anmaktan ve namazdan alıkoymak ister. Artık vazgeçtiniz değil mi?" (Mâide, 90-91)

Efendimiz ise içkiyle ilgili olarak şöyle buyurmuştur; "Her sarhoşluk veren şey hamrdır (şarap), her hamr da haramdır." (Buhârî, Edeb, 80) Başka bir hadiste ise; "Çoğu sarhoşluk veren şeyin azı da haramdır" (Tirmizî, Eşribe, 3) Dolayısıyla Kur'an'da bahsedilen şarabın haram olma hükmünün, onunla aynı illeti taşıyan tüm içki türleri için de söz konusu olduğunu ifade etmiştir.  İnsana sarhoşluk veren her türlü içki haram olduğu gibi bunların az veya çok içilmesinin, kişiyi sarhoş etmesinin veya etmemesinin de bir önemi yoktur; içki her şekliyle haramdır.

İslâm fıkhının temel kurallarından bir tanesi de şudur; Yenilmesi, içilmesi ve kullanılması haram olan bir şeyin alım-satımını yapmak da haramdır. Bundan dolayı içkiyi içmek haram olduğu gibi onu alıp, satmak, taşımak gibi tüm hususlar da haramdır. Enes (r.a.), Efendimiz içki sebebiyle on kişiye lanet ettiğini söylemiştir. Bunlar; “İçkiyi üretmek için sıkan, kendisi için sıkılan, içene taşıyan, kendisi için taşınan, içiren, satan, parasını yiyen, satın alan ve kendisi için satın alınan" (Tirmizî, Büyü, 59)

İçkinin, toplumsal birçok zararın sebebi olduğu aşikârdır. Nice ailelerin içki yüzünden dağıldığı, nice cinayetlerin yine içki sebebiyle olduğu, trafik kazalarının çoğunlukla içki sebebiyle yaşandığını bilmekteyiz. Dolayısıyla bunlara şahit olunca dinin bu konuda koymuş olduğu yasağın hikmetini daha iyi anlamış oluyoruz.

Ayrıca içkinin insanın bedeni ve aklı üzerinde de nice hastalıklara sebebiyet verdiği aşikârdır. Siroz gibi hastalıklar çok içki tüketmekten kaynaklandığı gibi, bağımlı olmak gibi zihinsel nice problemleri de söz konusudur. Dinimizin, insanın korunması gereken beş temel hakkını korumayı amaç edindiğini biliyoruz. Bu beş temel haktan bir tanesi de “akıl” emniyetidir. Malum olduğu üzere içki aklı örten ve sağlıklı çalışmasını engelleyen bir illettir. Bu sebepten dolayı Allah, insanın aklını korumak için içkiyi haram kılmıştır.

İslâm’da Kumar Yasağı

Dinimizin haram kıldığı hususlardan bir tanesi de kumardır. Kur'an'da "yüsr" kelimesiyle ifade edilen kumar; kazanmak veya kaybetmenin şansa dayandığı her türlü eyleme denir. Dolayısıyla kumarı, çalışıp çabalamadan şansa dayalı olarak mal veya para kazanmak ya da kaybetmek olarak tanımlayabiliriz.

Kumar da içkiyle birlikte haram kılınmıştır. Kumarın haram olduğunu bildiren âyette şu şekilde buyurulur; "Ey iman edenler! İçki, kumar, dikili taşlar, fal okları şeytan işi iğrenç şeylerdir. Bunlardan kaçının ki kurtuluşa eresiniz. Şeytan içki ve kumar yoluyla aranıza düşmanlık ve kin sokmak, sizi Allah’ı anmaktan ve namazdan alıkoymak ister. Artık vazgeçtiniz değil mi?" (Mâide, 90-91) Görüldüğü üzere içki ve kumarın kişiyi başta namaz olmak üzere sorumluluklarını unutturarak Allah'ı anmaktan alıkoyduğu ifade edilmektedir. Kumar da içki gibi bağımlılık yapan bir illettir.  Kazanma hırsı insanı devamlı olarak ona yönlendirmekte ve bu sebeple de birçok toplumsal problemler söz konusu olmaktadır. Ailelerin dağılmasından tutun da kumar borcundan dolayı intihar edenlere, kumar borcundan dolayı öldürülen insanlara şahit olmaktayız.

Şunu ifade edelim ki günümüzde, kumar olarak oynanan uygulamaların bir hayli arttığını görmekteyiz. Hatta devlet bile kumar oynatan bir kurum haline gelmiştir. Milli piyango kumarını devlet oynatmaktadır. Türkiye'de en fazla oynanan kumar, milli piyango adıyla oynan kumardır. Zenginlik hayali kuran tüm insanlar, bir umutla oynadıkları bu kumar sebebiyle devletin kasasına hiç de azımsanmayacak kadar para kazandırmaktadırlar. Aslında milli piyango demek; dini piyango demektir. Millet kelimesi Kur'an'da genelde din anlamında kullanılır. Milli piyangoya, dini piyango demek pek yanlış olmasa gerek. Milli Türk dininin, dini kumarıdır milli piyango. Milli piyangonun yanında daha nice kumar çeşitleri vardır. Sayısal loto, süper toto, kazı kazan ve adını buraya yazamadığımız şansa dayanan birçok oyunlar. Bunların tamamı kumardır ve dinimiz tarafından haram kılınmıştır. Fakat buna rağmen kendilerini İslâm'a nispet eden insanların büyük bir çoğunluğu bu kumarları oynamaktadırlar. Seksen milyonluk ülkede yüz milyondan fazla piyango bileti satılıyorsa işin hangi boyutlara geldiğini varın siz düşünün. İnternet çağını yaşadığımız günümüzde kumar oyunları da artık internet üzerinden oynanmaya başladı. Dolayısıyla kumar oynamak artık bir tuş kadar yakınına geldi insanların. Bir Müslüman dininin koyduğu helâl ve haram ilkelerine bağlı kalarak şiddetle kumarın her türünden uzak durmalıdır. Unutmamak gerekir ki konuyla ilgili Mâide sûresi 91. âyetinde de ifade edildiği gibi kurtuluş ancak haramları terk ederek Allah'ın buyruklarına sarılmaktan geçmektedir.

Meşru bir amaçla oynanan bir oyunun helâl olması için şu şartları taşıması gerekir;

a) Namaz vaktinin çıkmasına veya gecikmesine sebebiyet vermemelidir.

b) Oyunu kazananın kaybedenden alacağı bir bedel olmamalıdır.

c) Oyun sırasında dinin yasakladığı başta çirkin söz olmak üzere Müslümanların arasını açacak, kin ve nefretin oluşmasına sebebiyet veren durumlar olmamalıdır.

d) Vakit israfına yol açmamalıdır. Dünyada bize verilen zamanın her anının aslında bizim için çok kıymetli olduğunu, cenneti kazanmak için vakitlerimizi verimli bir şekilde kullanmamız gerektiğini bilen bir kimse, bu tür oyunlar için vaktini tüketemez. Eğer bir oyun veya yapılan bir iş, kişinin dünya imtihanında faydasına değilse, ayrıca toplumun da menfaatine değilse ve her şeyden daha önemli olanı da kişinin ahiretine fayda getirmeyecekse, bir Müslüman bu tür şeylerden uzak durmalıdır. Kur'an, Müslümanların boş şeylerden yüz çevirmelerini istemiştir; "Onlar ki, boş ve yararsız şeylerden yüz çevirirler; (Mü'minun, 3)

Sigara İçmenin Hükmü

16. yüzyılda Avrupa’da yaygınlaşan tütün içmek alışkanlığı, daha sonra Fransız Jean Nicot tarafından bulunan nikotin ile birleştirilerek sigara icat edilmiştir. Avrupa kıtasındaki yayılışını tamamlayan sigara, 19. yüzyılda Müslümanların yaşadığı bölgelerde de yayılımını sürdürmüştür.

Öncelikle şunu ifade etmek gerekir ki bu gün, tıbbi olarak sigaranın başta karaciğer olmak üzere birçok hastalığın sebebi olduğu bilinmektedir. İslâm'ın ise, insanda korumak istediği beş temel husustan bir tanesinin can emniyeti olduğunu yukarıda söylemiştik. Dolayısıyla insanın can emniyetini ortadan kaldıracak kadar bir probleme sebebiyet verecek bir illetin, İslâm tarafından meşru görülmesi söz konusu olamaz. Bununla birlikte iki yüz yıl gibi bir mazisi olan sigara hakkında âlimlerin kimisi haram derken kimisi de mekruh demiştir. Sigaranın faziletinden bahseden,  onun iyi ve mübah olduğunu söyleyen olmamıştır. 

Sigaranın haram olduğunu söyleyen âlimler şu hususları delil getirerek görüşlerini delillendirmişlerdir:

a) İnsan sağlığı için zararlı olması: İslâm dininin yasakladığı hemen tüm yiyecek ve içeceklerin sağlık açısından zararlı olduğunu görmekteyiz. İster maddi olsun ister manevi, isnanın sağlığına zarar verecek hususları din yasaklamıştır. Gelinen noktada, sigaranın insan sağlığı açısından birçok zararının olduğu tıbben kanıtlanmış durumdadır.

b) Bağımlılık yapması: Dinimiz bağımlılık yapan her türlü şeyi hoş karşılamamıştır. Kimisini haram kılmış kimisinden de insanları sakındırmıştır.

c) İsrafa sebebiyet vermesi: Sigara içen bir kimse, aylık gelirlerinden her ay sigara giderleri için belirli bir bütçe ayırmak durumunda kalmaktadır. Çoğunlukla bakmakla yükümlü olduğu insanların nafakalarından kısarak, sigaraya para ayırmaktadır. İnsan için faydası olmayan hatta zararları olan bir şey için bu şekilde harcama yapılması dinimiz tarafından israf olarak görülmüştür. İsraf ise Kur'an-ı Kerim tarafından yasaklanmıştır; "Yiyiniz içiniz, fakat israf etmeyiniz.." (A'râf, 31) Başka bir âyette ise israf edenler hakkında şu şekilde buyurulmaktadır; "Zira böylesine saçıp savuranlar şeytanların dostlarıdırlar. Şeytan ise Rabbine karşı çok nankördür." (İsrâ, 27)

d) Çevreye verdiği zarar: Sigara içen kimse aynı zamanda etrafında bulunan insanlara da zarar vermektedir. Başta aile efradı olmak üzere kişinin içtiği sigaranın dumanından ve kokusundan etkilenerek rahatsız olmaktadırlar. Sigara içmedikleri halde içmiş kadar sağlık açısından zarar görmektedirler.

Sigaranın hükmü ile ilgili olarak mekruh diyen âlimler ise: Kur'an ve sünnette sigaranın hükmüyle ilgili bir hüküm olmamasından, ayrıca da kıyas yapılacak benzer bir haram fiil olmadığından dolayı haram değil de mekruh olduğuna hükmetmişlerdir.

Sigaranın başta sağlık olmak üzere oluşturduğu olumsuz sonuçlardan dolayı haram olduğuna dair hüküm veren âlimlerin görüşü daha isabetlidir. Fakat şunu da ifade edelim ki sigaranın haramlığı ile Kur'an ve sahih sünnette haram kılınan fiiller hüküm bakımından aynı değildir. Söz gelimi sigaranın içtihadi olarak haram olduğuna hükmedilirken, kan, domuz eti gibi şeyler ise bizatihi Kur’an tarafından haram kılınmıştır. Lakin bu sigaranın içileceği anlamına gelmez. Bir Müslüman bırakın haram olan hususları, mekruh olarak kabul edilen şeylerden de şiddetle sakınmalıdır. Konuyla ilgili bir hadis rivayetinde şu şekilde buyurulur; "Şurası muhakkak ki, haramlar apaçık bellidir, helaller de apaçık bellidir. Bu ikisi arasında (haram veya helal olduğu) şüpheli olanlar vardır. İnsanlardan çoğu bunları bilmez. Bu durumda, kim şüpheli şeylerden kaçınırsa, dinini de, ırzını da muhafaza etmiş olur. Kim de şüpheli şeylere düşerse harama düşmüş olur, tıpkı koruluğun etrafında sürüsünü otlatan çoban gibi ki, her an koruluğa düşebilecek durumdadır. Haberiniz olsun, her melikin bir koruluğu vardır, Allah'ın koruluğu da haramlarıdır. Haberiniz olsun, cesette bir et parçası var ki, eğer o sağlıklı olursa cesedin tamamı sağlıklı olur, eğer o bozulursa, cesedin tamamı bozulur. Haberiniz olsun bu et parçası kalptir." (Buhârî, İman 39, Büyû 2; Müslim, Müsakat 107)

Altın, Gümüş ve İpekli Elbise Giymenin Hükmü

Altın ve gümüş tarih boyunca hemen her dönemde insanlar için değerli olan madenler arasında ilk sıraları almışlardır. Özellikle altın hâlâ bu değerini korumaktadır. Dolayısıyla da altın gibi değerli olan şeylerin piyasada bulunması ve üretim için kullanılması insanın maslahatı açından daha doğru bir yoldur. Bugün ülkelerin ekonomik olarak büyümelerinin en önemli sebeplerinden birisinin, paranın piyasa da bulunmasına bağlı olduğunu görüyoruz. Dolayısıyla da paranın kendisine bağlı olduğu altın vb. değerli olan şeylerin piyasada değil de yastık altında veya takı olarak bulundurulması insanın toplumsal yaşamı için faydalı olanı terk etmek gibi bir neticeyi doğurmaktadır. Bundan dolayı da Efendimiz, erkeklerin altını takı olarak kullanmalarını hoş karşılamamıştır.

Kadınlar ise süs eşyaları ve takı gibi hususlara fıtraten meyilli yaratıldıklarından dolayı, onların altın ve gümüş gibi işlenmiş değerli madenleri takı olarak kullanmalarına cevaz verilmiştir.

Efendimizden nakledilen bir hadis rivayetinde şu şekilde buyurulmaktadır; "Altın ve ipek ümmetimin erkeklerine haram, kadınlarına ise helâldir." (Buhârî, Libâs, 30) Başka bir hadis rivayetinde ise; "Altın ve gümüş kaplardan bir şey içmeyin ve bu ikisinden yapılan tabaklardan bir şey yemeyiniz. Çünkü bu tabaklar dünyada müşrikler için ahirette ise sizin içindir" (Müslim, Libâs, 1) Yine Berâ ibn Âzib’in (r.a.) şöyle dediği rivayet edilmiştir; " Hz. Peygamber bize yedi şeyi emretti, yedi şeyi de yasakladı. Bize altın yüzük kullanmayı, gümüş kaptan içmeyi, eyerlerin üzerine konan ipek örtüyü kullanmayı, ipekle nakışlanmış kumaş kullanmayı, ipek, ipekli kumaş ve erişi ve artacı (çözgü ve atkısı) ipek olan kumaş giymeyi yasakladı." (Buhârî, Libâs, 45)

Âlimlerin bir kısmı, erkeklerin altın ve ipekli elbise giymesini, Efendimizin bu konudaki hadislerinden hareketle haram kabul ederken, bir kısım âlim ise haram olmadığını, Efendimizin devlet başkanı olarak o günün şartları için yasakladığını söylemektedirler. Dolayısıyla erkeklerin altın takı ve ipekli elbise giymelerinin din tarafından haram kılınmadığını, toplumun menfaati söz konusu olduğu için Efendimiz tarafından yasaklandığını söylemektedirler.

Tümüyle ipekli kumaş olmadığı halde içerisinde ipek karışımı olan kumaşlar için ise şu prensibi esas almalıyız: Herhangi bir kumaşın yüzde ellisinden fazlası ipek ise, bu özelliğe sahip olan elbise ipekli elbise giymenin hükmünü alır, fakat yüzde elliden azı ipekli kumaş ise böyle kumaştan oluşan elbiseleri giyinmek caizdir. Ayrıca ipekli elbise giymek Efendimiz tarafından sadece erkeklere yasaklanmıştır, kadınlara değil. Kadınların ipekli elbise giymelerinde bir sakınca yoktur.

Hangi görüş doğru kabul edilirse edilsin bize göre erkeklerin altını takı olarak kullanmaktan ve ipekli elbise giymekten sakınmaları gerekmektedir. Ayrıca insanoğlu için altın ve gümüşten yapılan tabak-kaşık gibi mutfak eşyaları zaruri ihtiyaçlar olmadığından dolayı kullanmaktan sakınmak gerekmektedir.

Fakat bu sayılan şeyleri kullanmak, insanlar için zaruret olduğunda bunları kullanmakta bir sakınca yoktur. Çünkü Efendimiz, vücudunda yaralar olan birisine ipekli elbise giyme konusunda izin vermiştir. Yine bir savaş sırasında burnu kesilen birisine, altından yapılan protez bir burun kullanmasına izin vermiştir. Bütün bunlar bize, zaruret durumlarında bunların kullanılmasının caiz olduğuna delâlet etmektedir. Bir Müslümanın, böyle zaruri durumlar olmadığı sürece, bunları kullanmaktan sakınması kendisi için daha ihtiyatlı bir yoldur.

Yine şunları da ifade edelim ki bu saydığımız şeylerin alım-satımı ve üretimini yapmak caizdir. Dolayısıyla ipekli kumaş üretmek, ticaretini yapmak tüm âlimlere göre caizdir.

 

 

ADAM ÖLDÜRME VE KISAS CEZASI

İslâm dini, insanoğlunun dünya imtihanını özgür bir şekilde gerçekleştirmesini temin etmek ve bu imtihanda doğru yolu nasıl bulacağını insana göstermek için gönderilmiştir. Bu vesileyle de insanın başta canı olmak üzere, akıl, mal, nesil ve din emniyetini sağlamayı en önemli görevleri arasında kabul etmiştir. İnsanın bu haklarını korumak için de bir takım kaideler belirlemiş, bu konudaki ihlalleri had cezaları koyarak önlemeye çalışmıştır.

İnsanın korunması gereken bu beş temel hakları içerisinde hiç kuşku yoktur ki ilk sırada “can emniyeti” konusu gelmektedir. İslâm insanları öldürmek için değil, onlara doğru yolu göstermek için gönderilmiş bir dindir. İslâm’ı kendi muhaliflerine hayat hakkı tanımayan bir din olarak göstermek isteyenler, İslâm düşmanı zihniyetlerdir. Oysaki İslâm, ister Müslüman olsun isterse de diğer dinlere mensup insanlar olsun, toplum içerisinde huzurla yaşamak isteyen tüm insanların yukarıda gündeme getirdiğimiz haklarını korumayı kendisine ilke edinmiştir. Fakat topluma karşı vazifelerinde haddini aşarak, başkalarının hakkına ve hukukuna müdahale ederek zulüm edenleri, ister Müslüman olsun isterse de başka inançlardan olsun cezalandırarak, toplumun huzurunu sağlamayı amaç edinmiştir. Bu sebeple diyoruz ki İslâm kendi muhaliflerini değil, toplumun huzurunu bozan, toplumda anarşi meydana getiren, İslâm’a ve Müslümanlara fiili olarak düşmanlık yapan kimseleri cezalandırma yoluna gitmiştir. Modern olduğu kabul edilen devletler de bu şekilde yapmaktadırlar. Hiçbir devlet toplumda anarşi meydana getiren ve toplum huzurunu tehdit eden unsurlara karşı sessiz kalmamış, aksine onları cezalandırma yoluna gitmiş, toplum huzurunu koruyacak yasalar belirleyerek bu yasalara uymayanları cezalandırmıştır.

Biraz önce de söylediğimiz gibi insanın korunması gereken haklarının başında can emniyeti gelmektedir. İşte İslâm dini de insanın can emniyetini korumak için kısas cezasını emretmiştir. Kısas: kasten adam öldürme veya yaralama fiillerini işlediği sabit olan bir kimsenin işlediği suç karşılığında öldürülmesi veya aynı şekilde yaralanmasına denilir.

Kur’an-ı Kerim’de kısastan şu şekilde bahsedilir; “Ey iman edenler! Öldürülenler hakkında kısas size gerekli kılındı. Hüre hür, köleye köle, kadına kadın. Ancak her kime, kardeşi tarafından bir şey bağışlanırsa artık ona hakkaniyetle uymalı ve diyeti ona güzellikle ödemelidir. Bu, rabbinizden bir hafifletme, bir rahmettir. Bundan sonra kim haddi aşarsa ona elem verici bir azap vardır. Kısasta sizin için hayat vardır, ey akıl sahipleri, umulur ki sakınırsınız.” (Bakara, 178-179) Şunu da ifade edelim ki bu âyetteki “hüre hür”, “köleye köle”, “kadına kadın” ifadelerinden şu kast edilmemektedir. Hür bir kimse bir başkasına ait olan köleyi öldürürse kısas adama değil de onun kölesine uygulanır manası çıkmamaktadır. Aksine hür olan kimselere kısas uygulanacağı gibi kölelere ve kadınlara da kısas uygulanır denilmektedir. Aksi bir durum zaten söz konusu olamaz. Bir adamın, bir kadını öldürmesi karşılığında, kısas cezasının adama değil de suçta hiç dahli olmadığı halde, o adamın karısına uygulanması, adalet değil aksine zulüm olurdu.

Yeri gelmişken şunu da ifade edelim ki âlimler arasında, hür bir kimsenin köle birisini öldürmesi durumunda kısas cezası olarak öldürülemeyeceğini iddia edenler olmuştur. Lakin Hanefî mezhebinin de benimsediği görüşe göre bu anlayış doğru bir anlayış değildir. Hatta bu mezheplere göre Müslüman birisi kasten farklı dinden bir zimmiyi öldürse, ona kısas uygulanmayacağını, ancak başka cezaların verileceğini söylemektedirler. Hanefî mezhebi bu yaklaşımın da doğru olmadığını söyleyerek zimmi birisini öldüren Müslümanın da kısas yapılarak öldürüleceğini söyler. Doğru olan da bu görüştür.

Görmüş oluyoruz ki kasten adam öldürmelerde İslâm’ın verdiği ceza kısas cezasıdır. Fakat öldürülen kimsenin yakınları kâtile kısas uygulanmamasını isteyebilirler. Yani onlar, kâtili af ederek kısas uygulatmama hakkına sahiptirler. Bu hak onlardan başka kimsede yoktur. Öldürülen kişinin yakınları kısas cezasını istemedikleri durumda kâtilin diyet ödemesi ve tevbe ederek kefâret ödemesi de gerekmektedir.

Adam öldürmenin diyeti ise 100 deve veya onun mâli karşılığıdır. Kâtil diyeti öldürdüğü kimsenin ailesine öder. Şayet aile o hakkından da vazgeçerse, o zaman gerekli görürse, diyeti İslâm devleti alır. Bunlarla birlikte kişi, haksız yere bir adamı öldürmenin günahından kurtulmuş olmaz. Haksız yere adam öldürmenin cezasını Kur’an şu şekilde ifade etmektedir; “Kim de bir mümini kasten öldürürse cezası, içinde devamlı kalmak üzere cehennemdir. Allah ona gazap etmiş, onu lânetlemiş ve onun için büyük bir azap hazırlamıştır.” (Nisâ, 93) Kâtil, eğer ahirette bu cezayla karşı karşıya kalmak istemiyorsa öncelikle tevbe etmeli, ardından kefâret de ödemesi gerekmektedir. Adam öldürmenin kefâreti ise ya bir köle azat etmek, ya da iki ay peş peşe oruç tutmaktır.

Ayrıca fıkıh kitaplarında tartışılan başka bir konu da, bir babanın çocuğunu öldürmesi durumunda babaya kısasın uygulanıp uygulanmayacağı konusudur. Âlimlerin çoğunluğunun görüşüne göre çocuğunu öldüren anne ve babaya kısas uygulanmaz. Dayandıkları delil ise şu hadis rivayetidir; “Baba oğlu dolayısıyla kısas olunmaz." (Tirmizi, Diyat, 9) Bu görüş de sağlam temeli olan bir görüş değildir. Eğer bir baba kasten hâksız yere evladını katlederse ona da kısas uygulanır. Kısas konusunda Kur’an babayı istisna tutmayarak herkesi bu cezaya dâhil etmiştir. Sağlam bir delil olmadığı sürece de Kur’an’daki hüküm bırakılarak başka bir hükme müracaat edilmez. Normal şartlarda her ne kadar bir babanın çocuğunu öldürmesi söz konusu olmasa da biz, bu suçu işlediği takdirde kısasla ilgili hükümlerin kapsamına çocuğunu kasten öldüren babanın da dahil olduğunu düşünüyoruz.

Ayrıca babasını öldüren çocuğun mirastan mahrum edileceği üzerinde âlimlerin ittifakı vardır. Bu görüş bizim anladığımıza göre de doğru olan bir görüştür. Haksız bir şekilde veya mirasa sahip olmak için babasını öldüren bir çocuk, kısas cezasını hak ettiği gibi buna ilave olarak da mirastan da mahrum kalmış olur.

Yine şunu da ifade edelim ki bir kimseyi bir topluluk öldürürse, bu durumda öldürenlerin tamamına kısas uygulanır. Şayet azmettirici varsa kısas katile mi yoksa azmettiriciye mi uygulanır konusu da âlimler arasında tartışmalıdır. Haksız yere adam öldürmelerde, eğer azmettiricinin suçu sabit olursa kısas ona uygulanır. Kâtile de eğer yapmak zorunda bırakılmadıysa (ikrah altındaysa) kısas cezası verilir. Kâtil cinayeti işlemek zorunda bırakıldıysa o zaman katile kısasın haricinde bir ceza verilir. Örneğin; “öldürmezsen aileni öldürürüz”, “eşinin ırzına geçeriz” gibi tehditlerle adam öldürmek zorunda kalan birisine kısas cezası uygulanmaz. Çünkü kısasta kasten adam öldürme durumu bu olayda söz konusu değildir. Bununla birlikte böyle durumlarda da azmettiriciyle birlikte katile de kısas uygulanır görüşünde olan âlimler de var. Bizce bu görüş doğru değildir. Yine de en doğrusunu bilen Allah’tır.

Kasten birisini öldürme karşılığında öldüren kişiye kısas uygulandığı gibi, kasten birisini yaralayan birisine de kısas uygulanır. Örneğin; kasten birisinin elini kesenin suçunun sabit olduğu ispatlanırsa ceza olarak eli kesilir. Diğer yaralamalarda da böyledir. Burada da haksız yere yaralanan kimse istese kısas istemeyebilir. Bu durumda yaralayan kimse yaraladığı uzvun diyetini ödemek durumundadır. Uzuvların diyetinin miktarının ne olduğu konusu da âlimler arasında tartışmalıdır. Çağın şartları da göz önünde bulundurularak, uzuvların diyet miktarının tespiti yapılabilir.

Kasten değil de hatayla bir kimseyi öldüren kimseye verilecek ceza ise Kur’an’da şu şekilde gündeme getirilir; “Yanlışlıkla olması dışında, bir müminin bir mümini öldürmeye hakkı olamaz. Yanlışlıkla bir mümini öldüren kimsenin mümin bir köle âzat etmesi ve ölenin ailesine teslim edilecek bir diyet vermesi gereklidir; ancak ölünün ailesi diyeti bağışlarsa o başka. Öldürülen, mümin olmakla birlikte size düşman olan bir topluluktan ise mümin bir köle âzat etmek lâzımdır. Eğer kendileriyle aranızda antlaşma bulunan bir topluluktan ise ailesine teslim edilecek bir diyet vermek ve mümin bir köleyi âzat etmek gerekir. Bunları bulamayan kimsenin Allah tarafından tövbesinin kabulü için iki ay peş peşe oruç tutması lâzımdır. Allah her şeyi bilmektedir, hikmet sahibidir.” (Nisâ, 92) Görüldüğü üzere yanlışlıkla birisini öldüren kimseye kısas cezası uygulanmaz. Fakat öldürülen kimsenin ailesine diyet ödemesi ve köle azat etmesi gerekir. Köle azadı günümüz şartları için söz konusu olamayacağından, belirli bir miktar para ihtiyaç sahibi olan kimselere verilebilir. Ailenin diyeti bağışlaması durumunda ise işlenen suçun kefâreti olarak iki ay peş peşe oruç tutulmalıdır.

Ayrıca şunu da ifade edelim ki kâtil diyeti yalnız başına değil, yakın akrabalarıyla birlikte ödemekle yükümlüdür. İslâm devleti söz konusu olduğunda eğer kişi ve yakınları diyeti ödemekte zorluk çekiyorlarsa devlet diyeti ödemeye yardımcı olur. Böyle durumlarda diyeti ödemek devletin sorumlulukları arasına girer.

Görüldüğü üzere İslâm kasten birisinin canına kastetmeyi en büyük suç olarak görmekte ve en büyük dünyevî cezayı bu suçu işleyen kimselere vermektedir. Bununla da insanın temel haklarından olan “can emniyetini” güvence altına almayı amaçlamaktadır.

Kan Dâvası: Kan dâvası olarak nitelendirilen uygulama, eski çağlardan beridir cahiliyye toplumlarında yer alan bir uyuglamadır. Bir kişinin öldürülmesi karşılığında, öldürülen kişinin ailesinden olanların kâtilin ailesinden birisini öldürmesi olarak tanımlayacağımız kan dâvası, günümüzde de halen uygulanmaktadır. Hatta kendilerini İslâm’a nispet eden halklar arasında da maalesef görülmektedir.

Öncelikli olarak şunu ifade edelim ki İslâm dinine göre suçlar şahsidir. Bir kimsenin yaptığı suçun cezası bir başkasına uygulanamaz. Kan dâvlarında ise, bu ilke göz ardı edilerek kâtilin işlediği suç, kâtilin ailesinden bir başkasına uygulanmaktadır. Kâtil olmadıkları halde bir başkasının öldürdüğü kimsenin yerine kendilerine ölüm cezası verilmektedir. Dolayısıyla bu tür uygulamalar cahiliye uygulamalarıdır. İslâm bu uygulamaları reddetmiş, kasten adam öldürme durumunda kısas cezasının ancak kâtile uygulanmasını hükme bağlamıştır. Efendimiz, Vedâ haccında kan davalarının kaldırıldığını ilan etmiş ve ilk kaldırdığı kan davasının da amcasının oğlu olan Hâris İbn Abdulmütalib’in oğlu İyâs’ın kan davası olduğunu açıklamıştır.

Yine şunu ifade edelim ki şer’i hukukun uygulanması için İslâmî bir otoritenin olması da gerekmektedir. Yani İslâmî bir devlet otoritesinin olmadığı durumda şer’i cezalar uygulanamaz. Bu açıdan da kâtile kısas cezasını verecek mercii yalnız başına maktülün ailesi değildir ve cezayı kendisi infaz edemez. İslâm devleti nezaretinde kısas uygulanmasını isteyebilir ve böylece cezayı İslâm devleti icra edebilir. Ayrıca kâtilin haricinde birisini öldürmeleri durumunda ise İslâm nazarında suçsuz bir kimseyi öldürme suçu işledikleri için kısas cezasını hak etmiş olurlar. Böyle bir durum İslâm devletinde söz konusu olursa, devlet bu suçu işleyen kişilere kısas cezasını uygular. Ayrıca eğer tevbe etmez ve kefâretleri de yerine getirmezse, yukarıda da ifade ettiğimiz gibi ahirette de suçsuz bir kimseyi kasten öldürme suçunun cezasına katlanmak zorunda kalır. Bütün bunlardan hareketle diyoruz ki “kan dâvası” olarak nitelendirilen anlayışı İslâm dini kesinlikle reddediyor, bu tür uygulamaların cahiliyye uygulaması olduğunu ifade ederek bir Müslümanın bu hususlardan şiddetle uzak durmaları gerektiğini hükme bağlamıştır.

İslâm'da Zinanın Hükmü

Zina: akıllı ve ergen olan bir erkekle, yine akıllı ve ergen olan bir kadının herhangi bir zorlama olmadan evlilik dışındaki cinsel birleşmelerine denir.

Kadın veya erkek, zorla zina yapmaya zorlanırlarsa, zorlanan taraf için zina cezası söz konusu olmaz. Örneğin bir erkek, zorla bir kadına tecavüz etse, bu durumda kadına zina cezası uygulanmaz. Bu erkeğe hem zina cezası hem de zorlamasının cezası hâkim tarafından verilir. Yine güç sahipleri tarafından, bir kadın ile bir erkek zina yapmaya zorlansalar bu durumda da kadın ile erkeğe zina cezası uygulanmaz.

Zinanın hükmünün ne olduğuna geçmeden önce İslâm'ın zinayı önlemek için ne tür tedbirler aldığına bir bakalım.

Öncelikle ifade edelim ki İslâm, evlenmeye gücü yetenleri evlenmeye teşvik etmiştir. Çünkü evlilik, zinaya giden yolu en kalıcı şekilde kapatan hususların başında gelmektedir. Evlenmeye gücü olmayanların da oruç tutmalarını tavsiye etmiştir. Efendimiz bir hadislerinde şu şekilde buyurmuştur; "Sizden evlenmeye gücü yeten evlensin, çünkü evlilik gözü haramdan en iyi korur ve cinsel organ için de en sağlam kaledir. Evlenmeye gücü yetmeyen ise oruç tutsun. Çünkü oruç cinsel isteği kırar." (Buhârî, Savm, 1)

Ayrıca Kur'an, kadına da erkeğe de gözlerini haramdan sakınmalarını emretmektedir; "Mümin erkeklere söyle, gözlerini haramdan sakınsınlar ve iffetlerini korusunlar. Bu onlar için daha arındırıcıdır. Allah onların bütün yaptıklarından haberdardır. Mümin kadınlara da söyle, gözlerini haramdan sakınsınlar ve iffetlerini korusunlar..." (Nûr, 30-31) Gözün, zinaya giden yolları açan hususların başında geldiği bilinen bir husustur. Bunun içindir ki âyette, gözlerin mahrem olan kimselerden sakındırılması gerektiği söylenmektedir. Yine bundan dolayı kadınların mahrem yerlerini örtmeleri emredilmiştir.

Günümüzde özellikle de görsel yayınlarda ve internet ortamlarında kadınların mahrem yerleri ifşa edilerek zina teşvik edilmektedir.  Zinanın artık bir tuş kadar yakınımızda olduğu günümüzde, gözleri haramdan sakındırmanın ne kadar önemli olduğuna bir kez daha şahit olmaktayız. 

Yine İslâm dini kişiyi zinaya götürecek yolları göstererek, insanları onlardan sakındırmıştır. Flört etmeyi, namahrem olanların kapalı bir yerde yalnız kalmalarını, kadınların erkeklerle konuşurken kırıtarak konuşmalarını, kadınların tesettüre riayet etmelerini, süs ve endamlarını göstermekten sakınmalarını, dışarı çıkarken koku kullanmamalarını gündemleştirerek insanları bunlardan men etmiştir.

Zina, Yahudilikte de haram kabul edilen ve had cezası olan bir fiildir. Tevrat’ta zina eden kimselerin yakılmaları ve öldürülmeleri gerektiği ifade edilmektedir. (Yaratılış, 38/24, Lebililer, 20/20)

Tevrat’ın hükümlerine tabi olması gereken Hıristiyanlıkta da zina yapmanın dünyadaki cezası söz konusu edilmektedir. Fakat zina eden kimselere uygulanacak ceza, Hıristiyanlar tarafından uygulanmamaktadır.  Eski şeriati tamamen yok saydıklarından ötürü zina eden kimselere uygulanacak ceza da kaldırılmıştır. İnciller de Hz. İsa’ın (a.s.) zina ettiği için huzuruna getirilen ve taşlanarak öldürülme cezası verilmesi istenen bir kadın için orada bulunan insanlara; "Aranızda hiç günah işlememiş olan ilk taşı atsın" dediğinde hiç kimsenin taş atamadığı ve bunun üzerine Hz. İsa’nın (a.s.) kadına dönerek şu şekilde buyurduğu nakledilir; "Git bir daha günah işleme." (Matta, 5/27-32)

İslâm zina yapmayı büyük günahlardan sayarak haram kabul etmiş ve dünyada had cezasını gerekli görmüştür. İslâm, diğer yasaklarda olduğu gibi zinayı yasaklarken de tedrici bir yöntem kullanmıştır. Zinayla ilgili Mekke'de inen bir âyette; "Zinaya yaklaşmayın. Çünkü o kötü bir iş ve kötü bir yoldur." (İsrâ, 32) diyerek, Müslümanları ondan sakındırmış, yine mü'minlerin özelliklerinin sayıldığı başka bir âyette ise; "Onlar, Allah ile birlikte başka bir ilâha tapmazlar; haksız yere, Allah’ın dokunulmaz kıldığı insan hayatına kıymazlar, zina etmezler. Zira (bilirler ki) bunları işleyen kimse cezasını bulacaktır." (Furkân, 68), diyerek mü’minlerin zinadan sakınmaları gerektiğini hatırlatmıştır.

 Medine'de inen konuyla ilgili âyetler ise, zina eden kimselere cezai müeyyide uygulanmasını emretmiştir. Medine'de inen ve zinanın hükmünü beyan eden âyetler şunlardır;

"Zina eden kadın ile zina eden erkeğin her birine yüz sopa vurun. Allah’a ve âhiret gününe inanıyorsanız, Allah’ın dinini uygulama hususunda o ikisine karşı merhamet duygusuna kapılmayın. Müminlerden bir grup da onlara uygulanan cezaya tanık olsun."

"Zina eden erkek ancak zinakâr veya müşrik bir kadınla evlenir, zina eden kadınla da ancak zinakâr veya müşrik bir erkek evlenir. Bu müminlere haram kılınmıştır."

"İffetli kadınlara iftira atan, sonra da dört şahit getiremeyen kimselere seksen sopa vurun ve artık onların şahitliklerini asla kabul etmeyin. İşte onlar yoldan çıkanların ta kendileridir." (Nûr, 2-4) 

Allah Rasûlü büyük günahları sayarken, zinayı da onların arasında saymıştır. (Buhârî, Vesâyâ, 23), Yine zina eden kişinin mü'min olarak zina etmeyeceğini söylemiş (Ebû Dâvud, Sünne, 15) ve zinanın açıktan işlenmesinin toplumsal kıyamet alâmetleri arasında olduğunu ifade etmiştir. (Buhârî, Hudûd, 22, Talâk, 11)

İslâm'a göre zina suçunun sabit olabilmesi için iki yol vardır: Ya dört kişi, bir erkekle bir kadının zina ettiklerini bizatihi görecekler veya zina yapan kimseler kendileri itiraf edecekler. Bunun haricindeki durumlarda zina haddi uygulanmaz. Kur'an'a göre zina suçu sabit olan birisine uygulanacak had cezası, bir topluluğun huzurunda zina eden kadın ve erkeğe yüz sopa vurulması cezasıdır.

Kur'an'daki bu hükme rağmen, Efendimiz zamanında zina eden ve suçları sabit olan kimselere uyguladığı recm cezasını esas alan âlimlerin çoğunluğu, Kur'an'daki yüz sopa cezasının zina eden bekârlar için olduğunu, evli olup da zina edenlerin cezasının ise Efendimiz döneminde uygulandığı şekliyle taşlanarak öldürme cezası olduğunu söylerler.

Peygamberimiz zamanında uygulanan cezaları esas alanlar Kur'an'daki yüz sopa cezasını bekârlara hasrederken, evlilerin taşlanarak öldürülmesini esas almışlardır. Hangi ceza uygulanırsa uygulansın gördüğümüz gibi İslâm, zinayı büyük suçlardan sayarak bu suçu işleyenlere dünyada ağır cezalar koymuştur.

Bizim anladığımıza göre Allah’u âlem, Kur'an'ın öngördüğü ceza esas alınmalıdır. Kur'an; "sizden zina eden kadın ve erkek" derken bekâr-evli ayrımı yapmamıştır. Kur'an, Allah'ın kitabıdır ve ondaki hükümler bağlayıcı hükümlerdir. Bizler herhangi bir meselenin hükmüne bakmamız gerektiğinde ilk müracaat edeceğimiz kaynak tabi ki Kur'an'dır. Kur'an'da hükmünü bulduğumuz bir konuda başka bir kaynağa bakmayız. Çünkü Kur'an'ın koyduğu hükmü ortadan kaldıracak onun kuvvetinde başka bir kaynak yoktur. Kur'an bize mütevatir olarak gelmiş ve ayrıca Allah'u Teâlâ'nın koruması altında bulunan bir kitaptır. Kur'an haricindeki hiçbir kitap veya kaynak için bunu söyleyemeyiz. Dolayısıyla böyle bir kaynakta yer alan hüküm bırakılarak bundan daha aşağıda olan kaynağın bize naklettiği hükümler merkeze alınmamalıdır. Ayrıca âlimler arasında, Efendimizin zina eden kişilere taşlayarak öldürme cezalarını, Nûr sûresindeki âyetler inmeden önce verdiği, sonra bu âyetler inerek zinayla ilgili nihai hükmü belirlediği yönünde iddialar da söz konusudur. Tabi bu iddianın yüzde yüz ispatlanması söz konusu değildir. Şurası bir gerçektir ki evli olduğu halde taşlanarak öldürülme cezası Efendimizden sonra da uygulanarak devam etmiştir.

Dolayısıyla konu, tartışmaya açık olan bir konudur ve muhtemelen kıyamete kadar da tartışılmaya devam edilecektir. Kur'an'ın koyduğu hükmü, tüm zina edenler için referans alanlara göre yüz sopa cezası doğruyken,  rivayetleri merkeze alanlara göre ise evlilerin taşlanarak öldürülmeleri, bekârların ise yüz sopa cezasıyla cezalandırılmaları esas görülmektedir.

Konuyla iglili olarak şu hususu da hatırlatmak gerekir ki İslâm’ın had cezası koduğu zina suçunun cezası, sacede bir tarafın zorlaması neticesinde zorlayan tarafa uygulanacak bir ceza değil, iki tarafın rızası da olsa nikâh dışındaki her türlü cinsel birleşmeye verilen bir cezadır.

Ayrıca Kur'an'da zina haricindeki cinsel sapmalar için, başka cezalar da belirlenmiştir. Örneğin, zina haricinde kadın-erkek arasındaki gayri ahlâkî sapmalar için şu şekilde buyurulur; "Kadınlarınızdan çirkin fiilde bulunanlara karşı aranızdan dört şahit getirin. Eğer şahitlik ederlerse, o kadınları ölüm alıp götürünceye yahut Allah onlara bir yol açıncaya kadar evlerde tutun." (Nisâ, 15) Bu âyette ifade edilen "fuhuş" kelimesi zina haricindeki her türlü cinsel sapmayı içerisine almaktadır. Bazı âlimler, bu âyette öngörülen cezanın zina ile ilgili ilk uygulanan ceza olduğunu daha sonra Nûr sûresinde inen âyetlerle neshedildiğini söyleseler de bu doğru bir yaklaşım değildir. Bize göre buradaki ceza, zina cezası değil, zina haricindeki cinsel sapmaların cezasıdır. Gizli dost edinmek, cinsel sapmalara ilgi duymak vb. hususlar gibi.

"İçinizden bu çirkin fiili işleyen ikilinin canlarını yakın. Eğer tövbe eder, durumlarını düzeltirlerse artık onlara eziyet etmekten vazgeçin; çünkü Allah tövbeleri çok kabul eden, çok esirgeyendir." (Nisâ, 15-16) Bu âyetteki cezanın da erkeğin erkekle ve kadının da kadınla olan cinsel sapmalarına verilecek ceza olduğu ifade edilir.

Dinimiz her türlü cinsel sapmayı yasaklayarak insanları bunlardan men etmiştir. Bunun sebebi hem aile düzenine zarar verecek davranışlardan insanları men etmek, hem de zina sebebiyle neseplerin karışması sonucunda ortaya çıkacak toplumsal problemleri ortadan kaldırmak istemesidir. Zina, bir taraftan ailenin yıkılmasına sebebiyet verdiği gibi bir taraftan da neseplerin karışmasına sebep olmaktadır. Neseplerin karışması ise: İslâm'ın kesin bir şekilde yasakladığı evlenilmesi yasak olan kadınlarla evlenme durumlarını ortaya çıkarmaktadır. Ayrıca zina sonucu olarak dünyaya gelen çocuğun, nesebinin kime ait olduğu gibi problemleri de ortaya çıkarmaktadır. İşte bütün bu sebeplerden dolayı İslâm, bu probleme sessiz kalmamış, en büyük suçlar arasında kabul ederek dünyada had uygulanmasını emretmiştir. Böylelikle de başta aile olmak üzere toplum düzenine zarar veren bu sapmayı ortadan kaldırmayı amaçlamıştır.

 

 

İslâm'da Hırsızlığın Hükmü

Hırsızlık; bir kimsenin kendisine ait olmayan, başkasına ait olan bir taşınır veya taşınmaz malı bulunduğu yerden kendisi ya da başkası için yarar sağlamak maksadıyla alması demektir.

Hırsızlık da bütün şeriatlerde çirkin bir fiil olarak görülmüş ve yasaklanmıştır. Tevrat’taki “on emir”den bir tanesinin; “Çalmayacaksın” şeklinde olduğunu biliyoruz. (Çıkış, 20/15) Ayrıca hırsızlara verilen genel cezanın ise çalınan malın misliyle ödetilmesi olduğunu (Çıkış, 22/1-5), eğer çalan kişinin malı yoksa köle olarak satılmasını önerdiğini görüyoruz. (Çıkış, 22/3).

Hristiyanlıkta da hırsızlığın yasak olduğu bildirilmekle beraber Ahd-i Atîk’teki gibi açık bir ceza öngörülmemiş, Pavlus’un, “Hırsızlık yapan artık hırsızlık yapmasın” şeklindeki dinî-ahlâkî çerçevedeki öğüdü (Efesoslular’a Mektup, 4/28) esas olmuştur.[48]

İslâm da hırsızlığı, kişinin korunması gereken beş temel hakkından bir tanesi olan “malı korumak” ilkesine zarar verdiğinden dolayı yasaklamış ve bu fiili yapanlara uhrevi cezanın yanında, dünyada da had cezası uygulanmasını istemiştir.

Kur’an-ı Kerim’e baktığımızda, risâletin Mekke döneminde inen Yûsuf sûresinde hırsızlığa temas edildiğini görmekteyiz. Yûsuf (a.s.) kardeşi Bünyamin’i yanında alıkoymak için Bünyamin’in torbasının içine kralın tasını koyması neticesinde gerçekleşen olayların anlatımı üzerinden değinildiğini görüyoruz.

Risâletin Medine döneminde inen âyetlerde ise, konuya fıkhi açıdan değinildiğini görmekteyiz. “Birbirinizin malını haksız yollarla yemeyin. Başkalarına âit bazı malları, günah olduğunu bile bile haksız yolla yemek için mevki ve makam sahiplerine rüşvet vermeyin.” (Bakara, 188)  Bu âyette görüldüğü üzere başkalarına ait olan malların haksız bir şekilde kullanılmasının günah olduğu ifade edilerek bu tür fiillerden insanların sakındırıldığını görmekteyiz. Aynı konuya temas eden başka bir âyette ise şu şekilde buyurulur; “Ey iman edenler! Karşılıklı rızaya dayanan ticaret olması hali müstesna, mallarınızı, bâtıl (haksız ve haram yollar) ile aranızda yemeyin. Ve kendinizi öldürmeyin. Şüphesiz Allah, sizi esirgeyecektir.” (Nisâ, 29)

Daha sonra inen Mâide sûresinde ise, hırsızlık fiilini işleyen erkek ve kadına ne tür bir ceza verilmesi gerektiğiyle ilgili nihai hüküm verilmiştir. Hırsızlık suçunun nihai hükmünü bildiren âyette Rabbimiz şu şekilde buyurur; “Hırsızlık eden erkek ve kadının, yaptıklarına bir karşılık ve Allah tarafından caydırıcı bir ceza olmak üzere sağ ellerini bilekten kesin. Allah kudreti dâimâ üstün gelen, her işi ve hükmü, hikmetli ve sağlam olandır.” (Mâide, 38) Bu âyet hırsızlık suçunu işleyen bir erkek ve kadının ne tür bir ceza ile cezalandırılacağını hükme bağlamıştır.

Efendimiz’den nakledilen hadis rivayetlerinde de hırsızlığın imanî, ahlâki ve toplumsal boyutlarına dikkatler çekilerek bir Müslümanın uzak durması gereken fiillerden olduğunun üzerinde ısrarla durulduğunu görmekteyiz. Birkaç örnek verecek olursak;

“Zinakâr zina ettiği vakit, mü’min olarak zina etmez! İçki içen içki içtiği zaman, mü’min olarak içki içmez! Hırsızlık eden çaldığı vakit mü’min olarak çalmaz! Yağmacılık eden, insanlar kendisine gözlerini dikmişken mü’min olarak yağmacılık etmez!’ buyurdu” (Buhari 2293, Müslim 57/, Menahi 3/400)

“Mahzûm oğullarından bir kadın hırsızlık yaptı da Nebi (s.a.s)’e getirildi. Kadın elinin kesilmesi cezasından kurtulmak için Rasulullah (s.a.s.)’in eşi Ümmü Seleme (r.anha)’ya sığındı. Bunun üzerine Rasulullah (s.a.s.): ‘Şayet Muhammed’in kızı hırsızlık yapmış olsaydı elbette onun da elini keserdim!’ buyurdu ve kadının eli kesildi.” (Neseî, 4906)

“Hırsızın eli, dörtte bir dinar veya daha fazla kıymette mal çaldığı zaman kesilir!’ buyurdu.” (Buhari 6650, Müslim 1684/1, 2)

Hırsızlık yapan bir kimseye, hırsızlık haddi olan el kesme cezasının uygulanması için bir takım şartlar gerekmektedir. Mezhepler arasında kısmen farklı görüşler bulunsada genel olarak şu şartların oluşması gerektiği ifade edilmiştir:

a) Kişinin suç işleme kastının olması: Böyle bir kastın olmadığı durumlarda ceza uygulanmaz. Örneğin bir başkasına ait olan bir malı muhafaza etmek için ondan izinsiz alan bir kimseye had cezası uygulanmaz.

b) Çalınan malın başkasına ait olması: Örneğin kişi babasından kendisine miras kalan ama henüz taksimatı yapılmamış olan maldan kendi hissesine düşecek kadar olanı izinsiz alsa, bu durumda had cezası uygulanmaz. Yine bir kadın kocasının malından kendisinin ve çocuklarının nafakası kadar malı gizlice alsa bu durumda da ceza düşer. Her iki durumda da kişi başkasının malını değil, kendisinin de hakkı bulunduğu malı almıştır.

c) Muhafaza altında bulunması: Yine koruma altında bulunan bir mal çalınmadığı sürece had cezası uygulanamaz. Örneğin, evde saklanan parayı çalmak had cezasını gerektirdiği halde, tarlaya gömülmüş bir parayı çalmak had cezasını gerekli kılmaz.

e) Hukukî-mâli bir değer taşıması: Çalınan mal eğer belirli bir değere sahip değilse yine had cezası uygulanmaz. Örneğin bir araba çalmak had cezasını gerekli kıldığı halde, ekmek çalmak, mâli değeri düşük eşya çalmak ise had cezasını gerektirmez. Burada bir malın hukukî-mâli değer taşıyıp taşımadığının tespitinde örf belirleyici kabul edilebilir.

f) Malın gizlice alınması: Çalınan malın, sahibinin haberi olmadan alınması da gerekmektedir. Dolayısıyla bu şartları taşıyan durumlarda, hırsıza had cezası uygulanır.

Burada şunu da ifade edelim ki yukarıda saydığımız şartları taşımayan, örneğin mâli değeri olmayan bir şey çalan hırsızlara hiç ceza uygulanmaz anlamına gelmemektedir. Bu kimselere had cezası değil, ta’zir cezası uygulanır. Yani kadı veya devlet başkanı; kırbaç, hapis, sürgün gibi uygun gördüğü bir cezayı verir.

Bununla birlikte, Müslümanların tarihinde de gördüğümüz gibi kıtlığın olduğu durumlarda, aç kalan birisinin karnını doyuracak şeyleri çalması gibi durumlarda yine had cezası uygulanmaz. Nitekim Hz. Ömer’in halifeliği döneminde efendisi tarafından aç bırakılan köleler, başkasına ait deveyi çalmış ve keserek yemişlerdi. Deve sahibinin şikâyeti üzerine yapılan tahkikatla kölelerin, efendileri tarafından aç bırakıldıkları anlaşılmış ve devenin ücreti kölelerin efendisine ödetilmişti. Ayrıca Hz. Ömer kölelerin sahibine; “Eğer bir daha onları aç bıraktığın için aynı şeyi yaparlarsa sana hırsızlık cezasını uygulayarak elini keserim” demiştir ve kölelere ceza vermemiştir. Dolayısıyla bu örnekte de görüleceği üzere, kıtlığın yaşandığı zamanlarda had cezası uygulanmaz. Şunu hatırlatalım ki had cezaları, en küçük bir şüphe oluşması durumunda yine uygulanmaz.

Organ Naklinin Hükmü

Organ nakli; bir kişiden alınan ciğer, böbrek, göz, kalp gibi bir organın, diğer bir insana tıbbi yollarla nakledilmesine denir. Organ nakli, büyük ölçüde günümüz tıp teknolojisi açısından mümkün olan bir tedavi yöntemidir. Öncelikle şunu ifade edelim ki Efendimiz döneminde bu tür uygulamaların söz konusu olamayacağı açıktır. Dolayısıyla da organ nakliyle ilgili Kur'an'da ve Efendimizin sözleri arasında bir hüküm bulunmamaktadır.

Âlimlerin bir kısmı, konuyla ilgili olarak kabul ettikleri şu âyetin de işaretiyle; "Kim bir insana hayat verirse bütün insanları diriltmiş gibidir..." (Mâide, 32) organ naklinin caiz olabileceğini ifade etmişlerdir.

Organ nakli konusunu, iki ayrı başlıkta ele almak gerekmektedir. Birincisi: Bir kimsenin bağışladığında sağlığının tehlikeye girmeyeceği organlardır ki bunlar; kan, doku, karaciğer ve böbrek gibi organlardır. Âlimlerin çoğunluğuna göre bu tür organların bağışlanmasında dinen bir sakınca yoktur.

İkincisi  ise:  Bir insanın bağışladığı durumda sağlığını tehlikeye sokan veya ölümüne sebebiyet verecek kalp, göz, beyin vb. organlarıdır. Hemen şunu ifade edelim ki bir kimsenin, hayattayken organlarını bağışlaması durumunda eğer bu organlar kendi hayatını tehlikeye sokacak organlar ise bağışlaması caiz değildir. Çünkü bir âyet-i kerimede şu şekilde buyurulmaktadır; "Kendinizi tehlikeye atmayın..." (Bakara, 195) Dolayısıyla bir kimsenin, bir başkasının tedavisi için bile olsa kendi hayatını tehlikeye atacak organlarını bağışlaması caiz değildir.

İkinci gruba giren bu organları, kişinin ölüm anında bağışlamasında ise iki görüş vardır:

Birincisi: Caiz görenlerin görüşüdür. Bu kimselere göre, bir kimse hayattayken kendisinin bağışlaması veya öleceği sırada yakınlarının bağışlaması neticesinde, ölümü kesin olan kimselerden bu organlar alınarak bir başkasına nakledilebilir.

İkincisi: Caiz görmeyenlerin görüşüdür. Bunlara göre ise: organlar kişi vefat ettikten sonra değil, hâlâ hayatta olduğu zaman alınmaktadır. Yani kişi tıbben ve şer'î olarak ölmeden önce organlar kişiden alınarak, ölümüne sebebiyet verilmektedir. Yani tıbben ölmüş birisinden organlar alınarak başka bir kimseye nakledilmemektedir. Ölmüş olan bir organın başka birisine nakledilmesi ise tıbben söz konusu değildir. Doku ve hücreleri ölen organlar, artık bir işe yaramamaktadır. Bunun için de kişi ölmeden ve organları hâlâ canlıyken alınması gerekmektedir.

Günümüzde organ nakli genel hatlarıyla şu şekilde yapılmaktadır. Beyin ölümü gerçekleşmiş bir hasta, eğer hayattayken kendisi veya hastalığı sırasında yakınları tarafından organları bağışlanmışsa, konusunda uzman olan doktorların, hastanın yaşamayacağına dair verdikleri imza karşılığında, hastadan organlar alınarak ihtiyacı olan kimseye nakledilmektedir. Burada İslâmî açıdan iki tâne sorun ortaya çıkmaktadır.

Birincisi: Tıbben ve şeran ölmemiş birisinin ölümüne sebebiyet vermek. Çünkü beyin ölümü dediğimiz durum ne tıbben ne de şer’an ölüm durumu sayılmaz.

İkincisi: Güven ortamının olmaması. Organ kaçakçılığının, adeta bir sektöre dönüştüğü günümüzde, hastadan organların alınmasına imza veren doktorların imza atarken güvenilir olup olmadıklarını, hakkaniyet ölçülerine ve şeriatin koyduğu kurallara riayet ederek o imzaları attıklarından emin olunmamasıdır. Dolayısıyla iyileşme umudu olan hastalardan organlar alınarak ölümüne sebebiyet verilme durumu söz konusu olabilmektedir. Dolayısıyla organ nakli konusunda fetva verirken bu iki hususun göz önünde bulundurulması gerekmektedir.

Bize göre; son görüşün ortaya koyduğu gerekçelerin daha doğru olduğu, Allah'tan hakkıyla korkan takva sahibi doktorlar olmadığı sürece, bir insanın ölümüne sebebiyet verecek kadar önemli bir olaya cevaz vermek doğru değildir.

Ayrıca organ nakli konusunda tartışılan bir kaç mesele daha söz konusudur. Bunlardan birisi: Bir Müslümanın kâfir bir kimseye organ vermesinin caiz olmadığı görüşüdür. Bu görüşün ne Kur'an'da ne de sünnette bir karşılığı vardır. İnsanın can güvenliğinin olması herkes için söz konusudur. Müslüman olsun veya olmasın bütün insanların sağlığını korumak, dinin herkese tanıdığı bir haktır. Dolayısıyla böbrek nakline ihtiyaç duyan bir Müslüman için kâfir olan birisinden nakil almak caiz olduğu gibi kâfir olan bir hastaya da bir Müslümanın organının verilebileceği görüşünün daha insani ve ahlâkî olduğunu düşünüyoruz. Hele bir de Kur'an ve sünnetin hükme bağlamadığı bir konuda “bu haramdır” demek doğru olmasa gerektir. Fakat şunu ifade edebiliriz ki hayatını Allah'a, İslâm'a ve Müslümanlara düşmanlık yapmaya adamış bir hastaya organ bağışlanması da doğru değildir. Böyle bir kimsenin sağlığına kavuşması, yaptığı düşmanlığa devam etmesi demektir. Bu gibi durumlarda tabii ki bir Müslüman, böyle kimselere organ bağışlamaktan sakınmalıdır. Böyle kimselerin hayatta kalmalarından ise ölmeleri insanlık için daha hayırlıdır.

Bir başka konu da kıyamet günü insan yeniden diriltileceği zaman nakledilen organların kiminle birlikte diriltileceği, birisinin ödül, diğerinin ceza aldığı durumda organın kiminle birlikte olacağı meselesidir. Şunu ifade edelim ki dünyada bizim kullandığımız organlar çürüyüp gideceklerdir. Herkes sağlıklı organlar ile yaratılacaklardır. Örneğin dünyada kör olan birisi ahirette de kör olmayacaktır. Orada kendisine sağlam organlar verilecektir. Diğer organlar için de bu böyledir. Dolayısıyla insanların doğuştan getirdikleri organların tümüyle birlikte diriltilecekleri görüşü sağlıklı bir yaklaşım değildir. Bunun için de nakledilen organın kiminle birlikte olacağı gibi temeli olmayan bir görüşten hareketle organ naklinin caiz olmadığı görüşü şer'î açıdan sağlıklı temele dayanan bir görüş değildir.

Âlimler tarafından organ nakli için bir takım şartlar ileri sürülmüştür. Bunlar:

a) Organın nakledilmesi için zaruri bir durumun oluşması,

b) Konusunda uzman olan doktorların nakil yapıldığı takdirde organ bağışlayan hastanın sağlığının bozulmayacağına, organ verilecek hastanın da iyileşeceğine kanaatinin oluşması,

c) Organ verecek kişinin veya yakınlarının onayının bulunması,

d) Tıbbi ve şer'î ölümün gerçekleşmiş olması,

e) Bağışlanan organ karşılığında herhangi bir ücret alınmaması,

f) Organ nakledilecek kimsenin rızasının da olmasıdır.

Konuyla ilgili bir başka mesele de kadavra konusudur. Kadavra: tıp öğreniminde, görerek, uygulayarak öğrenim amacıyla üzerinde çalışmalar yapılmak üzere hazırlanmış, ölü insan ya da hayvan vücuduna denir. İslâm’a göre kişinin hayatta dokunulmazlığı söz konusu olduğu gibi öldükten sonra da cesedinin dokunulmazlık hakkı vardır.  Ölmüş bir kimsenin cesedine zarar vermek dinimiz tarafından yasaklanmış bir husustur. Bir hadis rivayetinde şu şekilde buyurulmuştur; "Ölünün kemiğini kırmak, diri iken kemiğini kırmak gibidir." (Ebû Dâvud, Cenâiz, 60) Dolayısıyla zaruret durumları olmadığı sürece bir kimsenin cesedi üzerinde kimsenin istediği gibi tasarrufta bulunma hakkı söz konusu değildir. Hatta vefat eden kişinin kendi veya yakınlarının rızası olmuş olsa bile. Çünkü vücud insana verilmiş ve istediği şekilde üzerinde tasarruf edebileceği bir eşya değildir. Allah’ın kişiye emanet olarak verdiği ve onun korumasını insandan istediği bir durumu ifade etmektedir. Fakat insanlık için oluşan zaruret durumlarında bu yasakları ihlal etmekte bir mahzurat yoktur.

 

 

 

AİLE HAYATI İLMİHÂLİ

Bu bölümde İslâm’ın aile hayatıyla ilgili koymuş olduğu hükümleri gündeme getirmeye çalışacağız. Hayatın her alanına müdahale ederek ilke ve prensipler belirleyen İslâm dini, aile hayatıyla da ilgili ilke ve hükümler belirlemiştir. Bir Müslümanın aile hayatını bu ilkeler çerçevesinde sürdürmesi gerekmektedir. Şunu biliyoruz ki aile, sağlıklı bir toplumun en önemli köşe taşlarından birisidir. Dolayısıyla aile hayatının sağlam temeller üzerine bina edilmesi, toplumun da ıslahı için olmazsa olmazdır. Bu sebeple de toplumun ıslahını amaç edinen İslâm dini, aile hayatını bozulma ve yozlaşmaya sebebiyet verecek unsurlardan arındırmaya çalışmıştır. Şimdi aile hayatıyla ilgili konuları çok detaya inmeden gündeme getirmeye çalışalım.

Evliliğin Rükun ve Şartları

Aileyi oluşturan ilk adım, bir erkek ile bir kadının nikâh aktini gerçekleştirerek oluşturdukları birlikteliktir. Bir ailenin İslâm’ın belirlediği temeller üzerine kurulup kurulmadığının en önemli göstergesi, nikâhlarının İslâm’ın koyduğu kurallara göre yapılıp yapılmamasıdır. Yapılan bir nikâhın, İslâm’a göre geçerli olabilmesi için bir takım şartları taşıması gerekmektedir. Bu şartlar yerine gelmediği sürece, yapılan nikâh akti geçerli olmaz.

Hanefî mezhebine göre nikâhın sıhhat şartları şunlardır:

  • Eşler arasında herhangi bir evlenme engelinin bulunmaması gerekir. Yani yapılan nikâhın, şeriatin evlenmelerini yasak kıldığı kimseler arasında olmaması gerekmektedir.
  • İcab ve kabulün süreklilik bildiren ifadelerle söylenmesi: Gerek erkeğin gerekse de kadının evliliği kabul ettiklerine yönelik yapacakları beyanın, kısa süreliğine evlilik yapmak gibi bir beyan olmaması gerekmektedir.
  • İki tane şahidin hazır bulunması: Yapılacak nikâh aktinin, Müslüman ve adil olan iki şahit huzurunda yapılması da gerekmektedir. Şahitlerin bulundurulmasının sebebi; ileride erkek ve kadın arasında oluşabilecek mâli konulardaki ihtilafları ve mâli konularda yaşanması muhtemel olan hak ihlallerini ortadan kaldırmaktır.
  • Müslüman olmak: Normal şartlarda nikâh akti yapacak kadın ve erkeğin Kur’an’ın öngördüğü şekilde Müslüman olması da gerekmektedir. Bununla birlikte Müslüman bir erkeğin zaruret durumunda Ehl-i kitap olan bir kadınla evlenmesi de caizdir. Bunun haricindeki normal durumlarda, evlenecek iki tarafın da Kur’an ve Sünnetin belirlediği ölçüler içerisinde Müslüman olmaları da gerekmektedir.
  • Ergen olmak: Bir kadın veya erkeğin evlilik akti yapabilmeleri için ergenlik cağına girmeleri de gerekmektedir. Hatta ergenlik çağına girmeleri de yeterli değildir, “rüşt” çağına da ulaşmış olmaları gerekmektedir. Rüşt çağı: Bir kadın veya erkeğin kendisi hakkında faydalı veya zararlı olan şeyleri tespit edebileceği aklî olgunluğa ulaşma zamanını ifade etmektedir. Dolayısıyla bu çağa ulaşmamış kadın ve erkeğin nikâhlarının geçerli kabul edilmesi birçok probleme sebebiyet vermektedir. Konuyla ilgili bir âyette şu şekilde buyurulur; “Evlilik çağına gelinceye kadar yetimleri (gözetip) deneyin, eğer onlarda akılca bir olgunlaşma (rüşt) görürseniz hemen mallarını kendilerine verin…” (Nisâ, 6)

Çocukların rüşt çağına ulaşma yaşlarının hangi yaş olduğu konusu da âlimler arasında tartışmalıdır. Örneğin, Osmanlı’nın son dönemlerinde hazırlanan Hukuk-i Aile Kararnamesinde kadınlar için bu yaş 17, erkekler için ise 18 olarak kararlaştırılmıştır. Biz, çocukların aklî olgunluğa ulaşıp ulaşmadıklarının Müslüman velileri tarafından tespit edilmesinin daha doğru bir yol olduğunu düşünüyoruz. Bir çocuk 15 yaşındayken aklî olgunluğa ulaşabileceği gibi başka bir çocuk 25 yaşında hâlâ o olgunluğa ulaşmamış olabilir. Bunun için de belirli bir yaş belirlendiğinde; olgun birisinin evlenmesine mani olmak gibi bir durum oluşabileceği gibi olgunlaşmamış birisinin evlenmesinin de önünün açılmış olması söz konusu olabilir. Bu durum da birçok problemi beraberinde getirir. Lakin velilerin konuyu istismar etme durumları söz konusu olacaksa o zaman çağın ve bölgenin şartları da göz önünde bulundurularak İslâmî bir idare varsa o, yoksa âlimler bir yaş tespitinde bulunabilir.

Maalesef fıkıh kitaplarımızda erkek veya kadının velisinin ergenlik çağına ulaşmamış çocuklarının nikâhlarını akdetme hakkının olduğunu ve dolayısıyla da bu şekilde yapılan nikâhların geçerli olacağına cevaz veren âlimlerimiz olduğunu okumaktayız. Bu yaklaşımın Kur’an ve sünnetten dayandığı sağlam bir delili yoktur. Âlimler kendi yaşadıkları çağın geleneklerini dikkate alarak bu neticeye ulaşmışlardır. Geçmiş zamanlarda anne ve babalar kızlarını istediği kimseyle evlendiriyor ve bu durum çoğunlukla erkek ve kız arasında bir probleme dönüşmüyordu. Bu durum Efendimiz zamanında da söz konusuydu. Kızlar, babalarının kendileri hakkında verdikleri kararlara genellikle gönülden itaat ediyorlardı. Bütün bunlara rağmen o zamanlarda bile, kız çocuklarının istemedikleri kimselerle zorla evlendirilmelerinin caiz olduğu, böyle yapılan nikâh akitlerinin geçerli olduğuna hükmedilmemiştir.

Günümüz şartları da göz önünde bulundurularak diyoruz ki: Geçmiş dönemde yapılan bu uygulamalar örfe dayandığı için bir problem teşkil etmiyordu. Kadın da erkek de bu tür uygulamalara rıza gösteriyor ve yapılan evliliklerde bir problem oluşmuyordu. Lakin günümüzün ne örfü ne de şartları bu tür evlilikler için uygundur. Bunun için de bir erkek ve kız rüşt çağına ulaşmadan ve kendi rızaları olmadan velileri tarafından zorla evlendirilemezler.

Nikâhın rüknü, icab ve kabuldür. Yani erkeğin nikâhlanacağı kadınla evlenmek istediğini, kadının da bunu kabul ettiğini açık ve süreklilik bildiren bir ifadeyle söylemesi gerekmektedir.

Hanefîlerin dışındaki çoğunluğa göre ise, yapılacak nikâhın geçerli olması için evlenecek kız çocuğunun velisinin izninin de olması gerektiği şart olarak görülmektedir. Hanefîler de bunu şart değil, mendup olarak kabul etmişlerdir.

Evlenecek erkek ve kadının, evlenme niyetiyle birbirlerinin yüzüne bakmalarında şer’î açıdan bir problem yoktur. Her ne kadar erkeğin evleneceği kızın vücudunun nerelerine bakabileceği konusu âlimler arasında tartışma konusu olmuşsa da doğru olan husus, ancak yüzlerine bakabilecekleri görüşüdür. Efendimiz, evlenecek erkeğin evleneceği kadını görmesini tavsiye etmiştir; “Sizden biriniz bir kadınla evlenmek istediği zaman, onun evlenmesini teşvik edecek niteliklerine baksın.” (Ebû Dâvud, Nikâh, 18) Muğire ibn Şu’be bir kadına talip olmuş Efendimiz ise ona; “Ona bak. Çünkü bu aranızda sevginin devamına vesile olur” demiştir. (Tirmizî, Nikâh, 5)

Dolayısıyla erkek kendisiyle evlenmek istediği kadına, ya umuma açık olan bir yerde veya kadının mahremlerinin bulunduğu bir yerde bakmalıdır. Erkeğin evleneceği kızı görmek hakkı olduğu gibi kadının da erkeği görme hakkı vardır. Kızın beğenmediği birisiyle zorla evlendirilmesi ise caiz değildir.

Ayrıca nikâh akti gerçekleştirilince artık erkek ve kadın birbirlerinin karı ve kocası olmakta, dolayısıyla da cinsel münasebetleri de helâl olmaktadır. Dolayısıyla daha önce cinsel yönden birbirleriyle yararlanmaları haram olurken, nikâh aktiyle birlikte artık helâl olmaktadır. Toplumumuzda uygulanan düğün öncesi “dini nikâh” söz konusudur. Yapılacak düğün merasimiyle evlenecek olan erkek ve kızın, düğünden aylar önce “dini” nikâhlarının yapıldığına şahitlik ediyoruz. Bu uygulama İslâmî açıdan doğru bir uygulama değildir. Az önce de söylediğimiz gibi nikâh akti, erkek ve kadını karı-koca yapmaktadır. Lakin toplumumuzda uygulanan düğün öncesi nikâhlarda ise bu gözardı edilmekte, nikâhın gerekleri yok sayılmakta ve böylelikle de dini nikâh formaliteye indirgenmektedir. Ayrıca bu uygulama, şöyle bir olumsuzluğa da sebebiyet vermektedir; düğün öncesi taraflar anlaşamayarak ayrılabilmekte, normalde kendilerine haram olan nice hususu nikâhları olduğu için kız ve erkek yapabilmektedirler.

İşte bütün bu olumsuz durumlardan dolayı, İslâmî nikâh ancak düğün zamanında yapılmalıdır. Daha doğru bir ifadeyle nikâh ancak düğün günü yapılmalıdır. Eğer zaruret durumları varsa birkaç gün önceden de yapılabilir. Bunun haricindeki uygulamalar İslâm’a uygun değildir ve bir Müslüman bunlardan şiddetle sakınmalıdır.

İslâm’a Göre Evlenme Engelleri

İslâm dini, bazı kadınlar ile erkeklerin birbirleriyle evlenmelerini haram kabul etmiş ve yasaklamıştır. Bunları iki başlık altında toplayabiliriz:

Sürekli evlenme engelleri

Bu sınıfa girenlerle evlenmek hiçbir zaman helâl değildir. Bunların kimler olduğuna şu âyette yer verilmiştir; “Analarınız, kızlarınız, kız kardeşleriniz, halalarınız, teyzeleriniz, erkek kardeşin kızları, kız kardeşin kızları, sizi emziren analarınız, süt bacılarınız, eşlerinizin anaları, kendileriyle birleştiğiniz eşlerinizden olup evlerinizde bulunan üvey kızlarınız size haram kılındı. Eğer onlarla birleşmiş değilseniz (evliliğiniz son bulduğunda) kızlarını almanızda size bir sakınca yoktur. Kendi sulbünüzden olan oğullarınızın eşleri ve iki kız kardeşi birden almak da size haram kılındı; ancak geçen geçmiştir, Allah çok bağışlayıcı ve esirgeyicidir.” (Nisâ, 23)

Sürekli evlenme engeli bulunan kimseleri üç grupta toplamak mümkün:

  1. Kan hısımlığı olanlar: Anneler, nineler, kızlar, kız kardeşler, erkek ve kız çocukların kızları (torunlar), halalar, teyzeler, büyük hala ve teyzeler, üvey anneler bu sınıfa girer. Bir kadın için de; babalar, dedeler, oğullar, erkek kardeşler, erkek ve kız kardeşin oğulları, torunlar, amcalar, dayılar, büyük dayı ve amcalar, üvey babalar bu sınıfa girmektedir.
  1. Süt hısımlığı olanlar: Kan hısımlığından dolayı haram olan kimseler süt hısımlığından dolayı da haram olurlar. Dolayısıyla bir kadından süt emen erkek çocuğa, o kadının kendisi, annesi, annesinin annesi, kız kardeşi, kızları, torunları haram olur. Eğer süt emen kız çocuğuysa, sütannesinin babası, dedesi, kocası, oğulları, torunları haram olur.
  1. Evlilik yoluyla haram olanlar (Sıhrî Hısımlık): Üvey kızlar, kayın vâlideler, baba ve dedelerin eşleri, oğul veya torunların eşleri bu grupta yer alırlar. Bu yasaklar, ister boşanmadan dolayı, isterse de eşlerden birisinin vefat etmesi sebebiyle evlilik sona erse dahi devam ederler.

Geçici Evlenme Engelleri

  1. Evli olmak: Evli olan bir kadınla yapılan nikâh akti geçerli değildir. İslâm’a göre bir kadın ancak bir erkekle aynı anda evli kalabilir. Bunun içindir ki şeriatin öngördüğü şekilde evliliği sona ermemiş bir kadın, başka birisiyle evlenemez. Erkekler için ise, zaruri durumlarda kullanılmak üzere böyle bir şart yoktur. Yani o zaruret durumlarında ve belirli kurallar çerçevesinde dört kadına kadar nikâhlanabilir. Evli olan kadınlarla nikâhlanmanın haram olduğu şu âyette vurgulanmaktadır; “…evli kadınlar da size haram kılındı…” (Nisâ, 24)
  1. İki kız kardeş ile aynı anda evlenme: Dinimizin yasakladığı bir başka husus da, bir erkeğin iki kız kardeşi aynı anda nikâhına almasıdır. Konuyla ilgili âyette şu şekilde buyurulmaktadır; “…Kendi sulbünüzden olan oğullarınızın eşleri ve iki kız kardeşi birden almak da size haram kılındı…” (Nisâ, 23) Fakat birisiyle ister vefat ettiğinden dolayı, isterse de anlaşamama gibi başka sebepten dolayı nikâh sona erince, diğeriyle evlenmede bir sakınca yoktur.
  1. İddet bekleyen kadınlarla evlenmek: İddet; bir kadının kocasından ayrıldığı zaman beklemek zorunda olduğu ve nikâhının halen sona ermediği zaman dilimi için kullanılan bir terimdir. Kadının eşinden ayrılma sebeplerine göre beklemek zorunda olduğu iddet günlerinin sayısı da birbirinden faklıdır. Kadınlar, kocaları vefat ettiği zaman, eğer hamile değillerse, 4 ay 10 gün iddet beklemeleri gerekir. Konuyla ilgili âyette şu şekilde buyurulur; “İçinizden ölenlerin geride bıraktıkları eşleri kendi başlarına (evlenmeksizin) dört ay on gün beklerler.” (Bakara, 234) Dolayısıyla bu süre içerisinde bir başkasıyla evlenmesi haramdır.

Eğer kadın hamileyse, çocuğu doğuruncaya kadar iddet beklemek zorundadır. Konuyla ilgili âyette şu şekilde buyurulur; “Hamile olanların bekleme süreleri ise doğum yapmalarıyla sona erer.” (Talâk, 4) Bu durumda olan kadının da bir başkasıyla bu zaman diliminde evlenmesi caiz değildir.

 Yine kadın, kocasının kendisini boşaması durumunda, 3 ay iddet beklemek zorundadır. Konuyla ilgili hüküm bildiren âyette şöyle buyurulur; “Boşanan kadınların kendileri üç âdet görünceye kadar beklerler.” (Bakara, 228) Boşanma iddeti bekleyen bir kadın da bir başkasıyla evlenemez.

Kocası kaybolup da kendisinden haber alınmayan kadınların ne zamana kadar kocalarını beklemeleri gerektiği konusu, fakihler arasında ihtilaflı konulardandır. Fakihlerden kimisi; kocası kaybolup da kendisinden haber alınamayan kimselerin kadınları, kocalarının emsalleri vefat edinceye kadar beklemeleri gerektiğini söylerken, kimisi de 4 yıl kadar beklemeleri, buna rağmen hâlâ haber alınamıyorsa nikâhlarının sona erdiğine hükmetmişlerdir.

Bu konu ictihadi bir konudur. Bundan dolayı özellikle de günümüzün iletişim şartları göz önünde bulundurularak yeni bir zaman tayini yapılabilir. Şunu da ifade edelim ki bu konuda, zaman tespiti herkesin kafasına göre yapabileceği bir mesele değildir. Ancak İslâm devletinin veya Müslümanları temsil eden bir otorite varsa onun yapabileceği bir konudur. Aksi halde başka bir erkekle evlenmek isteyen bir kadın, kocasından bir hafta haber alamayınca başka birisiyle evlenmeyi kendine caiz görebilir. Âlimlerin içtihadına göre belirlenen zaman dolduğunda kadın mahkemeye/kadıya müracaat ederek konuyu ispatlayabilirse ancak o zaman nikâh sona erer. Mahkeme/kadı veya ailelerden oluşturulacak hakemler karar vermeden kadın kendi başına nikâhı bitiremez. Kadınların beklemeleri gereken iddet süreleri sona erdikten sonra evlenmelerine mani olacak herhangi bir durum yoktur.

  1. Üçüncü defa boşama: Eğer bir adam karısını üç talakla boşarsa, bu kadın başka bir erkekle evlenipte onunla zifafa girip, bu ikinci eşinden de ayrılmadığı sürece ilk kocasına helâl olmaz. Yapılan bu ikinci evlilik de boşanma niyetiyle olmamalıdır. Özellikle bazı çevreler arasında karısını üç defa boşayan kimse için “göstermelik nikâh” kıyılmakta, sonra hemen bu nikâh bozularak eski kocasıyla yeniden nikâh yapılmaktadır. Böyle bir niyetle yapılan evlilik, haramdır.

 

İslâm, bir erkeğe karısını ancak üç defa boşayabilme hakkı vermiştir. Cahiliye döneminde bir adam karısını istediği kadar boşuyor sonra da yine onunla evleniyordu. İslâm, bu durumu meşru görmeyip üç defa ile sınırlandırarak kadınların mağdur edilmelerini engellemek istemiştir. Fakat kadın ikinci kocasından boşandıktan sonra eğer isterse, ilk kocasıyla tekrar evlenebilir. “İkinciden sonra koca eşini bir daha boşarsa, bundan sonra kadın, boşayandan başka bir koca ile evlenmedikçe ona helâl olmaz. İkinci koca da onu boşarsa, birinci kocası ile bu kadının, Allah’ın kurallarına riayet edeceklerini zannederlerse, tekrar evlilik hayatına dönmelerinde bir sakınca yoktur. Bunlar Allah’ın kurallarıdır, bilmek isteyenler için onları açıklamaktadır.” (Bakara, 230)

  1. Din ayrılığı: İslâm’a göre: Müslüman bir erkek ancak Müslüman olan veya Ehl-i kitap olan birisiyle evlenebilir. Putperest, ateist, müşrik olanlarla evlenmesi ise haramdır. Konuyla ilgili olarak Rabbimiz şu şekilde buyurur; “İman etmedikleri sürece Allah’a ortak koşan kadınlarla evlenmeyin. Şundan emin olun ki imanlı bir câriye, sizin hoşunuza gitse de müşrik bir hür kadından iyidir. İman etmedikleri sürece Allah’a ortak koşan erkeklerle de kadınlarınızı evlendirmeyin. Şundan da emin olun ki imanlı bir köle, sizin hoşunuza gitse bile müşrik bir hür kişiden daha iyidir. Onlar insanları ateşe çağırırlar, Allah ise izni ile cennete ve bağışlanmaya çağırır, gerektikçe hatırlasınlar diye insanlara âyetlerini açıklar.” (Bakara, 221)

Ayrıca, Ehl-i kitap kadınlarla ancak belirli şartlar çerçevesinde evlenmenin helâl olduğunu beyan eden âyette de şu şekilde buyurulur; “Bugün size iyi ve temiz nimetler helâl kılınmıştır. Kendilerine kitap verilenlerin yiyeceği size helâldir; sizin yiyeceğiniz de onlara helâldir. Gayri meşrû ilişkide bulunmak veya gizli dost tutmak şeklinde değil de meşrû bir nikâhla evlenmek şartıyla mümin kadınlardan iffetli olanlar ile sizden önce kendilerine kitap verilenlerden iffetli kadınlar -mehirlerini verdiğiniz takdirde- size helâldir. Kim inanmayı reddederse ameli kesinlikle boşa gider. O, âhirette de hüsrana uğrayanlardandır.” (Mâide, 5)

Âlimlerin ittifakıyla Müslüman bir kadının Ehl-i kitap bir erkekle evlenmesi ise helâl değildir. Aile üzerinde, babanın otoritesinin baskın bir şekilde olmasından dolayı, kadının kendi dinini muhafaza etmesi ve inancına uygun bir hayat yaşamasının mümkün olmayacağından hareketle ve ayrıca da bu konuda eşinden gelebilecek zorlukları göğüslemesinin çok zor hatta mümkün olmayacağından dolayı caiz görülmemiştir. Ayrıca doğacak çocukların da babanın inancı üzerine yetişmesi kaçınılmaz olacağından bu şekildeki evlilikler helâl görülmemiştir.

Mehir ve Başlık Parası

İslâm, bir kadınla erkeğin bir araya gelerek kuracakları yuvanın ilk adımı olan nikâh akdi öncesinde kadına, “mehir” (belirli miktarda mal veya para) isteme hakkı tanımıştır. Kur’an-ı Kerim’de mehri gündeme getiren bir âyette şu şekilde buyurulur; “…Onlarla karı-koca ilişkisi yaşamanıza karşılık kararlaştırılmış olan mehirlerini verin…” (Nisâ, 24) Mehrin en önemli hikmeti, kadının mağdur edilmesinin önüne geçmektir. Eğer erkek herhangi bir mâli zorluk altında olmazsa, talak (boşama) hakkı da kendisinde olduğundan dolayı istediği zaman eşini boşayarak yeni bir kadınla evlenebilirdi. Bir başka sebep de Allahu âlem şudur; kadın kocası tarafından boşandığı takdirde başka birisiyle evleninceye kadar başkalarına muhtaç olmadan ayakları üzerinde durabilmesi için kadına mehir hakkı tanınmıştır.

Mehrin üst sınırı yoktur. Dolayısıyla bir kadın istediği miktarda mehir isteyebilir. Tabî şunu da ifade edelim ki kadının istediği mehir miktarının tamamını erkek kabul etmek zorunda değildir. Fakat belirli bir mehir üzerine anlaştılarsa ve erkek o miktarda mehir vermeyi taahhüt ettiyse, kararlaştırıldığı zaman o miktarda mehri vermek zorundadır.  Vermediği takdirde eğer İslâm devleti varsa, o miktarda mehri zorla erkekten alarak kadına verir. Ayrıca erkek günahkâr olur ve ahirette bu yaptığının cezasıyla karşı karşıya kalır. Mehrin üst bir sınırının olmadığını şu âyet-i kerimeden öğreniyoruz; “Eğer bir eşi bırakıp da yerine başka bir eş almak isterseniz, onlardan birine yüklerle mehir vermiş olsanız dahi ondan hiçbir şeyi geri almayın. Siz onu, iftira ederek ve apaçık günah işleyerek mi geri alacaksınız?” (Nisâ, 20)

Mehrin alt sınırı olup olmadığı konusunda ise âlimler ihtilaf etmişlerdir. Bazı âlimlere göre mehrin alt sınırı yokken, bazı âlimlere göre vardır. İmam Ebû Hanife’ye göre mehrin alt sınırı yaklaşık bir koyun bedelidir. İmam Mâlik’e göre ise bundan daha az olan miktar da mehir olur. İmam Şafiî ve İmam Ahmed ibn Hanbele göre ise, mehrin alt sınırı yoktur. Doğru olan görüş, makul olan miktarda maddi karşılığı olan bir mal veya paranın mehir olarak belirlenmesidir.

Ayrıca mehir, nikâh aktinden önce veya daha sonra verilmek üzere de ikiye ayrılmaktadır. Eğer kadın ve erkek mehrin nikâh akdinden önce verilmesini kararlaştırdılarsa bu mehre “mehr-i muaccel” denilir ve nikâh aktinden önce kadına ödenmesi gerekir. Fakat nikâhtan sonra herhangi bir zaman ödemek üzere anlaştılarsa bu mehre de “mehr-i müeccel” denir. Daha sonra verilmek üzere kararlaştırılan mehir, kocanın ölümü ve kadını boşaması durumunda aciliyet kesbeder. Yani kocası tarafından boşanan kadına eğer o zamana kadar hâlâ mehri verilmediyse, hemen verilmelidir. Kocası ölen kadının durumu da aynen bu şekildedir.

Nikâh akti öncesinde miktarı belirlenen mehre “mehr-i müsemmâ”, belirlenmemiş olana da “mehr-i misil” denir. Nikâh akti öncesinde veya nikâh akti sırasında herhangi bir mehir belirlenmediği durumda ise kadına, “mehr-i misil” gerekli olur. Mehr-i misil; kadının yaşam koşulları göz önünde bulundurarak, aynı şartlar içerisinde olan kadınlara ne kadar mehir veriliyorsa, bu kadına da o kadar mehir belirlenmesi demektir. Mehir kadının hakkıdır ve ancak kadın hakkından vazgeçerse bu yükümlülük kocasının üzerinden düşer.

Ayrıca mehir, kadının hakkı olduğundan dolayı velisi o mehri kadının rızası olmadan ondan alıp da kullanamaz. Aynı şekilde kocası da kadının mehrini rızası olmadan kullanamaz.

İslâm, “başlık parası” olarak erkekten alınan, mehir dışındaki mal veya parayı helâl görmez. Bugün maalesef Müslümanların bir kısmının gelenekleri arasına “başlık parası” olarak isimlendirilen bir kavram girmiştir. Kız babası, kızına talip olan damat adayından kendi yararına kullanmak için belirli bir miktar para veya mal talep etmekte, damat adayının bunu ödememesi durumunda evliliklerine izin vermemektedir. İslâm hiçbir veliye böyle bir hak vermemiştir. Âlimlerin çoğunluğu başlık parasını caiz görmemişlerdir.  Ebû Hanife’ye göre: Velinin evlenecek olan kadın için mehir dışında başka herhangi bir mal veya para talep etmesi caiz değildir. Şafiî mezhebi ise: Başlık parasını caiz görmediğinden dolayı, başlık parası talep eden velinin velilik vasfının düşeceğini söylemiştir. Mezhepler arasında başlık parasına yeşil ışık yakan tek mezhep Hanbelî mezhebidir. Delil olarak aldıkları husus ise; Kur’an-ı Kerim’de, Şuayb’ın (a.s.) sekiz veya on yıl kendisine çalışması karşılığında, kızlarından birisini Musa’ya (a.s.) bağışlamak istemesi örneğidir. Doğru olan ve ayrıca dinin mâna ve maksadına uygun olan görüş âlimlerin çoğunluğunun görüşüdür.

Bir başka caiz olmayan husus da, kızlarını evlendirirken annenin; “süt parası” diye damat adayından belirli bir miktar para talep etmesidir. Çocukluk döneminde kızını emziren annenin, emzirdiği sütün bedeli olarak böyle bir talebi olmaktadır. Oysa yeni doğan çocuğun iki yıl annesini emme hakkı vardır; “Emzirmeyi tamamlamak isteyen için analar çocuklarını tam iki yıl emzirirler.” (Bakara, 233) Bundan dolayı da hiçbir anne çocuğun hakkı olan şeyi bir bedel karşılığında yapamaz. Bir bedel isteyecekse onu da ancak babadan isteyebilir, lakin kızdan; hele de kızın evleneceği erkekten isteyemez. Dolayısıyla bir Müslüman bu tür uygulamalardan şiddetle sakınmalıdır. Zâten annenin çocuğunu emzirdiği sütün, dünyevi olarak bir bedeli de olmaz.

Evli Bir Kadının Mâli Hakları

 

Evli bir kadının mâli hakları üç temel grupta toplanabilir:

  1. Mehir hakkı: Evli olan kadının en önde gelen mâli haklarından bir tanesi yukarıda da ifade ettiğimiz gibi mehir hakkıdır. Evlenmeden önce nasıl kararlaştırıldıysa o şekilde ve ayrıca zamanında kadına ödenmelidir. Mehirle alakalı bilgi, bir önceki başlıkta geçtiği için burada tekrar gündeme almayacağız.
  1. Nafaka hakkı: Evli olan kadının, bir başka mâli hakkı da nafaka hakkıdır. Toplumun örfü ve kişinin maddi durumuna göre evli olan kadının yeme-içme, giyim, barınma ve bir ev için zaruri olan ev eşyalarının masraflarını karşılamak da kadının kocası üzerindeki haklarındandır. Koca bu haklarını yerine getirmekle mükelleftir. Yerine getirmediği zaman, zorla kocadan alınarak kadına iade edilir. Aynı zamanda çocukları varsa o çocukların da yeme-içme, giyim ve barınma masrafları babaya aittir. Hatta kadın zengin bile olsa kendisinin ve çocuklarının masrafları için kendi malından harcama yapmaya zorlanamaz. Kadının nafaka hakkıyla ilgili olarak Kur’an’da şu şekilde buyurulur; “Annelerin normal ölçülerde yiyecek ve giyeceklerini sağlamak da çocuk kendisi için doğurulanın (babanın) borcudur.” (Bakara, 233)

“Varlıklı olan varlığından harcasın, rızkı daralmış bulunan da Allah’ın kendisine verdiği kadarından harcasın. Allah kimseyi kendi verdiğinden fazlasıyla yükümlü tutmaz. Allah bir güçlüğün ardından bir kolaylık sağlayacaktır.” (Talâk, 7)

Kocası tarafından boşanan kadının nafaka hakkı, iddet zamanları içinde de kocanın üzerinde olmaya devam eder. Dolayısıyla kocası tarafından boşanan kadın 3 ay, kocası ölen kadın da 4 ay 10 gün, hamile olan kadın da doğuncaya kadar kocasından nafaka almaya devam eder. İddet bekleyen kadınların nafaka haklarıyla ilgili olarak da Kur’an’da şu şekilde buyurulur; “O kadınları, durumunuza uygun olarak kendi oturduğunuz yerde oturtun ve onların imkânlarını daraltmak yoluyla kendilerine zarar vermeye kalkışmayın. Eğer hamile iseler, doğum yapıncaya kadar nafakalarını karşılayın. Sizin hesabınıza (çocuğunuzu) emzirirlerse onlara karşılığını ödeyin ve aranızda güzelce konuşup anlaşın.” (Talâk, 6)

  1. Mal edinme hakkı: Evli bir kadının bir başka mâli hakkı da kendi zimmetine ait olmak üzere mal edinme hakkıdır. Gerek mehir olarak aldığı, gerek babasından miras olarak kalan mallar, gerek kocasının kendisine hediye ettiği mallar, gerekse de kendisi çalışıp kazandığı mallar kadının zimmetindedir. Koca bu mallar üzerinde tasarrufta bulunamaz. Kadının rızası dışında evin ihtiyaçları için kullanılamaz. Nasıl ki kadın, kocasının malı üzerinde istediği gibi tasarruf edemiyorsa, koca da karısının malı üzerinde onun rızası olmadan tasarruf etme hakkına sahip değildir.

Kocası vefat eden kadının mâli hakları

 

  1. Kendisine ait olan malları alma hakkı: Kocasının kendisine ödediği mehir, hediye ettiği mallar, kendisinin çalışarak kazandığı mallar ve miras olarak kendisine kalan mallar gibi kadının kendisine ait olan tüm malları kadın alma hakkına sahiptir. Yine şunu da ifade edelim ki daha önce kadına bir mehir belirlenmemişse, yukarıda da söylediğimiz gibi kadına kendi dengi olan kadınların aldığı miktar kadar mehir belirlenerek, kocanın geriye bıraktığı mallardan kendisine verilir.
  1. Miras hakkı: Kocası vefat eden kadının bir başka mâli hakkı da, ölen kocasının geriye bıraktığı mirasta pay sahibi olmasıdır. Ölen kocanın oğlu ve kızı varsa geriye kalan mirasın sekizde biri kadının hakkıdır. Eğer ölen kocasının çocukları yoksa mirasın dörtte biri kadınındır. Konuyla ilgili olarak Rabbimiz şu şekilde buyuruyor; “Çocuğunuz yoksa sizin de, yapacağınız vasiyetten ve borçtan sonra, bıraktığınızın dörtte biri onlarındır. Çocuğunuz varsa bıraktığınızın sekizde biri onlarındır.” (Nisâ, 12)
  1. İddet nafakası: Kocası vefat eden kadının bir başka mâli hakkı da iddet süresi boyunca nafaka hakkının devam ediyor olmasıdır. Kocası vefat eden kadının, hamile değilse 4 ay 10 gün, hamile ise doğum yapana kadar iddet beklemesi gerekmektedir. İddet beklediği süre zarfında, ma’ruf ölçüler içerisinde yeme-içme, giyim ve barınma ihtiyaçları kocasının malıyla karşılanır. “İçinizden vefat edip de geride eşler bırakanlar, bir yıla kadar evlerinden çıkarılmaksızın eşlerinin geçimliğini vasiyet etsinler. Onlar çıkar giderlerse kendiliklerinden yaptıkları uygun şeylerde sizin için bir vebal yoktur. Allah izzet ve hikmet sahibidir.” (Bakara, 240)

 

Kadının ne kadar süre kocasının evinde oturmasının gerekli olduğu ve bu süre zarfında mâli haklarının neler olduğu konusu, âlimler arasında tartışılmıştır. Kimi âlimlere göre: Yeme-içme ve giyinme ihtiyaçları 4 ay 10 gün sonra düşer, fakat barınma ihtiyacı bir yıl devam eder. Kimi âlimlere göre de, nafaka hakları 4 ay 10 gün sonra bittiği gibi barınma hakkı da sona erer. Bu konuda en doğru olan görüş şudur; 4 ay 10 gün kocasının evinde iddet bekleyen bir kadın, tüm nafaka haklarına sahiptir. İsterse barınma hakkı da bir yıl devam eder. Fakat isterse de 4 ay 1o gün sonra barınma hakkından vazgeçebilir. Kocasının evinde kalmak istediği durumda yakınları onu bir yıl çıkmaya zorlayamaz. 

Boşanan Kadının Mâli Hakları

İddet nafakası: Boşanan kadının iddeti 3 ay, diğer bir tanıma göre üç temizlik süresidir. Bu zaman zarfında yeme-içme, giyinme ve barınma ihtiyaçları kocasına aittir. Kadın hamile ise bu takdirde nafaka hakkı, doğuma kadar devam eder. Hanefîlerin dışındaki üç mezhebe göre ise, üç talakla boşandığı için iddet bekleyen kadının sadece barınma ihtiyacını erkek karşılar, yeme-içme ve giyim ihtiyaçlarını karşılama zorunluluğu yoktur. Hanefîlerin görüşü daha isabetlidir. Kadın üçüncü defa olsa dahi, üç ay iddet beklemek zorunda olduğundan, tüm nafaka ihtiyaçlarını kocasının karşılaması gerekmektedir.

Evli olan erkeğin, karısı üzerinde herhangi bir mâli hakkı söz konusu değildir. Onun hakları daha çok manevi haklardır. Bunları şu şekilde özetlemek mümkündür. Öncelikle kadın, kocasının namusunu başka erkeklere çiğnetmeyecektir; kocasını cinsel yönden tatmin edecektir; çocukların bakımı ve eğitiminden sorumlu olacaktır; koca olmadığı zaman onun malını koruyacaktır. Bunlarla birlikte örfün icap ettirdiği şekilde evin işlerini de yapmakla sorumludur.

Ayrıca çocukların tüm nafaka giderleri de babanın üzerinedir. Bu konuda kadının herhangi mâli bir sorumluluğu yoktur. Eğer çocuklar annelerinin yanında kalıyorlarsa onların yeme-içme, giyinme ve barınma giderlerini baba karşılamak zorundadır. Erkek çocuğun nafaka hakkı, kendi başına bir gelir elde edecek zamana kadar devam eder. Kız çocuğunun ise evleneceği zamana kadar devam eder.

Günümüzde hayat standartları değiştiği için, daha önce yapılan yukarıdaki tanımlamalar yeterli olmamaktadır. Çünkü çağımızın getirdiği hayat standartları içerisinde çoğunlukla çocuklar üniversite okuyacakları çağa kadar ne elleri ekmek tutacak bir iş yapıyorlar, ne de evleniyorlar. Dolayısıyla bu durumda yukarıdaki tanımlamalar yeterli gelmemektedir. Bunun için doğru olan husus; bir çocuk rüşt çağına gelinceye kadar babasının onlara nafaka verme sorumluluğu devam eder. Fakat o yaştan sonra nafaka sorumluluğu düşer. Lakin gücü nispetinde yardımcı olur. Çünkü babanın çocuğa, çocuğun da babaya bakmakla yükümlülüğü ölünceye kadar devam eder.

Şunu da ifade etmek gerekir ki eğer çocukların kendilerine ait mal ve gelirleri varsa, masrafları da öncelikle bunlardan karşılanır. Yoksa baba çocuklara nafaka öder.

 

İslâm’da Evliliği Sona Erdiren Hususlar

 

İslâm’a göre evliliği sona erdiren bir takım hususlar vardır. Şimdi bunları maddeler halinde görelim:

  • Eşlerden birisinin ölümü: Eşlerden birisinin vefat etmesi durumunda evlilik akti sona ermiş olur. Fakat böyle bir durumda kadın ve erkek arasında bir fark söz konusudur. Şöyle ki; karısı ölen erkek, herhangi bir iddet beklemek zorunda olmadığından dolayı nikâh akti eşinin ölümü ile hemen son bulur. Fakat kocası ölen kadının durumu farklıdır. Onun nikâhı hâlen devam ediyordur. Böyle bir kadın eğer hamile değilse 4 ay 10 gün iddet beklemek zorundadır. Bu iddet süresi bitene kadar nikâh akti devam eder. Hamile ise, doğum yapana kadar nikâhları devam eder. Bu sebeple kocası ölen bir kadın, iddet süreleri doluncaya kadar evlenemezken, erkekler için iddet olmadığından eşinin ölümüyle birlikte nikâhları da sona ermiş olur. Bun için de bir başka kadınla evlenmesinde herhangi bir zaman sınırlaması yoktur.
  • Evliliğin feshi: Evlilik aktinin; ister nikâh akti sırasında isterse de sonradan meydana gelen bir eksiklik yüzünden bozulmasına nikâhın feshi denir. Örneğin nikâh akti yapılırken iki şahit bulundurulmamışsa bu nikâh bozulur. Veya eşlerden birisinin dinden çıkması durumunda da evlilik akti feshedilmiş olur. Bu tür durumlarda eğer cinsel birleşme olmuşsa, kadının mehir alma hakkı vardır. Fakat cinsel birleşme olmadan nikâh akti bozulmuşsa kadının belirlenen mehri alma hakkı yoktur. Fakat hediye cinsinden bir şeyler verilebilir. Ayrıca, evliliğin fesh edilmesi durumunda erkeğin talak haklarında herhangi bir eksilme olmamaktadır.
  • Ric’î boşama (talâk): İslâm hukukunda “talâk” sözcüğü hem tek taraflı irade beyanıyla yapılan boşamayı, hem de iki tarafın da rızasıyla olan boşamayı ve yine mahkeme kararıyla boşamayı da ifade etmektedir. Bununla birlikte talâk denilince genel olarak, tek taraflı irade beyanıyla erkeğin karısını boşaması anlamında kullanılmaktadır. Tek taraflı irade beyanıyla yapılan talâklar; ric’î, bâin, sünnî ve bid’î olarak isimlendirilir.

Erkeğin, tek taraflı irade beyanıyla boşamış olduğu karısına, tekrar dönme imkânı sağlayan boşamaya, ric’î (dönülebilir) talâk denir. Erkek karısını, âdetli olmadığı zaman içerisinde ve cinsel ilişkiye de girmediği bir durumdayken ve ayrıca da boşamayı açık şekilde ifade edecek sözcüklerle boşarsa; “seni boşadım”, “senden ayrıldım” gibi; bu durumda ric’î talak geçekleşmiş olur. Böyle bir durumda kadının üç ay iddet beklemesi gerekmektedir. Kadının iddet beklediği bu zaman diliminde erkek isterse yeni bir nikâha ihtiyaç duymadan eşine dönebilir. Konunun hükmünü beyan eden âyette şu şekilde buyurulur; “ Boşanan kadınların kendileri üç âdet görünceye kadar beklerler. ... Eğer taraflar arayı düzeltmeyi istiyorlarsa kocaları, onları kendilerine geri çevirme hususunda başkalarından daha ziyade hak sahibidirler.” (Bakara, 228) Fakat erkek, kadının iddet süresi içinde eşine dönmez ve iddet süresi tamamlanırsa nikâh akti tamamen biter. Sonra aynı kadın ve erkek, tekrar evlenmek isterlerse yeni bir nikâh yapmaları gerekmektedir.  Bu iki durumda da erkeğin üç boşama hakkının bir tanesi gitmiş olur. Bu şekilde iki defa eşini boşayan kişi iddet süresi içinde pişman olarak eşine yeni bir nikâha ihtiyaç duymadan geri dönebilir. Fakat üçüncü boşamadan sonra bir daha geri dönemez. Kadın üç ay iddet bekler ve o kadın başka birisiyle evlenip, zifafa girip de ikinci kocasından boşanmadığı sürece ilk kocasına helâl olmaz.

Hanefîlere göre erkeğin boşama şeklinde şiddet ve mübalağa içeren bir sözcük kullanıldıysa; “ebediyen boşsun”, “seni, bir daha geri dönmemek üzere boşadım” gibi; bu durumda ric’î boşama değil, nikâhı tamamen bitiren bâin boşama oluşmuştur. Böyle bir durumda kadın üç ay iddet bekler ve nikâhları sona ermiş olur. Daha sonra, eğer bu boşama üçüncü boşama değilse, isterlerse yeni bir nikâhla yeniden evlenebilirler. Yapılacak yeni nikâhta da kadının yeniden mehir isteme hakkı olur.

Ayrıca ric’î boşamalarda, erkeğin eşine dönüş yapacağı zaman şahit bulundurmasının gerekli olup olmadığının hükmü konusunda âlimler arasında ihtilaf vardır. İmam Şafiî, Ahmed İbn Hanbel, İbn Hazm ve Şiîlere göre şahit bulundurmak gerekmektedir. Diğer mezheplere göre ise şahit bulundurmak şart olmayıp müstehaptır. Konunun hükmüyle ilgili ihtilaf şu âyete dayanmaktadır; “Boşanan kadınlar iddetlerinin sonuna varınca onları güzelce tutun, yahut onlardan güzelce ayrılın. İçinizden iki âdil kimseyi şahit tutun. Şahitliği Allah için dosdoğru yapın. İşte bununla Allah'a ve ahiret gününe inanan kimselere öğüt verilmektedir. Kim Allah'a karşı gelmekten sakınırsa Allah ona bir çıkış yolu açar.” (Talâk, 2) Âlimlerin kimisi “şahit bulundurun” ifadesinden şahit bulundurmayı vacip görürken, kimileri de bu ifadeyi tavsiye niteliğinde almaktadırlar. Bize göre âyetin gündeme aldığı husus şu olsa gerektir: Eğer ric’î de olsa boşama ilan edildiyse geri dönüşte de şahit bulundurmak daha doğrudur. Yok eğer ilan edilmediyse o takdirde şahit bulundurmak da gerekli değildir. Âyet, bâin boşama ise şahit bulundurularak kadın ve erkek arasında oluşabilecek anlaşmazlıkların önüne geçmek istemektedir. Kısacası geri dönüşü olmayan veya ilan edilen boşamalarda şahit bulundurmak gerekmektedir. Geri dönüşü olan ve ilan edilmeyen boşamada ise şahit bulundurmaya gerek yoktur. En doğrusunu Allah bilir!

4) Bâin Talâk: Erkeğin, boşadığı eşine ancak yeni bir nikâhla dönme hakkının olduğu boşamaya bâin talâk denir. Fakat boşama üçüncü defa meydana gelmişse kadın bir başka erkekle bilinen manada bir evlilik yapmadığı sürece, eski eşine helâl olmamaktadır.

Bâin talâk kapsamına giren talâk çeşitleri şunlardır: a) Nikâh aktinden sonra, cinsel birleşme olmadan boşama, b) Erkek ve kadının bir bedel üzerinde anlaşarak boşanmaları, c) Erkeğin üçüncü boşama hakkını kullanarak yaptığı boşama, d) Hâkim kararıyla meydana gelen boşamalar da bu kapsama girmektedir. Bunlara ilave olarak Hanefîlere göre kocanın şiddet ve mübalağalı sözcüklerle boşaması da bâin boşamadır.

Bâin boşamalarda evlilik derhal sona erer. Kadın üç ay iddet bekler. İddet süresi içinde kocanın eşine geri dönme hakkı yoktur. Kadının mehir hakkı hâlâ ödenmemişse, iddet süresi içinde ödenmesi gerekir.

Bâin talâk çeşitlerinden birisiyle gerçekleşen boşamadan dolayı kadın iddet beklerken eşlerden birisi vefat ederse eşler birbirilerine mirasçı olamazlar. Fakat ölüm hastalığına yakalanan bir kimse karısını mirastan mahrum etmek için boşarsa bu durumda kadın kocasına mirasçı olur. Hatta imam Mâlik'e göre bu şekilde boşanan kadın, bir başkasıyla evlenmiş olsa dahi yine eski kocasının mirasında hak sahibidir.

Ayrıca Kur'an ve sünnetin belirlediği usûle göre olup olmaması yönüyle de talâklar, sünnete uygun olan ve bid'at olan olmak üzere ikiye ayrılmaktadır.

  • Sünnî talâk: Kur'an ve sünnetin öğrettiği ölçülere uygun olarak gerçekleştirilen boşamalara sünnî (Efendimizin sünnetine uygun) talâk denir. Kur’an-ı Kerim’de şu şekilde buyurulur; “Boşama iki defadır. Sonrası, ya iyilikle geçinmek, ya da güzellikle bırakmaktır…” (Bakara, 229) Devamındaki âyette ise şu şekilde buyurulur; “Eğer erkek karısını (üçüncü defa) boşarsa, kadın, onun dışında bir başka kocayla nikâhlanmadıkça ona helal olmaz. (Bu koca da) onu boşadığı takdirde onlar (kadın ile ilk kocası) Allah'ın koyduğu ölçüleri gözetebileceklerine inanıyorlarsa tekrar birbirlerine dönüp evlenmelerinde bir günah yoktur. İşte bunlar Allah'ın, anlayan bir toplum için açıkladığı ölçüleridir.” (Bakara, 230) Başka bir âyette de şöyle buyurulur; “Ey peygamber! Kadınları boşamak istediğinizde onları iddetlerini dikkate alarak (temizlik halinde) boşayın ve iddeti sayın. Rabbiniz olan Allah'a karşı gelmekten sakının…” (Talâk, 1) Ayrıca Efendimiz, Abdullah İbn Ömer’in karısını adetliyken boşadığını öğrendiğinde eşine geri dönmesini, temizlik süresinde cinsel ilişkiye girmeden boşaması gerektiğini ifade etmiştir. (Buhârî, Talâk, 1)

Sünnete uygun olan talâk şu şekildedir: Öncelikle kadın adetli olduğu zamanlarda boşanmamalı, ancak temizlik zamanlarında boşanmalıdır. Ayrıca kadın temizlik zamanlarında cinsel ilişkiye girmeden boşanmalıdır. Yine kadın her temizlik süresi içinde sadece bir defa boşanmalıdır. Örnek verirsek; kadın temizlik döneminde bir defa boşanır, sonra kadın bir daha adet görüp temizlendikten sonra ikinci defa boşanır, sonra yine kadın adet görür de temizlendikten sonra üçüncü defa boşanır, bu şekilde de talâk tamamlanmış olur. Bu süre zarfında da cinsel birleşme olmamalıdır. İşte bu tür boşama, sünnete uygun olan boşama şeklidir.

6) Bid'î talâk: Sünnete uygun olmayan boşama şekline de bid'î talâk denir. Erkeğin eşini âdetliyken boşaması, bir temizlik süresinde birden fazla boşaması da bid'at talâktır. Âlimler, sünnete uygun olmayan bu tür boşamaları bid'ad olarak kabul etmekle beraber, yapılan talâkı geçerli saymışlardır. Ancak İmam İbn Teymiyye, İbn Kayyım el-Cevziyye, İbn Hazm ve İmamiyye mezhebi bu tür boşamaların geçerli olmadığını söylemişlerdir. Özellikle bir defada birden fazla boşamalar günümüzde yaygın olarak yapılmaktadır. Erkeğin tartışma anında "birden dokuza kadar boşsun" ve "seni üç talâkla boşadım" gibi sözlerle eşini boşaması söz konusu olabilmektedir. Böyle bir durumun neticesinde, dört mezhebin de bu tür boşamaları geçerli saymasından dolayı da aile bir daha geri dönüşü olmayacak şekilde yıkılmaktadır.

Üç talâkın bir seferde gerçekleştirilmesi ilk defa Hz. Ömer’in (r.a.) halifeliği zamanında, Hz. Ömer tarafından geçerli sayılmıştır. Abdullah İbn Abbas’dan nakledildiğine göre o şöyle demiştir; “Allah Rasûlü ile Ebû Bekir döneminde ve Hz. Ömer’in halifeliğinin ilk iki yılında üç boşama bir sayılıyordu. Ömer; “Şüphesiz insanlar kendilerine süre verilen bir konuda acelecilik gösterdiler. Şunu onlara geçerli saysak” dedi ve onu kendilerine uyguladı.” (Müslim, Talâk, 15) Hz. Ömer'in hangi gerekçeden dolayı ve kimlerin yaptığı bu tür boşamaları geçerli saydığı dikkate alınmadan, bu konuda Hz. Ömer'in mi yoksa sünnetin mi esas alınması gerektiği ne yazıktır ki gözden uzak tutulmuştur. Yukarıdaki hadis rivayetinde de belirtildiği üzere sünnete uygun olan boşama şeklini savunduğu için İmam İbn Teymiyye, kendi zamanında mezhep taassupçuları tarafından saldırıya uğramış ve neticede zamanın idarecileri tarafından hapse atılmıştır. Günümüzde de sünnete uymadığı gerekçesiyle bir defada üç talâkla boşamayı doğru görmeyen âlimler aynı muameleye tabi tutulmaktadırlar. Gümünüzde, insanların İslâmî duyarlılıklarının azaldığı, karı-koca tartışmalarında erkeğin çok rahat bir şekilde eşini boşadığı, boşamanın da ancak "birden dokuza kadar" gibi ifadelerle yapıldığı ve sonra da genellikle pişman olunduğu görülmektedir. Konuyla ilgili doğru olan yaklaşımın, sünnete uygun olanın esas alınması, bir defada birden fazla boşamaların tek talâk sayılması gerektiğini düşünüyoruz. Bid'at bir şekilde yapılan talâklar bir netice doğurmaz. Boşamanın ancak sünnette belirtildiği şekilde yapılması gerekir ki geçerliliği söz konusu olsun.

7) Şartlı boşama: Erkeğin eşini boşamasını bir şarta veya vadeye bağlaması da söz konusu olabilmektedir. Örneğin erkek eşine, evin kapısını kast ederek "bu kapıdan çıkarsan benden boşsun" diyerek talâkı böyle bir şarta bağlasa, bu şart gerçekleşir ve kadın o kapıdan çıkarsa âlimlerin çoğunluğuna göre böyle bir boşama geçerlidir. Dolayısıyla erkek karısını boşamıştır. Bazı âlimler ise bu tür boşamaların geçerli olmadığını, böyle bir durumla karşı karşıya kalan kimsenin yemin kefâreti ödemesi gerektiğini söylemektedirler. Bize göre doğru olan husus şudur; eğer erkeğin şart olarak öne sürdüğü husus talâk için geçerli bir şart ise bu talâk da geçerli olur. Örneğin, kadın eski sevgilisiyle buluşuyor ve erkek de boşamayı bu şarta bağlayarak "bir daha onunla görüşürsen boşsun" derse talâk geçerli olur. Fakat koca karısına kızdığı için "bu kapıdan çıkarsan boşsun" derse ve kadın da o kapıdan çıkarsa boşama gerçekleşmiş olmaz. Bununla birlikte bu konuda en temiz yol bu tür yollara tevessül edilmemesidir.  En doğrusunu bilen Allah'tır.

8) Bir bedel karşılığında boşama: Erkek ve kadın anlaşarak kadının vereceği bir bedel karşılığında da boşanabilirler. Genel olarak İslâm talâk hakkını erkeğe vermiştir. Bundan dolayı kadının boşama hakkı, kocası kendisine vermediği sürece yoktur. Kadın, kocasından talepte bulunarak, kendisine vereceği bir bedel karşısında boşamasını isteyebilir. Örneğin kadın, kocasına kendisini boşaması için belirli bir miktar mal verebilir, erkek de aldığı mal karşılığında eşini boşayabilir. Konuyla ilgili olarak Kur'an'da şu şekilde buyurulur; "...Eğer karı-kocanın Allah'ın sınırlarını koruyamayacaklarından korkarsanız, o zaman kadının kurtulmalık (kocasının kendisini boşaması için fidye) vermesinde, ikisine de bir günah yoktur" (Bakara, 229) Bu tür boşamalar da bâin talâk sayılır. Yani evlilik akti tamamen sona erer ve eğer bu boşama üçüncü boşama değilse eşler tekrar evlenmek istediklerinde yeni bir nikâhla ancak evlenebilirler.

9) Mahkeme kararıyla boşama: Eşlerden birisinin mahkemeye/kadıya başvurarak evlilik aktini bitirmek istemesi de söz konusu olabilmektedir. Kadının kocasından ayrılmak için kullanacağı bir başka yol da, bu yöntemdir. Kocasının kendisine zulmettiği, nafaka hakkını vermediği vb. durumlarda kadın mahkemeye/kadıya başvurarak boşanma talebinde bulunabilir. Mahkeme/kadı da boşama hakkına sahip olduğundan, karı-kocayı boşayabilir. Hakem/mahkemenin dikkate alması gereken boşama sebepleriyse genel hatlarıyla şunlardır;

a) Hastalık ve kusur olması: Örneğin, erkeğin cinsel yönden hastalığının olması, vücudunda tiksinti verecek yaraların bulunması, akıl hastalığının oluşması vb. hastalıklardan dolayı kadın mahkemeye müracaat ederek boşanma talebinde bulunabilir.

b) Kocanın nafakayı temin etmemesi: Ailede tüm aile bireylerinin nafakasını temin etmek zorunda olan kişi erkektir. Eğer erkek bu sorumluluğunu yerine getirmezse kadın mahkemeye/kadıya müracaat ederek eşinden ayrılmak isteyebilir. Eğer erkeğin eşinin nafakasını temin etmediği sabit olursa hâkim onları boşayabilir.

c) Erkeğin eşini terk etmesi veya kaybolması: Erkek karısını terk ederek ona karşı olan görevlerini yerine getirmezse, kadın yine mahkemeye/kadıya müracaat ederek ayrılmak isteyebilir. Yine erkek evi terk etmiş ve ondan haber alınamıyorsa bu durumda da kadın kocasından ayrılmak isteyebilir. Kendisinden haber alınamayan kimsenin karısının hangi tarihten sonra artık kocasından boş olacağı konusu âlimler arasında ihtilaflıdır. Bu konu ictihadi bir konudur ve zamanın şartları göz önünde bulundurularak karar verilmelidir. Mezhepler arasında en makul görüş Mâlikî mezhebinin görüşüdür. Onlar kendisinden haber alınmayan kimse 4 yıl beklenir ve hâlâ haber alınamıyorsa mahkeme tarafından boşanmalarına hükmedilir ve kadın bir başkasıyla evlenebilir demektedirler. Dört yıl, iletişimin ancak mektupla yapıldığı geçmiş zamanın şartlarına göre belirlenmiştir. Günümüzde iletişim araçlarının çok daha fazla ve yaygın olduğu da göz önünde bulundurularak daha kısa zaman belirlenebilir. Lakin bunu kişilerin kendisi değil, Müslümanları temsil eden İslâmî otoritenin veya İslâm devletinin yapması gerektiğini de hatırlatmış olalım.

d) Kötü muamele ve şiddetli geçimsizlik: Kadının mahkemeye başvurarak boşanma talebinde bulunacağı konulardan birisi de eşinden kötü muamele görmesi veya eşler arasında şiddetli geçimsizliğin olmasıdır. Eğer kocası kendisine kötü muamele ediyor ve şiddet uyguluyorsa bu durumda kadın eşinden ayrılmak için mahkemeye/kadıya veya erkek ve kadının ailelerinden oluşturulacak hâkeme müracaatta bulunarak, boşanmak isteyebilir. Mahkeme veya hâkem de gerekli görürse eşleri boşayabilir.

Kur'an-ı Kerim'de, aralarında geçimsizlik olan karı-kocanın ailelerinden birer hakem seçilerek onların bu görevi üstlenmesi istenmektedir. Konuyla ilgili âyet-i kerime de şu şekilde buyurulur; "Eğer karı-kocanın aralarının açılmasından korkarsanız, erkeğin ailesinden bir hakem ve kadının ailesinden bir hakem gönderin. Düzeltmek isterlerse Allah aralarını bulur; şüphesiz Allah her şeyi bilen, her şeyden haberdar olandır." (Nisâ, 35) Hakemler, her iki aileden olabileceği gibi hâkim/kadı da olabilir. Yine tarafların itimat ettikleri aile dışından, hoca, ağabey ve benzerleri kimseler de olabilir. Ailenin, yaşanan problemleri çözmesinin mümkün olmadığı durumlarda hakem/mahkeme de eşleri boşama hakkına sahiptir. Bu şekilde bir boşamada, bâin talâk söz konusu olur.

10) Zihâr yöntemi: "Zihâr" Arapça da sırt manasına gelmektedir. Fıkıh terimi olarak da bir kimsenin eşine "sen bana annemin sırtı gibisin" diyerek haram kılmasını ifade eder. Zihâr cahiliye döneminde uygulanan boşama yöntemlerinden bir tanesiydi. İslâm bu tür bir boşama şeklini doğru görmeyerek yasaklamıştır. Bunu yapanlara cezai müeyyideler belirlemiştir. Bu şekilde eşini kendisine haram edenler için a) köle azat etmesi gerektiğini, bunu yapmayanın b) eşiyle cinsel birleşmeye girmeden iki ay peş peşe oruç tutmasını, buna da gücü yetmeyenin c) 60 yoksulu doyurmasını emretmiştir. Bu cezalardan birisini ödemeyen erkeğin, eşiyle evlilik hayatı yaşayamayacağını hükme bağlamıştır. Eşine zihâr yapan ve cezaları da yerine getirmeyen bir kimse, hem zihâr yaptığı için haram işlemiş olur hem de evliliği sona ermiş olur.

11) Îlâ yöntemi: Evliliği sona erdiren bir yemin türüdür. Cahiliyye döneminde erkekler kadınlarını mağdur etmek için onlarla birlikte olmamaya yemin ediyorlardı ve uzun süre kadınlar mağdur oluyordu. Îlâ, boşama da kabul edilmediği için erkek eşine bu şekilde devamlı zulmediyordu. Îlâ aslında bir yemin türüdür. İslâm bu uygulamaya bir sınır getirerek kadınların mağdur edilmelerinin önüne geçmeye çalışmıştır. Karısına cinsel olarak yaklaşmama yemini eden bir erkeğe, eğer dört ay içerisinde yemininden döner ve tekrar eşiyle aile hayatı yaşamaya başlarsa nikâh akitlerinin devam edeceğini, bu süre içerisinde dönmezse nikâhlarının sona ereceğini hükme bağlamıştır. Bu şekilde de kadınların askıda bırakılmalarının önüne geçmeye çalışmıştır. Konuyla ilgili olarak Kur'an'da şu şekilde buyurulur; "Kadınlarından uzaklaşmaya yemin edenler için dört ay beklemek vardır. Eğer geri dönerlerse Allah çok bağışlayıcıdır, sonsuz rahmet sahibidir. Boşamaya karar vermiş olurlarsa, şüphe yok ki Allah her şeyi işitir ve bilir." (Bakara, 226-227) Yaptığı yeminden dört ay içerisinde pişman olarak dönen ve eşinden ayrılmak istemeyen kimse, yemin kefâreti ödemek durumunda kalır. Yeminin kefâreti olarak ya köle azat etmeli ya 10 fakiri doyurmalı veya giydirmeli, bunu gücü yetmeyenler ise 3 gün oruç tutmalıdırlar. Îlâ yöntemiyle yapılan boşamalar, bâin talâk hükmündedir.

12)  Lian yöntemi: Lian; karısını bir başkasıyla zina ederken gören, fakat bunu dört şahit bularak ispatlayamayan kimsenin ne yapması gerektiğini öğreten bir yöntemdir. Yukarıda zinanın cezasını gündeme getirirken de söylediğimiz gibi bir kimsenin zina ettiği dört şahit veya kendisinin itirafıyla ispat edildiği takdirde had cezası gerekli olur. Lakin karısını zina yaparken gören ve şahit bulamayan ve kadının da suçlamaları reddettiği bir durumda nasıl hareket edilmesi gerektiğinin hükmü farklıdır. Sahabelerden Hilâl İbn Umeyye, karısını bir başkasıyla zina ederken görmüş ve Efendimize giderek nasıl hareket etmesi gerektiğini sormuştu. Efendimiz de ona; ispat edemediği durumda kendisine had cezasının uygulanacağını haber vermişti. Nitekim akabinde Nûr sûresindeki şu âyetler nâzil olarak konuyla ilgili hükmü bildirmişti;

"Eşlerine zina suçlamasında bulunup da kendilerinden başka tanıkları olmayanların her birinin tanıklığı, dört kere, doğru söylediğine Allah’ı tanık göstermesi; beşinci olarak da, "eğer yalan söyleyenlerden ise Allah’ın lânetine uğramasını" söylemesidir.

İftiraya uğrayan kadının dört kere, kocasının yalan söyleyenlerden olduğuna Allah’ı tanık göstermesi kendisini ceza görmekten kurtarır.

Kadının beşinci tanıklık ifadesi, "eğer kocası doğru söyleyenlerden ise kendisinin Allah’ın gazabına uğramayı dilemesi" olacaktır." (Nûr, 6-9)

Özetle karısını, başkasıyla zina ederken gören adam, karısının zina ettiğine dair dört defa Allah'ın da adını zikrederek yemin eder, beşinci defa da yalan söylüyorsa Allah'ın lanetinin üzerine olduğunu söyler. Sonra kadın dört defa kocasının yalan söylediğine Allah'ı da şahit tutarak yemin eder, beşinci defa da yalan söylemesi durumunda Allah'ın lanetinin kendi üzerine olmasını ister. Böylelikle de evlilikleri sona ermiş olur ve kadın, zina edenler için gerekli olan had cezasından kurtulmuş, erkek de iftira cezasından kurtulmuş olur. Eşlerden yalan söyleyen kimse, asıl cezalandırma yeri olan ahirette Allah'ın lanetine uğramış bir kimsenin göreceği cezayı hak etmiş olur.

Lian yöntemiyle boşanan karı-koca, âlimlerin çoğunluğuna göre birbirlerine ebediyen haram olurlar. Fakat daha sonra taraflardan birisi yalan söylediğini itiraf eder ve hakiki manada tevbe ederek gerekli olan had cezası da kendisine uygulanırsa, bundan sonra isterlerse yeniden yeni bir nikâhla evlenebilirler. Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır.

13) Dinden çıkmanın evliliğe etkisi: İslâm'a göre evlenecek kimselerin, evlilik akti yapabilmeleri için Müslüman olmaları veya erkeğin Müslüman, kadının da Ehl-i Kitaptan olması gerekir. Bunun haricindeki kimselerin İslâm'ın öngördüğü şekilde nikâh akti gerçekleştirmeleri söz konusu olamaz. Bunun gibi nikâh akti sırasında Müslüman olan fakat daha sonra eşlerden birisinin ateist, putperest vb. bir inanca yönelmesiyle nikâh akti sona erer. Erkeğin İslâm'dan başka herhangi bir dine girmesi nikâh aktini sona erdirirken, kadının da Hıristiyan ve Yahudilik haricindeki bir dine girmesi nikâh aktini bitirir.

Ebû Hanife, İmam Yûsuf ve İmam Mâlik'e göre eşlerden birisinin din değiştirmesi nikâh aktini hemen bitirirken, Hanbelî ve Şafiîlere göre ise kadının bekleyeceği iddetten sonra nikâh akti sona erer.

Eşler kâfirken, kadın Müslüman olur ve kocası kâfir olarak kalırsa bu durumda kocaya; İslâm teklif edilir ve belirli bir süre tanınır. Eğer İslâm'ı kabul etmezse kadın hâkime başvurarak boşanma talebinde bulunabilir. Âlimlerin çoğunluğuna göre Müslüman bir kadının böyle bir kimsenin nikâhında kalması caiz değildir. Bir âyet-i kerimede şu şekilde buyurulur; "... Eğer mümin olduklarını anlarsanız, onları kâfirlere iade etmeyin. Bunlar onlara helâl değildir, onlar da bunlara helâl olmaz… Kâfir kadınları nikâhınız altında tutmayın..." (Müntehine, 10) Kâfir kadınların nikâhında tutulması yasaklandığı gibi mü'min kadınlarında kâfirlerin nikâhlarında kalması yasaklanmıştır.

Buradan anlayacağımız şey odur ki, İslâmî bir nikâh ancak iki Müslüman arasında gerçekleştirilir. İki taraftan birisinin bu vasfını kaybetmesi nikâh akitlerini de sona erdirir. Bu sebepten dolayı bir Müslüman, işlediği veya söylediği takdirde kendisini kâfir yapacak hususları iyi bilmeli ve bunlardan şiddetle sakınmalıdır. Eğer bu konularda yeteri kadar hassas davranmazsa, Allah muhafaza, tüm amelleri boşa gideceği gibi nikâh akti de sona erer ve o süreçten sonra eşiyle her daim günah işlemiş olur.

Boşama Yetkisi

İslâm, ailenin sorumluluklarının çoğunu erkeğin üzerine yüklediğinden dolayı boşama hakkını da erkeğe vermiştir. Normal şartlarda bu hak erkeğin elindedir. Fakat bu haklarından feragat ederek eşine bir veya tüm talâk haklarını verebilir. Böyle bir durumda erkeğin boşama hakkı olmadığından dolayı ancak kadın eşini boşayabilir.

Bununla birlikte kadının eşinden kendisini boşamasını isteme hakkı her zaman vardır. Kadın isterse kocasından belirli bir ücret karşılığında kendisini boşamasını isteyebilir. Böyle bir durumu erkek kabul eder ve karısını boşarsa geri dönüşü olmayan bâin talâk gerçekleşmiş olur. Ayrıca kadın mahkemeye veya hakeme müracaat ederek de kocasından ayrılmak isteyebilir. Bunun için de eşinin nafakasını temin etmemesi, hastalığı, şiddetli geçimsizlik ve kötü muamele etmesi gibi meşru bir gerekçesi olmalıdır.

Kadının boşama hakkının olduğuna dair delil ise, Kur’an-ı Kerim’de Efendimizin eşleri hakkında inzal olan şu âyettir; “Ey Peygamber! Hanımlarına de ki, "Eğer dünya hayatını ve onun süsünü istiyorsanız, gelin size boşanma bedellerinizi vereyim ve sizi güzelce bırakayım." (Ahzâb, 28) Bu âyette boşanma talebi kadınlara bırakıldığından dolayı, erkek isterse boşama hakkını Efendimiz gibi eşine bırakabilir.  

Mut’a Nikâhı

Mut’a nikâhı; evlenme engeli bulunmayan bir kadınla, cinsel yönden faydalanmak için belirli bir süreliğine ücret karşılığında nikâhlanmaya denir. Tanımda da geçtiği üzere süreli ve ücret karşılığında yapılan bir akittir.

Mut’a nikâhının meşru olup olmamasıyla ilgili Şia mezhebiyle Ehl-i Sünnet mezhebi arasında ihtilaf vardır. Şia mezhebi mut’a nikâhını helâl kabul etmektedir. Ehl-i Sünnet ise haram olduğuna hükmetmektedir. Mut’a nikâhı İslâm’ın öngördüğü evlilik akdiyle taban tabana ters bir durum arz etmektedir.

Şia mezhebi Nisâ süresi 24. âyette geçen ifadeleri mut’a nikâhı için delil kabul ederken Ehl-i Sünnet buradaki ifadeleri normal nikâh olarak anlamaktadır. Nisâ sûresi 24. âyette şöyle buyurulmaktadır; “Bunlardan başkasını, iffetli yaşamak ve zina etmemek kaydıyla, mallarınızla (mehir ile) istemeniz size helâl kılındı. Onlarla karı-koca ilişkisi yaşamanıza karşılık kararlaştırılmış olan mehirlerini verin. Mehir kesiminden sonra karşılıklı anlaşmanızda size günah yoktur. Şüphesiz Allah ilim ve hikmet sahibidir.” Şia mezhebi bu âyetteki; “Onlarla karı-koca ilişkisi yaşamanıza karşılık kararlaştırılmış olan mehirlerini verin” ifadesinin kısa süreli evlilikler için olduğuna yorarak mut’anın caiz olduğunu iddia etmişlerdir. Ayrıca Efendimiz döneminde uygulandığına dair rivayetleri ve mezhep âlimlerinin görüşlerini de esas alarak mut’a nikâhının helâl olduğuna hükmetmişlerdir. Ehl-i Sünnet ise ilgili âyette normal nikâhta verilmesi gereken mehrin kastedildiğini söyleyerek ve ayrıca Efendimizin veda haccında mut’a nikâhını yasakladığına dair rivayeti de esas alarak bu nikâhı haram kabul etmişlerdir.

Hemen şunu ifade edelim ki Efendimizin mut’a nikâhına cevaz verdiğine dair rivayetlere ihtiyatla yaklaşılmalıdır. Mut’a nikâhıyla ilgili rivayetlere baktığımız zaman Hayber savaşında mut’a nikâhı yapıldığı söylenmektedir. Sormak gerekir acaba Hayber savaşında Müslümanlar kimlerle mut’a yaptılar? Müslüman kadınlarla yaptılar denilirse, o kadar kadını Hayber’e nasıl götürdüler? Ayrıca hangi sahabe kendi kızını ve karısını bir başkasıyla mut’a yapsın diye savaşa götürür ve böyle bir fiile rıza gösterir? Yok, Müslüman kadınlarla değil de Hayberli kadınlarla yaptılarsa o zaman da Hayber’in yerlileri Yahudi’ydi, acaba mut’a sadece Müslüman olmayanlarla mı yapılabilmektedir? Yine Müslümanların düşmanı olan ve Müslümanlarla savaşan bir toplumun kadınları ücret karşılığında Müslümanlarla mut’a yaparlar mı? Yine Hayber’de mut’a yapıldığını iddia edenler, aynı zamanda savaşta düşmandan esir alınan kadınların cariye olduğunu, dolayısıyla onlarla nikâh yapmadan birlikte olmanın caiz olduğunu da iddia etmektedirler. Uzun lafın kısası Hayber’de mut’a yapılmasına Efendimizin izin verdiğine dair rivayetlere ihtiyatla yaklaşılmalıdır.

Ancak şunu ifade edelim ki mut’a nikâhı cahiliye döneminde yapılan bir nikâh türüydü. Efendimiz Vedâ haccında bu uygulamayı tamamıyla yasakladığını ilan etmiştir. Velev ki daha önce çeşitli sebeplerden dolayı izin vermiş olsun bu nikâh, gerek Kur’an’ın nikâhla ilgili koyduğu hükümlere ters olması, aile müessesine zarar vermesi, kadının onurunu ve kişiliğini yerle yeksan ederek adeta bir metâya dönüştürmesi, ahlaksızlıkların bu vesileyle yaygınlık kazanması ve evliliğin önünde bir engel olması gibi sebeplerden dolayı meşru görülemez. Ayrıca konuyla ilgili olarak da Efendimizin veda haccında mut’ayı tümüyle yasakladığını da dikkate alırsak, bu gün mut’anın helâl olduğundan bahsetmek en kısa ifadeyle dinin mana ve maksadını anlamamak demektir.

İslâm’da evlilik müessesi ciddi bir müessesedir. Kadın ve erkeğin sadece şehvetlerini tatmin edecekleri basitlikte bir müessese değildir. Hele kadının cinselliğini maddi bir kazanca dönüştürerek insan onuruyla bağdaşmayacak şekilde kendisini bir metâya dönüştürmesi asla İslâm’ın kabul edebileceği bir durum değildir. İslâm’da bir erkek ve kadının evlilik aktini ancak süreklilik bildiren bir niyet ve ifadeyle gerçekleştirebilmeleri söz konusudur. Süreli olan evliliklerin tamamı, İslâm nazarında geçerli değildir. Oysa mut’ayı caiz görenler, bir saatlik zaman için bile nikâh kıyılacağını söylemektedirler. Buradan da anlıyoruz ki bu evlilikte asıl olan şey aile oluşturmak değil, kadın ve erkeğin ücret karşılığında şehevi arzularını tatmin etmeleridir.

Ayrıca mut’a nikâhı, günümüz cahili toplumlarında zina evlerinde ücret karşılığında icra edilen uygulamaya benzemektedir. Tek farkı ise; birisinde nikâh olmadan tarafların ilişkiye girmesi söz konusuyken, diğerinde ise nikâh şartı vardır. Kötü olan bir fiil nikâh vardır diye güzel olmaz, aksine daha kötü bir hal alır. Çünkü kötü olan bir fiil, nikâh kılıfı içerisinde güzel kabul edilerek yapılmakta ve başkalarının da o fiili yapmalarının önü açılmaktadır. Bütün bu sebeplerden dolayı, mut’a nikâhının haram olduğunu düşünüyor ve bir Müslümanın bu tür hususlardan şiddetle uzak durmak zorunda olduğunu hatırlatıyoruz. Ayrıca âlimlerin çoğunluğunun görüşünün de bu olduğunu tekrar hatırlatmak istiyoruz.

 

 

Resmi Nikâh/Dini Nikâh

Aslında, İslâm’da, dinî ve resmi diye iki farklı nikâhtan bahsetmek söz konusu değildir. Fakat İslâmî olan ve olmayan nikâhtan bahsetmek mümkündür. Nikâh bir akittir ve İslâm hukukuna göre bir aktin geçerli olması için bir takım şartlar söz konusu olmalıdır. Bu yönüyle resmi nikâh ile İslâmî nikâh arasında farklar söz konusudur. Bunları kısaca açıklarsak:

Devletin resmi olarak kabul ettiği nikâhta, yasaların öngördüğü şekilde evlenme yasağı bulunmayan her erkek ve kadın birbiriyle evlenebilmektedir. Bu bağlamda bir Müslüman kadın Müslüman olmayan birisiyle evlenebilmektedir. Yine nikâh esnasında bulundurulan şahitlerin Müslüman ve adil kimseler olup olmamalarının bir önemi yoktur. Ayrıca kadının mehir talebinin olup olmadığının, eğer varsa bunun şahitlerin huzurunda tespit edilmesinin gerekli olduğunun da bir önemi yoktur. Ayrıca en önemli hususlardan birisi de nikâh kıyma memurunun; “belediye başkanının bana verdiği yetkiyle sizleri karı-koca ilan ediyorum” şeklindeki sözleridir.  Bu sözle, sanki evlenecek çiftlerin, Allah’ın izin vermesiyle değil de belediye başkanının izin vermesiyle ancak karı-koca olabilecekleri ima edilmektedir. Bu ifadeleri şer’i açıdan doğru görmek mümkün değildir. Kimin kiminle karı-koca olacaklarını belirleme yetkisi ancak Allah’ın elindedir ve bir Müslüman, Allah’ın bu konuda koyduğu ilkelere riayet etmek zorundadır. Bir Müslüman ancak Allah’ın haram kıldığı bir kimseyle evlenemez ve yine ancak Allah’ın izin verdiği birisiyle evlenebilir. Kimin kiminle karı-koca olacağını belirleme konusunda ne belediye başkanının ne de başka birinin yetkisi yoktur.

Oysa bir nikâh aktinin İslâm’ın öngördüğü şekilde olabilmesi için, evlenecek çiftlerde dini açıdan evlenme engeli bulunmamalıdır. Erkeğin, Allah’a Allah’ın istediği şekilde iman eden birisi olması gerektiği gibi, kadın da ya Müslüman veya zaruret durumları söz konusuysa Ehl-i Kitaptan birisi olmalıdır. Bunların haricindeki kimselerin birbirleriyle evlenmeleri caiz değildir. Yine nikâh akti sırasında Müslüman ve âdil iki şâhidin de bulundurulması şarttır. Ayrıca nikâh esnasında kadına verilecek mehrin de şahitler huzurunda belirli hâle getirilmesi ve nikâh aktinin yazılarak kayda geçirilmesi de gerekmektedir. İşte bu hususlar, devletin memurlarına yaptırdığı nikâh ile İslâmî nikâhı birbirinden ayıran hususlardır. Dolayısıyla resmi nikâh bu yönleriyle, İslâmî nikâhın yerini tutmamaktadır.

Halkımız da zaten resmi nikâhı yeterli görmeyerek ayrıca bir de dini nikâh yaptırma gereği hissetmektedir. Dini nikâh duyarlılığı hâlâ toplumumuzda söz konusudur. Fakat ne yazıktır ki dini nikâh da artık formaliteye dönüştürülmüştür. İslâm ile aidiyet bağından başka bir bağı kalmamış kadın ve erkeğin nikâhı, imamlar tarafından çok rahat bir şekilde gerçekleştirilmektedir. Oysaki aidiyet bağından ziyade, Allah’a Allah’ın istediği şekilde iman etmek, kişiyi Müslüman yapmaktadır. İslâmî nikâh da ancak bu kimseler için söz konusu olmaktadır. Böyle olması gerektiği halde maalesef imamın sorduğu formalite sorulara adayların verdiği formalite cevaplar neticesinde nikâh gerçekleştiriliyor. Hemen birçok ibâdetin ve muamelenin içinin boşaltılarak sadece şekli kaldığı gibi, İslâmî nikâhın da mana ve maksadı göz ardı edilmiş,  sadece şekli kalmıştır.

Ayrıca şunu da ifade etmek gerekir ki toplumuzda İslâmî duyarlılıklar azaldığından dolayı dini nikâh ile birlikte resmi nikâhın da yapılmasının gerekli olduğuna inanıyoruz. Eğer sadece dini nikâhın yapılmasını yeterli görürsek, bu nikâhın maalesef devlet nazarında hukuki bir karşılığının olmamasından dolayı, taraflar arasında nice mağduriyetlerin yaşanmasına da sebebiyet vermiş oluruz. Allah’tan hakkıyla korkmayan insanlar, çok rahat bir şekilde nikâh esnasında taahhüt ettikleri mehir bedelini eşini boşarken veya vefat ettiğinde yakınları tarafından eşine vermemektedir.

Ayrıca devletin başta çocukların kaydı gibi durumlarda resmi nikâhı zorunlu görmesi de bu nikâhı yaptırmanın zarureten caiz olduğunu düşünüyoruz.

Dolayısıyla tüm bu mağduriyetlere sebebiyet vermeme adına dini nikâhı ve onun doğurduğu hukuki sonuçları esas görerek, resmi nikâhın da yapılmasını zarûreten caiz görüyorüz. Fakat resmi nikâhın doğurduğu, İslâm’a ters olan hukuki sonuçları kabul etmemek şartıyla. Örneğin, resmi nikâhı olan bir kimse, eğer herhangi bir sebepten dolayı eşinden ayrılırsa mahkemeler, çiftin evli bulundukları süre zarfında sahip oldukları malları ikisi arasında paylaştırmaktadır. Veya boşanma durumunda kadına mehir ve kendisine ait olan mallar dışında başka şeyler talep etme hakkı da tanımaktadır. Bunlar İslâm’a göre caiz değildir. Bir Müslüman, İslâm’a ters olan bu hukuki sonuçları doğru göremez ve bunun bir gereği olarak da Müslüman bir kadın, boşanacağı eşinden mehrin ve kendi sahip olduğu mallar ve kocasının kendi rızasıyla verdikleri dışında bir şeyler talep edemez. İslâm’ın konuyla ilgili koyduğu şartlara uyulduğu takdirde İslâmî nikâh ile birlikte resmi nikâh da yapılabilir.

Evlat Edinmenin Hükmü

Öncelikle söyleyelim ki İslâm, çocukların babalarına nispet edilmelerini emretmektedir; “Evlâtlıklarınızı babalarının soyadlarıyla anın. Bu Allah katında adalete daha uygun bir davranıştır. Eğer onların babalarını bilmiyorsanız o zaman kendileri sizin din kardeşleriniz ve dostlarınızdır. Yanıldığınız hususta size günah yoktur, fakat bilinçli ve kasıtlı olarak yaptıklarınızdan sorumlusunuz. Allah çok bağışlayıcı ve ziyadesiyle esirgeyicidir.” (Ahzâb, 5) Âyette de ifade edildiği gibi çocuklar kimin sülbünden dünyaya geldiyse ona nispetle onun soyadını alır ve babası da o olmaktadır. Bir kimsenin bir başkasının çocuğunu kendi çocuğu gibi üzerine kayıt yaptırması dinen caiz değildir.

Hatırlanacağı üzere cahiliye döneminde evlat edinmek yaygın olarak yapılıyordu ve Efendimiz de Zeyd İbn Hârise’yi evlat edinmişti. Bundan dolayı Zeyd İbn Hârise, Zeyd İbn Muhammed (Muhammed’in oğlu Zeyd) diye künyelenmişti. Kur’an bu uygulamayı doğru görmeyerek yukarıdaki âyette de gördüğümüz gibi yasaklamıştır. Ayrıca konuyla ilgili şu uyarıda da bulunmuştur; “Muhammed içinizden hiçbir erkeğin babası değildir, fakat o Allah’ın elçisidir ve peygamberlerin sonuncusudur. Allah her şeyi bilmektedir.” (Ahzâb, 40) Cahiliye döneminde evlatlık olarak alınan çocuklar babanın nesebine katıldığı için babaya mirasçı oldukları gibi mahremiyet konularında kendisinden olan çocuklarıyla aynı kabul ediliyordu. Dolayısıyla evlatlık olan çocuklar, hanımlarını boşasalar bile babanın bu kadınlarla evlenmeleri haram görülüyordu. İslâm evlatlık edinmeyi caiz görmediği gibi bunun bir neticesi olan evlatlıkların hanımlarıyla evlenme yasağını da doğru görmemiş ve ortadan kaldırmıştır. Evlatlık edinme ve evlatlıkların eşleriyle evlenme yasağı o toplumda kemikleşen bir hâl aldığından dolayı bu uygulamayı sadece uyarıda bulunarak değil bizzat Efendimize uygulatarak ortadan kaldırmıştır. Zeyd ibn Hârise, eşi Zeynep binti Caşh’tan ayrılınca Allah, Efendimiz kaçınsa da Zeynep’le evlenmesini emretmiş ve böylece de bu uygulamayı kaldırmıştır. Konuyla ilgili âyetler şu şekildedir; “…Zeyd, o kadından ilişiğini kesince biz onu sana nikâhladık ki evlâtlıkları, karılarıyla ilişkilerini kestiklerinde (o kadınlarla evlenmek isterlerse) müminlere bir güçlük olmasın. Allah'ın emri yerine getirilmiştir.” (Ahzâb, 37)

Evlat edinmek İslâmî açıdan caiz olmayınca bunun neticesi olarak da evlat olarak alınan çocukla ilgili mahremiyetler de ortadan kalkmamaktadır. Dolayısıyla evlat olarak alınan kız çocuğu ergenlik yaşına geldiği zamandan itibaren yanında kaldığı adama namahrem olurken, evlat olarak alınan erkek çocuğu da yanında kaldığı kadına namahrem olmaktadır. Böyle bir durumda olan kız çocuğu o adamla yalnız başına bir odada kalamayacağı gibi onun yanında tesettürsüz bir şekilde de bulunamaz. Aynı şey erkek evlatlık alan anne içinde söz konusudur. Fakat daha iki yaşını doldurmamış bir çocuk, kadın tarafından emzirilirse o zaman mahremiyet konusundaki problemler ortadan kalkmış olur. Çünkü artık o çocuk anne ve babanın süt çocuğu olmaktadır. Böyle bir durumda da çocuğun babası kimse, çocuk ona nispet edilmeli, bakımını üstlenen kimse kendi üzerine kayıt yaptırmamalı ve babasının kim olduğu zamanı gelince söylenmelidir.

Tüp Bebek  Sahibi Olmanın Hükmü

Bir karı-kocanın çocuk sahibi olmaları tabi ki en doğal beklentileri ve arzularıdır. Çocuk sahibi olmalarının önünde hastalık gibi bir engelleri varsa tedavi olmaları da tavsiye edilen bir husustur.

Evlenen erkek ve hanımlar, fıtratları bozulmamış ve çok ciddi bir gerekçeleri yoksa, çocuk sahibi olmak isterler. Aile hayatının en önemli gerekçesi ve hikmeti de nesillerin oluşması ve onların güzelce terbiye edilip insanlığın hizmetine sunulmasıdır. Ancak İslâm dini, meşrû evlilik dışında çocuk sahibi olma yollarını yasak saymış ve bunu toplumsal bozulmanın nedeni olarak görmüştür. Yine, çocuk sahibi olmak için de fıtrî yolları öngörmüştür. Allah’ın kimine erkek çocuğu, kimine kız çocuğu vermesi gibi, kimine çocuk vermemesi, O’nun takdiridir. İmtihan kabul edilmelidir. Eğer erkek veya kadında tedavi edilebilecek bir hastalık varsa, tedavi olmak da İslâm’ın izin verdiği ve hatta tavsiye ettiği hususlardandır. Ancak, tedavi olunacak bir durum olmadığı halde, Allah da çocuk vermemişse, sabrederek bu imtihanı kazanmak yerine; hiçbir şart gözetmeden zorlama yöntemlere başvurmak uygun değildir. Önce konuyla ilgili âyetlerin mealini görelim:

“Eğer yüz çevirirlerse, bilesin ki biz seni onların üzerine bekçi göndermedik. Sana düşen sadece duyurmaktır. Biz insana katımızdan bir rahmet tattırdığımız zaman ona sevinir. Ama elleriyle yaptıkları yüzünden başlarına bir kötülük gelirse, işte o zaman insan pek nankördür! Göklerin ve yerin mülkü Allah'ındır. Dilediğini yaratır; dilediğine kız çocukları, dilediğine de erkek çocukları bahşeder. Yahut onları, hem erkek hem de kız çocukları olmak üzere çift verir. Dilediğini de kısır kılar. O, her şeyi bilendir, her şeye gücü yetendir.” (42/Şûrâ Suresi, 48-50)

Normal olarak sağlıklı bir karı-kocanın çocuk sahibi olabilmeleri için kocanın spermi ile kadının yumurtalarının döllenmesi gerekmektedir. Bu bazen sağlık sorunlarından dolayı söz konusu olamamaktadır. Problem kocadan kaynaklandığı gibi bazen kadından da kaynaklanmaktadır. Modern tıp; çocuk sahibi olacak kadar sağlıklı oldukları halde döllenmeyi gerçekleştiremeyen çiftleri tıbbi yöntemlerle çocuk sahibi yapmaya çalışmakta, çoğu zaman da bunu başarabilmektedir. Kocanın spermleri ile annenin yumurtalarını tıbbi cihazların da yardımıyla (labaratuvar ortamında) dölleyerek sonra bunu anne rahmine yerleştirmeye tüp bebek uygulaması denilmektedir.

Bununla birlikte dünyada uygulandığı bir başka şekliyle; tüp bebek için bir sağlık kurumuna başvuran erkek ve kadına, eğer erkeğin spermleri çocuk sahibi olmaları için yeterli değilse, bir başka erkeğin spermleriyle annenin yumurtalarını dölleyerek annenin rahmine yerleştirebilmektedirler. Hatta bu uygulama için erkeklerden spermler alınarak sperm bankaları oluşturulmakta ve ihtiyaç olduğunda bu spermleri kullanmaktadırlar. Bu uygulama, kesinlikle haramdır. Nitekim 1986 yılında toplanan İslâm Konferansı Teşkilatına bağlı Fıkıh Konseyi bu uygulamanın haram olduğunu karara bağlamıştır. Doğru olan görüş de haram olmasıdır.

Ayrıca batı dünyasında uygulanan ve Müslümanların yaşadığı ülkelerde de uygulanmaya başlanan bir başka caiz olmayan husus da, taşıyıcı annelik uygulamasıdır. Anne ve baba adayından alınan sperm ve yumurtalar tıbbi ortamda dölleniyor ve üçüncü bir kadının rahmine yerleştiriliyor. Ücret karşılığında, bir başka ailenin sperm ve yumurtalarına taşıyıcı annelik yapan kadın, çocuğu doğurduğunda aileye teslim ediyor. Hamile kalmanın zahmetlerine katlanmak istemeyen ve aynı zamanda fiziksel güzelliğinin bozulmasından da çekinen kadınların başvurdukları bir uygulamadır. Bu uygulama da kesinlikle caiz değildir.

Tüp bebek yöntemiyle çocuk sahibi olmak, bazı âlimler sakıncalarını çok fazla gündeme getirmeden fetva verseler de ihtiyatla yaklaşılması gereken boyutları olan bir konudur. Bunun şer’î birçok sakıncaları söz konusudur. Şöyle ki:

1-    Sadece kız çocukları olan bir ailenin illâ erkek çocuğu istemesi veya çocuğu olmayan ailenin ne yapıp edip mutlaka bir çocuk sahibi olmaya kalkması, bazen Allah’tan belâ istemiş gibi olabiliyor, sonra ısrarla istenen çocuk, belki âhiretlerini de mahvedecek, dünyalarında büyük bir fitne olabiliyor. “İnsan hayır dua edip hayrı davet ettiği gibi, şer dua da eder, şerri davet eder. İnsan pek aceleci bir tabiata sahiptir.” (17/İsrâ suresi, 11)

2-    Tüp bebek tedavisi yaptıranlardan duyduğumuza göre, kadın tümüyle çıplak konumda, birçok erkek doktor tarafından en mahrem organı inceleniyor, tanı konulmak için bazen makattan kamera yoluyla incelemeler yapılıyor. Çocuk sahibi olmak gibi bir sebepten dolayı edep yerinin açılması ve yabancılara gösterilmesi caiz değildir.

3- Günümüzde güven konusu, ciddi bir problemdir. Para için insanların yapmayacağı şey kalmıyor ve ahlâkî sınırları Allah’tan korkmayan insanlar gayet rahat çiğneyip geçebiliyor. Bu kabilden olmak üzere; doktorlar tüp bebek doğunca yüklüce para alacakları için, meşru ve gayr-ı meşru bütün yolları deneyebilmektedir. Meselâ, kadının yumurtalıklarında bir problem varsa, kocanın sperminin yabancı yani arada evlilik bağı bulunmayan bir kadından alınan yumurta hücresiyle döllendirilmesiyle oluşan embriyonun karısının rahmine yerleştirilmesi, mümkün ki, ailenin rıza göstermeyeceği için bu işi gizli yapma ihtimali,

4- Problem erkekte ise, yabancı bir erkeğin spermi kullanılarak yapılan döllendirme sonucu oluşan embriyonun kendi kocasının spermi denilerek kadının rahmine yerleştirilme ihtimali,

5- Problem her ikisinde de varsa; veya işi garantiye almak için; yabancı bir erkeğin spermi ile yabancı bir kadının yumurta hücresinin dışarıda döllendirilmesi ve embriyonun kadının rahmine yerleştirilme ihtimali gibi hususlar söz konusudur. Yani, döllenmenin üç unsuru olan sperm, yumurta ve rahimin her üçü de birbiriyle evli çifte ait olması insanî ve İslâmî açıdan şart olduğu halde, bugünkü hastalara müşteri gözüyle bakan paracı doktorların bu hususlara ne oranda dikkat edecekleri ciddi bir problemdir.

Normal fıtri yollarla çocuk sahibi olamayan, ayrıca normal tıbbi tedavilerin de bir netice vermediği ve ancak tüp bebek yöntemiyle çocuk sahibi olma ihtimalleri bulunan çiftlerin bu hususları göz önünde bulundurmaları gerekmektedir.

Doğum Kontrolü

Doğum kontrolü, geçici veya kalıcı olarak hamileliği engellemek ya da hamile kalma olasılığını azaltmak amacıyla çeşitli yöntemlerin, araç-gereçlerin ya da ilaçların kullanılmasına denilmektedir. Teknolojinin gelişmesiyle birlikte doğum kontrolü yöntemleri çok çeşitlilik arz etmektedir. Konumuz, doğum kontrolü yöntemleri ve doğum kontrolünün nasıl yapılması gerektiği konusu olmadığından bu konu üzerinde durmayacağız. Bizim üzerinde duracağımız konu, doğum kontrolünün İslâmî açıdan caiz olup olmadığıdır.

Biz doğum kontrolünün caiz olan ve olmayan yönleri olduğunu görüyoruz. Efendimiz döneminde insanların azil yaptıkları ve Efendimizin de bunu yasaklamadığı gelen rivayetlerle sabittir.[1]  Azil, gebeliği önleyici bir usul olarak, cinsî münasebet esnasında meninin rahim dışına akıtılmasına denir. Efendimizin yasaklamadığı bu uygulama bize doğum kontrolünün bir yönüyle caiz olduğunu göstermektedir.

Caiz olan doğum kontrolü: Erkek ve kadının ortak rızasıyla ister hap kullanarak, ister geçici önemler alınarak isterse de erkeğin cima esnasında dışarıya boşalması şeklinde yapılan tüm yöntemlerle yapılan doğum kontrolleri caizdir. Bu tür yöntemler, Efendimizin izin verdiği “azil” yöntemine benzediği için caizdir.

Caiz olmayan doğum kontrol yöntemi: Kadının hamile kalma olasılığını tamamıyla ortadan kaldıracak şekilde uygulanan doğum kontrol yöntemleri ise caiz değildir. İsterse de kadın ile erkeğin ortak onayları bulunsun. Bu şekilde doğum kontrolü yaptırmak ancak hamile kaldığında yaşamı tehlikeye giren kadınlar için zarureten caizdir. Yine akıl özürlü, yatalak hasta,  beden yönüyle özürlü olup da doğuracağı çocuğuna bakacak kimsesi olmayan kadınlar için de zarureten caizdir. Bunun haricindeki kimseler için kalıcı bir şekilde doğum kontrol yöntemleri uygulamak caiz değildir.

Ayrıca, kalıcı şekilde doğum kontrolü ameliyatı olmanın İslâmî açıdan bir başka problemli tarafı ise zaruret durumları oluşmadan kadınların en mahrem yerlerini doktorlara göstermeleri ve dokundurmaları konusudur. Kadınların sadece çocuk sahibi olmak istememeleri gibi bir sebepten dolayı en mahrem yerlerini doktorlara göstermeleri kesinlikle mazeret değildir ve bu şekilde hareket etmeyi meşru kılan bir delil söz konusu değildir. Velev ki doktor kadın olsun. Kadınların, bir başka kadına en mahrem yerlerini göstermeleri de ancak zaruret durumlarında caiz olmaktadır.

“Kadın ve erkeğin ortak rızası olduğu halde neden caiz değildir?” denilirse; kadın evli bulunduğu erkekten bir sebeple ayrılabilir ve başka birisiyle evlenmek durumunda kalabilir. Evleneceği eşi çocuk sahibi olmak isteyebilir. Ayrıca ileri bir tarihte kendileri de yeniden çocuk sahibi olmak isteyebilirler. Bu ve benzeri sebeplerden dolayı sürekli hamile kalmayı engelleyen doğum kontrol yöntemleri caiz değildir.

Kürtaj Yaptırmak

Kürtaj, hamile olan kadının hamileliğini ortadan kaldıran tıbbi müdahaleye denilir. Tıbbi literatürde gebelik sonlandırma, gebelik terminasyonu ya da kürtaj olarak da geçer. Her ne kadar hamileliğin dışında kadının rahminde tıbbi yolla yapılan her türlü temizlik işlemine de kürtaj deniliyor olsa da daha çok istenmeyen gebelikleri sona erdirmek için yapılan tıbbi müdaheleye kürtaj denilmektedir.

Konuyla ilgili olarak Hayrettin Karaman şunları söylemektedir; “Erkeğin spermi ile kadının yumurtası birleştikten, embriyo oluştuktan ve ana rahminde tutunup beslenmeye başladıktan sonra -ki, bu aşılanmadan kısa bir süre sonra olmaktadır- bu varlık (cenîn) insandır, onun bütün özellikleri ceninde belli olmuş, belirlenmiştir; onu almak, kürtaj yapmak insan öldürmektir ve asla caiz değildir.”[49]

Her ne kadar bazı âlimler; “Nutfenin üzerinden kırk iki gece geçti mi, Allah ona bir melek gönderir. Melek ona şekil verir; kulağını, gözünü, cildini, etini ve kemiklerini yaratır. Sonra: 'Ya Rabbi, erkek mi olacak, dişi mi?' diye sorar. Rabbin dilediğine hükmeder, melek de yazar. Sonra: 'Ya Rabbi eceli?' der. Rabbin dilediğini söyler. Melek yine yazar. Sonra: 'Rızkı?' der. Rabbin dilediğine hükmeder. Melek yine yazar. Sonra melek, yazılan sayfa elinde olduğu halde çıkar. Emrolunduğunun üzerine hiçbir ekleme yapmaz ve ondan hiçbir şey eksiltmez.” (Müslim, Sahih, Kitabü'l-Kader 1, Hadis No: 2645, IV/2037.) gibi hadis rivayetlerine istinaden ceninin kendisine şekil ve can verilmeden önce alınabileceğini söyleseler de bu görüşün sağlıklı olduğunu düşünmüyoruz. Yapılan araştırmalarda göstermektedir ki erkeğin spermi anne rahminde döllendikten sonra her geçen gün yeni bir oluşum aşamasına girmektedir. Dolayısıyla oluşum aşamasına giren bir varlığı aldırmak onun hayatına son vermek demektir.

Ayrıca bu konunun âlimler arasında tartışılan bir başka boyutu ise, anne rahminde oluşum aşamasına giren bir bebek annenin sağlığını tehlikeye soktuğu için veya çocuğun sakat doğması gibi sebeplerden dolayı alınması konusudur. Şunu hemen ifade edelim ki eğer kadının hamile kalması sağlığı için uygun değilse öncelikle kadın hamile kalmamak için gerekli yöntemlere başvurmalıdır. Lakin bunlara rağmen hamile kalırsa ve hamileliğinin kendisi için hayati tehlike oluşturduğu çok büyük bir olasılık ise ancak o zaman ceninin alınması caiz olur. Bunun sebebi de annenin sağlığını muhafaza etmesinin ceninin hayatından daha öncelikli olmasından kaynaklanıyor. Çocuğun özürlü doğması konusuna gelince âlimlerin çoğunluğu bu konuda kürtajı caiz görmemektedirler. Çocuğun sağlıklı veya özürlü olması kişi için bir imtihandır. Allah kimi kullarına sağlıklı kimi kullarına da hasta ve özürlü çocuklar verir. İnsanın bu imtihandan kaçmak için kürtaj yaptırması caiz değildir. Ayrıca doktorların özürlü olacak dedikleri nice çocuklar sağlıklı doğmakta, nice sağlıklı dedikleri çocuklar da özürlü doğmakta veya sağlıklı doğan çocuklar bir sebeple sonradan özürlü olmaktadırlar. Bunlar insanlar için bir imtihan vesilesidir.

Yaşadığımız yüzyılda aile planlamasına rağbet etme başta olmak üzere, fuhşu örtbas etme, annenin AIDS ve kalp hastalıkları gibi tehlikeli hastalıklara yakalanması, hamilelik yüzünden memedeki çocuğun zarar görmesi, kadının tecavüz sonucu hamile kalması gibi çeşitli mazeretler sebebiyle anne karnındaki çocuğun düşürülme (kürtaj) oranını gün geçtikçe artmaktadır.[50] Şunu ifade edelim ki tecavüze uğrayan bir kadın, meninin oluşum aşamasına girmeden tıbbi müdahale ederek hamile kalmayı engelleyebilir. Bu kürtaj değildir. Fakat meni kadının yumurtalıklarıyla döllenip oluşum aşamasına girerse o zaman alınması caiz olmaz. Her nekadar kadının bir başkası tarafından zorla hamile bırakılması söz konusu olsa da böyle durumlarda kürtaj yapılması hiç suçu olmadığı halde bir cana kastetmek anlamına gelmektedir. Dolayısıyla böyle durumlarda kürtaj caiz değildir.

Gayr-i meşru ilişkiler sonucunda hamile kalan kadının kürtaj yaptırması ise, iki günah işlemesi anlamına gelmektedir. Zina ederek bir günah işlemiş oldukları gibi ikinci olarak da kürtajla bir cana kıymanın da günahını yüklenmiş olurlar.

Giyim Kuşamla İlgili Hükümler

İslâm her konuda insan fıtratına uygun hükümler koyduğu gibi giyim-kuşam konusunda da insanın fıtratına uygun hükümler koymuştur.

Öncelikle ifade edelim ki Kur’an’da, elbisenin Allah’ın insanoğluna büyük bir ikramı olduğu gündeme getirilmiştir; “Ey Âdemoğulları! Size mahrem yerlerinizi örtecek giysi, süsleneceğiniz elbise yarattık. Takvâ elbisesi, işte o daha hayırlıdır. Bunlar Allah’ın âyetlerindendir. Umulur ki düşünüp öğüt alırlar.” (A’râf, 26) İnsan bedeni, elbise olmadan kendisini sıcaktan ve soğuktan koruyacak bir yapıda yaratılmamıştır. Diğer canlılara baktığımızda ise vücutlarının kendilerini sıcaktan ve soğuktan koruyacak bir yapıda yaratıldıklarını görmekteyiz.

İnsanoğlu için elbisenin emredilmesinin iki sebebi vardır. Birincisi: Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi insan vücudu ancak elbise sayesinde kendisini soğuk ve sıcaktan koruyabilir. İkincisi ise: İnsanın ayıp ve mahrem yerlerini kapatması gerektiği için elbise emredilmiştir. İslâm, bu iki hususu göz önünde bulundurduğu gibi ayrıca erkek ve kadında bulunan şehevi arzuları da dikkate alarak vücudun ne kadarının kapatılması gerektiğiyle ilgili hükümler koymuştur.

Elbise konusunda yasaklanan hususlar:

  1. Erkeklerin vücutlarında kapatmak zorunda oldukları kısımlar; göbekle birlikte dizkapakları da dâhil bu arada kalan tüm kısımdır. Bu kısmı açık bırakmak haramdır. Bununla birlikte Efendimiz, bunun dışında kalan kısımları da zaruret olmadığı sürece her daim kapatmıştır. Yaşadığı toplumda erkekler hangi kıyafeti giyiyorsa o da o toplumun örfüne uygun bir kıyafet giymiştir. İslâm’ın koyduğu ölçülere ters olmaması kaydıyla doğru olan da budur.
  1. Kadınların kapatmak zorunda oldukları yerler ise; el, yüz ve ayaklar haricindeki tüm vücududur. Kapatmak zorunda olduğu kısımları mahremi olmayan kimselerin yanında açması haramdır. Ayrıca kadınların giydikleri elbisede bulunması gereken özellikler şunlardır:
  • Şeffaf olmamalıdır. Giyildiği zaman insan vücudunu ve elbisenin altına giydiği iç çamaşırlarını belli edecek kadar ince ve şeffaf olmamalıdır.
  • Vücut hatlarını belli edecek kadar dar olmamalıdır.
  • Yüz, el ve ayaklar dışındaki tüm vücudunu kapatmalıdır. Efendimiz bir hadislerinde şu şekilde buyurmuştur; “Ey Esmâ! Kadın ergenlik çağına ulaşınca, onun şu ve şu uzuvlarından başkasının görünmesi helâl değildir. Hz. Peygamber bu sözleri söylerken elleri ile yüzüne işaret etmişti.” (Ebû Dâvud, Libas, 31)

Ayrıca kadınların toplum içine çıkarken avret mahallerini kapatacak elbise giymeleri Kur’an’da şu şekilde emredilmiştir; “Ey Peygamber! Hanımlarına, kızlarına ve müminlerin kadınlarına (bir ihtiyaç için dışarı çıktıkları zaman) dış örtülerini üstlerine almalarını söyle. Onların tanınması ve incitilmemesi için en elverişli olan budur. Allah bağışlayandır, esirgeyendir.” (Ahzâb, 59) Yine başlarını örtmeleri gerektiği şu şekilde ifade edilir; “Mümin kadınlara da söyle: Gözlerini (harama bakmaktan) korusunlar; namus ve iffetlerini esirgesinler. Görünen kısımları müstesna olmak üzere, zinetlerini teşhir etmesinler. Başörtülerini, yakalarının üzerine (kadar) örtsünler. Kocaları, babaları, kocalarının babaları, kendi oğulları, kocalarının oğulları, erkek kardeşleri, erkek kardeşlerinin oğulları, kız kardeşlerinin oğulları, kendi kadınları (mümin kadınlar), ellerinin altında bulunanlar (köleleri), erkeklerden, ailenin kadınına şehvet duymayan hizmetçi vb. tâbi kimseler, yahut henüz kadınların gizli kadınlık hususiyetlerinin farkında olmayan çocuklardan başkasına zinetlerini göstermesinler. Gizlemekte oldukları zinetleri anlaşılsın diye ayaklarını yere vurmasınlar (Dikkatleri üzerine çekecek tarzda yürümesinler). Ey müminler! Hep birden Allah'a tevbe ediniz ki kurtuluşa eresiniz.” (Nûr, 31)

Yukarıda gündeme getirdiğimiz özellikleri taşıyan tüm elbiseler giyilebilir. Dinin belirlediği bir renk çeşidi söz konusu değildir. Fakat erkeklerin şehevi arzularını harekete geçirecek kıyafetler ve renkler tercih edilmemesi daha doğrudur.

Ayrıca kadınların sakınması gereken bir başka husus da; dışarıya çıkacakları zaman insanların bakışlarını kendi üzerine çekecek türden elbiseler giymemeleridir. Söz gelimi tüm kadınların siyah elbise giydiği bir durumda dikkatleri üzerine çekmek için beyaz elbise giymek gibi. Müslüman bir kadın bu tür hususlardan kendisini uzak tutmalıdır.

  1. Erkeklerin kadın, kadınların da erkek elbisesi giymeleri: İnsan fıtratına uygun olmadığından, ayrıca insan fıtratını bozarak erkeklerin kadınlara özenmelerini, kadınların da erkeklere özenmelerini sağladığından dolayı dinimiz tarafından yasaklanmıştır. Efendimiz, bu şekilde hareket ederek erkeğe benzemeye çalışan kadına, kadına benzemeye çalışan erkeğe de lanet etmiştir. (Buhârî, Libâs, 38)
  1. İslâm haricindeki dinlerin dinsel sembol niteliğinde olan kıyafetleri: İslâm’ın dışındaki bir dinin sembolü haline gelen bir kıyafeti giymek de haramdır. Örneğin üzerinde haç işareti bulunan bir elbiseyi bir Müslümanın giymesi haram olduğu gibi Yahudilerin kullandıkları kipa’yı başlarına takmaları da haramdır.
  1. Kibir alameti olarak kabul edilen giysiler: Kendilerini diğer insanlardan üstün olarak kabul eden kimselerin giydikleri sembol giysileri giymek de haramdır. Efendimiz döneminde elbisenin paçalarının uzun tutulması kibir alameti olduğundan dolayı Efendimiz bu tür elbiseleri yasaklamıştır.
  1. Erkeklerin ipek elbise giymeleri de Efendimiz tarafından hoş karşılanmamıştır.

Yaşadığımız çağda özellikle kadınların maalesef kişilikleriyle değil de dişilikleriyle toplumda yer aldıklarını görmekteyiz. Kadınlar adeta cinsel bir objeye indirgenmiş durumdadırlar. İşin garip tarafı kadınlar, bu şekilde toplum içerisinde yer bulmalarından da memnunlar hatta bunu kendileri için en büyük kazanım olarak görmektedirler. Batının ürettiği dünya görüşü, özgürlük adı altında kadınlara, cinsel obje olma rolünü benimsetti. Batılı seküler algıların toplumsal yansımalarından birisi olan “kadının toplum içerisinde dişiliğiyle yer alması anlayışı” sadece batı dünyasında kalmadı, kültürel emperyalizmle birlikte dünyanın hemen her tarafına götürüldü. Hemen her toplumda kadınların çıplaklaştırılması özgürlüğün bir alametifarikası olarak görüldü.

Yaşadığımız topraklarda da Kemalist ideolojinin dayatmalarıyla tesettürsüzlük, modern kadının! adeta tek kimliği olarak gösterildi. Hatta kadınların tesettürüne riayet ederek dişiliğiyle değil de kimliğiyle toplum içerisinde yer almasına müsaade edilmedi. Devlet gücü kullanılarak tesettürsüzlük zorla topluma dayatıldı. Kız çocuklarının okullarda tesettürlü bir şekilde okumalarına müsaade edilmedi. Kız çocuklarını okullarda tesettürsüz hale getirdikleri yetmezmiş gibi bir de karma eğitime zorlanarak edep duvarları tamamıyla yıkıldı. Daha genç yaşlarında tesettürsüzlüğe alıştırılan gençler dayatılan batı paradigmasının da etkisiyle bir daha tesettüre geri dönemedi.

Gelinen noktada tesettürsüzlük, hem kadınları cinsel bir objeye dönüştürdü hem de erkeklerin cinsel güdülerini tahrik ederek başta zina olmak üzere, tecavüz vb. gibi sapmaların da tetikleyicisi oldu ve nice suçların oluşmasına sebebiyet de vermektedir. Allah’ın koyduğu ölçülerden uzaklaşan ve insan fıtratına da yabancı olan uygulamalara yönelen insanlar, bunun bedelini çok büyük toplumsal sapmalar olarak ödemektedirler.

Tesettür konusunda dikkatlerin çekilmesi gereken bir başka husus da, “giyinen çıplakların” ortaya çıkması meselesidir. Bir taraftan sanki dinin tesettür emrine riayet ediyormuş görüntüsünü veren, fakat diğer taraftan sağını solunu açmaya çalışan bir tesettür anlayışı türetildi. Başını kapattığı halde daracık elbiseler giyerek vücut hatlarını belli eden, daracık pantolonlar, dekolte kıyafetler, mini etekler giyen sözüm ona kapalılar çıktı. Süslü püslü elbiseler giyerek sözde tesettürlü görüntüsü verdiği halde kadınlı erkekli eğlence salonlarında,  barlarda, sosyal medyada endam gösteren tesettürlü(!) tipler ortaya çıktı. Eskiden tesettür bir kimlik işlevi görüyordu şimdi ise kimliksizliğin bir göstergesi haline getirildi.

Hemen her İslâmî kavramın içi boşaltıldığı gibi tesettür kavramının da içi boşaltıldı. Önceden tesettür iffet ve hayatın bir dışa yansıması iken şimdi tam tersi bir işlev görmeye başladı. Hayâ perdelerini yerle yeksan eden kadınların taktıkları başörtüsü, adeta İslâmî kimliklerini bir kenara bıraktıklarını haykırıyor. Bir zamanlar yaşadığımız ülkede Müslüman kadınlar, Allah’ın emri olduğundan dolayı başörtüsü ile okumak için türlü bedeller ödemişlerdi. Geldiğimiz noktada maalesef başörtüsü ve tesettür kavramlarının da içi boşaltılarak giyinen çıplaklar türedi. Önceden başörtüsü İslâmî kimliği temsil ediyordu ve başörtüsü örten kadınlar, İslâm’ın koyduğu prensiplere uyuyorlardı. Yeni yetme örtülüler ise, Müslüman olmayanlar gibi yaşıyorlar fakat yarım yamalak da olsa örtünme gereği de hissediyorlar. Yani kısacası muhteva gitti, kalıp yarım yamalak da olsa kaldı.

Bir Müslüman, yukarda da gündeme getirdiğimiz gibi İslâm’ın elbise konusunda belirlediği ölçülere riayet etmelidir. Bir kadının en önemli İslâmî sorumluluklarının başında tesettür emri gelmektedir. Dolayısıyla bir kadın tesettüre riayet etmeyen, kendisine namahrem olan kişilerin yanında bulunduğu her an günah işlemektedir. Bunun içindir ki Müslüman bir kadının ilk sorumluğu tesettür konusundaki problemlerini çözmesi, dinin kendisi için belirlediği ölçülere riayet edecek şekilde giyinmesidir. Modaya değil de Allah’ın emrine uyması gerektiğini bilmelidir.

Makyaj Yapmak

Günümüzde, Batı paradigmasının toplumlara empoze ettiği; kadınların toplumun hemen her alanında yer almalarının gerekliliği anlayışı ister istemez kadın ve erkeği hayat alanlarında bir arada bulunmaya zorlamaktadır. Her ne kadar İslâm, kadın ve erkek ilişkilerinde kadın ve erkeğin bir arada bulunmasını yasaklamıyorsa da, ölçüler belirleyerek kadının toplum içerisinde ancak inancına uygun olan kimliğiyle bulunmasını istemiş, buna yönelik ilkeler belirlemiştir. Seküler Batı anlayış(sızlığ)ının etkisiyle inancından ve manevi değerlerinden hızla uzaklaşan kadınlar, hayat alanlarında birlikte oldukları kimselere kendilerini beğendirmek, ilgiyi kendi üzerine çekmek, süse karşı fıtratlarında bulunan duygularını bu şekilde tatmin etmek için makyaj yaparak kendilerini cazibe merkezi haline getirdiklerini düşünmektedirler.

Vücudunun görünen kısımlarına özellikle de yüzlerine boya vb. şeyler sürdükleri, dudak ve tırnaklarını oje denilen boyalarla boyadıkları, kaşlarını aldırdıkları, çapaklarını değiştirdikleri, gözlerini boyadıkları görülmektedir. Bütün bu hususlar kimliğiyle değil de dişiliğiyle toplum içerisinde bulunan sözde modern kadının en öne çıkan görünümüdür. Burada gündeme getirdiğimiz şekliyle makyaj yapmak bir Müslüman kadın için kesinlikle caiz değildir. Müslüman bir kadın, kendisine namahrem olan kimselerin yanında bulunacağı için yukarıda ifade ettiğimiz şeyleri yapması kesinlikle haramdır. Müslüman bir kadın makyaj yapacaksa ancak eşine karşı süslenme kastıyla yapabilir. Bu, dinimiz tarafından yasaklanan bir durum değildir. Fakat eşi dışındaki kendisine namahrem olan kimselere karşı bu şekilde makyaj yapması Müslüman kadının inancı ve kimliği değil, inancından soyutlanmış cahiliyye kadınının özelliğidir.

Ayrıca kadınların toplum içerisine çıkacakları zaman, özellikle de kendilerine namahrem olan erkeklerle aynı ortamda bulunacakları zaman parfüm vb. kokular kullanmaları da caiz değildir. Parfüm vb. kokuların erkekleri tahrik ederek cinsel duygularını harekete geçirdiği yapılan bilimsel araştırmalarda da kanıtlanmış bir durumdur. Ayrıca bu durum dinimiz tarafından da yasaklanmıştır. Konuyla ilgili Efendimiz’den nakledilen bir hadis rivayetinde şu şekilde buyurulur; “Her göz yabancı bir kadına bakarak göz zinası işlemiştir. Herhangi bir kadın, kokusu dışarıdan hissedilen koku ile kokulanarak erkeklerin yanından geçerse, onlar da o kokudan istifade edip hoşlanırlarsa, o kadın (göz) zina etmiş gibi günah kazanır.” (Tirmizî, Edeb 35; Ebû Dâvud, Tereccül 7; Nesâî, Zînet 35)

Estetik Yaptırmak

Yine, günümüz toplumlarında, inancından ve manevi değerlerinden soyutlanarak dişiliğiyle toplum içerisinde yer almak isteyen kadının sık sık başvurduğu hususlardan bir tanesi de özellikle vücudunun görünen yerlerini daha cazip hale getirmek için estetik ameliyatları yaptırmasıdır. Bu çerçevede kadınlar dudak, burun, göğüs gibi vücudunun çeşitli yerlerine estetik ameliyatı yaparak kendilerini daha güzel! ve başkalarının kendilerini daha fazla beğeneceği hale getirdiklerine inanmaktadırlar. Nice yaşlı kadınların (az da olsa erkeklerin) estetik ameliyatı olarak vücutlarının çeşitli yerlerini gençleştirmeye çalıştıklarını görmekteyiz.

İslâm’a göre estetik ameliyatı olmak ancak zaruret durumlarında caiz olmaktadır. Bu da bir uzvu kopan kimsenin o uzvunu eski haline getirmek, vücudunda insanlara tiksinti veren yerlerin; yangında yanan ve çirkin bir görüntü oluşturan, yaralanmalarda meydana gelen yara izlerini kapatmak için estetik ameliyatı olması caizdir. Yine doğuştan yüzünde kıllar çıkan bir kadının bu kılları aldırmak için estetik ameliyatı olması da caizdir. Bu durumlar, zaruret durumları olduğundan dolayı bu tür estetik ameliyatları dinimiz tarafından yasaklanmamıştır. Fakat bu zaruret durumları oluşmadan kişilerin kendi yaratılışlarını değiştirmek için yapacakları her türlü estetik ameliyatı caiz değildir. Dinimiz bu şekilde kişinin yaratılışına müdahale etmesini caiz görmemiştir. Konuyla ilgili bir âyet-i kerimede şu şekilde buyurulur; “Onları mutlaka saptıracağım, muhakkak onları boş kuruntulara boğacağım, kesinlikle onlara emredeceğim de hayvanların kulaklarını yaracaklar (putlar için nişanlayacaklar), şüphesiz onlara emredeceğim de Allah'ın yarattığını değiştirecekler (dedi). Kim Allah'ı bırakır da şeytanı dost edinirse elbette apaçık bir ziyana düşmüştür.” (Nisâ, 119) Ayrıca Hz. Peygamber (s.a.v.), süslenmek maksadıyla vücuda dövme yapmak, dişleri yontarak seyrekleştirmek gibi ameliyeleri, yaratılışı değiştirmek, fıtratı bozmak kapsamında değerlendirmiş ve bunu yapanları ve yaptıranları kınamıştır. (Buhârî, Libâs, 83-87; Müslim, Libas, 33)

Sakal bırakmak ve sakalı kesmenin hükmü

 Sakal, erkeklerin yaratılıştan sahip oldukları, fıtrı bir yönlerini ifade etmektedir.  Allah’u Teâla’nın erkekleri yaratırken -istisnalar olmakla birlikte- yüzlerinde sakal çıkacak şekilde yaratmıştır. Kadınların yaratılışlarında ise böyle bir durum söz konusu değildir. Kadın ile erkek arasındaki yaratılış farklarından bir tanesi de erkeklerin sakallı olmalarıdır.

Günümüzde, sakalla ilgili tarihte çok fazla örneği olduğunu bilmediğimiz başka bir tartışma konusu gündemimize gelmiştir. O da, sakal bırakmanın ve sakalı kökünden kesmenin hükmü konularındaki ihtilaflardır. Bu konunun gündemimize girmesinin en temel sebeplerinden birisi, batının dünyanın her tarafına ulaştırdığı giyim kuşamla ilgili kültürel emperyalizmdir. Batılıların aydınlanma! dedikleri, temelinde dine karşı oluşturduğu dünya görüşünün bir neticesi ve ayrıca Hıristiyan din adamlarının sakallı olmalarına bir tepki olarak, modern erkeğin sakalsız olması gerektiği anlayışı benimsendi. Batının sahip olduğu ve temelinde dine karşı bir algının bulunduğu bu seküler anlayışlar, süreç içerisinde belirleyici oldu ve sakal sadece din adamlarının bıraktığı dinsel bir hususa dönüştü. Din adamı olmayanların sakal bırakması ise doğru görülmedi. Bu anlayış kültürel emperyalizmle birlikte tüm dünyaya ihraç edildi. Sakalı kökünden kesmenin hükmünün ne olduğu meselesi bu vesileyle âlimlerin gündemine geldi. Çünkü artık Müslümanlar da sakalını kökünden kesmeye, giyim kuşam konusunda batılı insanlar gibi hareket etmeye başladılar.

Sakal bırakmanın hükmü konusunda âlimler arasında ihtilaflar vardır. Kimi âlime göre sakal bırakmak farz iken kimi âlime göre de sünnettir. Bu konuda ihtilafın olmasının sebebi usûlî farklılıklardır. Sakal bırakmanın farz olduğunu söyleyen âlimler, hadis rivayetlerinde geçen emir ifadelerinin, farz bir hüküm koymak için yeterli olduğunu söylemektedirler. Sakal konusunda da Efendimizden gelen “sakallarınızı uzatınız”[51] yönündeki emir ifade eden hadis rivayetini delil olarak almaktadırlar. Ayrıca Efendimizin sakal bırakmayı fıtrattan saymasını da bir başka delil olarak almışlardır.[52] Lakin âlimlerin ekserisinin görüşü ise sakal bırakmanın hükmünün sünnet olduğu yönündedir. Bizce doğru olan görüş de budur.

Sakal kesmenin hükmü konusunda da âlimler arasında bir takım ihtilaflar söz konusudur. Âlimlerin bir kısmı sakal kesmeyi haram kabul ederken, kimileri de mekruh olarak görmektedirler. Yukarıdaki ifadede zikrettiğimiz Efendimizin sakal uzatmayı emretmesi ve sakalın fıtrattan olduğu yönündeki sözlerinden hareketle bir kısım âlim sakalları kökünden kesmeyi bu hadislerdeki hükümlere muhalefet olduğu için haram kabul etmişlerdir. Sakalları kesmeyi fıtrata müdahale olarak görmüşler ve yaratılışa müdahale ederek değiştirmenin de haram olduğunu ifade ederek bu sonuca gitmişlerdir.

Diğer bir kısım âlimler ise, sakal kesmeyi yasaklayan ve bu konuda haram hüküm koymak için gerekli olan bir nassın olmamasından hareketle, sakalı kökünden kesmeyi haram değil de mekruh olarak görmüşlerdir. Yukarıda gündeme gelen hadis rivayetlerini, sakalı kökünden kesmenin haram olduğuna dair delaleti açık bir nas olarak görmemişlerdir. Daha önce de gündeme getirdiğimiz gibi, bir şeyin haram olduğuna dair hüküm vermek için o konuda hem sabitliği kat’i hem de delaleti kat’i bir hükmün bulunması gerekmektedir. Sakal kesmenin haram olduğuna dair Kur’an’da açık bir şekilde konunun hükmünü gündeme getiren herhangi bir hüküm söz konusu değildir. Bu görüşü benimseyen âlimler, Kur’an ve mütevatir hadisler dışındaki hadis rivayetlerinin subiti kat’i olmadıklarından dolayı haram bir hüküm için delil olamayacaklarını ifade etmişlerdir. Ayrıca yukarıda gündeme gelen hadis rivayetlerinin, sakalı kökünden kesmenin haram olduğuna dair delaletleri de kat’i değildir. Yani sakalı gündeme getiren hadislerin hiçbirinde açık ve sarih bir şekilde sakalı kökünden kesmenin haram olduğu ifade edilmemektedir.

Görüldüğü üzere dini anlamada esas alınan usûlî kaideler sakal bırakmanın hükmü konusunda da kendisini göstermekte, farklı usûller benimseyen âlimler, konunun hükmü konusunda da farklı neticelere ulaşmaktadırlar. Bizim doğru gördüğümüz husus ise, bu gibi konularda usûlî açıdan haram hükmünün verilmesinin doğru olmayacağı yönündedir. Bununla birlikte, bizlerin Kur’an ve Sünnette gündeme gelen emirleri farz mıdır, vacip midir, sünnet midir demeden yerine getirme gayretimiz olması gerektiği gibi, yasaklanan veya nehyedilen hususlardan ise haram mıdır veya mekruh mudur demeden sakınmamız gerekmektedir. Bu anlayışın bir gereği olarak, Müslüman bir erkeğin sakal bırakması gerektiğini ve zaruret durumları oluşmadığı sürece de sakallarını kökünden kesmemesi icap ettiğini düşünüyoruz. Bununla birlikte, sakal bırakmayı dinin önceliklerinden ve insanlara emr-i bi’l ma’ruf yaparken ilk sıralarda tavsiye edilecek olan dinin esaslarından görmüyoruz. İnsanların önce imanla sorumlu olduğunu, Allah’ın istediği gibi iman etmeyen kimsenin sakalla kurtulamayacağını bilmesi gerektiğine inanıyoruz.

İslâm’da Müziğin Hükmü

 

Müzik, bir kimsenin ses veya âlet ile icra ettiği sanatın adıdır. Bir başka tanıma göre müzik; kadın veya erkek tarafından ses ve âlet (çalgı) ile icrâ edilen, bilinen sanatın bütün çeşitlerine şâmildir. Hatta sadece enstrümantel âletlerle veya sadece sesle de müzik icrâsı sözkonusudur. İslâmî hüküm bakımından bu sınıf ve şekiller arasında fark vardır. Ayrıca müziğin icrâ edildiği yer ve maksadın, müzikle beraber sergilenen diğer yan unsurların da hükme tesiri söz konusudur.  Günümüzde icra ediliş biçimi olarak müzik daha çok çalgı aletleri ve birisinin seslendirmesiyle icra edilmektedir. Konunun çok detaylarına girmeden özetle konuyu gündeme almak istiyoruz.

Müziğin caiz olup olmadığı konusunda âlimler arasında ihtilaf vardır. Kimisi müzik aletleriyle birlikte icra edilen müziği, haram olarak görürken kimisi de helâl görmektedir. Bu konuda ihtilafın olmasının sebebi, konuyla ilgili gelen rivayetlerin her iki görüşe de delil olacak şekilde farklı olmasından kaynaklanıyor.

Müziğin hükmünü tâyin eden delillere geçmeden önce fıkıh mezheplerinin telakkîsini özetleyelim:

1- Hanefî mezhebine göre müzik icrâsı ve bunu dinlemek haramdır. Bu hüküm, bir değnek ve çubuğun bir yere âhenkli bir şekilde vurulmasını dahi içine almakta ve haram sayılmaktadır. Hükmün bazı istisnâları vardır: Savaşta vurulan kös (büyük savaş davulu) ile düğünlerde çalınan tef. Müzik, başkalarına dinletme için değil de, kendini dinlendirmek ve yalnızlığı defetmek için yapılırsa İmam Serahsî'ye göre câizdir; Merğınânî'ye göre bu da haramdır. İmam Ebû Yusuf'a sormuşlar: "Düğün dışında, meselâ kadının ve çocuğun kendi evinde tef çalmasına ne dersin?" Şu cevabı vermiş: "Bunda kerâhet yoktur. Aşırı oyun ve teğannî olursa onu mekruh görürüm." Hanbelî mezhebi de bu konuda -genel çizgileriyle- Hanefî mezhebi gibidir.

2- İmam Şâfiî ve İmam Mâlik'ten ikişer görüş nakledilmiştir. Bunlardan birine göre bu iki imam müziği mekruh saymışlar, diğerine göre ise -yanında bir haram işlenmediği, harama âlet edilmediği takdirde- mubah görmüşlerdir. (Şâfiî mezhebinden Gazzâlî ile Mâlikîlerden Kettânî'nin görüşlerine aşağıda daha genişçe yer verilecektir.)

3- Zâhiriyye mezhebi ile genellikle tasavvuf tarikatları müziğin bütün çeşitleriyle mubah olduğunu müdâfaa etmişlerdir.

Müziğin lehinde ve aleyhinde görüş bildiren fıkıh bilginleri bazı âyetlerden delil getirmek istemişlerse de (31/Lokman, 6; 39/Zümer, 18) bunların müziği hedef aldığı kesin değildir. Yani Kur'an'da direkt olarak müziğin haramlığı veya helâllığı ile ilgili bir hüküm yoktur. Hadislere gelince; Rasûl-i Ekrem’in (s.a.s.) düğün, bayram, karşılama gibi münâsebetlerle icrâ edilen müziği tasvip ettiği, düğünlerde bunu teşvik eylediği sağlam rivâyetlere dayanmaktadır. Ayrıca, müziğin -bir harama âlet edilmeden- haram kılındığına dair sahih bir hadisin bulunmadığı belirtilmiştir.

El-Kettânî, Hz. Peygamber devri kültür ve medeniyetinden bahseden iki büyük ciltlik eserinde (et-Terâtibu'l-İdâriyye) müziğe 25 sayfa ayırmış, bütün çeşitleriyle câiz olduğunu gösteren deliller getirmiş, bu konuda yazılmış 20 eserin ismini vermiştir (et-Terâtibu'l-İdâriyye II/120-145). Bu müellifin tesbitine göre sahâbeden Hz. Ömer, Osman, Abdurrahman bin Avf, Ubeyde bin el-Cerrâh, Sa'd bin Ebî Vakkas, Ebû Mes'ud, Bilâl, Abdullah bin ez-Zübeyr, Hassân, İbn Amr, el-Muğîre bin Şu'be gibi zatların müzik dinledikleri rivâyet edilmiştir.

İmam Gazzâli, İhyâ isimli eserinin 35 sayfasını bu meseleye ayırarak bütün söylenenleri tahlil etmiş, delilleri karşılaştırmış ve şu neticeye varmıştır: Müzik, ister ses ister âlet ile olsun tek hükme bağlı değildir: Haram, mekruh, mubah ve müstehap olabilir. Şöyle ki:

1- Dünya arzusu ve şehvet hisleri ile dolup taşan gençler için yalnızca bu duyguları tahrik eden müzik haramdır.

2- Vakitlerinin çoğunu buna veren, müzikle meşgul olmayı âdet haline getiren kimse için mekruhtur.

3- Güzel sesten zevk alma dışında bir duyguya kapılmayan kimse için müzik mubahtır, serbesttir.

4- Allah sevgisi ile dolup taşan, duyduğu güzel ses kendisinde yalnızca güzel sıfatları harekete geçiren kimse için müstahaptır.      

Gazzâlî, incelemesini sürdürürken müziğin, duruma göre ya mubah veya mendûb olduğunu, onu haram kılan şeyin kendisi değil; dıştan ârız olan beş sebepten ibâret bulunduğunu ifâde ederek şöyle devam ediyor:

1- Şarkı söyleyen kadın olur, dinleyen de kadın sesinin şehvetini tahrik edeceğinden korkarsa dinlemek haramdır. Burada haram hükmü müzikten değil; kadının sesinden gelmektedir. Aslında kadının sesi haram değildir; ancak şehveti tahrik ederse Kur'an okumasını bile dinlemek haram olur. (Hanefîlerden Buhârî şârihi allâme Aynî de "Bayramda iki câriyenin okuduğu şarkıyı Hz. Peygamber'in ve Ebû Bekir'in dinlediklerinden hareketle aynı neticeye varmıştır (Aynî, Umdetu'l-Kari, c. 3, s. 360).

2- Müzik âleti, içki meclislerinin sembolü olan âletlerden ise bunu kullanmak haram olur; diğerleri mubah olmakta devam eder.

3- Şarkı ve türkünün güftesi bozuk, İslâm inancına ve ahlâkına aykırı ise bunu müzikli veya müziksiz söylemek ve dinlemek haramdır. (Özellikle günümüzdeki bazı şarkı sözlerindeki Allah'a, Allah'ın kaderine isyan, sevgiliyi tanrılaştırma gibi küfür lafızlarını tepkisiz dinlemek veya dillendirmek, haramdan da öte küfür kabul edilebilir.)

4- Gençliği icabı şehevî duyguların mahkûmu olan bir kimse aşırı derecede müziğe düşkün olur, müzik onun yalnızca cinsî arzusunu tahrik ederse onun müzikten uzak durması gerekir.

5- Sıradan bir insanın müzik, şehvetini de İlâhî aşkını da tahrik etmediği halde bütün vakitlerini alır, onu başka işlerden alıkoyarsa yine haram olur.

Müzik, sözleri ve ritmiyle kişiyi Allah'a yaklaştırıyorsa, haramlardan uzak olduğu ve Allah'a yaklaştırdığı oranda mubah, hatta müstahap olur. Tersine; kişiyi şeytana, yaklaştırıyor, haramlara dâvet ediyor veya haramlara âlet ediliyorsa, o oranda mekruh ve haram olur. Özellikle televizyon kanallarının çoğunda veya gazino gibi haram işlenen yerlerde müzik; günümüzde danssız, müstehcen kıyafetli kadınsız, içkisiz, yani çeşitli haramlar olmadan icrâ edilmiyorsa, müziğin bu şartlarla haram olduğu değerlendirilir. Ama bu müziğin kendisinden değil; icrâ edildiği ortamdan kaynaklanmaktadır. Bunun yanında, yeşil pop da denilen ezgi türündeki ve daha çok dinî hisleri etkilemeye yarayan müzik parçalarını dinlemek veya söylemenin haram olduğunu söylemek için hiçbir ciddî delil yoktur.    

Ayrıca, bir Müslüman müziği kendi dâvâsı için bir vasıta olarak kullanması mümkünse kullanabilir. İnsanoğlu genel itibariyle fıtraten güzel sesten zevk alır. Dolayısıyla mesajın güzel ses ve ona eşlik edecek müzik aletleriyle sunulması daha fazla etki oluşturabilmektedir. Müzik ruhu coşturarak haz almasına sebebiyet vermektedir. Dolayısyla dini duygular ve Allah korkusu gibi hususlar müzik aletleriyle birlikte muhatap üzerinde daha fazla etki oluşturabilmektedir. Kur’an ve Efendimizin sahih sünnetinde hakkında kensin bir hüküm bulunmayan müzik için haram demek; bu hükmü veren kişiyi bağlayan bir görüş olarak kabul edilse bile dinin hükmü olarak lanse edilemez ve meşru olan müzikleri dinleyenlerin haram işlemiş ve dolayısıyla da Allah’ın cezasına muhatap olacakları iddia edilemez.

Özellikle günümüzde cahiliyye düzeni hâkim olduğundan ister istemez müzikte bu cahiliyye anlayışına hizmet etmektedir. Fakat cahiliyye düzeni bir şeyi kendi faydasına kullanıyor diye o şey haram olarak görülemez. Bir Müslüman da onu kendi faydasına kullanabilir. Müzik de bunlardan birisidir. Ayrıca Kur’an ve sünnette açık bir şekilde haram olarak zikredilmeyen hususlar için de haram demekten sakınmak gerekiyor.

Bununla birlikte müzik dinlemek farz veya sünnet olmadığı için bir Müslüman müzik dinlemeyebilir, dinlemeyi hoş karşılamayabilir. Lakin haram olarak göremez veya müzik dinlemeyi belirli ölçüler içerisinde helâl görenleri kâfir veya haram işliyor olarak göremez. [53]

Resim ve Heykel Yapmanın Hükmü

Resim konusu da, fukaha arasında tartışmalı olan konulardan birisidir. İnsan ve canlı varlıkların resimlerini yapmak veya bulundurmak âlimlerin bir kısmına göre haramdır. Bu âlimlerin resim konusunda bu görüşe ulaşmalarının arkasında Efendimizden nakledilen rivayetler etkili olmuştur.

“Klasik dönem İslâm âlimlerinin büyük çoğunluğu insan ve hayvan heykeliyle resimlerinin yapılmasını haram saymakla birlikte bitkilerin ve cansız nesnelerin resminin yapılmasını, yine baş kısmı olmamak veya hayatta kalamayacak bir görünümde olmak ya da üstüne basılan, dayanılan halı, minder gibi saygı gösterilmekten uzak eşya üzerinde bulunmak kaydıyla insan ve hayvanların resmedilmesini câiz görmüşlerdir. Ayrıca resimli ya da mücessem olan çocuk oyuncaklarının kullanımına cevaz verilirken haç gibi İslâm inancına aykırı sembollerin kullanımı haram kabul edilmiştir. Bu görüşler Hz. Peygamber’den rivayet edilen şu hadislere dayanır: Evde gördüğü resimli bir örtüyü asılı olduğu yerden çıkaran Resûl-i Ekrem, “Kıyamet günü insanlardan en şiddetli azaba uğrayacak olanlar Allah’ın yarattıklarının benzerini yapanlardır” buyurmuş, bunun üzerine Hz. Âişe örtünün kumaşından yastık yapmıştır (Buhârî, “Libâs”, 91). Resimli bir eşya satın alan Âişe’ye Resûlullah, “Bu resimleri yapanlara kıyamet günü azap edilir ve onlara, ‘Hadi, yaptığınız şu sûretlere can verin!’ denilir; içinde resim bulunan eve melekler girmez” demiştir (Buhârî, “Libâs”, 92).

Ümmü Habîbe ve Ümmü Seleme, Habeşistan’da içinde sûretler (resim veya heykeller) bulunan bir kilise gördüklerini anlatınca Hz. Peygamber, “Onlar içlerinden hayırlı bir kişi öldüğünde kabri üzerine mâbed inşa ederler, içine de bu sûretleri yaparlardı; işte onlar kıyamet günü Allah katında yaratılmışların en kötüsüdür” demiştir (Buhârî, “Ṣalât”, 48; Müslim, “Mesâcid”, 16). Resûl-i Ekrem, üzerinde canlı resimleri bulunan eşyalar sebebiyle Cebrâil’in eve girmeyip (Buhârî, “Libâs”, 92), resimlerin baş tarafının kesilmesini veya örtünün yere serilmesini istediğini bildirmiştir (Nesâî, “Zînet”, 114). Resim çizmekle geçimini sağlayan bir kimsenin bu konuda kendisine danıştığı İbn Abbas, resim çizenlerin âhirette cezalandırılacağına dair hadisi aktardıktan sonra eğer işini sürdürmek zorundaysa cansız şeyleri ve ağaçları çizmesini tavsiye etmiştir (Buhârî, “Büyûʿ”, 104; Müslim, “Libâs”, 99). Resûlullah, namazda kendisini meşgul ettiği gerekçesiyle üzerinde resim bulunan bir örtünün kaldırılmasını istemiş (Buhârî, “Libâs”, 91), diğer bir rivayete göre ise dünyayı hatırlattığı gerekçesiyle üzerinde kuş resmi olan bir örtüyü kaldırtmıştır (Müslim, “Libâs”, 88). Bununla birlikte Hz. Peygamber’in kumaş üzerindeki nakşı bu yasaktan müstesna tuttuğu, bu sebeple bazı sahâbîlerin evlerinin kapısına resimli perde astığı rivayet edilmiştir (Buhârî, “Libâs”, 90). Resûl-i Ekrem üzerinde haç resmi bulunan ev eşyalarını kaldırmış (Buhârî, “Libâs”, 90), kız çocuklarının oyuncak bebeklerle oynamasına izin vermiştir (Buhârî, “Edeb”, 81).

Geçmişte ve günümüzde bazı âlimler canlıların resim ve heykellerinin yapılmasının haram olmadığını savunmuştur. Bu görüşte olanlar daha çok, Kur’an’da kötülenmeden zikredilmesi durumunda İslâm’dan önceki semavî dinlere ait hükümlerin (şer‘u men kablenâ) müslümanlar bakımından da geçerli olduğu yönündeki usul görüşünden yola çıkarak Kur’ân-ı Kerîm’de Hz. Süleyman’ın heykeller yaptırdığından (es-Sebe’ 34/13) ve Hz. Îsâ’nın çamurdan kuş sûreti yaparak Allah’ın izniyle ona can verdiğinden (Âl-i İmrân 3/49; el-Mâide 5/110) olumsuz bir ifade kullanılmaksızın söz edilmesini delil gösterirler. Heykel yapmak câiz olunca canlı resmi yapmanın öncelikle câiz olacağını savunan bu görüşe göre heykel ve resim, tapınma veya saygı gösterilme amacıyla yapılması, başka bir dinin sembolü olması, çıplaklık unsuru taşıması gibi unsurlar sebebiyle haram kılınmıştır (İbn Atıyye el-Endelüsî, IV, 409; M. Reşîd Rızâ, IV, 1414, 1417).”[54]

Yukarıda resimle ilgili gündeme gelen ikazların hemen hepsinin sebebinin geçmişte insanoğlunun insan ve hayvan suretindeki heykellere tapmalarının olduğu kanaatindeyiz. Efendimiz döneminde de insanların kendilerine taptığı putların, insan suretinde olduğunu biliyoruz. Dolayısıyla putculuğu ortadan kaldırmak, tevhidi ikame etmek için gelen bir dinin, insanların ve tüm toplumun gönüllerinde tevhidin tüm boyutlarıya bir daha kaybolmayacak şekilde kök salmasını sağlamak için resim ve heykele karşı hep yasaklayıcı bir tavır sergilemiştir. Bu tavrın, putculuğun hâkim olduğu bir toplumda ve coğrafyada gündemleşmesi yardırganacak da bir durum değildir. Efendimizin resme karşı bu tavrı takınması, İslâm’ın tarihin her döneminde her türlü insan ve hayvan resimlerinin yapılması ve bulundurulmasını haram kabul ettiği anlamına gelmemektedir. Bununla birlikte bu konunun insanların şirke düşmelerine de sebebiyet veren riskli alanlardan birisi olduğunu unutmamalıdır.

Resim konusunda doğru olan yaklaşımı maddeler halinde şu şekilde özetleyebiliriz:

  1. Resim ve heykellerin putlaştırıldığı toplumlarda resim ve heykel yapmayı ve bulundurmayı İslâm’ın doğru görmediğini, insanları bundan men ettiğini görüyoruz.
  2. Tarihin hangi döneminde olursa olsun, putlaştırılan ve bir dinin kutsal kabul ettiği şeylerin resim ve heykellerini yapmak ve bulundurmak haramdır.
  3. İnsanların put haline getirme ihtimallerinin yüksek olduğu peygamber, evliya, siyasi lider, melek vb. şeylerin resim ve heykellerini yapmak ve bulundurmak haramdır. Tarihte putçuluğun bu şekilde ortaya çıktığı da bilinmektedir. Bu sebepten dolayı örneğin Hindular için Buda’nın heykeli bir put olduğu için Buda’nın resmini ve heykelini bulundurmak haramdır. Yine yaşadığımız ülke özelinden söylersek toplumun bir kesimi, devletin de dayatmasıyla Mustafa Kemal’in heykellerine ta’zim etmektedirler. Heykellere ta’zimde bulunmak ise İslâm’ın reddettiği bir durumdur. Doyısıyla bu şekilde ta’zimde bulunulan kişilerin resimlerini ve heykellerini bulundurmak da haramdır.
  4. İnsanların putlaştırma ihtimallerinin olmadığı her türlü insan, hayvan, cansız varlık ve soyut varlıkların resimlerini ve heykellerini yapmak haram değildir. Bir kimsenin kendi, anne-baba, çocukları ve sevdiği kimselerin resimlerini bulundurmasının dinen bir sakıncasının olmadığı kanaatindeyiz. Bununla birlikte bu tür resimlerin evde namaz kılınan yerlerin kıble tarafına asılmaları caiz değildir.
  5. Putlaştırılma ihtimali olmasa da İslâm, özellikle heykel yapma ve bulundurmayı doğru görmemektedir.
  6. Fotoğraf makinesi, kamera, telefon gibi elektronik aygıtlarla resim ve video çekmek dinen caizdir. Bu konuda yasaklayıcı herhangi sarih bir delil yoktur.
  7. Özellikle kadınların kendi veya yetişkin kızının, kız kardeşinin, yaşlılık çağına ulaşmamış annesinin, kız arkadaşlarının vb. kadınların resimlerini sosyal medya gibi sosyal ağlarda paylaşmasının dinen doğru olmadığını açık bir şekilde ifade etmemiz gerekir. Bu yasak kadınlarda olduğu gibi erkekler için de söz konusudur. Özellikle tesettürsüz olan kendi hanımının, yetişkin kızının, kız kardeşinin, genç olan annesinin, akrabalarının vb. kadınların resimlerini paylaşmaları erkekler için de haramdır.

Gelinen noktada görmekteyiz ki kadınlar, tesettürsüz bir şekilde kendi veya başka kadınların fotoğraflarını sosyal medyadan paylaşmaktadırlar. Bu sebeple de o resimleri sosyal medyada gören erkeklerin “göz zinası” dediğimiz harama girmesine sebebiyet vermektedirler. Allah’ın tesettür emrine riayet etmemenin günahını yüklendikleri gibi, bir de bu tür resimlerini sosyal medyada paylaşarak başka insanların günaha girmelerine sebebiyet vermenin günahını da yüklenmektedirler. Konuyla ilgili âyetlerde şu şekilde buyurulur; “Mümin erkeklere söyle, gözlerini haramdan sakınsınlar ve iffetlerini korusunlar. Bu onlar için daha arındırıcıdır. Allah onların bütün yaptıklarından haberdardır.” (Nûr, 30) Her ne kadar bir kadına, onun da erkeği gördüğü bir ortamda bakmakla, onun erkeği görmediği bir mecra olan iletişim araçlarında bakmak aynı olmasa da ikisinde de erkeklerin cinsel olarak etkilenmeleri söz konusudur. Dolayısıyla da Müslüman kadınların, sosyal medya denilen ve maalesef insanları ifsat eden mecralarda kendi ve başka kadınların resimlerini paylaşmaktan şiddetle sakınmaları gerekmektedir. İnternet çağı da denilen bu modern çağda, cinsel sapmaların en çokta internet üzerindeki sosyal ağlarda yaşandığını görmekteyiz. Müslümanlar bunun bilincinde olmalı, tesettürlü de olsa ergen ve yaşlı olmayan kadınların resimlerini sosyal ağlarda paylaşmamalıdırlar.

Yine erkeklerin, uygun olmayan ve gayri ahlâkî bir şekilde giyindikleri kıyafetlerle çektirdikleri kendi resimlerini veya bu şekilde olan başka erkeklerin resimlerini sosyal medyada paylaşmaları da caiz değildir. Göz zinası sadece erkekler için söz konusu değil, kadınlar için de söz konusudur. Konuyla ilgili âyette şu şekilde buyurulur; “Mümin kadınlara da söyle, gözlerini haramdan sakınsınlar ve iffetlerini korusunlar…” (Nûr, 31) Dolayısıyla gerek kendi, gerekse de bir başka erkeğin uygunsuz kıyafetler giydikleri resimlerini sosyal medyada paylaşması, o resimler sebebiyle günaha giren kadınların günaha girmelerine vesile olmanın günahını yüklenirler.

 

 

TİCARET İLMİHÂLİ

 

İslâm’da Ticaretin Önemi

İslâm ticareti meşru kazanç yollarından birisi olarak kabul etmiş ve tavsiye etmiştir. Kur’an-ı Kerim’de şu şekilde buyurulur; “Ey iman edenler! Karşılıklı rızâya dayanan ticaret dışında mallarınızı aranızda haksızlıkla yemeyin. Ve kendinizi öldürmeyin. Şüphesiz Allah size karşı çok merhametlidir.” (Nisâ, 29) Başka bir âyette de şöyle buyurulur; “Hâlbuki Allah alım satımı helâl, faizi ise haram kılmıştır.” (Bakara, 275) Ayrıca bir başka âyette de şu şekilde buyurulur; “Ey iman edenler! Cuma günü namaz için çağrı yapıldığında Allah’ı anmaya koşun ve alışverişi bırakın. Eğer bilirseniz, bu sizin için çok hayırlıdır. Namaz kılındı mı artık yeryüzüne dağılın ve Allah’ın lütfundan nasip arayın. Allah’ı da daima çok anın ki kurtuluşa eresiniz.” (Cum’a, 10-11) Görüldüğü üzere İslâm alış-verişi, meşru kazanç yollarından bir tanesi olarak göstermiştir.

Efendimiz de kendisi ticaret yaptığı gibi ayrıca tüccar olan bir kadınla da evlenmiştir. Ayrıca kurallarına uygun bir şekilde ticaret yapanları övdüğü nice hadisleri de söz konusudur. Kendisine en üstün kazancın hangisi olduğu sorulduğunda; “Kişinin elinin emeği olan ve hile ve aldatma karıştırmadığı (mebrûr) alış-veriş” olduğunu söylemiştir. (Ahmed ibn Hanbel, III, 466) Başka bir hadiste de şu şekilde buyurulmuştur; “Sözü ve muameleleri doğru tüccar, kıyamet gününde arşın gölgesi altındadır.” (İbn Mâce, Ticârât, 1) Başka bir hadiste ise; “Bir kimse gıda maddelerini toplayıp günün rayiç fiyatı ile satsa, sanki onu tasadduk etmiş gibi ecir alır.” (İbn Mâce, Ruhûn, 16) diye buyurmuştur.

Ticaretle ilgilenen kimselerin ticaret hukukunu iyi bilmeleri gerekmektedir. Ticaret yapacak kimseler için İslâm’ın ticaret hukukunu bilmek farzdır. Kendisinin öğrenecek durumu yoksa bile kendisine danışacağı birileri mutlaka olmalıdır. Hz. Ömer halifeliği döneminde konuyla ilgili bir genelge yayınlayarak şunları söylemiştir; “İslâm’a göre, kendi ticaretiyle ilgili hükümleri bilmeyen kimse, bizim çarşı ve pazarlarımızda alış-veriş yapmasın. Çünkü bilmeme yüzünden faize düşebilir.” (Tirmizî, Vitr, 21)

 Faiz ve İslâm’daki Hükmü

Faiz kelimesi Arapçada “ribâ” kelimesiyle ifade edilir. Ribâ sözlük olarak; artma, çoğalma ve şişme gibi manalara gelir. Bir fıkıh terimi olarak ise ribâ; para veya standart malların birbirleriyle değişiminde, taraflardan birisi için şart koşulan karşılıksız fazlalığa denir. Ayrıca verilen borca eklenen fazlalık da bu niteliktedir.

Faizcilik; üretime dayalı olmayan, emek veya ticaret riski bulunmayan haksız kazancı ifade ettiği için İslâm tarafından yasaklanmıştır.

Risâletin Mekke döneminde inen; “İnsanların malları içinde artsın diye faizli ödünç verdikleriniz Allah katında artmaz. Allah’ın hoşnutluğunu isteyerek verdiğiniz zekâta gelince, işte (mânevî kârlarını) kat kat arttıranlar onu verenlerdir.” (Rûm, 39) âyette faizle borç vermenin Allah indinde bir değer ifade etmediği hatırlatılmıştır.

Risâletin Medine döneminde ise: Öncelikle Yahudiler üzerinden faize vurgu yapılmıştır. Konuyla ilgili âyetde şu şekilde buyurulur; “Yahudilerin zulmü sebebiyle, bir de pek çok kimseyi Allah yolundan engellemeleri, kendilerine yasaklandığı halde faizi almaları ve haksızlıkla insanların mallarını yemeleri yüzünden önceden helâl kılınan temiz ve iyi şeyleri onlara haram kıldık ve içlerinden inkâra sapanlara acı bir azap hazırladık.” (Nisâ, 160-161)

Daha sonra inen; “Ey iman edenler! Kat kat faiz yemeyin. Allah’tan sakının ki kurtuluşa eresiniz.” (Âli İmrân, 130) âyetiyle de faizin yasaklanma süreci başlamıştır. Bu âyetten sonra inen;

“Faiz yiyenler ancak şeytanın çarparak sersemlettiği kimse gibi kalkarlar. Bunun sebebi onların, "Alım satım da ancak faiz gibidir" demeleridir. Hâlbuki Allah alım satımı helâl, faizi ise haram kılmıştır. Artık kime Allah’tan bir öğüt erişir de faizciliği bırakırsa geçmişte yaptığı kendisine aittir, işi de Allah’a kalmıştır. Kim de yine faizciliğe dönerse işte bunlar orada devamlı kalmak üzere cehennemliklerdir.

Allah faizi tüketir, sadakaları ise arttırır ve Allah hiçbir inkârcı günahkârı sevmez.

Şüphe yok ki iman edenler, güzel şeyler yapanlar, namaz kılanlar ve zekât verenlerin rableri katında ecirleri vardır; onlara ne korku vardır ne de üzüleceklerdir.

Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve gerçekten iman etmiş iseniz faizden kalanı bırakın.

Bunu yapmazsanız Allah ve Resulü tarafından size bir savaş açıldığını bilin. Eğer tövbe ederseniz, haksızlık etmemek ve haksızlığa uğramamak üzere anaparanız sizindir.” (Bakara, 175-179) âyetlerle faiz tamamen haramlar kapsamına alınmıştır.

Efendimiz, vedâ haccında toplanan tüm kalabalığa faizin İslâm devleti tarafından kaldırıldığını ve artık uygulanmasına izin verilmeyeceğini ilan etmiştir.

Efendimiz bir hadislerinde şöyle buyurmuştur; “Altın altınla, gümüş gümüşle, buğday buğdayla, arpa arpayla, hurma hurmayla ve tuz tuzla misli misline, eşit ve peşin şekilde takas edilir. Farklı cinsler birbirleriyle takas edilirse, peşin olmak şartıyla dilediğiniz gibi satış yapınız” (Müslim, Müsâkât, 81)

Efendimiz zamanında ticaret daha çok ürün takasıyla yapıldığından dolayı yukarıda ki uyarılarda bulunmuştur. O toplum için ticarete konu olan şeylerin başında, yukarıda sayılan hususlar geldiğinden, Efendimiz bunları sayarak bu konuda faize düşülmemesi gerektiğini hatırlatmıştır. Dikkat edilirse yukarıdaki hadiste iki şey dikkatleri çekmektedir. Birincisi: Misli misline takas, ikincisi de: Peşin olarak değişim yapılmasıdır. Misli misline şart koşulmasının sebebi, bir tarafın aldığı fazlalığın faiz olmasından, peşin yapılmasının şart koşulmasının ise araya giren zamandan dolayı oluşan kur farkının bir tarafa haksız kazanç sağlamasının söz konusu olacağındandır. Bu sebeple cins birliği olan şeyler takas yapılırken peşin ve misli olarak yapılmak zorundadır. Cins birliği olan para parayla, altın altınla, döviz de dövizle takas yapılacaksa peşin ve misli olarak yapılmalıdır. Hatta araya giren vadeden dolayı bir fazlalık talep edilmese bile kur farkından dolayı oluşan fazlalık faiz olmaktadır. Günümüzde bu yollarla insanların faize bulaşmaları daha az görünen bir durumdur.

Faizin bir başka şekli ise ödünç olarak verilen şeylerin daha sonra fazlasıyla geri istenmesi şeklidir. Cahiliye döneminde faizin en fazla görüldüğü hâl buydu. Zenginler daha doğru bir ifadeyle tefeciler, ihtiyacı olanlara borç verirlerdi, borcun vadesi geldiğinde borçlu borcunu ödeyemediği takdirde vadeyi uzatır ve alacağı meblayı da artırırdı. Örneğin bir yıllığına 100 bin tl borç veren birisi, borcun vadesi geldiğinde şayet borçlu borcunu ödeyemeyecekse vadeyi bir yıl daha uzatıyor, alacağı parayı ise 110 bine çıkarıyordu. İşte burada da olduğu gibi araya zamanın girmesi sebebiyle alınan fazlalık faiz kapsamına girmektedir. Bu gün faizin en fazla gerçekleştiği alanlar burasıdır. Kapitalizmin en önemli sacayaklarından birisi olan bankacılık sitemi bu sistem üzerine kurulmuştur. Yani insanlara vadeyle borç para vermek, vadeden dolayı verilen anaparadan daha fazlasını geri almak.

Peki, neden vadeden dolayı alınan fazlalık faiz kapsamına girmekte ve İslâm da bunu yasaklamaktadır? Oysaki alan da razıdır veren de.  Sebebi; zenginler hiçbir risk almadan kazanç sağladıklarından dolayıdır. Yani zengin o parasıyla ticaret yapsa, kazanma veya kaybetme olasılığı her zaman söz konusu olabilecektir. Yani parasını kaybetme riskiyle karşı karşıya kalabilir. Oysa birisine daha fazlasını almak üzere borç verdiğinde, hiçbir risk almadan parasına para katmaktadır.

Faizin en büyük problemlerinden birisi de şudur; zenginler vadeli verdikleri borç karşılığında paralarına para katarak kendilerini daha zengin hale getirirken, fakirler ise aldıkları borçları ve oluşan faizleri ödemek için daha fazla fakirleşmektedirler. Bu da alın teriyle ve ticaretin risklerini göz önüne alarak meşru bir şekilde zengin olmak yerine, hiçbir risk almadan zenginliğine zenginlik katan bir sınıfın oluşmasına sebebiyet vermiştir.  Bu gün dünyayı bu insanlar ellerinde bulundurmaktadırlar. İşleyen faiz sistemi yüzünden bu insanların saltanatı her geçen gün daha güçlenirken, dünyanın çok büyük bir kısmı ise bu insanların elinde adeta köle muamelesi görmektedirler. Nice devletler bu faiz zengini olan zâlimlerin eline düşmüş durumdadır. Dünyanın yüzde seksen geliri, insanların yüzde birini bile oluşturmayan bu azınlığın kasasına akarken, geriye kalan yüzde yirmilik kısım da ancak dünya nüfusunun geri kalanına kalmaktadır. Bu da açlık, fakirlik ve siyasal anlamda bu zâlimlere bağımlılığı beraberinde getirmektedir. Kurdukları faiz sistemi üzerinden devletleri kendilerine borçlandırarak esir almakta ve istedikleri şekilde yönetimleri üzerinde söz sahibi olmaktadırlar.

Yine bugün, devletler eliyle faiz sistemi her geçen gün daha fazla yaygınlaştırılmaktadır. Dünya üzerinde kurulan ve dünyanın büyük bir kısmını köleleştiren bu sisteme karşı çıkmaları gereken devletler, ne yazıktır ki bu sistemin bir parçası olarak faizi toplumun tamamına yaymak için çalışmaktadırlar. Bankacılık sitemini destekleyerek insanları faiz kurumu olan bankalar üzerinden işlem yapmaya zorlamaktadırlar. Her türlü parasal işlemlerin banka üzerinden yapılmasını adeta bir zorunluluk haline getirdiler. Patron işçilerine; hak edişlerini elden veremiyor, ancak banka üzerinden vermeye mecbur ediliyor; kirâcı ev sahibine ancak banka üzerinden kirasını ödeyebiliyor. Daha acı olanı ise hacca gitmek istediğinizde diyanet sizden, bankadaki hesabına hac ücretini yatırmanızı istiyor ve sizin paranızla faiz geliri elde ediyor. Kısacası faiz artık ibâdetlerimize bile etki edecek kadar devletler tarafından yaygınlaştırılmış bir durumdadır. İnsanlar artık çok rahat bir şekilde faiz işlemi yapan kurumlara para kazandırmayı makul karşılıyor, bu faiz kurumlarında hesap açarak bankaların parasını kullanarak kâr elde etmelerine sebebiyet veriyor, bankaların kendilerine verdiği faizi kullanabiliyor, bankaların verdiği kartlarla alış-veriş yaparak bankaların kâr elde etmelerine katkıda bulunuyor. Bankalara karşı biraz duyarlılığı olanlar da finans kurumları üzerinden benzer bir sistemin içerisine çekiliyor.

İşte bütün bu sebeplerden dolayı İslâm faizi yasaklamış ve büyük haramlardan birisi olarak kabul etmiştir. Faiz zenginlerinin, insanlığı sürükledikleri uçurumu gördüğümüzde İslâm’ın koyduğu bu yasağın ne kadar da doğru olduğuna şahit oluyoruz. Faiz sistemi ortadan kaldırılmadığı sürece de insanlık yaşadığı bu küresel zulümden kurtulamayacaktır.

Faiz sisteminin oluşturduğu problemlerden bir tanesi de enflasyon denilen paranın değer kaybetmesi meselesidir. Özellikle dünyanın ikinci ve üçüncü sınıf ülkelerinin kendi milli paralarının değer kaybetmesinin en büyük sebebi, küresel olarak işleyen faiz sistemidir. Paranın değer kaybetmesinden dolayı da vadeli borçlanmalarda borç veren tarafın, zarara uğraması söz konusu olmaktadır. Örneğin üç yıllığına 10 bin tl borç veren birisi, borç verdiği o, 10 bin tl’yle o zaman satın alabileceği şeyleri, üç yıl sonra ancak 13 bin tl’ye satın alabilmektedir. Üç yılda adamın 1o bin tl’si ancak 7 bin tl’ye tekabül etmekte, dolayısıyla da parası 3 bin tl değer kaybına uğramaktadır. İşte bu değer kaybından dolayı alınan fazlalığın faiz olmadığını iddia eden bazı âlimler vardır. Bize göre verilen borç para karşılığında alınan fazlalık, parada cins birliği olduğundan ve araya vadenin girmesinden dolayı her ne adına alınırsa alınsın faizdir. Bununla birlikte biz, borçlanmaların değer kaybetmeyen şeyler üzerinden yapılması gerektiğini düşünüyoruz. Örneğin, borç veren kişi altın, döviz vb. değer kaybetmeyen hususlar üzerinden borç vermeli veya uğrayacakları kaybı göze almalıdırlar. Misal olarak birisine 20 bin tl borç verecek bir kimse, o tarihte 20 bin tl’nin altın karşılığı, 50 gr altına tekabül ediyorsa, borcun vadesi geldiğinde 50 gr altının para karşılığı neyse onu isteyebilir. Yalnız bunu borç verirken 20 bin tl değil, 50 gr altın verdiğini söylemesi gerekmektedir. Bu şekilde hareket edildiğinde, paranın değer kaybetmesi sebebiyle kişi zarara da uğramamış olur.

Kur’an-ı Kerim borç vermeyi ve verilen borç karşılığında hiçbir kazanç sağlamayanları övmekte, bu kimselerin Allah’a borç verdiklerini, dolayısıyla da mükâfatlarını da kendisinin vereceğini söylemektedir. “Kim Allah’a güzel bir borç verirse Allah da bunu kat kat fazlasıyla öder. Daraltan da genişleten de Allah’tır ve O’na döndürüleceksiniz.” (Bakara, 245) Müslümanların faiz illetinin yerine hâkim kılmaya çalışmaları gereken müessese, “Karz-ı Hâsen” (karşılıksız borç verme) müessesesi olmalıdır.

Ayrıca borçlu ile alacaklı arasındaki ilişkiyle ilgili olarak da Kur’an’da şu şekilde buyurulur; “Eğer eli darda olan birisi borçlu ise eli genişleyene kadar beklemek gerekir. Şu da var ki, eğer bilirseniz bağışlamanız sizin için daha hayırlıdır.” (Bakara, 280) Kur’an, bırakın verdiği paranın vâdesini artırarak fazlasını talep etmeyi, durumunu düzeltene kadar mühlet vermeyi, hatta imkân varsa verilen borcu infak etmeyi daha erdemli bir davranış olarak görmektedir. İslâm bir taraftan alacaklıya bunları emrederek erdemli davranışı gündeme getirirken, bir taraftan da borçluya borcunu gününde ödemesi gerektiğini emretmektedir. Durumu olduğu halde borcunu geciktirmenin bir zulüm olduğu, Efendimiz tarafından gündeme getirilmiştir. (Buhârî, Havâle, 1, 2)

Vade Farkının Hükmü

İslâm, ister peşin olsun isterse de vadeli olsun, alış-verişi helâl kılmıştır. Allah’u Teâlâ şu şekilde buyurmaktadır; “Allah alış-verişi helâl, faizi haram kılmıştır” (Bakara, 275) Peşin satışlarda kâr eklenerek satış yapılması caiz olduğu gibi vadeli satışlarda da kâr eklenerek satış yapılması caizdir. Hatta vadeli satışlarda, satılan malın yeniden üretimi veya temin edilmesi, vâde sonunda daha yüksek fiyata mal olacağı için fazla fiyat eklenerek satılması caizdir. Örneğin; peşin olarak 3 bin liraya satılan bir buzdolabının, 6 ay vadeli olarak 3 bin 500 liraya veya daha yüksek fiyata satılması caizdir. Dolayısıyla satıcı peşin satışta müşteriye %10 kâr oranı uygulayabileceği gibi vadeli satışta da %30 kar oranı uygulayabilir. Satış aktinin bir gereği olarak, müşterinin ödeyeceği fiyat, akit yapılırken belli olmalıdır. Ödeyeceği fiyat belli değilse yapılan satım akti de caiz değildir.

Ayrıca vadeli satış, banka kredisi üzerinden yapılıyorsa bir Müslüman bu tür alış-verişlerden şiddetle uzak durmalıdır. Örneğin; banka ve satıcının yaptığı anlaşma gereği mal müşteriye satıldığı zaman satıcı parasını yapılan anlaşma gereği bankadan alıyor. Müşteri ise bankanın satıcıya kullandırdığı krediyi faiziyle birlikte vadeyle ödemesi söz konusu oluyor. Burada aslında satıcının vadeyle mal satması olayı söz konusu değil, müşteri adına banka kredisi kullanarak satması söz konusu olmaktadır. Araya banka girdiği ve faizli kredi söz konusu olduğu için de bu tür alım-satımlar caiz değildir.

Ayrıca konunun bir başka boyutu da şudur; alış-veriş merkezleri veya online alış-veriş siteleri, banka kartlarına taksit yaparak mal satmakta, banka ve alış-veriş yapılan işletmelerin yaptıkları anlaşma sebebiyle bankalar, yapılan alış-verişler üzerinden para kazanmaktadırlar. Banka, mal satan işletmenin sattığı ürünlerin tahsilatını yapma karşılığında belirli bir komisyon almaktadır. Normal şartlarda bu tür bir hizmet karşılığında komisyon almak caizdir. Fakat komisyonculuk yapan kurumun faiz kurumu olması ve banka kartlarıyla yapılan her alış-verişte bankanın kasasına para akması sebebiyle bir Müslüman mecbur kalmadığı zaman bu tür alış-verişlerden uzak durmalıdır. Çünkü banka kartı kullanılarak yapılan her alış-veriş de Allah ve Rasûlüne savaş açmış bir kuruma katkıda bulunulmaktadır. Bir Müslümanın bırakın bu tür kurumlara katkıda bulunmayı gücü nispetinde ortadan kaldırmak için çalışmalıdır.

Satılan Malda Aranan Nitelikler

Bir mal, satışa konu olabilmesi için şu özelikleri bünyesinde bulundurmalıdır;

  1. Değer ifade eden (mütekavvim) bir mal olmalıdır. İslâm’a göre mallar değerli (mütekavvim) ve değersiz (gayr-i mütekavvim) olmak üzere ikiye ayrılır. Yenilmesi, içilmesi ve kullanılması caiz olan mallar birinci kısma girer. Bunların üretilmesi, ticaret malı olarak alınıp satılması helâldir.

Domuz eti, içki, ölü hayvan eti, uyuşturucular gibi yenilip-içilmesi ve kullanılması caiz olmayan şeyler de ikinci gruba girer. Bunların alınıp satılması ise haramdır. Efendimiz bir hadiste şöyle buyurmuştur; “Allah içki, leş, domuz eti ve putların satışını yasaklamıştır” (Buhârî, Büyü, 24, 103, 105)

  1. Yeme içme dışında kendisinden faydalanılacak bir mal olması. İnsan için yararlanması söz konusu olmayan haşeratların/böceklerin, yırtıcı hayvanların alım satımı caiz değildir. Çünkü bunlardan insanların faydalanmaları söz konusu değildir. Fakat burada ifade edilen şeyler insanlar için faydalanılacak hale gelirse alım satımı caiz olur. Örneğin yılan kendisinden faydalanılacak bir hayvan olmadığından alınıp satılması da normal şartlarda caiz değildir. Fakat zehrinden panzehir üretmek için bulundurmak isteyen kimseye satılması caizdir.
  1. Malın nitelikleri ve miktarının belli olması gerekir. Bu özelliklere uymayan malların alınıp satılması da miktar ve niteliklerinde belirsizlik olduğundan dolayı caiz değildir. Bir malın alım ve satıma konu olabilmesi için alıcı tarafından niteliklerinin bilinmesi de gerekiyor. Örneğin “sana bir araba sattım” diyerek markası, modeli gibi özellikleri belirtilmeden bir araç satılırsa bu satış sözleşmesi caiz olmaz. Çünkü satışa konu olan malın nitelikleri belli değildir.
  1. Malın, satıcının mülkiyetinde olması veya çocuk ve akıl hastaları için velinin satış yapması ya da vekil gibi malın satımıyla ilgili yetkilendirilmiş kişinin satışı yapması gerekir. Bu sebepten dolayı kişi mülkiyetinde olmayan bir malı satamaz. Vakıf malları veya miras kalan ve henüz paylaştırılmayan mallar bu kısma girer. Miras bırakılan ve henüz paylaştırılmayan malların, tüm varislerden izin alınmadan satışı yapılamaz.
  1. Satılan malın müşteriye tesliminin mümkün olması. Kişi satım aktini yaptığı fakat müşteriye teslim etmesi mümkün olamayan malları da satış aktine konu edemez. Almak istediği fakat henüz sözleşmesini tamamlamadığı malı satamayacağı gibi denizdeki balığı, havadaki kuşu da satamaz. Buraya kadar sıraladığımız şartları taşıyan mallar satım aktinin konusu olacak mallardır.

İslâm’da Karaborsacılığın Hükmü

İnsanların temel ihtiyacı olan bir malın, fiyatının pahalanması için alıkonulmasına karaborsacılık denir. Temel ihtiyaç maddesi olmayan malların, fiyatlarının artmasını beklemek için stoklamakta bir sakınca yoktur. İslâm, malların fiyatlarının serbest rekabet sonucunda oluşmasını doğru gördüğünden buna zarar getirecek hususları yasaklamıştır. Bazı mallar saklanınca piyasada o mala duyulan ihtiyaç artmakta ve bunun bir neticesi olarak malın fiyatı suni olarak artmaktadır. İşte bu durumun oluşması için malların piyasaya çıkmasını engelleyerek stoklamak ve fiyatlar yükselince de malı piyasaya sürmek karaborsacılıktır.

Karaborsacılığın şartları şunlardır; a) Malın satın alınmış bir mal olması, b) İnsanların zaruri olarak ihtiyaç duyacakları bir mal olması, c) İnsanların o mala ulaşmada sıkıntı çekmeleri. Bu şartları taşıyan ve fiyatlar yükselince piyasaya sürülmek için stoklanan tüm mallar, bu şekilde karaborsacılığın kapsamına girer. İmam Ebû Yûsuf’a göre, toplumun ihtiyacı olan her türlü malda karaborsacılık söz konusu olabilmektedir.

Efendimiz bir hadislerinde şöyle buyurur; “Bir gıda maddesini kırk gece depolayıp (ihtiyaç varken) saklayan Allah’tan uzaklaşmış, Allah da onu kendisinden uzaklaştırmıştır.” (Ahmed İbn Hanbel, II, 33) Hadiste karaborsacılık için kırk gece tanımlamasının yapılması o günün şartları için söz konusudur. Günümüzde bundan daha az bir zamanda da karaborsacılık söz konusu olabilmektedir. Bazı mallar birkaç gün dahi olsa piyasadan çekildiğinde toplum büyük bir sıkıntıyla karşı karşıya kalabilmektedir. Dolayısıyla bu tür mallar birkaç gün bile piyasadan çekilerek stoklansa karaborsacılık söz konusu olur.

Devletin Ticaret Mallarının Fiyatlarına Müdahale Etmesi

İslâm hukukunda devletin ticaret mallarına fiyat belirlemesi “nahr” kelimesiyle ifade edilir. Fıkıh kavramı olarak nahr; İslâm devlet başkanının veya onun yetkilendirdiği kişilerin veya Müslümanların işlerini üzerine alan görevlilerin, esnaf veya tüccarların bir malı belirlenmiş fiyatın üstünde veya altında satmasını yasaklamaları olarak tarif edilir.

Hz. Peygamber ve halifeler döneminde İslâm devleti piyasaya müdahale etmemiş, malların fiyatlarını piyasa şartları üzerinden tüccarların belirlemesini esas görmüştür. Hatta Medine’de malların fiyatları biraz yükseldiğinden Efendimize gelerek fiyatlara müdahale etmesini isteyenlere Efendimiz; mallara bolluk veya darlık verenin Allah olduğunu, fiyatların artıp düşmesinin de bu sebepten meydana geldiğini gündeme getirerek karşı çıkmıştır.

Her ne kadar ilk dönemlerde devletin mallara fiyat düzenlemesi yapması doğru görülmemişse de ilerleyen zamanlarda, özellikle de tüccar ve esnafın ticaret ahlâkını esas almamaları, daha çok kazanmak için malları, piyasa fiyatları üzerinden değil de daha yüksek fiyatlara satarak tüketicileri zarara uğratmaları söz konusu olduğunda, âlimler devletin fiyatlara müdahale etmesine cevaz vermişlerdir. Özellikle toplumun zaruri olarak ihtiyaç duyduğu mallara devlet fiyat belirlemesi yapabilir. İslâmî duyarlılıkların olmadığı ve hele de günümüzde olduğu gibi kapitalist anlayışın egemen olduğu bir sistemde devletin fiyatlara müdahale etmemesi, kazanmak için her şey mubahtır diyen ve kazanmak için her yola çok rahat başvuran kimselerin eline bırakmak anlamına gelecek ve bu da tüketicinin büyük çapta zarara uğratılmasına sebebiyet verecektir.

Ezcümle şunu ifade edelim ki, normal şartlarda devletin fiyatlara müdahale etmesi doğru değildir. Fakat toplumun genelinin zarar görmesi, mal sahiplerinin yüksek kâr elde etmek için malların fiyatlarını piyasa şartlarından yüksek tutması ve fahiş fiyat uygulamaları durumunda devletin fiyatlara müdahale etmesi caizdir, hatta gereklidir.

Sigorta Yaptırmanın Hükmü

Sigorta; sigortacının, bir prim karşılığında diğer bir kimsenin para ile ölçülebilir bir menfaatini halele uğratan bir tehlikenin (rizikonun) meydana gelmesi halinde tazminat vermeyi yahut bir veya birkaç kimsenin hayat müddetleri sebebiyle veya hayatlarında meydana gelen belli bir takım hadiseler dolayısıyla bir para ödemeyi veya sair edalarda bulunmayı üstlendiği bir akittir (Türk Ticaret Kanunu Madde 1263).

Sigortayı bir grup insanın belirli zamanlarda belirli bir miktar parayı bir fonda toplayarak ihtiyaç duyulduğunda katılımcıların kullanması için yapılan bir akit olarak ifade edebiliriz. Bu şekilde yapılan akitler İslâmî açıdan caizdir. Fakat oluşturulan böyle fonlardan katılımcılar ayrılmak istediklerinde, yatırdıkları parayı geri alma hakları da olması gerekir. Veya vefat etme durumu olduğunda o fondan yararlanma hakkı yakınlarına devredilebilmeli veya yatırdığı miktar yakınlarına ödenebilmelidir.

Sigorta yaptırmayı caiz olan ve olmayan olarak iki başlıkta ele alabiliriz.

Caiz olan sigorta şekli: yukarıda da gündeme getirdiğimiz şekilde oluşturulan fonlar ister devlet eliyle oluşturulsun isterse de özel teşebbüsler sonucu oluşmuş olsun caizdir. Yine devletin belirli geliri olan insanlardan aldığı fonlardan oluşturmuş olduğu ve bunun karşılığında kişiye ve belirli yakınlığı olan kimselere sağlık hizmeti ve emekli olduğunda da maaş ödemesi yaptığı sigorta sistemi caizdir. Devlet, kişilerden topladığı paralarla oluşan fonu değerlendirmekte ve o fona katılımcıların ödediği ve fonu işleterek elde ettiği gelirden katılımcılara hem sağlık hizmeti hem de kişiye emekli olduğunda maaş vermek üzere bir akit yapmakta ve bunu kanunla güvence altına almaktadır. Her ne kadar devlet bu fona katılımcı alırken karşılıklı bir akit yapmıyorsa da genel olarak katılımcıların faydasına olacak şekilde oluştuğundan dolayı bu sigorta şekli caizdir. Devletin kanunlarla güvence altına aldığı ve vatandaşın faydasını gözettiği sosyal sigorta yapmak İslâmî açıdan caizdir. Yine devletin araçlar için mecbur tuttuğu trafik sigortası da sağlık sigortası gibi caizdir.

Caiz olmayan sigorta şekli: İleride yaşanması muhtemel zararlardan dolayı kişilerden para toplanarak yapılan sigorta uygulamaları ise caiz değildir. Devletin veya özel teşebbüslerin oluşturduğu ve ileride oluşabilecek zararları telafi etmek için yaptıkları özel sigortalar bu kapsama girmektedir. Bu tür sigortaların caiz olmamasının sebebi, bilinmezlik üzerinden akit yapılıyor olmasıdır. Örnek olarak araçlar için yapılan ve kasko diye adlandırılan sigortayı verebiliriz. Bu sigorta şeklinde teşebbüscü firmalar, katılımcılardan ileride oluşabilecek kaza vb. durumlarda kişinin yaşayacağı zararı ortadan kaldırmak veya hafifletmek için para toplamaktadırlar. Şayet kaza vb. zararlar olursa kişiye belirli miktarda ödeme yapmakta, kaza vb. durumlar oluşmadığında ise kişiye ödediği para üzerinden herhangi bir hizmet veya geri ödeme hakkı sunmamaktadırlar. Topladıkları tüm paralar kendilerine kalmaktadır. Bu şekilde bilinmezlik veya ihtimaller üzerine yapılan ve tek taraflı kazanç sağlayan akitler ise İslâmî açıdan caiz değildir. Bu nitelikte olan tüm sigorta şekilleri adları ne olursa olsun caiz değildir.

Fâhiş fiyat ne manaya gelmektedir?

İslâm hukukunda, yüksek kâr elde etmek için fiyatları piyasa şartlarından yüksek tutmayı ifade eden kavram “gabn” terimidir. Gabn (gaben) kelimesi sözlükte "bir şeyi unutmak, gizlemek, yanlış yapmak, alışverişte eksik ödeme ile karşı tarafı aldatmak; eksiklik ve zayıflık" anlamlarına gelir. Malların fiyatlarını piyasa şartlarından yüksek tutarak tüketiciyi zarara uğratmak söz konusu olduğunda ve ayrıca bu yolla da üretici veya satıcıların yüksek kâr elde etmelerinden dolayı fakihler, bu konuyu gündemlerine almışlardır. Fâhiş kârın miktarının ne olduğu konusu ictihadi bir konudur. Konuyla ilgili herhangi bir âyet ve hadis söz konusu değildir. Bu sebepten dolayı da İslâm hukukçuları birçok farklı tanımlamalarda bulunmuşlardır. Hanefîler fiyatların fâhiş olup olmadığının bilirkişilerin tespitiyle bilineceğini söylerken, şu şekilde bir tasnif de yapmışlardır. Gayrimenkullerin (ev, arsa vb. taşınmazlar) fiyatı %20, hayvanların %10, diğer menkul (paraya dönüştürülebilen) malların ise %5 olarak belirlenmiştir.  

Toplumun ihtiyaçları göz önünde bulundurularak, ilgili kurumlar yeni fiyat belirlemesi yapabilirler. Din sabit bir fiyat belirlemesini hükme bağlamadığından dolayı her dönemde halkın ihtiyaç durumlarının göz önünde bulundurulması ve fâhiş fiyatın buna göre tespit edilmesi daha doğru bir yoldur. Ayrıca İslâm hukukçuları fâhiş fiyatı yüksek ve düşük diye de ikiye ayırmışlardır. Yüksek fâhiş fiyata yukarıda da ifade ettiğimiz gibi fiyat belirlemesi yapılmalı, fakat düşüş olan fiyat artışlarına müdahale edilmemeli, bu konu esnaf ve satıcıların vicdanına bırakılmalıdır. Zaten her malda sabit fiyat uygulaması ticareti işlemez hâle getirir. Bundan dolayı da toplumun zaruri ihtiyaç duyduğu mallarda fâhiş/yüksek fiyat uygulanıyorsa burada fiyat belirlemesine gidilmelidir. Diğer alanlar serbest bırakılmalıdır.

Ayrıca İslâm hukukçuları, serbest piyasaya zarar vererek tekelciliği oluşturacağından dolayı ürettiği malı kendisi satmak isteyen üreticiye müdahale edilmesini doğru görmemişlerdir. Bugün büyük şirketlerin kendi alanlarındaki tüm rakiplerini piyasadan çekilmeye zorlayarak, kendi sahalarında tek olmak ve dolayısıyla da tüm sektörü kendi tekellerine alarak malları istedikleri fiyatlarla satmak istemeleri söz konusudur. Böylelikle tüketicilerin bu insanların belirlediği fiyatlarla o malları almak zorunda bırakılarak zarara uğratılmaları söz konusu olabilmektedir. Bundan dolayı da İslâm hukukçuları, tüketicilerin böyle bir durumla karşı karşıya kalarak zarara uğramalarının önüne geçmek için, üreticilerin kendi mallarını satabilmelerinin engellenmesini caiz görmemişlerdir.

Ayrıca bu kabilden, köylünün ürettikleri malları şehire getirerek satmalarının engellenmesini de doğru görmemişlerdir. Fakat günümüz şartlarında olduğu gibi çiftçinin ürettiği malları getirip şehirlerde satması çoğu zaman söz konusu olmamaktadır. Bundan dolayı da üreticinin mallarını üreticiden satın alarak getirip şehirde satan toptancılar söz konusudur. Bu kimselerin yaptığını, yukarıda “doğru görülmemiştir” dediğimiz hususla aynı görmememiz gerektiğini de ifade etmek gerekir. Efendimizden rivayet edilen; “Şehirli köylü adına satış yapmasın. Halkı kendi haline bırakın. Allah halkın bir kısmıyla diğer bir kısmını rızıklandırır” (Müslim, Büyû, 21) hadisindeki yasaklama ise tekelciliğe giden yolları kapatmak ve tüketici ile ilk üreticinin zarar görmesini engellemek içindir. Bütün bunlarla birlikte, ürettiği malı getirip şehirde satmak isteyen üreticiye engel olmak, mallarını aradaki toptancılara satmaya zorlamak caiz değildir.

Hava Parasının Hükmü

Kiracının kiralanan gayrimenkulü boşaltması veya devretmesi karşılığında yeni kiracıdan, kimi zamanda mal sahibinden istediği toplu bedele “hava parası” denir.

Herhangi bir gayrimenkulü kiralayan kiracı eğer kira süresi hâlâ bitmemişse kalan süre içinde kendisi orayı kullanabileceği gibi kendi hakkından vaz geçerek süre sonuna kadar ikinci bir kimseye de orayı kullandırabilir. Bunun karşılığında da hakkından vazgeçtiği için bir bedel talep edebilir. Yeni kiracıdan alabileceği gibi mal sahibinden de alabilir. Fakat kira sözleşmesi biten bir kimsenin, orayı bir başkasına devretmek için hava parası talep etmesi caiz değildir. Kira sözleşmesi sona eren kiracı, eğer mal sahibinin de onayı söz konusuysa kiraladığı gayrimenkulü bir başkasına devretmek istiyorsa ancak orada bulunan demirbaşların ücretini talep edebilir. Bunun haricinde ayrıca bir de hava parası talep edemez. Nitekim 1988 yılında Cidde’de toplanan Fıkıh konseyi de aynı yönde karara varmıştır.

Rüşvetin Hükmü

Sözlükte başka anlamları yanında “haksız bir menfaat sağlamak için verilen ödül, ücret veya ödenen bedel” mânasındaki reşv kökünden türeyen rüşvet (reşvet, rişvet) kelimesi fıkıhta yetkiyi, görevi veya nüfuzu kötüye kullanarak sağlanan gayri meşrû menfaati ifade eder.[55]

Rüşvet, bir kimsenin bir başkasının işini yapmak karşılığında hakkı olmadığı halde aldığı karşılığa denilmektedir. Yapılan işin meşru veya gayrı meşru olması da hükmü değiştirmez. Örneğin yetkili olan bir kimsenin, bir başkasının yapmak zorunda olduğu meşru bir işini yapmak için para veya mal cinsinden bir karşılık istemesi rüşvet olduğu gibi yine bir kimsenin hakkı olmayan bir şeyi elde etmek için yetkili bir kimseye, o şeyi kendisinin zimmetine geçirmesi karşılığında verdiği karşılık da aynı şekilde rüşvettir. Konuyla ilgili bir âyet-i kerimede şu şekilde buyurulur; “Aranızda mallarınızı bâtıl sebeplerle yemeyin. İnsanların mallarından bir kısmını, bile bile haksız yere yemek için, mallarınızı hâkimlere rüşvet olarak vermeyin.” (Bakara, 188) Bir hadis rivayetinde de Efendimizin şu şekilde buyurduğu rivayet edilmektedir; “Bir kısım insanlar, Allâh’ın mülkünden haksız bir sûrette mal elde etmeye girişirler. Hâlbuki bu, kıyâmet günü onlara bir ateştir, başka bir şey değil.” (Buhârî, Humus, 7)

İslâm dini bu tür uygulamaları yasakladığı gibi bu tür ahlaki ve görevi kötüye kullanmaya yol açacak şekildeki uygulamalara da karşı çıkmıştır. Örneğin bir mesele için görevlendirilen kimsenin bu görevi karşılığında başkalarından hediye alması caiz görülmemiştir. Efendimizin zekât memuru olarak görevlendirdiği birisinin Efendimizin yanına gelerek “bunlar zekâtlardır, şunlar da bana verilen hediyelerdir” dediğinde Efendimizin kızarak; “Eğer evinde oturmuş olsaydın, bunları sana verirler miydi?”[56] diyerek o hediyeleri o kişiye vermemiştir. Efendimizin bu şekilde hareket etmesinin sebebinin şu olduğu kanaatindeyiz; öncelikle görevlendirilen kişiler hediye adıyla rüşvet almaya, bu şekilde de haksız kazanç sağlamaya başlarlar. Yine görevlendirilen kişiler kendilerinden hediye aldıkları kimselere karşı bir minnet duygusu içine girerek görevlerini hakkıyla icra edemezler. Bu gibi sebeplerden dolayı dinimiz sadece rüşveti yasaklamamış, rüşvete sebebiyet verecek durumları da yasaklamıştır.

Rüşvet, günümüz toplumlarında maalesef çok yaygın olarak işlenegelen haksız kazanç sağlama yollarından birisidir. Özellikle kamunun işleriyle görevli olanlar bu haramı çok daha fazla işlemektedirler. Devletin memur olarak tanımladığı insanlar bu suçu en fazla işleyenler listesinde, ilk sıralarda yerlerini alıyorlar. İçinde yaşadığımız toplumda, devlet kademelerinin en üstünden en altına kadar rüşvet belasına müptela oldukları bilinen bir husustur. Bu şekilde hem haksız kazanç sağlıyorlar, hem de toplumda ahlâkî yozlaşmaya sebep oluyorlar. Öyle bir hale gelinmiştir ki bir kimse işini yaptırmak için rüşvet adında “hediye” vermeden işlerin hallolmayacağını bilmekte, hediye adıyla rüşvet vermeyi artık sıradan bir husus olarak görmektedir. Rüşveti açık bir şekilde almaya cesaret edemeyenler ise, işi kılıfına uydurarak kendi yandaşlarına ait olan bir kuruma “bağış” yaptırarak gizliden gizliye rüşvet almaktadırlar.

Sonuç olarak şunu ifade edelim ki her ne şekilde alınırsa alınsın, kişinin görevi olan bir işi yapmak için bir başkasından hakkı olmadığı halde aldığı şeylere rüşvet denilmektedir. Bu şekilde haksız kazanç sağlamak ise dinimiz tarafından yasaklanmıştır. İslâm devleti olduğu durumda dünyada tazir cezası ile cezalandırılacağı gibi ahirette de Allah’ın cezasına muhatap olunur.

 

İslâm’da Ortaklık Çeşitleri

İslâm hukukunda, iki veya daha fazla kişi bir araya gelerek, hizmet karşılığında yapılacak bir işe veya kuracakları bir işletmeye ortak olabilmektedirler. Yapılan ortaklık türüne göre ortaklık çeşitleri şu şekildedir:

  1. Müfâvada ortaklığı: İki veya daha fazla ortağın şirketin tüm mallarına ve gelirlerinin veya zararın tümüne aynı miktarda ortak olmalarına “müfâvada ortaklığı” denir. Bu ortaklıkta sermaye eşit olduğu gibi kâr ve zarara da ortaklar aynı miktarda ortaktırlar. Ayrıca şirkete ait olan tüm mallar üzerinde de tüm ortaklar aynı miktarda hak sahibidirler. Bu tür ortaklıklarda ortaklar, birbirlerinin hem vekili hem de kefili durumundadırlar. Müfâvada ortaklığı daha çok birbirlerine güvenen kardeşler ve yakın akrabalar arasında kurulmaktadır. Hadislerde bu ortaklığın bereketinden bahsedilmektedir. (İbn Mâce, Ticaret, 83)
  1. İnan ortaklığı: İki veya daha fazla kimsenin eşit veya farklı miktarda sermaye koyarak ticaret yapmak ve elde edilecek kârı hisseleri miktarınca paylaşmak üzere kurulan ortaklığa inan ortaklığı denir. Ayrıca oluşabilecek zarara da ortaklar hisseleri oranında katlanırlar. Ortakların tamamı veya bir kısmı aynı zamanda şirkette çalışıyor ise emeğinin karşılığını da ayrıca ya kârdan veya maaş olarak alır.
  1. Vücut/kredi ortaklığı: Sermayeleri olmayan fakat güvenilir olan iki veya daha fazla insanın, veresiye mal alarak peşin veya pazarlama yoluyla satması ve elde edecekleri kârı anlaştıkları oranda paylaşma esasına dayanır. Bu ortaklık türünde kişiler zarar riskinin ne kadarına katılıyorsa kârdan da ancak o kadar pay alırlar.
  1. İş gücü ortaklığı: İki veya daha fazla kişinin sermaye değil de mesleklerini ya da kabiliyetlerini bir araya getirerek kurdukları ortaklığa iş gücü ortaklığı denir. Birden fazla marangozun iş güçlerini birleştirerek kurdukları ortaklık gibi veya kabiliyetli olan iki pazarlamacın bir araya gerek güçlerini birleştirmek için ortak olmaları gibi. Bu tür ortaklıklarda kâr veya zarar yapılan anlaşmalara göre dağıtılır. Yine bu tür işlerde ortaklardan birisinin yaptığı muamele diğeri için de bağlayıcı olur.
  1. Emek-Sermaye (Mudârabe) ortaklığı: Bir tarafın iş gücü, diğer tarafın sermaye ortaya koyarak oluşturdukları ortaklığa mudârabe ortaklığı denir. Kârın paylaşımı, yapılan anlaşmaya göre belirlenir. Fakat zarara sermaye sahibi sermayesiyle, iş gücünü ortaya koyan da emeğiyle katlanır. Örneğin yapılan iş zarar ettiğinde sermaye sahibi parasından olurken iş gücünü koyan ise ortaya koyduğu emeğin karşılığından mahrum kalmış olur. İş gücünü sağlayan kişi ise bu iş haricinde sahip olduğu mallardan zararı telafi etmek durumunda değildir. İş gücü ortaya koyan ortağın zarardan sadece emeğinin karşılığını almaması yönüyle zarar etmesi, bunun haricindeki zarardan sorumlu olmaması için ondan kaynaklanan herhangi bir ihmal, kasıt ve kusur da olmaması lazımdır. Eğer iş gücü ortaya koyan ortağın ihmal, kasıt ve kusurundan dolayı zarar edildiyse o da zarara ortak olur.

Mudârabe ortaklığında sermaye sahibi yapılacak işin çeşidi ile ilgili sınır belirlendiyse yapılacak iş ancak o alan üzerinden devam eder. Örneğin telefon alıp satmak için bir taraf sermaye, bir taraf da iş gücünü ortaya koyarak ortaklık oluşturdularsa, iş gücünü üstlenen ortak, aldığı sermayeden telefon değil de örneğin un alıp satması durumunda ortaklık bozulur. Böyle bir durumda eğer zarar söz konusu olursa zarardan ancak iş gücünü ortaya koyan sorumlu olur. Yine işin yapılacağı yer tayin edildiyse, belirlenen o yerin dışında yapılamaz. Örneğin ortaklar İstanbul’da iş yapmak için anlaştılarsa iş gücünü üstlenen ortak bu şarta bağlı kalmak zorundadır. Bağlı kalmazsa oluşan zarardan sorumludur.

Günümüzdeki finans kurumları, bu ortaklık çeşidi üzerinden işlem yaptıklarını söylemektedirler. Finans kurumları iş gücünü üstlenen ortak olmakta, sermaye sahiplerinden topladığı sermayelerle iş yapmakta, oluşan kârın bir kısmını kendisine almakta geri kalan kısmını da sermayeleri oranında sermaye sahiplerine dağıtmaktadırlar. Dedikleri gibiyse tabi ki bu tür ortaklık caizdir fakat işlerin kâğıt üzerinde böyle olduğu görülmektedir. Normal şartlarda ortaklıklarda, ortakların kâr ve zararı göz önünde bulundurarak ortaklık yapmaları gerekmektedir. Oysa finans kurumları sermayelerini aldıkları insanlara “biz sizin paranızla iş yapacağız, kâr elde edersek şu kadar kâr alırsın, zarar edersek de zararın şu kadarına katlanırsınız” dememekte, aksine oranını söyleyerek “şu kadar kâr vereceğiz” demektedirler. Bu da yapılan işlerde bir “bit yeniğinin” olduğunu göstermektedir. İslâm’ın belirlediği ortaklık hukukuna uymamaktadır. Finans kurumlarıyla ortaklık yapacak kimselerin bu hususlara dikkat etmeleri gerekmektedir.

  1. Ziraat (Müzâraa) ortaklığı: Bir tarafta arazi sahibi, diğer tarafta da araziyi işletecek çiftçinin; çıkacak ürünleri serbestçe belirledikleri oranda paylaşmaları esası üzerine kurdukları ortaklıktır. Eğer araziyi ekip-biçen çiftçi çıkan ürünlerin belirli bir miktarı üzerinden ortaklık yaptıysa, ürün çıkarsa belirlenen 0 miktara sahip olur, fakat ürün çıkmazsa emeğinin karşılığını alamayarak zarara katlanmış olur. Ürün çıkmaması durumunda arazi sahibinin herhangi bir zararı olmaz. Bununla birlikte ortaklık değil de, araziyi ekip-biçmek için kiralanması durumunda ise, hiç ürün çıkmasa da arazi sahibi belirlenen kira bedelini almaya hak sahibidir.
  1. Bağ-bahçe (Müsâkât) ortaklığı: Bahçe sahibi ile bahçeyi temizlemek, sulamak, hasat yapmak gibi hizmetler karşılığında toplanan ürünlerden pay almak üzere yaptıkları ortaklığa denir. Bahçeden ürün çıkmaması durumunda bahçe sahibi sadece elde edeceği ürünlerden mahrum olurken, işçi ise yaptıkları anlaşma gereği hissesine düşecek miktardan mahrum kalmış olur.

SON

 

[1] Buhâri, İmân, 1,2

[2] Müsned-i İmam Ahmed, 22160.

[3] Ahmed b. Hanbel, IV, 238, VI, 461

[4] Nesâî, Salât, 8

[5] Nesâî, Muhârebe, 2

[6] “Rasûlullah (s.a.s.) seferde acele ettiği zaman akşam namazını geciktirerek, yatsı ile birlikte kılmıştır.” (Müslim, Müsâfirîn, 45), Yine Muaz ibn Cebel’den rivayetle; “Hz. Peygamber ile birlikte Tebük seferine çıktık. Allah’ın Rasûlü öğle ile ikindiyi birlikte, akşamla yatsıyı da birlikte kıldı.” (Müslim, Musâfirîn, 52, 53)

[7] Ezanın tekrardan Arapçaya çevrilmesini sağlayan dönemin başbakanı Adnan Menderes ve yakın arkadaşları 1960’da yapılan askeri darbe neticesinde yargılanarak idam edilmişlerdi.

[8] Nisâ, 102

[9] Buhârî, Ezan, 30

[10] Buhârî, Ezan, 9

[11] Buhârî, Ezan, 29

[12] Ebû Dâvud.

[13] Tirmizî.

[14] Müslim, Cumâ, 67-69

[15] Ebû Dâvud, Salât, 236-238

[16] Anlamı: Allah en büyüktür, Allah en büyüktür. O’ndan başka ilâh yoktur. Allah en büyüktür ve hamdler ancak Allah içindir.

[17] İbn Mâce, İkâme, 187

[18] İbn Mâce, İkâme, 185

[19] Buhârî, Salât, 60)

[20] Buhârî, Vudû, 24)

[21] Buhârî, Küsûf, 1

[22] Müslim, Müsâfirîn, 4

[23] Nisâ, 102

[24] Müddessir, 38-48

[25] Tevbe, 11

[26] Rûm, 31

[27] Ebû Yûsuf, Harâc, S, 136)

[28] اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ أَهْلَ الدِّياَرِ، مِن الْمُؤْمِنِينَ وَالْمُسْلِمِينَ، وَإِناَّ إِنْ شاَءَ اللهُ بِكُمْ لاَحِقُونَ [ وَيَرْحَمُ اللهُ الْمُسْتَقْدِمِينَ مِنَّا وَالْمُسْتَأْخِرِينَ]         أَسْأَلُ اللهَ لَناَ وَلَكُمُ الْعاَفِيَةَ “Bu diyarın mümin ve müslüman sakinleri! Selâm sizin üzerinize olsun. Biz de Allah’ın izniyle size kavuşacağız. [Allah, bizden önce ölenlere ve sonraya kalanlara rahmet etsin]. Allah’tan bizim ve sizin için âfiyet dilerim.” (Müslim, (2/671); İbn-i Mâce (1/494)

[29] Kur’an Kavramlar Ansiklopedisi, Cilt 7, S. 1031-1032, Ahmed Kalkan

[30] 2/Bakara, 180

[31] 2/Bakara, 240

[32] Buharî, Vesâya, 1; Müslim, Vesâya,1-4; İbn Mâce, Vesâyâ, 2

[33] İbn Mâce, Vesâyâ 5

[34] Merğınânî, el-Hidâye, IV, 232; İbn Kudâme, el-Muğnî, VI, 444

[35] 4/Nisâ, 11

[36] 4/Nisâ, 12

[37] 4/Nisâ, 13

[38] 4/Nisâ, 14

[39] 5/Mâide, 176

[40] 8/Enfâl, 75

[41] 4/Nisâ, 7

[42] Buhârî, Ferâiz, 2; Ebû Dâvud, Ferâiz, 1; Tirmizî, Ferâiz, 2

[43] Buhârî, Ferâiz, 5, 7, 9-10; Müslim, Ferâiz, 2-3; Tirmizî, Ferâiz, 8

[44] Buhârî, Ferâiz, 8, 12; Tirmizî, Ferâiz, 4; İbn Mâce, Ferâiz, 2

[45] Buhârî, Ferâiz, 12; Dârimî, Ferâiz, 4

[46] İbn Mâce, Ferâiz, 4

[47] el-Cassâs, Ahkâmü'l-Kur'an; İbnü'l-Arabî, Ahkâmü'l-Kur'an; İbn Kesîr, Te,fsîru'l-Kur'ani'l-Azîm, miras ayetlerinin tefsiri; İbn Rüşd, Bidâyetü'l-Müctehid, II, 322-329; İbnü'l-Hümâm, Fethu'l-Kadîr, IV, 39 vd.; el-Mevsılî, el-İhtiyâr, V, 85-86 vd.; Seyyid Şerif el-Cürcâni, Şerhu's-Sirâciyye, s. 3-4, vd.; el-Kâsânî, Bedayiu's Sanâyi', III, 99; Fetâvâ'l-Hindiyye, I, 353; Bilmen, Hukuk, İslâmiyye ve İstılâhâtı Fıkhıyye Kâmusu, İstanbul 1951, IV, 507-535; Ebû Zehra, Ahkâmü't-Tarikât ve'l-Mevârîs, Kahire, (t.y.) s. 121-180; Hamdi Döndüren, Delilleriyle İslâm Hukuku, Şahıs, Âile ve Çözümlü Miras, İstanbul 1983, s. 417-491; H. Döndüren, Şamil İslam Ansiklopedisi, c. 1, s. 160-162

[48] İslâm Ansiklopedisi, Hırsızlık Maddesi

[49] http://www.hayrettinkaraman.net/sc/00104.html

[50] https://www.suleymaniyevakfi.org/fitrat-ve-tip-arastirmalari/kurtaj-ve-cenin.html

[51] (Buhârî, “Libâs”, 63; Müslim, “Ṭahâret”, 52-55)

[52] (Buhârî, “Libâs”, 62; Müslim, “Ṭahâret”, 56

[53] Bu konu, Ahmed Kalkan’nın konuyla ilgili yazılarından istifade edilerek hazırlanmıştır.

[54] T.D.V İslâm Ansiklopedisi, Resim Maddesi, Tuncay BAŞOĞLU

[55] T.D.V. İslâm Ansiklopedisi, Rüşvet Bölümü

[56] Buharî, Hibe: 15.

Ögeyi değerlendirin
(0 oy)
Son değişiklik Pazartesi, 30 Ocak 2023 13:36

Yorum yapın

(*) ile işaretlenmiş zorunlu alanların tümünü doldurduğunuzdan emin olun. HTML kodları kullanılamaz.