ÖNSÖZ
Hamd; yeri, göğü ve bu ikisi arasındaki her şeyi yaratan, insanı dünya imtihanında yalnız başına bırakmayıp Kitap ve Peygamber göndererek ona doğru yolu gösteren, her türlü güç ve kuvvetin sahibi olan Allah’a mahsustur. Salât ve selam da O’nun kutlu Nebisi, tek önderimiz ve rehberimiz olan, Allah’ın dinini en mükemmel şekilde pratiğe aktararak bize en güzel model olan Hz. Muhammed’in (s.a.s.), O’nun pak ailesinin ve tüm Nebilerin ve onlara en güzel şekilde tabi olan tüm mü’minlerin üzerine olsun.
İnsanlık tarihine baktığımızda, insanlar arasında en fazla gündemde olan kimselerin daima peygamberler olduğunu görürüz. Bunun sebebi; insanlık tarihe damgasını vuran olaylar hep peygamberin hayatlarıyla ilintili olmasındandır. Bu olaylar peygamberleri her daim toplumlar içerisinde anılmalarına sebebiyet vermiştir. Ne yazıktır ki, Allah’ın gönderdiği peygamberlerin getirdiği mesaj süreç içerisinde O’na iman eden kimseler tarafından tahrif edilerek insan hevasına dayanan anlayışlarla değiştirilerek bozulmayla karşı karşıya bırakılmıştır. Bütün bu olumsuzluklara rağmen insanlar, tarihin hiçbir döneminde günümüzde olduğu kadar dinden ve dine dayalı anlayışlardan bu boyutta uzak kalmamıştır.
İnsanlık, her geçen gün bir önceki günden daha fazla dinden uzaklaşıyor. Dünyanın zevklerinin peşine takılan günümüz insanı, dini ve kutsal değerlerini çoktan bu dünyanın geçici zevklerine kurban etmiş durumdadır. Din, onun için artık çok da ihtiyaç hissedilmeyen, hayatındaki vazgeçilmezler arasında hemen en son sıralarda yer alan bir olgudur. Maddeci Batı dünyası, dünyayı global bir köy haline getirerek her türlü yönlendirmelerle insanları kuşattığı ve ne yazıktır ki kendi dünya görüşünü tek doğru olarak benimsettiği biz zamanı yaşıyoruz. Maddeci ve seküler bir algıya sahip olan batı düşüncesinin hâkim olduğu bir dünyada, dine ve Allah’a pek yer yoktur. Olsa bile ancak dindar insanları manipüle ederek egemenliğini o kitleler üzerinde de gerçekleştirmek için vardır. Bu anlayış, dini ve dini değerleri ancak kendi egemenliğini muhafaza etmek için koltuk değneği olarak kullanır. Veya kendi çıkar ve menfaatlerine müdahale etmediği kadar dine hayat hakkı tanırlar.
Bu anlayış bütün dünyayı kuşatma altına aldığı gibi maalesef Müslümanların yaşadığı coğrafyalar da bu algının kuşatması altındadır. Müslümanların sadece ülkeleri ve yeraltı kaynakları işgal edilmemiş, bundan daha feci olanı; gönül ve zihinleri de batılılar tarafından işgal edilmiş bir vaziyettedir. Kendilerini İslâm’a nispet eden halklar, din ile olan bağlarını ancak gelenekler üzerinden sürdürüyor, sosyal hayatlarını ise hemen her boyutuyla batı düşüncesinin dayattığı seküler algılar çerçevesinde sürdürüyorlar.
Oysaki, müntesibi oldukları din, insan hayatının hemen her evresini kuşatacak ilkeleri vaz etmek için gönderilmişti. Allah’ın dini olan İslâm, insanın dünya ve ahiret saadetini amaçladığından dolayı, insanın dünya hayatına etkisi olan hangi alan varsa onunla ilgili ilke ve düzenlemelerde bulunmuştu. Din, insanın hayatına olan etkisinden dolayı “toplumların idaresi” anlamına gelen siyasetle ilgili düzenlemeler de bulunduğu gibi, eğitim, ekonomi, kadın-erkek ilişkileri, sosyal hayat, aile hayatı, ahlâk, ibadetler ve miras hukuku gibi nice hususları hükme bağlayarak insanların dünya saadetini gerçekleştirmeyi amaçlamıştır. Bir Müslüman da, dinin kendisi için koyduğu hükümlerin tamamını hayatında uygulamakla ancak dünya huzuru ve ahiret mutluluğunu yakalayacağı bilmelidir. Dinin kendisi için belirlemiş olduğu hükümlerin bir kısmını kabul edip yerine getirme gayreti ortaya koyduğu gibi diğer bir kısmını da uygulamama özgürlüğünün olmadığını, bu şekilde hareket ettiği taktirde de bu kimsenin Müslümanlığından bahsedilemeyeceğini bilmelidir.
Allah Rasûlünün hayatına baktığımızda, hayatın her alanında Allah’ın dediklerinin hâkim olması için mücadele ettiğini görüyoruz. Kendisine inzal edilen Kur’an-ı Kerim’e müracaat ettiğimiz zaman görmekteyiz ki, insan hayatını ilgilendiren hangi husus varsa o alanla ilgili emir ve nehiyler içerdiğine şahit oluyoruz. İslâm’ın amacı sağlam bir birey yetiştirmek değil, sağlam bireylerden oluşan bir toplum oluşturmaktır. Bunun içindir ki, dinin koyduğu ilkelerin hemen hepsinin toplumsal inşayı gerçekleştirme amacını güttüğünü görürüz. Efendimiz kendi hayatında, sadece sağlıklı bireyler yetiştirmekle kalmamış, aynı zamanda sağlam bir toplum oluşturmak için, gerektiğinde devlet başkanlığı görevinde bulunarak bu amaca ulaşmak için gayret göstermiştir. Ve neticede de başarılı olmuş, kendisinden önce nice olumsuz davranışları hayatlarında bulunduran cahiliyye insanını ahlâk timsali insanlar haline getirmiş, siyasal manada hiçbir varlıkları olmayan o toplumu dünyaya hükmedecek bir siyasal güce ulaştırmıştır.
Bize düşen şeyde, O’nun yolunun yolcuları olarak gerek Kur’an’ın ve gerekse de onun en doğru ve mükemmel pratize edeni olan Hz. Muhammed’in (s.a.s.) sünnetini takip ederek hayatı o istikamette inşa etme çaba ve gayretleri içerisinde olmaktır. Bir taraftan birey olarak kendimizi Allah’ın istediği şekilde ve Efendimizin örnekliğinde inşa ederken, bir taraftan da toplumsal inşayı gerçekleştirmek için dinin üzerimize yüklediği sorumlulukları hakkıyla kuşanmalıyız. Eğer bu konuda samimi olur ve üzerimize düşenleri yaparak güzel bir örneklik oraya koyabilirsek, işte o zaman hem kendimizin kurtuluşunu sağlamış olur hem de başkalarının kurtuluşlarına da verile olabiliriz.
Gerek birey olarak gerekse de toplum olarak dünya ve ahiret kurtuluşunun yolu ve yordamı, Kur’an ve onun en güzel pratiğe aktarını olan Allah Rasûlünün hayatını iyi bilmekten ve bildiklerimizi hayatımıza aktarmaktan geçmektedir.
Kaleme aldığımız bu eserde, Allah Rasûlünün hayatını özet bir şekilde gündeme olarak, O’nun mücadelesini okuyucuların gündemine getirmek istedik. Hiç kuşkusuz ki, bu konuyla ilgili olarak tarihi süreç içerisinde çokça eserler kaleme alınmıştır. Bu eserler bizim yaptığımız çalışmadan hem daha hacimli, hemde daha nitelikli eserler oldukları muhakkaktır. Biz yaptığımız çalışmayı bu eserlerle boy ölçüşecek bir çalışma olarak görmekten Allah’a sığınırız. O halde neden böyle bir çalışmayı yapma ihtiyacı duyduk? Daha önce kaleme alınan onca eser varken, onlara bir yenisini eklemenin ne gereği vardı? Bu çalışmayı onlardan ayrı kılan şey nedir?
Tabi ki, amacımız var olan eserlerin bir benzerini veya aynısını kaleme almak değildir. Bu çalışmayı diğerlerinden ayrı kılan husus şunlardır; Biz bu çalışmamızda, öncelikle Efendimizin hayatıyla ilgili olarak bize aktarılan kimi problemleri rivayetleri eserimize almadık, aldıklarımızı da tahlil ederek o konuda doğru düşüncenin ne oluğunu izah etmeye çalıştık.
Ayrıca, bu eserde gözettiğimiz bir başka hususta, Efendimizin hayatıyla ilgili detay bilgilere girerek kaynaklarda aktarılmış olan her bilgiyi kitabın içerisine doldurarak kitabın hacmimi büyütmek istemedik. Efendimizin hayatıyla ilgili Tarih ve Siyer-i Nebi eserlerinin bize aktardığı bilgileri özet bir şekilde, özelliklede gençlerin anlayabileceği bir uslûpla kitaba almak oldu.
Kitapta takip ettiğimiz bir başka hususta şurasıdır; Efendimizin hayatıyla ilgili olayları kısım kısım zikrettikten sonra, o olaylarda öne çıkan ve bize mesaj olan hususları İbretler ve Derseler başlığı altında maddeler halinde gündeme getirmeye çalıştım. Bunu yapmaktaki amacımız özellikle gençlerin Efendimizin hayatını okurken, sıradan bir tarih kitabı okuyormuş gibi değil de, yaşanan o olaylar üzerinden yaşadıkları hayata yönelik bir takım dersler ve çıkarımlarda bulunmalarına katkıda bulunmak ve bu vesileyle de Nebevi Hareket metodunu onların gündemine getirmeye çalışmak oldu. Kitabımızı diğer Siyer-i Nebî kitaplarından ayıran en önemli farkı burasıdır. Efendimizin hayatındaki olaylar üzerinden yaptığımız çıkarımları da mümkün olduğu kadar güncel tutmaya çalıştım.
Kitabımız üç ana bölümden oluşmaktadır;
Birinci Bölümde, Efendimizin Kur’an’da gündem gelen en önemli vasıflarını kısaca gündeme getirerek Kur’an’ın Efendimizi hangi vasıflarıyla ön plana çıkardığını gündeme getirmeye çalıştık. Böylece Efendimizin bir mü’minin hayatındaki yerini Kur’an’dan yola çıkarak tespit etmeye, böylece de Siyer-i Nebî’nin önemini hatırlatmakla başlamak istedik.
Siyer-i Nebî ilmiyle ilgili bilgiler ve Siyer-i Nebînin kaynakları, Miladi 6. asırda genel olarak Hicaz bölgesine yakın olan dünyanın durumu, Hicaz bölgesin sosyal ve siyasal durumu gibi konuları işledik.
İkinci Bölümde ise, Efendimizin Risâlet görevinin 13 yıllık Mekke dönemi gündeme getirilerek işlenmekte ve yaşanan olaylar üzerinden çıkarmamız gereken Dersler ve İbretler söz konusu edilmektedir.
Üçüncü Bölümde de, Risaletin devletleşme yıları olan 10 yıllık Medine dönemi ve yaşanan olaylar üzerinden çıkarmamız gereken Dersler ve İbretler gündeme getirilmektedir.
Gayret bizde yardım da Allah’tandır. Bu yaptığımız çalışma eğer Efendimizin hayatının ve Hareket Metodunun anlaşılmasına denizde bir damla da olsa kaktı sağlaması bizi mutlu ve mesrur eder. Ayrıca Rabbimiz bizi buna vesile olmaya layık görürse, kendimiz için bunu bir lütuf görürüz. Bilerek hata yapmaktan Rabbimize sığınırız, eğer bilmeden bir hata yaptıysak da O’nun engin rahmetine sığınarak O’ndan af dileriz.
Giriş
KUR’AN’DA EFENDİMİZİN ÖNE ÇIKARILAN BAZI YÖNLERİ
Nebî ve Rasûl Olaması:
مَّا كَانَ مُحَمَّدٌ أَبَا أَحَدٍ مِّن رِّجَالِكُمْ وَلَكِن رَّسُولَ اللَّهِ وَخَاتَمَ النَّبِيِّينَ وَكَانَ اللَّهُ بِكُلِّ شَيْءٍ عَلِيمًا
“Muhammed, içinizden her hangi bir erkeğin babası değildir, ama Allah’ın elçisi ve nebîlerin sonuncusudur. Allah her şeyi bilir”.(Ahzab 33/40)
Hiç kuşkusuz ki Kur’an’da Efendimizin en öne çıkan vasıfları “rasûl” ve “nebî” vasıflarıdır. Efendimiz her şeyden önce Allah’ın insanlar arasından seçtiği elçisidir. Allah’tan melek aracılığıyla aldığı vahyi insanlara taşımakla görevli olan seçilmiş birisidir. Kur’an’da zikredilen “rasûl ve nebî” kavramlarını biz dilimizde, peygamber kelimesiyle ifade ediyoruz. Rasûl; “elçi” namasına geliyorken, Nebî “haber getiren, haberci” demektir. Dolayısyla Efendimiz bir yönüyle Allah’ın insanlara gönderdiği elçiyi ifade ederken, bir taraftan da Allah’tan haberler getiren birisidir. Efendimizin elçi olması Allah’tan aldığı heber ve hükümleri insanlara ulaştırıp sonra aradan çekilmek değil, Allah’tan almış olduğu vahyi önce kendi pratiğinde uygulayarak insanlara öğretmeyide içerisine almaktadır. Yani Efendimizin görevi, Allah’tan aldığı bilgileri isnanlara ulaştırdıktan sonra görevi sona ermemekte, bilakis almış olduğu o bilgiler istikametinde hayatını sürdürmek ve modelleyerek her daim insanlara örnek ve model olmayla da devam etmektedir.
Âlemlere Rahmet Olması:
وَمَا أَرْسَلْنَاكَ إِلَّا رَحْمَةً لِّلْعَالَمِينَ
“Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik." (Enbiya, 107)
Hz. Muhammed (s.a.s.) sadece insanlık âlemi için değil, yaratılmış olan bütün âlemler için bir rahmettir. Efendimizin getirdiği dinin içerdiği hükümler sadece insanlığın huzur ve mutluluğunu amaçlamamakta, evrende var olan tüm canlıların huzurunu amaçlamaktadır. Tüm evren Allah’ın “tabiat kanunları” olarak isimlendirdiğimiz kanunlar çerçevesinde hareket etmektedir. Eğer insanoğlu da Allah’ın peygamberler aracılığıyla gönderdiği dine uygun hareket ederse tabiatla bütünleşecek ve aynı amaca hizmet edecek buda dünyada huzuru ahirette de cennet ve Allah’ın rızasını getirecektir. İnsanoğlu Allah’ın kanunlarına değil de, başkalarını oluşturduğu kanunlara tabi olduğunda ise bu bütünlük sağlanamayacağı için dünyada huzuru yakalayabilmesi de söz konusu olmayacaktır. Bırakın insanlar kendi aralarında mutluluğu yakalamalarını, tabiatla da uyum içerisinde olamayacak, bunun neticesi olarak da Kur’an’ın da ifadesiyle karada ve denizde fesat meydana gelecektir: “İnsanların kendi işledikleri (kötülükler) sebebiyle karada ve denizde bozulma ortaya çıkmıştır. Dönmeleri için Allah, yaptıklarının bazı (kötü) sonuçlarını (dünyada) onlara tattıracaktır.” (Rûm, 41) İşte tüm bu sebeplerden dolayı, tüm peygamberler gibi Hz. Muhammed (s.a.s.) ve onun getirdiği dinde, tüm âlemler için rahmettir. İnsanoğluna da düşen bu rahmet çeşmesinden kana kana içmek, susuzluğun ıstırabını çektiği bu dünyada kendini bu rahmet çeşmesinden mahrum etmemektir.
Ayrıca bu âyet-i kerime bize, İslâm dininin gönderiliş amacını da açık bir şekilde ifade etmektedir. Dinin amacı insanın dünya hayatını zorlaştırmak değil, tam aksine kolaylaştırmaktır. Çünkü zorluğun olduğu yerde merhametten bahsetmek mümkün değildir. Bu anlamda Kur’an’ın da üzerinde durduğu gibi, Allah kullarına zorluk değil kolaylık dilemektedir. “…Allah, size kolaylık diler, zorluk dilemez…” (Bakara, 185) İşte bu âyet-i kerimenin ortaya koyduğu hususlardan bir tanesi de budur.
Yine âyetin ortaya koyduğu bir başka husus da; İslâm’ın insana bakışını ortaya koymaktadır. Allah’ın dini olan İslâm’ın gayesi, insanları yok ederek onları ortadan kaldırmak değil, aksine onlara rahmet elini uzatarak yaşamış oldukları buhranlardan onları kurtarmaktır. Bu anlamda özellikler de İslâm düşmanlarını oluşturduğu şu algının kesinlikle doğru olmadığını ifade etmeliyiz. “İslâm insanları ya Müslüman olmakla veya ölümle karşı karşıya bırakıyor” söylemlerinin yanlış olduğunu görmekteyiz. Ancak rahmet olarak gönderilen bir dinin, bu karaktere sahip olması düşünülemez. Her ne kadar bu anlayışa sahip olan sözüm ona Müslümanlar olsa da, gerek bu dinin asıl kaynağı olan Kur’an’ın ortaya koyduğu ilkeler, gerekse de bu dinin ilk ve en doğru pratize ederek bize en güzel örnek olan Hz. Muhammed’in (s.a.s.) hayatına baktığımızda bu anlayışın doğru olmadığını görüyoruz. Efendimiz insanları ölüm veya İslâm’ı kabul etme ile karşı karşıya bırakmamış, kendisine karşı yapılan nice baskılara rağmen onlara rahmet elini uzatmaya devam etmiş, onların kurtuluşu için elinden gelen her türlü fedakârlığı yapmıştır. Onun hayatında cezalandırmayı değil, af ve merhameti görmekteyiz. Bunun akside zaten düşünülemezdi. Din insanlar için hem rahmet olacak, hem de kendisi gibi düşünmeyen insanlara hayat hakkı tanımayacak! İslâm’ın yöntemi, İslâm’ı benimsemeyen insanlara şefkat ve merhametle tebliğ ve davette bulunarak onları ikna etmek ve bu vesileyle de dünya ve ahiret saadetine ulaşmalarını sağlamaktır. İslâm’da, düşmanlık ancak zalimlere ve kendisine hayat hakkı tanımayarak İslâm’ı yok etmek için mücadele eden anlayışlaradır.
Beşer Peygamber:
قُلْ إِنَّمَا أَنَا بَشَرٌ مِّثْلُكُمْ يُوحَى إِلَيَّ أَنَّمَا إِلَهُكُمْ إِلَهٌ وَاحِدٌ فَاسْتَقِيمُوا إِلَيْهِ وَاسْتَغْفِرُوهُ وَوَيْلٌ لِّلْمُشْرِكِينَ
“De ki: Ben de ancak sizin gibi bir insanım. Bana ilâhınızın bir tek İlâh olduğu vahy olunuyor. Artık O'na yönelin, O'ndan mağfiret dileyin. Ortak koşanların vay haline!” (Fussilet, 6)
Hz. Muhammed (s.a.s.), insanüstü özelikleri olan birisi değil, diğer insanlarla aynı özelliklere sahip olan birisiydi. Onun diğer insanlardan ayıran tek şey, O’nun Allah’ın nebisi olmasıydı. Bu hakikatten hareketle, nice Müslümanların doğru görerek sahiplendiği “insanüstü peygamber” tasavvurunun doğru olmadığını, bu anlayışın Kur’an tarafından makul karşılanmadığını ifade etmek gerekiyor. İnsanüstü güçleri olan, insanlarda mevcut zaafların kendisinde bulunmadığı bir peygamber anlayışı Kur’an’ı hakkıyla bilmeyen, Hz. Muhammed (s.a.s.)’i hakkıyla tanımayan kimselerin söyleyeceği bir iddiadır. Âyetin de ifadesiyle “ancak sizin gibi bir beşer” sözünün de zaten bundan başka bir anlamı söz konusu değildir. Allah nebisini bize tanıtırken “sizin gibi bir beşer” diyecek, biz ise; bizim gibi olmayan, beşer üstü bir varlık olarak göreceğiz. Böyle bir anlayışa sahip olmak Allah’ı sözünde yalanlamaktır.
Tarihte zaten buna tanıktır. Efendimizin hayatına baktığımızda O’nu insanüstü bir varlık olarak değil, aksine insan olmanın getirdiği her türlü durumla karşı karşıya kalan birisi olarak görmekteyiz. Nice zamanlar Allah’ın çetin imtihanlarıyla karşı karşıya kaldığı gibi, nice zamanlarda Allah’ın kendisine ikramı olan hususlarla da karşı karşıya kalmıştır. Hayatında birçok açıyı yaşadığı gibi, Allah’ın da yardımıyla nice sevinç duyacağı durumlarla da karşı karşıya kalmıştır. Dolayısıyla O’nun hayatını okuduğumuzda, insanüstü bir varlığın hayatını değil, bir insanın hayatını okuduğumuzu bilmeliyiz. Allah’ın dinini yaşama ve başkalarına ulaştırma yolunda gösterdiği, cümlelere sığmayan samimiyeti ve gayreti neticesinde nice zamanlar Allah’ın ikramlarına muhatap olduğu durumlardan hareketle O’nun insanüstü bir varlık konumuna çıkartmak doğru bir anlayış olmasa gerekir.
Bütün bunları söylerken de şu aşırılığa da düşmemek gerekiyor; Efendimizi herhangi bir Müslümanla aynı seviyeye indirerek, onun dinle ilgili olarak yaptığı davranışların veya söylediği sözlerin hiçbir kıymetinin olmadığı anlayışının da kabul edilemez olduğunu ifade etmemiz gerekiyor. Evet, O’da bizim gibi bir beşerdi, lakin âyetin de ifade ettiği gibi O’nu bizden ayrılan bir özelliği vardı, vahiy alması. Bu hakikati de göz önüne aldığımız zaman, Efendimizin din adına yaptığı davranışların ve söylediği sözlerin diğer insanların yaptığıyla aynı olmadığını görüyoruz. Efendimizi bu anlamda normal Müslümanlarla aynı seviyeye indirmek, içerisinde şu problemleri de barındırmaktadır. Allah bir taraftan peygambere itaat edin diyecek, bir taraftan sizin için en güzel örnektir diyecek, sonrada bu örnekliğin bizim tarafından bir kıymeti olmayacak. Bu mümkün değildir. Örnek olmak beraberinde O’nun ortaya koyduğu davranışları taklit etmeyi de gerektirmektedir. Dolayısıyla O’nun ortaya koyduğu davranışları, eğer Allah tarafından düzeltilmediyse bizim için bağlayıcılığı söz konusudur. Bu dini tüm Müslümanlardan daha iyi anlayan ve bilen birisi olarak Efendimizin, dine aykırı davranışlar sergilemesi söz konusu olmayacağı gibi, dine aykırı sözler söylemesi de söz konusu değildir. Eğer bu tür bilgiler söz konusuysa, yani Efendimizin Kur’an’a ters davranış ve sözlerinin olduğuyla ilgili rivayetler varsa, bu tür rivayetlere karşı ihtiyatlı olmalıyız. Eğer Kur’an’a tamamıyla tersse tabi ki bu tür rivayetleri kabul etmemiz söz konusu olamaz. Ancak bu konuda var olan birkaç örnek üzerinden de onun davranışlarının veya söylediği sözlerin tamamını kabul etmemezlik edemeyiz. Din üzerinde söz söyleme hakkını kendilerinde gördüğü halde Efendimizde görmeyen bu tür aylayışları makul görmemiz söz konusu olamaz. Bizim burada makul gördüğümüz düşünce şudur; Her konuda olduğu gibi bu konuda da bizim için Kur’an hakem olmalı, yani Kur’an’ı hakem kabul etmeliyiz. Kur’an’ın da ifadesiyle vahye tabi olması gereken bir peygamberin vahye ters hareket etmesi söz konusu olamayacağı için eğer varsa Kur’an’a ters davranış ve sözleriyle ilgili rivayetler, Kur’an’ı referans alır ve bu bilgileri kabul etmeyiz. Efendimize nispet edilen bu bilgilerin bize ulaşma aşamalarında bir takım sorunların oluştuğunu kabul ederiz. Dolayısıyla O’nun vahiy alması, O’nu bizden ayıran en önemli özelliği olduğu gibi, din hakkında söylediklerinin ölçü olması yönüyle de diğer insanlardan O’nu farklı kılmaktadır.
En Güzel Örnek:
لَقَدْ كَانَ لَكُمْ فِي رَسُولِ اللَّهِ أُسْوَةٌ حَسَنَةٌ لِمَنْ كَانَ يَرْجُو اللَّهَ وَالْيَوْمَ الْآخِرَ وَذَكَرَ اللَّهَ كَثِيرًا
“Andolsun ki Resulullah sizin için Allah'a ve ahiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah'ı çok zikredenler için güzel bir örnektir.” (Ahzab, 21)
Hz. Muhammed (s.a.s.) dinin nasıl yaşanması gerektiğiyle ilgili bizim için en güzel bir modeldir. İnsanlar genel olarak teoriyi pratiğe aktarırken bir takım zorluklarla karşılaşırlar. Çoğu zaman da başarılı olmazlar. İşte bu durumda teoriyi pratize edecek birisinin önemi ortaya çıkmaktadır. Teoriyi modelleyerek müşahhas bir şekilde insanlara göstermek ise konuların daha iyi anlaşılmasına ve dolayısıyla da yaşanmasına vesile olmaktadır. Bu hakikatten dolayıdır ki, Allah toplumlara sadece bit kitap göndermekle kalmamış, o kitabı nasıl pratize edeceklerini öğretmesi için de peygamberler göndermiştir. İnsanlardan da, bu modele itaat etmelerini, O’nu örnek ve model almalarını istemiştir. Ayrıca peygamberler de sadece insanlara bilgi taşımamışlar, Allah’tan aldıkları bilgilere uygun hareket ederek o bilgileri önce kendi hayatlarında müşahhas bir hale getirerek sonra insanlara sunmuşlardır. Örnek olarak, Kur’an, teori planında “namaz kılın” diye emirde bulunmuş, peygamber ise, önce namazı kılmış ve sonrada insanlara namazın nasıl kılınacağını örnekleyerek Kur’an’ın bu emrini pratize etmiştirler. İnsanlarda Allah’ın emirlerini ifa etmek için peygamberi örnek ve model almak zorundadırlar. Kendi kafalarına göre namaz kılmaları söz konusu olamayacağı gibi, diğer alanlarda da peygamberin uygulamalarını bir kenara bırakarak doğruya ulaşmaları mümkün olmayacaktır.
İşte Efendimiz, dinin insan hayatını konu alan bütün alanlarda bir Müslüman için en güzel örnekliği ortaya koymuş birisidir. O sadece, ibadetleri nasıl eda etmemiz konusunda bize örnek değil, hayatın tüm alanlarında ki dinin emirlerini nasıl pratize etmemiz konusunda örnektir. Yani ibadetleri nasıl yapmamız gerektiği konusunda kendisini örnek almamız gerektiği gibi, aile hayatımızda, iktisadi hayatımızda, siyasi hayatımızda, içtimai hayatımızda da O’nu örnek almak zorundayız. İbadetlerde O’nu örnek alarak ibadetleri O’nun yaptığı gibi yapıp, içtimai hayatımızda ise O’nun örnekliğini bir kenara koyarak başkalarını örnek olmak, yüce dinimizin asla kabul ettiği bir husus değildir. Dinimiz hayatı bir tünün olarak görmüş ve hayatın her evresinde peygamberi örnek ve model almamızı bizden istemiştir. O bizim siyasi hayatımız içinde en güzel örnektir, iktisadi hayatımız içinde. O, aile hayatımız için en güzel örnek olduğu gibi, askeri faaliyetlerimiz içinde en güzle modeldir. Bir Müslüman, hayatını her aşamasında Hz. Muhammed’i (s.a.s.) en güzel örnek kabul ederek hayatını onun yaşadığı şekilde yaşama gayreti içerisine girmek zorundadır.
Ayrıca bu âyet-i kerimede Allah Rasûlünün güzel örnekliğinden istifade edebilmek için hangi hedeflerimizin olması gerektiği de ifade edilmektedir. Veya şöyle diyelim, hangi vasıfları olan kimseler Efendimizin güzel örnekliğinden istifade edebilir? Bu âyet-i kerimeye göre ahiret diye bir derdi olmayanlar Efendimizin en güzel örnekliğinden istifade edemezler. Ayrıca Allah ile arasındaki ilişkiyi sağlıklı bir zeminde tutamayan kimselerde Allah Rasûlünün örnekliğinden gerektiği gibi istifade edemezler. Âyetin tekid ifade eden bir edatla başlaması da bunu ifade etmektedir.
Sözüm ona günümüzde bir buçuk milyar olduğu söylenen Müslümanların neden Efendimizin örnekliğinden istifade edemediklerinin sebebi de burada yatmaktadır. Müslümanlar Allah’a ve ahirete ulaşma hedeflerini kaybettiler, bunun bir neticesi olarak Allah’ı gündemlerinden ve hayatlarından ötelediler ve netice olarak da Peygamberin örnekliği bu Müslümanlar için bir anlam ifade etmez oldu. Yani kısacası, Allah’ı ve ahireti hayatlarından öteleyen insanlar bunun bir neticesi olarak da Efendimizin o muhteşem örnekliğinden istifade edemez oldular. Bize düşen ise önce Allah’ı ve ahireti merkeze alan bir anlayış oluşturmalı, Allah ile aramızdaki ilişkiyi her daim canlı ve diri tutmalı, inşaAllah bunun bir neticesi olarak da Efendimizin en güzel örnekliğinden istifade etmeliyiz. Çünkü, Allah ve ahiret diye bir derdi olmayan insanlar için peygamberin örnek ve model olmasının bir anlamı ve önemi yoktur.
Ayrıca, günümüz Müslümanların model aldığı hususlarda, artık en güzel örnek olan Allah Rasûlü değil, bunun haricindeki merciler olmuştur. Hatta nice Müslümanlar için, Allah ve Rasûlünün düşmanları bile örnek ve model olmuştur. Kimi liderlerini, kimisi şeyhlerini, kimisi hocalarını, kimisi futbolcuları, kimileri artistleri, kimileri felsefecileri ve daha nicelerini örnek ve model almaktadırlar. Sözüm ona bu Müslümanlar! birtek Allah Rasûlünü örnek ve model almıyorlar. Yada kimi, ibadetlerde O’nu örnek alırken hayatın diğer alanlarında başkalarını örnek ve model alıyorlar. Müslümanların bu içler acısı durumu da şu an içerisine bulundukları zilletten çıkamamalarının bir sebebidir.
En Güzel Ahlâk Sahibi;
وَاِنَّكَ لَعَلٰى خُلُقٍ عَظ۪يمٍ
“Ve sen elbette yüce bir ahlâk üzeresin” (Kalem, 4)
Kur’an’da Hz. Muhammed (s.a.s.)’ın öne çıkarılan bir başka özelliği de üstün bir ahlâka sahip olması hususudur. Ahlâk: insanda bulunan huy ve secilere verilen isimdir. Ahlâk kavramı nötr bir kavramdır. Bu manada her insan ahlâklıdır. Bir insan, ya güzel ahlâk sahibidir yada kötü. İslâm insanları ahlâklı olmaya değil, güzel ahlâklı olmaya davet eder. Yukarıdaki âyette de Efendimizin ahlâklı olduğu değil, üstün bir ahlâka sahip olduğu ifade edilir. Efendimizin de ifadesiyle: “Ben güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim” diyerek, ahlâka değil, güzel ahlâka vurgu yaptığını görüyoruz.
Ahlâk kavramı, insan davranışlarını konu alan bir kavramdır. Güzel ahlâklı olmak demek; insanın davranışlarını en güzel şekilde yapması demektir. Buradan hareketle, insan davranışlarının bulunduğu bütün olanlar ahlâkın konusudur. İnsanın Rabbiyle arasındaki davranışları ahlâk kavramının kapsamına girdiği gibi insanın hemcinsleriyle, diğer canlılarla, hatta cansız olarak kabul edilen varlıklarla arasındaki davranışları da ahlâk kavramının kapsamına girmektedir. Dolaysıyla güzel ahlâk dediğimizde, sadece insanlar arası davranışları, hatta onlarında bir kısmını ilgilendiren bir kavram olarak anlamamalıyız. Aksine, çok şümullü bir kavram olduğunu, dolayısıyla da bir insanın güzel ahlâk sahibi olduğunu değerlendirmek için davranışlarının tümüne bakmak gerektiğini unutmamalıyız. Rabbiyle arasındaki ilişkide güzel ahlâklı olmayan birisi, insanlar arası ilişkilerde ne kadar güzel ahlâklı olursa olsun, bu kimse güzel ahlâklı değildir. Aynı şeyi diğer alanlarla ilgilide söyleyebiliriz.
Efendimiz, hayatın bazı olanlarında değil, tüm alanlarında en güzel ahlâk sahibiydi. Yüce dinimiz hayatı bir bütün olarak kabul ettiği için Efendimiz de, hayatın tüm alanlarında en güzel ahlâkî davranışları ortaya koyuyordu.
Günümüze geldiğimizde, güzel ahlâk tanımlamalarında da ölçünün kaçırıldığını görmekteyiz. Ölçü Kur’an ve onun pratize eden Efendimizin üstün ahlâkı olması gerekirken, ne yazıktır ki faydacı anlayışlar olmuştur. Kimi insana göre ahlâk; insanlar arasındaki bazı ilişkileri konu aldığı için güzel ahlâklı kimse de bu alanlarda olumlu davranışlar sergileyen kimselerdir. Bazı kimselere göre de ahlâk, itikattan bağımsız olduğu için, Allah’ın hukukuna riayet etmeyerek şirk koşan kimseler bazı olumlu davranışlarından dolayı güzel ahlâklı kabul edilmektedirler. Bu ve buna benzer anlayışların İslâm’ın güzel ahlâk anlayışlarıyla yakından uzaktan bir alakası yoktur. İslâm’a göre güzel ahlâk; Efendimizin sahsında ete kemiğe bürünen ve hayatın tüm alanlarındaki olumlu davranışlardır. Dolayısıyla bir Müslüman, ahlâkî meziyetlerini Efendimizin davranışlarından hareketle belirlemelidir. Efendimizin Rabbiyle ilişkili nasılsa bizimde öyle olmalıdır. Efendimizin, insanlarla, diğer canlılarla, hatta cansız olarak kabul edilen varlıklarla arasındaki ilişki nasılsa bizlerinde öyle olmalıdır. Bu konularda ne kadar Efendimize benziyorsak o kadar güzel ahlâklıyız demektir.
Biz Müslümanlara düşen şey, Efendimizin yüce ahlâkını günümüze taşıyarak müşahhas bir şekilde temsil etmektir. O yüce ahlâka sahip olmak için bir çaba içerisinde olmalı, her geçen gün davranışlarımızı O’nun davranışlarına benzetmek için gayret göstermeliyiz.
İtilafların Çözüm Merkezi;
يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا أَطِيعُوا اللَّهَ وَأَطِيعُوا الرَّسُولَ وَأُوْلِي الْأَمْرِ مِنْكُمْ فَإِنْ تَنَازَعْتُمْ فِي شَيْءٍ فَرُدُّوهُ إِلَى اللَّهِ وَالرَّسُولِ إِنْ كُنتُمْ تُؤْمِنُونَ بِاللَّهِ وَالْيَوْمِ الْآخِرِ ذَلِكَ خَيْرٌ وَأَحْسَنُ تَأْوِيلًا
“Ey iman edenler! Allah'a itaat edin. Peygamber'e ve sizden olan ülülemre (idarecilere) de itaat edin. Eğer bir hususta anlaşmazlığa düşerseniz Allah'a ve ahirete gerçekten inanıyorsanız onu Allah'a ve Resûl'e götürün (onların talimatına göre halledin); bu hem hayırlı hem de netice bakımından daha güzeldir.” (Nisâ, 59)
Hz. Muhammed (s.a.s.)’in Kur’an’da gündeme getirilen bir başka misyonu da dünya imtihanımızda başarılı olmamız için karşılaşacağımız ihtilaflarımızda kendisine müracaat etmemiz gereken bir merci olmasıdır. İnsanoğlu beşer olması hasebiyle yaşamış olduğu hayatta bir takım ihtilaflı hususların içerisine düşecektir. Bu halin birçok sebebi vardır. Lakin insanın bundan kendisini tümüyle muhafaza etmesi söz konusu değildir.
İnsanın yaşayacağı ihtilafların en önemlileri ise hiç kuşkusuz dinle ilgili olan ihtilaflardır. Bu ihtilafların önemli olmasının sebebi, bu ihtilaflar çoğunlukla dünyada Müslümanların birliklerini yok ederek onlar arasında kin ve nefret gibi nice olumsuzluklarını girmesine sebebiyet verdiği gibi, insanın ahiret hayatında da etki ediyor olmasındandır. Bu alanla ilgili ihtilaflar doğru bir şekilde çözülmediği taktirde insanın ahiretini heba edecek ve sürekli cehennemde kalmasına sebebiyet verecektir. Rabbimiz olan Allah, bu tür ihtilaflarla karşı karşıya kalındığı zaman Müslümanların nasıl hareket etmesi gerektiğini de hükme bağlamış ve çözüm mercilerini göstermiştir. Bunlar da Allah’ın kitabı ve O’nun Nebisinin sünnetidir. Dolaysıyla Müslümanlar herhangi bir konuda ihtilaf yaşadıklarından müracaat etmeleri gereken merciler önce Allah’ın kitabı, sonrada Efendimizin Kur’an’ı pratize eden sünneti olmalıdır.
Ne yazıktır ki, Müslümanların bu gün meselelerin çözümü için başvurdukları merciler arasında Allah’ın kitabı ve Rasûlünün sünneti hemen yok gibidir. Bir kısım Müslüman! için çözüm mercileri, beşeri kanunların hâkim olduğu mahkemeler, Avrupa kriterleri gibi beşer ürünü olan kanun ve yasalar olduğunu görmekteyiz.
Bazı Müslümanların da, karşılaştıkları dine dayanan ihtilaflarda başvurulması gereken merciler olarak, mezhebi ve meşrebi doğruları gördüklerini, Allah’ın kitabı ve Rasûlünün sünnetinin geri plana attıklarını görüyoruz. Herhangi dini bir konuda ihtilaf yaşandığında: “falan mezhebe göre böyledir”, “falan hocaya/şeyhe göre şöyledir”, dediklerini, sizin: “Kur’an’da şu âyette söyle diyor”, Efendimiz şu şekilde yapmıştır” gibi sözlerinizde bu insanlar için bir anlam ifade etmemektedir. Dolayısıyla da ister beşeri kanunlar olsun, isterse de mezhebi doğrular anlamındaki hususların ihtilaflarda başvuru mercii olarak görülmesi olsun, bunlar Müslümanlar için bir sapma göstergesidir. Oysa bir Müslüman dinle ilgili bir meselede ihtilafa düştüğünde ilk müracaat kaynağı Kur’an olmalı, Kur’an’ın hükme bağladığı bir konuyu Kur’an’ın altında olması gereken hiçbir kaynak ortadan kaldırmamalıdır. Kur’an’da hükmünü bulamadığımız bir konuyu ikici kaynak olarak Efendimizin pratiklerine götürmeli, eğer orada konunun çözümü varsa onunla amel etmeliyiz. Bu iki kaynağı atlayarak veya geri palan atarak âlimlerin yoruma dayanan görüşlerine müracaat etmek dini doğru gördüğü bir usûl ve yöntem değildir. Âlimlerin ve hocaların sözleri Kur’an ve Sünnete bağlı kaldıkları sürece bizim için önemlidir. Bunun içindir ki söz konusu olan âyet, önce Allah’a, sonra Rasüle itaatten bahsetmekte, bunlardan sonra da “emir sahipler” diyerek, emir sahiplerine de ancak daha önce zikredilen iki kaynağa bağlı kaldıkları sürece itaat edilesini istemiştir. Buradan da şunu anlamaktayız ki âlimlerimizin ve hocalarımızın Kur’an ve sünnete uygun olan görüşlerini başımızın tacı yapar, uymayanları da reddederiz. Âlimlere itaat etmek için Allah’a isyan edemeyiz, fakat Allah’a itaat için âlimlere isyan edebilir. “Allah’a isyan konusunda hiçbir yaratılmışa itaat yoktur.”
İhtilafları Allah ve Rasûlüne götürdüğümüz zaman, elde edeceğimiz çözümler hem daha faydalı hem de sebep olacağı netice bakımından daha güzel olacaktır. Aslında söz konusu olan âyet bize şu an Müslümanların yaşadıkları buhranlardan nasıl kurtulacaklarının yol ve yordamını göstermektedir. Kur’an nasıl ki, daha önce çeşitli düşman kabilelere müntesip olan insanları bir araya getirerek onlardan dünyaya nizam öğreten bir toplum yetiştirdiyse, aynısını tekrar yapmaya muktedirdir. Eğer bizlerde ashab gibi, Kur’an’ı kendimiz için kılavuz edinir, ihtilaflarımızın çözümünde ona müracaat edersek, yanı “hablullaha” topluca sarılırsak işte o zaman bizlerde bizi bir birimize düşman yapan bu ihtilaflarımızdan kurtulacak, içerisine düştüğümüz bu zilletten kurtulmuş olacağız. Müslümanlar ümmet olarak başvuru mercilerini tekrar Allah ve Rasûlü olarak aslına rücu ederlerse, hem dünyevî hem de uhrevî nice başarılara ulaşırlar. Yok şu an olduğu gibi Kur’an ve Sünnet öncelikli çözümler değil de, beşeri kanunlar veya mezhebi ve meşrebi yorumlarda çözümler aramaya devam edersek şu an içinde bulunduğumuz durumdan kalmaya devam ederiz. Dünyamızı harap ettiğimiz gibi, ahiretimizi de heba ederiz. Çünkü müracaat ettiğimiz bu merciler bizi daha faydalı ve neticesi güzel sonuçlardan mahrum bırakıyor. Bulduğunuzu zannettiğimiz bir çözüm, bir başka alanda çözülmelere sebebiyet vermektedir. Bir yeri tamir ederken başka bir yeri tahrip ediyoruz. Oysa Kur’an ve Sünnetin çözümleri böyle değildir.
Aramızda Hakem olan:
فَلَا وَرَبِّكَ لَا يُؤْمِنُونَ حَتَّى يُحَكِّمُوكَ فِيمَا شَجَرَ بَيْنَهُمْ ثُمَّ لَا يَجِدُوا فِي أَنفُسِهِمْ حَرَجًا مِمَّا قَضَيْتَ وَيُسَلِّمُوا تَسْلِيمًا
“Hayır Rabbine andolsun ki aralarında çıkan anlaşmazlık hususunda seni hakem kılıp sonra da verdiğin hükümden içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın (onu) tam manasıyla kabullenmedikçe iman etmiş olmazlar.” (Nisâ, 65)
وَمَا كَانَ لِمُؤْمِنٍ وَلَا مُؤْمِنَةٍ إِذَا قَضَى اللَّهُ وَرَسُولُهُ أَمْرًا أَن يَكُونَ لَهُمُ الْخِيَرَةُ مِنْ أَمْرِهِمْ وَمَن يَعْصِ اللَّهَ وَرَسُولَهُ فَقَدْ ضَلَّ ضَلَالًا مُّبِينًا
“Bir mümin erkek veya bir mümin kadının, Allah ve resulü bir emir ve hüküm verdiklerinde artık işlerinde bundan başkasını seçme hakları olamaz. Allah’ın ve resulünün emrine itaat etmeyenler doğru yoldan açıkça sapmışlardır.” (Ahzab, 36)
Hz. Muhammed (s.a.s.)’ın Kur’an’da ifadesini bulan bir başka misyonu da aramızda hakem olması ve verdiği hükümler konusunda tercih hakkımızın olmamasıdır. Bir önceki âyet-i kerimeyi anlamaya çalışırken de dediğimiz gibi, dinle ilgili olarak yaşadığımız ihtilaflarda başvurmamız gereken mercii Allah’ın kitabı ve sonrada Allah Rasûlünün sünnetiydi. Allah’ın kitabına ve O’nun Rasûlünün sünnetine müracaat etmenin bir neticesi olarak Allah ve Rasûlünün verdiği hükümler konusunda nasıl hareket etmemiz gerektiği sorusu gündeme gelmektedir. Allah ve Rasûlünün verdiği hükümler konusunda muhayyerliğimiz söz konusu mudur? Allah ve Rasûlünün verdiği hükümler dururken başka hükümlere müracaat etmemiz bizim mü’min kimliğimize zarar vermekte midir?
İşte yukarıda zikrettiğimiz âyetler bu konuya açıklık getirmektedir. İman ettiğini söyleyen bir kimse için Allah ve Rasûlünün hakemliği dururken bir başka hakem aramak söz konusu olmayacağı gibi Allah ve Rasûlünün verdiği hükümler dururken bir başkasının verdiği hükümleri tercih etme hakkı da söz konusu değildir. Bir mü’min için bırakın Allah ve Rasûlünün verdiği hüküm dururken bir başkasının hükmünü kabul etmek, Allah ve Rasûlünün verdiği hükümleri kabul etme konusunda kalbinde en ufak bir soru işareti bile söz konusu olmamalıdır. Kalbinde Allah ve Rasûlünün verdiği hükümler konusunda tereddütleri olan bir kimse, Allah’a ve Rasûlüne hakkıyla iman etmemiş demektir. Eğer hakkıyla iman etmiş olsaydı bilirdi ki Allah adil-i mutlaktır. Verdiği hükümler konusunda en ufak bir şekilde adaletsizlik yapması söz konusu değildir. Yine O’nun Rasûlü’de Allah’ın gözetiminde olduğu için, onunda verdiği hükümlerde adaletten ayrılması söz konusu olamaz. Olduğu taktirde bile Allah’ın kendisini düzeltmesine muhatap olduğunu bilir. İşte bütün bu sebeplerden dolayı bir Müslüman için hem müracaat edilecek hakem, hem de verdiği hükümler konusunda kalbinde tam bir teslimiyetin olması gereken merci Allah ve Rasûlüdür. İman iddiasında bulunan bir kimse, Kur’an ve Sünnete muhkem bir şekilde bildirilen hükümler konusunda kabinde herhangi bir tereddüt yaşamadan kabul etmeli, bu hükümler dururken de başka hükümlere müracaat etmemelidir.
Örnek olarak söylersek; Miras konusunda Allah’ın belirlemiş olduğu, erkeğe iki hisse kadına da bir hisse hükmünü kabul etmeyen, bunun yerine kadın ve erkeğe eşit hisse verilmesini daha doğru gören bir kimsenin Müslüman olması söz konusu değildir. “Allah size, çocuklarınız hakkında, erkeğe, kadının payının iki misli (miras vermenizi) emreder…” (Nisâ, 11) Bunun gibi Allah ve Rasûlünün verdiği hükümlerin bir tanesi veya tamamı hangi gerekçeyle olursa olsun kabul edilmediği durumda bu kimselerin Müslümanlığından da bahsedilemez.
Kendinde Allah ve Rasûlünün verdiği hükümler konusunda muhayyerlik gören bir kimse, kendisini cennete götürecek olan yoldan sapmış bir kimsedir. İslâm yolunu bırakarak, kendisini helakin içerisinde sürükleyecek İslâm dışı yolları tercih etmiş kimsedir. Müslüman olduğunu söyleyen bir kimsenin ise böyle bir yola tevessül etmesi söz konusu olamaz.
Kendisine İtaatin Mecburi Olduğu Kimse;
وَمَا أَرْسَلْنَا مِنْ رَسُولٍ إِلَّا لِيُطَاعَ بِإِذْنِ اللَّهِ وَلَوْ أَنَّهُمْ إِذْ ظَلَمُوا أَنفُسَهُمْ جَاءُوكَ فَاسْتَغْفَرُوا اللَّهَ وَاسْتَغْفَرَ لَهُمْ الرَّسُولُ لَوَجَدُوا اللَّهَ تَوَّابًا رَحِيمًا
“Biz her peygamberi -Allah'ın izniyle- ancak kendisine itaat edilmesi için gönderdik. Eğer onlar kendilerine zulmettikleri zaman sana gelseler de Allah'tan bağışlanmayı dileseler Resûl de onlar için istiğfar etseydi Allah'ı ziyadesiyle affedici esirgeyici bulurlardı.” (Nisâ 64-65)
قُلْ إِنْ كُنْتُمْ تُحِبُّونَ اللَّهَ فَاتَّبِعُونِي يُحْبِبْكُمْ اللَّهُ وَيَغْفِرْ لَكُمْ ذُنُوبَكُمْ وَاللَّهُ غَفُورٌ رَحِيمٌ
“De ki: Eğer Allah'ı seviyorsanız bana uyunuz ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah son derece bağışlayıcı ve esirgeyicidir.” (Âli İmran, 31)
قُلْ أَطِيعُوا اللَّهَ وَالرَّسُولَ فَإِنْ تَوَلَّوْا فَإِنَّ اللَّهَ لَا يُحِبُّ الْكَافِرِينَ
De ki: Allah'a ve Resûlü'ne itaat edin. Eğer yüz çevirirlerse bilsinler ki Allah kâfirleri sevmez.” (Âli İmran, 32)
يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا أَطِيعُوا اللَّهَ وَرَسُولَهُ وَلَا تَوَلَّوْا عَنْهُ وَأَنْتُمْ تَسْمَعُونَ
“Ey iman edenler! Allah'a ve Resûlüne itaat edin işittiğiniz halde O'ndan yüz çevirmeyin.” (Enfal, 20)
وَأَطِيعُوا اللَّهَ وَرَسُولَهُ وَلَا تَنَازَعُوا فَتَفْشَلُوا وَتَذْهَبَ رِيحُكُمْ وَاصْبِرُوا إِنَّ اللَّهَ مَعَ الصَّابِرِينَ
“Allah ve Resûlüne itaat edin birbirinizle çekişmeyin; sonra korkuya kapılırsınız da kuvvetiniz gider. Bir de sabredin. Çünkü Allah sabredenlerle beraberdir.” (Enfal, 46)
مَنْ يُطِعِ الرَّسُولَ فَقَدْ اَطَاعَ اللّٰهَۚ وَمَنْ تَوَلّٰى فَمَٓا اَرْسَلْنَاكَ عَلَيْهِمْ حَف۪يظًاۜ
“Kim Resûl'e itaat ederse Allah'a itaat etmiş olur. Yüz çevirene gelince, seni onların başına bekçi göndermedik!” (Nisâ, 80)
Hz. Muhammed (s.a.s.) ve diğer tüm peygamberlerin bir başka misyonu olarak, itaat edilmeleri gereken bir merci olarak Kur’an’da gündeme getirildiklerini görüyoruz. Peygamberler gönderildikleri toplumlarda beşer olarak itaat edilmesi gereken en yüksek mercii ifade etmektedirler. Peygambere itaat konusu, toplumun tüm katmanlarının kendisine itaat etmesi gereken, bu gerçekleşmediği taktirde kişinin Müslüman olasının da mümkün olmayacağı kadar önemli bir konudur. Her ne kadar günümüze kadar yazılmış olan akaid kitaplarında, “Peygambere İtaat” diye bir îtikad maddesi konulmamış olsa da, bu konu İslâm’ın itikadla alakalı olarak ele aldığı bir konudur. Yukarıda âyeti kerimelerde de gündeme geldiği gibi, Peygambere itaatten yüz çevirmek kişiyi kâfir yaptığı çok açık bir şekilde ifade edilmektedir. Konunun bu kadar önemli olmasından dolayıdır ki, Peygamberin getirmiş olduğu nizama yöneticisinden en alt tabakasına kadar toplumun tüm katmanları uymak zorundadırlar. Çünkü peygamberin getirmiş olduğu din sadece halk kesimleri için değil yöneticileri de içine alacak şekilde tüm toplum içindir.
Günümüzde hemen her Müslüman olduğu söylenen ülkede uygulandığı gibi, sanki dinin koyduğu hükümler yöneticileri kapsamıyormuş gibi bir algı söz konusudur. Sözüm ona bu yöneticiler, nice İslâm dışı hususları kendi yönetimlerinde uyguluyor, buna rağmen bu kimselerin Müslüman olarak kabul edildiğini görüyoruz. Oysaki, peygamberin getirdiklerine hangi gerekçeyle olursa olsun itaat etmeyen, isyan eden kimselerin Müslüman olması söz konusu olamaz. Dinin siyaset konusunda koyduğu ölçülere itaat ederek uygulamayan, bunun yerine dinin reddettiği nice hususları uygulayan bir yöneticinin Allah ve Rasûlüne isyan ettiğinde şüphe yoktur. Allah ve Rasûlüne isyan eden bir kimsenin İslâm ile olan tüm bağları kopmuştur. Bu durum sadece yöneticiler için söz konusu değil, nice halk kesimleri içinde söz konusudur. Halklar da hayatlarının bir kısmında Allah ve Rasûlüne itaat ederken, bazı kısımlarında da itaatten yüz çevirerek isyan etmektedirler. İbadetler konusunda Peygambere itaat edenler, ticaretlerinde isyan edebilmekte, cenazelerin defni konusunda peygambere itaat edenler, giyim-kuşam, eğlence, içki-kumar gibi nice konularda isyan etmektedirler. Ve ne yazıktır ki, böyle davranmalarının da Müslüman kimliklerine zarar vermediğini düşünmektedirler. Oysa peygambere itaatin olmadığı bir yerde, şeytana itaat söz konusudur. Şeytan ve dostlarına itaatte kişiyi İslâm dairesinin dışına atmaktadır: “Üzerine Allah'ın adının anılmadığı kesilmiş hayvanları yemeyin, bunu yapmak Allah'ın yolundan çıkmaktır. Doğrusu şeytanlar sizinle tartışmaları için dostlarına fısıldarlar, eğer onlara itaat ederseniz şüphesiz siz müşrik olursunuz.” (En’am, 1219
Kur’an’da, Peygambere itaatsizlik Müslümanlara yasaklandığı gibi peygambere itaat etmenin Allah’a itaat olduğu da gündeme getirilmiştir. Yine peygambere itaatten yüz çevirenlerin kâfirler olduğu, Allah’ın da kâfirleri sevmediği ifade edilmektedir. Yine kişinin Allah’ı seviyorum iddiasının ispatının ancak peygambere uymakla mümkün olacağı idrakimize sunulmaktadır. Ayrıca, Müslümanların vahdet olabilmelerinin ve şu an içinde bulundukları zilletten kurtulmalarının da ancak Allah ve Rasûlüne itaat etmeleriyle mümkün olduğu vurgulanmaktadır.
Kur’an’ı Okuyan ve Açıklayan, Kitap ve Hikmeti Öğreten ve Tezkiye Eden:
هُوَ الَّذِي بَعَثَ فِي الْأُمِّيِّينَ رَسُولًا مِّنْهُمْ يَتْلُو عَلَيْهِمْ آيَاتِهِ وَيُزَكِّيهِمْ وَيُعَلِّمُهُمُ الْكِتَابَ وَالْحِكْمَةَ وَإِن كَانُوا مِن قَبْلُ لَفِي ضَلَالٍ مُّبِينٍ
“Çünkü ümmîlere içlerinden, kendilerine âyetlerini okuyan, onları temizleyen, onlara Kitab´ı ve hikmeti öğreten bir peygamber gönderen O´dur. Kuşkusuz onlar önceden apaçık bir sapıklık içindeydiler.” (Cuma, 2)
وَاَنْزَلْنَٓا اِلَيْكَ الذِّكْرَ لِتُبَيِّنَ لِلنَّاسِ مَا نُزِّلَ اِلَيْهِمْ وَلَعَلَّهُمْ يَتَفَكَّرُونَ
“…İnsanlara, kendilerine indirileni açıklaman için ve düşünüp anlasınlar diye sana da bu Kur'an'ı indirdik.” (Nahl, 44)
Kur’an-ı Kerim’de Hz. Muhammed’in (s.a.s.) bir başka misyonu olarak da Kur’an’ı ve hikmeti öğreten, davetçi ve aynı zamanda kişiyi tezkiye ederek manevi kirlerden arındıran olduğu ifade edilmektedir. Söz konusu olan âyetlerde Hz. Muhammed (s.a.s.) üç önemli özelliği gündeme getirilmektedir. Bunlar: Allah’ın âyetlerini tebliğ etmesi, insanları manevi kirlerden arındırması ve Kitabı ve hikmeti öğretmesi olduğunu görüyoruz.
Hz. Muhammed (s.a.s.) Allah’ın nebisi olması hasebiyle Allah’tan almış olduğu buyrukları olduğu gibi insanlara ulaştırmıştır. Allah’ın buyruklarının bir kısmını gizlemediği gibi ilavelerde de bulunmamıştır. Bazı şiî grupların iddia ettiği gibi: “Hz. Ali’nin halifeliğiyle ilgili” Allah’ın vahiylerini insanlardan korktuğu için gizlediği yönündeki iddiaları Efendimize iftira olduğu gibi peygamberimizin din üzerinde tasarrufta bulunma hakkının olduğu yönündeki iddiaların da O’na iftira olduğunu bilmeliyiz. İslâm, Allah ve Rasûlü Muhammed (s.a.s.)’in koalisyonuyla haşa oluşmamıştır. İslâm Allah’ın dinidir. Efendimiz ise o dinin tebliğcisi, diğer insanlar gibi uygulayıcısı ve açıklayıcısıdır.
Muhammed (s.a.s.)’ın dizinin dibine oturmadan Kur’an’ın doğru anlaşılması mümkün değildir. Kur’an’daki buyrukların mana ve maksadını en iyi bilen Efendimiz olduğu için Efendimizin dizinin dibine oturarak Kur’an’ı ondan öğrenmeliyiz. Bu manada O’nun Sünnettin den yüz çevirerek Kur’an’ı doğru anlamamız mümkün olmaz. Kur’an sünnet üzerinde hakem iken, sünnette Kur’an’ın en doğru açıklamasıdır. Dolayısıyla Kur’an’ı doğru bir şekilde anlamak istiyorsak, ilk müracaat kaynağımız Efendimizin sünneti olmalıdır. Günümüzde olduğu gibi mezhebi doğrular, hocaların görüşleri, müfessir ve muhaddislerin doğruları değil, Efendimizin sünneti olmalıdır.
Yine “bize Kur’an yeter” diyerek Efendimizin sünnetinde yüz çevirenlerin de Kur’an’ı doğru anlayabilmelerinin bu âyet çerçevesinde değerlendirdiğimiz zaman mümkün olmadığını, bu yolunda bir başka sapıklık yolu olduğunu ifade etmemiz gerekiyor. Bu anlayışın mensupları Kur’an’ın müphem bıraktığı yerleri kendi kafalarından yorumlarla doldurarak izah ediyor, bu konuda Efendimizin izahlarını kabul etmiyorlar. Kedilerine tanıdıkları Kur’an’ı açıklama hakkını Efendimize vermiyorlar. Tabi ki böyle bir anlayışı makul görmek bir Müslüman için söz konusu olamaz.
Ayrıca peygamberimiz sadece Kur’an’ı bize öğretmekle kalmamış, hikmeti de öğretmiştir. Hikmet kelimesiyle ilgili olarak birçok şey söylense de, bizce en doğru tanımıyla Hikmet: Allah’ın emirlerinin faydalarını ve yasaklarının da oluşturduğu zararları insanların anlayacağı bir şekilde insanlara öğretmektir. Dinin mana ve maksadını göz önünde bulundurarak insanları hayra teşvik etmek, şerlerden de sakındırmaya çalışarak ıslah etmektir. Yani peygamberler sadece insanlara söz gelimi “zina etmeyin” dememiş veya sadece konuyla ilgili âyeti okumakla yetinmemiş, bununlar birlikte zinanın sebep olduğu toplumsal problemleri de gündeme getirilerek zinanın ne kadar büyük bir yanlış olduğunu da ifade ederek insanları zinadan sakındırmışlardır. Bu manada insanın karşılaştığı olayları hikmetli bir şekilde sonuca bağlayabilmesi için de sünnete ihtiyacı söz konusudur. Bir kimsenin, Peygamber ve dolayısıyla da O’nun sünnetine müracaat etmeden olayların künhüne tümüyle vakıf olması ve bunun bir neticesi olarak da meseleleri çözümü kavuştururken başarı elde etmesi mümkün değildir. Dolayısıyla dinin mana ve maksadını kavramak için de Efendimizin sünnetine muhtaç olduğumuzu hiçbir zaman unutmamamız gerekiyor. Kur’an, Efendimizi bu yönüyle de bizim gündemimize getirerek O’nun sünnetinin bizim için ne kadar önemli olduğunu bu vesileyle bir kez daha hatırlatmaktadır.
Bugün ümmet olarak hikmetli işler yapamıyor veya hikmetli neticelere ulaşamıyorsak, bunun sebeplerinin en önemlilerinden bir tanesi de Efendimizin sünnetinden yüz çevirmiş olduğumuzdandır. Hikmet öğretmeni olarak Kur’an tarafından gündeme getirilen Efendimizin dizinin dibine oturmazsak, hikmetten mahrum kalırız ve bunun bir neticesi olarak da dinin mana ve maksadını kavrayamayacağımızdan dolayı içine sürüklendiğimiz bu durumdan da hiçbir zaman kurtulamayız.
Konumuz olan âyette Efendimizin bir başka misyonu olarak da insanların manevi kirlerden arındırarak “tezkiye eden” olduğu ifade edilmektedir. İnsan potansiyel olarak kalbinde birçok olumsuz duyguyu taşımaktadır. Bunun sebebi dünya hayatının bir imtihan salonu olmasındandır. Hep olumlu duyguları olan birisinin imtihana tabi tutulmasının bir anlamı olmayacağı gibi, hep olumsuz duyguları olan birisinin de imtihan edilmesi doğru olmazdı. Bunun içindir ki, insanoğlunu dünyada intihan etmek isteyen Rabbimiz ona hem iyi duygular hem de kötü diyebileceğimiz veya daha doğru bir ifadeyle kötüye alet edebileceği duygular da vermiştir. İnsanda var olan bu kötü duygular eğer kontrol altında tutulmaz ise, birçok problemin sebebi haline gelirler. Bunun içindir ki dinimiz insanlardan, bu duygularını kontrol altında tutmalarını, bu duygularını hayra yönlendirmelerini onlardan istemiştir. Bunu başarabilmenin de ancak Efendimizin örnekliği üzerinden söz konusu olacağı ifade edilmiştir. Yani Efendimiz manevi arınmayı nasıl yaptıysa bir Müslümanında onun yaptığı gibi yapmasını istemiştir. Efendimizin örnekliği olmadan kişinin bunu başarabilmesinin söz konusu olamayacağı hatırlatılmıştır. Manevi arınmayı tüm boyutlarıyla başarabilmek için Efendimizin sünnetine müracaat etmemiz gerektiği, bundan başak mercilere müracaatın insana başarı getirmeyeceği bildirilmiştir.
Günümüze geldiğimizde bu konuda da nice sapmaların yaşandığını görmekteyiz. Bazı kimseler dinin koyduğu ve Efendimizin sünnetinde hassasiyetle yerine getirdiği davranışları yerine getirmeden de kişinin manevi arınmayı başarabileceğini iddia ederken, kimileri de sanki Kur’an’da ve Efendimizin sünnetinde konuyla ilgili hususlar yeterli değilmiş gibi yeni arınma ritüelleri ihdas ederek bunlarla ancak manevi arınmanın söz konusu olabileceğini inanmaktadırlar. Birinci gruba “kalbim temizdir” diyen kesimleri, ikinci gruba da tasavvuf anlayışını benimseyenleri örnek verebiliriz. Birinci grup; Kur’an ve sünnetin olmazsa olmaz uygulamalarını yapmadan kalplerini manevi kirlerden arındırdıklarını iddia ederken, diğerleri de Kur’an ve Sünnette vaz edilenleri yeterli görmeyerek, rabıta, hatm-ı hacegan gibi daha nice ritüeller ihdas ederek bunlarla ancak manevi arınmanın söz konusu olabileceğini inanmaktadırlar. Bu iki anlayışın temsilcileri, bu konudaki dinden sapmayı temsil etmektedirler. Oysaki bu konularda, Kur’an’ın ve onun en güzel pratize edeni olan Allah Rasûlünün uygulamalarını titizlikle yerine getirenler, ancak manevi arınmayı gerçekleştirmeleri söz konusu olacaktır. Peygamberle tezkiye olma yolunu tercih etmeyen, bunu başka kapılarda arayanlar, yaptıklarında kısmı fayda görseler de, başka alanlarda nice sapmalarla karşı karşıya kalıyorlar. Fayda elde ettiklerini iddia etmekteler, aslında zararlara sebebiyet verdiklerinin farkında değiller.
Dolayısıyla, Kur’an’ı öğrenmek için peygamberin dizinin dibine oturarak Sünnete müracaat etmeyenler, Peygamberimizin Allah’tan aldığın vahyi tam ve eksiksiz bir şekilde tebliğ ettiğini kabul etmeyenler ve manevi kirlerden arınmak için peygambere müracaat etmeyen veya peygamberi bu konuda yeterli görmeyenler İslâm yolunun yolcuları değil, bu yoldan sapmış olan kimselerdirler. Bunun tam aksi olarak da, kim Kur’an’ı ve hikmeti öğrenmek için peygamberin dizinin dibine oturarak, Sünnete müracaat etmeden bunun mümkün olacağına inanmıyorsa, Peygamberimizin Allah’tan aldığın vahyi tam ve eksiksiz bir şekilde tebliğ ettiğine inanıyorsa ve manevi kirlerden arınmak için peygambere müracaat etmesi gerektiğini veya peygamberin getirdiklerinin bu konuda yeterli olduğuna inanıyorsa bu kimsenin yolu da İslâm yoldur.
Ne Verdiyse Alınması Gereken:
وَمَا آتَاكُمْ الرَّسُولُ فَخُذُوهُ وَمَا نَهَاكُمْ عَنْهُ فَانْتَهُوا وَاتَّقُوا اللَّهَ إِنَّ اللَّهَ شَدِيدُ الْعِقَابِ
“… Peygamber size ne verdiyse onu alın size ne yasakladıysa ondan da sakının. Allah'tan korkun. Çünkü Allah'ın azabı çetindir.” (Haşr 59/7)
Kur’an’da peygamberin bizim için önemiyle ilgili olarak gündeme getirdiği bir başka hususta, O’nun bize emrettiği her hususun alınması ve nehyettiği şeylerden de sakınmamız gerektiği konusudur.
Bu hususun şu şekilde anlaşılması gerektiğini söyleyenler söz konusudur; Peygamber Allah’tan vahiy almaktadır ve bu vahiy de Kur’an’dır. Dolayısıyla Kur’an’ın tebliğcisi olan Efendimiz Kur’an’daki bir emri gündeme getirdiğinde onun kabul etmemiz gerekir, nehyettiği şeylerden de sakınmamız gerekir demektedirler. Yani burada kast edilen peygamberin Kur’an’ın dışındaki emir ve nehiyleri değil, Kur’an’ın emir ve nehiyleridir denilmektedir. Evet peygamber Kur’an’ın tebliğcisi olduğu için Kur’an’ın bir hükmünü gündeme getirerek “Allah sizi şu hususlardan nehyediyor” dediği zaman, o hususlardan sakınmamız bizim Müslüman olmamızın bir gereğidir. Ayrıca peygamberin Kur’an’da geçmediği halde Kur’an’dan hareketle herhangi bir şeyden bizi sakındırdığı zaman, o hususlardan sakınmamız gerektiği gibi, bize emrettiği şeyleri de yerine getirmek yine bizim Müslümanlığımızın bir gereğidir. Bundan dolayı biz diyoruz ki, hadis külliyatlarında Efendimize nispet edilen emir ve nehiylerin Kur’an’ın mana ve maksadına ters olmadığı sürece bizim için bağlayıcıdır. Bunları Kur’an’da geçmiyor diye kabul etmemek makul karşılanacak bir anlayış değildir. Eğer bir kimse bunları Kur’an’dan bir delilden dolayı kabul etmiyor ve ortaya sunduğu bu delilde muhkem bir delilse tabi ki bu kimsenin yaptığı makuldür ve bizimde görüşümüz budur. Lakin böyle değil de, herhangi bir delil getirmeden “Kur’an’da geçmediği için ben kabul etmiyorum” diyen kimsenin bu tavrı Müslümana yakışan bir tavır olarak görmeyiz mümkün değildir. Böyle kimselerin, söz konusu âyetimizin son kısmında gündeme getirilen Allah’ın azabı tehdidine uğramalarından korkarız.
Günümüze geldiğimizde her konuda olduğu gibi bu konuda da sapmaların maalesef yaşandığını görmekteyiz. Emir ve nehiyleri kabul edilecek merciler Allah ve Rasûlü olmamakta, bunun dışında başka merciler olmaktadır. İnsanlar, kanunların belirlediği kurallara uydukları kadar, Allah Rasûlünün buyruklarına uymamaktadırlar. İnsanlar, beşerin belirlediği kanunlar, neden men ediyorsa o hususlardan kaçındıkları gibi serbest bıraktığı hususları da işlemekten geri durmuyorlar. Oysaki, bir Müslüman bu tavrını ancak Allah ve Rasûlünün belirlediği ilkeler için yapar. Eğer beşerin belirlediği kanunlar, Allah ve Rasûlünün belirlediği ölçülere ters ise bunları reddeder.
Müslümanların Sıkıntısına Üzülen:
لَقَدْ جَٓاءَكُمْ رَسُولٌ مِنْ اَنْفُسِكُمْ عَز۪يزٌۘ عَلَيْهِ مَا عَنِتُّمْ حَر۪يصٌ عَلَيْكُمْ بِالْمُؤْمِن۪ينَ رَؤُ۫فٌ رَح۪يمٌ
“Andolsun size kendinizden öyle bir Peygamber gelmiştir ki, sizin sıkıntıya uğramanız ona çok ağır gelir. O, size çok düşkün, müminlere karşı çok şefkatlidir, merhametlidir.” (Tevbe, 128)
Kur’an’da Hz. Peygamberin bizim için önemiyle ilgili olarak gündeme getirilen bir başka hususta, O’nun bize karşı, şefkatli ve merhametli olduğuyla ilgili yönüdür. Nasıl ki, Allah kullarına karşı çok merhametliyse, O’nun gönderdiği nebilerde insanlara karşı merhametlidirler. Nasıl ki, Allah kendisine iman eden kimselere diğer insanlardan daha fazla merhametliyse, peygamberler de kendilerine tabii olan insanlara diğer insanlarda daha fazla merhametlidirler. Peygamberlerin iman edenlere merhameti bir babanın çocuğuna olan merhametinden daha fazladır. Efendimiz, kendi başına gelen sıkıntılardan çok daha faza ashabın başına gelen sıkıntılara üzülmüştür. Bir anne ve babanın çocuklarının başına bir sıkıntının gelmesindense kendi başlarına gelmesini istemeleri gibi, Efendimizde ashabın başına gelen sıkıntılara, kendi başına gelen sıkıntılardan çok daha fazla üzülmüştür.
Ölümlü Olan:
وَمَا مُحَمَّدٌ اِلَّا رَسُولٌۚ قَدْ خَلَتْ مِنْ قَبْلِهِ الرُّسُلُۜ اَفَا۬ئِنْ مَاتَ اَوْ قُتِلَ انْقَلَبْتُمْ عَلٰٓى اَعْقَابِكُمْۜ وَمَنْ يَنْقَلِبْ عَلٰى عَقِبَيْهِ فَلَنْ يَضُرَّ اللّٰهَ شَيْـٔاًۜ وَسَيَجْزِي اللّٰهُ الشَّاكِر۪ينَ
“Muhammed yalnızca bir elçidir. Ondan önce de elçiler gelip geçti. Şimdi o ölür veya öldürülürse gerisin geri dönecek misiniz? Kim geri dönerse bilsin ki Allah’a asla bir zarar vermiş olmayacaktır. Allah şükredenleri ödüllendirecektir.” Ali İmran, 144)
اِنَّكَ مَيِّتٌ وَاِنَّهُمْ مَيِّتُونَۘ ثُمَّ اِنَّكُمْ يَوْمَ الْقِيٰمَةِ عِنْدَ رَبِّكُمْ تَخْتَصِمُونَ۟
“Muhakkak sen de öleceksin, onlar da ölecekler. Sonra şüphesiz, siz de kıyamet günü, Rabbinizin huzurunda davalaşacaksınız.” ( Zümer, 30-31)
Kur’an’da Hz. Muhammed (s.a.s.) ile ilgili olarak gündeme getirilen bir başka hususta O’nun da diğer bütün insanlar gibi ölümlü olduğu gerçeğidir. Yukarıda Efendimizin beşer olma özelliğini gündeme getirirken de söylediğimiz gibi, O’da diğer insanlar gibi ancak bir beşerdir. Diğer insanlar bir anne ve babadan dünyaya geldikleri gibi, O’da bir anne ve babadan dünyaya gelmiştir. Diğer insanlar Allah’ın kendileri için belirlediği ecel sona erdiğinde öldükleri gibi, O’da eceli gelince ölmüştür. Diğer insanlar nasıl ki ölümle birlikte dünya ile olan tüm ilişkileri kesilmişse, O’nun da vefatıyla birlikte dünya ile olan irtibatı tümüyle kesilmiştir. Yukarıda gündeme getirdiğimiz âyetlerin ifade ettiği hakikatte bundan başkası değildir.
Kur’an’ın bu açık hükümlerine rağmen, ne yazıktır ki bazı sözüm ona Müslümanlar! Efendimizin vefat ettiği halde, dünya ile olan ilişkisinin hâlâ devam ettiğini iddia etmekteler. Bunların iddialarına göre Efendimiz, ölmüş olmasına rağmen dünya üzerinde tasarrufta bulunduğu gibi, ümmetinin durumlarından da haberdar olmaktadır. Kabrini ziyaret edenleri gördüğü gibi, kendisine selâvat getirenlerin selâvatlarını da işittiğini söylemektedirler. Yine Onunla görüşerek istişare ettiklerini, talimatlar aldıklarını iddia ettikleri gibi, Efendimizin yaptıkları çalışmaları teftiş için kendilerini ziyaret ettiğini söyleyecek kadar ileri gitmişlerdir. Oysaki, yüce Kitabımız Kur’an-ı Kerim’de ve Efendimizin sahih sünnetinde bu kimselerin iddialarının doğru olduğuna dair sarih bir delil bulmak mümkün değildir. Aksine yukarıdaki âyetlerde de gördüğümüz gibi, bu iddianın tam tersiyle ilgili deliller söz konusudur. Eğer bu insanlar, peygamberlerin diğer insanlar gibi olmadıklarını, diğer insanlar vefat ettiklerinde dünya ile olan ilişkileri kesildiği halde, peygamberlerin devam ettiğini iddia ediyorlarsa, Kur’an bu iddiayı doğru görmemektedir. Kur’an’da, Ulu-l Azm peygamberlerden birisi olarak kabul edilen Hz. İsa (a.s.) üzerinden bu anlayışın doğru olmadığı ifade edilmektedir. “Ben onlara, ancak bana emrettiğini söyledim: Benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah'a kulluk edin, dedim. İçlerinde bulunduğum müddetçe onlar üzerine kontrolcü idim. Beni vefat ettirince artık onlar üzerine gözetleyici yalnız sen oldun. Sen her şeyi hakkıyle görensin.” (Mâide, 117) Bu âyet-i kerimenin de ifade ettiği gibi Hz. İsa (a.s.), vefatından sonra Hıristiyanların kendi yolunu terk ederek kendisini ve annesini Allah’tan başka ilah edindiklerinden haberi olmadığını ifade etmektedir. Nasıl ki, İsa (a.s.) vefat edince dünya ile olan ilişkisi kesilmiş ve bunun bir neticesi olarak da Hıristiyanların içine sürüklendikleri durumlardan haberdar olmadığı kendi ifadesiyle gündeme getiriliyorsa, aynı şekilde Hz. Muhammed (s.a.s.)’de vefat edince dünya ile olan ilişkisi kesilmiştir. Yani Allah, diğer insanlarda farklı olarak O’na bu konuda farklı bir statü tanımıştır diyeceğimiz sarih bir delilimiz yoktur. Efendimizin yetiştirdiği sahabelerden, Efendimizin dünya ile olan ilişkisinin devam ettiğine dair herhangi bir nakil gelmemiştir.
Efendimizin dünyayla ilişkisinin devam ettiğini iddia eden bu insanlar genellikler Efendimizin şanını yüceltmek adına bu tür yaklaşımların içerisine girmektedirler. Oysa Kur’an, yeteri kadar Efendimizin şanını yüceltmektedir. Kur’an’ın bu konudaki hükümlerini yeterli görmeyerek peygamberimizin şanını yücelttiğini düşünenler, aslında İslâm’ın konuyla ilgili olan hükümlerini ihlal ederek hem Hıristiyanların Hz. İsa (a.s.)’a yaptığını Efendimize yaparak O’nu “insan üstü” bir varlık konuma çıkararak şanını hakkıyla taktir edemedikleri gibi, hem de kendileri hidayet yolundan uzaklaşmışlardır.
Oysaki, Efendimizin şanını yüceltmek istiyorsak, O’nu insan üstü bir varlık haline getirerek vefat ettiği halde dünyayla ilişkisinin devam etmediğine inanmakla değil, O’nun sünnetine hakkıyla ittiba ederek O’dan başka önder ve lider kabul etmeyerek göstermeye çalışmalıyız. Kur’an’dan sonra şeksiz ve şüphesiz kabul edilecek terk hüküm mercii olarak O’nun sünnetini kabul ederek O’nun şanını yüceltmeliyiz. Bu şekilde hareket ederek hem Kur’an’ın buyruklarına uygun hareket etmiş oluruz hem de Efendimizin şanını yüceltmiş oluruz.
Müjdeleyici ve Uyarıcı Olan:
اِنَّٓا اَرْسَلْنَاكَ شَاهِداً وَمُبَشِّراً وَنَذ۪يراًۙ
“Şüphesiz biz seni bir şâhit, bir müjdeci ve bir uyarıcı olarak gönderdik.” (Fehit, 8)
Yüce kitabımızın Efendimizle ilgili olarak gündeme getirdiği bir başka husuta, O’nun bizler için şahit, müjdeleyici ve uyarıcı olma özellikleridir.
Efendimizin şehit/şahit olması Allah’ın dini olan İslâm’ı tüm boyutlarıyla yaşayarak bu dinin hak ve hakikat olduğuna hayatıyla tanıklık etmesi anlamına gelmektedir. Ayrıca İslâm’ın nasıl yaşanması gerektiğini modelleyerek bizler için en güzel örnek ve rehberlik yaparak şahitliğini ortaya koymuştur. Efendimizin bu şahitliği bir âyet-i kerime de şu şekilde ifade edilir; “Allah uğrunda, hakkını vererek cihad edin. O, sizi seçti; din hususunda üzerinize hiçbir zorluk yüklemedi; babanız İbrahim'in dininde (de böyleydi). Peygamberin size şahit olması, sizin de insanlara şahit olmanız için, O, gerek daha önce (gelmiş kitaplarda), gerekse bunda (Kur'an'da) size «müslümanlar» adını verdi. Öyle ise namazı kılın; zekâtı verin ve Allah'a sımsıkı sarılın. O, sizin mevlânızdır. Ne güzel mevlâdır, ne güzel yardımcıdır!” (Hac, 78) Peygamber bizler için örnek ve rehber olduğu gibi, bizler de diğer insanlar için Allah’ın dinene tanıklık eden, peygamberi misyonu günümüze taşıyarak örnek ve rehber olmalıyız. Bu husus bir başka âyeti kerime de şu şekilde ifade edilir; “İşte böylece, siz insanlara şahit olasınız, peygamber de size şahit olsun diye sizi vasat (örnek) bir ümmet yaptık…” (Bakara, 143) Dolayısıyla yaşadığımız dini Efendimizin tanıklığına götürmeli ve onun tanıklığıyla örtüşüyorsa hak üzere olduğumuzu bilmeli, örtüşmediği taktirde de hak yoldan ayrıldığımızı idrak etmeliyiz.
Efendimizin Kur’an’da gündeme gelen bir başka özelliği de müjdeleyici olma sıfatıdır. Hiç kuşkusuz ki insanlar yapıp ettikleri davranışarını bir amaca yönelik yaparlar. Kendi faydalarına olan hususlara ulaşmak, zararlarına olacak şeylerden de uzaklaşmak isterler. Özellikle de yapıp ettiklerinin neticesi olarak gelecekle karşı karşıya kalacakları durumların kaygılarını yaşarlar. İşte bu yönüyle Efendimiz ve O’nun getidiği Kur’an, İslâm dinini tüm boyutlarıyla şayamaya çalışan kimselere gelecekte elde edecekelri mükâfatları müjdelemektedirler. Peygamberi modellemeyi dikkate alarak dini yaşama çabası içinde olan kimselerin gelecek kaygısı yaşamamaları gerektiğini haber vermektedirler. Yapıp ettiklerinin karşılığı olarak kendileri için hazırlanmış nimetlerle onları müjdelemektedirler. Efendimizin mü’minleri müjdelediği hususlara örnek olarak Kitab-ı Kerimimiz şu şekilde buyurur; “İman eden ve iyi işler yapanlara, kendileri için zemininden ırmaklar akan cennetler bulunduğu müjdesini ver. Onlara cennetteki meyvelerden biri rızık olarak her sunulduğunda, “Bu daha önce de bize rızık olarak verilendir” derler. O kendilerine, benzer şekilde verilmiştir. Ayrıca orada kendileri için tertemiz eşler de vardır ve orada onlar sonsuza kadar kalıcıdırlar.” (Bakara, 25)
Kur’an’da Efendimizin gündeme getirilen bir başka özelliği de uyarıcı/korkutucu olma özelliğidir. Deminde ifade ettiğimiz gibi insan yaptığı davranışların karşılığı olarak gelecekte başına gelecek durumları merak etmektedir. Gelecek kaygısı taşımak bütün insanların en önemli korkuları arasındadır. İşte bu durumda peygamberlerin müjdeleyici ve korkutucu olma özellikleri devreye girmektedir. Peygamberler kendileriyle beraber gönderilen ilahi ölçülere tabî olarak yaşayan mü’minler için müjdeleyici oldukları gibi, bu ölçüleri dikkate almayan, bu ilahi ölçüler yerine kendi hevasından kaynaklanan ölçülere göre veya başka din ve ideolojilerin ölçülerine göre hayatlarını idame ettiren kimseler içinde ileride başlarına gelcek akıbet konusunda korkutucudurlar. Bu kimseleri ileride kaşrı karşıya kalacakları ilahi azapla uyarmak peygamberlerin en önemli görevlerindendir.
Peygamberler, ilahi vahyin de yönlendirmesiyle insanlar içerisindeki en büyük eğitimcilerdirler. Eğitimde başarılı olmanın en önemli etkenlerinden bir tanesi de umut ve korku denklemini en iyi şekilde kulanmaktan geçmektedir. İnsanoğlu hep umut ifade eden durumlarla karşı karşıya kaldığında şeytanında ayartmasıyla ahiretle alakalı aşırı bir güven hissine kapılarak görevlerini aksatması söz konusu olabilmektedir. Aynı şekilde devamlı korku pisikolojisi ile de karşı karşıya kaldığı zaman paranoyak insanlar gibi derin bir psikolojik bulanımların içerisine girmektedir. İşte bu sebeplerden dolayı yüce dinimiz insanları ilahi vahiy istikametinde eğitirken hem ümit hemde korku denklemini birlikte kullanmıştır. Allah yüce dini olan İslâm’ı insanlara taşımakla görevlendirdiği peygamberlerini müjdeleyici ve uyarıcı/korkutucu vasıflarıyla vasıflandırmıştır. Peygamberler de bu misyonları gereği gönderildikleri toplumları bir taraftan Allah’ın rahmetiyle müjdelerken, bir taraftan da Allah’ın çetin azabıyla korkutmuşlardır. Peygamberimizin uyarıcı/korkutucu vasfıyle ilgili olarak yüce Kitabımız şu şekilde buyurur; “Kendilerine azabın geleceği, bu yüzden zalimlerin: «Ey Rabbimiz! Yakın bir müddete kadar bize süre ver de senin davetine uyalım ve peygamberlere tâbi olalım» diyecekleri gün hakkında insanları uyar. (Onlara denilir ki:) «Daha önce, sizin için bir zevâl olmadığına, yemin etmemiş miydiniz?»” (İbrahim, 44)
Gaybı Bilmeyen;
قُلْ لَٓا اَقُولُ لَكُمْ عِنْد۪ي خَزَٓائِنُ اللّٰهِ وَلَٓا اَعْلَمُ الْغَيْبَ وَلَٓا اَقُولُ لَكُمْ اِنّ۪ي مَلَكٌۚ اِنْ اَتَّبِعُ اِلَّا مَا يُوحٰٓى اِلَيَّۜ قُلْ هَلْ يَسْتَوِي الْاَعْمٰى وَالْبَص۪يرُۜ اَفَلَا تَتَفَكَّرُونَ۟
“De ki: "Ben size, Allah’ın hazineleri benim yanımdadır, demiyorum. Ben gaybı da bilmem. Size, ben meleğim de demiyorum. Ben sadece bana vahyolunana uyarım." De ki: "Hiç kör ile gören bir olur mu? Siz hiç düşünmez misiniz?" (En’am, 50)
وَعِنْدَهُ مَفَاتِحُ الْغَيْبِ لَا يَعْلَمُهَٓا اِلَّا هُوَۜ وَيَعْلَمُ مَا فِي الْبَرِّ وَالْبَحْرِۜ وَمَا تَسْقُطُ مِنْ وَرَقَةٍ اِلَّا يَعْلَمُهَا وَلَا حَبَّةٍ ف۪ي ظُلُمَاتِ الْاَرْضِ وَلَا رَطْبٍ وَلَا يَابِسٍ اِلَّا ف۪ي كِتَابٍ مُب۪ينٍ
“Gaybın anahtarları Allah'ın yanındadır; onları O'ndan başkası bilmez. O, karada ve denizde ne varsa bilir; O'nun ilmi dışında bir yaprak bile düşmez. O yerin karanlıkları içindeki tek bir taneyi dahi bilir. Yaş ve kuru ne varsa hepsi apaçık bir kitaptadır. (En’am, 59)
Kur’an’da Efendimiz için gündeme gelen bir başka husus ise, O’nun gaybı bilmediği gerçeğidir. Gayb: insanın duyu organları olan, görme, duyma, dokunma, koklama ve tatma duyularıyla algılamasının mümkül olmadı alanları ifade eden bir kavramdır. İnsan kainat içerisindeki yaratılmış olan varlıklardan bir tanesidir. Yaratılmış olması hasebiyle sınırlı özelliklere sahip bir varlıktır. Dolayısıyla da sınırsız bir şekilde kendi müşahade alanı dışındaki hususları bilmesi mümkün değildir. Efendimiz de bir beşer olması hasebiyle diğer insanlar gibi müşahede alanının dışındaki bilgilere sahip değildi. Bu konu da, O’nu diğer insanlardan ayıran tek şey, vahiy alırken yaşadığı tecrübeler ve Allah’ın peygamber olduğundan dolayı kendisine bahşetmiş olduğu bilgilerdi. Bunun haricinde Efendimize yakıştırılacak bir vasıf, O’nu beşer olma özelliğinden çıkararak ilahlaştırmaya götürür. Yani demek istiyoruz ki, Efendimizin gaybi olan nice konuları bildiğini iddia eden nice Müslümanın bu yaklaşımı Peygamberimizi ilahlaştırmaya götüren bir yaklaşımdır. Dolayısıyla diyoruz ki; Efendimiz gaybı bilmiyor, acak Allah’ın kendisine bildirdiği kadarını biliyordu.
Bu konu gündeme gelmişken şunu da ifade edelim ki; Efendimize nispet edilen ve bize kadar gelen, muhaddislerin “sahih hadis” olarak kabul ettikleri hadisler içerisinden nice gayba yönelik haberler söz konusudur. Ümmetin yaşayacağı olaylar bu hadislerde gündeme getirildiği gibi kıyamet öncesi gerçekleşecek nice haberler de gündeme getirilmektedir. Bu konuyla da ilgili olarak diyoruz ki; bu tür haberleri mutlak doğrudur diye kabul etmemeliyiz. Fakat bu sözümüzden “bu bilgilerin tamamı yanlıştır” anlamı da çıkmaz. Doğru olma ihtimallerin de her zaman söz konusu olabileceğini unutmayalım. Çünkü, Allah’ın peygamberine, hangi gaybi bilgileri ve ne oranda verdiğini bizlerin tesbit etme imkanı yoktur. Fakat şunu ifade edebilir ki, Kur’an’da açık bir şekilde gündeme getirilen bir konu, bu hadis rivayetlerinde Kur’an’da gündeme gelen haberin tam tersi bir bilgi içeriyorsa, bu gibi hadislerdeki bilgiyi doğru kabul etmemeliyiz. Örnek verecek olursak; Kur’an’da insanların dünyada sahih iman ve işlemiş oldukları salih ameller neticesinde cennete veya cehenneme gidecekleri ifade edilmektedir. Günahkarlara ise şefaatin (bir aracının devreye girerek günahlarını bağışlatması) fayda vermeyeceği gündeme getirildiği halde, hadis rivayetlerinde bunun tersi bir bilgi veriliyorsa bu hadisleri kabul etmemiz mümkün olmamalıdır. Efendimize nispeti yüzde yüz olmayan hadis rivayetinden hereketle, Allah’a ait olduğu yüzde yüz olan bir haberi geri plana atamayız, atmamalıyız.
Şüphesiz Kur’an’da Efendimizin yüce meziyetleriyle ilgili olarak nice hususlara atıfta bulunarak vurgular yapılmaktadır. Bizim burada vurgu yaptıklarımız bir kısmından ibarettir. Biz burada zikrettiklerimizin genel olarak Efendimizi tanıma anlamında genel bir kanaat oluşturacağını düşünüyor, daha fazlasını isteyenler için Allah’ın kitabına müracaat etmelerini istiyoruz. Bizim eksiklerden ari olmayan tanımlamamızla yetinilmemesini şiddetle tavsiye ediyoruz.
KAVRAMLAR
Siyer: Siyer, sözlükte davranış, hal, hayat tarzı, gidişat, bir kimsenin ahlakı, hayat hikâyesi, tedbir, tabiat, seyahat etmek, idare gibi anlamlara gelen siret kelimesinin çoğuludur.
Terim olarak Siyer-i Nebi, sevgili peygamberimiz Hz. Muhammed’in (s.a.s) 63 yıllık hayatını ve peygamberlik mücadelesini bütün yönleriyle ele alan ilim dalı ve bu alanda yazılan eserlere denir.
Meğazi: “savaş, savaş yeri ve savaş hikâyeleri” anlamlarına gelen mağzât kelimesinin çoğulu olan Meğâzî; Rasûl-i Ekrem’in (s.a.s)gazve ve seriyyelerinin tarihine ve bu konuda yazılan kitaplara verilen isimdir.[1]
Siyer ilminde meğâzî’den maksat: Hz. Peygamberin şahsen idare ettiği veya sevk ettiği bir orduyla, kâfirlerle çarpışmak kasdı neticesinde meydana gelmiş savaşlardır.[2]
Meğâzî, başlangıçta yalnızca Hz. Peygamber’in Medine dönemindeki askeri faaliyetleri ve özellikle de gazveleri için kullanılan bir kelime iken, zamanla kelimenin anlamı genişlemiş ve siyer kelimesiyle eş anlamlı hale gelerek, Hz. Peygamber’in biyografisi, yani hayatının tamamı için de kullanılır olmuştur.[3]
İslâm Tarihi: Bazı tarihçiler bu terkibi, Hz. Âdem (a.s) ile başlayan ve Hz. Muhammed’e (s.a.s) kadar gelen tüm peygamberlerin hayatları için kullandıkları gibi, Efendimizden sonra Hz. Ebû Bekr’in halifeliği ile başlayan ve günümüze kadar gelen Müslümanların tarihi için de kullanmaktadırlar. Bazı tarihçiler; bu terkibi sadece Allah Rasûlünün hayatı için kullanırken, bazıları da, Allah Rasûlünün hayatı ile başlatıp günümüze kadar gelen Müslümanların tarihi için de kullanmaktadırlar.
Bizce en makul olan görüş şu şekildedir; Kur’an ve sahih sünnete konu edilen peygamberlerin tarihi için “İslâm Tarihi” terkibinin kullanılması doğru iken, Hz. Peygamberimizin vefatı ile başlayan ve günümüze kadar gelen tarihede “Müslümanların Tarihi” terkibini kullanmak daha doğrudur. “İslâm Tarihi” terkibini Müslümanların tarihi için kullandığımızda, Müslümanların yaptıkları nice olumsuzlukları İslâm’a nispet etme durumu söz konusu olmaktadır. Oysa İslâm, Allah’ın her türlü eksikliklerden münezzeh dininin adıdır. Onda eksiklik ve kusur yoktur. Lakin kendilerini o dine nispet eden Müslümanlarda ise, beşer olmaları hasebiyle yanlışta, kusurda söz konusu olabilmektedir. Bundan dolayı Müslümanların problemlerle dolu tarihine “İslâm Tarihi” diyerek İslâm’a nispet etmek yerine “Müslümanların Tarihi” diyerek kendilerini İslâm’a nispet eden Müslümanlara atfetmek daha doğru bir tanımlama olsa gerekir.
SİYER-İ NEBİ’NİN KAYNAKLARI
Her türlü ilmin neşet ettiği bir kaynağı söz konusudur. Efendimizin hayatını konu alan Siyer-i Nebi’nin de neşet ettiği kaynakları elbette ki vardır. Doğru bir Siyer bilgisine ulaşmak için, bu kaynaklardan istifa de edilmelidir. Efendimizin hayat hikâyesini bize öğreten kaynaklar, önem sıralamasına göre şu şekildedir;
1. Kur’an-i Kerim: Allah Resûlünün hayat hikâyesi ile ilgili en sağlam ve kesin bilgilere ulaşabileceğimiz kaynak, hiç kuşkusuz ki Allah’ın Kitabı Kur’an-ı Kerim’dir. Kur’an-ı Kerim, Efendimizin hayatını baştan sona aktarmaz, aksine O’nun hayat hikâyesinden bazı bölümlere yer verir. Bunu yapmasındaki maksat, peygamberin hayatını anlatmak değil, yaşanan o hadiseler üzerinden kıyamete kadar insanlara ders ve mesajlar vermektir. Şu bir gerçek ki, vahyin indiği olaylara atıf yamaması, inen vahyin pratiğe aktarıcısı olan Allah Rasûlünün hayatını gündeme alarak konu edinmemesi düşünülemezdi. Kur’an, bir hayatı inşa etmek için inmekteydi. Dolayısıyla da, inşa etmek istediği hayatla ilgili hadiselere vurgular yaparak örnekler üzerinden bu inşasını gerçekleştirdi.
Kur’an-ı Kerim, Bedir, Uhud, Ahzab, Huneyn ve Tebûk savaşları, Hudeybiye antlaşması, Mekke’nin Fethi, Hıristiyan ve Yahudiler ile ilgili durumları ve sosyal hayatla ilgili nice olayları konu edinmektedir. Bir taraftan Müslümanların olaylar karşısındaki tutumlarını gündeme getirirken, bir taraftan da kâfir, münafık, Yahudi ve Hıristiyanların olaylara verdikleri tepkilerini konu edinmektedir. Kısacası Kur’an, o günün sosyal hayatıyla iç içeydi, gelişen olaylar üzerine âyetler iniyor, peygamber ve mü’minler uyarılıyor, takviye ediliyor, kâfirleri ise korkutuluyor, onların kurdukları plan ve ihanetleri Müslümanların gündemine getiriliyordu. İşte bunun gibi Peygamberimizin hayatını konu alan nice kesitler çokça Kur’an’da konu edinilmektedir. Kur’an, her türlü gaybı bilen, verdiği bilgilerde yanılma ihtimali hiç olmayan Allah’ın Kitabı olması hasebiyle, peygamberimizin hayatı içinde ilk başvuru kaynağımız olmalıdır. Kur’an’ın açık bir şekilde bildirdiği bir konuyla ilgili bilgiler, bundan sonraki kaynaklarda geçen bilgilerle çeliştiğinde, Kur’an’daki bilgiler referans alınmalı, diğer bilgiler dikkate alınmamalıdır.
2. Hadisler; Kur’an-ı Kerim’den sonra, Siyer-i Nebi ile ilgili en sağlam bilgileri elde edeceğimiz kaynak ise muteber hadis kaynaklarıdır. Hadis rivayetleri, bu kaynaklara alınırken çeşitli kriterlere tabi tutulduğunu görmekteyiz. Peygamberimizden gelen her söz ve O’nun hayatını konu alan her türlü bilgi, hadis kitaplarına Âlimler tarafından olduğu gibi kabul edilmemiş, ancak bir takım şartlara uydukları taktirde bu kitaplarına alınmıştır. Bu tür bir titizlik de, ister istemez bu kaynaklarda geçen bilgilerin, bu özeliklere sahip olmayan diğer kaynaklarda geçen bilgilerden daha sağlam olma durumunu ortaya çıkarmaktadır. Bütün bunlarla birlikte hadis kaynaklarında geçen her türlü bilgi mutlak doğrudur anlamına da gelmemektedir. Çünkü; bir söz ve olayın doğruluğunu test etmek için oluşturulan kurallar insanlar tarafından belirlenmiş; vahiy ve Allah ve Rasûlü tarafından belirlenmemiş, yani içtihadidir. Dolaysıyla bu kaynaklarda yer alan bilgilerin yanılma payı her daim söz konusudur. Ayrıca, bu kaynaklar insan ürünü oldukları için insanlar, bilerek veya bilmeyerek hataya düşmüş olabilir, yanlış bir bilgiyi doğru diye nakletmiş olabilirler. Hadisler; bir sahabenin aklında kaldığı veya şahit olduğu kadarını ifade ederken, hadisin arka planını ve söyleniş maksadını tespit etme imkânı çoğunlukla söz konusu olamamaktadır. Söylenen sözün arka planı ve söyleniş maksadını tam olarak kavramdan da bütüncül bir neticeye ulaşmamız mümkün değildir.
Bütün bunlara rağmen Kur’an’dan sonra en doğru bilgilere ulaşacağımız kaynak hiç kuşkusuz ki hadis kaynaklarıdır. Bunlar da; Buhâri’nin Sahihî, Müslim’in Sahihî, Ebû Dâvud’un Süneni, Tirmizi’nin Süneni, İbn Mâce’nin Süneni, Nesâi’nin Süneni, Ahmed b. Hanbel’in Müsnedi, İmam Mâlik’in Muvattası gibi kaynaklardır. Sahihlik bakımından bunlardan daha alt derecede olan başka hadis kaynakları da söz konusudur. İlim ehlince bu kaynaklar da malumdur. Konumuzun daha fazla uzamaması için bunlarla iktifa ediyoruz.
3. Tarih Kitapları: Siyer-i Nebi ilmiyle ilgili diğer bir kaynağımız da tarih kitaplarıdır. Efendimizin hayatını konu alan tarih, siyer ve meğazi kitapları da Siyer-i Nebi için birer bilgi kaynaklarıdır. Lakin bu kitapların içerdiği bilgiler Kur’an ve Hadisler kadar sahih olmayabilir. Çünkü bu kitaplara bilgiler alınırken, hadisler gibi kritere tabi tutularak alınmamıştır. Dolayısıyla da güvenirlikleri daha düşük bir seviyededir. Şunu da söylemek istemiyoruz; “Bu kitaplarda konu edilen bilgilerin hiç güvenirliliği yoktur, bu bilgiler; o kitapları yazanlar tarafından uydurulmuştur” gibi bir iddiayı doğru görmüyoruz. Özetle demek istiyoruz ki, herhangi bir tarih, siyer ve meğazi kitabında geçen bir bilgi, mutlak doğrudur yanılgısına kapılmamalı, dini onun üzerine inşa etmemeliyiz. Hele bu kaynaklardaki bilgiler bunlardan önceki kaynaklar olan; Kur’an-ı Kerim ve Sahih hadislerle çelişmesi durumunda, bu haberlere hiç itibar etmemeliyiz.
Belli başlı siyer kitaplarına da şunları örnek verebiliriz;
Siyer-i İbn İshak - (ö.151): Bu kitap alanında yazılan ilk eser olarak kabul edilir. Lakin bu gün elimizde İbn İshak’ın yazdığı bir eser bulunmamaktadır. Biz bu eserden ancak onun talebesinin talebesi olan, İbn Hişam’ın eserinde haberdar olmaktayız. İbn İshâk’dan önce de bu konuda eser yazanların olduğu söylense de bu eserler kapsayıcı ve kuşatıcı eserler olmadıkları görülür. İbn İshâk’ın eseri ise daha kuşatıcı olarak yazılmıştır. Bundan dolayı İbn İshâk siyer ve meğâzi ilminin üstadı kabul edilmiştir.
Siret-i İbn Hişam (ö.218): Bu eser günümüze kadar gelen en eski eserlerden birisidir. Kronolojik olarak Allah Rasûlünün hayatını konu alan bu eser; Siyer ilmi için bir kaynak konumundadır. Bu eser, kendinden sonra yazılan hemen her eserin başucu kaynağıdır. Türkçeye de tercüme edilerek 4 cilt olarak yayınlanmıştır.
Vakıdî (ö. 207), el-Megaziyü’n-Nebeviyye ve Tarih-i Kebir: Bu eser, meğazi kitabıdır. Siyer konusunda oldukça önemli bilgiler ihtiva etmektedir. Yalnız kitabın yazarı Vakıdî, hem yaşadığı çağın, hem de daha sonra gelen âlimlerin çok sert ve şiddetli eleştirilerine muhatap olmuştur. Birçoğu onun verdiği bilgileri sahih olarak görmemiş ve ondan yapılan nakilleri kabul etmemişlerdir. Bununla birlikte bu eserde Siyer-i Nebiyle alakalı birçok bilgiler yer almakta, tarihçiler tarafından siyer kaynakları arasında gösterilmektedir. Bu kitabın Türkçeye tercümesi hâlen söz konusu değildir.
İbn Sa’d (ö. 230), Tabakâtü’l-Kübrâ: 13 cilt olarak şu an elimizde mevcut bulunan bu eserin ilk iki cildi Efendimizin hayatını konu almakta, geri kalan ciltler ise, sahabe ve tabiînin hal tercümelerini içermektedir. Bu eserde Siyer’in kaynakları arasında gösterilmektedir. Bu eser; 11 cilt olarak Türkçeye tercüme edilerek yayınlanmıştır.
el-Belâzurî (ö. 279), Ensâbu’l-Eşraf ve Fütühu’l-Buldân: Ensâbu’l-Eşraf adlı kıymetli eseri, hocası İbn Sa’d’ın Tabakat’ı gibi, birçok şahsiyet hakkında bilgiler vermekte, özel olarak da, Efendimiz’in dedeleri, amcaları ve amcaoğullarından başlayarak, Emeviler döneminin sonlarına kadar büyük bir Müslümanların tarihi niteliği taşımaktadır. Özellikle Efendimiz’i anlattığı bölümlerde çok orijinal ve başka hiçbir eserde olmayan bilgiler aktarmaktadır. Belâzurî’nin ikinci kıymetli eseri ise Fütühu’l-Buldân’dır. Beldelerin fetihleri anlamında olan bu eser de, Efendimiz’in hicretinden başlayarak, Hz. Ömer dönemindeki fetihlere kadar geçen süreci anlatmaktadır.
Taberî (ö. 310), Tarihu’t-Taberî: Bu eser; Hz. Âdem (a.s.) ile başlayarak Hz. Muhammed’a (s.a.s.) kadar olan tarihi içermektedir. Peygamberler tarihi hüviyetinde olan bir eserdir. Eser, 4 cilt olarak, Türkçeye tercüme edilerek okuyucuların istifadesine sunulmuştur.
İbn Esir (ö.630), el-Kamil fi’t-Tarih: Peygamberler tarihi dahil Efendimizin de hayatını konu alan kitap, Selçuklu devletine kadar Müslümanların tarihini de konu almaktadır. Kitabın bir cildi, Efendimizin hayatını konu almaktadır. Eser 10 cilt olarak kaleme alınmış, Türkçeye de muhtelif yayın evleri tarafından tercüme edilerek basılmıştır.
İbn Kayyim el-Cevziyye (ö.751) Zadü’l-Me’ad: Bu eser Allah Rasûlünün hayatını fıkhı boyutuyla gündeme alan bir eserdir. Eser, öncelikle Allah Rasûlünün hayatından bir kesit naklederek bunu üzerinden konuyla ilgili fıkhı itilafları enine boyuna gündeme alarak, hangisinin daha doğru olduğunu delileriyle ispat etmeye çalışır. Allah Rasûlünün hayatıyla ilgili bilgilerden çok fıkhı konuları içeren bir kitaptır. Bu eser 6 cilt olarak, Türkçeye tercüme edilerek okuyucuların istifadesine sunulmuştur.
Muhammed Ebû Zehra (ö. 1974) Son Peygamber Hz. Muhammed (s.a.s.): Bu eser kronolojik olarak Allah Rasûlünün hayatını konu almaktadır. Bazen, açıklayama ihtiyaç duyulan konularda açıklamalar yapılıyor, yeri geldiği zaman fıkhı konuları özel olarak ele almaktadır. Bazen de rivayetleri tahlil ederek eleştiri sunmaktadır. 3 cilt olarak Türkçeye tercüme edilerek yayınlanmıştır.
Safiyurrahman Mübarek el Furi (ö. 2006), Hz. Peygamberimizin Sîreti, Ahlâkı ve Daveti: Bu eser Allah Rasûlünün hayatını kronolojik olarak çok detaya inmeden gündeme almakta, Allah Rasûlünün ahlâkıyla ilgili özet bilgiler içermektedir. Bununla bitlikte, eski dinlere ait olan eserlerde Allah Rasûlüne işaret olan bilgileri de okuyucunun gündemine getirmektedir. Bu eser de tek cilt halinden birçok yayın evi tarafından Türkçe tercümesi yapılarak okuyucuların istifadesine sunulmuştur.
Muhammed Hamidullah, (ö. 2002) İslâm Peygamberi: İki ana bölümden oluşan bu eser, birinci bölümde Efendimizin hayatın konu alırken, ikinci bölümde o tarihte var olan kurum ve kuruluşlar olmak üzere bir çok konuyu ele almaktadır. Bu kitabı diğer kitaplardan ayıran bir başka husus ise yazarın olayları anlatırken vermiş olduğu coğrafi bilgilerdir. İyi bir araştırmacı olan Muhammed Hamidullah, bu araştırıcılığını kitabına da yansıtmıştır. Fıransızca yazılan bu eser, diğer kitaplardan ayrı bir usûl kullanarak numaralandırma yapılmıştır. Kitap bu usulle 1947 numaradan oluşmaktadır. Eser, Türkçe’ye tercümesi yapılarak yayınlanmıştır.
Celalettin Vatandaş, Hz. Peygamberin Hayatı ve Dâveti: Bu eser de iki cilt olarak hazırlanmıştır. Eser, Allah Rasûlünün hayatını kronolojik bir şeklide gündeme almakta, Efendimizin hayati ile güncel hayat arasında ilişki kurulmaktadır. Bu anlamda konularla ilgili tüm rivayetleri nakletmek yerine, onları kendi yorumlarıyla gündeme getiren yazar, günümüz toplumsan hayatına Efendimizin hayatı üzerinden ışık tutmaktadır. Bu eser, İslamî camiaların ders halkalarında en fazla okuttuğu siyer kitapları arasında yer almaktadır.
BİRİNCİ BÖLÜM
İSLÂM ÖNCESİ DÜNYA
Öncelikli olarak Arap Yarımadasının durumunu özet bir şekilde gündeme getirmek istiyoruz. İslâm güneşin doğduğu ve oradan başlayarak dünyayı aydınlattığı o coğrafyayı, genel hatlarıyla tanıtmak istiyoruz. Burada maksadımız konuları gündeme getirirken detaya inerek yelpazeyi geniş tutmak değil, aksine konuları özetleyerek resmi göstermeye çalışmak istiyoruz. Okuyucuya resmi göstererek o toplum hakkında genel bir kanaatinin oluşmasını amaçlıyoruz. Hiç kuşku yok ki, detaya inildiğinde olumlu ve olumsuz daha nice yönleri olan bir toplum olduklarını hatırlatmak istiyor, detay bilgiler edinmek isteyenleri konuyla ilgili yazılmış olan eserlere müracaat etmeye davet ediyoruz.
ARAP YARIMADASININ GENEL DURUMU
Arabistan; bir taraftan Hind okyanusu, bir taraftan kızıl deniz, bir taraftan Basra Körfezi, bir taraftan da Anadolu ile çevrilen yarım adaya verilen isimdir. Güneyinde Yemen, kuzeyinde ise Suriye bulunmaktadır. Asya, Avrupa ve Afrika kıtasının tam ortasındadır. Bu sebepler bu coğrafyı, çok stratejik öneme sahip olan bir bölge kılmaktadır.
Miladi 6. yüzyıla geldiğimiz de, bu coğrafyanın en güneyinde yer alan Yemen; Hıristiyan Habeşlilerin kontrolünde, kuzey tarafları yine Hıristiyan Bizans’ın kontörlünde, doğu tarafı ise Mecusi Sasanilerin egemenliği altındaydı. Hicaz bölgesinde ise genel itibariyle herhangi bir devlet gelenekleri olmayan, kabile taassubunun hâkim olduğu siyasi bir yapılanmaları söz konusuydu. Bu bölgenin bir devlet gelenekleri yoktu. Bununla birlikte birçok kabilenin bazı konularda ortak hareket etmeleri söz konusu olabiliyor, toplumu ilgilendiren konularda beraberce hareket edebilecekleri bir “site devleti” modelleri söz konusu olabiliyordu. Bazı Arap kabileleri de göçebe bir hayat yaşıyorlardı.
ARABİSTAN BÖLGESİNİN İNANÇ YAPISI
PUTÇULUK:
Araplar, çoğunluk olarak kendilerini Hz. İbrahim (a.s.) dinene nispet ediyorlardı. Lakin İbrahim’in (a.s.) tevhid dini, zaman içerisinde yozlaşarak putperestliğe evrilmişti. Ataları İbrahim’in (a.s.) Hanif olan dinini, zaman içerisinde bozarak kendi hevalarının ürünü olan bir din meydana getirmişlerdi. Tabi ki bunu sadece hevaya bağlamak doğru değil, birçok farklı din ve kültürden etkilenmede yaşamışlardı.
Putperestliğin hicaz bölgesine girmesi, işte bu etkilenmenin bir neticesiyle olmuştu. Huzâalıların lideri olan Amr b. Luhayn, Şam tarafına yaptığı bir ziyaret neticesinde, o toplumun puta tapmalarından etkilenerek o bölgeden bir put alıp Mekke’ye getirilerek dikilmesi ve ona tapmayı teşvik etmesiyle putçuluk Hicaz bölgesine girmişti. Ve süreç içerisinde Arap toplumu, tamamen putperest bir toplum haline gelmişti.
Hicaz Araplarının taptığı büyük putlar ise şunlardır; Lât, Menât, Uzzâ ve Hubel putlarıdır. Kur’an bu putlara şu şekilde atıfta bulunmaktadır; “Ne dersiniz Lât, Uzzâ ve üçüncüsü Menât’a? Demek oğullar size, kızlar Allah’a, öyle mi? bu ne insafsız bir taksim. Bunlar, sizin ve atalarınızın taktığı bir takım isimlerdir. Allah onlar hakkında hiçbir delil indirmemiştir. Onlar bu konuda ancak zanna ve kendi heveslerine uymaktadırlar. Halbuki Rableri tarafından kendilerine hidâyet (Kur’an) gelmiştir.” (Necm, 19-23) Bu putların her biri, büyük bir Arap kabilesinin putudur. Bu büyük putların haricinde birde küçük putlar vardır. Daha çok uğur getirir, yolculuk esnasında yanlarında taşıyarak tapmak için edindikleri başka putları da söz konusu olabiliyordu. Hemen her kabilenin bir putu vardı ve Kâbe’nin içini bu putlarla doldurmuşlardı. Yaklaşık olarak Kâbe’ye doldurdukları putların sayısı 360 civarındaydı.
Araplar müşrikleri, putları Allah’a ulaşmada bir aracı kabul ediyorlardı. Kendilerinin direk Allah’a ulaşmalarının mümkün olamayacağını, Allah katından itibarı olan putlar vesilesiyle ancak Allah’a ulaşabileceklerine inanıyorlardı. Konuyu Kur’an şu şekilde gündeme getirmektedir; “Bil ki halis din Allah’ındır. O’nu bırakıp bir takım veliler edinenler; ‘Biz onlara, yalnız bizi Allah’a yaklaştırsınlar siye tapıyoruz’ derler. Şüphesiz Allah, ihtilafa düştükleri şey hakkında hüküm verecektir. Allah yalancı ve hakkı inkar eden kimselere asla hidâyet nasip etmez” (Zumer, 3)
İlahi vasıflar yükleyerek taptıkları putlara, hediyeler sunuyorlardı. Hatta Nübüvvetten önce, Kâbe’nin yeniden inşa edilme sebeplerinden bir tanesi de Kâbe’nin içindeki bulunan putlara sunulan değerli eşyaları çalan hırsızlara engel olmak arzularıydı. Bundan dolayı yeni inşa edilen Kâbe’nin, duvarlarını yükseltmiş ve kapısını da yaklaşık iki metre yükseğe yapmışlardı. Yine Peygamberimiz Mekke’yi feth ederek bu putları yıkınca, yanlarında çokça değerli eşyaların çıktığı rivayetlerin bize aktardığı hakikatlerdir.
Ayrıca taştan yontarak ilah haline getirdikleri, putlar adına kurbanlar kesiyor, adaklar adıyorlardı. Kâbe’nin etrafında bir takım taşlar vardı ve Araplar bu taşların üzerinde putlar adına kurban keser, kestikleri bu kurbanların kanlarını yüzlerine sürerlerdi.
Putları kutsal varlıklar olarak gördükleri için onlar adına yemin ediyorlardı. Yemin; bir toplumun en kutsal kabul ettiği varlığın adını anrak sözünü kuvvetlendirmek için söylediği sözdür. Putperest toplumlar için en yüce varlıklar putlar olduğu için, yeminlerinde putlarının adını anıyorlardı. “Lât’a yemin olsun” “Uzzâ adına…” diye başladıkları yemin cümleleri çok oluyordu. Allah’a da yemin ettikleri oluyordu. Diğer putların adını andıkları kadar, Allah’ın adını da ancak o kadar anıyorlardı.
Putperest Araplar, putların insanlara fayda ve zarar vereceklerine inanıyorlardı. Putların insanlara zarar vererek insanları çarpması inancı, çok eski putperestlerin de inancıydı. Ad kavminin ileri gelenleri Hûd’a (a.s.) şunu söylüyorlardır; "Biz: 'Bazı ilahlarımız seni çok kötü çarpmıştır' (demekten) başka bir şey söylemeyiz." (Hûd, 54) Hicretin 9. yılında Medine’ye gelerek Allah Rasûlü ile görüşen Tâif heyeti, putları olan Lât’a dokunulmamasını istemişlerdi. Allah Rasûlü ise putların mutlaka yıkılması gerektiğini ifade edince, onlar; “Biz onu yıkamayız, bize zarar vermesinden korkuyoruz” diyerek bunu yapamayacaklarını söylemişlerdi. Allah Rasûlü de, bu işi üzerine alarak, Hâlid b. Velid ve Muğîre b. Şu’be’yi göndererek Lât’ı yıktırmıştı.
Putlar, Arapların hayatının merkezinde olan varlıklar olduklarından, her türlü önemli işlerinde onlara müracaat ediyor, uğur getireceğine inandıklarından dolayı herhangi bir iş yapmak istediklerinde, o işin kendileri hakkında hayırlı mı yoksa şer mi olduğunu anlamak için putların yanında fal okları çekiyorlardı. Üzerinde “yap”, “yapma” ve “boş” yazan okları bir torbanın içine koymuşlardı. Önemli bir iş yapmak isteyenler Zülhalesa putunun yanındaki bu fal oklarını çeker, eğer “yap” yazan ok çıkarsa o işi yapar, yok “yapma” yazan o çıkarsa o işi yapmaktan vaz gereç, üzerinde “boş” yazısı olan ok çıkarsa, fal oku çekme işini bir daha denerdi. Bu uygulamayı putların yanında yapmalarının sebebi, putların kendilerine yardım edeceğine dair inançlarıydı.
“Putların kulu” manasına gelen isimleri çocuklarına veriyorlardı. Özellikle Abduluzzâ (Uzzâ’nın kulu) ismi çok kullanılan bir isimdi. Peygamberimizin amcası Ebû Leheb’in asıl ismi de, Abduluzzâ’dır.
Ayrıca trajikomik bir şekilde, sefere çıkacakları zaman putlarını helvadan yapar, gittikleri yerde ona tapar, acıktıklarında ise başka bir şey kalmayınca onları yerlerdi. Hz. Ömer’e izafe edilen bir sözde, cahiliyye dönemine ait bu uygulamayı her hatırladığında güldüğü söylenir. Yine putlar, işlerine gelmeyen bir neticeye sebep olduklarında, onlara hakaret etmekten de kendilerini alamıyorlardı. İmru’ül-Kays b. Hucr, intikam amacıyla Ben-î Esed’e baskın yapmadan önce Zülhalesa’ya putunun yanına gidip üç defa fal oku çekmiş, her defasında yasaklayıcı ok çıkması üzerine, okları kırıp putun üzerine fırlatarak; “Eğer senin baban öldürülmüş olsaydı beni bu intikamdan alıkoymazdın” demiş, ardından da Ben-î Esed’in üzerine yürüyerek onları yenmiştir.
Atalara bağlılık, o toplumda çok güçlü temayül olduğundan dolayı, putlar atalarının dinini temsil ettikleri için, atalarına bağlılığın bir neticesi olarak putlara çok bağlıydılar. Putlara tapma anlayışı Hicazda inanç birliği oluşturuyordu. Hemen her kabile puta taptıkları için, putlar adeta aralarındaki ortak payda olduğundan dolayı putlara sahip çıkıyor, hatta ölümleri pahasına putlara tapmaktan vazgeçmiyorlardı.
TOPLUMSAL YAPILARI
Kabilecilik ve kabile taassubu o toplumun temel bir karakteri durumundaydı. Genelde kabileler arasına rekabet söz konusu olmaktaydı. Herkes, eli silah tutacak yaşa geldiğinde haklı veya haksız olsun kabilesinin yanında yer almak zorundaydı. Her kabile kendi atalarıyla övünür, kendi kabilesinin diğer kabilelerden daha üstün olduğuna inanıyordu.
Kabileler arasındaki rekabet bazen kanlı savaşlara sebebiyet veriyordu. Kabilenin güçlü olması adam sayısının çok olmasına bağlıydı. Buda ister istemez savaşta kabileyi savunacak birisi olmasından dolayı “erkek” çocuğunu önemli kılıyordu. Bütün bu sebeplerden dolayı erkek çocuk Araplar için güç demekti. Bu hususu peygamberimizin dedesi Abdumütalibin üzerinden de görmek mümkündür. Zemzem kuyusunu kazarken Abdumütalibin tek bir oğlu vardı. İleride güçsüz duruma düşeceğini düşündüğü için, Allah’tan 10 tane erkek çocuk istiyor, hatta 10 çocuğu olursa birisini kurban olarak adayacağını vadediyordu.
Kız çocuklarına ise çok değer vermiyorlardı. Bunun temel sebebi, kabileyi düşmana karşı koruyacak gücünün olmaması, savaşlarda düşmanın eline geçerek düşmanın cariyesi olması gibi sebeplerden dolayı kız çocuklarını erkek çocukları gibi değerli görülmüyordu. O toplumda yaşayanların bir kısmı, kız çocukları dünyaya geldiği zaman ya utanıyor, ya kınamalara muhatap oluyor veya kızı biraz büyüdüğünde götürüp onu diri diri toprağa gömüyordu. Kur’an cahiliyye Arapların bu anlayışlarını şu şekilde ifade etmektedir; “Demek erkek size, dişi O'na öyle mi?” (Necm, 21) “Onlardan birine kız (çocuk) müjdelendiği zaman içi öfkeyle-taşarak yüzü simsiyah kesilir.” Necm, 58) “Diri diri toprağa gömülen kıza, hangi günah sebebiyle öldürüldüğü sorulduğunda!” (Tekfir, 8-9)
Yine o toplumun, toplumsal yapısını oluşturan önemli bir faktör de kölelik müessesidir. Köleler, toplumsal yapının en alt tabakasını oluşturan toplumsal sınıftı. Daha çok savaşlarda esir alınan insanlar köleleştiriliyor, köleleştirilen bu insanları efendilerinden satın alarakda sahip olabiliyorlardı. Köleler insan değil, ancak bir mal muamelesi görüyorlardı. Karın topluğuna efendisinin her türlü ihtiyaçlarını karşılamak zorundaydılar. Kendi iradeleriyle kölelikten kurtulamıyor, ya efendisinin azat etmesiyle, yada efendisiyle yapacağı “özgürlüğünü satın alma” antlaşmasıyla kölelikten kurtulabiliyordu. Bekâr olan kadın köleler/cariyeler, efendilerinin aynı zamanda istedikleri zaman yatağına aldığı kimselerdi. Kimileri de, bekâr olan kadın kölelerine para karşılığında fuhuş yaptırıyordu. “…Namuslu yaşamak isterlerse, dünya hayatının geçici menfaatini elde etmek için câriyelerinizi fuhuş yapmaya zorlamayın. Kim onları zorlarsa bilinsin ki Allah, onların zorlanmaları sebebiyle bağışlayıcıdır, esirgeyicidir.” (Nur, 33)
Neredeyse köleler, o toplumun yarısını oluşturuyordu. Kölelerin mal ve mülk edinme hakları söz konusu olmamaktaydı. Kölelerin edindikleri mallar efendilerine aitti. Ayrıca kölelikten kurtulan kimseler toplumsal sınıf olarak hiçbir zaman asil insanlar gibi kabul edilmiyor, köleler ve asiller arasında “mevali” denilen orta bir sınıfı oluşturuyordu.
Cahiliye toplumunun bir başka problemi yönü ise içkinin yaygın olarak tüketilmesiydi. İçki o kadar fazla tüketiliyordu ki, hemen içki içmeyen insan yok gibiydi. Ticaretlerinde en fazla alıp sattıkları şey içkiydi. Fazla içki içebilmeyi bir üstünlük sayılıyordu. İçki kesin olarak Medine döneminin dördüncü yılında, Mâide sûresi 90. âyet ile yasaklanıncaya kadar, sahabelerin de çoğu içki tüketiyordu.
Yine o toplumumun toplumsal problemlerinden biriside kumardı. Daha çok şans oklarıyla oynadıkları kumar, o toplumda da kolay para kazanma yolarından birisiydi.
Cahiliyye toplumlarının müptela olduğu ve toplumsal problemlere yol açan hususlardan birisi de zina ve fuhşun yaygın olmasıydı. Risalet öncesi Arap toplumunda, fuhuş yaygın olarak bulunmaktaydı. O toplumda fuhuş evleri olduğu gibi, cariyeler para karşılığında fuhşa zorlanıyor, fuhuş kimi insanlar için adeta kazanç kapısı durumundaydı. Hz. Âişe annemizden gelen bir rivayet bize, cahiliyenin bu konudaki karnesini resmetmektedir. Söz konusu rivayet özet olarak şu şekildedir;
Cahiliye döneminin kadın erkek arasındaki münasebetler 4 şekilde oloyurdu;
- Normal Nikah: İslâm’ın da uygun gördüğü şekilde yapılan nikahtır. Akıllı ve rüşt çağına ulaşmış bir erkek ve kadının kendi iradeleriyle belirli bir mehir karşılığından evlenmeleri.
- Soylu evlat sahihi olmak isteyen kimselerin; özellikle de kölelerin, toplumun soylu olarak kabul ettiği birine karısını göndererek onunla yatmasını istemesi, bunun neticesinde de soylu evladının olmasını istemesi.
- Birden fazla erkeğin bir kadınla ilişkiye girmesi ve bunun sonucunda kadın hamile kalarak çocuğu doğurduğunda, ilişkiye girdiği erkeklerden birisine çocuğu “senindir” diyerek vermesi ve o çocuğun nesebinin o dama bağlanması şeklindeki uygulama.
- Üzerlerinde fuhuş evleri olduğunu belli eden bayraklar asılan evlerdeki kadınlar, birden çok erkekle ilişkiye giriyordu. Eğer kadın hamile kalır ve çocuğu dünyaya getirirse doğan çocuk, kadınla ilişkiye giren hangi adama benziyorsa işin uzmanı tarafından tespit ediliyor ve nesebi o adama bağlanıyor, o damada bunun kabul etmemezlik etmiyordu. (Buhari, Nikah 36; Ebû Davud, Talak 33, (3272)
Bütün bunlar o toplumda kadın erkek arasındaki çarpık ilişkilerin hangi boyutlarda olduğunu göstermektedir.
EKONOMİK HAYAT
Hicaz bölgesi çorak ve uçsuz bucaksız çöllerden oluştuğu için, o bölgede tarım ve zirai ürünler, bazı yerler hariç yetişmiyor, insanlar geçimlerini ticaretle sağlıyorlardı. Yemen ve Şam tarafına gönderdikleri ticaret kervanları vesilesiyle gelir elde ediyor, bununla da geçimlerini sağlıyorlardı. Hac aylarında Mekke’de panayırlar/fuarlar kuruluyor, bir taraftan Hac ibadeti yapılırken bir taraftan da alış veriş yaparak kazanç elde ediyorlardı. Hicazın bazı bölgelerinde tarım ürünleri yetiştirilirken, özellikle Mekke’de bu söz konusu olmamaktaydı. Diğer bölgelere oranla Mekke ticarete daha muhtaç bir yerdi. Mekkeliler geçinmelerini sağlamak için ticaret yapmak zorundaydılar.
Birçok ahlâki değerden yoksun oldukları için ticaretlerinde haksız kazanç sağlıyor, hile ve aldatmaya başvuruyorlardı. Bu problem Kureyş’in saygınlığına zarar verecek bir boyuta ulaştığında, içlerinden bazıları bu uygulamalara dur diyebilme adına, “Hulfu’l Fudûl” adındaki müessesi kurarak bunlarla mücadele etmeye çalışmışlardı.
Yine cahiliyye dönemi ekonomik uygulamalarında bir tanesi de, tefecilik anlamındaki faiz idi. Bu uygulama zenginlerin fakirlere borç para vermesi, günü geldiğinde ödeyememesi durumunda ise, yeni bir vade günü belirleyerek ödeyeceği paranın miktarını artırmak şeklinde oluyordu. Ebû Leheb’in Kureyş ile birlikte Bedir savaşına katılmama sebebi, faizli borç verdiği birisini kendi yerine borcunun silme karşılığında savaşa göndermesidir.
İBADETLERİ
İbrahim (a.s)’dan beridir yürüklükte olan Hac ibadeti, cahiliyye Araplarının da yapageldikleri bir ibadetti. Lakin asli yapısını bozarak içerisine birçok hurafe karıştırmışlardı. Allah’ın adını zikretmeleri gereken yerlerde atalarının adını anıyorlardı. İnsanların günlük elbiselerle tavaf yapmalarını doğru görmeyerek ya yeni elbiseler satın alarak o elbiselerle, yada çıplak olarak tavaf yapmaları gerektiğine inanıyorlardı. Günlük elbiselerle günah işlendiğini, dolayısıyla tavafın o elbiselerle yapılamayacağına inanıyorlardı. Bunun için ya giyildiği zaman hiç günah işlenmemiş bir elbiseyle, bu söz konusu değilse yeni satın alınan bir elbiseyle veya çıplak olarak tavaf yapılması gerektiğini düşünüyorlardı. Yeni elbise alacak durumu olmayanlar Kâbe’yi gece çıplak olarak tavaf yapmak zorunda kalıyordu.
Yine farklı şekilde de olsa Namaz kıldıklarını Kur’an’dan öğreniyoruz; “Beytullah’ın yanında onların namazı ıslık çalmak ve el çırpmaktan ibarettir. Madem öyle, küfrünüze karşılık azabı tadın!” (Enfal, 35) Yine bazı rivayetlerde oruç tutulduğuna dair de nakiller söz konusudur.[4] Yine daha öncede geçtiği gibi kurban ibadetleri de söz konusuydu. Gerek hac ibadeti için, gerekse de putlar ve dikili taşlar için kurban kestikleri söz konusuydu.
Arap cahiliyesi, din adamı olarak kabul ettikleri kahinlere ayrı bir ilgi gösteriyorlardı. Karşılaştıkları ve içinden çıkamadıkları durumlarda kahinlere baş vuruyor, onların yönlendirmesiyle hareket ediyorlardı. Hz. Peygamberimizin dedesi Abdulmüttalib de, oğlunu kurban edeceği zaman kahine başvuruyor ve onun yönlendirmesiyle hareket ediyordu.
O toplumun bir başka ibadeti ise putlara secde etmeleri, el sürmeleri ve putların etrafında tavaf yapar gibi dönmeleriydi. Bu uygulamalar da cahiliyye Araplarının yaptığı ibadetlerdendi.
ARAPLARDAKİ OLUMLU ÖZELİKLER
Altıncı arsın Arap toplumunun cahiliyye toplumu olarak kabul edilmesi, onların hiç iyi yönlerinin olmadığı anlamına gelmemektedir. O toplumda da nice olumlu yönleri olan insanlar söz konusuydu. Bunları şu şekilde saymak mümkündür; Edebiyat ve söz sanatında çok mahirdiler. Okuma yazma oranının düşük olmasına rağmen şiirde bir hayli ilerlemiş, hatta söz sanatı adeta o toplumun öne çıkan en önemli özelliği haline gelmişti. Toplantılarda ve panayırlarda şiir yarışmaları yapılır, başarı elde eden şiirler Kâbe’nin duvarına asılırdı. Şiir ve söz sanatında bu kadar mahir olmalarından dolayı Kur’an, bu yönüyle onlara mucize (bir benzerini getirmekten insanları acze düşüren) bir kitap olarak gönderilmiştir.
Yine cahiliyye Arapları, asalete çok önem veriyorlardı. Asil bir soydan geldikleri için övünüyor ve asaletlerine gölge düşürecek şeylerden sakınıyorlardı. Ebû Süfyân’ın Bizans kralı Harekleus karşısında Efendimizle ilgili sorulara doğru cevap vermesinin nedeni, yalan söylediği taktirde asaletine zarar geleceği korkusuydu.
Cahiliyye Araplarının bir başka olumlu özellikleri, cömert olmalarıydı. Misafir ağırlamayı ve misafire ikram etmeyi severlerdi. Hz. İbrahim’in misafire ikram etme sünnetini onlarda, atalarından devraldıkları bir özellik olarak sürdürüyorlardı. Hacıları misafir olarak görüyor ve onlara su ve yemek ikramı için adeta birbirleriyle yarışıyorlardı. Bu görevlerde bulunmak kabileler için büyük bir şerefti.
Bir başka olumu özellikleri de, zorluklara karşı dirençli olmalarıydı. İçerisinde yaşadıkları çöl hayatının bir gereği olarak, zor yaşam koşullarına karşı dirençli, düşmana karşı da savaşçı kimlikleriyle ön plandaydılar.
Ayrı bir özellik olarak da, kabile dayanışması ve silah-ı rahmi sayabiliriz. Kabile bireyleri arasında çok güçlü bir dayanışma söz konusuydu. Hatta bu yönleri o kadar ön plandaydı ki, haklı ve haksız demeden kabile bireylerini korumak için canlarını vermekten uzak durmuyorlardı. Bundan dolayı yıllara dayanan kabile savaşları söz konusu olmaktaydı.
Cahiliyye Araplarının geneli, bilinen manada şehir hayatında yaşamadıklarından dolayı, insan ilişkilerinde açık yürekli, sözünü esirgemeyen bir tavırları söz konusuydu. İnsan ilişkilerinde içleri ve dışları farklı değil, kalpleri nasılsa davranış ve sözleri de o şekildeydi.
Bunların haricinde daha başka birçok olumlu özellikleri bünyelerinde barındırıyorlardı. Lakin burası bunun yeri olmadığı için daha fazla detaya girilmeyecek, verilen örnekler konunun anlaşılmasına katkı sağlayacağını umuyorum.
HANİFLER
Cahiliyye Arapları içerisinde, sayıları çok az ve etkin olmasalar da kendilerini Hz. İbrahim’in (a.s.) dinin en doğru temsilcileri olarak gören Hanifler de vardı. Bunlar şiddetli bir şekilde putları reddediyor, putlara dair bütün uygulamalara şiddetle karşı çıkıyorlardı. Putlara kaşı bu tutumlarının haricinde o topluma sunabilecek bir alternatifleri de yoktu. Sayılarının da az olması hasebiyle, putperest diğer Araplar tarafından da ciddi bir tepkiyle karşılaşmıyorlardı.
Kendilerini Hanifliğe nispet eden kişilerin en önde gelenleri şunlardı; Kus b. Said, Zeyd b. Amr, Ümeyye b. es-Sakâfi, İbnu’l Kays gibi şahsiyetlerin isimlerini zikredebiliriz. Efendimiz İslâm dâvetine başladığında bunlardan hayatta olanlar, O’nun dâvetine icabet etmek bir tarafa, diğer Araplar gibi düşmanca bir tavır takınmışlardır.
HIRİSTİYANLAR
Hıristiyanlık Arabistan’ın güneyi ve kuzeyinde çok etkin bir dindi. Yemen, Hıristiyan Habeşistan’ın egemenliği altında olduğundan, o gölgede Hıristiyanlık yayılmış bir durumdaydı. Arap yarımadasının kuzeyinde yer olan Şâm, Filistin civarları da yine Hıristiyan olan Bizans’ın etkisiyle Hıristiyanlaşmıştı.
Hz. Îsa’nın (a.s) getirdiği hak din olan İslâm, Pavlus tarafından değiştirilerek Hıristiyanlığa dönüştürülmüştü. Hayatında Hz. Îsa’nın düşmanı bir Yahudi olan Pavlus, vefatından sonra ona iman ettiğini söyleyerek kendi düşüncelerini din olarak sunmaya başlıyor ve neticede Pavlus’un yorumladığı hususlar süreç içerisinde din olarak kabul ediliyor.
Hz. Îsa’ya, onun dinine ve o dinin müntesibi Müslümanlara 300 yıl baskı yapan Doğu Roma İmparatoğluğu, miladi 320 yılında Kral Konstantin Hıristiyanlık inancını benimsemesi ve devletin resmi dini haline getirmesiyle Hıristiyan oluyor. Hemen akabinde, 325 yılında İznik Konsilini toplayarak Hıristiyanlığı, Romanın da kabul edebileceği şu anki haline getirerek resmileştiriyor. Roma; Hz. Îsa’nın tevhid dinini değil, içerisine putperestliği de yerleştirdiği şu anki Hıristiyanlığı oluşturmuş, sonrada resmi din olarak kabul etmiştir. Teslis inancı, bu aşamada Hıristiyanlığın içerisine sokulmuş, yine İsâ ve Meryem heykelleri, haç sembolü de bu süreçte dinin içerisine girmiştir. Yine “tanrının hakkı tanrıya, kralın hakkı da krala” anlayışı da bu süreçte İncillerin içerisine yerleştirilmiştir.
Roma imparatorları, tanrının yeryüzündeki temsilcileri olarak kabul ediliyordu. Bu inanç, Roma’nın Hıristiyanlığı kabul etmesiyle, evrilerek Hz. İsâ’nın “tanrının oğlu” olduğu inancına dönüşmüştür.
YAHUDİLİK
Yahudiler Arabistan’ın kuzey batı tarafı olan, Küdüs civarında etkindiler. Ayrıca Babil kralı Buhtunnasr, Küdüs’ü işgal ederek büyük bir kıyım yaptığı zaman, bazı Yahudiler kaçarak hicaz taraflarına gitmişlerdir. Bu sebeple Hayber ve civarı, Medine gibi Hıcaz’ın bazı şehirlerinde Yahudiler de yaşıyorlardı.
Yahudiler kutsal kitaplarını tahrif etmiş, işlerine gelmeyen kısımları çıkartmış, istedikleri hususları da kitabın içerisine dâhil etmişlerdir. Kitabın kelimelerini tahrif ederek kitabı değiştirdiklerini Kur’an şu şekilde gündeme getiriyor; “Ey peygamber! Kalpleri inanmadığı halde ağızlarıyla "iman ettik" diyenlerden ve Yahudilerden küfürde yarışanlar seni üzmesin. Onlar hep yalana kulak verirler, sana gelmeyen başka bir kesimi dinler dururlar; kelimeleri konulduğu anlamlarından kaydırıp değiştirirler. "Eğer size şu verilirse hemen alın, eğer o verilmezse uzak durun" derler. Allah bir kimseyi fitneye düşürmek isterse elbette Allah’ın iradesine karşı senin elinden hiçbir şey gelmez. İşte onlar Allah’ın, kalplerini temizlemek istemediği kimselerdir. Onların dünyadaki hakkı büyük bir rezilliktir. Âhirette de onlar için büyük bir azap vardır.” (Mâide, 41)
“Yahudilerden bir kısmı kelimelerin mânalarını çarpıtıyorlar. Dillerini eğip bükerek ve dine saldırarak “işittik ve karşı geldik; dinle, dinlemez olası, râinâ” diyorlar. Eğer onlar “Dinledik ve itaat ettik, dinle ve bizi gözet” deselerdi şüphesiz kendileri için daha hayırlı ve daha doğru olacaktı; fakat inkârları sebebiyle Allah onları lânetlemiştir. Artık pek az inanırlar.” (Nisâ, 46) Tahrif edilmiş bir dine inanıyorlar.
Kendilerini seçilmiş bir topluluk olarak görüyorlar, Allah’ın sevgilileri ve oğullarıyız diyorlardı; “Yahudiler ve Hıristiyanlar «Biz Allah'ın oğulları ve sevgilileriyiz» dediler. De ki: Öyleyse günahlarınızdan dolayı size niçin azap ediyor? Doğrusu siz de O'nun yarattığı insanlardansınız. O, dilediğini bağışlar ve dilediğine azap eder. Göklerde, yerde ve ikisinin arasında ne varsa mülkiyeti Allah'a aittir. Sonunda dönüş de ancak O'nadır.” (Mâide, 18) Dolayısıyla Yahudi olmayanların kendileriyle eşit olamayacağını, diğer kavimlerin ancak kendilerine hizmet etmeleri için yaratıldığını söylüyorlardı.
Kendilerinden olmayanlara, dinlerinin yasakladığı şeyleri yapmakta bir beis görmüyorlardı. Kendi aralarında faiz gelirini meşru görmezken, Yahudi olmayanlara faizli para vermeyi helal görüyorlardı; “Ehl-i kitaptan öylesi vardır ki, ona yüklerle mal emanet bıraksan, onu sana noksansız iade eder. Fakat onlardan öylesi de vardır ki, ona bir dinar emanet bıraksan, tepesine dikilip durmazsan onu sana iade etmez. Bu da onların, «Ümmîlere karşı yaptıklarımızdan dolayı bize vebal yoktur» demelerindendir. Allah adına bile bile yalan söylüyorlar.” (Âli İmrân, 75) Ayrıca, kendilerine haram olan yiyecekleri Yahudi olmayanlara satmakta bir beis gömüyorlardı.
Hz. Îsa (a.s.), onlara müjdelenen ve bekledikleri Mesih olduğu halde, onun kabul etmedikleri gibi hatta onu katletmek için Roma devletiyle işbirliği yaptılar. Ayrıca nice peygamberleri arzularına uymayan şeyleri getirdikleri gerekçesiyle katletmişlerdir; “Andolsun biz İsrâiloğulları’ndan kesin söz almış ve onlara peygamberler göndermiştik. Ne zaman bir peygamber onlara nefislerinin hoşlanmadığı bir şey getirdiyse, bir kısmına yalancı dediler, bir kısmını da öldürdüler.” Mâide, 70)
Ayrıca Uzeyir’i Allah’ın oğlu olarak görenler olduğu gibi; “Yahudiler "Üzeyir Allah’ın oğludur" dediler…” (Tevbe, 30) Allah’ın nimetlerine karşı nankörlük edenler de söz konusuydu.[5] Peygamberlerine; “Dediler ki: “Ey Mûsa! Onlar orada bulundukça, biz oraya asla girmeyeceğiz. Sen ve Rabbin gidin, onlarla savaşın. Biz burada oturacağız.” (Mâide, 24) diyenler olduğu gibi, peygamberlerinden kendilerine put yapmasını istemeler de vardı; “İsrailoğullarını denizden geçirdik, orada kendilerine mahsus birtakım putlara tapan bir kavme rastladılar. Bunun üzerine: Ey Musa! Onların tanrıları olduğu gibi, sen de bizim için bir tanrı yap! dediler. Musa: Gerçekten siz cahil bir toplumsunuz, dedi.” (A’raf, 138) bu ve buna benzer daha nice olumsuzluklar onların taşkınlıklarından bir kısmıdır.[6]
Medine’de üç büyük Yahudi kabilesi vardı, bunlar; Ben-i Kaynuka, Ben-i Nâdir ve Ben-i Kurayza kabileleriydi. Ayrıca, Hayber ve Dûmet-ül Cendel’de de Yahudiler yaşamaktaydı.
DÖNEMİN İKİ SÜPER GÜCÜ
Miladi 6. yüz yıla geldiğimiz de, dünya üzerinde iki süper gücün olduğunu görmekteyiz. Birisi bu günün Hıristiyan batı dünyasının selefleri olan Bizans, diğeri de kadim bir geçmişi olan ve bu günkü İran’ın selefleri olan Sasani imparatorluğudur. Bunlarla birlikte dünyanın diğer coğrafyalarında irili ufaklı birçok devletler söz konusudur. Lakin bu iki devlet kadar toplumlar üzerinde otoriteleri yoktu.
- Bizans
Putperest bir geçmişleri olsa da, miladi 320’de Hıristiyanlığı resmen kabul etmiş ve Hıristiyanlık dinini benimseyen bir devlettir. Selefleri olan Roma’dan devraldıkları çok büyük bir devlet gelenekleri vardı. Avrupa, Anadolu ve Arap yarımadasının kuzeyi gibi, çok büyük bir coğrafyaya hükmediyorlardı.
- Sasaniler
Ateşperest bir toplumdu. Zerdüştlük dinine mensuplardı. Kutsal kitap olarak “Avasta”ya inanıyorlardı. Mecusilik, Zerdüşlüğün en fazla kabul gören din anlayışıdır. Mecusilikte en öne çıkan inanç, ateşi kutsal kabul ederek ona tapmak anlayışıdır. Ayrıca Mecusiler, kâinatta bir iyilik birde kötülük tanrısının olduğuna inanılar. Ayrıca bu iki tanrının da devamlı kâinat ve insan nefsi üzerinde birbirleriyle mücadele ettiklerine inanırlar.
Süreç içerisinde Mecusiler içerisinde ortaya çıkan mezheplerden bir tanesi, Mazdekizimdir. Mazdekler; insanın da malın da tüm insanlara ait olduğunu, dolaysıyla da, mülkiyet hakkı ve bir kadına sahip olma hakkı diye bir şeyi kabul etmiyor, malın ve kadının toplumun ortak değeri olduğunu savunuyorlardı. Bu anlayışdan dolayı da, her türlü cinselliği serbest görüyorlardı. Bu inanç eksi İran’da o kadar yayılmıştı ki, Sasani imparatorlarından bazıları bu inancı benimsedikleri için evelenmenin yasak olduğu yakınlarıyla evelenmişlerdir.
Mecusilik içerisinde Mazdekizme bir tepki olarak ortaya çıkan bir başka mezhep de, Manehizimdir. Bunlar Mazdeklere tepki olarak ortaya çıktıkları için, her türlü evliliği yasak kabul ediyorlardı. Bunlara göre insan neslinin üremesini engellemek gerekmekteydi. Çünkü bu felsefeye göre insan nesli çoğaldığında kötülüklerde çoğalacaktı. Toplum bir aşırılıktan diğer bir aşırılığa bu mezhepler eliyle savruluyordu.
Sasaniler, doğuda çok büyük bir coğrafyaya hükmeden güçlü bir devlet gelenekleri vardı. Putperest bir inanca sahip olduklarından, her türlü toplumsal sapmayı yaşıyorlardı. Devletin toplum üzerinde ezici bir baskısı vardı. Pers milliyetçiliğine dayanan bir toplumsal yapı oluşturduklarından dolayı başta komşuları Araplar olmak üzere diğer kavimleri küçümsüyorlardı.
BUDİZM VE BARAHMANİZM
Miladi 6. yüzyılda Arap yarımadasının hemen yakınında bulunan Hind diyarında da başka din anlayışı olan Budizm ve Barahmanizm etkindi. Bu bâtıl dinler, Hind kıtasında hakim durumdaydılar.
Budistler, Buda’nın mistik ve ruhçu öğretisini benimsedikleri için, manastırlarda Mirvana’ya ulaşmak için uzlet hayatı yaşıyor, dünya nimetlerinden uzak durmayı temel dini bir referans olarak görüyorlardı. İnsan, kendisini mutsuz edecek şeylerden kurtulması için öncelikle nefsini kötü arzulardan kurtarması gerektiğine inanıyorlardı. Bunu gerçekleştirmek içinde nefsin arzularına karşı çıkarak onları yok etmeye çalışmak gerektiğine inanıyorlardı. Bunun için rahat yatak vb. şeylerde değil, eziyet veren yerlerde yatmak gerektiğine inanıyor ve öyle yapıyorlardı.
Benzer durum Barahmanistler için de söz konusudur. Barahmanistler de öne çıkan en önemli husus ise kast sistemidir. Bu dine göre insanlar dört sınıfa ayrılmaktadırlar. Birinci sınıfı; tanrıları olan Barahma’nın başından yaratılan din adamları ve bilginler sınıfı oluşturmaktadır. İkinci sınıf; Barahmanın karnından yaratılan askerler ve soylular sınıfı oluşturmaktadır. Üçüncü sınıf; Barahmanın bacakalarından yaratılan tüccar, esnaf ve çiftçi sınıfından oluşmaktadır. Dördüncü sınıfı ise; Barahmanın ayaklarından yaratılan köleler ve pis işlerde çalışan işçiler sınıfı oluşturmaktadır. Bir beşinci sının daha vardır ki, bunlara “parya” denilmekte ve bunlar insan bile sayılmamaktadır. Bu dine göre, sınıflar arasında herhangi bir geçiş söz konusu değildir. Bu sınıflar arasında eşitlik olmadığından, sınıflar arası evlilikte yasaktır. Yani üçüncü sınıf olan “köleler sınıfında” doğan bir kimse, bir üst sınıfa asla geçiş yapamaz, bu sınıfın dışında başka bir sınıftan olan kadınlarla da evlenemez, bunlardan doğan çocuklarda köleler sınıfından sayılırdı.
Bütün bunlar bize miladi 6. yüzyıla geldiğimizde, dünyanın inanç mozaiğinin nasıl bir yapıya sahip olduğunu göstermektedir. İnsanların din olarak kabul ettiği her hayat görüşü, insanların dünya ve ahiret saadetini yakalamalarına olanak sağlayacak nitelikte olmadığı gibi, tam aksine insanları her geçen gün dünyada huzurlu bir şekilde yaşamaktan uzaklaştırarak kaos ve kargaşanın içerisine sürüklediğini görmekteyiz. İşte böyle bir atmosfer içerisinde daha önce defaatle doğan İslâm güneşi, karanlıklar içerisinde kalan insanlar üzerine bir kez daha doğuyordu.
Risalet İçin Neden Arap Yarımadası Seçilmiştir?
Konuyla ilgili olarak birçok görüş ortaya atılmıştır. Bu serdedilen görüşlerin hepsi içtihadidir. Genel manada Allah’ın taktiri ve dilemesi olarak ifade etmek en doğru yaklaşımdır. Lakin, Rabbimizin neden bu şekilde dileğinin hikmetini anlama çabamızın da olmasının bir mahzuru yoktur. Bu çerçevede alimlerin de gündeme getirdikleri hususlar şunlardır;
Genel olarak Hicaz bölgesinde, özel manada da Mekke’de otoriter bir devlet anlayışının olmaması; Mekke’de, Sasani ve Bizans’ta olduğu gibi baskıcı bir otoritenin olmaması; dolayısıyla da dâvetin baskı altına alınarak önünün kesilmemesi, o bölgenin seçilmesi için bir sebeptir. Hatırlanacağı gibi, Îsa, Zekeriyya ve Yâhya (a.s.) Doğu Roma’ın hâkimiyeti altında peygamberlik mücadelesini sürdürdüklerinden dolayı, kendilerine hayat hakkı tanınmadı, dâvet baskı altına alındı hata peygamberlerin hayatına bile kast edildi. İnsanlığa son bir çağrı olan ve kıyamete kadar yürürlükte kalacak bir dinin, böyle baskıların olduğu bir yerde hayat bulmasının zorlaşacağı muhakkaktır. Mekke’de ise, kabile gücüne dayanan bir siyasal sistem olduğundan dolayı, kabileler birbirlerine karşı güç dengesi oluşturuyor ve genel olarak bir kabilenin diğerlerine baskı uygulaması söz konusu olmuyordu.
Arap Yarımadasının coğrafi durumu da, o bölgenin seçilmesinde önemli bir etkendir. Doğusunda Aysa kıtası, kuzeyinin Avrupa kıtası ve batısında ise Afrika kıtası yer almaktaydı ve Arap yarımadası tüm bu bölgelerin ortasında bulunuyordu. Buda, dâveti o kıtalara yayılmasında önemli bir etken durumundaydı. Dolayısıyla da, Arap Yarımadasının tercih edilmesinin sebeplerinden birisi de budur.
Allah’a kulluğun en barız simgesi olan Kâbe’nin, o coğrafyada olmasından dolayı o bölgenin seçilmiş olması da kuvvetle muhtemeldir. Her ne kadar bölge halkı tevhitten uzaklaşarak şirkte bulaşmış olsalar da, Kâbe’nin Allah’ın evi olduğunu biliyor ve hürmet gösteriyorlardı. Ayrıca Kâbe, bütün Araplar için kutsal kabul ediliyor ve bundan dolayı sık sık uğradıkları bir beldeydi. Gerek Hac için, gerekse de ticaret yapmak kastıyla, insanlar akın akın bu beldeye geliyorlardı. Böyle bir konuma sahip olması da dâvetin orası üzerinden yayılmasını kolaylaştıracaktı.
İşte bu gibi etkenlerden dolayı Rabbimiz, İslâm güneşinin tekrardan doğacağı yer olarak Arap yarımadasını seçmiştir. İslâm güneşi, o bölgeden başlayarak dünyanın geri kalan kısmını aydınlatacaktı.
MEKKE’NİN TARİHİ
Mekke’nin tarihini Hz. Âdem (a.s.) ile başlatan tarihçiler olduğu gibi, İbrahim (a.s.) ile başlatanlar da vardır. Kur’an’da bu iki görüşünde doğru olabileceğine dair deliller söz konusudur. Hz. Âdem ile başladığını söyleyenler kendilerine delil olarak aldıkları âyet şudur; “Şüphesiz, âlemlere bereket ve hidayet kaynağı olarak insanlar için kurulan ilk ev (mâbet), Mekke'deki (Kâbe)dir.” (Ali İmran, 96) Bu âyette geçen “insanlar için kurulan ilk ev” ifadesi, bu düşüncenin doğru olduğunun bir işareti gibidir. Çünkü İslâm ilk insandan beridir Allah’ın insanlara gönderildiği bir dindir. Dolayısıyla da İbrahim (a.s.) zamanına kadar insanların toplu olarak ibadet edecekleri bir mekânın bulunmaması düşünülemez.
Ayrıca şu âyette bu konuya delil olarak öne sürülmüştür; “Ey Rabbimiz! Ey sahibimiz! Namazı dosdoğru kılmaları için ben, neslimden bir kısmını senin Beyt-i Harem'inin (Kâbe'nin) yanında, ziraat yapılmayan bir vâdiye yerleştirdim. Artık sen de insanlardan bir kısmının gönüllerini onlara meyledici kıl ve meyvelerden bunlara rızık ver! Umulur ki bu nimetlere şükrederler.” (İbrahim, 37) görüldüğü üzere bu âyette İbrahim (a.s.) çocuklarını; “Senin beytinin yanına” bıraktım ifadesi söz konusudur. Bu ifadeden de anlaşılıyor ki, Kâbe İbrahim (a.s.)’dan önce yapılmış, Kâbe Mekke’de bulunduğu için İbrahim (a.s.)’da çocuğunu ve eşini buraya bırakmıştır.
İbrahim (a.s.) zamanından başlatanlar ise; bir taraftan tarih kitaplarındaki rivayetleri, bit taraftan da Kâbe’nin İbrahim ve İsmâil (a.s.) tarafından yapıldığını ifade eden âyeti delil getirmektedirler. Âyet şu şekildedir; “وَاِذْ يَرْفَعُ اِبْرٰه۪يمُ الْقَوَاعِدَ مِنَ الْبَيْتِ وَاِسْمٰع۪يلُۜ رَبَّنَا تَقَبَّلْ مِنَّاۜ اِنَّكَ اَنْتَ السَّم۪يعُ الْعَل۪يمُ “Bir zamanlar İbrahim, İsmail ile beraber Beytullah'ın temellerini yükseltiyor, (şöyle diyorlardı:) Ey Rabbimiz! Bizden bunu kabul buyur; şüphesiz sen işitensin, bilensin.” (Bakara, 127) Bu âyet-i kerime de Kâbe’nin temellerinin İbrahim ve İsmâil (a.s.) tarafından yükseltildiği söylenmektedir. Dolayısıyla da Mekke’in ilk yerleşimcileri Hacer ve İsmâil olduğu yönündeki rivayetlerin doğru olduğunu, Kâbe’yi de ilk olarak, bu iki peygamberin yaptığını gösteriyor demektedirler.
İster birinci görüş esas alınsın, ister ikinci görüş alınsın, bize ulaşan tarihi verilere göre Mekke’nin tarihi şu şekildedir. İbrahim (a.s.) Keldanilere yönelik yaptığı tebliğde bir netice alamaması ve babası tarafından kovulması neticesinde Allah’ın kendisine hicret izni vermesiyle birlikte, Allah’ın da yönlendirmesiyle karısı Hacer ve oğlu İsmâil’i, o dönemde yaşamın olmadığı Mekke’ye bırakmasıyla başlıyor.
Hz. İbrahim’in, Hacer ve İsmâil’i çorak bir arazi olan ve kimselerin yaşamadığı Mekke vadisine bırakıyor. Sonra geriye döneceğini söylediğinde Hacer annemiz; kendilerini o vadiye neden bıraktığını, bunu kendi kararıyla mı yoksa Allah’ın emriyle mi yaptığını sormuştur. İbrahim’in (a.s.) Allah’ın emriyle yaptığını söylemiş, bunun üzerine Hacer annemiz, Allah’ın kendilerini yalnız bırakmayacağını söyleyerek bu karara teslimiyet göstermiştir. Tarihi rivayetlerin bize aktardığına göre; daha çocuk denilecek yaşlarda olan İsmâil, susuyor ve Hacer annemiz ona su aramaya çıkıyor. Sâfa ve Merve tepeleri arasında su bulma umuduyla koşuşturuyor. Tam ümidini kestiği bir zamanda Allah İsmâil’ın ayağının altından zemzem suyunu çıkartarak onları nasiplendiriyor. Bazı alimler, Hac ve Umre de, Sâfa ve Merve arasında yapılan Say’ın Hacer annemizin bu koşturmasına bir atıf olduğunu söylemektedirler.
Allah’ın lütfuyla suyun çıkması neticesinde, Ben-i Cürhüm kabilesi Hacer annemizden izin isteyerek o bölgeye yerleşiyorlar. İşte bu vesileyle Mekke vadisinde yaşam yeniden başlamış oluyordu.
İsmâil (a.s.) evlilik çağına geldiğinde, Ben-i Cürhümlü bir kızla evleniyor. Bu şekilde de Ben-i Cürhüm ile akrabalık bağları oluşuyor.
Birkaç kez Mekke’yi ziyaret eden İbrahim (a.s.), bu ziyaretlerinin birisinde oğlu İslmâil ile birlikte, Kâbe’yi inşa ediyorlar. Konu daha öncede bir vesileyle gündeme getirdiğimiz âyette şu şekilde ifade edilmektedir; “وَاِذْ يَرْفَعُ اِبْرٰه۪يمُ الْقَوَاعِدَ مِنَ الْبَيْتِ وَاِسْمٰع۪يلُۜ رَبَّنَا تَقَبَّلْ مِنَّاۜ اِنَّكَ اَنْتَ السَّم۪يعُ الْعَل۪يمُ “Bir zamanlar İbrahim, İsmail ile beraber Beytullah'ın temellerini yükseltiyor, (şöyle diyorlardı:) Ey Rabbimiz! Bizden bunu kabul buyur; şüphesiz sen işitensin, bilensin.” (Bakara, 127)
Hz. Peygamberimizin, İsmail (a.s.) ile aralarında 40 atası olduğu tarihçiler tarafından söylenmektedir. Tarihçiler arasında İlk 20. atası olan Adnan’a kadar isimler üzerinde ittifak söz konusu olsa da, ondan sonraki İsmâil’e kadar olan 20 atası üzerinde ittifak yoktur. Adnan’a kadar atalarının isimleri şu şekildedir; Adnân - Mead - Nizâr - Mudar - İlyâs - Müdrike - Huzeyme - Kinâne - Nadr - Mâlik - Fihr (Kureyş) - Galib - Lüey - Kâ‘b - Mürre - Kilâb - Kusay - Abdümenâf - Hâşim - Şeybe (Abdülmuttalib) - Abdullah – Muhammed (s.a.s.)
Peygamberimizin ataları arasında önemli bir takım hadiselerde ismi geçenleri, kısaca gündeme getirelim;
Peygamberimizin 12. sıradaki atası olan Firh b. Mâlik, Kureyşin kendisine nispet edildiği şahsiyettir. Kureyş kabilesinin bütün boyları Kureyş lakabıyla anılan Firh b. Mâlik’in soyundan gelmektedirler.
Huzâa kabilesi, daha önce Kureyş kabilesini yenilgiye uğratarak Mekke’den uzaklaştırmış ve birçok bölgeye dağılmalarına sebebiyet vermişlerdi. Peygamberimizin beşinci sıradaki atası olan Kusay b Kilab, Huzzâalıları Mekke’den uzaklaştırarak Kureyşi yeniden Mekke’de toplamayı başarmıştır.
Peygamberimizin üçüncü sıradaki atası olan Haşim b. Abdülmenaf, Dar’un Nedve’yi inşa ederek, yönetim üzerinde diğer kabileleri de söz sahibi yaptı. Bu şekilde de klasik manada olmasa da bir devlet oluşturulmuş oldu. Mekke’nin idaresi konusunda alınacak kararların kabilelerin birlikte karara bağlayacağı bir parlamento bu şekilde oluşmuş oldu. Dar’un Nedve, bundan sonra Mekke’de yaşayan kabilelerin önde gelenlerin iştirak ettiği bir yönetim merkezi olarak varlığını sürdürdü. Ayrıca Efendimizin kabilesi, bu atasına nispetle Haşimoğulları olarak isimlendiriliyordu.
Peygamberimizin ataları içinde hayatıyla ilgili en fazla bilgiye sahip olduğumuz kişi hiç kuşkusuz ki, Abdulmütalib b. Haşim (Şeybe)’dir. Babası Haşim, ticaret için uğradığı Medine’de Neccâroğullarından bir kadınla evlenir. Haşim, ticaret için gittiği Gazze’deyken vefat eder ve Abdulmütalib Medine’de dünyaya gelir. Saçındaki beyazlıktan dolayı ona Şeybe adını koyarlar.
Haşim’in kardeşi Mütalib, Haşim’in Medine’de erkek bir çocuğunun oluğundan haberdar olur ve Medine’ye gider. Annesini de ikna ederek onu Mekke’ye getirdi. İnsanlar onu Mütalib’in kölesi zannederek ona Abdulmutalib ismini verdiler. Asıl adı Şeybe olmasına rağmen Abdulmütalib isimle anılır olmuştur.
Abdulmütalib, Haşimoğullarının en büyüğü ve idarecisi olduğu zaman, rüyasında Zemzem kuyusunun bulunduğu yeri gördü ve onu bulmak için çalışmalara başladı. Netice de Uzzâalıların kapattığı zemzemi ve orada gömülü bulunan değerli eşyaları buldu. Zemzem kazılırken Abdulmütalibin Hâris adında tek bir oğlu vardır. Mekkeliler onu, tek oğlu olduğu için ayıplıyorlardı. Oda Allah’a dua ederek eğer kendisine on tane erkek çocuğu verirse birisini Allah’a kurban edeceğini adadı.
Abdulmütalibin daha sonra 16 tane çocuğu dünyaya geldi. Bunlardan 10 tanesi erkek 6 tanesi de kız. Erkek çocuklarının isimleri şu şekildedir; Haris, Zübeyr, Ebû Talib, Leheb,(Asıl adı, Abduluzza dir.) Kusem, Dırar, Mukavvim,(Asıl adı; Abdulkâbe olduğu söylenir) Hacl, Hz. Hamza (r.a) ve Hz. Abbas (r.a)'dır. Bunların içinde iman edenler ise; Hz. Hamza ve Hz. Abbas’tır. Kızlarının isimleri ise şu şekildedir: Beyzâ, Berra, Atike, Safiyye, Erva, Ümeyme’dir. Bunlardan Atike, Safiyye, Erva iman etmiştir.
Abudulmütalip, 10 tane erkek çocuğu olunca adağını yerine getirmek istedi. Çocuklarını toplar ve aralarında kura çeker. Kura Abdullah’a çıkar. Adağını yerine getirmek için hazırlanan Abudulmütlibe, Mekkeliler izin vermek istemezler. Çıkış yolu olarak da, kâhin bir kadına giderek danışmasını söylerler. Oda kâhine gider ve kâhin kadının kendisine sunduğu şu öneriyi kabul eder; O dönemde Arapların fal oklarının bulunduğu Zülhalesa putunun yanında, fal oku çekmesini ister. Fal oklarının bulunduğu çuvala birinde Abdullah, değerinde de 10 deve yazan iki ok koymasını ve develer çıkıncaya kadar develeri onar onar artırmasını söyler. O da, bunu yapar ve oklar hep Abdullah’a çıkar. Neticede devler 100 ulaştığında, develerin isminin yazılı olduğu ok çıkar. Emin olmak için iki defa daha okları çeker ve yine develerin yazıldığı ok çıkar. Bunun üzerine Abdullah’ın kesilmemesi gerektiğinden emin olan Abdulmütalib, 100 deveyi keserek insanlara dağıtır ve Abdullah’ı kurban etmekten vazgeçer. Bu uygulamadan sonra, öldürülen bir kişinin kan diyeti, 100 deve olarak örfleşir.
FİL VAKAASI
Habeşistan kralı Necaşi’nin Yemen valisi olan Ebrehe, Sana’ya büyük bir kilise yapar ve insanlara Kabe’yi değil de, bu kiliseyi ziyaret etmelerini emreder. Bunu duyan Araplardan birisi, bu kiliseye giderek bir tarafına pisler. Bu olaya çok öfkelenen Ebrehe, biraz da amacına ulaşmak için Kabe’yi yıkarak, insanları ticaret merkezi haline getirmek istediği Sana’ya çekmek gayesiyle 60 bin kişilik bir ordu hazırlayarak yola çıkar. Bu orduda 13 tanede Fil bulunmaktaydı
Yolda bazı Arap kabileleri onunla savaşır, lakin 60 bin kişiden oluşan ordu karşısında bir varlık gösteremez ve Ebrehe’nin ilerleyişini durduramazlar. Bazı kabileler ise, putlarına dokunması için onlara yardımcı olurlar. Netice de ordu, Mekke’nin dibine kadar gelir. Mekkeliler haberi aldıklarında, karşı koyamayacaklarını bildiklerinden Mekke’yi terk eder dağlara çekilirler. Abdulmütalib, Kabe’nin örtüsünü tutarak putlara değil yalnız Allah’a dua ederek Kâbe’yi korumasını ister.
Ebrehe Mekke yakınlarında ki Mugammes mevkiinde karargâhını kurduğunda, Mekke’nin en büyüğü olduğu için Abdulmütalibi huzuruna çağırır. Ebrehe’nin huzuruna çıkan Abdulmütalib, Ebrehe’den develerini ister ve Ebrehe bundan dolayı kendisini ayıplar; “Ben senin ve atalarının kutsal kabul ettiğin mabedini yıkmaya geldim, seni ise develerinin derdindesin” der. Abudulmütalib ise, “Ben develerin sahibiyim, Kâbe’nin sahibi de Allah’tır, dilerse evini size karşı korur” diyerek karşılık verir. Ebrehe develerin Abdulmütalibe verilmesini emreder. Devlerini alan Abdulmütalib oradan yarılır.
Ebrehe, ordusuna harekete geçme emri verir. Lakin Filler bir türlü hareket etmiyorlardı. Yemene doğru çevirdiklerinde hareket eden filler, Kâbe’ye doğru çevirdiklerinde çöküp kalıyorlardı. İşte bu esnada Kur’an-ı Kerim’de, Fil sûresinde ifade edilen akıbet meydana geldi. Ebabil kuşları attıkları taşlarla orduyu darmadağınık hale getirdiler. O günün şartlarında çok büyük bir ordu olan 60 bin kişilik Ebrehe ordusu, Allah’ın gazabına uğrayarak yok olurlar. Ebrehe de, Allah ile savaşa tutuşmanın bedelini ordusuyla birlikte feci bir şekilde canıyla ödemiş oldu. Olay, Kur’an-i Kerimde Fil sûresinde şu şekilde bize ibret alalım diye nakledilir; “Rabbin fil sahiplerine neler etti, görmedin mi? Onların kötü planlarını boşa çıkarmadı mı? Onların üstüne ebabil kuşları gönderdi. O kuşlar, onların üzerlerine pişkin tuğladan yapılmış taşlar atıyordu. Böylece Allah onları yenilip çiğnenmiş ekine çevirdi.” (Fil, 1-5)
Fil olayı Peygamberimizin doğumundan 50-54 gün önce gerçekleşmiştir.
Peygamberimizin babası Abdullah, Abdulmütalib’in çok sevdiği bir oğluydu. Evlilik çağına geldiğinde O’nu Mekke’nin soylularından olan, Âmine binti Vehb’le evlendirmişti. Abdullah, eşi hamileyken Şâm’a ticarete gitmek için yola çıkmış, ticaret kervanı Medine’ye vardığında orada hastalanmış ve dayıları olan Neccâroğullarının yanında vefat etmişti.
Vefat ettiğin de, Âmine 6 aylık hamileydi. Efendimizin doğumdan 2 ay sonra öldüğünü söyleyenlerde vardır. Âmine kocasının ölüm haberini duyduğunda çok üzülür ve kocası için ağıtlar yakar.
Abdullah, miras olarak birkaç tane koyun, beş tane deve ve Ümmü Eymen adında Habeşli kadın bir köle miras olarak geriye bırakmıştı.
DOĞUM VE PEYGAMBERLİ ÖNCESİ
Efendimizin doğumu, Miladi 571 yılı, Nisan ayının 20-21 gününe denk gelmektedir. Kameri takvimin göre ise, Rabi’ul Evvel ayının 9 veya 12 günü, dünyaya gelmiştir.
Siyer ve mağazi kitaplarında yer alan; Âmine annemizin; “Onu doğurduğum zaman benden Şam’ın saraylarını aydınlatacak bir nur çıktığını gördüm” sözü gibi haberlere itiyatla yaklaşılmalıdır. Yine o doğduğu gün, Kisra’nın sarayında çatlaklar oluştuğu, Mecusilerin bin yıldır yanan ateşlerinin söndüğü, sünnetli olarak dünyaya geldiği, sırtında peygamberlik mührünün bulunduğu gibi rivayetlere de ihtiyatla yaklaşılmalıdır. Bu anlatılanlar mutlak doğrudur yaklaşımıyla kabul edildiğinde birçok müşkül durum ortaya çıkmaktadır.
Abdulmütalib, peygamberimiz doğumuna çok seviniyor ve onu Kâbe’ye götürerek dua eder ve ona, Araplar arasında pek bilinmeyen Muhammed adını verir.
Peygamberimizin ilk sün annesi, Ebû Leheb’in cariyesi olan Suveybe’dir. Bu kadın, peygamber Efendimizin amcası Hz. Hamza ve Ebû Seleme’yi de emzirmiştir.
EFENDİMİZİN SÜTANNEYE VERİLMESİ
Mekkeliler, yeni doğan çocuklarını kırsalda yaşayan ailelere ücret karşılığında süt emzirsinler diye veriyorlardı. Sütanneye verme geleneğinin Mekke’de niçin gerekli görüldüğüyle ilgili olarak şu yorumlar yapılmıştır:
- Mekke’de veba vb. hastalık olması; Sıcakların doruk noktaya çıktığı zamanlar Mekke’de veba ve humma gibi hastalıklar da artıyor, bundan dolayı yeni doğan çocuklar bu hastalılara dayanamıyor, bazen vefat ediyorlardı. Bunun içinde yeni doğan çocuklar Mekke dışındaki ailelere veriliyordu.
- Dil eğitimi; Mekke, bir taraftan Hac için gelen, bir taraftan da ticaret için gelen tüccarlar vesilesiyle, bir taraftan da, Mekkeli tüccarların yaptıkları ticaret seferlerinde yabancı birçok kelimeyi Arapçanın içerisine taşımış ve bu şekilde de, dil orijinal özelliğini belirli ölçüde yitirmişti. İşte bu sebepten dolayı aileler, yeni doğan çocuklarını bu etkileşimden kurtarmak ve saf Arapçayı öğrenmeleri sağlamak için, kırsal kesimlerde yaşayan kabilelere sütanneye verme ihtiyacı hissediyorlardı.
- Çocukların sütanneye verilmelerinin bir başka gerekçesi de Mekkeli kadınların yeteri kadar sütlerinin olmayışı olduğu söylenmektedir.
- Bir başka gerekçe olarak da, fiziksel güzelliklerine önem veren Mekkeli kadınlar, çocuk emzirerek göğüslerinin sarkmasını istemediklerinden dolayı çocuklarını sütanneye verdikleri söylenmektedir.
Ücret karşılığında emzirmek için süt çocuğu almak isteyen, kırlarda yaşayan kabileler her yıl Mekke’ye gelir ve yeni doğan çocukları yanlarına alarak götürürlerdi.
O yıl da, birçok kadın gibi Ben-i Sad kabilesine mensup olan Halime de, bir çocuk almak niyetiyle Mekke’ye gelmiş ve daha zengin bir çocuk bulamadığı için boş dönmemek adına peygamberimizi yanına alarak kabilesine dönmüştü.
Bize gelen rivayetler de Halime annemiz, Efendimizi yanına aldığında, Allah’ın kendilerine ikramı olan birçok bereketli durumla karşı karşıya kaldığı rivayet edilmektedir. Mekke’ye gelirken kafilenin en arkasında kalan cılız eşekleri, dönüşte herkesin önünde gidecek kadar hızlanıyor, ayrıca yaşanan kuraklıktan dolayı sütü olmayan hayvanlarının sütleri çoğalıyordu. Efendimiz Ben-i Sad kabilesinin yanında kaldığı sürece de benzer bereketlere ulaştıklarına dair rivayetler söz konusudur.
Efendimizin Ben-i Sad yurdunda ki, iki yılı dolunca, Halime annemiz onu Mekke’ye geri getiriyor ve annesi Âmine’den izin alarak bir müddet daha kendi yanında kalmasını istiyor. Âmine annemizde, o süreçte Mekke’de veba hastalığının yaygın olmasından dolayı, Efendimizin Halime annemizle birlikte kalmasına razı oluyor.
PEYGAMBERİMİZİN GÖĞSÜNÜN YARILMASI HADİSESİ (ŞAKK-I SADR)
Bize kadar gelen rivayetler arasında olay özetle şu şekilde gerçekleştiği nakledilmektedir; Peygamberimiz, çocuklarla oynayacak yaşa ulaştığı zaman, bir gün çocuklarla oynarken, Cebrail (a.s.) gelerek onun yere yatırıyor, göğsünü yarıyor ve kalbini de yararak içinden bir et paçası çıkarıyor ve; “Bu sendeki şeytanın nasibidir” diyerek o parçayı atıyor. Sonrada kalbini zemzem suyuyla yıkayarak kalbi tekrar yerine koyuyor ve göğsünü kapatıyor. Bu duruma şahit olan çocuklar, çok korkarlar ve durumu Halime’ye haber veriyorlar. Halime, hemen Efendimizin yanına varır ve peygamberimizin yüzünün solduğunu görür.[7] Medine döneminde Efendimize hizmet eden Enes (r.a.); “ben dikiş izlerini gördüm” der. Ve netice bu olaydan sonra Halime, annesine geri vermek için peygamberimizi Mekke’ye götürür ve annesi Âmine’ye teslim eder.
Öncelikle bu rivayetlere ihtiyatla yaklaşmak gerektiğini hatırlatmak gerekir. Gerek konuyla ilgili gelen rivayetlerin içerdiği çelişkiler, gerekse de bu hadisenin ne zaman ve kaç defa gerçekleştiği gibi konuyla ilgili birden çok rivayetlerin bulunması, bu konuya karşı ihtiyatlı olmamız gerektiğini adeta haykırmaktadır. Bazı âlimler şu âyeti bu olayın vukuunun delili olarak ifade etmişlerdir; “Senin kalbini açıp genişletmedik mi?” (İnşirâh, 1) Oysaki bu âyette peygamberimizin kalbinin yarılarak temizlendiğinden değil, genişletilmesinden bahsedilir. Buradaki yarma ve genişletme de fiziki değil, manevidir. “Andolsun, onların söyledikleri şeylerden dolayı göğsünün daraldığını biliyoruz.” (Hirc, 97) Nasıl ki, bu âyette gündeme getirilen “kalbin daralmasından” kalbin fiziki olarak küçülmesi kastedilmiyorsa, yukarıdaki âyette de “yarılması ve genişlemesi” fiziki olarak değil, manevi olarak gerçekleştiği ifade edilmektedir.
Yine, bu olayın yapılış sebebi olarak rivayetlerde zikredilen “bu sendeki şeytanın nasibidir” ifadesiyle kastedilen, artık şeytanın Efendimize vesvese veremeyeceği hususu ise, bu gerek âyetler gerekse de hadislerle çelişmektedir. “De ki: Ben de ancak sizin gibi bir insanım. Bana ilâhınızın bir tek İlâh olduğu vahy olunuyor. Artık O'na yönelin, O'ndan mağfiret dileyin. Ortak koşanların vay haline!” (Fussilet, 6) Bu âyete göre Efendimizin vahiy almak dışında, bizden bir farkının olmadığı ifade ediliyor.
“Senden önce hiçbir resul ve nebî göndermedik ki, o bir temennide bulunduğunda şeytan ille de onun arzularına bir şeyler katmaya kalkışmasın. Fakat Allah şeytanın katmaya çalıştığını iptal eder. Sonra Allah kendi âyetlerini (onun kalbine) sağlam olarak yerleştirir. Allah hakkıyla bilmekte, hikmetle yönetmektedir.” (Hac, 52) Bu âyete göre de, şeytanın peygamberlere vesvese verdiği ifade edilmektedir. Dolayısıyla da yapılan ameliyatın gerekçesi olarak söylenen husus boşa çıkmaktadır.
Ayrıca, eğer biz peygamberin kalbindeki kötü duyguların bu ameliyatla çıkarıldığını kabul edersek, bizim için örnek olacağını ifade eden âyetleri boşa çıkarmış oluruz. Kalbinde olumsuz duygular olmayan bir peygamber bizim için örnek alınacak birisi olamaz. Bir takım insanların söylediği “doğru ama o bir peygamberdi, o kim biz kim” söylemlerinin de doğru olduğunu kabul etmiş oluruz. Bütün bu sebeplerden dolayı, kitaplarda nakledilen bu rivayetlere karşı ihtiyatlı olmalı, mutlak doğrudur gibi bir yaklaşımdan kaçınmalıyız.
Efendimizin göğsünün yarılmasıyla ilgili olarak Muhammed Ebû Zehra şunları söyler;
Biz bu rivayet üzerinde iki hususa dikkat çekeceğiz:
- Bu haberde anlatıldığına göre Cebrâil, Peygamber Efendimizin kalbini zemzem suyuyla yıkamıştır. Bu haber doğruysa, olay zemzem suyundan uzak bir yer olan çölde cereyan etmiştir. Eğer Cabrâil, beraberinde getirdiği suyla kalbini yıkamışsa bu suyun zemzem olduğunu yargısına nasıl varılmaktadır?
- Enes’in anlattığına göre; o, Peygamber Efendimizin göğsündeki yarık izini görmüş. Eğer bu rivayet doğruysa, aklın da kabul ettiği gibi mezkur ameliyat işini bir melek (Cebrâil) yapmıştır ki, meleğin yapığı ameliyatın beden üzerinde izi görülmez.
Peygamber Efendimizin göğsünün yarıldığına dair rivayetlerde belirsizlik görmekteyiz. Bu olayın gerçekten vuku bulduğunu varsaysak da bunun makbul olmadığını söyleyemeyiz. Eğer doğruysa bunu kabul ederiz. Ancak belirsizlik, olayı aktaranların haberindedir. Dolayısıyla biz bu haberi ne reddeder, nede doğrularız; çekimser kalırız.[8]
Efendimiz 8 yaşıyken Annesi Âmine, kocasının kabrini ziyaret etmek için Efendimizi ve hizmetçisi Ümmü Eymen’i de yanına alarak Yesrib’e gitti. Bir ay orada kaldıktan sonra dönüş yolundayken Ebva denilen yerde vefat etti. Peygamberimizi Mekke’ye hizmetçisi Ümmü Eymen getirdi.
Efendimizin, neden hem babası hem de Annesi vefat ediyor, yetim ve öksüz kalıyor? Bu konuda en güzel söylenecek söz şudur ki, Allah’u Taâla, kendisine nebi olarak seçeceği kulunu kendisi terbiye etmek istiyor. Ne babanın otoriter yapısına nede annenim şefkatli yapısına bırakmıyor. En doğrusunu Allah bilir.
Efendimiz, sekiz yaşına kadar dedesi Abdulmütalib’in himayesinde kalıyor. Dedesi ona yetimliğini aratmayacak şekilde davranıyor, “Benim oğlu büyük bir adam olacak” diyerek ona verdiği değeri gösteriyor, çocuklarının bile girmesine müsaade etmediği yerlere onu yanında götürüyor, çocuklarının oturmalarına müsaade etmediği yere onu oturtuyordu.
Abdullah’ın yetimi olan Efendimiz, daha sekiz yaşındayken dedesini de kaybediyor. Abdulmütalib vefat edeceği zaman Efemdimizi, himayeye alması için en şefkatli oğlu olan Ebû Talib’e vasiyet ediyor. Allah Rasûlü, 50 yaşına kadar Ebû Talib’in himayesinde kalıyor.
RAHİP BAHİRA HADİSESİ
Yine kaynaklarda yer alan haberlere göre, Peygamberimiz 12 yaşındayken, Ebû Talib, ticaret için Şam’a gitmeye karar verir. Durumu öğrenen peygamberimiz, kendisini de götürmesini ister. Ebû Talib, Efendimizin ısrarlarına dayanamaz ve onunda yanında götürür. Busra’ya vardıklarında, normalde hiç vuku bulmadığı halde o bölgedeki manastırda rahib olan Bahira, kafiledekilerin tümünü yemeğe davet eder. Kafile, Peygamberimizi hayvanların yanında bırakarak davete icabet ederler. Eksik olduklarını fark eden Rahip, peygamberimizin de çağrılmasın ister. Peygamberimiz gelince, ona ilgi göstermeye başlar. Sonra Ebû Talib’e, onu Mekke’ye geri göndermesini ister. Kendisinde Peygamberlik alametlerinin olduğunu, fark edildiği taktirde Yahudilerin ona zarar verebileceğinden bahseder.
Bahira’nın fark ettiği hususlar ise rivayetler de şu şekilde geçmektedir; Bir bulutun kafileyi takip ederek gölgelendirmesi, sırtında peygamberlik mührünün olması, kendi kitaplarında onun şemailinin tarif edildiği gibi hususlardır. Rivayetler de, Ebû Talib Efendimizi, Ebû Bekr ve Bilâl’e amanet ederek Mekke’ye geri gönderdiği nakledilir.
Bu hadise, birkaç yönden eleştiriye tabi tutulmuştur. Geri dönüşte peygamberimize Ebû Bekr ve Bilal’in eşlik ettiği söylenmektedir. Oysa 12 yaşında olan Efendimiz, kendinden üç yaş küçük Ebû Bekr ve o gün hayatta olması imkansız olan Bilal b. Rebah ile geri Mekke’ye gönderilmesi söz konusu olamaz. Söz konusu rivayet Tirmizi’nin Sünen’nin de geçmektedir. Bu haberin doğru olma ihtimali yoktur.
Ayrıca, bu hadiseye şahit olan başta Ebû Talib olmak üzere o kafilede bulunanlar, Allah Rasûlü peygamber olduğunu ilan ettiğinde, bu hadiseye atıfta bulunarak İslâm’ı tercih etme yolunu seçmemişlerdir. Ayrıca peygamberlik, mührünün olduğu konusu da tartışılacak bir konudur. Peygamberimiz hiçbir zaman kendisinde peygamberlik mührü olduğunu söylememiş, Ashab da hiç başkalarına Efendimizin peygamberliğini ispat için bu konuyu gündeme getirmemişlerdir. Dolayısıyla bu tür rivayetlere itiyatla yaklaşılmalıdır. Özellikle müsteşrikler rahip Bahira gibi olayları delil getirerek peygamberimizin İslâm’ı, Hıristiyan ve Yahudilerden derleyerek oluşturduğunu iddia etmektedirler. Sağlam bir senede dayanmayan haberlerden hareketle birçok çelişkiyi içerisinde bulunan rivayetleri mutlak doğrudur gibi kabul etmemeli, bu ve benzeri rivayetlere karşı ihtiyatlı olmalıyız.
Allah Rasûlü, çocuk diyeceğimiz yaşlardayken ücret karşılığında çobanlık yapıyor ve maddi durumu iyi olmayan amcası Ebû Talib’in aile bütçesine katkıda bulunuyordu. Ebû Talib’te ona, yetimliğin getirdiği psikolojik zorlukları yaşatmamak için değer veriyor, sofra kurulduğunda Efendimiz başlamadan çocuklarını yemeğe başlatmıyordu.
Efendimiz; çobanlık yaptığı yıllarda, Mekke’de yapılan eğlenceli düğün merasimlerine katılmak istediğini, bunun için iki defa çobanlık yaptığı koyunlarını arkadaşına emanet ederek düğüne katılmak için Mekke’ye gitmek için yola çıkıktığını, ancak her iki seferde de bir ağacın gölgesinde uyuya kaldığını haber vermektedir. Bununla da adeta Allah’ın kendisinin oralara gitmekten alıkoyduğunu hatırlatmaktadır.
FİCAR SAVAŞI
Bu savaş, Kureyş ile Kays Aylan kabileleri arasında vukuu bulmuştur. Kureyş’in kollarından bir olan Kinâneoğulları, Kays Aylan kabilesinden üç kişiyi öldürmüşlerdi. Kureyş ile Kays Aylân kabileleri arasında vukuu bulan bu savaşa Efendimiz de katılmış, atılan okları toplayarak amcalarına vermiştir. Savaş, taraflardan fazla ölüsü olanların kan diyetlerinin diğerleri tarafından ödenmesi şartıyla sonuçlandırılıyor. Bu savaş, haram aylarda yapıldığı için “Ficar” diye isimlendirilmiştir.
HILFU-L FUDUL
Hâşimoğlulları, Muttâlipoğulları, Eseb b Abduluzzâ, Zühre b. Kureyş, ve Teym b. Murrâ gibi kabilelerin çağrısıyla oluşmuştur. Dışarıdan ticaret için Mekke’ye gelip de, Mekkeli oligarşik liderler tarafından malları alındığı halde ücretleri ödenmeyen insanların uğradıkları mağduriyeti ortadan kaldırmak için kurulmuştur. Bir başka sebepte, yapılan bu zulümler Kureyş’in itibarını, diğer Arap kabilelere karşı düşürdüğünden dolayı, kendi itibarlarını korumak için böyle bir kurul oluşturuyorlar. Abdullah b. Cuda’nin evinde toplanan bu oluşumda, Peygamberimizde bulunmuş ve “İslam çağında da olsa yine katılırdım” diyerek o topluluğun önemini hatırlatmıştır. Ekonomik zulmü engellemek için kurulan bu topluluk, Mekke’nin oligarşik liderlerinden olan As b. Vail’in, Zübeytli bir adamın mallarını aldığı halde ücretini ödemek istememesi üzerine, devreye girerek adamın mağduriyetini gideriyorlar. Cahiliyenin, toplumun her tarafını kuşattığı bir beldede böylesine erdemli bir oluşumun olması, “Faziletliler Topluluğu” olarak isimlendirilmiştir.
Efendimiz gençlik yıllarında, Saib b Ebi-s Saib el Mahzunî ile ticaret ortaklığı yapmıştır. Bu ortağıyla yıllar sonra Mekke fethinde tekrar görüşen Efendimiz, Saib için; “Kardeşim ve ortağım merhaba” diye hitap etmiş ve ona olan vefasını bu şekilde ortaya koymuş oluyordu.
EFENDİMİZİN EVLİLİĞİ
Mekke’nin en zengin tüccarlarından birisi olan Hatice bint Huveylid, ticaret kervanlarını ücret karşılığında tuttuğu birisi vesilesiyle ticaret yapmak için Şam ve Yemen’e gönderiyordu. Yine böyle bir ticaret kafilesi göndermek isteyen Hatice, Efendimizi, ücret karşılığında kafilenin başında Şâm’a gönderiyor. Hz. Hatice’nin kölesi Meysere’nin de katıldığı kafile, kâr elde ederek geri dönüyor. Hatice annemiz, Meysere’den Efendimizin faziletlerini dinliyor ve onunla evlenmek isteği oluşuyor.
Bize kadar gelen rivayetler de, Efendimizin yüce ahlâkının bir ifadesi olarak, Hatice annemizden evlenme teklifini alıncaya kadar evlilikten bahsettiği, günümüzün tabiriyle karı kız muhabbeti yaptığı vaki olmamıştır.
Hz. Hatice annemiz, konuyu Nefise bint-i Münye’ye açıyor, Nefise de, konuyu peygamberimize açabileceğini söylüyor. Netice de Hz. Hatice annemiz, Nefise bint-i Münye’yi teklifini bildirmesi için Efendimize gönderiyor. Efendimiz, gelen bu teklifi olumlu buluyor ve akabinde aileler devreye girerek netice de evlilik gerçekleşiyor. Efendimiz mehir olarak, Hz. Hatice’ye, 20 genç deve veriyor. Hz. Hatice annemiz, daha önce iki defa evlenmişti. Evlendiği ilk kocasından bir kızı ile bir oğlu dünyaya gelmiş, bu kocası vefat edince ikinci bir defa daha evlenmiş ve bu kocasından da bir kızı dünyaya gelmişti.
Peygamberimiz evlendiği zaman 25 yaşında, Hz. Hatice annemiz ise 40 yaşındaydı. Efendimiz, Hatice annemizle 25 yıl evli kalmış, onunla evliyken üzerine başka bir kadınla evlenmemiştir. Bütün çocukları -İbrahim hariç- ondan dünyaya gelmiştir. Hz. Hatice’den dünyaya gelen Oğulları; Kasım, Abdullah, Kızları da; Ümmü Gülsüm, Zeynep, Rukiyye ve Fâtıma’dır.
Erkekler çocukları daha çocukken vefat etmişler, Kızları ise, hepsi İslâmî döneme yetişmiş ve Müslüman olmuşlardı. Fâtıma hariç diğer kızları Peygamberimizden önce vefat etmiş, Fâtıma ise Efendimiz den yaklaşık 6 ay sonra vefat etmişti.
KABE’NİN YENİDEN İNŞASI
Peygamberimiz yaklaşık olarak 35 yaşında iken, Kureyşliler Kabe’yi yeniden inşa etmek istediler. Kâbe’yi onarmak istemlerinin üç sebebi vardı. Birincisi; yağan yağmur ve sel suları Kâbe’nin duvarlarını tahrip etmişti. İkincisi ise; Kâbe’nin duvarları ve kapısı hırsızların kolay açabileceği kadar alçaktı. Bundan dolayı hırsızlar, Kâbe’nin içine giriyor ve putlar için bırakılan değerli eşyaları çalıyorlardı. Üçüncü sebepte; Kâbe’yi yeniden inşa etme şerefine nail olmak istiyorlardı. İşte bu sebeplerden dolayı Kâbe’yi yıkarak yeniden inşa etme kararı aldılar.
Kureyşliler, Kâbe’nin inşası için harcayacakları paraların, gayri meşru yollarla elde etikleri paralar değil, ancak temiz olarak kazandıkları paralar olmasını istediler. Bunun için her kabilenin Kâbe’nin yapımı için vereceği meblağın helal yoldan elde etikleri paralar olmasını istediler.
Kâbe’nin yeniden yapılması için önce yıkılması gerekiyordu. Ancak Kâbe’yı yıkmak için gelen Ebrehe’nin başına gelenler hâlâ gözlerinin önündeydi. Dolayısıyla kendilerinin de başlarına bir felaket gelmesinden korkuyorlardı. Nitekim, Velid b Mûğire önce Allah’a dua ederek niyetlerinin Kâbe’yi yıkmak olmadığını, tamir etmek istediklerini söyleyerek ilk kazmayı vurdu. Velid b. Mûğire’ye bir şey olmadığını gören diğer Kureyşliler de yardımlaşarak Kâbe’yi yıktılar. Karaya vuran ve kereste taşıyan bir gemiden kereste satın aldılar ve o keresteleri Kâbe’nin inşaatında kullandılar.
İnşaat el birliğiyle yürütülüyorken sıra Hacer’ul Esved taşının yerine konması meselesine gelince aralarında ihtilaf baş göstermişti. Hatta kendi aralarında savaşacak kadar ellerini bir kabın içerisine koyarak meseleyi büyütmüşlerdi. İçlerinden, Ebû Ümeyye b. El Mahzunî’nin önerisiyle bir sonraki gün Kabe’ye ilk giren kişinin hakem olmasını kararlaştırıyorlar. Nitekim bir sonraki gün Kâbe’ye ilk giren kişi Efendimiz oluyor ve taraflar onun geldiğini gördüklerinde seviniyorlar. Çünkü Efendimize; “Muhammed-ul Emin” diyorlardı. Netice de Allah Rasûlü, bir örtü getirilmesini istiyor, Hacer’ul Esved taşının bu örtünün üzerine konulmasını, sonrada her kabilenin örtünün bir ucundan tutarak konulacağı yere kadar kaldırmalarını istiyordu. Daha sonra da, kendisi Hacer’ul Evsed taşını yerine yerleştiriyordu. Tekrar hırsızlık hadiseleri yaşanmaması için duvarlar 15 metre yükseltiliyor ve kapısı da 2 metre yerden yüksek yapılıyordu.
İBRETLER VE DERSLER
- Allah’la, O’nun diniyle ve kutsallarıyla savaşanlar yenilmeye ve zelil olmaya mahkûmdurlar. Ebrehe, 60 bin kişilik ordusunun karşısında kimsenin duramayacağını sanıyordu. Oysa savaşı Allah karşı açmıştı. Allah’la yapılan savaşın galibi eninde sonunda her daim Allah olacaktır. Nitekim Ebrehe ve 60 bin kişilik ordusu da Ebabil kuşlarının attığı küçücük taşlarla helak olmuşlardı.
- Allah dilediği taktirde yarattığı her şey O’nun askeri olmakta, düşmanlarını bu askerleriyle yok etmektedir. Bazen rüzgar, bazen deprem, bazen ses, bazen deniz, bazen kuşlar, bazen de insanlar… Allah’ın kutsallarını ve dinini koruyacak mü’min kulları olmadığında, Allah düşmanlarına karşı bu ordularını devreye koymaktadır. Ebrehe ordusunu da, Ebabil adlı kuşlarıyla helak etmişti.
- Allah’ın azap ettiği gibi kimse azap edemez. Zâlimlerin yaptığı işkence ve azap ile, Allah’ın azabı kıyaslanmaz. Allah’ın azabına müstahak olmuş birisinin artık iflah olması söz konusu değildir. Böyle birisi dünyada da ahirette de rezil ve rüsva olmayı hak etmiş ve büyük ve elim bir azabı tercih etmiş demektir. Kimsenin karşılarında duramayacağına inanan o günün şartlarında çok güçlü olan Ebrehe ordusu, Allah’ın azabına uğrayarak, yenilip dışkıyla atılan bir saman çöpüne dönüştürülmüştür.
- Sorumluluk duygusu, insanda bulunan temel ahlâki erdemlerden birisidir. Efendimiz de, daha çocuk yaşlardayken bakımını üstlenen Ebû Talib’in maddi yetersizliğinden dolayı kendisini sorumlu hissediyor ve çobanlık yaparak aile bütçesine katkıda bulunmaya çalışıyordu.
- Dürüstlük kişiye, dünyada kazandırdığı gibi ahirette de kazandırmaya devam edecektir. Efendimizin ticaretinde dürüst bir şahsiyet olması, O’na Hz. Hatice gibi o günün şartlarında çok zengin diyebileceğimiz bir kadını kazandırmış, bu kadın üzerinden de nice hayırlara ulaşmıştır. Ayrıca ahirette Allah’ın kendisi için hazırladığı nimetler de cabası.
- Toplumda başka bir kimlikle değil, güvenilir “emin” kimliğimizle tanınmalıyız. Bu kimliğiyle toplumun tanıdığı bir kimse, toplumun problemlerini çözmede etkili olacak, böyle bir kimliği olmayan da başarısız olacaktır. Efendimiz içerisinde yaşadığı toplum tarafından “emin” kimliğiyle tanındığı için, Hacer’ul Esved taşını yerine koyma örneğinde de olduğu gibi toplumun sorunlarını çözmede herhangi bir zorlukla karşılaşmamış, bilakis bütün tarafların onun hakemliğine içtenlikle güvendiklerinden dolayı bu problemi çok rahat bir şekilde çözme kavuşturmuştur.
- Evliliğe sadece cinsellik yönünden değil, çok boyutlu olarak bakmak gerekir. İşte bundan dolayıdır ki Efendimiz, kendisi daha önce hiç evlenmediği halde kendisinden 15 yaş büyük ve iki defa evlenmiş bir kadınla evlenmiştir. Eğer onun evliliğe yüklediği anlam cinsellik olsaydı, bu şekilde hareket etmez, genç ve daha önce hiç evlenmemiş birisiyle evlenirdi. Evliliğin çok boyutlu yönlerinin öneminden dolayı, dinimiz bir kadınla güzelliği, zenginliği, soyu için değil, imanı için evlenilmesini tavsiye etmiştir.
- Mazlumun yanında, zâlimin de karşısında yer almak gerekir. Mazlumun kimliği sorulmayacağı gibi, zâlimin de kim olduğuna bakılmaz. Efendimiz Hılfu’l Fudul’un içerisinde yer alarak, kendi kabilesi olan Kureyşli zâlimlerin karşısında durmuş, Kureyşli olmayan mazlumların hakkını onlara karşı savunmuştur.
- Zulmü bertaraf etmek için oluşturulan platformlarda yer almak gerekir. İslâm’ın gönderiliş amaçlarından bir tanesi de zulmü ortadan kaldırmaktır. Ancak zulmü ortadan kaldırmak için kurulan platformlarda yer alırken, İslâmî kimliğimizle bulunmalı ve İslâmî kimliğimize zarar getirecek başka bir amaca hizmet etmemeye azami bir özen göstermeliyiz. Bazen zulme karşı çıkmak için kurulduğu söylenen platformlar, birileri tarafından manipüle edilerek kendi amaçlarına hizmet için kullanılmaktadır. Dinler arası diyalogu oluşumunu oluşturarak, sözde dinsizlikle mücadele edip ve ilahi olan(!) dinlerin birbirleriyle yakınlaşmasını sağlamayı amaçladıklarını söyledikleri halde, Hıristiyan papalığın kendi hedeflerine ulaşmak için bunu bir araç olarak kullanması örneğinde olduğu gibi.
İKİNCİ BÖLÜM
NÜBÜVVET VE RİSALET YILLARI
HİRA MAĞARASINDA
Peygamberimiz yaşı kırklara yaklaşınca, Mekke toplumunun yaşadığı toplumsal yozlaşmaların da etkisiyle zihni sorgulamalar yaşıyordu. Bundan dolayı yalnız kalmayı seviyor, sık sık Hira mağarasına çıkıyordu. Burada zamanlarını tefekkür ve ibadetle geçiriyordu. Yanına azığını alır, Hira’ya çıkar günlerce orada kalırdı.
Efendimizin bu dönemde gördüğü rüyaların sabah aydınlığı gibi hayatında gerçekleştiği söz konusu olurdu. Peygamberlerin vahiy alma şekillerinden bir tanesi olan sadık rüyalar, peygamberimiz için de söz konusuydu. Bu süreç, Efendimizin vahye hazırlanma süreciydi.
İLK VAHİY
Efendimiz, rutin Hira ziyaretlerin birisinde ilk vahiy tecrübesini yaşıyordu. Ramazan ayının sonlarına doğru bir gece, Cebrail (a.s.) gelerek ilk vahyi getirmişti. Kadir gecesi olarak Kur’an’da yer alan bu gecede, Alak sûresinin ilk beş âyetiyle Rabbimizin hayata müdahalesi son bir kez daha başlamış oluyordu.
اِقْراِقْرَأْ بِاسْمِ رَبِّكَ الَّذ۪ي خَلَقَۚ خَلَقَ الْاِنْسَانَ مِنْ عَلَقٍۚ اِقْرَأْ وَرَبُّكَ الْاَكْرَمُۙ اَلَّذ۪ي عَلَّمَ بِالْقَلَمِۙ عَلَّمَ الْاِنْسَانَ مَا لَمْ يَعْلَمْۜ
“Yaratan rabbinin adıyla oku! O, insanı alaktan (asılıp tutunan zigottan) yaratmıştır. Oku! Kalemle (yazmayı) öğreten, (böylece) insana bilmediğini bildiren rabbin sonsuz kerem sahibidir.” (Alak, 1-5)
Peygamberimiz yaşadığı bu tecrübeden dolayı çok korkuyor ve Mekke’ye, evine dönüyor. Eşi, Hz. Hatice annemize yaşadığı tecrubeyi anlatıyor ve başına kötü bir şey gelmesinden korktuğunu söylüyor. Hatice annemiz kendisini teskin ediyor ve; “ Korkma, Allah’a yemin ederim ki, Allah hiçbir zaman seni utandırmaz. Çünkü sen, akrabana bakarsın, kendi işini görmekten aciz olanların yardımına koşarsın, fakire karşılık beklemeden verir, misafir ağırlarsın, hak yolundaki imtihanlar karşısında insanların yardımcı olursun” diyordu.
Hatice annemiz, peygamberimizi amcasının oğlu olan Varaka b. Nevfel b. Esed b. Abduluzza’ya götürüyor. Varaka, bilgin birisiydi. Hıristiyan ve Yahudi kültürüne iyi biliyordu. Peygamberimizin yaşadığı tecrübenin vahiy olduğunu, O’na gelenin Cabrail (a.s.) olduğunu anlıyor ve şunları söylüyor; “Bu gördüğün, Allah’ın Musâ’ya gönderdiği Nâmus’tur. Ah keşke o günlerde genç olsaydım! Kavmin seni yurdundan çıkaracağı zaman keşke hayatta olsaydım” Peygamberimiz; “Onlar beni yurdumdan mı çıkaracaklar?” diye soruyor. Varaka da; “Evet, senin getirdiğin gibi bir şeyi getirmiş hiçbir kimse yoktur ki, düşmanlığa uğramasın. Şayet senin davet günlerine yetişirsem, sana tam destek verir, yardım ederdim” diye cevap veriyor.
Bize gelen rivayetler de, vahyin kısa bir zaman kesilmesinden bahsedilmektedir. Peygamberimiz, bu yaşadığı ilk tecrübeyi içselleştirmesi için kısa bir süre vahiy kesilmiş olabilir. Bazı yazarlar, bu sürenin 3 yıl kadar sürdüğünü söyleseler de bu bilgi vakıaya uygun değildir.
Peygamberimiz vahiy kesilince başına bir şeyler geldiği korkusuyla psikolojik bir takım zorluklar yaşamış olabilir. Hatta bundan haberi olan ve peygamberimizin cinlendiğini düşünen bazı müşrikler; “Cinleri onu terk etti” diyerek, Efendimizle alay ediyorlardı. Efendimiz, psikolojik olarak bu zorlukları yaşadığı bir zamanda, yine bir gün Hira’dan dönerken Cabrail’i (a.s.) ufku doldurmuş bir şekilde asli suretiyle tekrar görüyor ve vahiy alma süreci kaldığı yerden devam ediyor.
ÖZEL DÂVET YILLARI
Çok net olmamakla birlikte yaklaşık olarak üç yıl sürdüğü kabul edilir. Bu zaman zarfında açık dâvet emri gelmediğinden dolayı, peygamberimiz yakından tanıdığı ve dâvete icabet edeceğini düşündüğü kimselere dâveti götürmüştür.
İLK MÜSLÜMANLAR
Tabi olarak ilk iman eden, Efendimizin eşi Hatice annemizdir. Sonra Peygamberimizin yakın dostu Ebû Bekr’dir. Efendimiz onun hakkında şöyle buyurmuştur; “Kimi İslâm’a dâvet ettiysem bir tereddüt gördüm, Ebû Bekr hariç” Efendimiz bu sözüyle Ebû Bekr ile diğerlerinin arasındaki farkı ifade etmiştir. Daha sonra Hz. Ali ve Zeyd b. Hârise iman edenler kervanına katılmışlardır.
- İlk iman eden Kadın: Hz Hatice,
- İlk iman eden yetişkin erkek: Hz Ebû Bekr,
- İlk iman eden çocuk: Hz Ali,
- İlk iman eden köle: Zeyd b. Hârise’dir.
Hz. Ebû Bekr’in özel dâvetiyle, Osman b. Affan, Zübeyr b. Avvam, Abdurrahman b. Avf, Sa’d b. Ebû Vakkas, Talha b. Ubeydullah da iman edenler kervanına dahil oluyorlar. Her geçen gün halka biraz daha genişliyor, şirkin ve zulmün bataklığına sürüklenmiş temiz vicdanlar, kendilerini karanlıklardan aydınlığa çağıran davete icabet etmekte gecikmiyorlar.
İlk Namaz: Peygamberimiz vahyin ilk yılından itibaren sabah ve akşam olmak üzere iki vakit namaz kılıyordu. Cebrail (a.s.) nasıl abdest alması ve namaz kılması gerektiğini kendisine öğrettiği gibi namazı da nasıl kılması gerektiğini öğretmişti. Sabah ve akşam olmak üzere günün iki vaktinde kılınan namaz, Mekke’nin sonlarına doğru beş vakit olarak son halini almıştır.
AÇIK DAVET
Açık dâvet emri verilince, peygamberimiz öncelikle yakın akrabalarında başladı. Çünkü ilahi emir bu şekildeydi: وَاَنْذِرْ عَش۪يرَتَكَ الْاَقْرَب۪ينَۙ “Yakın akrabanı uyar” (Şuara, 214) Efendimiz bu emre muhatap olduğunda, evinde yemek vererek bütün akrabalarını çağırıyor, kendisinin peygamber olduğunu söyleyerek onları İslâm’a dâvet ediyordu. Neticede bir karşılık alamıyor ve daha sonra bir kez daha akrabalarını yemekte topluyordu. Bu toplantıda da başta Ebû Leheb olmak üzere akrabaları dâvete karşı çıkıyorlar. Ebû Leheb orada bulunanlara hitaben; “Bu söylediği saçmalıkları başkalarına da anlatmadan onu durdurmak gerektiğini” söyleyerek oradan ayrılıyor. Hz. Ali, peygamberimize dâvasının takipçisi olacağını söylüyor. Ebû Talib’de davetini kabul etmediğini ancak kendisini himaye edeceğini söylüyor.
Sonra peygamberimiz Safâ tepesine çıkarak; “Ya Sabahan!” (Çok önemli bir durum olduğundan kullanılan bir slogan) diye sesleniyor ve Kureyş kabilelerini isimlerini anarak toplanmaları için çağrıda bulunuyor. İnsanlar Efendimizin etrafında toplandığında; “Ben size bu dağın arkasında insanlar sizinle savaşmak için geliyorlar desem beni tasdik eder misiniz?” diye soruyor. Onlar da hep bir ağızdan; “Evet ederiz. Çünkü sen emin birisisin. Yalan söylemezsin” diyorlar. Bunun üzerine efendimiz; “Sizi ileride ki şiddetli azaba karşı uyarıyorum, kendinizi azaptan koruyun” diyor. Sonra bütün kabilelere uyarıda bulunduktan sona kızına dönerek şunları söylüyor; “Ey kızım Fatıma! Malımdan dilediğini iste onu sana vereyim, ancak kendini cehennemden kurtar. Çünkü ben senin adına ne yarar sağlayabilirim nede sana isabet edecek zararı ortadan kaldırabilirim. Allah’ın huzurunda senin için elimden bir şey gelmez” diyerek onları İslâm’a dâvet ediyordu. Bunun üzerine Ebû Leheb ilk tepkiyi vererek; “Kahrolası, bizi bunun için mi buraya topladın” diyerek oradan ayrılıyor ve bunun üzerine insanlarda dağılıyorlardı. Bu olay üzerine Leheb sûresi nazil olmuştur;
تَبَّتْ يَدَٓا اَب۪ي لَهَبٍ وَتَبَّۜ مَٓا اَغْنٰى عَنْهُ مَالُهُ وَمَا كَسَبَۜ سَيَصْلٰى نَاراً ذَاتَ لَهَبٍۚ وَامْرَاَتُهُۜ حَمَّالَةَ الْحَطَبِۚ ف۪ي ج۪يدِهَا حَبْلٌ مِنْ مَسَد
“ Leheb’in elleri kurusun! Kurudu zaten. Ona ne malı fayda verdi ne de kazandığı başka şeyler. O, alev alev yanan ateşe atılacak! Dedikodu yapıp söz taşıyan karısı da. Boynunda da ipten bükülmüş bir halat bulunacak.” (Leheb, 1-5)
İlk zamanlarda dâveti görmemezlikten gelen Mekkeliler, her geçen gün insanların hidayet kervanına katılması ve Peygamberimizin artık açıktan dâvete başlaması sebebiyle dâveti engellemek için çarelere başvurmaya başlıyorlar. Hac aylarının yaklaşması sebebiyle, gelen Arap kabilelere peygamberimizin dâvet götüreceğini de düşünerek, bu konuda bir önlem almayı düşünüyorlar. Dar’un Nedve’de toplanıp bir çareler arıyorlar. Netice de ortak bir söylem geliştirme adına, gündeme gelen, “kahin”, “deli”, “şair”, “büyücü” gibi teklifler ortaya atılsa da, Velid b. Muğire bunların hiçbirisinin peygamberimiz için söylenemeyeceğini ifade ederek reddediyor. Kendisine; “O zaman sen söyle, ona ne diyelim?” denildiğinde; “sihirbaz” diyelim diyor. “Çünkü o insanları babasından, kardeşinden, eşinden ayıracak sihirli sözler söylüyor” diyor ve netice de bu görüş üzerinde karar kılıyorlar. Konula ilgili olarak Müddessir sûresinin 1-26. âyetleri nazil oluyor;
“ Tek başına (hiçbir şeysiz, çıplak) yarattığım adamı da bana bırak! Ona hem bolca mal verdim, hem de (yanında) hazır bulunan oğullar (verdim)! Kendisine (bu nimetleri) döşedikçe döşedim. Sonra yine de hırsla artırmamı ister. Hayır! (Artırmayacağım.) Çünkü o, bizim âyetlerimize karşı oldukça inatçı idi. Ona zor bir meşakkat yükleyeceğim (Onu sarpa sardıracağım.) Çünkü o (Kur’an hakkında uzun uzun) düşündü, ölçtü biçti. Kahrolası nasıl da ölçtü biçti! Yine kahrolası (aklınca) nasıl ölçtü biçti! Sonra baktı (baktı) da, (söyleyecek söz bulamayıp) surat astı ve kaşlarını çattı. Sonra arka döndü ve büyüklük tasladı da: “Bu (öğretilip) rivayet edilen bir sihirden başka bir şey değildir, bu sadece insan sözüdür.” (dedi). Onu (o güç yetiremeyeceği) Sekar’a (cehenneme) atacağım.”
Hac için gelen herkesi konuyla ilgili uyararak peygamberimizden uzak tutmaya çalışıyorlardı. Yine Efendimizin yaptığı dâvet çalışmalarında Ebû Leheb arkasından takip ederek; “Ben onun amcasıyım, o büyücüdür, Sakın onu dinlemeyin!” diyerek dâvetini kabul etmemeleri konusunda insanları uyarıyordu.
İBRETLER VE DERSLER
- Tefekkür ibadettir! İnsan, bazen kendini, bazen de içinde yaşadığı toplumun halini ve ahvalini düşünmek zorundadır. Bu muhasebeyi yapamayan insanların başarılı olmaları, yaptıkları hata ve eksikleri telafi etmeleri mümkün değildir. Efendimiz de, gerek kendisini gerekse de toplunun içerisine sürüklendiği, siyasî, ahlâkî, ekonomik ve toplumsal yozlaşmayı dışarıdan görerek tahlil etmek için zaman zaman Hira’ya çıkıyor, vaktini tefekkürle geçiriyordu.
- Herhangi bir okuma değil, Rabbin adıyla okumak gerekir. O’nun oku dediklerini, ancak onun razı olacaklarını okumak gerekir. Müslüman hem kendi biyolojik yapısını, hem tabiatı, hem içerisinde yaşadığı toplumsal hayatı, hem de ilahi kitap Kur’an-ı Kerim’i birlikte okumalıdır. Böyle bir okuma, kişiyi okumadan amaçlanan hedefe götürür.
- Okumak öğrenmek için, öğrenmekte yaşamak içindir. O halde önce ilim tahsil ederek, başta Kitabımızdan dinimizi öğrenmeli, sonra da amellerimizi öğrendiğimiz bu bilgiye göre yapmalıyız. Amellerin doğru olabilmesi, bilginin doğru olmasına bağlıdır.
- Allah’ın içimize ve dışımıza koyduğu yasalarını kavramak, bizi O’nu tanımaya götürür. İnsanın anne karnındaki oluşum aşamalarını, bir atılım suyun nasıl da mükemmel bir insana dönüştüğünü görmek, bunu yapabilen yaratıcının yüce kudretini kavrayama götürür.
- Allah’ın insanlara sunmuş olduğu ikramların farkında olan insanlar dünyayı daha doğru bir şekilde anlamlandırırlar. İkramın farkında olmak, ikram edene teşekkür etmeyi de beraberinde getirir. Allah insana sayısızca ikramda bulunmuştur. İnsanda kendisine yapılan bu ikramlara karşı şükrünü eda etmelidir.
- Allah iyi kimseleri yardımsız bırakmaz! Daima içinde yaşadığı toplumun iyiliği için çalışan Efendimizi yalnız bırakmadığı gibi. Hira’da yaşadığı tecrübeyi anlamakta güçlük çeken ve acaba bana bir şey mi musallat oldu diyen Efendimizi, Hz. Hatice annemiz teselli ediyor, iyi kimseleri Allah’ın yardımsız bırakmayacağını hatırlatıyordu. İyi insanlar bir takım zorluklar yaşasalar da, neticede başarı kazananlar onlar olacaktır.
- Tecrübeden istifade etmek gerekir! Tecrübe; doğru bilgiye ulaşmada bir vesile olduğu gibi, sağlıklı adımların atılmasına da vesiledir. Herhangi bir konuda bilgi ve sağlıklı adımlar atmak isteyen birisi, o konuda tecrübe sahihi birisine danıştığı zaman atacağı adımlar daha faydalı olacaktır. Efendimiz, yaşadığı Hira tecrübesi sonucu, Varaka b. Nevfel’e müracaat etmesi bize bu hususun önemini hatırlatmaktadır.
- Namazsız dinde hayır yoktur! Namaz adeta İslâm ile özdeş olan bir ibadettir. Zaten Kur’an onu iman kelimesinin yerine de kullanmaktadır; “Allah imanlarınızı (Küdüs’e yönelerek kıldığınız namazlaırnızı) zâi etmez.”[9] Namazdan başka bir ibadet için bu söylenemez. Namazsız din olmayacağı gibi, namaz kılmayanda Müslüman olamaz.
- İslâm davetçisi her şeyden önce “güvenilir” olmalıdır. Bu kimlik, Müslümanın yapacağı davetin başarılı olmasında en büyük etkendir. Efendimizin davetine icabet eden ilk insanlar, ondaki emin kimliğinden dolayı iman etmişlerdi. Muhtevasını bilmedikleri bir dine, sırf Efendimize karşı besledikleri güvenden dolayı dâhil olmuşlardı.
- İslâm davasına omuz vereceği ihtimali yüksek olan insanların davette önceliklenmeleri gerekmektedir. Zaten kısıtlı olan imkânlar, bu insanlar üzerinde değil de başka insanlar üzerinde kullanılırsa çabalar neticesiz kalır. İşte bundan dolayıdır ki Efendimiz ilk olarak, Ebû Bekr, Zeyd b. Hârise gibi iman etme ihtimali yüksek olan insanları önceliklemiştir.
- İslâmî davet, yakından uzağa doğru bir yöntem kullanılarak geçekleştirilmelidir. Davetin ilk muhatapları bize an yakın olan kimseler olmalıdır. Eğer biz daveti insanların hidayet bularak kurtulmalarını istediğimiz için yapıyorsak, bunu tabi ki ilk önce yakın akrabalarımız hak etmektedirler. Bunun sebebi; akrabalar diğer insanlardan öncelikli olarak bizim üzerimizde hak sahibi olduklarındandır.
- İslâmî ilkelerden taviz vermeden, davetimizi daha rahat yapabileceğimiz imkânlardan istifade edebiliriz. Bu imkânları oluşturanların da Müslüman olması gerekmemektedir. O dönemin toplumsal kabul gören bir anlayışı olan “himaye”" uygulamasından, Efendimiz istifade etmiştir. Ebû Talib ve Haşimoğulları kâfir oldukları halde, Efendimizi kendi kabilelerinden olduğu için himaye etmişler, Efendimiz de bu himayeyi kabul etmiştir.
- İslâmî daveti engellemek için çalışan öncü şahsiyetlerin yüklendikleri veballer ile, diğer kafirlerin yüklendiği veballer eşit değildir. Daveti başkalarına taşımak için İslâmî mücadeleye öncülük edenlerin durumu bu şekildedir. İslâmî davanın öncülerinin mükafatı fazla olduğu gibi, onu engellemek için mücadele edenlerin alacakları cezada fazla olacaktır. Efendimizin amcası Ebû Leheb, daveti ilk reddeden öncülerden olduğu için ona verilen cezada daha fazla olmuş, daha hayattayken iman etme hakkını yitirerek cehennemi boylayacağı vahiy tarafından bildirilmiştir.
İSLÂMÎ DÂVETE KARŞI PSİKOLOJİK BASKILAR
Davetin ilk aşamalarda İslâmî davete sessiz kalan Kureyşliler, davetin yavaş yavaş kabul görmeye başlamasından rahatsızlık duyarak sessizliklerini bozmuş onunla mücadele etmeye başlamışlardır.
İlk önce Efendimizi ve davetin kendisini karalayarak, insanlar nezdinde itibarsızlaştırmaya çalışmışlardır. Bu minvalde, başvurdukları hususları kısaca şu şekilde ifade edebiliriz;
- Alay etme, Aşağılama, Küçümseme, Yalanlama
Öncelikle Efendimizi itibarsızlaştırarak, insanları ondan uzak tutmaya çalışıyorlar; “Dediler ki: "Ey kendisine vahiy gelen adam! Sen kesinlikle cinlere kapılmış birisin!" (Hicr, 6)
Yine, bu minvalde büyücü ve yalancı diyorlar; “Kafirler, kendilerine içlerinden bir uyarıcının gelmesine şaştılar ve şöyle dediler: "Bu yalancı bir sihirbazdır." (Sad,4)
Yine iman edenleri küçümsüyorlar; “Böylece insanların bazısını bazısı ile denedik ki, "Allah aramızdan şu adamları mı iman nimetine layık gördü?" desinler. Allah şükreden kullarını daha iyi bilen değil mi?” (En’am, 53)
“Şüphesiz günahkârlar, (dünyada) iman edenlere gülüyorlardı. Mü'minler yanlarından geçtiğinde birbirlerine kaş göz ederek onlarla alay ediyorlardı. Ailelerine dönerken zevk ve neşe içinde gülüşe gülüşe dönüyorlardı. Mü'minleri gördükleri vakit, "Hiç şüphe yok, şunlar sapık kimselerdir" diyorlardı. Halbuki onlar, mü'minlerin başına bekçi olarak gönderilmemişlerdi.” (Mutaffifin, 29-33)
Yine, psikolojik baskı uygulayarak Efendimizle alay ediyor ve O’na hakaret ediyorlar; “Andolsun, onların söyledikleri şeylerden dolayı göğsünün daraldığını biliyoruz.” (Hicr, 97)
“Andolsun, senden önce de birçok peygamber alaya alınmıştı da onlarla alay edenleri, alay ettikleri şey kuşatıp mahvetmişti.” (En’am, 10)
- İslâm Dâveti Hakkında Şüphe Uyandırma ve Karalama Kampanyası
Kur’an’ın Allah’tan gelmediğini, insan ürünü olduğunu söylüyorlar; “Andolsunki biz onların, "Kur'an'ı ona bir insan öğretiyor" dediklerini biliyoruz.” (Nalh, 103)
“İnkar edenler, "Bu Kur'an, Muhammed'in uydurduğu bir yalandan başka bir şey değildir. Başka bir topluluk da bu konuda ona yardım etmiştir" dediler. Böylece onlar haksız ve asılsız bir söz uydurdular. (Bu Kur'an, başkalarından) yazıp aldığı öncekilere ait efsanelerdir. Bunlar ona sabah akşam okunmaktadır" dediler.” (Furkan, 4-5)
- İnsanları Kur’an-ı Dinlemekten Alıkoymaları
Kur’an okunurken ses çıkararak Kur’an’ın mesajını bastırmaya çalışıyorlar; “İnkâr edenler dediler ki: "Bu Kur'an'ı dinlemeyin. Baskın çıkmak için o okunurken yaygara koparın." (Fussilet, 26)
Nadr b. Hâris, İran’dan getirdiği şarkıcı köle kadınlara, eğlenceli programlar tertip ederek, şarkı ve masallarla insanları etkileyip dâvetten uzaklaştırmaya çalışmıştır. Konuyla ilgili olarak şu âyet nazil olmuştur; “İnsanlardan öylesi vardır ki, bilgisizce Allah yolundan saptırmak ve o yolu eğlenceye almak için, eğlencelik asılsız ve faydasız sözleri satın alır. İşte onlar için aşağılayıcı bir azap vardır.” (Lokman, 6)
UZLAŞMA TEKLİFLERİ
Mekkeliler, ilk aşamada sessiz kaldıkları İslamî dâvet karşında, daha sonra Müslümanların her geçen gün sayılarının artmasının sonucunda çözümler arayama başlamışlardır. İşte o çözüm yollarından bir tanesi, uzlaşarak dâveti mecrasından saptırma girişimleridir.
Kureyşliler, Ebû Talib’e bir heyet olarak geliyor ve peygamberimizin atalarını ve putlarını eleştirdiğini, bundan vazgeçmesi için kendisiyle konuşmasını istiyorlardı. Ebû Talib’te uygun bir dille onları geri gönderiyordu.
Bu girişimden bir sonuç alamayan Mekkeliler, bir kez daha Ebû Talib’in yanına gelerek, bu sefer daha sert bir üslupla onu uyarıyorlar; “Ya onun alıkoyarsın yada seni de, onu da, karşımıza alırız ve iki taraftan birisi yok oluncaya kadar da bu işten vazgeçmeyiz” diyorlar.
Ebû Talib, konuyu peygamberimize açıyor ve; “seni de beni de kaldıramayacağım bir yükün altına koyma” diyerek Efendimizden ricada bulunuyordu. Peygamberimiz, amcasının kendisine olan desteğini çekeceğini düşünerek şunları söylüyor; “Amca, Allah’a yemin ederim ki, bu dâvadan vazgeçmem için bir elime güneşi, diğer elime de ayı verseler, Allah bu dâvayı muzaffer kılıncaya veya ben bu uğurda canımı verinceye kadar, ben bu dâvadan vazgeçmem” diyerek kararlığını göstermiştir. Peygamberimizin bu kararlılığını gören Ebû Talib, kendisine olan desteğini sürdüreceğini şu sözleriyle ifade ediyordu; “Git yeğenim! Dilediğin gibi konuş. Allah’a yemin ederim ki ben seni hiçbir şekilde onlara teslim etmeyeceğim” diyor ve himayesini her ne pahasına olursa olsun sürdüreceğini söylüyordu.
Yaptıkları bu tehditlerin işe yaramadığını gören ve Haşimoğlularını da karşılarına almayı göze alamayan Kureyşliler, bir kez daha Ebû Talib ile görüşüyorlar. Bu defa da, Mekke’nin en güzel ve güçlü delikanlısını getirerek; “İşte bu delikanlı Kureyş’in en güzel ve güçlü delikanlısıdır. Bunu biz sana evlat olarak verelim sende Muhammed’i bize ver. Bizde onu öldürelim ve bu mesele bitsin.” diyorlar. Ebû Talib, bu teklifin çok çirkin ve adil olmayan bir teklif olduğunu ifade ediyor. Mutim b Adiy söz alarak Ebû Talib’e; “Kavminin bu teklifi çok adil bir tekliftir” diyerek kabul etmesi gerektiğini söylüyor. Ebû Talib ise; “Allah’a yemin olsun ki siz hiç de adil davranmıyorsunuz. Bana kendi evladınızı beslemem için vereceksiniz, benden de kendi evladımı size öldürmeniz için vermemi istiyorsunuz. Bu teklifi asla kabul etmeyeceğim” diyerek bu teklifi reddediyor ve Kureyşliler bu girişimden de elleri boş dönüyorlar.
Velid b. Muğire’nin, Peygamberimizle Görüşmesi
Mekkelileri temsilen, Velid b. Muğire peygamberimizle görüşüyor. Peygamberimize, kavminin başına iş açtığını, atalarını ayıpladığını, ilahlarını reddettiğini dile getirerek bu işten vazgeçmesi gerektiğini söylüyor. Daha sonra söz alan Peygamberimiz, ona İslâm’ı anlatıyor ve Kur’an’dan bölümler okuyor. Velid b. Muğire, Efendimizin yaptığı bu davetten etkilenmiş bir şekilde ayrılıyor. Arkadaşlarının yanında dönerken, Kureyşliler ondaki değişimin farkına varıyorlar ve Ebû Cehil hemen atılarak onu yolda karşılıyor. Velid b Muğire’nin Müslüman olmaması için; “Kavmin sana vermek için mal hazırladığını” söylüyor ve Velid b Muğire’nin mala olan düşkünlüğünden de istifade ederek, onun Müslüman olmasını bu şekilde engellemiş oluyordu.
Utbe b. Rabia Peygamberimizle Görüşmesi.
Bir başka defa da Mekkelileri temsilen, Utbe b. Rabia peygamberimizle görüşmek üzere görevlendiriliyor. İkna kabiliyeti yüksek olan ve aynı zamanda da şair olan Utbe, bir takım teklifler ile peygamberimizin yanına geliyor. Kavmini temsilen geldiğini, kavminin bu meseleye bir çözüm bulmak istediğini söyleyerek tekliflerini şu şekilde sıralıyor;
“Yeğenim! Eğer bu işteki amacın mal ve servet ise, aramızda mal toplayarak seni en zenginimiz yapalım. Yok lider olmak istiyorsan seni başımıza lider yapalım, yok kral olmak istiyorsan senin başımıza kral yapalım, yok kadın istiyorsan, Mekke’nin en güzel kadınlarını sana verelim, yok sana cin musallat olduysa, bu konuda en mahir tabipleri çağırarak seni tedavi edelim” diyerek tekliflerini sıralıyor.
Teklifleri bitince Peygamberimiz; “Bitti mi ey Ebû-l Velid” diyor. O da “bitti” deyince, Efendimiz; “O halde sen de beni dinle” diyerek, Fussilet sûresini okumaya başlıyor. Okunan âyetlerde, kendi başlarına gelmesinden endişe ettiği Ad kavminin yaşadığı akıbet gündeme geldiğinde Utbe, elleriyle peygamberimizin ağzını kaparak; “akrabalık hakkı için yeter” diyerek müdahalede bulunuyor. Utbe, okunan âyetlerden etkilenmiş ve bir sonuç alamadan arkadaşlarının yanına geriye dönüyor. Mekkelilerin yanına döndüğün de şunları söylüyor;
“Beni dinlerseniz ona ilişmeyin. Onun Araplarla baş başa bırakın, eğer o üstün gelirse onun üstünlüğü sizin üstünlüğünüzdür. Yok Araplar ona üstün gelirse, sizin de istediğiniz şey gerçekleşmiş olur” diyor. Kureşliler ise; “Vallahi Ebû-l Velid, o seni diliyle büyülemiş” diyerek Utbe’nin söylediği bu teklifi reddediyorlar.
Yine bir gün peygamberimiz Kâbe’yi tavaf ettiği bir sırada müşriklerden Esved b. Muttalib, Velid b. Muğire, Ümmeyye b. Halef ve Âs b. Vail gibi önde gelen oligarşik liderler, Efendimizin önünü keserek ona şöyle diyorlar;
“Ey Muhammed! Hadi gel biz senin taptığına tapalım, sen de bizim taptığımıza tap. Böylece ortak bir noktada buluşmuş oluruz. Eğer senin taptığın bizim taptığımızdan daha hayırlı ise o zaman biz seninkinden nasibimizi almış oluruz. Yok eğer bizim taptığımız senin taptığından daha hayırlı ise sen de bizimkinden nasibini almış olursun.” Kureyşlilerin bu teklifleri üzerine de, Kafirun Sûresi inmiştir.
De ki: Ey Kâfirler! Ben sizin kulluk ettiklerinize kulluk etmem. Siz de benim kulluk ettiğime kulluk edecek değilsiniz. Ben sizin kulluk ettiklerinize kulluk edecek değilim. Siz de benim kulluk ettiğime kulluk edecek değilsiniz. Sizin dininiz size, benim dinim de banadır. (Kafirun, 1-6)
Verdiğimiz örneklerde de görüldüğü gibi, Kureyş’in uzlaşarak dâveti mecrasından saptırmak için attıkları adımların hiçbirinden sonuç alamamışlardır.
İBRETLER VE DERSLER
- İslâmî davete fikir ve delille karşı koyamayan Kureyşliler, mücadeleyi başka alanlara çekerek başarı elde edeceklerini düşünüyorlardı. Oysa yapmaları gereken şey, batıl olarak gördükleri İslâmî daveti delilleriyle çürüterek, onu daha önce ortaya çıkan batıl dinler gibi tarihin tozlu sahifelerine terk etmeleriydi. İslâm ile fikri manada mücadele edemeyenler, “çamur at izi kalsın” taktiği uygulayarak halkların İslâm’a girmelerinin önünü kesmek istediler.
- Hakikatler, halklar nazarında manipüle edilerek çarpıtılsa da, eninde sonunda mutlaka tesirini gösterecek ve halklar üzerinde hak ettiği yerini bulacaktır. Güneş üzeri sıvanarak yok edilemeyeceği gibi, hakikatler de çarpıtılarak yok edilemezler. Kureyşlilerin, İslâm davetini manipüle ederek karalamaya çalışmaları bir netice vermemiş, elde ettikleri tek başarı, İslâmî davet karşısındaki yenilgi süreçlerini geciktirmek olmuştur.
- Peygamber Efendimiz, Allah’ın da kendisinden istemesi neticesinde talep çıtasını o kadar üst bir yere koymuştur ki, onun altında ne tür talepler teklif edilirse edilsin onları kabul etmemiştir. O talep çıtası, hayatın her alanında Allah’ın dediklerinin olması, yani; “Allah’tan başka ilah yoktur” çıtasıydı. Bunun altında başta krallık olmaz üzere verilen hiçbir teklifi kabul etmemiştir.
- İslâm Rabbanî olduğu gibi onun mücadele metodu da Rabbanidir. Peygamber Efendimiz, kendi mücadele metodunu kendisi belirlememiştir. Bu hakikatten dolayıdır ki peygamberimiz, Allah tarafından uyarılmış, Allah’ın belirlediği mücadele metoduyla mücadele etmesi kendisinden istenmiştir; “Müşrikler, sana vahyettiğimizden başka bir şeyi yalan yere bize isnat etmen için seni, nerdeyse, sana vahyettiğimizden saptıracaklar ve ancak o takdirde seni candan dost kabul edeceklerdi. Eğer seni sebatkâr kılmasaydık, gerçekten, nerdeyse onlara birazcık meyledecektin. O zaman, hiç şüphesiz sana hayatın ve ölümün sıkıntılarını kat kat tattırırdık; sonra bize karşı kendin için bir yardımcı da bulamazdın.” (İsrâ, 73-75) Ayrıca, “onlara itaat etme”, “onlardan uzaklaş”, “hevalarına tabi olma” gibi nice talimatlar bize göstermektedir ki, İslâmî mücadele metodu içtihadî değil, Rabbanidir.
- İslâmî mücadele metodu, küfrün hakim olduğu sistemlerde, sistem içi mücadeleyi asla uygun bulmaz. Sistem içerisine dahil olarak, orada hangi imkanlara sahip olunursa olunsun bu tür bir yöntem Nebevî mücadele örnekliğinden sapmadır. Mekkeliler, Efendimize sistemlerinin içerisine dahil olarak kral, reislik gibi nice imkanları sundukları halde, Efendimiz bu teklifleri şiddetle reddetmiş, İslâmî mücadelenin bağımsızlık ilkesine asla zarar vermemiştir. Küfür sistemi hangi yönetim tarzıyla yönetilirse yönetilsin, ister demokrasi, ister teokrasi, ister monarşi fark etmez, İslâmî mücadele bunlardan tamamen bağımsız olmalı, Allah’ın hükümleri mü’minler eliyle uygulanacağı zamana kadar siyasal sistemden tamamen bağımsız olarak mücadele sürdürülmelidir.
- İslâmî mücadelenin temsilcileri olan dava adamları, davalarını asla dünyalık bir kazanç için satamazlar. İslâmî mücadele hiçbir zaman dünyevi imkânlara odaklı hareket edemez. Dünya tutkunu olan Mekkeliler, Efendimize bir takım dünyevi imkânlar sunarak onun davasından vazgeçirebileceklerini düşünüyorlardı. Çünkü bu insanlara göre bir insan için, mal ve imkânlardan daha değerli bir şey yoktur. Bu mantaliteye sahip olduklarından, Efendimize de bu tekliflerle geliyorlardı.
- Mal, makam ve kadın tarihin her döneminde bir imtihan aracı olmuş, nice insanlar bu imtihanlar sebebiyle davalarından vazgeçmiştir. İslâm davasının temsilcileri, kıyamete kadar bu tür imtihanlarla karşılaşacaklardır. Bu üç imkânla sınanan Yusuf (a.s.), tarihin her dönemindeki dava adamı Müslümanlara örnek ve model olmalıdır.
İŞKENCEYE YILLARI
Kureyşliler, peygamberimizle uzlaşarak İslâm davetini hedefinden saptıramayacaklarını anladıklarında bu sefer kaba kuvvete başvurmaya karar verdiler. Dar’un Nedve’de alınan karar gereği, her kabile, kendi içerisinde bulunan Müslümanlara baskı uygulayacak, fayda vermezse işkence edecekti. Mekke yıllarının hiç bitmeyen bu zulmünden iman eden hemen bütün Müslümanlar nasibini almış olsalar da, en fazla zulüm görenler hiç kuşkusuz ki iman eden köleler olmuşlardır.
Peygamberimize Yapılan Eziyetler
Ebû Leheb ve karısı Ümmü Cemil, Peygamberimizin komşularıydılar. Peygamberimizin gece geçeceği yollarına dikenler döküyor, evinde pişen yemeğinin içine toprak atıyorlardı. Ebû Leheb, Peygamberimizin iki kızıyla evli olan Utbe ve Uteybe adlı iki oğluna peygamberimizin kızlarını boşamalarını istiyor ve neticede boşanmalarını sağlıyordu. Ebû Leheb, peygamberimizin dâvetini engellemek için mücadele ediyor, Efendimiz Arap kabileleri İslâm’a davet ederken O’nun arkasından gezerek O’nu yalanlıyor ve onlarında yalanlamalarını istiyordu. Ümmü Cemil, her fırsatta peygamberimize hakaretler ediyor ve sahip olduğu paha biçilmez gerdanlığını İslâm davetini engellemek için bağışlıyordu.
Efendimiz, Kâbe’de namaz kılarken Ebû Cehil’in talebiyle Efendimizin üzerine deve işkembesi koyuyorlar. Kızı Fatıma, babasına yardım ederek işkembeyi peygamberimizin üzerinden kaldırıyordu. Kendisine bu şekilde zulmeden Mekkelilere Efendimiz, hayatında çok az yaptığını bildiğimiz beddua şu sözlerle ediyordu; “Allah’ın Ebû-l Hakem’i, (Ebû Cehil) Velid b Utbe’yi, Ümmeye b. Halaf’i, Utbe b. Rabia’yı, Şeybe b. Rabia’yı, Ukbe b Ebû Muayt’ı sana şikayet ediyorum.”
Abdullah İbn Mes’ud (r.a.) der ki; “Ben bunların hepsinin Bedir de öldürüldüğünü gördüm.”
Yine bir gün, Ubeyy b. Halef, Ukbe b Ebû Muayt’ın talebi üzerine peygamberimizin yüzüne tükürüyordu.
Yine, Ukbe b. Ebûy Muayt ve beraberindekiler, Peygamberimiz ve Hz. Ebû Bekr’e sataşıyorlar ve dövüyorlar. Yapılan zulüm neticesinde bayılan Hz. Ebû Berk, yakınları tarafından evine götürülüyor ve ayılınca peygamberimizin durumunu soruyor; “O’nun durumunu öğrenmeden bir şey yiyip içemeyeceğim” diyordu. Netice de peygamberimizin durumunun iyi olduğunu öğrendiğinde ancak yiyip içemeye başlıyordu.
Peygamberimiz, başta Ebû Cahil ve Ahsen b. Şurayk olmak üzere, Mekke’nin önde gelenlerinin çok defa sözlü hakaretlerine maruz kalmıştır.
“Yemin edip duran, aşağılık, daima kusur arayıp kınayan, durmadan söz taşıyan, iyiliği hep engelleyen, saldırgan, günaha dadanmış, kaba saba; bütün bunların ötesinde bir de soysuz olan kimseye mal ve oğulları vardır diye, sakın boyun eğme.” (Kalem, 10-14)
Müslümanlara Yapılan İşkenceler
Ümeyye b. Hâlef, Müslüman olan kölesi Bilal b. Rebah’ı İslâm’dan dönmesi için sıcağın doruk noktaya ulaştığı zamanlarda, kızgın kumların üzerine yatırır ve karnının üzerine çok büyük taşlar koyar ve dininden dönmesini için ona baskı yapardı. Bilal ise; “Allah’u Ahad” diyerek imanında sebat ederdi. Bazen bayılana kadar bu işkenceler devam ederdi. Tâki, Hz. Ebû Bekr efendimiz, onu çok yüksek ücret ödeyerek Ümeyye b. Hâlef’ten satın alana kadar da bu işkenceler devam ediyordu.
Demirci ustası olan Habbab b. Eret, Ümmü Enmâr bint Siba’nin azatlı kölesiydi. Habbab’ın Müslüman olduğunu öğrenen efendisi, dininden dönmesi için onu demir eritmek için kullandığı ateş korlarının üzerine sırt üstü yatırıyordu. Sırtından akan yağların ateşi söndürmesiyle ancak o işkencelerden kurtulabiliyordu. Bütün bunlara rağmen Habbab, sahip olduğu iman nimetinin kendisine kazandırdığı cesaret ve sabırla geri adım atmıyor, inanından dönmüyordu.
Bu ve benzeri işkencelere muhatap tutulan Habbab, bir gün bir grup arkadaşıyla Kâbe’nin gölgesinde oturan Efendimizin yanına gelerek; “Ey Allah Rasûlü! Daha ne zamana kadar bunların yaptıklarına sabredeceğiz de karşılık vermeyeceğiz” diye sorduğunda, Efendimiz; “Ey Habbab! Siz çok acele ediyorsunuz. Sizden öncekiler daha büyük zulümlerle karşı karşıya kalmışlardı da, buna rağmen imanlarından dönmediler. Onlar dan birisi getirilir demir testereyle başında aşağıya yarılır, etleri kemiklerinden demir taraklarla ayrılır ama buna rağmen imanlarından dönmezlerdi. Allah’a yemin olsun ki, bu din mutlaka galip gelecektir. Bir kadın Hadramut’tan Sana’ya kadar tek başına gidecek, korktuğu tek şey koyunlarını kurdun yemesi olacaktır. Siz çok acele ediyorsunuz” diyerek sabretmeleri gerektiğini söylüyordu.
Mahzunoğullarının azatlı kölesi olan Yâsir ailesi de, iman etmenin bedelini kendilerine yapılan işkencelerle ödüyorlardı. Başta Ebû Cehil olmak üzere, çöllere götürülüyor ve kızgın kumların üzerine yatırılıyor, elleri ayakları develere bağlanıyor, develer ters istikamete doğru çekilerek işkenceler ediliyordu. Elleri ve ayaklarıyla kazıklara bağlanarak dinlerinden dönmeleri isteniyordu. Bir defasında böyle bir talebi Sümmeye annemiz tarafından yüzüne tükürülerek reddedilen Ebû Cehil, elindeki mızrağı Sümeyye annemizin karnına saplayarak onu şehit etmişti. Benzer bir akıbet, eşi Yâsir’in de başına gelmişti. Oda kendisine yapılan işkencelerden ötürü şehit olmuştu. Anne ve babası şehit edilen ve kendisine de türlü türlü işkenceler yapılan Ammar ise, işkencelerin şiddetine dayanamamış ve onların dinden dönme tekliflerini kalbi rıza göstermediği halde kabul etmişti. Ancak bu şekilde işkencelerden kurtulan Ammar, koşarak peygamberimize gelip durumunu anlatıyor ve kâfir olup olmadığını soruyordu. Efendimiz Ammar’a; “Kalbin ne durumda?” diye soruyor, Ammar ise; “Kalbim Allah ve Rarûlünü seviyor” deyince, Efendimiz; “Aynı durumla karşılaşırsan yine aynı şeyi yapabilirsin” diyerek bu durumda kalan zayıf kimseler için dinin ruhsat tanıdığını ifade ediyordu. Konuyla ilgili olarak şu âyet nazil olmuştur: “Kalbi imanla dolu olduğu hâlde zorlanan kimse hariç, inandıktan sonra Allah’ı inkâr eden ve böylece göğsünü küfre açanlara Allah’tan gazap iner ve onlar için büyük bir azap vardır.” (Nahl, 106)
Mus’ab b. Umeyr ,Mekken’in varlıklı ailelerinden birisine mensup olan bir gençti. Annesinin çok sevdiği bir evladı olduğundan, en iyi elbiseleri giyer ve en iyi kokuları kullanırdı. İslâm davetine muhatap olan Mus’ab, o kutlu kervanda yolunu alanların arasına katılmakta gecikmiyor. İlk zamanlarda Müslüman olduğunu gizlese de, Annesi Hannas, ondaki değişikliklerin farkına vararak Müslüman olduğunu öğreniyor. Dininden dönmesi için her türlü ekonomik baskılar uyguladığı halde bir netice elde edemeyince, onu evin bir odasına hapsediyor. Birinci Habeşistan hicreti söz konusu olduğunda, Mus’ab, kaçarak Habeşistan hicretine katılıyor ve ancak kendisine yapılan baskılardan bu şekilde kurtuluyordu.
İman edenlerin ilklerinden birisi olan Ebû Zerr, Mekke’de bir peygamberin ortaya çıktığını duyduğunda, kardeşini Mekke’ye gönderiyor ve konuyu araştırarak kendisine bilgi getirmesini istiyordu. Kardeşinin getirdiği bilgilerin kendisini tatmin etmediği Ebû Zerr, kendisi Mekke’ye gidip ortaya çıkan peygamberle ilgili sağlıklı bilgi edinmek istiyordu. Mekke’ye geldiğinde Hz. Ali, onun yabancı olduğunu anlamış ve misafir etmişti. Bir sonraki gün, onu yine Kâbe’de gören Hz. Ali, Mekke’ye geliş amacını sormuş, oda, ortaya çıkan peygamberle ilgili bilgi almak ve onunla görüşmek istediğini söylemişti. Neticede Hz. Ali onu, Hz. Peygamberimizin yanına götürüyor ve peygamberimizin davetiyle Müslüman oluyordu. Peygamberimiz kendisine, kavmine dönmesini ve kendisinden bir davet gelinceye kadar kavmi arasında kalmasını söylemişti. Ancak Ebû Zerr, peygamberimizin yanından ayrıldıktan sonra Kâbe’ye gitmiş ve yüksek sesle putları yermiş ve insanları İslam’a davet etmişti. Bunun üzerine orada bulunan müşrikler, Ebû Zerr’in üzerine çullanmış ve öldüresiye dayak atmışlardı. Ebû Zerr, orada bulunan birisinin; “Bu Gıfar kabilesindendir, sizin kervanlarınız oradan geçiyor, eğer siz onu öldürürseniz bir daha kervanlarınız oradan geçemez” demesi üzerine ancak ölümden kurtuluyordu.
Rahmân sûresi nazil olduğunda, Peygamberimiz; “Bu sûreyi kim Mekkelilere okuyacak?” diye sorduğunda, orada bulunanlardan kimse buna cesaret edememişti. Sadece Abdullah b. Mes’ud kalkarak; “ben okurum” demişti. Azatlı bir köle ve çok zayıf cüssesi olan Abdullah, Kâbe’ye giderek Ramân sûresini yüksek sesle okumaya başlıyor. Orada bulunan müşrikler ona saldırarak dövüyorlar. Araya orada bulunan birilerinin girmesiyle Abdullah canını zor kurtarıyordu. Kendisine dayak atan başta Ebû Cehil olmak üzere müşriklerin o anki durumunu daha sonra kendisi şu şekilde ifade ediyordu; “Vallahi ben müşriklerin ne kadar aciz olduklarını bir kez daha anladım. Eğer tekrar okumam istense yine çıkar okurum” diyerek yaşadığı tecrübenin kendisine kazandırdığı imanî lezzeti hatırlatıyordu.
Müşriklerin yaptıkları işkencelerden nasibini alan şu isimleri de unutmamak gerekir; Suheyb b. Sinan er-Rumi, Ebû Fükeyhe, Zinnire, Ümmü Ubeys, Amr b. Fuheyre gibi. O toplumda zayıf olan bu insanlar, Mekkeliler tarafından çeşitli işkencelere tabi tutulmuş ve neticede Hz. Ebû Bekr’in satın alarak azat etmesiyle bir nebze işkencelerden kurtulmuşlardı.
DAR’UL ERKAM
İslâm davetinin ilk yıllarında Müslüman olan Erkam b. Erkam, Safa tepesinin eteklerinde stratejik bir yerde bulunan evini Müslümanların hizmetine açmıştı. Müslümanlar bu evde peygamberimizle gizlice bir araya geliyor ve dinlerini öğreniyorlardı. Bu ev, Mekke süreci boyunca müşrikler tarafından fark edilmemiş ve adeta bir medrese/okul görevi görmüştü. Müslümanlar burada toplanıyor, ibadet ediyor ve dinlerini öğreniyorlardı. Mekke’de Müslümanlara ait kendi evlerinden başka Erkam’ın Evi gibi başka bir kurumdan bahsetmek mümkün değildir.
İBRETLER VE DERSLER
- Eğer bir hareketin lideri, hareket mensuplarıyla birlikte davaları için aynı zorluklara katlanıyorlarsa, o dava, başarılı olmaya aday demektir. Yok eğer hareket mensupları zorluklara katlanıyor, liderler ise fil dişi kulelerinde veya işinde gücünde yaşıyorlarsa, o hareketin başarılı olması söz konusu olamaz. Günümüzde birçok hareketin başarılı olamamasının sebeplerinden birisi hiç kuşkusuz ki bu meseledir. Hareket mensupları her türlü bedelleri öderken, hareketin liderliğini yapan insanlar hiçbir beden ödemeden rahat bir şekilde hayatlarını sürdürüyorlar. Bu anlayış Nebev-i Hareket metoduna uygun değildir.
- Fikri manada mücadele edemediği kimseleri şiddet kullanarak susturmak istemek, ancak zavallıların yapabileceği bir durumdur. Tarihin her döneminde fikri anlamda yenilen güç sahipleri, muhaliflerini ancak şiddet kullanarak susturmak istemişlerdir. Zalimlerin kendi faydalarına sandıkları bu durum, genel manada kendilerine zarar vermiştir. Kendilerine dinlerinden dolayı yapılan zulme mukavemet gösteren insanların bu sabrı, inanamayan insanlar üzerinde çok ciddi izler bırakmış, neticede de o inancı süreç içerisinde seçmelerine sebebiyet vermiştir.
- Hak davanın müntesibi olduğu için işkencelere muhatap tutulan Müslümanlar, karşılaştıkları bu durumu kendilerinin doğru yolda olduklarının bir ispatı sayarak, dinlerine daha fazla sıkı sıkıya bağlanmışlardır. Daha önceki ümmetlerin de, kendileri gibi cahiliye toplumunda yaşadıklarından dolayı, kendileriyle aynı durumla karşı karşıya bırakıldıklarını bildiklerinden, bu baskılar Müslümanları hem birbirlerine hem de dinlerine daha fazla bağlamıştır. Bunun en büyük ispatı, Mekkeli müşriklerin yaptıkları bu akıl almaz işkencelere rağmen, tek bir Müslüman imanından dönerek tekrar müşrik olmamasıdır.
- İslâm davasının müntesipleri arasında, Bilâl gibi azimeti tercih edenler olabileceği gibi, ruhsatı tercih eden Ammar’lar da bulunacaktır. Ne Ammar’a Bilâl’in taşıyacağı yükü yüklemek doğrudur, ne de Bilâl’e Ammar’ın yükünü taşıtmak doğrudur. Azimeti tercih eden insanlar taktir edileceği gibi, ruhsatı tercih eden insanlar ise asla kınanmazlar. Dinin koyduğu bir ruhsatı kullanan insanların kınanması, Allah’ın hükmünü kınamak anlamına gelmektedir. Bu ise kişiyi kâfir yapar.
- İslâmî mücadelede aceleciliğe yer yoktur. Aksine sabrı kuşanarak vazifeleri yerine getirmek, neticeyi ise Allah’tan beklemek vardır. İslâmî mücadele, dünyevi başarıya endeksli değildir. Bu mücadelenin daha önceki temsilcileri olan Hz. Nuh, Hz. Hud, Hz. Sâlih, Hz. İbrahim, Hz. Zekeriyya, Hz. Yahya gibi kutlu öncüler, küfrün temsilcileri olan kavimlerine karşı dünyevi bir başarı elde edemediler. Ancak Allah indinde, mücadelelerini en başarılı bir şekilde yaptılar ve kendilerinden sonrakilere Allah tarafından örnek olarak gösterildiler. İslâmî mücadelenin müntesipleri dünyevi zaferden değil, bu amaç için seferden sorumludurlar. Bunun içindir ki, Habbab b. Eret’in kendilerine zulmeden müşriklere karşı silaha sarılma teklifini Efendimiz reddetmiştir.
- Küfrün hakim olduğu sistemlerde, İslâmî mücadele küfrün denetimi ve kontrolü altındaki kurum ve kuruluşlarda değil, İslâmî ilkelerden taviz vermeden bağımsız bir şekilde hareket eden kurumlarda yapılmalıdır. Eğer oluşturulan kurum ve kuruluşlar sistemin yönlendirmesiyle hareket ediyor, İslâm’ın koyduğu ilkelerden ödün veriyorsa, bu tür kurumları Müslümanların kullanmaları Nebevî değildir. Böyle durumlarda Efendimizin Mekke’de yaptığı gibi, Dar’ul Erkâm’lar kurularak buralarda İslâmî faaliyetler yürütülmeli, İslâmî kadroların yetiştirilmesi buralarda sağlanmalıdır.
BİRİNCİ HABEŞİTAN HİCRETİ
Nübüvvetin beşinci yılının ortalarında, artık işkenceler dayanılmaz bir hal almıştı. Peygamberimiz, Müslümanlara yapılan işkencelere karşı koyacak bir gücü olmadığından, Müslümanlar için bir çıkış yolu arıyordu. Bu süreçte inen; (Ey Muhammed!) Bizim adımıza de ki, "Ey iman eden kullarım! Rabbinize karşı gelmekten sakının. Bu dünyada iyilik yapanlar için (ahirette) bir iyilik vardır. Allah'ın yeryüzü geniştir. Sabredenlere mükafatları elbette hesapsız olarak verilir." (Zümer, 10) âyetinin de gündeme getirmesiyle peygamberimiz, Habeşistan’a hicret için izin veriyordu.
Habeşistan kralı Necaşi Ashama’ın, âdil bir hükümdar olduğundan Müslümanların bu ülkeye hicret etmeleri gerektiğini söylüyordu. Efendimizin bu izni doğrultusunda, Müslümanlar Osman b Affan’ın öncülüğünden 12 erkek ve 6 kadın olmak üzere yola çıktılar. Sahil kıyısına varana kadar Kureyşlilerin kendilerini fark etmemeleri için gündüz gizleniyor gece yürüyorlardı. Nitekim bir sandala binerek denizi aşıp Habeşistan’a vardılar.
Bu olandan yaklaşık iki ay sonra, Necm sûresi nazil olmuş, Peygamberimiz, Harem-i Şerif’te bu sûreyi orada bulunan müşriklere okumuş ve Sûrenin sonuna geldiğinde -ki secde âyeti var- secde etmiş ve orada bulunanlarda secde etmişlerdi. Hatta Velid b. Muğire, çok yaşlı olduğundan secdeye varamamış, yerden biraz toprak alarak anlına sürmüştü. Bu yaşanan hadise, Habeşistan’a Mekkelilerin Müslüman olduğu yönünde ulaşmış ve Habeşistan’da ki Müslümanlarda geri dönme kararı almışlardı. Mekke’ye geldiklerinde ise haberin yalan olduğunu öğrenmişlerdi.
İKİNCİ HABEŞİSTAN HİCRETİ
Döndüklerinde Mekkelilerin Müslüman olduğuna dair haberlerin çarpıtılmış olduğunu gören Müslümanlar, yanlarına başka Müslümanlara da olarak tekrar Habeşistan’a ikinci bir defa hicret ediyorlar. İkinci Habeşistan hicretinde yer alan Müslümanlar, 73 erkek, 19 da kadından oluşuyordu.
Hicret etmek isteyenler arasında Allah Rasûlünün dostu Ebû Bekr’de vardı. Hicret yolundayken karşılaştığı İbnü’d-Dügunne, gitmesine izin vermeyerek Kureyşlilerle konuşmuş ve neticede onu himaye ederek Mekke’de kalmasını sağlamıştı. Ebû Bekr, evinin yanındaki çardağında, sesli Kur’an okuyarak namaz kılıyor, birçok kadın ve çocuk onun okuduğu Kur’an’ı dinlemek için evinin etrafında toplanıyorlardı. Bu durumdan rahatsız olan Kureyşliler, İbnü’d Dügunne’ye giderek; “Ya Ebû Bekr’in dışarıda Kur’an okumaktan vazgeçmesini, ya da himayesini kaldırmasını” istediler. Ebû Bekr, ile görüşen İbnü’d Dügunne neticede Kureyşlilerin baskılarına dayanamayarak himayesini kaldırıyor. Hz. Ebû Bekr de, sadece Allah’ın himayesine sığındığını söyleyerek Mekke’de kalmaya devam ediyor.
Habeşistan’a ilk hicret edenlerin sayısı az olduğundan Kureys konuya sessiz kalmış, ikici hicrete katılanların sayılarının fazla olasından dolayı hemen harekete geçerek Müslümanları ülkesinden çıkartarak kendilerine teslim etmesi için, Habeş kralına adam gönderme kararı almışlardı. İkna kabiliyeti ve kurnazlığıyla meşhur olan ve aynı zamanda Habeşistan kralını da tanıyan, Amr b. el-As ve bir arkadaşını çeşitli hediyelerle birlikte Habeşistan’a gönderiyorlar. Amr b. el- As, Habeşistan’a vardığında kral ile görüşüyor ve kavimlerinden bir kısım insanın din değiştirerek Habeşistan’a sığındığını, Mekkelilerin ise onları geri istediğini söyleyerek Müslümanları kendileriyle geri göndermesini istiyordu. Aslında günün tabiriyle Necaşi’den Müslümanları sınır dışı etmesini istiyordu.
Amr b. el-As’ı dinleyen kral, kendi ülkesine sığınan insanları dinlemeden sınır dışı etmeyeceğini söylüyor. Bir elçi göndererek Müslümanları huzuruna çağırıyor. Kralın elçisi Müslümanlara geldiğinde, Müslümanlar kendi aralarında istişare yapıyorlar ve Cafer b. Ebû Talib’i sözcü olarak seçiyorlar. Ayrıca, ne pahasına olursa olsun yalan söylememeyi de kararlaştırıyorlar. Huzura gelen Müslümanlara Necaşi; “Neden başka bir yere değil de kendi ülkesine geldiklerini?” soruyor. Müslümanlar da Peygamberimizin kendisi hakkında söylediği sözleri naklediyorlar. Daha sonra Kral, Müslümanlara dinleri hakkında sorular soruyor. Câfer b. Ebû Ebû Talib’de sorulan sorulara şu şekilde cevap veriyor;
"Ey hükümdar! Allah aramızdan birini seçip de onu kendisi için elçi olarak gönderene kadar biz cahillerdendik. Putlara tapar, günah işlerdik. Ölü eti yer, akrabalarımızla alâkayı keser, komşularımıza kötü davranırdık. İşte bu hâl üzereyken Allah bize soyunu sopunu, doğruluğunu, eminlik ve iffetini çok iyi bildiğimiz bizden birini peygamber olarak gönderdi. O da bizi Allah'ı birlemeye ve O'na kulluk etmeye çağırdı. Bize doğru sözlülüğü, emanete hıyanet etmemeyi, akrabaları ziyareti, komşulara iyi davranmayı, kan dökmemeyi ve haramlardan uzak durmayı emretti. Kötülüklerden, yalan yere şahitlikten, yetim malı yemekten, iffetli kadına iftiradan men etti. Allah'a ibadet etmemizi, O'na hiçbir şeyi ortak koşmamamızı, namaz kılıp sadaka vermemizi istedi. Biz de onu tasdik ettik. Getirdiğine uyduk. İşte bu yüzden kavmimiz bize düşman oldu. Eziyet etti. Bize işkence ettiler, sıkıntılara düşürdüler, yapmak istediklerimize engel oldular. Biz de seni başkalarına tercih ederek memleketine geldik. Senin himayene güvenip zulme uğramayacağımızı ümit ettik."
Daha sonra Necaşi; “O kutsal kitaptan yanınızda bir şey var mı?” diye sordu. Câfer de, Meryem sûresini baş tarafını okudu. Gözyaşlarını tutamayan Necaşi; “Bu İsâ’ya verilenler aynı kaynaktan fışkırıyor” diyerek Kureyş heyetine döndü ve; “Gidebilirsiniz. Allah’a yemin olsun ki bu durumda onları size teslim etmem” dedi.
Amr b. el-As, son bir taktik daha devreye koyuyor. Yanında getirdiği hediyeleri kralın yakınında bulunan din adamlarına veriyor ve Müslümanların Hz. İsâ’yı ilah olarak görmediklerini söyleyerek etkilemeye çalışıyor. Nitekim din adamlarını etkilemeyi başarıyor ve neticede din adamları konu Necaşi’ye taşıyorlar. Necaşi’de Müslümanları tekrar çağırarak onları dinliyor. Câfer şunları söylüyor; “Biz ancak peygamberimizin bize söylediği şeyleri söyleriz o da ‘İsâ, Allah’ın kulu, elçisi ve iffetli bakire Meryem’e ulaştırdığı kelimesidir’” diyor. Yanında bulunan din adamları bu durumdan rahatsız olsalar da Necaşi, Müslümanlara dönerek; “Gidebilirsiniz, siz artık benim topraklarımda güvendesiniz” diyor ve adamlarına getirdiği hediyeleri Amr b. el-As’a geri vererek geri dönmelerini istiyor. Bu planı da başarısızlıkla sonuçlanan Amr b. el-As eli boş bir şekilde Mekke’ye geri dönmek zorunda kalıyor.
Bazı nakillerde Necaşi’nin Müslüman olduğu, bunu halkından gizlediği, halkının haberdar olduğu zaman ona karşı isyan başlattığı ve netice de Necaşi’nin isyanı bastırdığı da söylenmektedir. Necaşi’ye karşı başlatılan bu isyan, orada bulunan Müslümanları da tedirgin etmiş, Necaşi’nin isyanı bastırmasına da sevinmişlerdir.
Müşrikler Dar’un Nedve’de bir araya gelerek peygamberimizi öldürme planları yapıyorlar. Konuşulanları duyan Hz. Ebû Bekr; “Siz bir adamı Rabbim Allah’tır dediği için mi öldüreceksiniz” diyor. Netice de cesaret ederek bu düşündüklerini hayata geçiremiyorlar.
İBRETLER VE DERSLER
- Yetişen İslâmî kadroların can güvenliklerini sağlamak için, eğer içerisinde yaşadıkları toplumda bu mümkün değilse, bunu sağlayacak başka bir yurt aramak gerekmektedir. İslâmî bir hareket, ancak yetişmiş, sağlam ve güvenilir kadrolarla ayakta kalabilir. Bundan dolayıdır ki, yetişmiş insanların korunması, aynı zamanda davanın korunması anlamında geldiğinden çok önem arz etmektedir. İste bu sebepten dolayıdır ki Efendimiz, Müslümanların Mekke’de can güvenliklerinin olmadığını göz önünde bulundurarak Habeşistan’a hicret etmelerini istemişti. Bu şekilde de yetişmiş dava adamlarının can güvenlikleri sağlanmıştı.
- Zorluğun ve sıkıntılın olduğu bir ortamda, lider kadrolar kendilerini o zorluğun dışına atıyor, müntesiplerini ise o zorluğun ve sıkıntının içerisinde bırakıyorsa, böyle bir durum müntesiplerin harekete olan güvenini sarsar. Efendimiz ise bunun tam tersini yaparak, önce hareketin müntesiplerinin can güvenliğini düşünerek Mekke’den ilk önce onları çıkarmaya çalışıyordu. Böyle davranması, Müslümanların Efendimize ve İslâm davasına daha fazla bağlanmalarını sağlıyordu.
- Küfür sistemlerinin oluşturduğu görece de olsa Müslümanların faydasına olan imkânlardan istifade edilmelidir. Kâfir oldukları halde, zulmetmeyerek Müslümanlara yaşam hakkı tanıyan, dinlerini yaşama fırsatı veren Habeşistan gibi ülkelerin oluşturduğu bu tür imkânlardan dinin koyduğu ilklerden ödün vermeden istifade etmek gerekir.
- Müslümanların maslahatınadır diyerek, Allah’ın haram kıldığı yasakları kafirlere karşı bile uygulamamak gerekir. Câfer b. Ebû Talib, doğru söylediği durumda, Habeşistan’dan sınır dışı edilme tehlikesi olduğu halde, Necaşi’nin sorularına doğru cevaplar veriyor, Müslümanların maslahatı gibi bir gerekçeye sığınarak Allah’ın haram kıldığı bir günahı işlememiştir. Zor durumlarda bile Allah’ın buyruklarına bağlı kalanlara, Allah’ın yardımı gelmektedir. Allah yalancıları sevmediği gibi, sadık olanların da yardımcısıdır.
- Kafirlerin oluşturduğu görece olumlu imkanlardan yararlanırken, onlara fiili destek vererek küfür sitemi ayakta tutmak asla doğru değildir. Müslümanlar Necaşi’nin oluşturduğu imkanlardan istifade ederken, Necaşi’ye fiili destek vererek küfür sistemini ayakta tutmaya çalışmamışlardır. Necaşi’ye karşı toplumunun başlattığı isyanı bastırmak için Necaşi’ye fiili destek vermemiş, ancak Necaşi’nin başarısına sevinmişlerdir. Buda bize, küfür sistemleri arasında tercihte bulunarak daha ehven olanını desteklemek ve sahiplenmenin söz konusu olamayacağını göstermektedir. Allah’ın indirdiği kanunlarla hükmetmeyerek zulme bulaşan bir sistemi desteklemek, küfür sisteminin yürüklükte kalmasına katkı sağlamak gibi bir neticeyi doğurur. Oysaki bir Müslüman, Allah’ın kanunlarının yürürlüğe gireceği bir sistemin oluşması için her daim çalışmalı, insanları beşeri kanunların zulmünden kurtararak hakkın adaletine ulaştırmak için elinden gelen mücadeleyi ortay koymakla mükelleftir.
HZ. HAMZA’NIN MÜSLÜMAN OLMASI
Bir gün Ebû Cehil, Efendimiz Safa tepesinin yakınlarındayken yanında geçiyor ve O’na olmadık hakaretler ediyor. Abdullah b. Cuda’nın cariyesi bu duruma şahit oluyor. Avdan dönerken karşılaştığı peygamberimizin amcası Hamza b. Abudulmütalib’e durumu anlatıyor. Duruma çok öfkelenen Hamza, Ebû Cehil’li bulma ümidiyle direk Kâbe’ye gidiyor. Ebû Cehille karşılaşan Hamza, elindeki yayla kafasına bir darbe indirerek kafasını yarıyor. Hamza, sonra şunları söylüyor; “Ben de onun dinini paylaştığım halde sen nasıl benim yeğenime dil uzatırsın?” diyor. Kendisini öfkelendiren bu durum neticesinde Müslüman olduğunu söyleyen Hamza, birkaç gün konuyu enine boyuna düşünüyor ve neticede Peygamberimizle görüşerek Müslüman olmaya karara veriyor. Bu olay neticesinde Kureyş, yiğit bir adamını daha Müslümanlara kaptırmış oluyordu.
ÖMER B. HATTAB’IN MÜSLÜMAN OLUŞU
Yıllar nübüvvetin 6. yılını gösterdiğin de, Kureyş bir yiğidini daha Müslümanların safına kaptıracaktı. Olay şöyle gelişti; Mekke de yaşanan toplumsa sorunun temel sebebinin peygamberimiz olduğunu düşünen Hattab’ın oğlu Ömer, sorunu kökten halletmek için Peygamber Efendimizi öldürmeye karar verir. Kılıcını kuşanır ve O’nu aramaya başlar. Yolda Nuaym b. Abdullah’a ila karşılaşır. Nuaym kendisine niçin kılıç kuşandığını soruduğunda ise niyetini ona bildirir. Nuaym bu işin sebep olacağı sonuçları bildiğinden Ömer’i kararından vazgeçirmek için kız kardeşi ve eniştesinin de Müslüman olduğunu hatırlatır. Bundan haberi olmayan Ömer duruma çok kızarak kız kardeşinin evine yönelir.
Kapıya geldiğinde Ömer’in geldiğini ve hiddetli olduğunu anlayan kız kardeşi ve eniştesi, kendilerine Kur’an öğreten Habbab b. Eret’i ve okuduğu Kur’an sahifelerini saklıyorlar. Kapıyı açtıklarında Ömer bir hışımla kız kardeşinin üzerine yürüyerek ona tokat atıyor, sonra eniştesine de aynısını yapıyor. Biraz sonra sinirleri yatışan Ömer, kız kardeşinin çenesinden akan kanı görünce yüreği sızlıyor ve yaptığına pişman oluyor. Kapıdayken duyduğu Kur’an sahifelerini kendisine vermelerini istiyor. Kız kardeşi onlara zarar verir endişesiyle vermekten çekiniyor. Zarar vermeyeceğine dair söz aldıktan sonra kendisine vereceğini söylüyor. Zarar vermeyeceğine dair söz alındıktan sora, ellerindeki sahifede yazılı bulunan Taha sûresini ona veriyorlar ve oda o sahifeleri okuyor. Kalbi ısınan Ömer’e, saklandığı yerden çıkan Habbab b. Eret; “Ey Ömer, ben peygamberimizin şu şekilde dua ettiğini duydum; “Allah’ın Ömer b. Hattab veya Amr b. Hişam senin katından bunlardan hangisi daha sevimli ise onunla İslâm’ı güçlendir” isterim ki o sen olasın” diyor.
Kalbinde İslâm nuru parlamaya başlayan Ömer, Peygamberimizin nerede olduğunu soruyor ve Habbab b. Eret’ten Erkam’ın evinde olduğunu öğreniyor ve hemen Erkam’ın evine doğru gidiyor. Erkam’ın evindeki Müslümanlar, Ömer’in kılıç kuşanarak oraya doğru geldiğini gördüklerinde bir an panikliyorlar. Hz. Hamza, endişelenecek bir durumun olmadığını, iyilik için geldiyse iyilik göreceğini, yok kötülük için gediği taktirde de, kılıçlarıyla ona karşı koyarak öldüreceklerini söyleyerek Müslümanları teskin ediyor. Neticede Ömer’i içeri alıyorlar ve Ömer peygamberimizle görüşüyor ve Peygamberimiz kendisine; “Ey Ömer iman etmenin zamanı hala gelmedi mi?” diye soruyor. Ömer’de şahadet getirerek Müslüman oluyor. Bu şekilde Ömer’in Müslüman olması da, Müslümanların güçlerine güç katmıştı.
Ayrıca, Hz. Ömer’in Müslüman olmasıyla ilgili başka rivayetler de nakledilmiştir. O rivayetlerin birisi özetle şu şekildedir; Bir gece içki içmek için dışarı çıkan Ömer, her zaman arkadaşlarıyla içki içtiği yere gider fakat arkadaşlarını orada bulamaz, sonra içki satan esnafın yanına giderek içki almak ister, fakat orada da kimseyi bulamaz. İçinden, Kâbe’yi tavaf etmek gelen Ömer, tavafa başladığında Efendimizin Kur’an okumasına şahit olur ve Ömer, okunan Kur’an’dan etkilenerek neticede Müslüman olur.
Ömer, Müslüman olduğunda Ebû Cehil’in kapısına giderek, Müslüman olduğunu yüzüne söylemiştir. Ömer’in verdiği bu haber üzerine Ebû Cehil, şu şekilde tepki vermiştir; “Sana da getirdiğin habere de lanet olsun” diyerek hiçbir şey yapamadan kapısını kapatmıştır.
Bir başka rivayette de, Ömer Müslüman olduğunda Müslüman olduğuna dair haberi Mekkelilere en erken kim duyurabilir diye sormuş ve kendisine Cemil b. Ma’mer’in ismini verilmişti. O da, Cemil b. Ma’mer’i bularak Müslüman olduğunu söylemiş ve Mekkelilere de duyurmasını istemişti. Cemil b. Ma’mer’de Kâbe’ye giderek, Ömer’in Müslüman olduğunu herkese duyurmuştu. Böylece de bütün müşrikler, onun Müslüman olduğunu öğrenmişlerdi.
Ömer, kendisine ne zaman Faruk lakabının verildiği sorulduğunda, bu soruya şu şekilde cevap veriyor; Müslüman olduğunda o zaman kadar iman edenler genelde kendilerini gizliyorlardı. Ömer Müslüman olduktan sonra ise Ömer’in ısrarı üzerine Peygamberimizin de iştirakleriyle toplu bir şekilde Mescid-i Haram’a yürüyüp orada namaz kılma kararı alıyorlar. Netice de Peygamberimizi aralarına alarak Kâbe’ye yürüyorlar. Müşrikler ise buna engel olmaya çalışsalar da başarılı olamıyorlar. Müslümanlar büyük kararlılık göstererek tüm tepki ve engellemelere rağmen Mescid-i Haram’a yürüyor ve orada namaz kılıyorlar. Müslümanların bu eylemi Kureyşlileri olumsuz anlamda çok etkiliyor. İşte bu olaydan dolayı Peygamberimiz Ömer’e, Faruk lakabını vermiştir.
Abdullah ibn Mes’ud; “Ömer Müslüman olana kadar Kâbe’nin yanında namaz kılamazdık” diyordu.
Suheyb b. Sinan er-Rumi ise; “Ömer Müslüman olduğunda İslam davası belirgin hâle geldi ve insanlar İslam’a açıkça davet edilmeye başlandı. Kâbe’nin etrafında halkalar şeklinde oturabilir, Kâbe’yi tavaf edebilir duruma geldik” diyordu.
KUREYŞİN YAHUDİLERE MÜRACAATI
Kureyşliler bir çıkış yolu olur ümidiyle daha önce kendilerine kitap ve peygamber gönderilen Yahudilere müracaat etmeyi kararlaştırıyorlar. Nadr b. Hâris ve birkaç kişiyi Medine’ye Yahudilerden bilgi almaları için gönderiyorlar. Yahudilerle görüşen Kureyşlilere Yahudiler, şu üç soruyu Efendimize sormaları gerektiğini söylüyorlar. Birincisi; Ashab-ul Kehf, ikincisi; Zülkarneyn ve üçüncüsü de; Ruh hakkında soru sormalarını, eğer bu sorulara doğru cevap verirse onun gerçekten bir peygamber olduğunu, cevap veremezse bir yalancı olduğunun ortaya çıkacağını söylüyorlar.
Medine’den gelen heyet, bu soruyu vakit kaybetmeden Peygamber Efendimize sordular. Peygamberimiz de; “Size yarın bu soruların cevabını bildiririm” dedi. Lakin düşündüğü gibi olmadı ve vahiy yaklaşık kırk gün gecikti. Müşrikler ise, peygamberimizin sorularına cevap verememesini alay konusu ederek O’nu yalancı birisi olarak dillerine doladılar. Nitekim kırk gün sonra inzal olan Kehf sûresi ve Ruh hakkında bilgi veren, İsra sûresinin 85. âyeti inmiş, böylece de konularla ilgili cevaplar verilmişti. Buna rağmen Kureyşliler iman etmeye yanaşmadılar.
Kureyşin peygamberimizi öldüreceğine dair söylentilerin ortaya çıkmasından dolayı Ebû Talib, tedbirler almaya başladı. Haşimoğlulları ve Muttaliboğullarını toplayarak Kâbe’de peygamberimizi koruyacaklarına dair söz aldı. Ebû Leheb dışında herkes Ebû Talib’in bu teklifini kabul ederek gereğini yapacaklarını söylediler. Kimi zaman peygamberimizin evinin yanında nöbet bile tutuyorlardı.
İBRETLER VE DERSLER
- Muhatapları Kur’an ile yüzleştirmek en etkili davet yöntemidir. Hz. Ömer’in Müslüman olması, dinlediği Kur’an’dan etkilenmesi neticesinde olmuştur. Yine Velid b. Mûğire, Utbe b. Rabiâ, daha nice örnek bize Kur’an’la muhatap olan insanların ondan etkilendiğini göstermektedir. Bu yüzden davet gerçekleştirirken, muhataplarımız ile Kur’an’ı yüzleştirmeli, Kur’an’la onları uyarmalıyız. Kur’an’ı geri plana atarak, kendi düşüncemiz, mezhebimiz, cemaatimiz, hocamız, kitaplarımız gibi hususları ön plan almamalıyız.
- Toplum içinde cesur ve itibarlı kimselerin, Müslüman olması Müslümanlara güç kazandırdığı gibi kâfirlere de güç kaybettirir. Bundan dolayı Mekke toplumu üzerinde cesaretiyle bilinen iki kişinin Müslüman olması için Allah Rasûlü dua etmiştir. Vicdanı körelmemiş olan Ömer, vicdanının sesine kulak vererek kalbini İslâm’a açmış ve neticede Allah onun vesilesiyle Müslümanları güçlendirmiştir.
- Nice kötü görülen hususlar, birçok hayırlı neticelere sebebiyet verebilmektedir. Kabile taassubu ve bunun güncel versiyonu milliyetçilik normal de kötü bir durumdur. Ancak kabile taassubu Hz. Hamza’nın Müslüman olmasına sebebiyet vermiş, kabile taassubunun bir gereği olarak Efendimizi savunmak ve ona zulmedenlere tepki olsun diye İslâm’ı seçtiğini söylemiş ve neticede sorgulamaları neticesinde de İslâm ile şereflenmiştir. Nice hoşa gitmeyen durumlar, birçok hayrın sebebi olabilmektedir. “Hoşunuza gitmediği halde savaş size farz kılındı. Sizin için daha hayırlı olduğu halde bir şeyi sevmemeniz mümkündür. Sizin için daha kötü olduğu halde bir şeyi sevmeniz de mümkündür. Allah bilir, siz bilmezsiniz.” (Bakara, 216)
- Faruk; İman ile küfrün, mü’min ile kâfirin arasını kesin çizgilerle ayıran kimse demektir. Müslümanlar, inanç ve davranışlarında o kadar titiz olmalılar ki, batıl ve hurafeler onlara asla bulaşmamalı, toplum içinde hakkın temsilcisi, batılın ise düşmanı oldukları belli olmalıdır. Hakla batılın birbirine karıştığı günümüzdeki gibi cahili toplumlarda, Faruk olmanın önemi çok daha önem azr etmektedir.
- Cahiliyye döneminde karakteri sağlam olan kimseler, Müslüman olduklarında bu güzelliklerine daha bir güzellik katarak kaliteli bir Müslüman oluyorlar. Ömer, cahiliye döneminde, kendince yanlış kabul ettiği şeylere karşı net bir duruş sergilediği gibi, aynı duruşu Müslüman olduktan sonra da küfre karşı sergilemiştir. Bu karakteristik yapısından dolayıdır ki defeatle Efendimize; “Bırak şunların boynunu vuralım” diyerek münafıklar hakkında talepte bulunmuştur. Onun dünyasında net olmak, batıl ile asla uzlaşmamak, batıla merhamet göstermemek vardı.
- İman kişiye izzet kazandırır! Normal hayatlarından sıradan birisi olanlar, Müslüman olduklarından cesaret timsali kesilivermişlerdir. Mekke’de Müslüman olan nice kölenin, gördükleri işkencelere rağmen imanlarından dönmemeleri, kâfirlerin her türlü baskılarına karşı yılmadan sabretmeleri bunun en açık örneğidir. Bu durum, cahiliyye hayatında cesaretli olan kimselerin Müslüman olduğunda onlardaki izzeti ve cesareti daha fazla artırmıştır. Hz. Ömer’in Müslüman olduktan sonra, Müslüman olduğunu herkese duyurmak istemesi örneğinde olduğu gibi. Hatta Ebû Cehil’in kapısına kadar giderek, Müslüman olduğunu ona söylemiş ve onlardan gelebilecek her türlü baskılardan korkmadığını izzetlice ortaya koymuştur.
- Kendi aralarında anlaşamayan kâfirler, söz konusu Müslümanlar olduğunda, Müslümanlara karşı yardımlaşabilmektedirler. Kureyş, dinlerini kabul etmedikleri halde, olabilir ki Müslümanlarla mücadelelerinde bir çıkış yolu bulabiliriz umuduyla Yahudilere müracaat etmişlerdi. Günümüzde ki, İslâmî hareketi yok etmek için, Yahudi ve Hıristiyanlarla işbirliği yapan zâlim ve tâğut yöneticiler gibi.
GENEL AMBARGO/BOYKOT YILLARI
Kureyşlilerin Müslümanları yıldırma politikaları yılmadan devam ediyordu. Dar’un Nedve’de toplanan Kureyş liderleri, yeni çareler bulmaya çalışıyorlardı. Yaptıkları toplantı neticesinde yeni bir yıldırma politikası olarak Müslümanlara boykot uygulamaya karar verdiler. Hayata geçirmeyi kararlaştırdıkları bu yeni yıldırma planında, peygamberimizi koruyan bütün Haşimoğulları ve Muttaliboğullarını, -Ebû Leheb hariç- ve iman eden bütün Müslümanları Ebû Talib mahallesi olarak bilinen yerde toplamak, peygamberimizi kendilerine teslim edinceye kadar onlarla bütün ilişkileri kesmek, ticaret yapmamak, kız alıp vermemek, onları dışlamak, evlerine gitmemek ve konuşmamak üzere kararlar aldılar. Bu kararı da bir kağıda yazarak, Kâbe’nin duvarına astılar.
Üç yıl kadar süren bu boykot yılları Müslümanlar ve Peygamberimizi koruyan Haşimoğlulları ve Muttaliboğulları için çok zor geçmiştir. Kureyş, Ebû Talip mahallesine ticaret mallarının girmemesi için Mekke’ye gelecek olan kervanları yolda karşılıyor, ya kendileri malları alıyor veya fiyatlarını yükselterek Müslümanların almasını engelliyorlardı. Kimse onlardan mal almadığı için, gelir elde edemiyor ve neticede muhtaç duruma düşmüşlerdi. Bu süreçte özellikle de vicdan sahibi bazı kimselerin geceleri gizlice o bölgeye erzak gönderilmesi dışında, Kureyşliler aldıkları kararlara bağlı kaldılar. Yeni doğan çocuklardan bazıları ölüyor, insanlar yiyecek bir şey bulamadıkları için ağaç yapraklarını ve hayvan derilerini suda kaynatıp yiyorlardı.
Yaklaşık üç yıl sonra, Mekkeli vicdanları körelmemiş bazı insanlar bu durumdan rahatsızlıklarını dile getirmeye başladılar. Hişam b. Amr’ın başlattığı bir girişimle, Züheyr b. Ebi Ümmeye, Mut’im b. Adiy, Ebû’l Buhteri b. Hişam, Zem’a b. el-Esved’in girişimleriyle konu Dar’un Nedve de yapılan toplantıda gündeme taşınıyor. Burada ki isimler, teker teker söz alarak yapılan bu uygulamanın yanlışlığından söz ediyor ve bir an önce sonlandırılması gerektiğini söylüyorlardı. Ebû Cehil ise bunun bir komplo olduğunu, bu isimlerin daha önce böyle bir plan kararlaştırarak toplantıya geldiklerini söyleyerek uygulamanın devam etmesi gerektiğini söylüyordu.
Dar’un Nedve de bunlar yaşanırken, Ebû Talib peygamberimizden bir haberle geliyor. Getirdiği haber şu şekildeydi; yazılan o metnin böcekler tarafından yendiğini ve dolayısıyla da artık o kararın yürürlükten kalkması gerektiğini söylüyordu. Kağıdın bulunduğu yere vardıklarında “Bismikellahumme, (Allah’ım senin ismiyle)” ifadesi hariç diğer kısmın ağaç kurdu/güvesi tarafından yendiğini gördüler. Bu hadiselerden dolayı yapılan bu zulüm son bulmuş oldu. Müslümanlar ve onlara destek verenler rahat bir nefes almış oldular.
Yıllar nübüvvetin onuncu yılını gösterdiğine, Ebû Talib kendisini ölüme götürecek hastalığa yakalanıyor. Durumdan haberdar olan Kureyşliler, son bir umutla Ebû Talib ile görüşme kararı alıyorlar. Utbe b. Rabia, Şeybe b. Rabia, Ebû Cehil, Ümmeyye b. Halef ve Ebû Sufyan’ın da içinde bulunduğu yaklaşık 25 civarında kişiyle Ebû Talib’i hasta yatağında ziyaret ediyorlar. Ebû Talib’in kendileri için değerli birisi olduğunu, yeğeniyle ilgili yaşadıkları sorunu çözmek istediklerini, bunun için yeğenini çağırmasını ve talepleri neyse onları karşılamak istediklerini, ondan da kendilerinin talepleri olduğunu söylüyorlar. Eğer talepleri gerçekleşirse kendisine ilişmeyeceklerini, onunda kendilerine ilişmemesini istediklerini söylüyorlar.
Ebû Talib peygamberimize haber göndererek çağırtıyor. Peygamberimiz geldiğinde, Kureyş heyetinin geliş maksadını açıkladıktan sonra peygamberimiz söz alarak; “Sizden sadece tek bir kelime istiyorum. Eğer onu söylerseniz hem bütün Araplara egemen olacaksınız, hem de Arap olmayanlar size boyun eğecektir” diyor. Bunu duyan Mekke’nin önde gelenleri, bu tür bir netice ortaya çıkaracak bir kelimeyi değil on kelimeyi de söyleyeceklerini ifade ediyorlar. Peygamberimiz de; “La ilâhe İllallah diyeceksiniz ve O’ndan başka taptıklarınızı terk edeceksiniz” diyor. Kureşliler ise; “Ne yani Muhammed! şimdi senin bizden istediğin bütün ilahları tek bir ilah yapmamızı mı istiyorsun” diyerek bu teklifi reddediyorlar. Bunun üzerine şu âyeti kerimeler nazil oluyor;
“Sâd. O şanlı, şerefli Kur'an'a andolsun (ki o, Allah sözüdür). Fakat inkar edenler bir büyüklenme ve ayrılık içindedirler. Biz onlardan önce nice nesilleri helak ettik. Onlar da feryat ettiler, ama artık kurtuluş zamanı değildi. Kafirler, kendilerine içlerinden bir uyarıcının gelmesine şaştılar ve şöyle dediler: Bu yalancı bir sihirbazdır. İlahları bir tek ilah mı yaptı? Gerçekten bu çok tuhaf bir şey! İçlerinden ileri gelenler, "Gidin, ilahlarınıza tapmaya devam edin. İşte bu istenen şeydir. Biz bunu son dinde (en son dinî inanışlarda) duymadık. Bu ancak bir uydurmadır. O zikir (Kur'an) içimizden ona mı indirildi?" diyerek kalkıp gittiler.” (Sâd, 1-7)
İBRETLER VE DERSLER
- Mekke site devletinin yönetim şekli de bir nevi demokrasiydi. Dar’un Nedve adlı parlamento/meclislerinde toplanıyor, konuları kendi aralarında müzakere ediyor ve netice de alınan kararlara tüm kabileler uymak zorunda kalıyordu. Demokrasi gibi bir yönetim tarzı, daha doğru bir ifadeyle batıl din, yeni ortaya çıkmış bir sistem değil, çok eski zamanlardan beridir, halkları manipüle etmek için uygulanan bir sistemdir.
- Despot yönetimler, Müslümanlarla mücadelelerinde her türlü yıldırma veya yok etme yöntemlerine başvurmuşlardır. Başvurdukları sindirme yöntemlerinde de kadın, çocuk ve yaşlı demeden herkese karşı aynı baskıyı uygulamışlardır. Hatta bu baskıdan nasibini alanlar sadece Müslümanlar değil, onlara yardım ve yataklık yaptığı düşünülen herkes olmuştur.
- Dünyevi imkanların artması, çoğu zaman Müslümanların rehavete kapılmalarına sebebiyet vermiştir. Müslümanlara yönelik baskılar ise bunun tam tersi bir etki ortaya çıkararak Müslümanların davalarına daha fazla sarılmalarına sebebiyet vermiştir. Müslümanlara yapılan baskılar, bırakın onların gücünü zayıflatmayı bilakis onları birbirine ve davalarına daha fazla kenetlemiştir.
- Vicdan sahibi insanların vicdanını harekete geçirmek, toplumun vicdanına seslenmek gerekir. Yapılan zulümleri ortadan kaldırmak için yapılan çağrılar, vicdanı bozulmamış insanları harekete geçirerek karşılık bulabiliyor. Müslümanlara yapılan ambargo da, böyle vicdan sahibi insanların devreye girmesiyle ancak sona ermiştir. Toplum vicdanı, manipüle edilerek işlevsiz hale getirilebildiği gibi, doğru bir şekilde kanalize edildiğinde ise zulme karşı onurlu bir duruş sergileyebilmektedir.
- Allah dilediği taktirde, böcek ordularıyla da Müslümanlara yardım eder. Yeter ki Müslümanlar kendi üzerlerine düşen sorumlulukları hakkıyla yerine getirsin, iman ettim iddialarını karşılaştıkları zorluklara göğüs gererek ortaya koysunlar. Boykota muhatap tutulan Müslümanlar imanlarında sebat gösterip, iman iddialarını ispat edince, Allah’ta hem vicdan sahibi insanları, hem de antlaşma metinini yiyen böceklerini devreye koyarak Müslümanlara yardım etmiştir.
- “La ilâhe illallah” kurtuluşun ve zaferin tek parolasındır. Bu sözü söyleyen ve samimiyetle gereklerini yerine getirenler, hem dünyevi hem de uhrevi zaferi kazanacak, diğer insanları kendilerine boyun eğdireceklerdir. Bundan dolayıdır ki, Efendimiz Kureyş liderlerine bu kelimeyi söyledikleri taktirde bütün Arapların kendilerine boyun eğeceğini söylemiştir.
- Dünyevi faydalar olduğunda “bende varım” diyen, uhrevi faydalar olduğunda ise kaçınan kimseler ancak kâfirlerdir. Müslüman ise, dünyaya ait olan menfaatler olduğu zaman değil, uhrevi faydaların olduğu yerlerde “bende varım” diyen kimselerdir. Nitekim Efendimiz, Kureşli liderlere dünyevî fayda getirecek olan; “Araplar size boyun eğer” dediğinde hemen atılmışlar, onlara ahirette fayda getirecek “Le ilâhe illallah” dediğinde ise bundan şiddetle kaçınmışlardı.
HÜZÜN YILI
Yıllar, nübüvvetin 10. yılını gösterdiğinde, peygamberimize dâvet mücadelesinde önemli dayanak olan Ebû Talib ve Hatice annemiz vefat ediyorlar. Bu hadiselerden dolayı bu yıl, Efendimiz için adeta hüzün yılı olmuştur.
Bu yıl, Ebû Talib kendisini ölüme götürecek hastalığa yakalanıyor ve yatağa düşüyor. Bu süreçte peygamberimiz onu devamlı olarak ziyaret ediyor ve “La İlâhe illallah” demesi için telkinde bulunuyordu. Müşriklerin de Ebû Talib’i ziyarete geldiği bir gün, peygamberimiz yine telkinlerini yeniliyordu. Fakat orada bulunan müşrikler ise; “Ey Ebû Talib! Yoksa atalarının dininden yüz mü çeviriyorsun” diyerek peygamberimizin dâvetine olumlu yanıt vermesini istemiyorlardı. Bunun üzerine Ebû Talib’te; “Ben Abdulmütalibin dini üzereyim” diyor ve vefat ediyor. Başka bir rivayette ise; “Mekkeli kadınlar, ölümden korktuğu için dinini değiştirdi demesinler. Ben atalarımın dini üzereyim” dediği nakledilmektedir. Efendimiz de; “Allah yasaklamadığı sürece senin için af dileyeceğim” demiştir. Nitekim konuyla ilgili olarak önce şu âyet nazil oluyor; “Şüphesiz sen sevdiğin kimseyi doğru yola iletemezsin. Fakat Allah, dilediği kimseyi doğru yola eriştirir. O doğru yola gelecekleri daha iyi bilir.” (Kasas, 56) daha sonra Medine döneminde ise şu ayet nazil olmuştur; “Cehennem ehli oldukları açıkça kendilerine belli olduktan sonra, -yakınları da olsalar- Allah'a ortak koşanlar için af dilemek ne Peygambere yaraşır ne de mü'minlere.” (Tevbe, 113)
Efendimizi bütün baskılara rağmen himaye eden Ebû Talib ile ilgili olarak, Peygamberimizin şu şekilde buyurduğu rivayet edilir; “O derinliği olmayan bir cehennem çukurunda olacaktır. Eğer ben olmasaydım (bana olan himayesi olmasaydı) cehennemin en derin çukurunda olacaktı.” (Buhari, Menâkıbu’l-Ensar, 40)
Yine bu yıl, peygamberimizi nübüvvetin ilk günlerinden itibaren destekleyen, kendisine 25 yıl hayat arkadaşlığı yapmış olan ve 6 çocuğunun annesi ve ilk eşi Hz. Hatice annemizi de, Ebû Talib’in vefatından çok kısa bir zaman sonra vefat ediyor.
Yeri geldiğinde peygamberimizi teskin eden, yeri geldiğinde malıyla dâvasını destekleyen, çocuklarının annesi ve hayat arkadaşını kaybetmek peygamberimize çok üzüntü veriyor. Hz. Hatice annemize duyduğu sevgi onun hayatında hep varlığını korumuştur. Medine döneminde onu andığı bir zaman Hz. Aişe annemiz; “Allah sana ondan daha hayırlısını nasip etmişken, sen hâlâ Hatice, Hatice diyorsun” dediğinde, Efendimiz, Hz. Hatice’ye duyduğu sevgiyi şu ifadelerle oraya koyuyordu; “Allah’a yemin olsun ki Allah ondan daha hayırlısını bana nasip etmemiştir. Herkes beni inkâr ederken o bana iman etti. Onlar beni yalanlarken o beni tasdik etti. İnsanlar beni her şeyden mahrum ederken o malıyla beni destekledi. Allah başka kadınlardan değil, ondan bana çocuk nasip etti” demiştir.
Peygamberimizin, Hz. Hatice’den Kasım ve Abdullah/Talib isminde iki oğlu ve Ümmü Gülsüm, Rukiyye, Zeyneb ve Fatıma adında dört kızı olmuştur. Erkek çocukları daha küçük yaştayken vefat ediyorlar. Kızları ise hepsi İslâm dönemine kadar yaşıyor ve Müslüman oluyorlar. Ümmü Gülsüm, Rukiyye ve Zeynep daha peygamberimiz hayattayken vefat etmiş, Fatıma ise kendisinin vefatından yaklaşık olarak altı ay sonra vefat etmiştir. Efendimizin soyu Fatıma annemizin soyundan devam etmiştir.
Ebû Talib, Kureyşin de saygı duyduğu bir şahsiyetti. Peygamberimiz her ne kadar Haşimoğulları ve Muttaliboğulları’nın himayesinde kalmaya devam etiyse de, Ebû Talib gibi saygı duyulan bir şahsiyetin himayesinde mahrum kaldı. Peygamberimize yönelik olan baskılar, Ebû Talib’in vefatından sonra daha da arttı.
Nübüvvetin onuncu yılında Peygamberimiz, Sevde bint Zem’a ile evlendi. Erken dönemde Müslüman olan Sevde ve kocası Habeşistan hicretine katılmış ve kocası orada vefat etmiş, kendisi de Mekke’ye geri dönmüştü. Peygamberimiz de Hz. Hatice’nin vefatından birkaç ay sonra kendisiyle evlenmişti.
İBRETLER VE DERSLER
- Düşmanların hedefinde olduğunuz bir durumda, sizi koruyacak dayanaklardan yoksun kalmanız sizde psikolojik olarak büyük bir yıkıma sebebiyet verir. Size karşı oluşturulan çemberin her gecen gün daha da daralması yaşadığınız bu zorlukları daha da artırır. Oysaki bu tür durumlar zaferin en yakın olduğu durumlardır. Gece karanlığının en yoğun olduğu zamanlar sabaha en yakın olan zamanlardır.
- Davanızı ve hayatın getirdiği bütün zorluklara sizinle bitlikte katlanan eşin önemi! “Her başarılı erkeğin arkasında bir kadın vardır” diye bir söz vardır. Bu belirli oranda doğru bir sözdür. Dava adamı bir Müslümanın arkasında, eğer onun tasdik eden, teselli eden, davasında ona destek olan bir eşi yok, bunun tam tersi bu konularda ona devamlı sorun çıkartan bir eş varsa, böyle bir Müslümanın başarılı olması söz konusu olamaz. Hz. Hatice annemiz, Efendimiz için adeta bir teselli kaynağı, mutluluğun sebebi, müşriklerin yalanmaması karşısından yıkılmaz bir kale olarak sığındığı kimseydi.
- Vefa bir Müslümanın olmazsa olmaz bir özelliğidir. Bir Müslüman öncelikle Rabbine karşı vefalı olmalı, daha sonrada kendisine faydalı olan herkese karşı vefalı olmak durumundadır. Vefa Efendimizin temel özelliklerinden birisi olmuştur. Gerek Hz. Hatice annemize, gerekse de kâfirlere karşı, kendisine iyilik eden herkese yönelik Efendimiz vefalı hareket etmiştir. Hz. Hatice annemizin kendisine yaptığı iyilikleri hiç unutmamış, hayatının geri kalan kısmında da onu hep hayırla yâd etmiştir.
- İman olmadan diğer yapılan hayırların kişiye bir faydası söz konusu değildir! Ebû Talib, İslâm davasının yayılmasında çok büyük bir katkısı olmuştur. Efendimize çok büyük mahrumiyetlerle karşı karşıya kalmasına rağmen, kol kanat gererek himaye eden birisidir. Lakin bu kadar fedakârlık onun kurtulması için yeterli olmamıştır; “Cehennemde en hafif azap EbûTalib’e yapılır. Ayaklarında ateşten iki nalın olacak, bunların sıcaklığından beyni kaynayacaktır.” [Müslim] O, İslâm’ı kabul etmediği halde İslâm davası için bu kadar fedakârlık yaptı, peki Müslüman olduğunu söylediği halde hiç kılını kıpırdatmayanlara ne demeli!
- İnsanlar tarafından ayıplanma korkusu, nice insanların İslâm’ı seçmelerinin önünde en önemli engellerden birisidir. İnsanların birçoğu kınama endişesi taşıdıkları için hakkın ve hakikatin yanında yer almaz, içinde bulunduğu bataklığın içerisinde helak olur giderler. Kişinin kalbinde taşıdığı gurur duygusu, ayıplanma endişesinin temel sebeplerindendir. Ebû Talib, çok halim birisi olduğu, peygamberimizi korumak için nice zorlukları göğüslediği halde, gururunu yenerek Müslüman olmaya, kınama endişesinden dolayı yanaşmıyordu. Konunun öneminden dolaydır ki, Rabbimiz mü’minleri tanımlarken; “…hiçbir kınayıcının kınamasından korkmazlar…”[10]
TAİF YOCULUĞU
Aynı yılın Şevval ayında, Efendimiz Mekke’ye yaklaşık 90 km. uzaklıkta olan Taif’e, hem İslâmî dâveti gerçekleştirmek ve hem de Müslümanları himaye edecek bir yer bulurum umuduyla gidiyor. Yanına azatlısı olan Zeyd b. Hârise’yi de alıyor. Taif’e vardığında Sakif kabilesinin lideri Amr b. Umeyr es-Sakafi’ın oğulları olan Abdülyalîl, Mes’ud ve Hubeyb ile görüşerek geliş maksadını söylüyor. Onları İslâm dâvasına destek vermeye çağırıyor. Ancak çok sert bir tepkiyle karşılandı. Peygamberimiz de onlardan, madem dâvetime icabet etmeyecek ve Müslümanları himayeye almayacaklar, bari Taif’e geldiklerini gizli tutmalarını onlardan istedi. Yaklaşık 10 gün Taif’te kalarak önde gelen hemen herkesle görüştü. Lakin İslâm davetine icabet eden hiç kimse olmadığı gibi, O’nu Taif’ten taşlayarak kovdular. Öyle ki, kölelerle birlikte onun gideceği yolların kenarlarında durup O’nu taşlattılar ve neticede Zeyd b. Hârise taşların önüne kendisini atmasına rağmen, ikiside isabet eden taşlardan dolayı kan revan içinde kalmıştı.
Taif’ten çıkarak yaklaşık dört-beş km. uzaklıktaki Utbe ve Şeybe b. Rabia kardeşlere ait olan bir bahçeye sığındılar. Taif’te karşılaştığı durumdan dolayı çok müzdarip olan Efendimiz, ellerini açarak Rabbine şu yakarışta bulundu;
“Allah’ım! Kuvvetimizin zaafa uğradığını, çaresiz kaldığımızı ve halk nazarında hor görüldüğümüzü ancak sana arz ederiz. Ey merhametlilerin en merhametlisi! Çaresizlerin rabbi sensin. Allah’ım, huysuz, yüzsüz bir düşman eline bizi düşürmeyecek, hatta hayatımızın dizginlerini eline verdiğin akrabadan bir dosta bile bizi bırakmayacak kadar bize merhametlisin. Allah’ım, eğer bize karşı kırgın değilsen; çektiğimiz mihnetlere, belalara hiç aldırmayız. Fakat senin esirgeyiciliğin bunları göstermeyecek kadar geniştir. Sana sığınırız. Senin cemalinin nuruna sığınırız. Bütün karanlıkları parlatan, dünya ve ahiret işlerin ıslahının yalnız ona bağlı bulunduğu nuruna sığınırız. Allah’ım, sen razı oluncaya kadar senin affını diliyoruz. Bütün kuvvet, her kudret ancak sendendir.”
Peygamberimizin durumun fark eden Utbe ve Şeybe kardeşler, Hıristiyan olan köleleri Addâs ile peygamberimize üzüm gönderdiler. Efendimiz, gönderilen üzümleri besmele çekerek yemeye başladığında ise Addâs; “Bu memlekette insanlar bu sözü bilmezler” demiş, Peygamberimiz ise; “sen hangi memlekettensin” deyince Addâs; “Ben Ninovalı bir Hıristiyan’ım” demişti. Efendimiz; “Güzel insan Yunus b. Mattâ’nın memleketinden, öyle mi?” diye sorduğunda ise Addâs; “Yunus b. Matta’yı sen nereden tanıyorsun ki?” diye sormuştu. Allah Rasûlü ise şöyle cevap vermişti; “O benim ana baba ayrı kardeşimdir. O da peygamberdi ben de peygamberim. Peygamberler birbirlerinin ana baba ayrı kardeşleridirler” demişti. Allah Rasûlüne sarılan Addâs, onu öpmeye başlamış ve neticede O’na iman etmişti.
Addâs’ın bu durumunu gören Utbe b. Rabia, Addâs geri döndüğünde; “Sakın senin de dininden döndürmesin” diyerek Addâs’ı uyarmış, Addâs ise; “Yer yüzünden ondan daha hayırlı birisi yoktur. Bir peygamberin bilebileceği şeyleri biliyor” demişti. Daha sonra Mekke’nin yolunu tutan Allah Rasûlü, Karnu’l Menâzil’e vardığında Allahû Taâlâ dağlar meleğini göndermiş ve eğer dilerse Tâiflileri yerin dibine geçirebileceğini kendisine bildirmişti. Efendimiz ise; “Hayır ben, Allah’u Taâlâ’nın onlardan, sadece Allah’a ibadet edip O’na başka hiçbir şeyi ortak koşmayan nesiller çıkarmasını diliyor ve umuyorum” demişti.
Allah Rasûlü, yoluna devam etti ve Nahle vadisine geldiğinde, orada birkaç gün kaldı. Bu vadide kaldığı zaman diliminde, Kur’an’ın daha sonra haber verdiğine göre; cinlerden bir grubun peygamberimizden Kur’an’ı dinlediği ve ondan etkilendikleri ifade edilmektedir. Konuyla ilgili âyetler şöyledir;
“Hani Kur'an'ı dinlemek üzere cinlerden bir grubu sana yöneltmiştik. Onlar, onun huzuruna gelince birbirlerine, "Susun!" dediler. Kur'an'ın okunması bitince de uyarıcı olarak kavimlerine döndüler. Dediler ki: "Ey kavmimiz! Şüphesiz biz, Mûsâ'dan sonra indirilen, kendinden önceki kitapları doğrulayan, gerçeğe ve doğru yola ileten bir kitap dinledik. Ey kavmimiz! Allah'ın dâvetçisine uyun, ona iman edin ki, günahlarınızı bağışlasın ve sizi elem dolu bir azaptan kurtarsın." (Ahkâf, 29-31)
Ayrıca konuyla ilgili olan Cin sûresindeki ayetler ise şu şekilde başlıyor: “De ki: "Bana cinlerden bir topluluğun (Kur'an'ı) dinleyip şöyle dedikleri vahyedildi: "Şüphesiz biz doğruya ileten hayranlık verici bir Kur'an dinledik de ona inandık. Artık Rabbimize hiç kimseyi asla ortak koşmayacağız." (Cin, 1-2) Konu 15. âyete kadar devam ediyor.
Dâvet için çıktığı Mekke’ye şimdi nasıl girecekti? Kendisine bu soruyu soran Zeyd b. Hârise’ye, “Allah bir çıkış yolu yaratacaktır” diyordu. Ahnes b. Şurayk’a, kendisini himaye etmesi için teklif gönderiyor, fakat Ahnes bu teklifi kabul etmiyordu. Sonra Suheyl b. Amr’a haber gönderiyor nitekim oda bu teklifini kabul etmiyordu. Daha sonra Mut’im b. Adiy’e haber gönderdiğinde Mut’im, teklifi kabul ederek Efendimizi himayeye alacağını söylüyordu. Mut’im b. Adiy kabilesinden kılıçlarını kuşanarak Kâbe’ye gelmelerini istedi. Kendisi de Peygamberimizle birlikte Kâbe’ye geldi. Kureyş’e yönelerek; “Ey Kureyşliler! Bilesiniz ki ben, Muhammed’i himayeme aldım. İçinizden hiç kimse sakın ona dokunmasın, yoksa bizi karşısında bulur” diyerek oradan ayrıldı.
Ebû Cehil sonra Mut’im b. Adiy’e yanaşarak; “Sadece himaye mi ettin yoksa Müslüman mı oldun?” diye soruyor, “Sadece himaye ettim” cevabını alınca, yaptığı himaye anlaşmasına saygı duyacağını ifade ederek oradan ayrılıyordu.
Peygamberimiz, Mut’in b. Adiy’in yaptığı bu iyiliği hiç unutmamış, Badir savaşından sonra alınan müşrik esirler hakkında; “Eğer Mut’im b. Adiy hayatta olsaydı ve bunları benden isteseydi hepsini karşılıksız olarak ona iade ederdim” demiştir.
Bu Döneme Kadar Mekke Dışında İman Eden Kimseler
- Süveyd b. Sâmit; Medineli bir şair olan Süveyd, Hac için geldiği Mekke’de peygamberimizle karşılaşıyor ve peygamberimizden Kur’an-ı dinledikten sonra Müslüman oluyordu.
- İlyas b. Muâz: Medineli olan İlyas, Medine de Evs Ve Hazreç arasında devam eden Buâs savaşları ile ilgili müttefik bulmak için Mekke’ye gelen altı kişilik Hazreç heyetinde yer almıştı. Mekke’ye geldiğinde peygamber Efendimiz ile karşılaşan İlyas ve beraberindekilere peygamberimiz; “Geldiğiniz şeyden daha hayırlısına var mısınız?” diye sorduğunda; “O nedir?” Allah Rasûlü’de, kendisinin Allah’ın elçisi olduğunu söylüyor ve Allah’a iman etmeye, O’na hiçbir şeyi şirk koşmamaya dâvet ediyordu. Heyettekiler dâvete icabet etmeye hemen yanaşmasalar da İlyas orada açığa varmasa da iman ediyor. Bu olaydan çok geçmeden İlyas ölüm döşeğine düşüyor ve “La ilâhe illallah” diyerek vefat ediyor.
- Ebû Zer el-Gıfâri: Daha önce “İşkence Yıllarını” işlerken orada onun Müslüman olma hikayesini gündeme getirdiğimiz için, burada tekrar etmek istemiyoruz. Dileyen oraya müracaat edebilir.
- Tufeyl b. Amr ed-Devsî: Devs kabilesinin reisiydi. Nübüvvetin 11 yılında Mekke’ye geldi. Onun geldiğini duyan Kureyşliler yolunu keserek, Hz. Peygamber konusunda kendisini uyarıyor ve korkutuyorlar. Oda uyarılardan etkilenerek peygamberin söylediklerini işitmemek için kulaklarını pamukla tıkıyor. Peygamberimizi Kâbe’de namaz kılarken görüyor. Sonra içinden; “Ben aklı başında olan birisiyim. Söylenenlerin doğru ve yanlış olduğunu anlayacak kadar akıllıyım” diyor ve kulaklarındaki pamukları çıkarıyor. Peygamberimizin namaz kılarken okuduğu Kur’an’dan etkileniyor. Allah Rasûlü, namazını bitirip evine gidiyor. Tufeyl de onun takip ederek Peygamberimizin evine gidiyor. Daha sonra geliş hikayesini, Kureyşlilerin kendisine yaptıkları uyarıları, kulaklarına pamuk tıkamasını anlatıyor. Peygamberimiz de ona Kur’an okuyor ve İslâm’ı anlatıyor. O da Müslüman oluyor. Peygamberimize kendisine dua etmesini istiyor. Kavmine döndüğünde babasını ve eşini İslâm’a davet ediyor ve onlarda icabet ediyorlar. Kavmi ise direniyor. Israrla dâvetine devam eden Tufeyl nihayetinde kabilesinin iman etmesi üzerine Hendek savaşından sonra 70 kişilik bir heyetle peygamberimizin huzuruna geliyorlar. İslâm davası uğruna çok mücadele eden Tufeyl b. Amr, Yemâme savaşında şehit olmuştur.
- Dimâd el-Ezdî; Yemenli Ezdi kabilesindendir. İslâm öncesi cahiliyye inancında önemli bir yer işgal eden “cin çarpması” gibi hastalıkları tedavi etmekle uğraşıyordu. Mekke’ye geldiğinde, Kureyşin peygamberiz için “cinlenmiş” dediklerinden dolayı, peygamberimizi belki tedavi ederim diye görmek istiyor. Nitekim peygamberimizle görüşüyor ve eğer isterse kendisini tedavi edebileceğini söylüyor. Peygamberimiz ise; ona İslâm’ı anlatıyor ve Kur’an okuyor. Duyduklarından çok etkilenen Dimâd el-Ezdî; “Ben, kâhinlerin, büyücülerin ve şairlerin sözlerini işitmişimdir. Ama senin bu sözlerinin bir benzerini hiç duymadım…Elini uzat da İslâm üzere sana bey’at edeyim” diyerek Müslüman oluyor.
İBRETLER VE DERSLER
- İslâmî hareketin önünün kapatıldığı ve geleceğinin tehlikeye girdiği bir beldede, Müslümanları himaye ederek farklı yurt arayışları gerekmektedir. Baskı ve şiddet hangi boyutta olursa olsun sabretmek değil, baskı ve şiddetin olmadığı bir belde öncelikle tercih edilmelidir. Eğer Müslümanlar, zulüm ve işkencenin olduğu bir durumla karşı karşıya kalırlarsa, dinlerinden taviz vermeden kendilerini himaye edecek bir yer söz konusuysa bu imkândan istifade etmelidirler. En azından böyle bir arayış içerisine girmekte dini açıdan bir problem söz konusu değildir. Bundan dolayıdır ki, Efendimiz, Taiflilerden Müslümanları himaye etmelerini istemiştir. Ayrıca, Müslüman olmadığı halde Ebû Talib’in ve Taif dönüşünde kâfir olduğu halde Mu’tim b. Adiy’in himayesine girmiştir. Bu konuda en önemli husus şurasıdır; asla Allah’ın koymuş olduğu ilkelerden taviz verilmemeli, böyle bir durum dayatıldığı taktirde himaye kabul edilmemelidir.
- Müslümanlar içerisinde yaşadıkları toplumda davet sorumluluklarını hakkıyla yetine getirmedikleri, hareketin bireylerinin can güvenliğin olduğu bir durumda, bir beldeden başka bir beldeye gitmek için arayışlara girmeleri söz konusu olamaz. Ancak, İslâm’ı kabul eden, İslâm kanunlarının yürürlükte olacağı bir belde var ise oraya hicret edebilirleler. Efendimiz, Müslümanların can güveliğin kalmadığı, dinlerini yaşamalarının adata imkânsız hale gediği bir durumdayken ancak faklı yurt arayışlarına girmiştir.
- Meşru bir gerekçe olmadan sorumluluk yerimizi trek etmemiz, Allah indinde kınamayı gerektirecek bir durumdur. Yunus (a.s.), Kur’an’da bu yönüyle bize örnek gösterilmesi unutulmamalıdır. O, Allah’tan emir almadığı halde, kavminin Müslüman olmasından ümidini keserek başka bir beldeye hicret etmek istemişti. Lakin bu durumu Rabbimiz hoş görmeyerek, bindiği gemiden denize atılmasını ve belirli bir süre balığın karnında kalmasını dilemiştir. Kitab-ı Kerimimiz konuyu şu şekilde gündemimize getiriyor; “Sen Rabbinin hükmünü sabırla bekle. Balık sahibi (Yunus) gibi olma. Hani o, dertli dertli Rabbine niyaz etmişti. Şayet Rabbinden ona bir nimet yetişmemiş olsaydı o, mutlaka, kınanacak bir halde ıssız bir diyara atılacaktı.” (Kalem, 48) Efendimiz de Taif’e yaptığı yolculukta sanki Yunus’un (a.s.) yaptığı hatayı yapmış gibi bir düşünceye kapılmış olacak ki; “Allah’ım, eğer bize karşı kırgın değilsen; çektiğimiz mihnetlere, belalara hiç aldırmayız” diye bir ifade kullanmıştır. Allah’u âlem.
- Tarihin birçok döneminde kâfir topluluklar, kendilerini dünya ve ahiret saadetine ulaştırmak için gönderilen peygamberlere ve İslâm davetçilerine düşmanlık yapmış, hatta onları katletmişlerdir. Bu anlayış insanlık tarihi kadar eskidir. Hâbil ve Kâbil ile başlayan bu mücadele, kıyamete kadar da sürecektir. Müslüman davetçiler bunun farkında olmalı, bu tür zorluklara karşı kendilerini hazırlamaları, yeri geldiğinde mallarını Allah için feda ettikleri gibi canlarınıda feda edebilmelidirler. Efendimiz, Taif’te hayatında yaşadığı en büyük zulümlere muhatap tutulmuş, o bahtsız insanlar halkı galeyana getirerek Efendimizin geçeceği yollara dizmiş ve O’nu Taif’in dışına kadar taşlamışlardı. Yanındaki Zeyd b. Hârise ile birlikte, kan revan içinde kalmışlardı.
- İslâm, insanları öldürmek ve yok etmek için değil, hidayetle tanıştırmak için gönderilmiştir. Kâfirlere, genel olarak öldürülmeyi hak eden insanlar gözüyle bakılmamalı, hidayet için birer aday olan insanlar gözüyle bakmalıyız. Eğer kâfirlerin yok edilmesi esas olsaydı, Allah, peygamberler göndermez ve kâfirlerin kurtuluşu için peygamberlerine nice eziyetler yapılmasına müsaade etmezdi. Efendimiz, kendisine yukarıda gündeme getirdiğimiz eziyetleri yapan Taiflilerin yok edilmelerini değil, soylarından Müslüman nesiller meydana gelmesini istiyordu. İşte İslâm’ın gerçek yüzü burasıdır. Efendimizin başarısının arkasındaki sebeplerin en başında bu ahlâkı gelmektedir. O, Medine İslâm devletinin içinde nice fitne ve fesatlar meydana getirdikleri halde, münafıkları cezalandırma yoluna seçmemiştir. İslâm’ın düşmanlığı ancak ve ancak zalimlere ve düşmanlıkta ileri giden kâfirleredir.
- Aftan daha büyük bir ceza yoktur. Size düşmanlık yapanları siz affettiğinizde aslında onlara en büyük cezayı vermiş olursunuz. Küfürde direnen Taifliler, daha sonra gönüllerini İslâm’a açarak hemen her dönemde İslâm’ın yılmaz savunucuları olmuşlardır. Böyle bir dönüşüm, Efendimize o zulümleri yapan kimselere en büyük cezadır. Bakın Yüce Rabbimiz ne buyuruyor; “İyilikle kötülük bir olmaz. Sen (kötülüğü) en güzel olan davranışla sav; o zaman bir de göreceksin ki seninle aranızda düşmanlık bulunan kimse kesinlikle sıcak bir dost oluvermiş!” (Fussilet, 34)
- Dinin koyduğu ilkelerden ödün vermeden Kâfir insanların, kurum ve kuruluşların himayesine girmekte bir sakında yoktur. Efendimiz, Taif dönüşünde o günün uygulamalarından olan “himaye” uygulamasını kullanarak Mekke’ye gitmek için, Mu’tim b. Adiy’in himayesine girmiştir. Dolayısıyla, Müslümanaların ve İslâm davasının maslahatına olduğu durumlarda ve ayrıca dinden taviz verilmediği sürece bu tür uygulamalardan istifade edilebilir.
- Taif yolculuğu risk içerdiği için Allah Rasûlü, başkalarını değil de kendi azatlı kölesi olan Zeyd b. Hârise’yi götürmüştür. Bir başka Müslümanın canını riske atmaktan önce en yakınını yanına almıştır.
- Taif’ten kalbi kırık olarak dönen Efendimizin yaralarına bir nebze de olsa melhem olması için, Allah O’nu köle Addâs ile karşılaştırıyor ve Addâs’ın Müslüman olmasına vesile kılıyor. “Bir kişinin hidayetin vesile olmak dünya ve içindeki her şeyden (veya kırmızı tüyle develerden) daha hayırlıdır” sözüne kendisi nail oluyor. Taiflilerin kaçındıkları hidayet Utbe ve Şeybe b. Rabiâ’nın kölesi olan Addâs’a nasip oluyor.
- Hidayet, isteyene ve arayana veriliyor, kaçınana değil! Tıpkı Addâs gibi, Tufeyl b. Amr ed-Devsî gibi, Ebû Zerr gibi. Mekke’de bir peygamberin çıktığı haberi Ebû Zerr’e ulaşınca, Gıfâr kabilesinden kalkıp Mekke’ye hidayeti aramaya geliyor. Mekke’de olup da hidayet burnunun ta dibinde olan nice kimseye değil de, ta uzaklardan gelen o kutlu arayanlara nasip oluyor. Peygamberin dizinin dibinde olup da cehenneme gitmek söz konusu olduğu gibi, ona çok uzaklarda olduğu halde cennete gidecek olan nice yiğitler de söz konusudur.
- Hidayet ve İman, eğer dava adamları tarafından doğru temsil edilirse, çağlayan bir ırmak gibidir. Onun önüne hangi engeli çıkarırsanız çıkarın mutlaka o engeli aşarak yatağına akacaktır. Mekkeli müşrikler onun hidayetinin önünde engel olmak için çok uğraştılar, Efendimizi kesinlikle dinlememesi gerektiğini söylediler ve onu öyle korkuttular ki, Efendimizi duymamak için kulaklarını tıkadı. Ama o bir hidayet arayıcısıydı. Ve bütün engelleme girişimlerine rağmen aradığını buldu. O güzel insan, Tufeyl b. Amr ed-Devsî’den başkası değildir! Selam onun üzerine olsun!
İSRA VE MİRAC
Tarih ve Siyer kitaplarında, İsrâ hadisesinin hangi zaman diliminde yaşandığıyla ilgili çok farklı tarihler verilmektedir. En çok öne çıkan görüşe göre ise, Nübüvvetin on ikinci yılının Ramazan ayında gerçekleştiği kabul edilir.
İsrâ hadisesini konu alan âyetin bahsettiği “yürütülen kulun” hangi peygamber olduğu hususunda bir takım farklı peygamber isimlerden bahsedilse de, Muhammed (s.a.s.)’in olduğu daha öne çıkıyor. İsrâ olayı Kur’an’la sabittir ve dolayısıyla da inkarı kişiyi kâfir yapar. Mirac ise, Kur’an’da konu edilmez, hadislerin konusudur, bundan dolayı âlimlerin çoğunluğuna göre, inkarı küfrü gerektirmez. Bazı âlimlerin Necm sûresin 1-18. Âyetlerini konu benzerliğinden dolayı Miracla ilgili tefsir etseler de, bu görüş doğru olan bir görüş değildir. Necm sûresi Nübüvvetin beşinci yılında inmiş Miracın vukuunun ise, on ikinci yılda gerçekleştiği söylenmektedir. Âyetlerin önce inmesi, hadiselerin ise sonra yaşanması Kur’an’ın üslubu değildir. Kur’an bu üslubu ancak kıyamet ve sonrası için kullanmaktadır.
İsrâ’nın mahiyeti; İsrâ, peygamberimizin Mescid-i Haram’dan Mescid-i Aksa’ya götürülmesi hadisesidir. Konuyla ilgili olarak Kur’an, İsrâ sûresinde şu şekilde buyurur; “Kendisine âyetlerimizden bir kısmını gösterelim diye kulunu (Muhammed'i) bir gece Mescid-i Haram'dan çevresini bereketlendirdiğimiz Mescid-i Aksa'ya götüren Allah'ın şanı yücedir. Hiç şüphesiz o, hakkıyla işitendir, hakkıyla görendir.” (İsrâ, 1) Bazı araştırıcılar, bu yolculuğun manevi olduğunu, peygamberimizin rüyadayken böyle bir yolculuk yaşadığını söylerler. Bizce doğru olan görüş, âyette de geçen “yürüme” fiilinden dolayı, hadisenin fiziki manada da gerçekleşmiş olmasıdır.
Miraç hadisesiyle ilgili olarak gelen rivayetlerin özeti ise şu şekildedir; Peygamberimiz “Burak” denilen bir binek ile Mescid-i Haram’dan Mescid-i Aksa’ya getiriliyor. Burada bütün peygamberlere namaz kıldırıyor ve sonra göğe yükseltiliyor. Her kat gökte bir peygamber ile görüşüyor, kendisine cehennemde azap gören bazı kimseler gösteriliyor, sonra elli vakit namaz farz kılınıyor ve Musa (a.s.)’ın önerisiyle birkaç defa Allah’a azaltılması için müracaata bulunduktan sonra beş vakitte karar kılınoyor ve ayrıca Bakara Sûresinin 285-286. âyetleri de kendisine verildiği naklediliyor. Sonra peygamberimizin, Mekke’de yattığı yatak soğumayacak kadar kısa bir zamanda Miraçtan döndüğü ifade edilmektedir.
Bazı araştırmacılar, Miraç ile ilgili bu rivayetlerdeki çelişkilerden ve rivayetlerin sıhhat derecelerinden dolayı kabul etmeyerek Miraç olayının yaşanmadığını söylemektedirler. Özellikle beş vakit namazın farz kılınma durumunda, önce elli vaktin sonra ise beş vakte indirilmesinin Musa (a.s.)’ın tavsiyesiyle olması, “Haşa” Allah’ın Muhammed Ümmetinin kaç vakit namazı kaldıracağını bilmediği, Musa (a.s.)’in ise Allah’tan daha iyi bildiği gibi bir sonca sebep oluyor ki, bunu aklı başında bir Müslümanın kabul edebilmesi mümkün değildir. Yine Bakara sûresinin son ayetlerinin miraçta verildiği haberinin de çok gereceği yansıtmadığı ortadadır. Medine döneminde inen Bakara sûresi, müfessirlerin de büyük çoğunluğunda ifade ettiği gibi; “…içinizdekini açığa vursanız da, gizleseniz de Allah sizi, onunla sorguya çeker de dilediğini bağışlar, dilediğine azap eder. Allah'ın gücü her şeye hakkıyla yeter.” (Bakara, 284) ayeti inince ashabın korkuya kapıldığı, bunun neticesinde de “Allah’ın kimseye güçlük dilemeyeceği” ifade edilerek konuyu açıklığa kavuşturan 286. âyetin indirdiğini söylemektedirler. Nitekim bu ve benzeri durumlar bize Miraç ile ilgili rivayetlere karşı ihtiyatlı olmamız gerektiğini göstermektedir. İslâm’ın temel bir ilkesini ortaya koymadığı ve bir haber niteliği taşıdığı için de âlimlerin çoğunluğuna göre Miraç’ı inkar etmek kişiyi küfre sokmaz. Allah en doğrusunu bilir.
Rivayetlerin bize aktardığına göre, İsrâ hadisesinin yaşandığı günün bir sonraki günü, peygamberimiz yaşadığı bu tecrübeyi Mekkelilere anlatıyor. Ellerine fırsat geçtiğini düşünen Müşrikler bu konuyu bir alay konusuna dönüştürüyorlar. Müşrikler, Hz. Ebû Bekr ile karşılaştıklarında, onunda davasından kuşkuya kapılır ümidiyle bu hadiseyi ona anlattıklarında O; “Bu hadise nedir ki, biz dundan daha büyük bir olayda onu tasdik ettik. O bize ben gökten vahiy alıyorum dedi, bizde onun tasdik ettik” diyerek kâfirlerin ümitlerini kursaklarında bırakıyor. Bu hadiseden sonra kendisine “sıddık” lakabının verildiği ifade edilir. Peygamberimizi zor durumda bırakmak için, ona sorular yöneltiyorlar. Mescid-i Aksâ’nın kaç tane kapı ve penceresi olduğunu soruyorlar. Efendimizde Mescid-i Aksâ’nın kaç tane kapı ve penceresi olduğunu onlara söylüyor ve dönüş yolunda bir kafileye rastladığını, kaybolan develerinin yerini söylediğini, kaplarından su içtiğini haber veriyor. Kafile Mekke’ye geldiğinde Kureyşliler, olayın doğru olup olmadığını sorduklarında olayın gerçek olduğunu öğreniyorlar. Bütün bunlara rağmen yine de iman etmekten yüz çeviriyorlar.
İBRETLER VE DERSLER
- Allah’ın gücünün üstünde bir güç yoktur. Onun gücü her şeye kadirdir. Dilediği peygamberi için denizi yararak onu kurtarıp, düşmanlarını ise o denizde boğmaya gücü yeten Allah, kulu Muhammed (s.a.s.)’i de bir gece Mescid-i Haram’dan Mescid-i Aksâ’ya yürütmeye elbette kadirdir. Allah’ın gücünü hakkıyla takdir edemeyen cahiller ise, yaratılmışlar için var olan sebep ve sonuç ilişkilerinin Allah içinde söz konusu olduğunu düşünerek fizik kanunlarına uygun olmayan her hadiseyi inkar etme yoluna gitmektedirler. Oysaki fizik kanunları yaratılmış varlıklar için söz konusudur. Allah dilediği taktirde bu kanunları yürürlükten kaldırarak bu kanunların tam tersi bir durumu ortaya koyma güç ve kudretine sahiptir.
- Sıddık olmak, Ebû Bekr gibi! Sıkd, doğru sözlü olmak ve doğru söyleyen birisini sözünde tastık etmek demektir. Doğru sözün en doğrusunu söyleyen ise Yüce Rabbimiz ve O’nun Rasûlleridirler. Sıfatlarından birisi de “sıdk” olan Peygamberleri sözlerinde tasdik etmek, kişiyi Hz. Ebû Bekr gibi Sıddık yapar. Sıddık olmak, “O ne dediyse doğru söylemiştir”
- Allah kuluna kâfi değil mi? Allah kulunun destekçisiyse; kim yardım ve desteğini keserse kessin çok bir önem ifade etmemektedir! Allah; Taif’te taşlanan, eşini ve kendisini himaye eden amcasını kaybeden, müşriklerin baskılarına her geçen gün daha fazla muhatap olan Efendimizin, kırılan gönlünü rahatlatmak için O’nu, İsrâ gibi olağanüstü yardımıyla desteklemiş, gönlünü teskin etmiş, yanında olduğunu adeta hatırlatmıştır.
- Kur’an’ın ve Sahih sünnetin hükmünü belirlemediği bir konuda çeşitli rivayetlerden hareketle “tek doğru benim anladığımdır, en sağlam deliller benimkilerdir!” diyerek meseleye yaklaşmak doğru değildir. Miraç hadisesi yaşanmış mıdır, yaşandıysa ruhen/rüyada mi yoksa bedenen mi yaşanmıştır, konuyla ilgili gelen rivayetlerde ki ifadelerin hepsi doğru mudur yoksa değil midir? Bu konuda her hangi bir görüşü kabul eden kimseler, kendileri gibi düşünmeyen diğer görüşte olanları mazur görmek durumundadırlar. Çünkü konu, akide taalluk eden bir konusu değildir. Bu ihtilafın bir yönü sahabe arasında da yaşanmıştır. Efendimizin Allah’ı gözüyle görüp görmediği konusunda ashap arasında da ihtilaflar yaşamış, Efendimizin Allah’ı baş gözüyle gördüğünü iddia edenlere karşı, Âişe annemiz itiraz ederek şunları söylemiştir; “Bu soruyu ilk önce ben kendisine sorudum. Bana gördüğüm Cebrail’di dedi. Çünkü Allah yüce Kitabında; “Gözler O’nu idrak edemez, halbuki O gözleri idrak eder. O en ince şeyleri bilir ve her şeyden haberdardır.” ( En’am, 103) diyerek bunun mümkün olmadığını söylemiştir. (Buharî, K. Tefsir el-Kur'an sure 53, bab:l )Bir peygamber olan Musa (a.s.) nasıl ki Allah’ı görememiştir, Muhammed (s.a.s.)’de aynen O’nun gibi Allah’ı görmemiştir.
- Allah’ın kendisini bize tanıttığı sıfatlarına ters bir haber gördüğümüzde, onun hemen kabul etmemeliyiz. Eğer tevili mümkün ise tevil etmeli, mümkün değil ise reddetmeliyiz. Miraç hadisesinde yaşandığı ifade edilen, beş vakit namazın nasıl farz kılındığına yönelik haberde olduğu gibi! Bu habere göre Allah, Efendimize elli rekât namazı emretmiş, daha sonra Hz. Musa; “Senin ümmetin bunu kaldıramaz, Rabbine dön ve hafifletmesini iste” demiş ve Efendimiz de azaltılması için birkaç defa Allah’ın huzuruna çıkmış ve netice de beş vakitte karar kılındığı haber verilmektedir. Bu haberlerdeki lafızlar, İslâm’ın Allah inancıyla çelişmektedir.
- Allah kullarının güç ve kuvvetlerinin nelere yeteceğini ve nelere de güç yetiremeyeceklerini en iyi bilendir. Çünkü o kullarına güçlük dilemez. Lakin Miraç’ın anlatıldığı rivayetler de ise, bu konuda ona bilgisizlik nispet edilmiştir. Bu rivayette zımnen; Allah, Ümmet-i Muhammed’in kaç vakit namaza güç yetireceğini bilerek ona göre bir hüküm koyacağına, ümmetin güç yetiremeyeceği 50 vakit namazı emretmiştir denilmektedir! Buda sanki, Ümmet-i Muhammed’in kaç vakit namaza güç yetirip yetiremeyeceğini Musâ (a.s.) Allah’tan daha iyi bilmiyormuş gibi bir anlam çıkmaktadır. Bu da, Allah için söz konusu olamaz.
MEDİNELİLERLE İLK GÖRÜŞME
Nübüvvetin on birinci yılında, Hac için Mekke’ye gelen birçok kabileyle Efendimiz görüşerek onlardan iki şey istiyordu; Birincisi; İslâm davetine icabet etmeleri, İkincisi de; Müslümanları himaye etmeleriydi. Görüştüğü hiçbir kabile, Kureyş’e rağmen bunun kabul etmeye yanaşmadılar. Görüşülen heyetlerden birisi de, Medine’den gelen 6 kişilik heyetti. Peygamberimiz, Mina’da karşılaştığı heyete, kimlerden olduklarını sormuş, onlarda Hazreç kabilesinden olduklarını söylemişlerdi. Allah Rasûlü, “biraz konuşabilir miyiz?” diye sorduğunda, onlarda uygun görerek Efendimizle konuşmaya başlıyorlar. Efendimiz onlara, İslâm’ı anlattı ve Kur’an okudu. Medineleriler, Yahudiler ile iç içe yaşadıkları için, devamlı Yahudilerin; “Allah bizden bir peygamber gönderecek, onun eliyle Allah bizi diğer toplumlara karşı üstün kılacak” sözlerine muhatap oluyorlardı. Heyetten birisi arkadaşlarına bu durumu hatırlatıyor ve Yahudilerin beklediği peygamberin bu olabileceğini, kendilerinin Yahudilerden öne geçerek ona iman etmeleri gerektiğini söylüyordu.
Netice de heyet olarak Peygamberimize şu cevabı veriyorlar; “Biz geride kalan halkımızın arasında ki düşmanlık, kin ve nefret başka hiçbir halkın arasında yoktur. Belki Allah senin sayende onları birlik ve beraberliğe ulaştırır. Onların yanına varınca, onları senin davana çağıracağız ve kabul ettiğimiz bu dini onlara da sunacağız. Eğer Allah onları senin elinle birleştirirse, senden daha üstün birisi olmayacaktır”
İçerisinde Medine’de İslâm dâvetinin yayılmasında en fazla katkısı olan Es’ad b. Zürâre’nin de bulunduğu bu heyet, Medine’ye döndüklerinden bu daveti gündemleştiriyorlar. Bu vesileyle de İslâmî dâvet, Yesrib’e ulaşmış oluyordu.
Bu yıl Efendimiz, Hz. Aişe annemizle nişanlanıyor. Yakın dostu Ebû Bekr’in kızı olan Âişe, farklı rivayet ve görüşler olmakla beraber nişanlandığında on sekiz yaşlarındaydı. Medine’ye hicret ettiği yılda nikâhlanarak evleniyorlar.
BİRİNCİ AKABE BEY’ATI
Nübüvvetin on ikinci yılında, ikisi Evsli, geri kalanları Hazraçli olmak üzere on iki kişilik Medineli bir grup peygamberimizle görüşmek üzere Hac mevsiminde Mekkeye geliyorlar. Bunların altısı bir önceki yıl peygamberimizle görüşerek Müslüman olan Hazrecli Müslümanlardı. Yaptıkları davet neticesinde Evs kabilesinden iman edenleri yanlarına alarak bey’at etmek üzere Mekke’ye geliyorlar. Bu heyet, Mina’daki Akabe’nin yanında Peygamberimizle gizlice görüşerek Efendimize şu konularda bey’at ediyorlar; Allah’a hiçbir şeyi ortak koşmamak, hırsızlık yapmamak, zina etmemek, çocukları öldürmemek, iftira atmamak, maruf olan konularda itaat etmek. Kim bunlara riayet ederse, mükâfatı Allah’a ait olacak. Kiminde bunlardan birisini işlediği taktirde dünyada cezasın çekerse bu onun için keffaret olacağı, kim de bu söylenenlerden birisini yapar da, Allah onun ayıbını örterse, işi Allah’a kalmış olacağı, dilerse bu kuluna azap edeceği dilerse de affedeceği!
Peygamberimiz; “Bu şartlar üzerine bana bay’at edin” dediğinde orada bulunanların hepsi; “Bizde bu şartlar üzerine sana bey’at ettik” diyorlar. Bu heyet, kendilerine İslâm’ı öğretecek bir muallim istiyor ve netice Allah Rasûlü (s.a.s.)’de Mus’ab b. Umeyr’i öğretmen olarak onlarla birlikte Yesrib’e gönderiyor.
Es’ad b. Zürare’nin evinde kalan Mus’ab, Es’ad b. Zürere’nin de yönlendirmesiyle bir yılda birçok insanın İslâmlaşmasına ve Medine’nin İslâm şehri olmasına vesile oluyordu. Vesile olduğu insanların en önemlilerinde ikisi; Üseyd b. Hudayr ve Sad b. Mu’az’dır.
Evs kabilesinin liderlerinden olan Sa’d b. Mu’az ve Üseyd b. Hudayr, Mus’ab’ın Medine’ye gelmesinden rahatsız oluyorlar. Bu meseleyi ikisi arasında konuşuyor ve Sa’d b. Mu’az, Üseyd b. Hudayr’ı Mus’ab’ı Medine’den göndermesi için görevlendiriyor. Üseyd, Mus’ab’ın yanına gitmek için yola çıkıyor. Es’ad b. Zürare, Üseyd’in onlara doğru geldiğini gördüğünde, Mus’ab’a, “Bu gelen kavminin efendisidir. Eğer o Müslüman olursa işimiz kolaylaşır” diyor. Nitekim Üseyd, hakaretler ederek Mus’ab’ın yanına geliyor ve ondan Medine’yi terk etmesini istiyor. Mus’ab ise; “Ey Üseyd, sen akıllı ve kavminin efendisi olan bir adamsın. Otur ve dinle. Eğer söylediklerimi doğru görmezsen Medine’yi terk ederim” diyor. O’na İslâm’ı anlatıyor ve Kur’an’dan bazı bölümleri okuyor. Bunun akabinde Üseyd, orada Müslüman oluyor ve Mus’ab’a; “Ben arkamda birisini bıraktım, onu size göndereceğim, eğer onu kazanırsanız İslâm’ın Medine’de girmediği ev kalmaz” diyor ve yanlarında ayrılıyor.
Sa’d b. Muaz’ın yanına dönüyor ve Mus’ab’la konuştuğunu ama onun gitmeyi reddettiğini söylüyor. Olaya sinirlenen Sa’d, meseleyi halletmek için kendisi Mus’ab’ın yanına gidiyor. Üseyd b. Hudayr’a davrandığı gibi ona da davranan Mus’ab, kendisine hakaretler ederek gelen Sa’d’a; “Ey Sa’d! sen akıllı birisinin. Söyleyeceklerimi dinle. Eğer doğru görmezsen, isteğini yerine getirir, buradan giderim” diyor. Sa’d b. Mu’az’da oturarak onun dinliyor. Mus’ab; Biraz Kur’an okuduktan sonra ona İslâm’ı anlatıyor. Sa’d da Üseyd gibi orada hemen Müslüman oluyor. Bu şekilde, Evs kabilesinin önde gelenleri Müslüman olmuş oluyor ve bunlar üzerinden İslâm bu kabile arasında da yayılmaya başlıyor. Hatta, Evs kabilesinin Abduleşeheloğulları kolunun lideri olan Sa’d b. Muaz, kabilesinin yanına döndüğünde, hepsine akşama kadar mühlet vererek İslâm’a girmelerini istiyor. Kabilesinde reislerine itaat ederek Müslüman oluyorlar. Sadece bir kişi Uhud savaşına kadar Müslüman olmuyor. Oda Uhud savaşında Müslüman oluyor ve şehit düşüyor. Peygamberimiz onun hakkın da; “Az iş yaptı ama çok sevap kazandı” demiştir.
İKİNCİ AKABE BEY’ATI
Bir yıl sona, yani Nübüvvetin on üçüncü yılında, Medine’den 70 civarında Müslüman, Hac yapmak ve Peygamberimizle görüşmek üzere Mekke’ye geliyorlar. Yolda gelirken, Peygamberimizi Mekke’de, Kureyş’in baskılarına muhatap bırakmamaları gerektiğini kendi aralarında konuşuyorlardı. Nitekim Allah Rasûlüyle görüştüklerinde de bu arzularını O’na da iletecek, O’nu ve Müslümanları Medine’ye davet edeceklerdi.
Mekke’ye vardıklarında içlerinden bazıları Peygamberimizle görüşüyor ve topluca Efendimizle buluşmak için Akabe’yi kararlaştırıyorlar. Gece herkes uyuduğunda, 70 kişilik heyet Allah Rasûlüyle görüşmek için Akabe’ye geliyor, birlikte geldikleri Medineli müşriklere de olayı sezdirmiyorlar. Bu bey’atte 73 erkek ve 2 de, kadın bulunuyordu. Peygamberimiz buluşma yerine amcası Abbas b. Abdulmütalib ile birlikte geliyor. Sözü önce Abbas alarak şunları söylüyor;
“Eh Hazrecliler! (Bütün Medinelileri kast ediyor) sizin de bildiğiniz gibi Muhammed bizim yanımızda önemli bir konumdadır. Biz, kendi kavmimizden olup da onunla ilgili olarak, bizimle hemen hemen aynı görüşü paylaşanlara karşı bile onu koruduk. Bu sebeple onun kavmi arasındaki itibarı yüksek olup kendi memleketinde güven içindedir. Ancak o, sizin tarafınızda bulunmayı ve size katılmayı tercih etti. Eğer siz, gerçekten onu çağırdığınız konularda verdiğiniz sözü yerine getirecekseniz ve muhaliflerinden onu koruyacaksanız, sizin yüklendiğiniz sorumlulukla baş başa bırakıyorum. Yok eğer onunla birlikte Medine’ye döndükten sonra onu düşmanlarının insafına terk edip yapayanlız bırakacaksanız, şimdiden bundan vazgeçin. Çünkü o, kavmi arasında ve kendi memleketi içerisinde güvende yaşayan itibarı yüksek birisidir” diyor.
Medineliler, “Ey Abbas, seni dinledik. Birazda peygamberimiz konuşsun, bizden hangi sözü almak istiyorsa alsın” diyorlar.
Peygamberimiz de, biraz açıklamalar yaptıktan sonra şu şartlar altında bey’at istiyor; Güçlü ve zayıf zamanlarda itaat etmek, varken de yokken de infakta bulunmak, iyiliği emretmek ve kötülüğü önlemek, hiçbir kınayıcının kınamalarına aldırmamak, kendilerini, eşlerini ve çocuklarını korudukları gibi kendisini de korumaları gerektiğini konularında bey’at etmelerini istiyor. Medineliler, bu şartları kabul ettikleri taktirde mükafat olarak kendilerine ne verileceğini sorduklarında ise, Efendimiz; “Cennet” diye cevap veriyor.
Heyet içerisinde bulunan Berâ b. Ma’rur söz alarak şunları söyledi; “Seni peygamber olarak gönderenin hakkı için, ailemizi koruyup kolladığımız gibi seni de öylece koruyacağız. Bizimle bey’at yap. Allah’a yemin olsun ki, biz atalardan miras aldığımız bir gelenek olarak yeterli donanıma sahip savaşçı insanlarız” dedi.
Sonra söz alan, Ebû’l Heysem b. Teyyihan ise şunları söyledi; “Ey Allah’ın Rasûlü! Yahudileri kast ederek, biz şu adamlarla birtakım bağlarımız var. Bu bağları kesmek zorunda kalacağız. Biz bunu yaptıktan sonra ve Allah’ta senin dâvanı üstün kılınca, bizi bırakıp kendi kavmine dönersen ne olacak?” dedi. Peygamberimiz ise şu cevabı verdi; “Aksine kanınız kanımdır, size yapılan bana yapılmıştır. Siz bendensizin bende sizdenim; sizin savaştıklarınızla ben de savaşır, barış yaptıklarınızla barış yaparım”
Abbas b. Ubâde söz alarak heyettekileri bir kez daha uyarıyor ve şunları söylüyordu; “Bu adama ne adına bey’at ettiğinizin farkındasınız değil mi? Siz ona gerektiğinde Arabıyla, acemiyle bütün insanlarla savaşmayı göze alarak bey’at etmiş oluyorsunuz. Eğer mallarınızın başına bir şey geldiğinde ve seçkin insanlarınız öldürüldüğünde onu yapayanlız bırakarak terk etmeyi düşünüyorsanız, şimdiden bu işi yapın. Çünkü böyle yaparsanız, vallahi dünya ve ahirette rezil olursunuz. Yok eğer, mallarınızın maruz kalabileceği felaket ve eşrafınızın öldürülme riskine rağmen onu davet ettiğiniz şeyi yerine getirmeye kararlıysanız o zaman onu yanınıza alın. Çünkü bu durum, dünya ve ahiret hayrı demektir.”
Aynı uyarıyı Es’ad b. Zürare’de yapıyor; “Ey Medineliler! Hele bir durun, yavaş olun! Kuşkusuz biz bunca yolu tepip gelirken, onun Rasûlüllah olduğunu ve onu bugün memleketinden çıkarıp götürmenin bütün Arapları karşımıza almak, değerli insanlarımızın öldürülmesi ve kılıç darbelerine maruz kalmak anlamına geldiğinin bilincindeyiz. Şimdi siz eğer buna sabredeceksiniz onu alıp götürün, ecriniz de Allah’a kalır. Yok eğer bu konuda kendinizden endişe ediyorsanız, o halde onu şimdiden bırakın; bu sizin için Allah katında daha geçerli bir mazeret sayılabilir.” Heyettekiler ne pahasına bey’at ettiklerinin farkında olduklarını ve bütün bu tehlikelere rağmen bey’at edeceklerini ifade ettiler. Nitekim peygamberimizin elini tutarak, yukarıda bulunan hususlar üzerine Efendimize teker teker bey’at ettiler.
Allah Rasûlü, içlerinden on iki kişiyi temsilci seçmeleri istedi. Onlarda, dokuz kişi Hazrec’ten, üç kişide Evs’ten temsilci seçtiler. Peygamberimiz seçilen bu temsilciler için şunları söyledi; “Siz havarilerin Meryem oğlu İsâ karşısında yerine getirmeye kefil oldukları hususlar gibi kendi kavminizin her şeyine kefilsiniz. Ben de kendi kavmimin her şeyine kefilim” dedi. Onlarda bu temsilcilik görevini kabul ettiler.
Mekkeli müşriklerden birisinin bu toplantıdan haberinin olduğu ve Kureyşlileri haberdar ettiği, Kureyşin ileri gelenlerinin gidip Medineli müşirk hacılarla görüşerek böyle bir olayın doğru olup olmadığını sordukları, lakin konudan haberi olmayan müşrik Medinelilerin lideri konumunda ki Abdullah b. Übey b. Selül’ün, böyle bir olayın olmadığı konusunda Kureyşlilere teminat verdiği söylenir. Ayrıca Kureyşin yapılan bey’atten haberdar olduğunu duyan heyetteki Müslümanlar, Peygamberimize; “Eğer istersen yarın Mina’da onlara saldırıp onların boyunlarını vurabiliriz” dediklerinde, Allah Rasûlünün; savaşmak için Allah’tan emir gelmediğini söyleyerek bu tekliflerini reddetmiştir.
Olayın doğru olduğundan endişelenen Kureyşliler, Medinelileri takip etmiş, yolda Sa’d b. Ubâde’yi yakalayarak boynuna bağladıkları iple sürükleyerek Mekke’ye götürmüş ve öldüresiye işkence etmişlerdi. Neticede Mut’im b. Adiy ve Hâris b. Harb b. Ümeyye’nin araya girmiş ve onu himaye ederek ancak işkencelerden kurtarabilmişdi.
Böylece İslâmî davetin süreci, bir merhaleden başka bir merhaleye geçiyor. İkinci Akabe bey’atı, Medine’nin kapılarını Mekkeli Müslümanlara açılması ve İslâm devletinin teşekkülü için bir başlangıç aşaması olmuştur.
İBERELER VE DERSLER
- Medine İslâm devletinin mimarları! Medine’ye İslâm’ı taşıyan ve yayılmasını sağlayan kişilerin başında şu 4 isim gelir; Es’ad b. Zürare, Mus’ab b. Umeyr, Sa’d b. Muâz ve Üseyd b. Hudayr’dır. İslâmî davet Mekke’deki tıkanmışlıktan, bir başka evre olan devletleşme aşamasına bu yiğit insanların gayretleriyle ulaşmış oluyordu. Hemen her dava, fedakar insanların yüklendikleri fedakarlıklarla başarıya ulaşabilmiştir.
- Allah kullarını hiç ummadıkları yerden nimetlendirir. Allah Rasûlü, başta Taif olmak üzere birçok kabileyle Müslümanları himaye etmeleri için görüşmüş, fakat bir netice alamamıştı. Medineliler ise, sadece Müslümanları himaye etmekle kalmadılar gönüllerini imana açtılar. Bu vesileyle de Allah, Mekke’de her türlü mahrumiyeti yaşayan kullarını hiç ummadıkları bir yerden, Medine’den gelerek gönüllerini ve yurtlarını Müslümanlara açan insanlarla nimetlendirmiş oldu.
- Müslümana düşen sorumluluk, Allah’a Allah’ın istediği şekilde samimiyetle kulluk yapmaktır, her ne pahasına olursa olsun devlet kurmak değildir. Allah’a kulluk asıldır, devlet ise bu kulluğun neticesinde Allah dilediği kullarına nasip ettiği nimetlerindendir. Allah Rasûlü insanları Allah’a kulluğa çağırmış, size bir devlet kuracağım dememiş, Allah’a kulluk ile ilgili sorumluluklarını en güzel şekilde yerine getirmelerini onlardan istemişti. İşte bunun bir neticesi olarak Allah, onları hiç ummadıkları bir yerden nimetlendirerek Medine’de bir devlet nasip etmişti. Müslümanlar için “İslâm Devleti” bir nimettir ve nimetleri veren sadece Allah’u Tealâdır. O halde Allah’ın bizden isteği sorumlulukları yetine getirip “İslâm Devleti” nimetini Allah’tan beklemek gerekir. Konuyla ilgili olarak Rabbimiz Kitabında şu şekilde buyurur; “Biz ise, istiyorduk ki yeryüzünde ezilmekte olanlara lütufta bulunalım, onları önderler yapalım ve onları varisler kılalım.” (Kasas, 5) “Allah, içinizden inanıp yararlı iş işleyenlere, onlardan öncekileri halef kıldığı gibi, onları da yeryüzüne halef kılacağına, onlar için beğendiği dini temelli yerleştireceğine, korkularını güvene çevireceğine dair söz vermiştir. Çünkü onlar Bana kulluk eder, hiçbir şeyi Bana ortak koşmazlar. Bundan sonra inkar eden kimseler, işte onlar artık yoldan çıkmış olanlardır. (Nûr, 55)
- Bir hayra şahit olan Müslüman, o hayrı işlemekte acele etmelidir. Hayırda acele etmek, akabinde birçok hayır da beraberinde getirir. Medineli Müslümanlar peygambere tabi olma hayrını kendi aralarındaki savaşların bitmesi için bir vesile görüyorlardı. Allah onları sadece aralarındaki savaşın bitmesi nimetiyle nimetlendirmedi, bundan daha fazlasını vererek, İslâm davasının ilk ve şerefli temsilcileri olma, Allah Rasûlünü misafir ederek onunla bir hayat yaşama, ilk İslâm devletinin ev sahipliğini yapma gibi daha nice nimetlerini onlara nasip etti.
- Dâvet etmek kadar davetçinin nitelikli olması da önemlidir. Davetin muhtevası çok iyi de olsa, o daveti yapan kimse iyi bir uslûbla o daveti yapmazsa, davetin hedefine ulaşma şansını o derece başarısız kılar. Bundan dolayıdır ki Efendimiz, yaşı genç olmasına rağmen Mus’ab b. Ümeyr’i davetçi olarak Medine’ye gönderiyor. Davetçi kimliğini en iyi şekilde kullanan Mus’ab, kısa sürede davetin Medine’ye yayılmasına vesile oluyor.
- Davet ve tebliğ de, bölge insanını tanımanın önemi çok büyüktür. Başarılı olmanın temel faktörlerinden bir tanesi de, davet ve tebliğ sunulan insanların mizaç, karakter ve psikolojik yapılarını iyi bilmekten geçmektedir. Bunun içindir ki hemen her peygamber kendi içinde yaşadığı topluma Peygamberler olarak gönderilmiştir. İçinde yaşadıkları toplumları iyi tanıdıkları için peygamberler de o toplumlar içinden seçilmişlerdir. Medine’de davetin başarılı olmasının temel sebeplerinde bir taneside, o toplumu çok iyi bilen Es’ad b. Zürare’nin, Mus’ab b. Umeyr’e yaptığı yönlendirme, günümüz tabiriyle de yardım ve yataklıktır.
- Toplumun saygı duyduğu kimselerin İslâm’ı seçmeleri, diğer insanlar üzerinde olumlu manada çok büyük tesirler meydana getirmektedir. Tebliğ ve davette bu husus göz önünde bulundurulmalı, eğer toplumun önünde duran insanların İslâm davetine olumlu cevap vermeleri söz konusu ise, bu insanların önceliklenmesi gerekmektedir. Sa’d b. Muâz ve Üseyd b. Hudayr’ın Müslüman olmalarında bu etkiyi görmek mümkündür.
- Tebliğ ve davette, muhatabı rencide etmeyecek, aksine muhatabın olumlu yönlerini dile getirerek sıcak bir iletişimin kurulması, bunun akabinde de davetin gerçekleştirilmesi daveti daha etkili kılar. Mus’ab b. Umeyr’in Sa’d b. Muâz ve Üseyd b. Hudayr’a yaptığı gibi. Öncelikle onların nefislerinin hoşuna gidecek şekilde, akıllı kimseler oldukları gibi olumlu özelliklerini gündeme getirmiş, daha sonra da davete başlamış ve neticede de yaptığı davette başarılı olmuştur. Eğer bunun aksini yaparak, onların olumsuz özeliklerini gündeme getirerek davete buradan başlasaydı, aynı başarıyı elde edemeyecekti.
- Allah’ın belirlemiş olduğu emir ve yasaklara riayet için insanlardan bey’at almada dinen bir sakınca yoktur. Bu, Müslümanların o hususlara daha fazla özen göstererek riayet etmelerini sağlar. Öncelikle Rablerinin emri olduğundan, sonrada bunlara uyacaklarına dair verdikleri söz gereği daha hassas olurlar. Bunun içindir ki Efendimiz, birinci Akabe bey’atinde, Medineli Müslümanlardan İslâm’ın önemle üzerinde durduğu hususlarla ilgili bey’at almıştır.
- İslâmî hareketin yapılanma aşamalarını düşmanlardan gizli tutulması da çok önem arz etmektedir. Hareketin hedefine sağlıklı bir şekilde ulaşması için bu husus çok önemlidir. Hedeflenen amaçlar, düşman tarafından amacına ulaşmadan öğrenildiği taktirde, yarım kalma veya tamamen başarısız olma durumuyla Müslümanları karşı karşıya bırakabilir. Bundan dolayıdır ki Efendimiz, Akabe’de Medineli heyetle gece gizlice görüşmüş, kâfirlerin yapılacak görüşmelerden haberdar olmaması için çok hassas davranmıştır.
- Kadınlar da İslâm toplumunda görev ve sorumluluk yüklenmelidirler. İnsanlık ailesinin yarısını oluşturan ve İslâm toplumunun temel iki nüvesinden birisi olan kadınlardan da bey’at almak gerekebilmektedir. Gerçekleştirilen Akabe bey’atlarında kadınlarda bulunmuş ve Efendimiz onlardan da bey’at almıştır. Allah’ın emirlerine muhatap olma ve Allah katındaki değerler bakımından erkekler ve kadınlar arasında bir fark söz konusu değildir. Kadınlarda Allah’ın kendilerine yüklediği sorumlulukları ihmal etmeden, toplumsal sorumluluklarını yerine getirmeleri gerekmektedir. Gerektiğinde yönetim işlerinde de görev yüklenmelidirler.
- İslâmî hareketin devletleşme süreci başladığında, insanlardan yöneticiye itaat ve bağlılıkla ilgili bey’at almak gerekmektedir. Böyle bir aşama henüz oluşmamışken, Allah’ın hudutlarına bağlı kalmak için bey’at alan Efendimiz, ikinci Akabe bey’atında, güvenlikle ilgili konularda bey’at almıştır. Çünkü bu aşama artık devletleşme aşamasıdır. Yöneten ve yönetilenlerin olduğu devletleşme aşamasında Efendimiz, bir yönetici olarak devletin ve toplumun güvenliği konularında insanlardan bey’at almıştır.
- İnsanlarla bey’atleşirken insanların karşı karşıya kalacakları durumlar açık açık kendilerine ifade edilerek sözleşmek gerekir. Bu durum yeteri kadar izah edilmez ise, ileriki aşamalarda karşı karşıya kalınan olumsuzluklarda insanların sizi yarı yolda bırakma durumları söz konusu olabilmektedir. Bunun içindir ki Akabede bey’at eden Medineli heyete, Allah Rasûlünü Medine’ye davet etmenin, Arabıyla acemiyle bütün insanları karşılarına almak anlamına geldiği bey’atten önce defaatle ifade edilmiştir.
- Allah için katlanılan fedakârlıkların karşılığı ancak cennettir. Bir Müslüman, Allah için yaptığı hiçbir fedakârlığın karşılığını dünyevi bir menfaat için yapmamalıdır. Bir malın tek bir karşılığı vardır, yapılan fedakârlıkların karşılığı dünyada beklendiğinde, bunların ahirette bir karşılığı olmayacaktır. Bunun içindir ki Akabe’de Efendimize bey’at edenlere, göze aldıkları bütün risklerin karşılığı olarak “cennet” vaat edilmiştir.
- Müslümanların sayıları, toplumsal işlerden hepsiyle istişare edilemeyecek kadar çoğaldığında, onları temsilen temsilciler seçmek, yönetim ve danışma işlerini daha etkin bir şekilde yapmayı kolaylaştıracaktır. Bu gereklilikten dolayıdır ki Allah Rasûlü, kavimlerini temsil etmek üzere 12 kişiyi kendine temsilci/nakîb seçiyor. Eğer yönetim işleri nitelikli kadrolar tarafından yürütülmez hemen herkes yönetim üzerinde söz sahibi kılınırsa, her kafadan bir ses çıkacağı için karar alma mekanizmaları zayıflayacak ve neticede süreç yürütülemez hale gelecektir. Böyle bir durumla karşı karşıya kalmamak için yönetim işleri, nitelikli ve toplumlarını temsil edebilecek kalitede olan insanlar üzerinden yürütülmelidir.
- İslâmî bir hareket, takip etmeleri gereken aşamaları yerinde ve zamanında yapmadığı taktirde, bir üst aşamaya henüz gelinmediği halde o aşamaya göre hareket edilirse, böyle bir durum; hareketi yok etmek durumuyla karşı karşıya bırakabilir. Davet ve tebliğ aşamasındayken bir sonraki aşamalardan olan kıtal anlamındaki cihad aşamasına geçilirse, hareketi hedefine daha fazla yaklaştırmak yerine yok olmayla karşı karşıya bırakır. Akabe’de kıtal aşaması oluşmadığı halde cihat etmek isteyen Müslümanlara Allah Rasûlü izin vermemiştir.
HİCRET YOLUNDA
Medineliler; Allah Rasûlü ve Müslümanları Medine’de canları pahasına koruyacaklarına dair bey’atı yaptıktan sonra ve Efendimizin de izniyle Mekkeli Müslümanlar, hicret için yollara döküldüler. Genellikle Mekkelilerden habersiz olarak gizlice hicret yoluna düştüler. O güne kadar kâfirlerin yaptıkları baskılara sabretmeleri istenen Müslümanlardan, bu gün artık başka bir bedel isteniyor, yerlerini/yurtlarını yakınlarını, eşlerini ve dostlarını geride bırakarak imanları uğruna başka bir beldeye gitmeleri isteniyordu. İşte birkaç hicret hikayesi;
Ebû Seleme; Ailesiyle birlikte hicret etmek için yola çıkmaya karar veriyor. Lakin eşi Ümmü Seleme’nin ailesi kızlarına hicret için izin vermediler. Ebû Seleme’nin ailesi de çocuğun Ümmü Seleme’nin yanında kalmasına izin vermediler. Bunun üzerine Ebû Seleme, yalnız başına hicret etmek zorunda kaldı. Ümmü Seleme bu olay üzerine çok üzüldü ve neticede kendisini kahredecek bir duruma geldiğinde, ailesi izin vermek zorunda kaldı. Çocuğunu da yanına alan Ümmü Seleme, bir yıl sonra ancak hicret edebilmişti.
Suheyb b. Sinan er-Rûmi; Rûm diyarından olan Suheyb, Mekkeye köle olarak geliyor ve daha sonra efendisi tarafından azat edilerek kölelikten kurtuluyor. Mekke’de mal mülk sahibi oluyor. Hicret edeceği zaman yanına alabildiği mallarıyla hicret yoluna düşüyor. Hicret yolundayken Kureyşliler yolunu keserek, mallarıyla birlikte gitmesine izin vermiyorlar. O da “mallarımı size verecek olsam izin verecek misiniz” diye soruyor. Bu teklifi kabul eden Kureyşliler onun mallarını alarak Medine’ye gitmesine izin veriyorlar. Bu davranışından dolayı peygamberimiz kendisi hakkında; “Kazandı, Suheyb kazandı” diyordu. Nasıl kazanmasın ki, Allah’ın emrine icabet ediyor ve Allah Rasûlüne itaat ederek mallarından vazgeçiyordu. Allah’ın ve Rasûlünün rızasını tercih ediyor, Allah’ın vereceği mükafata talip olarak gerektiğinde mallarından vazgeçmesini biliyordu.
Ayyaş b. Ebî Rebia; Hz. Ömer’le birlikte hicret ediyorlar. Kuba’ya vardıklarında, Ebû Cehil ve kardeşi Hâris yanına gelirle ve; “Annen seni görünceye kadar saçlarına tarak vurmamaya yemin etti” derler. Ayyaş annesine acıdı ve Annesinin yanına dönmek istedi. Hz. Ömer, onu bu konuda uyararak, müşriklerin kendisini aldatabileceklerini söyledi. Buna rağmen Ayyaş, onlarla birlikte dönmeye kararlıydı. Anne sevgisi onu Ebû Cehil ve kardeşine inanmasını sağlamıştı. Dönüş yolunda Ebû Cehil ona tuzak kurarak ellerini bağlıyor ve böylece Mekke’ye götürüyorlar. Diğer müşrik ailelere de hicret eden Müslümanlara kendileri gibi davranmalarını istiyorlar.
Hemen herkes hicret yolunu tutmuş ve Medine’ye varmışlardı. Geri de peygamberimizin ailesi, Hz. Ali ve Ebû Bekr’in ailesi kalmıştı. Hz. Ebû Bekr hicret etmek istediğinde Efendimiz kendisine; “beklemesini, belki de Allah’ın kendisine hayırlı bir arkadaş nasip edeceğini” söyledi. Hz. Ebû Bekr’de hicret yolunda peygamberimize arkadaş olmak için bekledi. Hatta iki tane de deve satın alarak hicret için besledi. Abdullah ibn Uraykıt adındaki müşrik ama güvenilir bir kılavuzu, hicret ederken Kureyşin bulamayacağı yollardan kendilerini Medine’ye götürmesi için ayarladı ve peygamberimize hicret izninin verilmesini bekledi.
Bu arada Kureyş, Dar’un Nedve de toplandılar. Necid’li iki ayaklı bir şeytanın da bu istişareye katıldığı zikredilmektedir. İstişarede, birçok yöntem üzerinde konuştular. İçlerinden birisi Efendimizin hapsedilmesi konusunda teklifte bulunuyor, lakin bu teklif kabul edilmiyor. Başka birisi, sürgüne gönderelim diyor, bu teklifte makul karşılanmıyor. Ebû Cehil ise, her kabileden bir adam belirleyerek bir birlik oluşturmalarını, hazırlayacakları bir tuzakla kurdukları bu birlikte yer alan adamların hep beraber atılarak Muhammedi öldürmelerini teklif ediyor ve ekliyor; bu şekilde olursa Haşimoğulların bütün bu kabilelere karşı koyamayacağını, diyet ödeyerek konunun kapanacağını söylüyor. Toplantıya iştirak eden Necid’li adam, bu fikrin en doğru fikir olduğunu söylüyor ve bu fikir üzerinde anlaşıyorlar. Bu korkunç plan içinde görev alacak her kabileden adamlar seçiliyor ve planı gerçekleştirmek için peygamberimizin evi gece kuşatılıyor. Peygamberimiz; Hz. Ali’yi, kendisine verilen emanetleri sahiplerine iade etmesi için evinde bırakıyor ve Allah’ın korumasıyla kendisini kuşatan düşmanları atlatarak oradan uzaklaşıp birlikte hicret etmek için Ebû Bekr’in evine gidiyor. Daha sonra Efendimizin evini kuşatan müşriklere; peygamberimizin oradan ayrıldığı yönünde haber gelmesi üzerine hemen Efendimizin evine giriyorlar. Peygamberimizin yatağında Hz. Ali’nin yattığını görüyorlar. Bu şekilde de Allah, müşriklerin kurdukları tuzağı boşa çıkarıyor, amaçlarına ulaşamıyorlar.
Peygamberimiz, Hz. Ebû Bekr ile birlikte o gece, Medine yönünün tam ters istikametinde yer alan Yemen tarafındaki Sevr mağarasına gidiyorlar. Üç gün orada saklanıyorlar. Kureyş, her tarafa adamlar göndererek onları arıyorlar. Yarım kalan, Efendimizi katletme hedeflerine ulaşmak istiyorlar. Peygamberimizin Medine istikametine doğru gideceğini bildiklerinden, o istikamette arayışlarını yoğunlaştırıyorlar. İz sürmekte mahir olan müşriklerden bir tanesi Peygamberimizin saklandığı mağaraya kadar geliyor lakin mağaraya girip içeriye bakmıyor.
Kendisine hakkıyla tevekkül ederek üzerine düşen sorumluluğu yerine getirmek için Medine’ye tam ters bir tarafa giden ve mağaraya girerek saklanan peygamberimizi, Allah o zalimlerden koruyor. Mağaranın hemen dışında Kureyşlilerin olduğunu gören Ebû Bekr; “Ey Allah’ın Rasûlü, eğilip baksalar bizi görecekler” diyordu. Efendimiz ise; “Korkma üçüncüleri Allah olan iki kişi hakkında mı korkuyorsun” diyerek Allah’ın kendilerine yadım edeceğini bildiriyordu. Konuyu gündeme getiren bir âyette şu şekilde buyurulur; “Eğer siz ona (Resûlullah'a) yardım etmezseniz (bu önemli değil); ona Allah yardım etmiştir: Hani, kâfirler onu, iki kişiden biri olarak (Ebû Bekir ile birlikte Mekke'den) çıkarmışlardı; hani onlar mağaradaydı; o, arkadaşına. Üzülme, çünkü Allah bizimle beraberdir, diyordu. Bunun üzerine Allah ona (sükûnet sağlayan) emniyetini indirdi, onu sizin görmediğiniz bir ordu ile destekledi ve kâfir olanların sözünü alçalttı. Allah'ın sözü ise zaten yücedir. Çünkü Allah üstündür, hikmet sahibidir.” (Tevbe, 40)
Sevr mağarasında kaldıkları üç gün, Hz. Ebû Bekr’in kızı Esma; Babası ve Efendimize yemek getiriyor, oğlu Abdullah; gündüzleri Mekke’de olup bitenleri öğreniyor ve geceleri de mağaraya haber getiriyor, azatlı kölesi Amir b Fuheyre ise; hayvanları mağaraya yakın yerlerde otlatıyor, hayvanların sütlerini onlara ikram ettiği gibi, Abdullah ve Esma’nın ayak izlerinin –müşrik iz sürücülerin izleri takip ederek mağaradan haberdar olmaması için- kaybolmasını sağlıyordu. Adeta, Hz. Ebû Bekr, hicret yolculuğunun sağlıklı bir şekilde devam etmesi ve Allah Rasûlünün ihtiyaçlarını karşılamak için tüm ailesini seferber etmişti.
Daha önce kararlaştırıldığı gibi, hicret yolculuğunda kılavuzluk yapacak Abdullah b. Uraykıt, üçüncü günün gecesi, Ebû Bekr’in hicret için satın alarak beslediği develerle birlikte mağaraya geliyor ve hicret yolculuğu başlıyor. Dört kişilik bir kafile olarak o gece, dünya tarihinde bir dönüm noktası olan o kutlu yolculuğa çıkıyorlar. Allah Rasûlü, Hz. Ebû Bekr, Amir b. Fuheyre ve kılavuz Abdullah b. Uraykıt.
Kureyş, son bir hamle olarak, peygamberimizi yakalayarak veya ölü olarak getirene 100 deve ödül verileceğini duyuruyor. Bu servete sahip olmak isteyen herkes peygamberimizi yakalamak için harekete geçiyor. Hz. Ebû Bekr, yolculuk boyunca peygamberimizin başına bir şey gelmesin diye, bazen Efendimizin önüne, bazen arkasına geçerek, gelebilecek tehlikelere karşı onun korumaya çalışıyor. Bazen kendilesine “Bu adam kimdir?” diye soru soranlara; “Bu bizim kılavuzumuzdur” diyordu. O, hidayet yolunun kılavuzunu kast ederken, soranlar ise yol gösteren kılavuzu anlıyorlardı.
Kureyşin peygamberimizin başına koyduğu servete sahip olmak isteyenlerden birisi de Sürâka b. Mâmik idi. Sahil yolunda bir takım kimselerin görüldüğünü haber alan Sürâka, hemen o bölgeye doğru gidiyor. Netice de kafileye yaklaşıyor. Atının birkaç kez tökezlemesi neticesinde onları alıp geri götüremeyeceğini anladığında, peygamberimizden eman istiyor. Peygamberimiz, Surâka’ya nasihat ederek; “İslâm’ın bir gün İran ve Bizans’ın topraklarını kuşatacağını, eğer o güne yetişirsem Kisra’nın bileziklerini senin koluna takacağım” diyordu. Nitekim, Hz. Ömer devrinde İran feth edilip de Kisra’nın hazineleri Medine’ye getirildiğinde Hz. Ömer, Surâka’yı çağırtarak Kisra’nın bileziklerini ona veriyor ve Surâka’nın gözlerinden yaşlar boşalıyordu.
Bu kutlu yolculukta birkaç yerde konaklıyorlar. Konakladıkları yerlerden birisi de Ümmü Ma’bed’in çadırı oluyor. Ümmü Ma’bed’ten kendilerine azık olarak süt vermelerini istiyorlar. Ümmü Ma’bed ise, hayvanlarının otlaklarda olduğunu, sadece cılız bir keçilerinin olduğunu onunda sütünün olmadığını söylüyor. Efendimiz o keçinin yanına gidiyor ve memelerini okşayarak sağıyor. Herkese yetecek kadar süt sağıyor ve Ümmü Ma’bed’e de ikram ediyor. Daha sonra yollarına devam ediyorlar. Akşam kocası Ebû Ma’bed eve geldiğinde gün içinde yaşadığı hadiseyi ona anlatıyor. Ebû Ma’bed, “O Kureyş’in aradığı adamdır. Eğer yol bulabilirsen gidip ona iman edeceğim” diyordu.
Yolda birkaç yere daha uğradıktan sonra Kuba’ya varıyorlar. O günlerde Medineli Müslümanlar gözetleme yerlerine çıkarak onların gelişlerini gözetliyorlardı. Yine böyle bir gün gözetlemeye çıkmışlar, öğlen sıcağı bastırınca da geri dönmüşlerdi. Gözetlemeye devam eden bir Yahudi, kendilerine doğru bir kafilenin geldiğini görüyor ve; “Ey Araplar! İşte beklemekte olduğunuz zat-ı şahaneniz geliyor” diyerek haber veriyor. Bunun üzerine herkes peygamberimizi karşılamak üzere o yöne hareket ediyor ve büyük bir sevinçle O’nu karşılıyorlardı.
Kuba’ya ilk geldiklerinde insanlar onları tanımadıkları için, Hz. Ebû Bekr’i peygamberimiz sanarak hürmet gösteriyor ve selamlıyorlardı. Daha sonra Hz. Ebû Bekr’in Efendimize hizmet ettiğini gördüklerinde peygamberimizi ancak o zaman tanıyabilmişlerdi. Efendimiz, Külsûm b. el-Hidm’e misafir oluyor. Orada pazartesiden, perşembeye kadar kalıyor.
Hz. Ali Mekke’de emanetleri sahiplerine teslim ederek Kuba’da peygamberimize yetişiyor. Peygamberimiz Kuba’da kaldığı süre zarfında Kuba mescidini inşa ediyor. Bu mescit “temeli takva üzere kurulan mescit” olarak Kur’an’da ifadesini bulmakta, Medsid-i Dirar’ın karşılığı olarak Mescid-i Takva olarak Tevbe sûresinin 107 ile 110. âyetlerin de konu edilmektedir.
Cuma günü Medine’ye hareket etmek için Kuba’dan ayrılan peygamberimiz, yolda Cuma vaktinin girmesi üzerine, Sâlim b. Avfoğularının arazilerinin bulunduğu yerde Cuma Namazını, yaklaşık yüz kişiyle birlikte kılıyor. Peygamber Efendimizin kıldığı ilk Cuma burada kıldığıdır. Sonra yanında bulunanlarla birlikte Medine’ye doğru hareket ediyorlar.
Medineliler, O’nun geldiğini haber aldıklarında sokaklara çıkıyor, O’nu görmek için adeta birbirleriyle yarışıyorlardı. Medine’li genç kızlar O’nun gelişine duydukları sevinçlerini söyledikleri şu kasideyle dillerine döküyorlardı;
“Ay doğdu üzerimize veda tepelerinden,
Şükretmek düşer bize, Davetçinin Allah’a davetinden.
Ey bize gönderilen elçi! İtaat edilecek bir davayla geldin”
Medineli Müslümanlar Peygamberimizi kendi evlerinde misafir etmek için birbirleriyle yarışıyorlardı. Efendimiz Ensâr’ın bu tavrını gördüğünde ve birisine gittiğinde diğerlerinin üzüleceğini de hesaba katarak bir çözüm yolu buluyor. Devesini serbest bırakmalarını ve devenin çökeceği yere en yakın ev kiminse o eve misafir olacağını ifade ediyor. Serbest bırakılan deve, biraz dolandıktan sonra, iki yetim gence ait olan bir arazide çöküyor. Devenin çöktüğü yere evi en yakın olan, Halid b. Zeyd, (Ebû Eyyûb el-Ensârî) elini çabuk tutarak hemen Peygamberimizin eşyalarını alarak evine taşıyor. Nitekim Efendimizin, Mescid’e bitişik olan odaları yapılıncaya kadar Halid b. Zeyd’in evinde misafir olarak kalıyor.
Günler sonra Allah Rarâlünün hanımı Sevde ve kızları Fatıma, Ümmü Gülsüm, yakın dostu Zeyd b. Hârise ile Ümmü Eymen de Medine’ye ulaşıyorlar. Onlarla birlikte, Abdullah b. Ebû Bekr ve Ebû Bekr’in diğer ailesi de vardı. Peygamberimizin diğer kızı Zeynep ise kocası Ebû’l Âs ile kalmış, ancak Bedir savaşından sonra hicret edebilmişti.
Medine’nin ilk günlerinde hava değişikliğinden dolayı hicret eden Muhacirler arasında hastalık baş göstermişti. Nitekim Efendimiz onların sıhhat bulması için Allah’a dua etmiş ve neticede duaları kabul olmuş ve kısa zamanda sağlıklarına kavuşmuşlardı.
DERSLER VE İBRRETLER
- İman etmek, bedel ödemeyi göze almak demektir. İnancın uğruna yeri geldiğinde, sevdiklerinden, memleketinden, sahip olduğun mal ve mülkten uzaklaşmayı göze alabilmelisin. Allah’a, Allah’ın istediği şekilde kulluk yapmak, bunun karşılığında da O’nun vaadettiği cennete ulaşmak için bir Müslümanın feda etmeyeceği hiçbir şeyi olmamalıdır. Mekkeli Müslümanlar, inançları uğruna yerlerini yurtlarını, akrabalarını ve sevdiklerini, mal ve mülklerini geride bırakarak Medine’ye hicret ettiler.
- Hayat bir yönüyle iman ve hicrettir! Öncelikli olarak küfürden imana, günahlardan sevaplara, daha sonra da gerektiğinde küfür diyarından İslâm diyarına göç etmenin adıdır hicret. Dolayısıyla iman eden bir Müslüman mutlaka hicretin bir aşamasını yaşıyordur veya yaşamalıdır. Küçük hicretler olan günahlardan sevaplara hicret edemeyenler, büyü hicret olan beldelerini Allah için terk etmek anlamındaki hicreti gerçekleştiremezler. Ashab, Medine’ye hicretten önce, şirkten imana, haramlardan helallere hicreti gerçekleştirdiler. “İman edip de Allah yolunda hicret ve cihad edenler, muhacirleri barındırıp onlara yardım edenler var ya, işte gerçek müminler onlardır. Onlar için af ve bol rızık vardır.” (Enfal, 74)
- Düşmana da ait olsa emanetlere riayetsizlikten sakınmak gerekmektedir. Emanet sahip çıkmak, yani güvenilir olmak peygamberlerin sıfatlarının en önemlilerinden bir tanesidir. Bir Müslüman gerektiğinde risk almalı ancak emanetlere ihanet etmemelidir. Allah Rasûlü, kâfirlerin kendisine emanet olarak bıraktığı malları sahibine iade etmesi için Hz. Ali’yi ölüm riski olduğu halde kendi yatağına yatırmıştı.
- İnsanların planlarının üzerinde, Allah’ın da bir planı vardır. İnsanlar bazen çok başarılı bir palan yaparlar, fakat bu planı bozacak daha iyi bir plan yapanın olduğunu akıllarından çıkarırlar. Mekkeli müşrikler de, İslâmî hareketi liderini öldürerek hareketi bitirmek istemişler, bunun için çok makul bir palan yapmışlar, lakin bu planı bozacak yüce bir kudretin olduğunu düşünememişlerdi. Allah, yardımıyla Rasûlünü onların kurdukları tuzaklarından kurtararak, planlarını başlarına geçirmişti. “Onlar tuzak kurdular. Allah da tuzak kurdu. Allah, tuzak kuranların en hayırlısıdır.” (Âli İmrân, 54)
- Gemiyi en son kaptan terk eder! Müslüman dava adamı odur ki, zorluğun olduğu yerden ilk önce kendisini dışarı atan değil, önce kardeşlerini kurtarmaya çalışandır. Hele bir de, emir konumundaysa bu konu daha fazla önem arz etmektedir. Emir olan bir Müslüman, zorluğun ve riskin olduğu yerden önce emri altındakileri çıkarır, sonrada kendisi çıkar. Efendimiz, öncelikle Müslümanların hicret etmesini istemiş, sonrada kendisi Mekke’den çıkmıştır.
- İslâm için fedakarlık yapan kimselere vefa göstermeli, onları her daim hayırla yad etmeliyiz. Vefa göstermenin İslâm ahlâkının en temel göstergelerinden birisi olduğunu hiçbir zaman unutmamalıyız. Hicret aşamasında, Hz. Ebû Bekr’in, Efendimizi bindirmek için deve satın alması, iyi bir kılavuz olan Abdullah b. Ureykıt ile anlaşması, Sevr Mağarasında kaldığı sürece, kızı Esmâ’nın Efendimiz ile kendisine yiyecek getirmesi, oğlu Abdullah’ın Mekke’de olup biten haberleri gece kendilerine getirmesi, azatlı kölesi Amr b. Fuheyre’nin Abdullah’ın izlerini kapatmak için hayvanların o bölgede otlatması ve zaman zaman koyunlardan süt sağarak Efendimize ikram etmesi, hicret yolculuğunda Efendimizin başına birşeyler gelir endişesiyle yaptıkları, işte bütün bu örneklerinde de gördüğümüz gibi, Hz. Ebû Bekr’in bu dava için yaptıklarına karşı vefalı olunmalı, ona karşı Şiilerin yaptığı ithamlar gayri ahlâki kabul edilerek reddedilmelidir.
- Allah’ın yardımı ancak O’na hakkıyla tevekkül edene gelir. Bir Müslüman, kendi gücünün yettiği konulardan elinden geleni tümüyle yapar, gücünün yetmediği konularda da Allah’tan yardım bekler. İşte tevekkülde budur. Müslümanlar, güçlerinin yettiği her konuda güçlerini son haddine kadar kullanmaz ve buna rağmen Allah’ın kendilerine yardım etmesini beklerlerse, bu durumda Müslümanlara Allah’ın yardımı gelmez. Allah Rasûlü, Medine’ye hicret ederken tevekkülün en güzel örneklerinden birisini sergilemiştir. Medine’ye hicret edeceği halde, tam ters bir istikamete giderek Sevr mağarasında saklanmış, üç gün o mağarada kaldıktan sonra kimsenin kolay kolay bulamayacağı bir yolla Medine’ye gitmiştir. İşte bundan dolayıdır ki, Sevr mağarasında saklandıklarında, müşriklerin iz sürücüleri mağaraya kadar gelmiş, lakin Allah’ın yardımıyla Efendimizi ve Hz. Ebû Bekr’i görememişlerdi. “Eğer siz ona (Peygamber’e) yardım etmezseniz, (biliyorsunuz ki) inkâr edenler onu iki kişiden biri olarak (Mekke’den) çıkardıkları zaman, ona bizzat Allah yardım etmişti. Hani onlar mağarada bulunuyorlardı. Hani o arkadaşına, “Üzülme, çünkü Allah bizimle beraber” diyordu. Allah da onun üzerine güven duygusu ve huzur indirmiş, sizin kendilerini görmediğiniz birtakım ordularla onu desteklemiş, böylece inkâr edenlerin sözünü alçaltmıştı. Allah’ın sözü ise en yücedir. Allah, mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Tevbe, 40)
- Dinin yasaklamadığı ve İslâmî davanın lehine olduğu durumlarda kâfirlerden destek almakta dinen bir sakınca söz konusu değildir. İhtiyaç hissedildiği ve Müslümanlar içerisinde bulunmadığı veya yeteri kadar bulunmadığı durumlarda, kâfir doktor, mühendis gibi nitelikli insanları kullanmak hareketin salahiyeti açısından önem arz etmektedir. Yalnız burada şunu ifade etmek gerekir ki, güvenilir olmayan kâfirlere Müslümanların güvenlikleri ile ilgili bilgiler teslim edildiği taktirde, Müslümanların güvenlikleri tehlikeye atılmış olur. Efendimiz, hicret ederken kâfir olduğu halde, işinin uzmanı ve güvenilir olmasından dolayı, kendilerini müşriklerin fark edemeyeceği yollardan Medine’ye götürmesi için Abdullah b. Ureykıt’ı ücret karşılığında tutmuştur.
- Allah ve Rasûlünün vaadi haktır! Eğer bir haberin Allah’tan olduğu kesin ise, o haberin içerisinden yalan olma ihtimali olan hiçbir unsur yok demektir. Yine bir haber; Allah Rasûlünden geliyor ve O’na aidiyeti kesinse, o haber içinde de yalan olma ihtimalinin en ufak bir parçası söz konusu değildir. Şunu da söylemek gerekir ki, özellikle Allah Rasûlüne nispet edilen her sözün O’na aidiyeti mutlak değildir. Hadis külliyatlarında yer alan hadislerin Efendimize aidiyetleri içtihadıdır. Dolayısıyla da hadis külliyatlarında yer alan hadislerin verdiği haberlerin hepsi mutlak doğru olduğu söylenemez. Hele Kur’an’la çelişen hadislerin ise Efendimize nispetleri asla doğru kabul edilemez. Lakin şurası da bir aşırılıktır ki; hadis külliyatlarında geçen her bir haberin güvenilir olmadığı, dolayısıyla da reddedilmeleri gerektiğini iddia eden anlayışdır. Bu konudaki doğru yaklaşımı şu olması gerektiğini düşünüyoruz; Hadis külliyatlarından sahih bir senetle Efendimize nispet edilen hadisler, eğer Kur’an’a ters değiller ise kabul edilmeli, Kur’an’a ters olanlara ise ihtiyatla yaklaşılmalı, tevil edilme durumları varsa tevil edilmeli, yoksa reddedilmelidirler. Hicret aşamasında Sürâka b. Mâlik’e Efendimizin verdiği; İran’nın feth edilerek Kisra’nın hazinelerinin Medine’ye getirileceği haberi, Hz. Ömer döneminde gerçekleşmiştir. Hz. Ömer, Sürâka b. Mâlik’e Kisra’nın bileziklerini taktim etmiştir.
- Ensâr olmak; hem Nebi’ye hem de Müslümanlara! Ensâr yardımcılar demektir. Medine’li Müslümanlar, Allah Rasûlü ve Mekkeli Müslümanlara yurtlarını, gönüllerini ve imkanların açıp onlara yardım ettiklerinden dolayı bu isimle isimlendirildiler. Bir tarafta, kurtarıcılarını öldürmek için plan yapan Mekkeliler, bir tarafta da kurtarıcılarını bütün risklerine rağmen misafir etme şerefine ulaşmak için canlarını dahi vermeye hazır Medineliler! Bir tarafta, kurtarıcılarını öldürerek ondan kurtulmak isteyenler, bir tarafta da o kurtarıcıyla kurtulmayı arzulayan insanlar! Allah’ın dininin ve bu dinin müntesiplerine yardımcı olmak gerekir, aynen Medineli Müslümanlar gibi.
- Yüklendiğimiz vazifeler bizi diğer insanlardan üstün yapmaz, aksine mesuliyetlerimizi diğer insanlardan daha fazla artırır. Dolayısıyla da yüklendiğimiz vazifelerden dolayı kendimiz diğer insanlardan ayrıcalıklı görmek yerine, yüklendiğimiz vazifemizin sorumluluklarını hakkıyla kuşanma çabamız olmalıdır. Efendimiz, hem peygamber, hem devlet başkanı gibi nice vazifeleri bünyesinde barındırdığı halde, hiçbir zaman diğer insanlardan farklı bir yaşam tarzı içerisine girmemiş, aksine yaşam tarzını o toplumun ortalamasının üzerine hiçbir zaman çıkarmamıştır. Hatta öyle ki, hicret yolculuğunu bitirerek Kuba’ya gelen Efendimizin içinde bulunduğu kâfilede kimin peygamber olduğu belli olmadığı için Medineli Müslümanlar Hz. Ebû Bekr’i peygamber zannederek ona iltifat ediyorlardı. Yine ileride konu edinileceği gibi Adiy b. Hatem’in Müslüman olmasına sebebiyet veren Efendimizle alakalı şahit oldukları bunun bir delilidir. Adiy b. Hatem, Efendimizin mütevazi durumlarına şahit omuş ve bunların neticesinde Mülüman olmaya karar vermişti. Günümüz de, O’nun izinden gittiklerini söyledikleri halde toplumun yaşam standartlarının çok üstünde bir hayat yaşayanların, İslâmî hareketi temsil etmeleri söz konusu olmayacağı gibi, Efendimizin izinden gittikleri iddiaları da gerçeği yansıtmamaktadır.
- İslâmî toplumun temel dinamiklerinden ve alametlerinden birisi de mescitlerdir. Mescitler Allah’a kulluğu en açık bir şekilde temsil ettiklerinden dolayı İslâm toplumunun da simgesi durumundadırlar. Bir toplumun Müslüman olup olmadığı o toplumdaki mescitlerden anlaşılmaktadır. İslâm’ın imandan sonra ki en önemli emri namazdır ve namazında ikamesi için mescitler gerekmektedir. İşte bundan dolayıdır ki Efendimiz, Kuba’ya geldiğinde, orada ilk yaptığı şeylerden birisi; bir mescit edinmek olmuştur. Kuba’da kaldığı dört gün boyunca namazları o mescitte kılmıştır.
- Cuma namazı Allah’ın farz kıldığı bir ibadettir ve bu ibadeti şahsi ve mezhebi yorumlarla yürürlükten kaldırılamaz. Cuma namazının ne zaman farz kılındığını bilmemekle beraber; Efendimiz Medine’ye hicret etmeden önce Medineli Müslümanların Cuma kıldığını, Efendimiz de Kuba’dan Medine’ye giderken yolda Cuma vaktinin girmesi neticesinde yolda Cuma namazını kıldığını biliyoruz. Buradan hareketle de hicretten hemen önce muhtemelen beş vakit namazla birlikte farz kılınma ihtimalinin olduğunu görüyoruz. Bazı Müslümanlar, Efendimizin Mekke’de iken farz kılınan Cuma namazını Mekke’de kılmamasından hareketle, İslâm’ın hakim olmadığı beldelerde Cuma namazını kılmanın caiz olmadığını söylemeleri doğru olmasa gerekir. Peygamberimiz Mekke’de Cuma namazını, İslâm’ın hakim olmadığı bir belde olduğu için değil, Müslümanların can güvenliklerinin olmadığı için kılmamıştır. Malumdur ki, Cuma namazı ancak cemaatle kılınan bir namazdır. Müslümanların da Mekke’de gizli kapaklı yaptıkları hariç cemaatle namaz kılmaları can güvenliğinden dolayı söz konusu olamıyordu. Ayrıca, İslâm’ın hakim olmadığı bir belde de Cuma nazı kılınmaz diye ne Kur’an’da bir âyet nede Efendimizin dilinden sahih bir hadis söz konusudur. Dolayısıyla da Kur’an’da konu edilerek kılmamız istenen bir namazın, bir takım yorumlardan dolayı terk edilmesi asla kabul edilebilir bir durum değildir. Buradan hareketler de Müslümanlar, imam olma şartlarını üzerinde bulunduran muvahhit bir imamın arkasında Cuma namazını kılmalıdırlar.
- Müslümanın sevinci de hüznü de Allah’ın belirlediği ölçüler içerisinde olmalıdır. Sevinç duyulacak yerlerde matem tutmak doğru olmadığı gibi, matem tutulması gereken yerlerde de sevinç duymak doğru değildir. Efendimiz Medine’ye girerken, Medineli genç kızlar kasideler söyleyerek kendisini karşılamasına kızmamış, düğünlerin olduğu zamanlarda def çalarak eğlenmelerini istemiştir. Müzik aletlerini kullanmak haram değil, bunları haramlar için vesile kılarak kullanmak caiz değildir.
- Müslümanların gönül koyacakları durumlarda, herkesin razı olacağı yöntemlere başvurmak gerekir. Müslümanlar kendileri için hayırlı olacağını düşündüğü durumlarda, bir Müslümanı diğerine tercih ettiğinizde, insanlarda adil davranılmadığı hissi uyanmakta, buda harekete ve liderine karşı olan güveni sarsarak, harekete zarar vermektedir. İşte böyle durumlarda, güveni sarsmamak için herkesin uygun göreceği yöntemleri devreye koymak gerekir. Efendimiz Medine’ye geldiğinde, başta ileri gelenler olmak üzere Medineli Müslümanların hepsi onu evinde misafir etme şerefine nail olmak istiyorlardı. Neticesinde Efendimiz, herkesi memnun edecek bir çözüm olarak; devesinin serbest bırakılmasını, deve kimin evine yakın çökerse o eve misafir olacağını söyleyerek meseleyi halletmiştir. Başvurduğu bu yöntemden dolayı da kimsenin kalbi kırılmamıştır.
- Hicrete kadar inen Kur’an Sûreleri! Kur’an tarihi yazarları Kur’an’ı, birkaç şekilde taksime tabi tutmuşlardır. Bu taksimlerin en önemlisi Mekkî ve Medenî olarak yapılan taksimdir. 13 yıl süren Mekke Deminde peyder pey inen âyetler, bir taraftan bireyleri inşa ederken, bir taraftan da ileride kurulacak İslâm devletinin yükünü omuzlarında taşıyacak kadroları yetiştiriyordu. Bir taraftan Müslümanlar hem itikadî ve hemde ahlâkî olarak yetiştiriliyorken, bir taraftan da kâfirlerle mücadelenin yöntemi öğretiliyordu. Ayrıca İslâm toplumunu ayakta tutacak ilke ve prensipler de vahiy tarafından aşama aşama belirleniyordu. Kısacası vahiy, insan hayatının hemen her yönünü kuşatacak şekilde hayatı ilmik ilmik inşa ediyordu.
Konu üzerinde ittifak olmasada, Efendimzin hicretine kadar inen sûreler şu şekildedir; En’âm, A’raf, Yûnus, Hûd, İbrahîm, Hicr, Nahl, İsrâ, Kehf, Meryem, Tâhâ, Enbiyâ, Hac, Müminûn, Furkân, Şuarâ, Neml, Kasas, Ankebût, Rûm, Lokmân, Secde, Sebe, Fâtır, Yasîn, Sâffât, Sâd, Zümer, Mümin, Fussilet, Şûrâ, Zuhruf, Duhân, Câsiye, Ahkâf, Kâf, Zâriyât, Tûr, Necm, Kamer, Vâkıa, Mülk, Kalem, Hâkka, Meâric, Nûh, Cin, Müzzemmil, Müddessir, Kıyâme, İnsân, Mürselât, Nebe, Nâziât, Abese, Tekvîr, İnfitâr, İnşikâk, Burûc, Târık, A’la, Ğâşiye, Fecr, Beled, Şems, Leyl, Duhâ, İnşirâh, Tîn, Alak, Âdiyât, Kâria, Tekâsür, Asr, Hümeze, Fîl, Kureyş, Mâûn, Kevser, Kâfirûn, Leheb Fâtiha, Ra’d, Rahmân, Zilzâl, Mutaffifin, Kadr İhlâs, Felâk ve Nâs sûreleri olmak üzere 90 sûredir.
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
MEDİNE’DE İLK FAALİYETLER
1 Mescid-i Nebevi’nin İnşâsı
Peygamberimiz, Medine’li iki yetime ait olan bir arsayı satın alarak buraya mescid yapılmasını istedi. Medine’de ummalı bir şekilde mescid inşasını tamamlamak için çalışmalar başladı. Herkesin katkıda bulunmak için çalıştığı bu inşaatta, Efendimiz de taş taşıyarak katkıda bulunuyordu. Kendisine; “Ey Allah’ın Rasûlü, siz çalışmayın biz çalışırız” dediklerinde ise; “Allah arkadaşları arasında ayrıcalıklı olan kimseyi sevmez” diyerek karşı çıkıyordu. Bu şekilde hummalı bir çalışmayla Mescid kısa bir zamanda tamamlandı. Mescid dediysek de günümüzdeki gibi görkemli ve gösterişli mescitler gelmesin aklınıza. Duvarları toprak kiremit ve çamurdan, tavanları hurma dallarından, sütunları hurma kütüklerinden, zemini ise kum ve çakıllardan oluşuyordu. Üç kapısı olan mescidin hemen bitişiğine peygamberimiz için odalar da inşa edildi. İnşaat bittiğinde Peygamberimiz Halid b. Zeyd’in evinden, kendisi için yapılan bu odalara taşındı.
Mescid-i Nebevi, peygamberimiz döneminde sadece namaz kılınan yer değil, devletin yönetildiği bir parlamento, ilim öğrenmek isteyenler için bir medrese, Müslümanların toplanma merkezi, orduların sevk edildiği bir askeri karargah, davaların görüldüğü mahkeme salonu ve evsiz barksız Müslümanların kaldığı yurt hükmündeydi.
Mescidin inşasından sonra özellikle namaz vakitlerinin nasıl duyurulması konusu gündeme geldi. Namazlar beş vakit cemaatle kılınması gerektiği için, namaz vakitlerini insanlara duyuracak bir şey tespit edilmeliydi. Bunun için peygamberimiz ashabıyla istişare etmiş, kimileri namaz vakitlerini “dumanla” duyuralım önerisinde bulunurken, kimileri “çan” çalınmasını teklif etmiş lakin bir karar alamadan o gün ayrılmışlardı. O gece Abdullah b. Zeyd, rüyasında şuan okunduğu gibi ezanı görmüş ve bir sonraki gün istişarede gündeme getirmişti. Peygamberimizin namaz vakitlerini belli etmek için uygun gördüğü bu rüyayı, Hz. Ömer; “Bende aynı rüyayı gördüm” diyerek Efendimize bildirmişti. Peygamberimiz, uygun gördüğü bu ifadeleri Bilal’e öğretmelerini, Bilal’in de yüksekçe bir yere çıkarak okumasını emrediyordu. Bu günden sonra ezan, Müslümanlara namaz vakitlerini bildirmek için adeta bir şiar olmuştur.
2 Müslümanlar Arasında Kardeşliğin Tesisi (Muâhât)
Allah Rasûlünün Medine de ilk yaptığı icraatlardan bir tanesi de, özellikle Medineli Ensâr ve Mekkeli Muhacirler arsında kardeşlik müessesesini tesis etmesidir. Mekke’de evlerini ve mallarını terk ederek Medine’ye gelen Muhacirin yardıma ihtiyacı olduğundan, bundan sonraki süreçlerde karşılaşılacakları zorlukları ancak sağlam bir kardeşlik ve dayanışmayla ancak aşabilceklerinden hareketle Efendimiz bu uygulamayı bir zaruret olarak görmüştür. Çoğunlukla bir Ensar ve bir Muhacir arasında yapılan bu kardeşlik, bazen ikiden fazla kişi, bazen de Muhacirlerin aralarında uygulandı. Yaklaşık doksan kişi birbirleriyle bu şekilde kardeş yapıldılar. Yapılan bu kardeşlik antlaşması gereği, herhangi bir kardeşin ölmesi durumunda diğer kardeş ona mirasçı olabiliyordu. Bedir savaşına kadar devam eden bu uygulama, daha sonra Kur’an tarafından kaldırılarak, mirasın akrabalar arasında paylaştırılması prensibi getirildi. Konuyla ilgili âyette şu şekilde buyurulur; “…Aralarında kan bağı bulunanlar Allah’ın kitabında (mirasçılık bakımından) birbirlerine, diğer müminlerden ve muhacirlerden daha yakındırlar; dostlarınıza lütufta bulunmanız başkadır. Bu hüküm kitapta kayıt altına alınmıştır.” (Ahzab, 6)
Bu uygulama neticesinde “îsâr” (kardeşini kendi nefsine tercih etme) duyguları Müslümanlar arasında kök salmaya başlamış ve çok sağlam temelleri olan bir kardeşliği oluşturmuştu.
Ensar’dan olan Sa’d b. Rebi ile, Muhacirden Abdurrahman b. Avf arasındaki kardeşlik örneği bunlardan bir tanesidir. Kardeş yapılan Sa’d b. Rebi, Abdurrahman b. Avf’a; “İşte bunlar benim mallarımdır, yarısını senin için ayırıyorum. İki tanede eşim var, beğendiğini boşayayım, iddeti bittikten sonra onunla nikahlanırsın” der. İslâm’ın kendisinden istediği kardeşlik duygularını sonuna kadar kalbinden hisseden bu güzel insan, ihtiyaç sahibi olan kardeşi için fedakârlıkların en büyük örnekliğini ortaya koyarken, kendisine bu şekilde teklifte bulunulan Abdurranman b. Avf’da şunları söylüyordu; “Allah malını da eşlerini de sana mübarek kılsın, bana pazarın yolunu göster (burada ticaretin nasıl işlediğini bana öğret” diyerek, ihtiyaç sahibi dahi olsa, ihtiyaçlarını kendisi karşılayabileceği bir durumda, kardeşinin eline bakmaması gerektiğini çok iyi bildiğinden İslâm’ın kendisinden istediği o muhteşem tavrı ortaya koyuyordu.
Ensar’dan olan bir grup Müslüman Peygamber Efendimizin yanına gelerek; “Ey Allah’ın Rasûlü! Biz hurmalıklarımızı Muhacir kardeşlerimizle bölüştürmek istiyoruz” dediklerinde Efendimiz; “Hayır öyle yapmayın” dedi. Ensâr ise; “O halde onlar bizim bahçelerimiz de çalışsınlar, çıkan mahsule ortak olsunlar” dediler, bunun üzerine Efendimiz, bu tekliflerini uygun görerek kabul etmişti.
3 Medine Anayasası/Vesikası
Allah Rasûlünün Medine’de yaptığı ilk işlerde bir tanesi de, Muhacir ve Ensâr’ın arasındaki hukuki müeyyideleri tespit etmek, Medine de yaşayan ana unsurlar arasındaki hukuku belirlemek oldu. Bunun için bir sözleşme metni Muhacir ve Ensâr arasındaki hukuku belirlemek için hazırladı. Bu metin yaklaşık 16 civarındaki maddeden oluşuyordu. Diğer bir belge daha hazırladı ve bu belgeyle de Yahudiler ile Müslümanlar arasındaki hukuku belirledi.
Muhacir ile Ensar arısındaki sözleşme metni özetle şu şekildeydi; Tüm iman edenlerin tek bir toplum oldukları, savaş esirlerinin fidyelerini birlikte ödeyecekler, yardıma muhtaç olanlara yardım edilecek, tolumda fesat meydana getirenlere karşı birlikte hareket edecekler, evlat bile olsa kimse onu savunmayacak, kafir için mü’min öldürülmeyecek, mü’minlere karşı kafirlere yardım edilmeyecek, ister zayıf olsun ister güçlü, eman veren bir mü’minin emanı bütün Müslümanlar için de bağlayıcı olacak, Müslümanlara tabi oldukları taktirde Yahudilere yardım edileceği, kimse diğer Müslümanlardan bağımsız olarak kafirlerle barış antlaşması yapamayacağı, kimsenin Kureyşlileri koruyup kollamaması, bir mü’mini öldürene kısas uygulanması, canî olan birisine hiçbir Müslümanın arka çıkmaması, hakkında itilafa düşülen konularda hakem olarak Allah ve Rasûlünü kabul edilmesi gibi konular yer alıyordu.
Yahudiler ile yapılan antlaşma metinin özeti şu şekildeydi; Yahudilerin dinleri kendilerine, Müslümanların ise kendilerine olduğu, her iki tarafta kendi harcamalarını kendi içlerinde halledecekleri, Yahudi veya Müslümanlara savaş açan olursa birlikte yardımlaşacakları, birbirlerine kötülük yapmayacakları, iki grupta müttefik olduğu tarafa karşı suç işlemeyeceği, mazlum olana yardım edecekleri, Yahudiler ve Müslümanlar birlikte savaşırlarsa harcamaları da ortak yapılacakları, Yesrib’in sınırları iki taraf için de mukaddes olacağı, adam öldürmeler de hüküm mercii Allah ve Rasûlü olacağı, Kureyş ve onlara yardım edenlerin himaye edilmeyeceği, Yesrib’e saldırı durumunda iki taraf birlikte savunma yapacakları, yapılan antlaşma suçluların cezalandırılmasına engel teşkil etmediği gibi konular karşılıklı güvence altına alındı.
Konfederasyon tipi bir devlet modeli oluşturulmuş oldu. Bu konfedere devletin başkanı da Allah Rasûlü oldu.
Medine’de yaşanan bu durumlardan rahatsız olan Kureyş, Medineli müşriklere -ki onların önde geleni Abdulah ibn Ubey b. Selül’dür. Bu şahsiyet peygamberimiz Medine’ye gelmeden önce Medineliler tarafından kral seçilmek üzereydi. Peygamberimizin Medine’ye gelmesi ve kurulan yeni devletin başkanı olması sebebiyle krallık hayalleri suya düştüğü için hayatı boyunca Efendimize düşmanlık yapan bir münafıktır – bir mektup göndererek, ya peygamberimizi ve muhacirleri oradan çıkartmalarını, yada kendileriyle savaşmak üzere üzerlerine gelecekleri konusunda tehdit ettiler. Bu mektubu alan Abdullah b. Ubey b. Selül hemen harekete geçiyor. Durumdan haberdar olan peygamberimiz onula bir araya gelerek şunları söylüyor; “Kureyşin tehdidi sizi çok etkilemiş. Ancak onların size vereceği zarar, sizin kendinize vereceğiniz zarardan daha fazla değildir. Siz kendi oğullarınızla ve kardeşlerinizle mi savaşmak istiyorsunuz” diyerek ona böyle bir yola başvurması halinde karşı karşıya kalacağı durumu haber verdi. Bu konuşma üzerine, savaşmak üzere toplanan münafıklar oradan dağılıp gittiler.
Bu sırada Mekke’ye Umre niyetiyle giden Sa’d b. Muâz, Ümeyye b. Halef’in misafiri oluyor. Eskilere dayanan bir dostlukları vardı. Kâbe’yi tavaf etmeye giderken Ebû Cehil ile yolda karşılaşırlar, Ebû Cehil Ümeyye’ye; “Şu yanındanki adam da kim?” diye sorduğunda, Ümeyye; “Bu Sa’d’dır” dedi. Ebû Cehil; “Dinsizleri barındırıp beslediğiniz yetmiyor gibi şimdi de gelmiş güven içinde Kâbe’yi tavaf yapacağınızı düşünüyorsunuz. Eğer yanında Ümeyye olmasaydı, buradan sağ gidemezdin” tehdidinde bulunuyor. Sa’d ise şu karşılığı veriyor; “Vallahi sen beni Kâbe’yi tavaf etmekten alıkoyarsan bende seni daha ağır olan şeyi yaparım. Bir daha Medine yolu üzerinden ticaret kervanlarınız geçemez” diyerek onun tehdidine tehdit ile karşılık veriyor.
Kureyşin Medine’ye saldırma veya suikast düzenleme endişesinden dolayı Müslümanlar, bir taraftan her an savaşa hazırlıklı bir şekilde beklerken, diğer bir taraftan da peygamberimizin evinin önünde nöbet tutuyorlardı. Mâide Sûresinin “…Allah seni insanlardan korur. Şüphesiz Allah, kafirler topluluğunu hidayete erdirmeyecektir”[11] âyeti ininceye kadar da nöbet tutma işine devam ediyorlar.
İBRETLER VE DERSLER
- İslâm, toplumsal hayatın her alanına hâkim olduğu beldeleri “medeni” yapar. İslâm’ın hâkim olmadığı, cahiliyenin hangi görüntüsü olursa olsun hâkim olduğu yerler, günümüz dünyası tarafından medeni olarak kabul edilse de asla medeni değildir. Olsa olsa, medeni maskesi altına gizlenmiş vahşi ve ahlâksız cahiliyedir. İslâm hâkim olmadan önce adı Yesrib olan belde, İslâm’ın hakimiyetiyle birlikte artık adı Medine/Medeniyetin olduğu şehir olarak anılmaya başlanmıştır.
- Mescid, umuma ait işlerin yapıldığı yer demektir. Günümüzdeki gibi, sadece namazların kılındığı bir yer değildir. Yine Türkiye’deki gibi devletin statüko dinini yaygınlaştırmak ve devletin razı olacağı vatandaşlar yetiştirmek için kullandığı bir yer asla değildir. Medine’de mescid demek; devletin yönetildiği parlamento, davaların görüldüğü mahkeme, suçluların cezalandırıldığı hapishane, düğün salonu, ilim meclisi, misafir hane, evsizlerin kaldığı yurt, savaş kararlarının alındığı karargâh demekti. İslâm devlet başkanının devleti yönettiği bir sarayı yoktu, bütün bu işleri hayatın merkezinde olan mescitte yapıyordu.
- Mescid, namazla günlük hayat arasındaki manevi irtibatı sağlayan bir müessesedir. Namazda Allah ile irtibatını güçlendiren kimseler, günlük hayatlarını da bu çerçevede yaşama gayretleri söz konusu oluyordu. Namazda yan yana gelerek bir insicam oluşturan Müslümanlar, hayatın diğer alanlarında da birlikte hareket etmeyi öğreniyorlardır. Mescitte, sadece bedenleri yan yana gelmiyor, gönülleri de yan yan geliyordu. Namaz için safa durulduğunda, kişinin hangi sosyal sınıfa mensup olmasının hiçbir öneminin olmadığı hatırlatılarak bütün Müslümanların eşit olduğu, üstünlüğün ancak takvada olduğunu öğreniyorlardı. Namazda Allah’ın en büyük olduğunu hatırlayan Müslümanlar, hayatın tüm alanlarında da en büyük olarak Allah’ı kabul etmeleri gerektiğini öğreniyorlardı.
- Müslümanların genelini ilgilendiren işlerde, sorumluluklardan kaçmamalı, aksine herkesten daha fazla çaba ortaya koymak Müslümanın şiarı olmalıdır. Yaptığı her türlü fedakârlığın sevap olarak karşılık bulacağını bilen bir insan, herkesin bir iş yaptığı durumda kendisi iki iş yapmaya çalışmalıdır. Şuurlu bir Müslüman, ayrıcalıklı bir tavır takınarak, diğerleri çalışırken, kendisi bir tarafta oturmaz, veya yolunu bulup işten kaçmak için fırsat kollamaz. Eğer bu şekilde olmaz, birileri çalışırken diğerleri keyfine bakarsa, o topluluk arasında sevgi, saygı ve güven oluşmaz ve böyle topluluklarda çok fazla varlıklarını sürdüremezler. Bunun içindir ki, Mescid’i Nebevi yapılırken herkes canla başla çalışıyor, Efendimiz de taş taşıyarak onlara yardımcı oluyordu. “Ben Peygamberim” diye kendisine diğer insanlardan ayrı bir paye biçerek bir köşede oturmuyordu. “Arkadaşları içinde ayrıcalıklı olan kimseleri Allah sevmez”
- Mescitler şaşaalı olmamalı, aksine mütevazi olmalıdır. Mescitleri süslemek, onları görkemli yapmak ve maneviyatını geri plana atmak günümüz Müslümanlar için küçük kıyamet olan yozlaşmanın bir işaretidir. Bugün hemen her mahallede ciddi masraflar ödenerek yapılan mescitlerin süslenmesine, büyüklüğüne ve görkemli olmasına verilen önemin çok azı bile maneviyatına verilmediğini görüyoruz. Maalesef süs ve görkemin maneviyatı zedeleyen hususlar olduğunu göremiyoruz. Hele bir de nice ihtiyaç sahibi Müslümanlar varken, ümmetin imkânlarının sırf görkemli ve süslü olsun diye mescitlere harcanması asla makul görülecek bir durum değildir. Bunun içindir ki, Efendimizin yaptırdığı mescit çok mütevazi, o günün şartlarında bir evde bulunan sağlamlık şartlarını bile taşımadığını söyleyebiliriz. Zeminine hasır serilmesine müsaade edilmiyor, tavanları hurma yapraklarıyla kapatılıyor, yağmur yağdığında ıslanıyorlar ve herhangi bir süsleme içermiyordu. Bu sade mescidin maneviyatı ise dolu doluydu. Müslümanların birçok ihtiyacını karşılıyordu.
- Ezan, İslâm’ın genel muhtevasını içinde barındıran Nebevî bir paroladır. Parolaların önemi çok büyüktür. Özellikle de savaşlarda daha da bir önem arz ederler. Ezan da Müslümanın, şeytanla mücadelesini kazandıracak amel olan namazın habercisi ve şeytanlaşan İslâm düşmanları ile fikri mücadelesini temsil etmektedir. Şeytanlarla mücadeleyi kazanarak kurtulmak isteyen Müslümanlar için ilahi bir davettir. Bir beldenin Müslümanların yaşadığı belde olduğunun en önemli kanıtı, o beldede ezanın okunuyor olmasıdır.
- İslâm sağlıklı toplumsal bir yapı oluşturmayı hedeflemiştir. Bu anlamda bireyi yetiştirmek için içerdiği her bir ilkenin, toplumsal yapıyı da inşa etme yönü olduğunu görmekteyiz. Namaz kılmak, bireysel bir amel gibi görünse de, dinimiz namazı cemaatle kılmak gerektiğini emrederek toplumsal inşanın bir parçası olarak namazı değerlendirmiştir. Oruç bireysel bir amel olarak görünse de, oruçla aç ve ihtiyaç sahibi insanların yaşadıkları durumlar kişiye yaşatılarak onlara destek olması gerektiği öğretilmektedir. Dinin bütün emirlerine bu şekilde bakmak mümkündür. Efendimiz de sağlıklı bir İslâm toplumu inşa etmek için, Müslümanlar arasında kardeşlik müessesini kurmuştur. Daha çok, Mekkeli muhacir ile Medine’nin yerlileri arasında kurulan bu müessese, Müslümanların birbirleriyle dayanışmasını gerçekleştirerek aralarında ülfetin oluşmasını sağlamayı amaçlamıştır. Bu uygulama kısa zamanda meyvelerini vermiş, Medine’nin yerlileri olan Ensâr, Mekke’de her şeylerini bırakarak kendilerine gelen Müslümanlara kol kanat germişler, tarihte bir daha yaşanması belki mümkün olmayacak kadar büyük fedakârlıklar yapmışlardır. Kuruluş amacını gerçekleştiren bu uygulamanın dahilinde olan kardeşlerin birbirilerine mirasçı olmaları kısmı, Bedir savaşından sonra kaldırılarak mirasın kan bağı olan insanlar arasında taksim edilmesi hükmüyle yürürlükten kaldırılmıştır.
- İslâm, imkânı olan kimseyi de, ihtiyaç sahibi olan kişiyi de eğiterek yetiştirir. İmkânı olan kişiye, imkânlarını başkalarıyla paylaşmasını emrederek yetiştirirken, ihtiyaç sahibi kişiye de, başkalarına el açmanın çirkinliğini anlatarak yetiştirir. İmkânları olana paylaşmayı, olmayana da zaruret durumu olmadığı sürece almamayı öğretiyor. Bunun en güzel örnekliğini, Sa’d b. Rebi ile Abdurrahman b. Avf arasındaki o muhteşem hadiseden öğreniyoruz. Sa’d, imkânlarını Abdurrahman b. Avf ile paylaşmak isterken, Abdurrahman da, o imkânlardan istifade etmek istemeyerek çarşıda işlerin nasıl yürütüldüğünü sorarak geçimini oradan temin etmeye çalışacağını söylüyordu.
- Farklı etnik ve dini kimliklerin olduğu toplumların yönetilmesinde konfederasyon tipi yönetimlerin mümkün oluşu. Medine gibi, hem Müslümanların, hem Yahudilerin, hem Arap müşriklerin yaşadığı bir toplumda genel inisiyatif Müslümanlarda olsa da, o toplumda yaşayan etnik gruplara kendi iç işleyişlerini belirleme hakkı verilmiştir. Kimlik dayatılması yapılmamış, her türlü iç işleyişlerine müdahale edilmemiş, sadece içinde yaşadıkları beldeye karşı dışarıdan bir saldırır olduğu taktirde bütün etnik ve dini gruplar olarak, içinde yaşadıkları beldeyi/ülkeyi korumaları gerektiği şart koşulmuştur.
- Toplumsal sözleşmelerin önemi! Dinimiz ticari ilişkilerde yazışmayı önemli görerek emrettiği gibi, toplumların birbirleriyle yaptıkları antlaşmaları yazıya geçirerek uygulanmasını istemiştir. Sadece güvene veya sözlü bir ahidleşmeye dayanan antlaşmalar taraflar arasında süreç içerisinde sıkıntı çıkaracağı için, bir belgede yazıya geçirilerek muhafaza edilmesini daha sağlıklı bir yöntem olarak görmüştür. Bunun içindir ki, Efendimiz, Medine’ye vardığında, toplumsal düzeni tesis etmek amacıyla, orada yaşanan insanlarla Medine Vesikası/Anayasası adlı toplumsal bir sözleşme hazırlayarak yazıya geçirmiş ve tarafların onayını da alarak uygulamaya koymuştur.
- Toplumun güvenliğini tesis etmek İslâmî idarenin en önemli görevlerinden biridir. Güven içerisinde olmayan toplumların bir arada huzur içinde yaşamaları mümkün değildir. Güveninin tesis edilememesi, dışarıda düşmana karşı mücadeleyi zaafa uğratabilir. Hatta toplumun bir kesimi dıştaki düşmanla iş birliği yaparak ciddi bir yıkımı beraberinde getirebilir. Bunun içindir ki Efendimiz, Medine’deki bütün unsurların destek vereceği gerek Medine içinde, gerekse de Medine’ye muhtemel saldırılarda güvenliği sağlamak için orada yaşayan bütün unsurlarla antlaşmalar yaptı. Bununla, Medine içinde bir çatışma yaşamamak, Mekke’den gelebilecek muhtemel baskılara karşı düşmanı teke indirmek istemiştir.
SAVAŞ MERHALESİNE GEÇİŞ
Kureyş’in Müslümanlara karşı her an saldırı yapabileceği bir durumda, Allah’u Tâala Müslümanlara savaş için izin bildiren âyetlerini indiriyor; “Size karşı savaş açanlara, siz de Allah yolunda savaş açın. Sakın aşırı gitmeyin, çünkü Allah aşırıları sevmez.” (Bakara, 190) “Kendileriyle savaşılanlara (müminlere), zulme uğramış olmaları sebebiyle, (savaş konusunda) izin verildi. Şüphe yok ki Allah, onlara yardıma mutlak surette kadirdir.” (Hac, 39) Bu âyetlerle birlikte İslâmî hareket, bir başka merhaleye geçmiş oluyordu. Mekke döneminde verilmeyen savaş izni, Müslümanlar Medine’de devlet kurarak bir güç haline geldiklerinde veriliyordu. Savaş izninin kapsamı, ilk önce sadece Kureyş’e yönelik iken daha sonra umumileştiriliyor. Son hedef olarak da; “Fitne ortadan kalkıncaya ve din tamamen Allah'ın oluncaya kadar onlarla savaşın! (İnkâra) son verirlerse şüphesiz ki Allah onların yaptıklarını çok iyi görür.” (Enfal, 39) zulmün ortadan kaldırılması olarak gösteriliyordu.
Savaş izninin verilmesinin akabinde Peygamber Efendimiz bir takım birlikler hazırlayarak çeşitli bölgelere gönderdi. Bu birliklerin gönderilişinin temel amacı saldırı ve savaşmak değil; Müslümanların bir güç olduğu mesajını vermek, Medine’nin yakınlarındaki kabilelerle temasa geçerek antlaşmalar yapmak, Kureyşin ticaret kervanlarının geçtiği güzergahları tespit etmek ve Kureyş’e artık güçlü bir devlet olduklarını, bundan sonra güle oynana ticaret kervanlarının istedikleri güzergahtan götüremeyeceklerini, ticaret kervanlarının güvenliklerin artık söz konusu olmayacağı gibi mesajlar vermek içindi.
Bu amaçlarla Hz. Hamza b. Abdulmütalibin’in komutasında otuz kişilik bir birliği, Sîfü’l Bahr’a gönderdi. Ebû Cehil’a ait Şamdan gelen kafileyi takip edeceklerdi. Neredeyse savaş olacaktı ki Mecdi b. Amr araya girerek savaşa engel oldu. Bu Seriye savaş olmadan Medine’ye geri döndü.
Yine Rabiğ bölgesine aynı amaçla bir başka Seriyyeyi, Ubeyde b. Hâris komutasında atmış kişilik bir birlikle göndermişti. Birlik, Ebû Sufyân ile karşılaşmış iki taraf birbirlerine ok atmış sonrada geri çekilmişlerdi.
Başka bir zaman da Harrâr bölgesine, Sa’d b. Ebî Vakkâs komutasında yirmi kişilik bir birlik gönderdi. Herhangi bir olay olmadan birlik Medine’ye geri döndü.
Yine aynı yıl, Peygamberimizin komuta ettiği yetmiş kişilik bir birlik Ebvâ’ya gitti. Amr b. Mahşî ile güvenlik antlaşması yaparak geri döndü. Bu peygamberimizin çıktığı ilk gazveydi.
Efendimiz yine aynı yıl içerisinde Buvât gazvesine katılmış, herhangi bir olayla karşılaşmadan geri Medine’ye geri dönmüştü.
Aynı ay içerisinde Kürz b. Câbir Medine otlaklarında otlayan hayvanları çalıp götürmüş, Peygamberimiz de, yetmiş kişilik bir orduyla peşlerine düşmüş lakin yakalayamadan geri dönmek zorunda kalmıştı.
Daha sonra Efendimiz, Kureyş kervanının Şam’a gitmek için Zi’l Uşeyra’dan geçeceğine dair istihbarat aldığında, 150 veya 200 kişilik bir orduyla bölgeye gitmiş lakin kervana rastlamadan geri dönmüştü.
Efendimiz yine hicretin ikinci yılı Recep ayında, Abdullah b. Cahş komutasında on iki kişilik bir birliği, Nahle’ye gönderiyor. Kureyş kervanıyla karşılaşan birlik, onlarla çatışmaya giriyorlar. Çatışmada kafileden bir kişiyi öldürülürken, iki kişi de esir alınıyor. Kervanın malları da ganimet alınarak Medine’ye getiriliyor. Peygamberimiz, bu durumdan razı olmayarak, malları ve alınan esirleri Mekke’ye geri gönderdi, öldürülen kişin de kan diyetini ödedi. Mekkeli müşrikler, bu hadisenin Haram ay olan Recep ayında olmasını adeta bir kara propagandaya dönüştürdüler; “Peygamber olduğunu söylüyor lakin haram ayda saldırı düzenliyor, haram ayların hürmetini çiğniyor” diyorlardı. Oysaki peygamberimiz birliği, savaşmak için değil, bilgi toplamak için göndermişti.
Ayrıca Kureyş, yaptığı bu suçlamamanın daha büyüğünü kendileri yapıyorlardı. İşlerine geldiğinde haram ayların yerlerini değiştirerek haram ayları helal kabul ediyorlardı. Bu ve benzeri daha nice cürümler işledikleri halde, bu olaydan dolayı peygamberimizi suçlamaları Kur’an tarafından şu şekilde kınanmıştır; “Sana haram ayda savaşmayı soruyorlar. De ki: "O ayda savaş büyük bir günahtır. Allah'ın yolundan alıkoymak, onu inkar etmek, Mescid-i Haram'ın ziyaretine engel olmak ve halkını oradan çıkarmak Allah katında daha büyük günahtır. Zulüm ve baskı ise adam öldürmekten daha büyüktür. Onlar, güç yetirebilseler, sizi dininizden döndürünceye kadar sizinle savaşmaya devam ederler…” (Bakara, 217)
Müslümanlar Medine’ye geldiklerinde Mescid-i Aksâ’ya yönelerek namaz kılıyorlardı. Mekke döneminde Müslümanların kıble olarak nereye yöneldiklerini çok net bilmiyoruz. Konunla ilgili olarak ne Mescid-i Haram yönelerek namaz kıldıklarını, nede Mescid-i Aksa ya yönelerek namaz kıldığına dair sahih bir rivayet bilmiyoruz. Ancak Hicretin ikinci yılı Şaban ayında, Kur’an’ın da ifadesiyle kıble Mescid-i Haram’a yönelinmesi emredilerek değiştirildi. Peygamber Efendimizin Mescid-i Haram’a yönelerek namaz kılmak istediği, bunun neticesinde de bir imtihan olarak kıblenin değiştirildiği Kur’an tarafından şu şekilde ifade edilir; “(Ey Muhammed!) Biz senin yüzünün göğe doğru çevrilmekte olduğunu (yücelerden haber beklediğini) görüyoruz. İşte şimdi, seni memnun olacağın bir kıbleye döndürüyoruz. Artık yüzünü Mescid-i Haram tarafına çevir. (Ey müslümanlar!) Siz de nerede olursanız olun, (namazda) yüzlerinizi o tarafa çevirin. Şüphe yok ki, ehl-i kitap, onun Rablerinden gelen gerçek olduğunu çok iyi bilirler. Allah onların yapmakta olduklarından habersiz değildir.” (Bakara, 144)
Âyetten de anlaşılacağı gibi, Mescid-i Aksâ’ya yönelerek namaz kılmak peygamberimizin kendi tercihiyle olmuş bir durum değil, Rabbimizin Kur’an vahyi dışında teşri kıldığı bir durumdu. Eğer peygamberimiz çeşitli maslahatlardan dolayı kendi içtihadıyla Mescid-i Aksâ’ya yönelmiş olsaydı, Kâbe’ye yönelmek için Rabbimizin iznini ifade eden konuyla ilgili vahiy beklemezdi. Veya küçük bir ihtimal de olsa, yaklaşık olarak bir buçuk yıl Mescid-i Aksâ’ya yönelerek namaz kılınmış ve sosyal şartlar çokta değişmeden kıblenin değişmesini, konuyla ilgili vahiy olmadan insanların içselleştirmesinin kolay olmayacağından vahiyle değiştirilmesini beklemiştir denilebilir. Lakin bu daha zayıf bir ihtimaldir.
İBRETLER VE DERSLER
- İslâm, Müslüman olmayanları savaşlarla yok etmek için gönderilmemiş, öncelikle onları hidayetlerine vesile olarak kurtulmalarını sağlamak için gelmiştir. Bütün bunlara rağmen Allah’a, O’nun dinine ve insanlara düşmanlık yaparak zulmeden zâlimlerin, başka bir yolla zulümlerinin engellenmesi söz konusu olmadığında, işte o zaman savaşı meşru görerek uygulanmasına izin vermiştir. Dolayısıyla İslâm, savaşı son çare olarak görmüştür. Zemin ve şatları oluştuğunda ve başka da bir çare söz konusu olmadığında, çoğunluğun mutluluğunu sağlamak için azgın bir azınlığın yok edilmesi için savaşa başvurulabilir.
- Her şey için bir hukuk belirleyen İslâm, savaşında bir hukukunun olmasını esas görmüştür. Düşmanın savaşta kullandığı gayr-i İslâmî ve gayr-i ahlâkî savaş yöntemlerinin kullanılmasını uygun görmemiştir. Düşmanla savaşırken bile aşırı gidilmesini yasaklamıştır. Efendimizin yaptığı savaşlarda, savaşçı olmayan kadın, çocuk, yaşlı, din adamı gibi insanlara dokunulmamış, kaçanların, esirlerin ve teslim olanların öldürülmesi ise yasaklamıştır. “Sizinle savaşanlarla Allah yolunda savaşın, aşırı gitmeyin; doğrusu Allah aşırı gidenleri sevmez.” (Bakara, 190)
- Toplumsal maslahata dayanan uygulamalar hedeflenen maslahata ulaşıldığından ortadan kaldırılarak yerlerine başka uygulamalar konulabilir. Kur’an’ın hükme bağlamadığı, Peygamber Efendimizin de kendi döneminde bir maslahat icabı yaptığı kesin olan herhangi bir uygulama, eğer o maslahat gerçekleştiği veya önemini yitirdiği durumda o uygulama kaldırılarak yerine başka bir uygulama konulabilir. Örneğin, Efendimiz kendi döneminde ağız ve diş sağlığını gerçekleştirmek için misvak kullanılmasını ısrarla emretmiştir. O gün Müslümanların sağlık maslahatı için uygulanan misvak uygulaması, şimdi için uygulanabilirliğini yitirmiş, ağız ve diş sağlığını misvaktan daha iyi gerçekleştirilen ürünler ortaya çıkmıştır. Bunun içindir ki diş temizliği için misvak kullanılması, yeni bulunanla değiştirilebilir. Bunun gibi toplumsal maslahata dayanan nice uygulama da tarihi süreç içerisinde ortadan kaldırılarak yerine yenileri getirilmiştir. Kıble değişikliği de bunun örneklerinden bir tanesidir. Yaptığı her şeyi bir hikmet gereği yapan Rabbimiz, Müslümanlar Medine’deyken Mescid-i Aksâ’ya yönelerek namazlarını kılmalarını, bilmesek de bir hikmet gereği emretmiş, daha sonra bu emrindeki maslahat gerçekleşince bu emrini değiştirerek Mescid-i Haram kıble olarak yönelmelerini emretmiştir. Yine diğer şeriatlerde emrettiği nice hususları son indirdiği şeriatte yürürlükten kaldırmıştır.
- Düşmanla savaşta başarılı olmanın en büyük sebeplerinden bir tanesi, psikolojik olarak düşmanı etkileyerek kalplerine korku salmaktan geçmektedir. Düşmanla savaşın birinci aşaması bu şekilde olmalıdır. Kureyşle amansız bir savaşın içerisine girecek olan Müslümanlar, ilk aşama olarak Kureyşin ticaret kervanlarının bulunduğu yerlere birlikler gönderiyor, Kureyşe “artık güven içinde olamayacakları” mesajını vererek psikolojik baskı uyguluyorlardı. Bedir savaşı öncesi gönderilen tüm birliklerin amacı buydu.
- Meşru olmayan bir savaşta alınan ganimetlerin kullanılmasıda meşru olmaz. Haram bir yolla elde edilen malları kullanmak bir Müslümanlara haramdır. Müslüman haram olan şeylerden uzak durmak zorunda olduğu gibi, haram yollardan gelir elde etmekten de sakınmak durumundadır. Abdullah b. Cahş’ın Kureyş kervanına saldırarak mallarını ganimet olarak alması ve iki kişiyi de esir alarak Medine’ye getirmesi neticesinde Efendimiz bu hadiseden memnun olmamış ve hem malları geri vermiş, hem de esirleri geri göndermiştir. Hatta öldürülen kimsenin de kan diyetini ödemiştir.
- İnsanların tüm bakışları üzerindeyken Müslüman adımlarına çok dikkat etmeli, yapacağı her türlü yanlışın düşmanlar tarafından aleyhine kara propaganda olarak kullanılacağını bilmelidir. Yaptığı yanlış çok küçük bile olsa, düşmanlar tarafından sanki çok büyükmüş gibi gösterileceğini unutmamalıdır. Abdullah b. Cahş’ın Efendimizin talimatı olmadığı halde haram ayda bir kervana saldırarak bir kişinin ölmesine sebebiyet vermesi olayını Kureyşliler, Efendimiz hakkında kara propagandaya dönüştürmüşlerdi.
- Kendi hatalarına değil de bir başkasının yaptığı hatalara yoğunlaşmak müşrik mantığın göstergesidir. Müslüman kimse odur ki, öncelikli olarak kendi yaptığı hatalara yönelir, kendisi nice hatalar yaparken bir başkasını yaptığı hatalardan dolayı onu kıyasıya eleştirmez. Halk deyimiyle, çuvaldızı kendisine, iğneyi de başkasına batırır. Müşrik mantık ise, kendi yaptığı hatalar dağ gibi olsa bile görmemezlikten gererek başkalarının çok küçükte olsa hatalarına yoğunlaşır, bunun üzerinden ona saldırılarda bulunur. Mekke müşrikleri, başta şirk olmak üzere kendi yaptıkları hataları bir kenara koyarak Efendimizin bir dahli olmadığı halde, Abdullan b. Cahş’ın haram ayda birisini öldürmesi üzerinden Efendimize saldırıyorlardı.
- Haram aylar, insanların güven içerisinde ibadetleri yapabilmeleri için meşru kılınmış zaman dilimleridir. Haram aylar şunlardır; Zilkade, Zilhicce ve Muharrem ayları peş peşe gelirken, Recep ayıda tek başına gelmektedir. Zilhicce ayı aynı zamanda Hac’ın yapıldığı aydır. Hac ibadetinin güven ve huzur içinde yapılabilmesi için Rabbimiz Zilhicce ve bundan bir önceki ve bir sonraki ayları da haram kılmıştır. Bu aylarda savaş yapmak yasaklanmış, lakin düşman tarafından savaş başlatılırsa Müslümanların kendilerini korumak için bu aylarda savaş yapmalarına ruhsat vermiştir.
BEDİR SAVAŞI
Müslümanların Mekke’de bıraktıkları malları, Mekkeliler tarafından yağmalanmış, Şâm’a götürülerek satılmıştı. Müslümanların mallarını taşıyan bu kervanın Şam’dan dönmek üzere olduğu bilgisi peygamberimize ulaştığında, iki adam göndererek konuyla ilgili bilgi toplamalarını istemişti. Giden iki kişi olayın doğru olduğuna dair bilgi getirince Efendimiz, kervanı ele geçirmek için sefer düzenleneceğini, gönüllü olarak katılmak isteyenlerin kendileriyle birlikte gelebileceklerini söyledi. Bu harekete yaklaşık olarak 85 kişi Muhacirlerden, 230 kişide Ensar’dan katıldı. Toplamda sayıları 314 kişi civarındaydı. Efendimiz, ordunun sancağını taşımak üzere Mus’ab b. Umeyr’i, Muhacirin sancağını taşımak üzere, Ali b. Ebû Talib’, ve Ensâr’ın sancağını taşımak için de Sa’d b. Muâz’ı seçti. Peygamberimiz normal güzergahtan değil çok farklı yolları kullanarak Bedir’e doğru ilerledi.
Kureyş kervanı, Ebû Süfyân’ın kafile başkanlığı yaptığı 1000 deveden oluşmaktaydı. Müslümanların kervana saldıracağını haber alan Ebû Süfyân, kervanın yol güzergahını değiştirerek sahil yoluna girdi. Bir adamını da Müslümanların kervana saldıracaklarını haber vermesi için Mekke’ye gönderdi.
Müslümanların kervana saldıracaklarının haberini alan Mekkeliler, hemen Ebû Cehil komutasında savaş hazırlıklarını yaparak 1300 kişi yola çıktılar. Yolda ilerlerken Ebû Süyfân’ın kervanı kurtardığı ve Mekke’ye doğru geldiği haberi orduya ulaşmasına rağmen Ebû Cehil, geri dönmeyi gururuna yediremeyerek Müslümanlara hak ettikleri dersi vermek, bir daha kervanlarına saldırma cesaretini göstermemeleri gerektiğini kendilerine verecekleri dersle bildirmek, belki de Muhammed’i öldürerek bu işi kökünden çözme umuduyla yolla devam etme kararı aldı. 300 civarında olan Zühreoğulları ordudan ayrılarak Mekke’ye döndü geri kalan 1000 kişilik ordu Bedir’e doğru ilerledi.
Müslümanlar Kervanın kaçarak kurtulduğu, Mekkelilerin ise ordu hazırlayarak üzerlerine geldiklerini öğrendiklerinde kendi aralarında konuyu istişare ettiler. Müslümanların Medine’de çıkma amaçları kervanı ele geçirmekdi. Lakin şimdi savaşla karşı karşıya kalmışlardı. Bunun için Peygamberimiz Muhacir ve Ensâr’ın tavrını merak ediyordu. Muhacir adına söz alan Mikdâd, şunları söyledi; “Ya Resulallah! Allah (c.c.) sana ne emrettiyse yerine getir. Biz senin yanında ve seninle beraberiz. Biz sana İsrail oğullarının Musa’ya (a.s) dedikleri gibi: “Sen ve Rabbin onlarla çarpışın! Biz burada oturalım!” demeyiz. Fakat “Sen ve Rabbin onlarla savaşın! Biz de sizinle birlikte çarpışırız!” deriz” dedi.
Mikdâd’ın (r.a.) bu sözleri Hz. Peygamber (s.a.s)’i çok sevindirdi ve ona hayır duada bulundu.
Sonra Ensâr adına da Sa’d b. Muâz söz aldı; “Biz sana iman ettik ve seni doğruladık. Bize getirdiğin şeyin hak ve gerçek olduğuna şehadet ettik. Dinlemek ve itaat etmek üzere sana söz verdik. Ya Resulallah! Nasıl istersen öyle yap! Biz seninle beraberiz. Seni hak din ve kitapla gönderene and olsun ki, sen bize şu denizi gösterip dalarsan, biz de seninle birlikte dalarız. Bizden bir kişi bile geri kalmaz. Yarın bizimle birlikte düşmanımıza karşı gitmeni de hoş karşılamayacak değiliz...Umulur ki Allah Sana bizden gözünü aydın edecek kahramanlıklar gösterecektir. Allah’ın bereketiyle yürüt bizi!”
Sa’d’ın sözleri de Hz. Peygamberi (s.a.s) çok sevindirdi ve; “Haydi yürüyün! Vallahi şimdi ben, Kureyşlilerin savaş meydanında vurulup düşecekleri yerlere bakıyor ve oraları görüyorum!”
Allah Rasûlü, Müslümanların savaş konusundaki kararlılığını gördüğünde, Bedir’e doğru ilerlemelerini emrediyordu.
Peygamberimiz Mekkelilerden önce Bedir’e varan Müslümanları, savaş stratejisi olarak konumlandırıyordu. Hubab b. Munzir peygamberimize; bu stratejinin Allah’ın vahyi mi yoksa Peygamberimizin kendi içtihadı mı olduğunu soruyor. Peygamberimiz, kendi içtihadı olduğunu söylediğinde ise, kuyuların bulunduğu yerde olmalarının, bütün kuyuları kapatarak bir kuyunun açık bırakılmasını ve o kuyunun da Müslümanların kontrolünde olmasının daha doğru olacağını söylüyor. Bu şekilde de Kureyş ordusu susuz kalacak ve su almak için Müslümanlara muhtaç olacaklardı. Bu teklif hoşuna giden Efendimiz, Hubab b. Munzir’in dediği gibi orduyu yeniden konumlandırıyor. Hemen, Rasûlüllah için bir karargâh kuruyorlar ve Sa’d b. Muâz, bir grup süvariyle Efendimizin karargâhını korumakla görevlendiriliyor.
Hicretin 2. yılı Ramazan ayında, iki ordu karşı karşıya geliyor. Ramazan orucu daha önce farz kılındığından dolayı, peygamber Efendimiz Müslümanlara hitaben; Oruca niyetlenenlerin oruçlarını bozmalarını istedi. Ağırdan aldıklarını gördüğünde ise önce kendisi orucunu bozdu, sonra da Müslümanlar peygamberimize uyarak oruçlarını bozudular.
İki ordu Bedir’de karşı karşıya geliyor ve Allah Rasûlü Kureyş ordusunu karşısında görünce Allah’a şu şekilde dua ediyordu; “Allah’ım, işte Kureyş! Bütün kibriyle ve mağrur hâliyle sana karşı geliyor ve Rasûlünü yalanlıyorlar. Allah’ım! Bana vaat ettiğin zaferini diliyorum. Allah’ım! onları helak et”
Orduya nasıl hareket etmeleri gerektiğiyle ilgili son talimatlarını veriyor ve İslâm ordusuna bakarak Allah’a şu şekilde yakarışta bulunuyordu; “Eğer şu topluluğu bugün helak edecek olursan, sana ibadet edecek kimse kalmaz. Allah’ım! onları muzaffer kıl” (İslamî hareketin hemen tüm öncüleri Bedir’de buludukları için, onların Efendimizle birlikte ölmeleri hareketi tümüyle yok olmayla karşı karşıya bırakma durumu olduğu gibi tamemen yok olmasına da sebebiyet verebilirdi) diyordu. Ellerini göğe kaldırıp o kadar çok dua ediyor ki, Hz. Ebû Bekr, daha fazla kendisini harap etmemesi gerektiği konusunda kendisine uyarıda bulunuyordu.
Diğer taraftan da Ebû Cehil, şu şekilde dua ediyordu; “Allah’ım! hangimiz akrabalık ilişkilerini daha fazla kesmişse, hangimiz alışık olmadığımız şeyleri getirmişse, onu bu sabah perişan eyle! Allah’ım! Hangimiz senin katında daha sevimli ve rızana muvafık ise, onu da bugün muzaffer eyle!”
Mübâreze (Düello)
Mübâreze (Düello); o günün savaşlarında başvurulan adetlerden birisiydi. Bundan dolayı Rabîa’nın iki oğlu Utbe ve Şeybe kardeşler ve Velid b. Utbe öne çıkarak Müslümanları mübarezeye davet ettiler. Peygamberimiz de bunların karşısına yakın akrabaları olan, amcası Hamza b. Abdulmütalib, amcasının oğlu olan Ali b. Ebû Talib ve en büyük amcasını Hâris b. Abdulmütalib’in oğlu Ubeyde’yi çıkardır. Hz. Hamza, Şeybe’yi, Hz. Ali’de Velid’i çok zorlanmadan öldürdüler. Ubeyde ise rakibi Utbe ile birlikte yaralanmıştı. Hz. Hamza ve Hz. Ali Ubeyde’ye yardım ederek Utbe’yi de öldürdüler. Çarpışmada ayağı kesilen Ubeyde 4-5 gün sonra şehit olacaktı. Mübâreze, kafirlerin önde gelen üç adamını kaybetmelerinden dolayı morallerini bozarken, Müslümanlar için ise çok büyük moral olmuştu.
Allah Rasûlü zırhını kuşanmış bir şekilde ileri atılarak şu âyeti okumaya başladı; “O topluluk yakında dağılacak ve onlar arkalarını dönüp kaçacaklar” (Kamer, 45) sonra da eline bir avuç çakıl taşı alıp kâfirlere doğru savurdu. Bu hadise Enfâl Sûresi 17. âyeti kerime de, şu şekilde ifade edilmektedir; “Attığın zaman, sen atmadın fakat Allah attı.” Efendimiz Müslümanlara, saldırıya geçmeleri talimatını verdi. Müslümanların bu saldırısıyla neye uğradığını şaşıran Kureyşliler, çok fazla direnemediler ve kaçmaya başladılar. Müslümanlar da onları takip etmeye başladı.
Bu sırada Ensâr’dan Âfra adlı bir kadının oğulları olan iki genç Abdurrahman b. Avf’ın yanına gerek, Ebû Cehil’i kim olduğunu sordular. Abdurrahman da onlara Ebû Cehil’in yerini gösterdi. Hemen Ebû Cehil’in yanına giderek kılıçlarını ona indirmeye başladılar. Nitekim Ebû Cehil yere düşünce öldü diye bıraktılar. Sonra Ebu Cehil’e Abdullah ibn Mes’ud rastladı. Ebû Cehil hala ölmemişti ve Abdullah’a şu soruyu soruyordu; “Allah adına söyle, Mühammed mi galip yoksa Kureyş mi?” Abdullah ibn Mes’ud ise Müslümanların galip olduğunu söylemişti. Bunun üzerine Ebû Cehil, Abdullah’tan peygamberimize şu mesajı iletmesini istiyordu; “Bundan önce ona nasıl düşman idiysem, hâlâ ona öyle düşmanın.” Bu söz daha sonra Efendimize iletildiğinde; “Benim Firavun’um, Musa’nın Firavun’un dan daha azgın çıktı” demişti. Abdullah ibn Mes’ud, kılıcını çekerek Ebû Cehil’i öldürmek istediğin de ise, Ebû Cehil; “Bu kılıçla mı beni öldüreceksin” diyerek İbn Mes’ud’u küçümsüyordu. Yerden Ebû Cehil’in kılıcını alan İbn Mes’ud; “O zaman seni bununla öldürürüm” diyordu. Ayağını Ebû Cehil’ın üzerine koyarak, Mekke’de Rahman sûresi okuduğu zaman, kendisine nasıl saldırdığını hatırlatıyor ve kafasını kendi kılıcıyla gövdesinden ayırıyordu. Ebû Cehil’in kesilen başını peygamberimizin yanına getiriyor ve Allah Rasûlü, onun başını gördüğünde şunları söylüyordu; “Allah’u Ekber, sözünü yerine getiren, kulunu muzaffer kılan ve düşman ordularını tek başına yenilgiye uğratan Allah’a hamd olsun”. Böylece de, bu ümmetin Firavunların başı olan bu zalim, hak ettiği cezayı görmüş oluyordu.
Kur’an-i Kerim bu savaşı Furkan savaşı olarak nitelendiriyor; “…Allah'a; hak ile batılın birbirinden ayrıldığı gün, (yani) iki ordunun (Bedir'de) karşılaştığı gün kulumuza indirdiklerimize inandıysanız (bunu böyle bilin). Allah her şeye hakkıyla gücü yetendir.” (Enfâl, 41) Bedir savaşına bu ismin verilmesinin en önemli sebeplerinden bir tanesi, Müslümanların dâvaları uğruna en yakın akrabalarıyla karşılıklı olarak savaşmalarıydı. Hz. Ebû Bekr İslâm ordusunda savaşırken, oğlu Abdurrahman, küfür ordusu saflarında savaşıyordu. Yine Peygamber Efendimizin amcası Abbas ve damadı Ebûl Âs, Mus’ab b. Ümeyr’in kardeşi Aziz, Hz. Ömer’in amcası Âs b. Hişam Kureyşlilerin saflarında bulunuyorlardı. Din bağına dayanan kardeşlik, kan bağında dayanan kardeşliği ve yakınlığı yerle bir etmişti. Hem de kabile taassubunun zirvede olduğu bir toplumda. Bu durumu güzel bir şekilde ifade den olaylardan bir tanesi şu şekildedir; Mus’ab b. Ümeyr’in kardeşi Aziz, Medineli bir Müslüman tarafından esir alınıyor. Buna şahit olan Mus’ab, Medineli Müslümana dönerek; “Onun ellerini sıkı bağla, annesi zengin bir kadındır, çok fidye alırsınız.” Bunu duyan kardeşi Aziz ise; “Ey Mus’ab! Ben senin kardeşin değil miyim? Nasıl böyle söylersin” dediğin de Mus’ab, şu cevabı veriyordu; “Benim kardeşim sen değil, şu senin ellerini bağlayan kimsedir.”
Bu savaşta 14 Müslüman şehit olurken, 70 civarında müşrik öldürülmüştü. Kureyşin ileri gelenlerin çoğu bu savaşta öldürülmüştü. Ebû Cehil, Ümeyye b. Halef, Utbe b. Rabiâ, Şeybe b. Rabiâ, Velid b. Utbe, Nadr b. Hâris, Ukbe b. Ebû Muayt gibi Kureyşin uluları öldürülmüştü. Ebû Sufyân ticaret kervanının başında olduğu için, Ebû Leheb’de faizle borç verdiği birisini borcu karşılığında savaşa gönderdiği için savaşa katılmamışlardı. Lakin Ebû Leheb, Bedir savaşından birkaç ay sonra hastalanıyor ve korkunç bir şekilde ölüyor. Vücudunun çok feci şekilde kokmasından dolayı cesedine yaklaşamıyorlar, kazdıkları çukura uzaktan sopalarla yuvarlayarak ancak gömebiliyorlar. Böylece de Mekke’de, İslâm düşmanlığının öncülüğünü yapan Kureyş liderleri ölmüş oluyor, Ebû Süfyân yeni lider olarak seçiliyordu. Ebû Süfyân bundan sonra, Mekke’nin fethiyle birlikte Müslüman oluncaya kadar, Kureyşin bütün savaşlarını komuta edecekti.
Kureyşin ölüleri, kazılan bir çukura doldurularak üzerleri kapatılıyor. Peygamberimiz bu kuyunun başına gelerek; “Ey falan oğlu falan! biz Allah’ın bize yardım ve zafer sözünün hak olduğunu gördük, siz de Rabbinizin size vaat ettiklerinin gerçek olduğunu gördünüz mü?” diye soruyor. Ashap; “Ölülerle mi konuşuyorsun” dediklerinde ise; “Allah’a yemin olsun ki onlara söylediklerimi siz onlardan daha iyi işitiyor değilsiniz” diye cevap veriyor. Çünkü ölümle birlikte peygamberimizin onlara haber verdiği akibetin doğru olduğunu yaşayarak öğrenmiş oluyorlardı.
Mekke’ye mağlubiyetin haberi ulaşınca, Mekkeliler ağıtlar yakıyorken, Medine’de ise büyük bir sevinç yaşanıyordu. Bu galibiyet neticesinde Müslümanların artık bir güç olduğu kabul edilmiş oldu. Medineli müşriklerin elebaşı olan Abdullah b. Übey b. Selül de görünürde Müslüman olduğunu ilan etti. Ama hayatı boyunca hep Müslümanlara zarar vermek için çalıştı. Peygamberimize karşı hep kin besledi ve hemen birçok fitne olaylarının içinde yer aldı.
İslâm ordusu Medine’ye döndüğünde, yaklaşık 70 civarında alınan esirlere ne yapılacağına dair istişare yapıldı. Konuyla ilgili Allah’tan herhangi bir hüküm inmediğinden, peygamberimiz bu tür konuları ashabıyla istişare ediyordu. Hz. Ömer öldürülmelerini teklif ederken, Hz. Ebû Bekr ise fidye alınmasını öneriyordu. Nitekim fidye alınması konusunda karar alındı. Fidye verecek gücü olmayan kimselerin de, Medineli çocuklara okuma yazma öğretme karşılığında serbest bırakılmasına karar verildi. Ayrıca Müslümanlara, evlerine dağıtılan esirlere iyi muamele etmeleri istendi. Peygamberin amcası Abbas ve damadı Ebû-l Âs’da esirler arasındaydı. Onlar da kendilerinden alınan fidye karşılığında diğerleri gibi serbest bırakıldı. Ayrıca Efendimiz Ebû-l Âs’dan, Zeyneb’e Medine’ye hicret etmesi için izin vermesini istemişti. Bunun üzerine de hicret için izin alan Zeyneb, Medine’ye geliyor ve aradan çok bir zaman geçmeden, kocası da Müslüman olarak Medine’ye gelecekti.
Peygamber Efendimiz Bedir savaşına giderken hastalanan kızı Rukiyye, peygamberimiz savaştan dönmeden önce vefat etmişti. Rukiyye o sırlarda Hz. Osman b. Affan ile evliydi. Hatta Efendimiz, Hz. Osman’ı, hasta olan eşine bakması için Bedir savaşına götürmemişti. Aradan biraz zaman geçince Allah Rasûlü Hz. Osman’ı diğer kızı Ümmü Gülsüm ile nikâhladı. Bu sebepten dolayı Hz. Osman’a, “Zi’n Nûreyn” “İki nur sahibi” deniliyordu. Ümmü Gülsüm, hicretin 9 yılında vefat edene kadar Hz. Osman’ın nikâhında kaldı.
Bedir savaşından sonra, çevredeki bazı kabileler Müslümanların güçlenmesinden duydukları endişeyle hemen harekete geçmek istediler. Süleymoğulları bunlardan birisidir. Medine’ye askeri bir sefer düzenleyeceklerine dair alınan istihbarat üzerine, peygamberimiz hızlı hareket ederek onları kendi yurtlarında bastırarak yenilgiye uğrattı. Alınan ganimetlerle birlikte sağ ve selim bir şekilde Medine’ye geri döndü.
Yine, Safvân b. Ümeyye, Umery b. Vehb ile anlaşarak Peygamberimize bir suikast düzenlemesi için anlaşmıştı. Umery, Medine’ye geldiğinden amacına ulaşamadan Müslümanlar tarafından yakalandı. Peygamberimiz, kurdukları planın Allah tarafından kendisine bildirildiğini söyleyince, Umeyr b. Vehb’de Müslüman oldu.
Bedir savaşında alınan galibiyeti hazmedemeyenlerden birisi de Yahudilerdi. Müslümanların Bedir’de kazandıkları zaferi her daim ağızlarına dolayarak; “Siz savaş bilmeyen bir toplulukla savaştınız, eğer bizimle savaşmış olsaydınız o zaman savaşmanın ne olduğunu görürdünüz” diyerek Müslümanlara gizledikleri düşmanlıklarını dillerine yansıtıyorlardı. Aynı günler de yaşanan şu hadise de bardağı taşıran son damla oldu; Müslüman bir kadın Kaynukaoğulların’dan bir Yahudi’ye ait olan kuyumcu dükkanına alışveriş yapmak için gitmişti. Burada bulunan Yahudilerden birisi o kadının örtüsünü üzerinden çıkarmaya çalışmış, orada bulunan Müslümanlar olaya müdahele etmişti. Neticesinde bir arbede yaşanmış ve bir Müslüman dükkan sahibini öldürmüş, orada bulunan Yahudilerde o Müslümanı öldürmüşlerdi. Konudan haberdar olan Allah Rasûlü hemen bir odur hazırlayarak onların bulunduğu bölgeyi kuşattı. Yaptıkları antlaşmaya sadık kalmayan ve içlerinde sakladıkları kinlerini ortaya koyan bu kabileye karşı Allah Rasûlü sesiz kalamazdı. Bunlara karşı göstereceği müsamaha diğer düşmanları da bunlar gibi davranmaya itebilirdi. Bunun için hemen harekete geçmeli ve Yahudilere nasıl savaşçı olduklarını göstermeli ve onlara hak edecekleri dersi vermeliydi. Kuşatma 15 gün civarında sürdü. Sonra Kaynukaoğulları Yahudileri, teslim olmak zorunda kaldılar. Peygamberimiz de bu kabileyi Şam dolaylarındaki Ezriât mevkiine sürgüne gönderdi. Böylelikle, Medine’deki üç büyük Yahudi kabilesinden birisi Medine’den uzaklaştırılmış oldu.
Bedir savaşında aldıkları ağır mağlubiyet sebebiyle kahrolan Ebû Süfyân; Müslümanlarla savaşmadan yıkanmamaya yemin etmişti. Bu yemininin gereğini yerine getirmek için 200 civarındaki adamıyla harekete geçti. Medine’nin bir ucundaki Urayd bölgesine saldırarak, ağaçları yaktılar ve iki adamı öldürerek kaçtılar. Kendince de yemininin gereğini yerine getirmiş oldu. Durumdan haberdar olan Allah Rasûlü, hemen bir grup Müslümanla peşlerine düştü. Ebû Süfyân, Müslümanlardan kurtulmak için, ağırlık yapmasınlar diye, bütün erzaklarını attılar. Neticede de kurtulmayı başardılar. Ebû Süfyân ve adamlarının kaçarken ağırlık yapmasın diye erzaklarını atmalarından dolayı bu gazveye “sevîk gazvesi” denilmiştir.
Bedir savaşının Müslümanların lehine sonuçlanması ve Kaynuka oğullarının sürgüne gönderilmesinden rahatsız olan birisi daha vardı. Yahudi zenginlerinden ve şairlerinden birisi olan Ka’b b. Eşref, azılı İslâm ve Müslümanların düşmanlarından birisiydi. Kaynukaoğullarının başına gelen hadiseden sonra Mekkelilerin yanına giderek onları savaşa teşvik etmiş ve müşrikler için; “Siz Muhammed’den daha doğru bir yoldasınız” demişti. Ayrıca, gerek Peygamberimizin gerekse de Müslüman kadınlar hakkında şiirler söylüyor Allah Rasûlünü hicvediyordu. Allah Rasûlü; “Ka’b b. Eşref’in hakkından kim gelecek” dediğinde, Muhammed b. Mesleme ve dört arkadaşı hemen harekete geçtiler. Muhammed b. Mesleme, Ka’b’ı kandırarak onu öldürmek için peygamberimizden, kendisi hakkında bir takım olumsuz sözler söyleme noktasında izin istedi. Efendimiz de ona izin verdi.
Muhammed b. Mesleme ve arkadaşları Ka’b’ın bulunduğu kaleye giderek, Muhammed hakkında konuşmak için geldiklerini söylediler. Ka’b’ın yakınına sokulmak için, Peygamberimizi kötüleyerek sözler sarf ettiler. Muhammedi ortadan kaldıracak bir planla ilgili seninle görüşmek istiyoruz dediler. O da onların bu yalanına inanarak onlarla konuşmaya başladı. Onu tuzağa düşürmeyi başaran Müslümanlar, bir fırsatını bularak ellerindeki kılıçları Ka’b’a indirmeye başladılar. Muhammed b. Mesleme, orada bulunan bir kazmayı Ka’b’ın karnına indirerek onu öldürdü. Sonra da hızla kaleden ayrılarak Medine’ye gelip peygamberimizi durumdan haberdar ettiler.
Bedir savaşından sonra, özellikle Kureyşin tek geçim kaynağı olan ticaretlerine engel olmak için harekete geçildi. Savaş bu alanda da verilecek, ezeli düşman ekonomik yönden de zayıf düşürülecekti. Şam’a gitmek için Medine güzergâhını kaybeden Kureyş, bu sefer Necid ve Irak yolu üzerinden ticaret kafilelerini göndermeye başladı. Durumdan haberdar olan Allah Rasûlü, Zeyd b. Hârise komutasındaki 200 kişilik bir birliği kervanı yakalaması için o bölgeye gönderdi. Birlik Safvan b. Ümeyye başkanlığındaki kafileyi, “Karde” suyunun başında yakaladı ve tüm mallarana el koydu. Kervandaki adamların tamamı kaçtı. Sadece kılavuzluk yapan Furât b. Hayyan adındaki kılavuz yakalandı ve oda Müslüman oldu. Böylelikle de Kureyş artık ticaret için hiçbir yoldan güvenli bir şekilde ticaret yapamaz duruma geldi.
İBRETLER VE DERSLER
1. Müslümanların sahip oldukları mallar, kâfirler tarafından gasp edildiği taktirde, o malları kafirlerden geri almak için zor kullanmakta dinen bir sakınca yoktur. Bu mallar kâfirlere bırakıldığı taktirde, kâfirlerin güçleri artırılmış olur. Peygamber Efendimiz Mekkelilerin el koyarak Şam’a götürüp sattıkları malları onlardan geri almak için Şâm’dan dönen kervana askeri bir operasyon düzenlemiştir.
2. İnsan bazen kendi hayrına olan hususları tespit etmekte zorlanabilir. Kendisi için daha az hayra sebebiyet verecek olan hususları daha fazla ön plana alabilir veya arzulayabilir. İnsanın bilgisi sınırlı olduğundan, mutlak manada kendi hayrına veya zararına olan hususları tam olarak bilemez. İnsan, bilgisinin yetersizliğinden dolayı her şeyi en ince ayrıntısına kadar bilen Allah’ın kendisi hakkında takdir etmiş olduğu hususları ön plana almalıdır. Müslümanlar Bedir’e giderken ticaret kervanını ele geçirmek arzusunda idiler. Oysa Allah, bundan daha hayırlı olanı Müslümanlara nasip etmek istiyordu. Buda Kureyş ordusunun, Müslümanlar karşısında mağlubiyeti tatmasaydı.
3. Başarıya ulaşmak için, öncelikle insanı başarıya götürecek olan vasıtalara müracaat etmek gerekir. Eğer bu vasıtalara öncelik verilmezse başarıya ulaşmakta söz konusu olamaz. Savaş gibi önemli olan hadiselerde, Müslümanlar arasındaki dayanışma, emre itaat etme gibi hususlar, savaşta başarı elde etmek kadar önem arz etmektedir. İşte bunun içindir ki Efendimiz, savaş öncesi Müslümanların karşılaşacak muhtemelen savaşta düşmana karşı mukavemet gösterip göstermeyeceklerini öğrenmek istemişti. Müslümanlar kendilerine yakışanı yapmış karşılaşacak muhtemel savaşta Efendimizi yalnız bırakmayacaklarını ifade etmişler, bu konuda gerekirse canlarını feda etmekten geri durmayacaklarını Efendimize bildirmişlerdi. Müslümanların bu tavrı, savaşta başarıyı getiren en önemli hususlardan bir tanesidir.
4. Başarılı lider; etrafındaki insanlara danışan, onların görüşlerine değer veren, ama kesinlikle; “Her şeyi en iyi ben bilirim” diyen kimse değildir. İyi bir lider etrafındaki insanların tecrübelerinden istifade etmesini bilendir. Maksat başarı elde etmek olduğundan, başarıya gidecek yolda kimin bilgisinden istifade edildiğinin çok bir önemli yoktur. Her yönüyle insanlar için en güzel örnek olan Allah Rasûlü, savaş öncesi Müslümanları konuşlandırma yönüyle Hubab b. Münzir'ın önerisini uygun bularak askerleri o şekilde konuşlandırmış ve neticede de savaştan galip olarak çıkmayı başarmışlardı.
5. Zafer ve başarı ancak Alemlerin Rabbi olan Allah katındandır! Allah’ın başarı yazmadığı bir savaşta, asla başarı elde edilemez. Allah, bir orduya mağlubiyet yazmadıkça o ordu asla mağlup olmayacağı gibi, Allah’ın zafer yazmadığı bir orduda, asla zafer kazanamaz. İşte bunun farkında olan Allah Rasûlü, Savaş öncesi kendilerine zafer vermesi için devamlı Allah’a dua ediyor, O’dan yardım istiyordu.
6. Düşmanla yapılan bir savaşta dengelerin oluşması önemlidir ama bundan daha önemli olan bir husus daha vardır ki, askerlerin nitelikli olmaları yani kaliteleridir. Kaliteli ve nitelikli az sayıdaki bir ordu, kalitesiz ve niteliksiz çok sayıdaki bir orduya Allah’ın izniyle galip gelir. Bedir Savaşında nitelikli az sayıdaki Müslümanlar, kendilerinden 3 kat fazla niteliksiz Kureyş ordusunu hezimete uğratmışlardı. Tıpkı çok sayıdaki Câlut ordusuna karşı az sayıdaki Tâlut ordusunun galip gelmesi örneğinde olduğu gibi; “Tâlût askerlerle beraber (cihad için) ayrılınca: Biliniz ki Allah sizi bir ırmakla imtihan edecek. Kim ondan içerse benden değildir. Eliyle bir avuç içen müstesna kim ondan içmezse bendendir, dedi. İçlerinden pek azı müstesna hepsi ırmaktan içtiler. Tâlût ve iman edenler beraberce ırmağı geçince: Bugün bizim Câlût'a ve askerlerine karşı koyacak hiç gücümüz yoktur, dediler. Allah'ın huzuruna varacaklarına inananlar: Nice az sayıda bir birlik Allah'ın izniyle çok sayıdaki birliği yenmiştir. Allah sabredenlerle beraberdir, dediler.” (Bakara, 249)
7. Bir Müslüman, tehlikenin ve fedakârlığın olduğu bir yerde, başkalarını değil, önce en yakınlarını devreye koyması gerekir. Günümüzde olduğu gibi, hareketlerin liderleri kendi yakınlarını daha güvenli yerlerde görevlendirirken, tehlikenin olduğu yerlerde ise garibanları görevlendirerek onları ölümle karşı karşıya bırakmaktadırlar. Bizler için her konuda en güzel örnek olan Allah Rasulü, Bedir savaşında tehlikenin ilk aşaması olan, Mübareze/düello da, önce en yakın akrabaları olan amcası Hamza, amcasının oğlu Ubeyde ve diğer amcasının oğlu Hz. Ali’yi görevlendirmiştir.
8. Kibir ve gurur, insana kaybettiren en önemli hasletlerdir. İnsan bu iki kalp hastalığına yakalandığında, kendisini çok büyük, diğer insanları ise çok küçük görmeye başlar. Böyle bir durumda olan kişi, düşmana karşı yeteri kadar hazırlık yapamaz ve onun gücünü yeteri kadar dikkate alamaz. İşte böyle bir durum da, küçük bir ordu, gurur ve kibre kapılmış çok büyük bir orduyu yenerek hizmete uğratabilir. Bedir savaşında Kureyş ordusu, gurur ve kibre kapıldığından dolayı kendilerinden çok küçük bir orduya mağlup olmuşlardı.
9. Allah kendi yolunun yolcusu olan kullarını yardımsız bırakmaz! Allah’ın yardımı kullarına çok farklı şekillerde gelmektedir. İnsan; Allah’ın kendisine olan yardımlarının bazen farkına varabilmekte, bazen de farkına varamamaktadır. Allah Resulünün emrine icabet ederek kendilerinden çok büyük olan düşman ordusuyla karşı karşıya gelmeyi göze alan Müslüman orduya Allah, öncelikle gönüllerine sükûnet indirerek desteklemiş, sonra da melekleri ile destekleyerek neticede de onları zaferiyle ödüllendirmişti.
10. Allah zalimlere fırsat verse de, onlardan intikam almayı ihmal etmez! Zalimler, yapıp ettikleri zulümlerin yanlarına kâr kalacağı zannına kapılırlar, fakat hakikatte böyle değildir. Allah’ın zalimlere fırsat vermesinin sebebi, onların karşılaşacakları azabın şiddetini artırmaktır. Allah, Mekke’nin oligarşik liderlerine, Resulüne ve Müslümanlara zulmetme fırsatı verse de neticede onlara hak ettiği cezayı vererek cezalarını ihmal etmemiştir. Mekke’de Müslümanlara her türlü zulmü reva gören Kureyşin oligarşik liderlerinin çoğu, Bedir savaşında Müslümanların kılıçları altında helak olup gitmişlerdir. Böylece de, ahirette karşı karşıya kalacakları azabın bir ön avansı olarak, hak ettikleri cezanın bir kısmını dünyada da tatmışlardır. Hem de hor ve hakir gördükleri Müslümanlar tarafından ölümün dayanılmaz acılarını tatmışlardır.
11. Allah ve resulüne düşmanlık yapan küfrün önderlerini öldürme şerefine ulaşmak bir Müslüman için büyük bir payedir. Onlara dünyadayken yaptıklarının karşılığını vermek; hem hak ettikleri cezaları böylece verilmiş olur, hem de insanlar onların zulümlerinden bu vesileyle kurtarılmış olurlar. Bedir savaşında Medineli gençlerin bu ümmetin Firavun’unu öldürme şerefine nail olmak için Ebû Cehil’i öldürmek istemeleri ve Allah’ın izniyle de onu ölüme götüren kılıç darbelerini ona indirerek öldürmeleri bize bu hususu öğretmektedir. Ayrıca konuyla ilgili olarak Kur’an’da şu şekilde buyurulur; “Sonunda Allah’ın izniyle onları yendiler, Dâvûd da Câlût’u öldürdü…” (Bakara, 251) Kur’an, Câlût gibi bir zâlimi öldürme payesine ulaştığından dolayı Dâvût (a.s.)’ın ismini zikretmekte ve adeta zâlimleri öldürmenin kişiye kazandırdığı yüce dereceler hatırlatılmaktadır.
12. Dünya ödül ve ceza yeri değildir! Lakin Allah, bazen zalimlerin zulmüne muhatap olan mazlum kullarına fırsat vererek, zalimlerden intikam almaya onları muvaffak kılar. Böylece de zalimlerin yaptıkları zulümlerin yanlarına kâr kalmayacağını bizatihi göstermek ister. Böylece de mü’minlerin Allah’ın bu konudaki vaadinin hak olduğunu daha iyi kavramalarını sağlar. Bedir savaşında, Abdullah İbn Mes’ud, Mekke’de kendisine zulmeden Ebû Cehil’i, Bilâl b. Rebah’da kendisine işkence eden efendisi Ümeyye b. Hâlef’i öldürmüş ve o zalimlerin yaptıkları zulümlerin yanlarına kâr kalmadığını daha dünyadayken görmüşlerdir. Bunlarla birlikte Kureyş’in önde gelen yaklaşık 20 civarındaki oligarşik lideri de Bedir’de öldürülmüştü.
13. İman bağı, gerektiğinde kan bağını ortadan kaldırarak onun yerini alır! İman, biri Müslüman, diğeri de Allah ve Rasûlünün düşmanı olan iki akrabanın arasındaki bağları kopartır. İslâm, hak ile batılın arasını ayıran bir din olduğu gibi, Müslüman ile Allah ve Rasûlünün düşmanı olan kâfirlerin de arasını kesin çizgilerle birbirinden ayırmaktadır. Bir Müslüman, Allah’a, Rasûlüne, İslâm’a ve Müslümanlara düşmanlık yapan kan yakınlığı bulunan birisini dost edinemez, sevemez, yeri geldiğinden onunla savaşır, hatta gerektiğinde onu öldürebilir. Bedir savaşında nice Müslüman, Kureyş ordusundan yer alan akrabalarına karşı savaşmıştır. Bundan dolayı Bedir savaşının diğer bir adı da “Furkan Günü”’dür. İman bağının kan bağını Allah için ortadan kaldırarak insanları kan bağı üzerinden değil iman bağı üzerinden kategorize ettiği için bu savaşa bu ad verilmiştir. Hak davanın taraftarları olan Müslümanlar, Bedir’de batılın taraftarlığını yapan akrabalarına karşı Allah için savaşmışlardır.
14. Esirler öldürülmez, fakat azgınlıkta ileri giden ve yaşadıklarında bu azgınlıklarını sürdürecek olanlar hariç! İslâm, insanların hidayetlerini amaçladığı için, esir düşen insanlara kötü muamele ederek onları İslâm’dan soğutmak yerine, onlara iyi muamele yaparak hidayetlerine vesile olmayı istediği için esirlere işkence yapılmasını yasaklamıştır. Fakat azgın düşmanlar böyle diğildir. Bu kimseler herhangi bir sebepten serbest bırakıldıklarında zulüm işlemeye devam edeceklerinden dolayı böyle kimselerin öldürülmeleri hem Müslümanlar için hem de mazlum insanlar için daha hayırlıdır. Bundan dolayıdır ki, Efendimiz, Bedir’de esir alınan, Ukbe b. Ebû Muayt ve Nadr b. Hâris’i öldürtmüştür. Bunun haricindeki esirlere ise iyi muamele yapılmasını istemiştir.
15. Doğru bilgi doğru neticenin en önemli sebebidir! Dinimiz ilme önem vermiş ve bir Müslümanın ilim tahsil etmesini kendisine farz görmüştür. Bir Müslümanın iman ettiği kitabı, genel hatlarıyla anlayacak kadar bilmesi ona farz olduğu gibi, ibadelerini doğru bir şekilde yapacak kadar ibadet bilgisinin olması ve haramları bilerek onlardan uzak duracak kadar ilim öğrenmek zorundadır. Bunlardan daha önemli, dinin küfür ve şirk gördüğü hususları en ince ayrıntısına kadar bilmeli ve bunlardan şiddetle kaçınmak durumundadır. Bu konulardaki ihmalin telefisinin olmayacağı için bir Müslüman, bu konuları çok iyi bilmek zorundadır. Ayrıca dünyada kendisime lazım olacağı kadar akli ilimleride tahsil etmelidir. Eğer İslâm toplumuda, o toplumun ihtiyacı kadar doktor, mühendis, ziraatci gibi insanlar yoksa bunların yetiştirilmesi İslâm toplumu için farzdır. İşte bütün bunlar bize göstermektedir ki, ilim, dinimizin çokça önem verdiği bir husustur. Sağlıklı bilginin olmadığı yerde, sağlıklı amellerin ortaya çıkması ve neticede de hedeflenen neticelere ulaşabilmek de mümkün olmayacaktır. Şikten sakınabilmek için şirki tanımak gerektiği gibi, bir ibadeti de yerine gerimek için o ibadetle ilgili bilgileri bilmek gerekmektedir. Ayrıca ilim öğrenmek için de okuma ve yazma bilmenin önemide herkesin malumudur. Bilgi elde etmenin iki önemli sebebinden birisi, okuma-yazma bilmekten geçmektedir. Okuma-yazma bilemeyen birisi, bilgiye ulaşma sebeplerinin bir tanesinden her daim yoksun olacağı için, bilgi eksikliğinin problemlerini hayatında hep yaşayacaktır. İlmin ve ilme ulaşma sebeplerinin en önde gelenlerinden olan okuma-yazmanın öneminden dolayıdır ki Efendimiz, Bedir savaşında esir alınan ve kurtuluş fidyesi olarak verecek birşeyleri olmayanların 10 müslüman çocuğa okuma ve yazma öğretmesi karşılığında serbes bırakılacaklarını söylemiştir.
15. Müslümanların zayıf, kâfirlerin ise güçlü olduğu bir durumda esir almak doğru değildir! Çünkü böyle bir durumda, esirlerin getirdiği maddi külfet ile karşı karşıya kalındığı gibi, daha sonra serbest bırakılan esirler, tekrar Müslümanlara karşı savaşçı olabilirler. İşte bu sebeplerden dolayı, Müslümanlar güçlü duruma ulaşıncaya kadar, esir almamalı, sonrada onların getirdiği problemlerle de uğraşmamalılar. Kâfirler, sizi öldürmek için savaşa çıktıklarından dolayı zaten öldürülmeyi hak etmişler demektir. Müslümanlar, zayıf durumdayken onları öldürmek için savaşa çıkan kâfirleri çeşitli sebeplerden dolayı esir alınmaları doğru değildir; “Yeryüzünde düşmanı tamamıyla sindirip hâkim duruma gelmedikçe, hiçbir peygambere esir almak yakışmaz. Siz geçici dünya menfaatini istiyorsunuz, hâlbuki Allah ahireti (kazanmanızı) istiyor. Allah, mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir. Eğer Allah'ın daha önce verilmiş bir hükmü olmasaydı, aldığınız şey (fidye)den dolayı size büyük bir azap dokunurdu.” (Enfâl, 67-68)
Müslümanlar güçlü durumda olduğunda ise esir almakta bir beis yoktur. Hatta o esirlerin ya fidye karşılığında yada karşılıksız olarak serbest bırakmaları gerekmektedir; “İnkâr edenlerle karşılaştığınız zaman boyunlarını vurun. Nihayet onları çökertip etkisiz hâle getirdiğinizde bağı sıkı bağlayın (sağ kalanlarını esir alın). Artık bundan sonra (esirleri) ya karşılıksız ya da fidye karşılığı salıverin. Savaş sona erinceye kadar hüküm budur. Eğer Allah dileseydi, onlardan öç alırdı. Fakat sizi birbirinizle denemek için böyle yapıyor. Allah yolunda öldürülenlere gelince, Allah onların amellerini asla boşa çıkarmayacaktır.” (Muhammed, 4)
- Düşmanın sözlü saldırılarına karşı sessiz kalmak, onun daha ileri gitmesi konusunda cesaretlendirmek anlamına gelmektedir. Böyle bir durum, düşman tarafından istismar edilerek sözlü saldırılar, fiili saldırılara dönüşebilmektedir. Müslümanların güçlü olduğu bir durumdan bu tür saldırılar karşısında gereken adımlar atılmalı, düşmana hak ettiği şekilde karşılık verilmelidir. Aksi halde, saldırılara karşı sessiz kalmak onları daha de saldırgan hale getirecektir. Kaynukaoğulları Yahudileri de ilk önce sözlü saldırılara geçmiş daha sonra da fiili saldırılara başvurma cesaretini kendilerinde bulmuşlardı. Bundan dolayı da Efendimiz, onların yaptıkları bu taşkınlıklara karşı sessiz kalmamış, onlara hak ettikleri cezayı vererek Medine’den sürmüştür.
- Müslümanların kişisel hakların yönelik yapılan saldırılar cezasız kalmaz. Hele birde bu, Müslüman bir kadının namusuna yönelik ise hiç mi hiç cezasız bırakılmamalı. Bir Müslümanın imanından sonra en fazla duyarlılığı olduğu konu, namus konusudur. Ayrıca İslâm toplumunda bir Müslümana inancından dolayı yapılan saldırılar, aynı zamanda İslâmî yönetime başkaldırı anlamına da gelmektedir. Bütün bunlardan dolayıdır ki, Efendimiz Kaynukaoğullarının bir Müslüman kadına yaptıkları saldırıya duyarsız kalmamış, bu olay neticesinde onları kuşatma altına alarak Medine dışına sürgüne göndermiştir.
- Müslümanların emiri, Müslümanlara karşı yapılan her türlü saldırıyı önlemek, düşmanlara hak ettikleri cezaları en uygun şekilde vermekle görevlidir. Müslümanların tekbir toplum veya devlet oldukları durumlarda Müslümanların can ve ırzlarına yönelik her türlü tacizi ortadan kaldırmakla bizatihi imam görevlidir. Bu tür tehditlere karşı tedbir almak, saldırgan olan kimselere hak ettikleri cezaları uygun şekilde vermek, yine emirin görevleri arasındadır. Bu ve benzeri saldırılara karşı sessiz kalmak düşmanı daha cüretkâr kılar. Bunun içindir ki Efendimiz, Müslümanların ırz ve namuslarına yönelik saldırılarda bulunan Ka’b b. Eşref’i suikastla öldürtmüştür.
UHUD SAVAŞI
Kureyş, gerek Bedir’e yaşadığı mağlubiyetin intikamını almak gerekse de ticaret kervanlarına saldıran Müslümanlara hadlerini bildirmek için savaş hazırlığına başladı. Ebû Süfyân, Bedir savaşının oluşmasına sebebiyet veren kervanın tüm gelirlerini Müslümanlarla yapılacak bu savaş için kullanılmak üzere bağışladı. 3000 kişilik bir ordu topladılar. Bunların 200 kadarı süvarilerden oluşuyordu. Ordu, Ebû Süfyân komutasında Medine’ye doğru hareket etti.
Kureyşin savaş hazırlıklarından haberdar olan Allah Rasûlü, ashabıyla istişare ederek onları durumdan haberdar etti. Gelen orduya karşı nasıl bir savunma yapılması konusunda onların görüşlerine başvurdu. Peygamberimiz, Medine içerisinde savunma yapmayı düşünüyordu. Evlerin kendilerine sağlayacağı avantajdan istifade etmek istiyordu. Abdullah b. Ubey b. Selül’de bu kanaatteydi. Onun bu şekilde olmasını istemesinin sebebi, savaştan kaçma durumunda kalacağı zaman, kimsenin kendisini fark edememesini sağlamaktı. Nitekim özellikle de gençlerden oluşan çoğunluk, Medine’de savunma savaşı değil de, düşmanla göğüs göğüse savaşacakları bir alanda savaşın yapılmasını daha doğru görüyorlardı. Peygamberimiz de, çoğunluğun görüşüne uyarak savaşın dışarıda yapılacağını söyleyerek zırhını giydi. Daha sonra her ne kadar savaşın dışarıda olması için ısrar eden gençler, bu ısrarlarında hata ettiklerini anlayarak peygamberimize gelip eğer isterse Medine’de kalarak savunma savaşı da yapılabileceğini söylediler. Efendimiz ise, alınan kararın uygulanacağını ifade etmek için; “Bir peygamber giydiği zırhı savaş bitene kadar çıkarmaz” diyerek istişarede alınan kararın uygulanacağını söyledi.
İslâm ordusu hazırlıklarını tamamladı ve yola çıktı. Yaşları küçük olduğu halde savaşa katılmak için yarışan gençler, Efendimize gelerek savaşa katılmak istediklerini söylediler. Efendimiz de savaşabilecek kimseleri kabul etti, küçük olanlara ise müsaade etmedi. Muhacir’in sancağını Mus’ab b. Umeyr, Evs’in sancağını Üseyd b. Hudayr, Hazrec’in sancağını da Hubab b. Munzir taşıyordu.
Ordu, Uhud’a varmadan, Abdullah İbn Übey b. Selül 300 adamıyla ordudan ayrıldı. Seleme ve Hârisoğullarıda ayrılmak istediler, lakin Allah Rasûlü kendileriyle konuşarak onları ikna etmişti. 1000 kişi olarak Medine’den çıkan İslâm ordusu Uhud’a ancak 700 kişi olarak varıyordu. Ordu Uhud’a vardığında, Allah Rasûlü, Uhud dağını arkalarına alacak şekilde orduyu konumlandırıyor. Bu şekilde ordunun arkadan kuşatılmasının önüne geçmek istiyordu. Orduya arka taraftan saldırılarak kuşatılmasını önlemek için Aynen Tepesine 50 kişiden oluşan bir okçu birlik yerleştirmişti. Bu birliğin başına Abdullah b. Cübeyr el-Ensarî’yi emir olarak tain etmiş ve kendisinden yeni bir talimat gelene kadar yerlerini terk etmemeleri gerektiği konusunda uyarılarda bulunmuştu.
Kureyş ordusu da Uhud’a gelerek yerlerini aldılar. Bir taraftan da Kureyşli kandılar, askerler arasında dolaşarak şiirler okuyarak askerleri cesaretlendirmeye çalışıyorlardı.
Bedir savaşında olduğu gibi, bu savaşta da Kureyş’ten bazı kimseler ortaya çıkarak Mübâreze/Düello yapmak için karşılarına rakip istediler. Kureyş savaşçılarının en cesurlarından olan Talha b. Ebû Talha bunlardandı. Bunun karşısına Zübeyr b. Avvâm çıktı ve kısa zamanda onun öldürdü.
Müslümanları arkadan kuşatarak araya sıkışması için görevlendirilen Hâlid b. Velid kumandasındaki süvari birlik, birkaç kez bunu denedilersede Abdullah b. Cübeyr komutasında ki okçu birliği geçemediler.
Kureyş ordusunun öncü birlikleri Müslümanlara saldırıda bulundular. Bu saldırıyı başarılı bir şekilde geri püskürten Müslümanlar, Kureyş’in 11 civarında sancaktarını öldürdüler. Bunun üzerine saldırıya geçen Müslümanlar, Kureyş ordusunu darmadağın ettiler. Kureyş ordusu dağılarak kaçmaya başladı. Bu sırada savaşa sırf Hz. Hamza’yı öldürmek için katılan Habeşli köle Vahşi, fırsatını bularak mızrağını uzaktan atarak Hz. Hamza’nın karın bölgesine sapladı. Bu darbeyle Hz. Hamza şehit oldu. Vahşi, Cübeyr b. Mu’tim’in kölesiydi. Cübeyr, Bedir savaşında Hz. Hamza’nın öldürdüğü amcası Tuayme b. Adiy’in intikamını almak için görevlendirmiş, başarması halinde ise özgürlüğüne kavuşacağı sözünü vermişti.
Kureyş ordusunun kaçıştığını gören 40 civarında ki okçular, Abdullah b. Cübeyr’in emrine uymayarak ganimetten pay almak için yerlerini terk ederek kaçışan ordunun ardına düştüler. Bunu fark eden Kureyş ordusunun tecrübeli savaşçısı Halid b. Velid, emrindeki süvari birlikle harekete geçti. Okçular tepesindeki 10 kadar okçuyu etkisiz hale getirerek İslâm ordusunu arkadan kuşattı. Halid b. Velid’in bu hamlesini gören Kureyş ordusu geri dönerek İslâm ordusunu araya sıkıştırdılar. Böylece savaşın seyrini değişti, Müslümanlar galip durumdayken okçuların emre muhalefet ederek yerlerini terk etmeleri yüzünden yenilgiyle karşı karşıya kaldılar. Allah Rasûlü ashabını yanına doğru çağırıyor. Onun seslenişini duyan müşrikler onu öldürmek için o tarafa yöneliyorlar. Müslümanlar canları pahasına Allah Rasûlünü aleyhisselamı korumaya çalışıyorlar. Efendimizin etrafında birkaç kişiden başka kimse kılmamıştı. Müşriklerin attıkları taş, yanağına isabet etmiş, aldığı darbelerle kırılan miğferi yanağına batmış, çenesine isabet eden taş, dişlerinin kırılmasına sebebiyet vermiş ve bir çukura yuvarlanmıştı. Bir taraftan dökülen kanlarını silerken bir taraftan da atılan okları Sa’d b. Ebû Vakkâs’a vererek; “At ey Ebû Vakkâs! Anam babam sana feda olsun” diyordu. İyi ok atan Sa’d b. Ebû Vakkâs, attığı her okla isabet ettiriyor ve peygamberimize daha fazla yaklaşmalarına müsaade etmiyordu. Talha b. Ubeydullah, Hz. Ebû Bekr, Ebû Ubeyde b. Cerrah, Hz. Ali, Ebû Dücâne, Mus’ab b. Umeyr ve Ömer b. Hattab gibi sahabeler adeta Efendimizin etrafında etten duvar örmüşlerdi. Ebû Ubeyde b. Cerrah, Efendimizin çenesine batan miğferi dişleriyle çıkartarak tedavi etmişti.
Müslümanların sancağını Mus’ab b. Umeyr taşıyordu. Ona hücum eden müşrikler, önce sancağı tuttuğu sağ kolunu koparıyorlar. Sancağı sol eline alıyor, bu defada sol kolunu da koparıyorlar. Bunun üzerine sancağı vücuduyla tutmaya çalışıyor ve neticede şehit oluyor. Mus’ab’ı öldüren Abdullah b. Kaime, onu peygamberimize benzeterek Efendimizi öldürdüğünü düşünmüş ve yüksek sesle; “Muhammed öldü” diye bağırmıştı. Bu ses her tarafa yayıldı ve Kureyş amacına ulaştığını düşündüğünden saldırılarını durdurdu. Peygamberimizin etrafında olan Müslümanlar hariç diğer Müslümanlar da bu haberi duyduklarında yığılıp kaldılar.
Uhud dağına doğru çekilen Müslümanlar, daha büyük zayiat vermeyi bu şekilde engellemişlerdi. Müslümanların yığılıp kaldığını gören Enes b. Nadr, onların yanına varıyor ve; “Kalkın peygamberimiz ne için savaştı ve öldüyse sizde onun için savaşın” diyerek, kılıcıyla düşmanların üzerine yürüyor ve netice de şehit oluyordu. Savaş sonrasında seksenin üzerinde kılıç ve mızrak darbesiyle cesedi tanınmaz hale gelen Enes b. Nadr’ı, kardeşi parmağındaki yüzükten tanıyordu. Şu ayetin Enes b. Nadr gibileri hakkında nazil olduğu söylenir; “Müminler içinde Allah'a verdikleri sözde duran nice erler var. İşte onlardan kimi, sözünü yerine getirip o yolda canını vermiştir; kimi de (şehitliği) beklemektedir. Onlar hiçbir şekilde (sözlerini) değiştirmemişlerdir.” (Azhab, 23)
Bu şekilde kahramanlıkların yaşandığı savaş devam ederken, Ka’b b. Mâlik Efendimizin yaşadığını gördüğünde yüksek selle “Ey Müslümanlar! Müjdeler olsun, işte Rasulullah!” diye bağırdı. Müslümanlar peygamberimizin etrafında toparlanmaya başladılar. Müslümanlar Uhud dağına çekildi. Bu şekilde de müşriklerin saldırılarından kendilerini korumuş oldular. Belirli bir süre daha savaş meydanında kalan müşrikler, Müslümanların cesetlerini parçalamışlardı. Peygamberimizin ölmediğini gören Übey b. Halef, Efendimizi öldürmek için bir girişimde bulunmuş, Efendimizin attığı mızrak boğazına saplanmış ve bu yarayla daha sonra ölmüştü. Efendimizin öldürdüğü tek kişi olarak kitaplarda Übey b. Halef’in ismi geçmektedir.
Bu savaşta, 22 veya 37 müşrik öldürülmüş, 70 kişi de Müslümanlardan şehit düşmüştü. Müslümanların safında savaşa çıkan Huzeyfe b. Yaman’ın babası de savaş sırasında yanlışlıkla Müslümanlar tarafından şehit edilmişti.
Ebû Süfyân, dağa çekilen Müslümanlara seslenerek; “Muhammed aranızda mı?” diye seslendi. Bu sorusuna cevap alamayan Ebû Süfyân, bu sefer; “Ebû Bekr aranızda mı, Hattabın oğlu Ömer aranızda mı?” diye sordu. Bu sorularına cevap alamayan Ebû Süfyân, etrafındakilere dönerek; “Bu saydıklarımızdan artık kurtulduk” demişti. Buna daha fazla dayanamayan Hz. Ömer; “Ey Allah düşmanı! Bu söylediklerininiz hepsi hayatta” diyerek ona karşılık veriyor. Ebû Süfyân Müslümanlara hitaben; kazandıkları zaferin putların kendilerine olan yardımından kaynaklandığını, putlara sataşmaktan vazgeçmeleri gerektiğini söyledi. Bu savaşın, Bedir’in karşılığı olduğunu da ekledi. Bunun üzerine Hz. Ömer tekrar söz olarak; “Aynı şey değil! Bizim ölülerimiz cennete, sizin ölülerin ise cehennemdedir” dedi. Ebû Süyfan, Hz Ömer’e; “Allah aşkına söyle, Muhammedi öldürdük değil mi?” diye sordu. Hz. Ömer de; “Hayır o şu anda seni dinliyor” diye cevap verdi. Bunun üzerine Ebû Süfyân, önümüzde ki yıl, Bedir’de tekrar savaşalım teklifinde bulundu. Efendimiz de bu teklifi kabul etti.
Kureyş Mekke’ye dönüş için hazırlıklara başladı ve nihayetinde dönmek için harekete geçti. Oysa Medine’ye yönelseler, Medine’de kendilerine karşı koyacak bir ordu yoktu. Allah’ın Müslümanlara olan lütfuyla Kureyş bunu düşünememiş ve Mekke’ye geri dönmüşlerdi.
Müslümanlar, savaş alanına geri dönerek şehitleri tespit etmeye başladılar. Kimileri şehitlerini alarak Medine’ye taşımak istediyse de Efendimiz buna müsaade etmedi ve şehitlerin öldükleri yere gömülmeleri gerektiğini söyledi. Ayrıca şehitlerin, cenaze namazlarının kılınmadan defnedilmelerini söyledi. Şehitlerin fazla olmasından dolayı, birden fazla Müslümanın aynı mezara konulmalarını emretti. Şehitler mezara konulurken, Kur’an en fazla bilenin en öne, diğerlerinin de onların arkalarına koymalarını söyledi ve; “Kıyamet günü ben bunların şahidiyim” dedi.
Şehitler arasında Hanzala b. Abî Âmir’de vardı. Hanzala, eşinin anlattığına göre; Uhud savaşından hemen önce evlenmiş, zifaf gecesinin sabahı savaşa çıkılmıştı ve gusül alamamıştı. Peygamberimiz onu meleklerin guslettirdiğini söyleyerek Allah’ın kendisine olan ikramlarını haber vermişti.
Bir zamanlar Mekke’nin en nadide genci olan, giydiği elbiseyi kimse giyemeyen ve sürdüğü kokunun bir benzeri bir başka kimse de olmayan, Mus’ab b. Umery de şehitlerin arasındaydı. Üzerinde bulunan elbise, kefen olarak kullanıldığında baş kısmını kapatsalar ayakları açık kalıyor, ayak kısmını kapatsalar baş kısmı açık kalıyordu. Efendimiz onun bu halini gördüğünde çok duygulanmış ve ashabına Mus’ab’ın Allah için ortaya koyduğu fedakârlıkları ve İslâm davası için hangi tür dünyalıkları elinin tersiyle ittiğini hatırlatmıştı. Efendimiz elbisesiyle baş kısmını, izhir otlarıyla da ayaklarını kapatarak onu defnetmelerini istedi.
Uhud meydanın da aslanlar gibi savaşarak şehit olanlardan bir tanesi de; “Allah’ın Aslanı” unvanına sahip olan, peygamberimiz amcası Hamza b. Abdulmütalib’ti. Habeşli köle Vahşi’nin attığı mızrağın karnına saplanması sonucu iç organları parçalanarak şehid olan Hamza’nın cesedine, başta Ebû Süfyân’ın karısı Hind olmak üzere, birçok müşrik tarafından cesedine müsle yapılmış ve birçok organını kesilmişlerdi. Hamza’nın bu durumunu gören Efendimizin ciğeri parçalanmış ve amcasına bunu yapanlardan intikam alacağını söylemiş ve Hamza’ya bedel olarak yetmiş müşriği öldüreceğini söylemişti. Konuyla ilgili inen âyette peygamberimizin bu tutumu doğru görülmeyerek uyarılmış; “Eğer ceza verecekseniz, size yapılan işkencenin misliyle ceza verin. Ama sabrederseniz, elbette o, sabredenler için daha hayırlıdır.” (Nahl, 126) ve kıyamete kadar Müslümanların bu tür durumlarda nasıl hareket etmeleri gerektiğini bu vesileyle öğretmişti.
İslâm ordusu Medine’ye doğru hareket ettiğinde, yakınları ölen insanlar yollara dökülmüş yakınlarının durumunu soruyorlardı. Dinaroğullarından, kocası, kardeşi ve oğlunun şehit olduğu haberini alan bir kadın da, yollara düşmüş Efendimizin durumunu soruyordu. Kendisine Efendimizin iyi olduğunu söylediklerinde ise; “Allah’a hamdolsun. O iyi olduktan sonra bütün belalar gözümde bir hiçtir” diyordu.
Allah Rasûlü, Kureyş ordusunun Mekke’ye döndüğünden ve yolda geri dönerek Medine’ye saldırmak isteyip istemediklerinden emin olmak istiyordu. Bunun için Mediye’ye döndüğünde Uhud savaşına katılan mücahitlerle birlikte Kureyş ordusunun peşinden gideceğini duyurdu. İçlerinde yaralılarda olmak üzere herkes peygamberimizin çağrısına; “işittik ve itaat” ettik diyerek karşılık verdiler. Medine’ye yaklaşık 8 mil uzaklıktaki Havrâü’l Esed mevkiine gelerek orada karargâh kurdular. Hicret yolculuğunda yanlarına uğrayarak sütlerini içtiği Ümmü Ma’bed’in kocası Ebû Ma’bed, peygamberimiz yanına gelerek Uhud’a yaşanan yenilgiden dolayı üzüntülerini dile getirdi ve yardım etmek istediğini söyledi. Efendimiz de, Ebû Süfyân’a giderek onu Medine’ye dönmekten vazgeçirmesini istedi. Ebû Ma’bed, hızla Ravha’da konaklayan ve Medine’ye dönüş hazırlıkları yapan Ebû Süfyân’a yetişti. Müslümanların büyük bir ordu hazırlayarak bulundukları tarafa doğru geldiğini söyledi. Bunun üzerine Ebû Süfyân, Medine’yi kuşatma fikrinden vazgeçerek Mekke’ye geri döndü.
Uhud savaşında alınan mağlubiyet, Müslümanlar açısından bir hayra dönüştü. Savaşta yapılan hataların nelere mal olduğunu anlamış oldular. Yine galibiyet ve zaferin ancak Allah’ın elinde olduğunu bir kez daha görmüş oldular. Allah’a iman ediyor olduklarından ve Peygamberin’de içlerinde olmasından dolayı mağlubiyet yaşamayacaklarını düşünenler vardı. Allah’ın iradesinin bu şekilde olmadığını anlamış oldular. Müslümanlar için “Bir musibet, bin nasihatten evladır” sözü tahakkuk etmişti. Bütün bunlardan dolayıdır ki, Efendimiz “Uhud bizi sever, bizde Uhud’u” demiştir. Alınan mağlubiyetin sebepleri iyi tahlil edilerek dersler çıkartıldığı zaman, yaşanan o mağlubiyet sizin için hayır olabilmektedir. İşte Uhud’a olan da tamda buydu.
İBRETLER VE DERSLER
- Zafer de, mağlubiyette Müslümanları için bir imtihan vesilesidir. Ne zafer her zaman tümüyle hayırdır, nede mağlubiyet her zaman kötüdür. Bazı zaferler vardır ki, insanın imtihanını kaybetmesine sebebiyet verir. Bazı mağlubiyetler vardır ki, insanın aklını başına alarak kaybettiği istikametini yeniden kazanmasına vesile olur. Bu anlamda Uhud, Müslümanlar için kazandıran bir mağlubiyet olmuştur. Bundan dolayıdır ki Efendimiz; “Uhud bizi sever, bizde onu” demiştir. “Eğer siz bir acıya uğradınızsa, o kavim de benzer bir acıya uğramıştır. O günleri biz insanlar arasında döndürür dururuz (zaferi bazen bir topluma bazen öteki topluma nasip ederiz.) Ta ki Allah, iman edenleri ortaya çıkarsın ve aranızdan şahitler edinsin. Allah zalimleri sevmez.” (Âli İmrân, 140)
- Vahyin hükme bağlamadığı toplumu ilgilendiren konularda, istişare etmenin önemi! Allah Rasûlü, peygamber olduğu halde, toplumu ilgilendiren işlerde ashabıyla istişarede bulunmuştur. Burada esas alınması gereken mesele, istişare ile ilgili vahyin belirlediği bir hükmün olup olmaması meselesidir. Vahyin hükme bağladığı bir konuda istişare yapılmaz, vahyin verdiği hüküm uygulanır. Efendimiz, düşmanla savaş konusunda ashabıyla istişarede bulunmuş, kendisi Medine’nin içinde savunma savaşı yapmaları gerektiğini düşündüğü halde, çoğunluk Medine dışında meydan muharebesi yapılmasını istediği için o görüşe göre hareket etmiş, savaşı Uhud’da yapmıştır.
- Zorluğun ve tehlikenin olmadığı yerde sizinle beraber olanların, zorluğun ve tehlikenin olduğu yerde sizi yalnız bırakma ihtimallerinin olduğuna hazır olmalısınız. Sizinle beraber olmanın, size destek vermenin herhangi bir sıkıntı getirmediği, aksine kendilerine nice menfaatlerin olduğu yerde insanlar sizinle beraber olabilirler. Bu tür bir durum, o insanların gerçek manada sizinle oldukları, sizi destekledikleri manasına gelmemektedir. “Dost kara günde belli olur” diye bir söz vardır. Zorluğun ve sıkıntının olduğu zaman sizinle birlikte olanlar asıl dostturlar. İşte bütün bunlardan dolayıdır ki, Uhud savaşı öncesi yaklaşık 300 kadar insan, Abdullah İbn Übey b. Selül’ün öncülüğünde İslâm ordusundan ayrılarak, 1000 kişinden oluşan Müslümanların sayısını 700’e düşürerek, Müslümanlara çok büyük bir zarar vermişlerdi.
- Mar’uf olan konularda emir sahiplerine itaatsizlik Müslüman topluma zarar getirir. Toplumsal işler ancak bazı insanların yetkilendirilmesiyle sağlıklı bir şekilde yürür. Sağlıklı bir toplumda, bazı kimseler idareci, bazı kimseler de bunlara itaat eden olmak durumundadırlar. İdareciler, adaleti sağlamaklar görevli oldukları gibi, diğer insanlarda onlara itaat temekle görevlidirler. İşte bu ilişki ne kadar sağlam olursa, o toplumda o oranda varlığını başarılı bir şekilde sürdürmesi mümkün olur. Bu konudaki zaaflar da, bırakın toplumun ilerlemesini aksine zayıflatarak yok olmasına sebebiyet verir. Uhud savaşında kesin talimatla görevlendirilen okçuların yaptıkları itaatsizlik, savaşın Müslümanların aleyhine sonuçlanmasına sebebiyet vermiştir.
- Dünya hırsı birçok “şerr”in sebebidir! Dünya insanoğlu için bir imtihan alanıdır. Bu imtihan alanında, insana imtihanını sağlıklı bir şekilde sürdürmesi için gerekli olan nimetler de sunulmuştur. İnsandan, dünya imtihanında ihtiyacı olduğu kadar bu nimetlerden istifade etmesi istenmiştir. Kısacası insan, dünyada var oluş amacına uygun bir şekilde dünya nimetleriyle arasındaki ilişkiyi sağlıklı bir zemine oturtmalıdır. Lakin imtihanın bir cilvesidir ki, insanoğlu dünya nimetleriyle arasındaki bu ilişkiyi çoğunluk olarak sağlıklı zeminine oturtamamış, dünya nimetlerine daha fazla sahip olma arzusu, onu çoğu zaman imtihanda olduğunu unutturacak kadar vasat/dengeli çizgiden uzaklaştırmıştır. İşte bu hal, insanda birçok sapmayı beraberinde getirdiği gibi dünya imtihanında başarısız olmasının da temel sebeplerinden birisi olmuştur. Uhud savaşında okçuların görev yerlerini terk etmelerinin gerekçesi, Kureyş ordusunun kaçarken geride bıraktığı ganimetleri toplama arzusuydu. Bu arzu birçok Müslümanın şehit olmasına, savaşın kaybedilmesine sebebiyet vermiştir.
- Lider merkezli hareketlerin en önemli zaafları; liderin ölmesiyle hareketin de yok olma veya dağılma durumuyla karşı karşıya kalmasıdır. Bu tip hareketler, İslâm’ın uygun gördüğü bir hareket yapılanması değildir. İslâm, lideri olan ama lider merkezli olan bir hareket değil, ilkesel bir harekettir. İlkeler esas, liderler ise bu esaslara bağlı kimselerdirler. İlkesel hareketler ilkelerini korudukları oranda başarılı ve uzun ömürlü olurlar. Lider merkezli hareketler ise ömürleri liderin ömrüyle sınırlı olan hareketlerdir. Bunun içindir ki Uhud savaşında Efendimizin, öldüğüne dair haberden dolayı yığılıp kalan, artık her şeyin bittiğini düşünen Müslümanlara Kur’an uyarıda bulunarak söyle buyurmuştur; "Muhammed, ancak bir peygamberdir. Ondan önce de peygamberler gelip geçmiştir. Şimdi o ölür ya da öldürülürse, gerisin geriye (eski dininize) mi döneceksiniz? Kim (böyle) geri dönerse, Allah'a hiçbir şekilde zarar vermiş olmayacaktır. Allah, şükredenleri mükâfatlandıracaktır."(Âl-i İmrân, 144)
- Anam-babam sana feda olsun diyebilmek! Ama bunu sözle değil, gerektiğinde canını ona siper yaparak, sözü davranışla ispat ederek yapmak gerekir. O’nun canını kendi canından aziz bilmek, O’nun canını korumak için kendi canından geçmeyi göze almak, işte gerçek mü’minin tavrı budur. Efendimizi kendi canından daha fazla sevdiğini söylediği halde, O’nun için bırakın canını vermeyi, rahatından bile vazgeçemeyen nice sözüm ona, “söz Müslümanları” vardır. Oysa biz, O’nun yolunun yolcuları olmak, O’nun davasının kendimize dava edinmek, yeri geldiğinde malımızı ve canımızı O’nun davasına seve seve feda etmekle ancak Müslüman olunacağına iman eden kimseleriz. Ashap, Efendimize karşı duydukları sevginin edebiyatını değil, her ne bedel istiyorsa o bedeli ödeyerek gösteriyorlardı. Düşmanın attığı oklar ona isabet etmesin diye kendilerini ona siper ediyorlardı. O’nun ayağına bir dikenin batması bile, onların ruhlarında derin sızılar meydana getirecek kadar onları rahatsız ediyordu.
- Allah’a verdiği sözde duranlar ve sırasını bekleyenler! Hangisindeniz? İman etmek, aynı zamanda Allah ile bir sözleşmedir. Bu sözleşmeye kalıbıyla imza atan kimselere Müslüman denilmektedir. Rabbine teslimiyet göstererek, O, ne istediyse başım gözüm üzerine diyerek O’na feda eden kimsedir Müslüman! Malsa mal, zamansa zaman, cansa can! Müslüman olmak, Uhud’da Enes b. Nadr olmaktır. “Onun yaşamadığı bir dünyada yaşayıp da ne yapacaksınız” diyerek kâfirlere son bir darbe indirmek için aralarına dalmaktır. Sevdiği liderine ölümü tattıran kâfirlere ölümü tattırmak için harekete geçmek ve neticede seksenin üzerinde yarayla şehitler kervanına ulaşmak demektir. Bu samimiyetinden dolayı da Rabbinin şu hitabına mazhar olmuştur; “Müminler içinde Allah'a verdikleri sözde duran nice erler var. İşte onlardan kimi, sözünü yerine getirip o yolda canını vermiştir; kimi de (şehitliği) beklemektedir. Onlar hiçbir şekilde (sözlerini) değiştirmemişlerdir.” (Ahzab, 23)
- Düşmanın kalbine saplayacağınız her ok, size Allah Rasûlünün taktirini ve iltifatı getirir! İslâm davasının canı pahasına savunmak ve düşmana darbe indirmek taktir edilecek işlerdendir. Çünkü bu kimseler Allah’a verdikleri sözlerinde sadık olan kimselerdirler. Öncelikli olarak bu kimseleri Allah övmekte, bu vesileylede bizlere, bu kimselere nasıl davranmamız gerektiğini öğretmektedir. Peki ya Efendimizin taktirini kazanmak, her yiğide nasip olacak bir paye değildir. Hele herkesin Efendimiz için söylediği; “Anam-babam sana feda oluşun” sözünü, Efendimizin size söylemesi ve O’nun böyle bir iltifatına nail olmak her babayiğidin harcı değildir. Bu babayiğitlerden olmak için Sa’d b. Ebû Vakkâs olmak gerekir. Ama şunu unutmayalım, Sa’d olmak ve Efendimizin bu iltifatına nail olma kapısı kıyamete kadar açıktır. Siz de Efendimizin davasının yılmaz savunucusu olun, o davaya zarar vermek için çalışan İslâm düşmanlarına hak ettikleri cezayı verin sizde o payeye ulaşırsınız.
- Ahiretin zengini olmak için dünyanın fakiri olmayı göze olmak gerekir. Bazen dünya zenginliği ile ahiret zenginliği aynı insana nasip olmaz. Hata bu genel olarak mümkün de değildir. Ahiret zengini olmak istiyorsanız, dünya zenginliğinizi, o hedefinize ulaşmak için kullanmalısınız. Yani tercih yapmak zorunda kalırsınız. Dünya nimetleri içinde bir hayat mı, yoksa ahiret nimetlerine ulaşmak için dünya nimetlerinin ihtiyaç fazlasından vaz mı geçmek? Aynen Mus’ab gibi! Mekke’nin aristokrat bir delikanlısından, Uhud’a şehit olduğunda üzerini kapatacak kadar bile üzerinde elbise olmayan bir iman abidesine! Mus’ab, dünyanın zengini olmak değil, ahiretin zengini olma tercihinin bir neticesi olarak, ahiret zenginlerinin ulaşacağı en büyük nimet olan şehitliğe ulaştı.
- Dünyada Müslümanlara öncü olanlar, ahirette de öncü olmaya devam edecekler. İslâm davası için dünyadayken ihlas ve samimiyetiyle ön saflarda olanlar, ahirette de ön saflarda yer alacaklardır. Herkes İslâm için ortaya koyduğu fedakârlık kadar karşılık görecektir. Ahiretin öncüsü olmanın kriteri ne soyda, ne malda, nede makamdadır. Ancak ve ancak iman, ihlas ve Allah için ortaya konulan fedakârlıklardadır. İşte bunun içindir ki Efendimiz, Uhud’a şehit olan Müslümanları defnederken Kur’an’ı en iyi bilenleri en öne koyuyordu. Kur’an ehli olmanın, kişiyi ahirette öncülerden kılacağını bu uygulamasıyla öğretiyordu.
- Allah’ın dinini yüceltmek ve korumak için savaşarak ölenler öldükleri yere yıkanmadan defnedilirler. Bunun sebebi herhalde, Allah’ın kendileri için hazırlamış olduğu nimetlere bir an önce ulaşmalarını sağlamak olmalıdır. Bir başka yere naklederek şehitlerin kendileri için hazırlanan nimetlere ulaşmalarını geciktirmek doğru olmasa gerekir. Ayrıca, aldıkları yaralardan dolayı onları başka yere taşıyarak bedenlerine daha fazla eziyet etmemek içindir. Uhud’da şehit olan Müslümanların Medine’ye taşıyarak oraya defnetmek isteyenlere Efendimiz müdahale ederek, “şehitler öldükleri yere defnedilirler” demiştir.
- Af ve merhamet yolunu tercih eden liderler sevilirler! Bunun tersi olan cezalandırıcı liderler ise sevilmezler. Oluşturdukları korkular kısa vadede fayda getiriyor gibi görünse de, aslında dipten dibe toplumun birliğini yok etme durumuyla toplumu karşı karşıya bırakırlar. İnsan hata ile maluldür. Hatasız dost arayanlar dostsuz kalırlar. Bunun içindir ki insanın olduğu yerde hata da, yanlış da olur. Akıllı bir yöneticiye düşen de insanın bu durumunu göz önünde bulundurarak onlara muamele etmesidir. İhanet olmayan, bilinçli düşmanlıklar haricindeki insanların yaptıkları hataları affetmek Müslüman bir yöneticinin en önemli bir özelliği olmalıdır. Hele kendi nefsi için, makamı için, kazanımlarını kaybetmemek için bir başka insanı asla cezalandıramaz. Uhud’da 40 civarında okçunun yerlerini terk ederek yaptıkları hata, ihanet olmadığından Efendimiz tarafından af edilmiştir. Hatta biz bu gün o insanların kimler olduğunu dahi bilmiyoruz. İlahi ferman da onların af edilmesine yönelik olarak nazil oluyor; “… Onları affet, onların bağışlanmasını dile...” (Âli İmrân, 159)
- İstişarede çıkan karar netice başarısızlıkla neticelense de yine toplumsal konularda istişare etmek gerekir. Çünkü istişare, hükmün olmadığı yerde doğruyu arama çabasıdır. Bu arayışlar he zaman doğruyu bulmak ile neticelenmez. Doğruya ulaşılamadı diye doğruyu aramaktan vazgeçmemek gerekir. Bir kişinin kendi başına doğruyu araması ile, ehil olan kalabalık bir topluluk ile araması arasında neticeye ulaşma noktasında çok büyük bir fark vardır. İşe bunun içindir ki yüce Kitabımız, Uhud savaşı öncesi yapılan istişarede alınan kararın başarıya sebebiyet vermemesi neticesinden hareketle istişareden vazgeçilmemesi gerektiğini hatırlatmaktadır. “Sen onlara sırf Allah’ın lutfu sayesinde yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı kalpli olsaydın, hiç şüphesiz etrafından dağılır giderlerdi. Onları affet, onların bağışlanmasını dile, iş hakkında onlara danış, karar verince de Allah’a güven, doğrusu Allah kendisine güvenenleri sever.” (Âli İmrân, 159)
- Kaybedeni olmayan bir dava! Hemen her davanın müntesipleri, davalarında ya başarılı olur yada kaybederler. Kimileri davalarının kendilerine gösterdiği dünyevi hedeflere ulaştıklarında başarılı, o hedeflere ulaşamadıkları taktirde de başarısız olduklarına inanırlar. Bunlara göre başarılı olup olmamanın ölçüsü belirlenen hedefe ulaşılıp ulaşılmamadır. İslâm davası ise; ister o dava hedefine ulaşsın isterse de ulaşmasın, eğer siz üzerinize düşeni yapıyorsanız kazanan oluyorsunuzdur. Siz, size düşeni sizden istendiği gibi yerine getirdikten sonra zaferde kazansanız, mağlupta olsanız her iki durumda da kazanıyorsunuzdur. Uhud savaşında yaklaşık 70 civarında şehit olan Müslüman vardı. Bu Müslümanlar şehit olarak da kazandırlar. Hem de peygamberlerden sonra en yüce mertebe olan şehitlik payesine ulaştılar. Kısacası İslâm davası kazansan da kaybetsen de kazandıran bir davadır.
- Uhud savaşının kendisi de Müslümanların yaşadıkları mağlubiyette Bedir savaşının bir rövanşı değildir. Bedir’de, Kureyş ordusu büyük bir hezimete uğrayarak, kendilerinden 3 kat daha az olan Müslüman orduya yenilmişlerdi. Uhud’da ise, Müslümanlar kendilerinden 4 kat büyük Kureyş ordusuna mağlup olmuşlardı. Uhud savaşı, asker gücü olarak Bedir’in karşılığı değildir. Yani Kureyş ordusu, Uhud’da kendisinden 3 kat büyük Müslüman orduyu yenmemiş, aksine kendisinden 4 kat küçük bir orduya karşı bir başarı elde etmişti. Uhud, asker sayısı yönüyle Bedir’in karşılığı olmadığı gibi, Bedir’de öldürülen 70 civarındaki müşrik ile Uhud savaşında şehit olan 70 civarındaki Müslüman yönüyle de Bedir savaşının karşılığı değildir. Çünkü Ebû Süfyân’ın; “Bu gün Bedir’in karşılığıdır” sözüne, Hz. Ömer’in verdiği cevapta; “Bizim ölülerimiz cennete, sizin ölüleriniz ise cehennemdedir” sözünden de anlaşılmaktadır. Bir savaş ki, o savaşta ölenler cenneti kazanıyor, diğer bir savaş ki o savaşta ölenler de cehennemi kazanıyor. Bunlar nasıl eşit olsunlar?
BENİ RACİ OLAYI
Uhud’da Müslümanların aldığı mağlubiyetten cesaret olan İslâm düşmanları kabileler, Müslümanlara zarar vermek için harekete geçtiler. Adal ve Kârre kabilelerinden bir grup Peygamberimizin yanına gelerek, Müslüman olduklarını, kendilerine Kur’an-ı öğretecek kimseler göndermesini istediler. Peygamberimiz de onlara güvenerek 10 kişilik, Ashab-ı Suffe’den bir grup Müslümanı onlarla birlikte gönderdi. Başlarına Asım b. Sabit’i emir olarak tayin etti. Bu iki kabile planladıkları gibi Müslümanlar Raci denilen mevkie geldiklerinde Lihyanoğullarını yardıma çağırdılar. İhanet ederek gelen 100 kişilik bir okçu birlikte Müslümanların etrafını sardılar. Müslümanalar, yüksekçe bir tepeye sığındırlar. Kendilerine teslim olmaları durumunda kimseye zarar vermeyecekleri konusundan söz verdiler. Müslümanlar, daha öncede yalan söylediklerinden dolayı onlara inanmadılar ve onlarla savaştılar. Yedi Müslüman orada şehit edildi. Geriye kalan üç kişi teslim oldular. Hubeyb b. Adiy, Zeyd b. ed-Desinne ve bir arkadaşlarını Mekkelilere satmak için Mekke’ye götürdüler. Yolda üçüncü arkadaşları kaçmak istedi, onu öldürdüler.
Hubeyb b. Adiy, babaları Bedir’de öldürülen müşrikler tarafından satın alınıyor ve ev hapsine tabi tutuluyordu. Daha sonra onu öldürülmek için tenha bir yere götürülüyor. Ölmeden önce bir isteğinin olup olmadığı soruluyor. O da, namaz kılmak istediğini söylüyor. İki rekat namaz kılıyor ve o kıldığı namaz kendisine çok sevimli geliyor. Müşriklerin; ölümden korktuğu için namazı uzatıyor demelerinden endişe ettiğinden dolayı namazı kısa tutuyor. Ebû Süfyân, Hubeyb’e hitaben; “Şu an sen kendi ailenin arasında olup da, senin yerine burada Muhammed’in boynunun vurulmasını ister miydin?” dediğinde, Hubeyb şu cevabı veriyordu; “Hayır vallahi, değil benim yerimde olmasını, bulunduğu yerde ayağına bir diken batarak ona acı vermesini dahi istemem.” Müşrikler, Bedir’de öldürülen yakınlarının yerine onu idam ederek şehit ediyorlar. İdamdan önce iki rekat namaz kılmak uygulamasını ilk başlatan kişi Hubeyb b. Adiy’dir.
Zeyd b. ed-Desinne’yi de, Safvan b. Ümeyye satın almış ve Bedir’de öldürülen babasının yerine öldürmüştü.
Bİ’R-İ MAÛNE FACİASI
Aynı ayın içerisinde bundan daha feci bir hadise yaşandı. Necidli Ebû Berâ Âmir b. Malik peygamberimizle görüşmek üzere Medine’ye geldi. Allah Rasûlü ona İslâm’ı anlattı. Oda Efendimizden, Necid halkına İslâm’ı anlatması için adam göndermesini istedi. Efendimiz de Necidlilerden endişeli olduğunu söyledi. Berâ’da göndereceği Müslümanları himaye edeceğine dair O’na söz verdi. Allah Rasûlü de, 40 veya 70 kişilik Suffe ehlinden bir grup Müslümanı onunla birlikte gönderdi. Başlarına Münzir b. Amr’ı emir olarak atadı. Bi’r-i Maûne mevkiine geldiklerinde orada konakladılar. Hz. Peygamberin yazdığı mektubu o bölgenin ileri geleni, Âmir b. et-Tufeyl’e ulaştırmak üzere Ümmü Seleym’in kardeşi Harâm b. Mihân’ı elçi olarak gönderdiler. Âmir b. et-Tufeyl, mektubu hiç okumadan adamlarına işaret ederek Harâm’ı oracıkta şehit etti. Harâm şehit olurken; “Allah’u ekber! Kâbe’nin Rabbine yemin olsun ki ben kazandım” diye haykırıyordu. Âmir b. et-Tufeyl Âmiroğlullarını Müslümanlarla savaşması için teşvik ettiyse de Berâ’nın himayesinden dolayı yanaşmadılar. O da, Süleymoğulları, Esayye, Ri’l ve Zekvân kabilelerini çağırdı. Bu kabileler de onun davetine icabet ederek Müslümanların etrafını kuşattılar. Müslümanlar, onlarla savaştı ve sadece bir kişi sağ olarak kurtuldu. Ayrıca kuşatmanın olduğu anda orada bulunmayan Münzir b. Ukbe ve Amr b. Ümeyye ed-Damri döndüklerinde Müslümanların kuşatıldığını gördüler. Onlarda savaşa giriştiler. Münzir b. Ukbe’de şehit oldu. Amr b. Ümeyye ise esir düştü. Daha sonra Mudar kabilesinden olduğunu söyleyince onu serbest bıraktılar. Medine’ye dönüş yolunda mola verdiği bir yerde, yanına iki kişi geldi. Müslümanların intikamını almak düşüncesiyle bu iki kişiyi öldürdü. Oysa bu kişiler Müslümanlarla himaye antlaşması olan kimselerdendiler. Amr b. Ümeyye Medine’ye dönerek yaşadıklarını Allah Rasûlüne haber verdi. Uhud’da şehit düşen 70 civarındaki Müslümanların üzüntüsü hâla devam ederken, 40 veya 70 civarındaki Müslümanın ihanet neticesinden bu şekilde şehit edilmesi, acılarını daha da artırdı.
Müslümanların yaşamış olduğu bu ihanetten dolayı Allah Rasûlü çok büyük üzüntü duymuş, yaklaşık olarak bir ay boyunca Müslümanları katleden kâfirlere, sabah namazlarında kûnut yaparak beddua etmişti.
NADİROĞULLARI GAZVESİ
Ben-i Nadir Yahudileri, Müslümanların Uhud’da aldığı mağlubiyetten sonra, Müslümanlara karşı ihanet faaliyetlerine başladılar. Uhud ve Bi’r-i Maûne’de yaşanan mağlubiyetlerin Müslümanların çöküşünü başlattığını, eğer Müslümanların düşmanları bir araya gelerek onlara darbe vurduğu taktirde Müslümanlardan kurtulmalarının mümkün olacağını düşünüyorlardı. Bunun için başta Kureyş olmak üzere birçok kabileyle görüşerek Medine’ye saldırdıkları taktirde kendilerine yardım edeceklerini söylemeye başladılar. Ayrıca Efendimiz ve bir grup Müslüman, Amr b. Ümeyye ed-Damrî’nin yanlışlıkla öldürdüğü iki kişinin kan diyetini ödemek için, daha önce yaptıkları antlaşma gereği kendi hisselerine düşen kısmı onlardan istemek üzere yanlarına gittiler. Onlar da Efendimiz ve beraberindekilere yardım edeceklerini söylediler. Hz. Ebû Bekr, Hz. Ömer, Hz. Ali ve bir grup Müslüman, Efendimizle birlikte bir damın altında onları beklerken Efendimize suikast düzenlemek istediler. Yahudiler bir araya toplanarak, peygamberimiz damın altında otururken yukarıdan başına taş atarak O’nu öldürmek istediler. Rabbimiz; onların bu planlarını peygamberimize haber verdi. Efendimiz de hemen oradan ayrılarak Medine’ye geldi. Daha sonra Muhammed b. Mesleme’yi onlara haberci olarak gönderdi. Kendilerine 10 gün içinde Medine’yi terk etmek üzere mühlet verildiğini, terk etmedikleri taktirde, onlarla savaşacaklarını söylemesini emretti. Ben-i Nadir Yahudileri de Medine’yi terk etmek için hazırlıklara başladılar.
Münafıkların lideri olan Abdullah b. Übey, onların yanına giderek Medine’yi terk etmemelerini, eğer Müslümanlar sizinle savaşırsa size yardım ederiz diye de söz verdi. Ayrıca diğer Yahudi kabileleri ve Gatafân kabilelerini de yardım için hazır edeceğini söyledi. Abudullah b. Übey’in söylediklerinden etkilenen Yahudilerin lideri Huyey b. Ahtab, Medine’yi terk etmekten vazgeçti ve Allah Rasûlüne şu haberi gönderdi; “Biz yurdumuzdan çıkmıyoruz istediğini yap” dediler.
Bu haber Medine’ye geldiğinde, peygamberimiz tekbir getirerek Müslümanlara savaş için hazırlık yapmalarını söyledi. Efendimiz Medine’de Abdullah ibn Mektûm’u yerine vekil bırakarak Nadiroğullarının yurduna doğru ilerledi. Sancağı Hz Ali’ye verdi. Müslümanlar Nediroğullarının yurduna vardığında, Yahudiler kalelerine sığınarak kendilerini savunmaya başladılar. Kalelerinden çıkmayan Yahudileri ancak bahçelerine ve hurmalıklarına zarar vererek kalelerinden çıkartmayı başardılar. Konu Kur’an-ı Kerim’de şu şekilde ifade edilir; “Herhangi bir hurma ağacın kestiniz da kökleri üzerinden dikili bıraktıysanız, hepsi Allah’ın izniyledir.” (Haşr, 5) Ayrıca ne Übey b. Selül, ne Kureyzaoğulları, nede Gatafânlılar yardıma geldiler. Abdullah b. Übey b. Selül’un bu durumunu Kur’an, şu şekilde dile getirir; “(Onların durumu) tıpkı şeytanın durumu gibidir. Çünkü şeytan insana ‘inkar et’ der. İnsan inkâr edince de ‘Ben senden uzağım, çünkü ben, âlemlerin Rabbi olan Allah’tan korkarım’ der.” (Haşr, 16)
Nitekim çaresiz kalan Nadiroğulları, teslim olmak zorunda kaldılar. Peygamberimiz, yanlarında taşıyabilecekleri eşyalarını, çocuk ve kadınlarını da yanına alarak Medine’yi terek etmelerini istedi. Yanlarında taşıyabilecekleri eşyalarını yanlarına alarak kimisi Hayber’e, kimisi de Şam civarına gitti. Aralarında iki kişi de Müslüman olarak Medine’de kaldı.
Nadiroğulları’nın bıraktıkları mallar ve araziler Muhacirler arasında dağıtıldı. Ensar’dan sadece Ebû Dücâne ve Sehl b. Huneyf’e fakir oldukları için pay verildi. Ensâr, Mekke’de evlerini ve mallarını bırakarak kendilerine gelen kardeşlerini kendi nefislerine tercih ettiler. Ensâr’ın içerisinde nice ihtiyaç sahibleri olduğu halde, alınan ganimetlerin Muhacirlere verilmesini istediler. Konu yüce kitabımızda şu şekilde güdeme getirilir; “Onlar hicretten önce bu yurtta yaşarken iman etmişlerdi. Ve onlar hicret edip kendilerine gelenleri severler ve onlara verilenlerden dolayı gönüllerinde hiçbir çekememezlik hissetmezler. Kendileri sıkıntıda bile olsalar, onları kendi nefislerine tercih ederler. Kim nefsinin hırs ve cimriliğinden korunursa, işte onlar kurtuluşa erenlerdir.” (Haşr, 9) Haşr sûresinin tamamı bu gazve hakkında nazil olmuştur. Sûre; Yahudilerin evlerini terk etmeleri; Münafıkların yalan vaatleri; ganimetlerle ilgili hükümler; Müslümanların övülmeleri, takvaya sarılmaya teşvik ve Allah’ın sıfatlarını gündeme getirerek sona ermiştir. Bu yüzden Abdullah İbn Abbas, bu sûreye “Nâdir Sûresi” diyordu.
Hicretin 4. yılında, Uhud’da Ebû Süfyân ile anlaşıldığı üzere bir yıl sonra Bedir’de iki ordu tekrar savaşacaktı. Kararlaştırılan zaman geldiğinde Allah Rasûlü 1500 kişilik orduyla Bedir’e hareket etti. Müslümanların sancağını Ali b. Ebû Talib’e verdi. Medine’de yerine vekil olarak Abdullah b. Revaha’yı bıraktı.
Ebû Süfyân ise, 2000 kişilik bir orduyla yola çıktı. Mekke yakınlarındaki Merrü’a-Zahrân’a varınca orada konakladı. Burada savaşma hevesi kırılan Ebû Süfyân, kuraklık olmasından dolayı geri dönmelerinin iyi olacağını söyleyerek geri dönme kararı aldığını açıkladı. Kureyşliler de, Ebû Süfyân’ın bu görüşüne uyarak gerdi döndüler.
Müslümanlar, Kureyşi Bedir’de sekiz gün beklediler. Bedir’de kurulan ticaret panayırından alışveriş yaparak karlı bir şekilde Medine’ye döndüler. Daha önce, Bedir’e Kureyş kervanı yakalamak, yani mal elde etmek için çıkan ama savaşla karşı karşıya kalan Müslümanlar, bu sefer savaş için çıkmışlardı lakin alış veriş yaparak kar elde ederek geri dönmüşlerdi.
Aynı yıl, bölgede yol kesicilik yapan eşkıyalara yönelik Dûmetü’l Cendel’e bir gazve düzenledi. Bölgede 15 gün kalan Allah Rasûlü, etrafa çeşitli birlikler gönderdi lakin herhangi bir çatışma olmadan Medine’ye geri döndü.
İBRETLER VE DERSLER
- Su uyur ama düşman uyumaz! Düşman her zaman sizin karşınıza mertçe çıkarak sizinle savaşmaz. Size zarar vermek onun temel amacı olduğundan, çoğu zaman sinsice planlar devreye koyar. Bazen dost görünür ve fırsatını buluğu zaman sırtınızdan vurur. Bazen müttefik olduğu dostlarını devreye koyarak size darbe indirmeye çalışır. Onun için kâfirler açısından savaşın bir ahlâkı da olmadığından her türlü gayr-ı meşru yollara başvurarak size darbe indirmeye çalışır. Adal ve Kârre kabileleri de aynen bu şekilde yaparak Müslümanlara zarar verme yolunu seçtiler.
- İslâmî mücadelenin en önemli önceliği tebliğ ve davettir! Bu sorumluluk hiçbir zaman geri palana atılacak sorumluklardan değildir. İslâm; insanların dünya ve ahiret saadetini amaçladığından dolayı tebliğ ve daveti bu hedefe ulaşmada en önemli faktör olarak görmüştür. Bütün peygamberler nice zorluklarla karşılaştıkları halde bu görevlerini aksatmamışlardır. Bundan dolayıdır ki, İslâmî hareket varlık sebebi olan bu alana yönelik her türlü fırsatı değerlendirmek durumundadır. Hele bir de davet muhataplardan geldiği durumda, bu tür tekliflere duyarsız kalması çok büyük bir sapmadır. Bütün bu hususlardan dolayıdır ki Efendimiz, Adal ve Kârre kabilelerinin tekliflerini reddetmemiş, aksine itiraz etmeden kabul etmiştir.
- Düşmanın emanına güven olmaz! Bazen kâfirlerin emanına güven söz konusu olabilir, fakat düşman olan kâfirlerin emanına ise asla güvenilmemelidir. Allah ile arasındaki hiçbir sözünde durmayan bir kimse, size karşı verdiği eman sözünden durması nasıl söz konusu olabilecektir. Siz Allah’ın koyduğu hükümlere bağlı kaldığınızdan dolayı size düşmanlık yapanların size verdikleri sözlerinde duracaklarını düşünmek iyi niyetli olmak değil, düşmanı tanımakta düşülen gafletin bir işaretidir. İşte bu sebepten dolayı, Recî vakasında, Müslümanlar kendilerini kuşatan kâfirlerin eman sözlerine güvenmemiş, onlarla savaşmışlardı. Düşmanın emanına güvenen Zeyd b. ed-Desine ve Hubeyb b. Adîy esir alınıyor sonra da Kureyşe satılarak neticede de şehit edilimişlerdi.
- Namazı, son namaz gibi kılmak! İnsan, dünyadan tamamen umudunu yitirdiği, ahirete ise bütün hücreleriyle yöneldiği bir durumda, yaptığı ibadetlerden daha fazla haz duyar. Bunun tersi olarak, dünyaya ne kadar meyleder ve ahireti de arkasına atarsa ibadetlerinden o oranda zevk alamaz. Hubeyb b. Adîy, şehit edilmek üzereyken kıldığı son namazdan bu sebeple çok fazla haz duyduğunu ifade ederek bu hakikati bize bildiriyor. Ayrıca bir Müslümanın dünya imtihanını sonlandırırken, bunun ancak Rabbinin kendisinden istemiş olduğu en önemli ibadet olan namazla olması gerektiğini de hatırlatıyordu.
- Düşmanı sevindirmekten ise ölümün getirdiği açılara Allah için ve müntesibi olduğumuz hak dava için katlanmak gerekir. Kâfirler dünya merkezli bir hayatı esas gördüklerinden, insanın ölümle yüz yüze kaldığında her türlü değerlerinden vazgeçebileceklerini düşünmektedirler. Ölümün kişiyi karşı karşıya bıraktığı korku ve acıların Müslümanı davasından ve liderinden koparacağını düşündükleri için Ebû Süfyân, Hubeyb b. Adîy’ye; “İster miydin, şimdi sen ailenin yanında, Muhammed’de burada senin yerinde olmasını?” diye soruyordu. O yüce sahâbî de, orada bulunan kâfilerine sevinçlerin kuşaklarında bırakacak şu cevabı veriyordu; “Bırakın Muhammed’in burada olmasını, Medine sokaklarında dolaşırken ayağına diken batmasını bile istemezdim”
- Kazanmak ve kaybetmenin ölçüsü nedir? Bir Müslümana göre kazanmak, Allah’ın rızasını elde ettiğiniz zaman söz konusu iken, bir kâfir için ise hedeflediği dünyevi başarıyı elde etmesidir. Bir Müslüman, bazen Allah’ın kendisine çizdiği hedefine ulaşmak için çabalarken ölse kazançlıdır. Kâfir ise, hedefine ulaşmadan ölse kendisini başarısız kabul eder. Bu hakikatten dolayıdır ki, Âmir b. et-Tufeyl’in şehit ettiği, Allah Rasûlünün elçisi Harâm b. Milhân; “Kâbe’nin Rabbine yemin olsun ki ben kazandım” demiştir.
- Haksız yere yanlışlıkla da olsa birisini öldürmek, diyet ödemeyi gerekli kılar! İnsanın can güvenliği ve dokunulmazlığı vardır. Kim, kâfirde olsa haksız yere insanın dokunulmazlığını ihlal ederek bir cana kast ederse, bunun karşılığında bedelini kısasla ödemek durumundadır. Eğer yanlışlıkla ve hata sonucu olarak bir cana kıyarsa, o taktirde de, diyet ödemekle mükelleftir. Bundan dolayıdır ki, Bi’r-i Maûne olayında sağ kurtulan Amr b. Ümeyye ed-Damrî’nin yanlışlıkla öldürdüğü iki kişinin kan diyetlerini Efendimiz ödemişti.
- Namazda beddua etmek! Bir başkasının başına musibetlerin gelmesi için dua etmek olan beddua, normal şartlarda dinimizce hoş görülen bir durum değil, ancak zulme uğrayan ve zalime karşı gücü yetmeyen mazlumlar için caiz görülmüştür. Efendimiz, mazlum olan insanların yapacağı bedduanın kabul olma ihtimali üzerinde durarak Müslümanları mazlumların ahını alacak davranışlardan men etmiştir. Âmir b. et-Tufeyl’in 70 civarında kurra Müslümanı pusuya düşürerek şehit etmesi neticesinde Efendimiz, bir ay boyunca sabah namazın içinde onlara beddua etmiştir. Bedduayı namazın içine taşımak, kabul olma ihtimalini daha fazla güçlendirir.
- Müslümanların en büyük düşmanlarından bir tanesi Yahudilerdir! Tarihin hemen her döneminde Müslümanlara karşı düşmanlık yapmaktan geri durmamış, her fırsatı değerlendirerek bu düşmanlıklarını ortaya koymuşlardır. Günümüzde de Yahudilerin büyük çoğunluğunun bu halde olduklarını görmekteyiz. Müslümanlara yapılan zulümlerin hemen çoğunun arkasında Yahudilerin parmağı olduğunu görüyoruz. Yine Filistin’de yarım yüzyıldan daha fazla zamandır yaptıkları katliamlar ortadadır. Bütün bunların sebebi, Müslümanlara karşı duydukları kin ve nefrettir. Müslümanlarla antlaşması bulunun Ben-i Nâdir Yahudilerinin Efendimize karşı suikast düzenlemelerinin arkasında bu kin ve nefretlerinin olduğunu görmekteyiz. Efendimiz onların bu düşmanlıklarına karşı sessiz kalmamış ve bu ihanetlerinin cezasını vermiştir. İhanet eden düşmana hak ettiği ceza verilmezse, daha fazla cesaret bularak saldırganlıklarını daha da artıracaktır.
- Kime güveneceğiz! Bir Müslüman için geven duyacağı merciler; Allah, Rasûlü ve samimi mü’minlerdir. Bunun haricindeki mercilere ise ihtiyatla yaklaşılmalıdır. İnanç ve eylemlerini dünyevi çıkarlar üzerine kuran zihniyetlere güven duymak, yarı yolda kalmak ile eş değerdedir. Günümüzdeki devletler, bütün ilişkilerini ulvi(!) çıkarları üzerinden kurmakta, yaptıkları antlaşmalara da ancak bu çerçevede bağlı kalmaktadırlar. Bu hakikatten dolayıdır ki Müslümanlar, devletlerle olan ilişkilerinde bu hususu göz önünde bulundurarak hareket etmelidirler. Böyle yapılmadığı taktirde yarı yolda kalmaları kaçınılmaz olacaktır. Ben-i Nâdir Yahudileri, münafıkların sözlerine güvenerek Müslümanlarla savaşa giriştiler, neticede de münafıklar sözlerinde durmayarak onları yardımsız bıraktılar. Onlar hakkında Kur’an, şu şekilde buyurmaktadır; “Kitap ehlinden o inkâr eden kardeşlerine, "Yemin ederiz ki, siz (Medine'den) çıkarılırsanız, muhakkak biz de sizinle beraber çıkarız. Sizin hakkınızda asla kimseye boyun eğmeyiz. Eğer size karşı savaşılırsa, size mutlaka yardım ederiz" diyerek münafıklık yapanlara bakmaz mısın? Hâlbuki Allah onların kesinlikle yalancı olduklarına şahitlik eder. Andolsun, eğer (kardeşleri Medine'den) çıkarılırsa, onlarla beraber çıkmazlar. Kendilerine karşı savaşılırsa, onlara yardım etmezler. Yardım edecek olsalar bile andolsun mutlaka arkalarını dönüp kaçarlar, sonra kendilerine de yardım edilmez.” (Haşr, 11,12)
- Münafıkların durumu Şeytanın durumu gibidir! Şeytanın amacı insanları imandan uzaklaştırarak küfrün bataklığına sürüklemektir. İnsanın küfre düşmesi için elinden gelen her türlü yol ve yöntemi kullanan şeytan, kendisi Allah’ı inkâr etmez. Şeytanın misali, insanları inkâr uçurumuna yuvarlayıp, arkadan el sallayan insanın misali gibidir. Dolasıyla Müslümanlar, düşmanları olan şeytanların söylediklerine güvenerek bir hamlede bulunduklarında, yarı yolda kalmaları kaçınılmaz bir sonuç olacaktır. Konuyla ilgili olarak Kitabı Kerimimiz şu şekilde buyuruyor; “Münafıkların durumu ise tıpkı şeytanın durumu gibidir. Çünkü şeytan insana, "İnkâr et" der; insan inkâr edince de, "Şüphesiz ben senden uzağım. Çünkü ben âlemlerin Rabbi olan Allah'tan korkarım" der.” (Haşr, 16)
- Dünya ve içindekiler bizim faydamız için var edilmiş ve bize emanet olarak bırakılmıştır! Müslüman bunlardan istifade ederken, ölçülü olmalı, ihtiyacı olmadığı taktirde bir ağaca bile zarar vermekten kaçınmalıdır. Hele bu emanetler insanların faydalandığı türden şeyler ise, bunlara zarar vermekten çok daha fazla sakınmak gerekir. Ancak, Müslümanların veya tüm insanların maslahatına bir durum söz konusu olduğunda bunlara zarar vermek caiz olur. Ben-i Nâdir Yahudileri, kalelerine çekilip Müslümanlarla göğüs göğüse savaşmaktan kaçınmış ve bir türlü kalelerinden çıkmıyorlardı. Rabbimiz Allah, bu durumda Yahudilerin hurma ağaçlarının kesilmesine izin vermişti. İşte bu ve buna benzer maslahatlar olmadığı zaman tabiata zarar vermek dinimiz tarafından yasaklanmıştır.
- Mal ve dünyalık sevgisi Yahudilerin temel bir özelliğidir! Yahudilerin dinlerinden saplarının en temel sebebi hiç kuşkusuz ki, dünyevileşmektir. Peygamberlerin bir kısmını yalanlamalarının, bir kısmını da öldürmelerinin arkasında bu hastalığın olduğunu söyleyebiliriz. Ne zaman ki bir peygamber, bunların nefislerin arzulamadığı bir hükümle geldiğinde kimisini yalancılıkla suçladılar, kimisini de katlettiler. Yahudilerin bu tavırları yüce kitabımız da şu şekilde ifadesini bulur; “…Ne zaman bir peygamber onlara nefislerinin arzu etmediğini (ilâhî hükümleri) getirdi ise bir kısmını yalanladılar, bir kısmını da öldürdüler.” (Mâide, 70) Kitaplarını da dünyevi az bir karşılık elde etmek için değiştirerek tahrif ettiler. Bu özellikleri de şu âyeti kerime de gündeme getirilir; “Elinizdekini (Tevrat'ın aslını) tasdik edici olarak indirdiğime (Kur'an'a) iman edin. Sakın onu inkâr edenlerin ilki olmayın! Âyetlerimi az bir karşılık ile satmayın, yalnız benden (benim azabımdan) korkun.” (Bakara, 41) Dünya malına bu kadar değer verdiklerinden dolayı Ben-i Nâdir Yahudileri, kendilerine dünyevi menfaat sağlayan hurmalıklarının kesilmesine rıza göstermediler, teslim olmayı kabul ettiler.
- Kardeşini kendine tercih edebiliyorsan ahlâki olgunluğa ulaşmışsın demektir! Uhrevi nimetlere ulaştıracak ameller söz konusu olduğunda en önde yer almak, dünyevi nimetler söz konusu olduğunda ise, başkalarının önce almasını beklemek için en arkada olmak, bir Müslümanın en önemli özelliklerindendir. Bir Müslüman istemelidir ki; diğer Müslüman kardeşleri kendisinden önce dünyevi imkânlara kavuşsun, kendisi ise bu imkânlara en son sahip olsun. Başka Müslümanların sıkıntılarının gitmesi ve daha fazla imkânlara sahip olmalarından sevinç duymalı, sıkıntıya uğramalarından ve imkânlarının ellerinden çıkmasından da üzüntü duymalıdır. “Îsar” dediğimiz, kişinin kardeşini kendisine tercih etmesi hadisesini, özellikle Ben-i Nâdir Yahudilerinin arazilerinin paylaştırılması hadisesinde görmekteyiz. Efendimiz, bu arazileri Muhacir Müslümanlar arasında paylaştırıyor, ihtiyaç sahibi oldukları halde Medineli Müslümanlar bu taksime rıza gösteriyorlardı.
- Müslümanın önemli ahlâki prensiplerinden bir tanesi de, sözüne sadakat göstermesidir! Söz verildiğinde, verilen sözü yerine getirmede mü’min-kâfir arasında bir ayrım yoktur. Müslüman, bir bireye söz verdiği durumda sözünde durması gerektiği gibi, devlet gibi kurumlara söz verdiğinde de sözünü yerine getirmekle mükelleftir. Efendimiz, Uhud savaşında Ebû Süfyân’a bir yıl sonra Bedir’de buluşmak için söz vermiş, zamanı geldiğinde sözünde durmuştur. Ordusunu hazırlayarak Bedir’e kadar gitmiş, “kâfirdir ve dolayısıyla da ona verdiğim sözde durmak zorunda değilim” dememiştir. Bir Müslüman yaptığı antlaşmayı veya verdiği sözü karşı taraf bozmadığı veya meşru olmayan biz özür olmadığı sürece sözünü yerine getirmekle mükelleftir.
AHZÂB (HENDEK) SAVAŞI
Nadiroğullarının sürgüne gönderilmesinden sonra, yaklaşık bir yıl boyunca herhangi bir savaş olmadı. Bu zaman zarfında, Müslümanlara yönelik ameli ve hukuki düzenlemeler gerçekleşti. Savaş olmadığı için huzur içinde bir hayat yaşayan Müslümanların bu durumunu, başta sürgüne gönderilen Yahudiler olmak üzere İslâm düşmanları tarafından hazmedilmedi ve Medine’ye karşı civar kabilelerden oluşan bir ordu hazırlamaya başladılar. Yirmi kişilik bir Yahudi heyeti, Kureyş’e giderek savaşa girmeleri konusunda onları ikna ettiler. Sonra Gatafân kabilesine giderek Müslümanlarla savaşmaya onları da ikna ettiler. İrili ufaklı nice kabilelerde bu savaşa katılma kararı aldılar.
Savaş hazırlığı haberi Medine’ye ulaşınca, Allah Rasûlü hemen ashabını toplayarak gelişen hadiseleri onlarla istişare etti. Medine’de savunma savaşı yapılacaktı. Düşman çok büyük olduğundan dolayı dışarıda onlara karşı koymak mümkün olmayacağından, bu savaş Medine’de olacak, tamamen savunma savaşı yapılacaktı. Savaş taktikleri konuşulurken, Selmân el-Fârisî hendek fikrini ortaya atarak, Sasanilerin zor zamanlarında bu savaş taktiğini kullandıklarını söyledi. Medine’nin üç tarafı düşmanın geçişi için uygun olmadığından sadece kuzey tarafına hendek kazılacaktı. Bu şekilde süvarilerin geçişleri engellenecek, geçen asker olursa onların da işlerinin çok rahat bir şekilde bitirilecekti. Müslümanlar arsında görev dağılımı yapılarak hendek kazılmaya başlandı. Medine’de kıtlığın olması hendek çalışmalarını iyice zorlaştırıyor, buna rağmen çalışmalar tüm hızıyla devam ediyordu. Hatta açlık o kadar fazlaydı ki, insanlar karınlarına taş bağlamak zorunda kılıyordu. Herkesin bir taş bağladığı durumda Efendimiz iki tane taş bağlıyordu. Bir devlet başkanı düşünün ki, bütün ganimetler onun kontrolünde olduğu halde, kendi ihtiyaçlarından çok insanların ihtiyacını düşünüyor, eline geçen her tülü ganimette ashabını öncelikliyor, onlardan arta kalırsa kendisine alıyordu. Bir defasında alınan ganimetlerden evine de götürmesi kendisinden istendiğinde “Ben daha Ashab-ı Suffe’nin karnını doyurmadım” diyerek bu teklifi reddediyordu.
Allah Rasûlünün yaşadığı açlığın farkında olan Câbir, evlerinde bulunan cılız bir hayvanı kesmiş, birazda arpa öğüterek ekmek yapmış ve Efendimizi birkaç ashabıyla birlikte yemeğe davet etmişti. Efendimiz ise yanındaki herkesi birlikte götürmüştü. Kalabalık bir grup Müslümanın geldiğini gören Câbir, yemeğin ancak birkaç kişiye yeteceğini düşünerek telaşlanmıştı. Efendimiz, durumu anlamış ve Allah’a bereketlendirmesi için duada etmişti. Efendimizin duası kabul olmuş, yemek herkese fazlasıyla yetmiş ve Câbir’in ailesine de yemek kalmıştı. Allah kendi rızası için samimi bir şekilde çabalayan Efendimiz ve kullarına el-Kerim ismiyle tecelli ederek ikramda bulunmuştu.
Hassan b. Sabit başta olmak üzere Müslüman şairler, okudukları şiirlerle askerleri motive ediyor, Efendimiz de şairlerin şiir okumasını teşvik ediyor, bazen kendisi de şiir okuyor, sahabeler de O’na eşlik ediyorlardı. Kazı çalışmaları devam ederken, Müslümanlar büyük bir kayaya rastlıyor ve çabalamalarına rağmen kayayı bir türlü kıramıyorlardı. Bunun üzerine Efendimize haber veriyorlar, Efendimiz de “bismillah” diyerek taşa her vurduğunda taştan kıvılcımlar çıkıyor ve Efendimiz; her çıkan kıvılcımın Müslümanların ileride Bizans, Sasanî ve Mısır saraylarının feth edileceğinin müjdesi olduğunu söylüyordu. Münafıklar ise, Efendimizin bu sözlerini alay konusu yapıyor; “Biz güvenli bir şekilde tuvalete gidemiyoruz, o kalkmış Bizans ve Sasanîlerin saraylarının feth edileceğinden bahsediyor” diyorlardı. Vaka olarak söyledikleri doğruydu, lakin onlar, Allah’ın kullarına yardım edeceğine iman etmiyorlardı. Kur’an münafıklarında o günkü durumlarını şu şekilde bize bildiriyor; “Hani münafıklar ve kalplerinde hastalık olanlar, "Allah ve Resülü bize, ancak aldatmak için vaadde bulunmuşlar" diyorlardı.” (Ahzab, 12)
Kureyş, 4 bin asker, 200 atlı ve 1000 deveden oluşan bir orduyla gelmiş ve Rûme bölgesine karargâh kurmuşlardı. Sancaktarlığını Osman b. Talha yapıyordu. Gatafân kabilesi de 600 kişilik bir orduyla Medine’ye yaklaşmıştı. Bu durumun dehşetini Rabbimiz kitabında şu şekilde beyan ediyor; “ Ey iman edenler! Allah'ın size olan nimetini hatırlayın. Hani (düşman) ordular üzerinize gelmişti de biz onların üzerine bir rüzgar ve göremediğiniz ordular göndermiştik. Allah yaptıklarınızı hakkıyla görmektedir. Hani onlar size hem üst tarafınızdan hem alt tarafınızdan gelmişlerdi. Hani gözler kaymış ve yürekler ağızlara gelmişti. Siz de Allah'a karşı çeşitli zanlarda bulunuyordunuz. İşte orada mü'minler denendiler ve şiddetli bir şekilde sarsıldılar.” (Ahzab, 9-11)
Ancak, iman ettim demekle ve Peygamberimizi Medine’ye davet etmekle bu tür durumlarla karşı karşıya kalacaklarını, mallarını ve canlarını cennet karşılığında Allah’a sattıklarının bilincinde olan Müslümanlar, Allah’ın da kalplerine sükûnet indirmesiyle söyle demişlerdi; “Mü'minler düşman birliklerini görünce, "İşte bu Allah'ın ve Resülünün bize vaad ettiği şeydir. Allah ve Resülü doğru söylemişlerdir" dediler. Bu onların ancak imanlarını ve teslimiyetlerini artırmıştır.” (Azhab, 22)
Efendimiz, Medine’de yerine Abdullah İbn Mektûm’u vekil olarak bıraktı, kadın ve çocukların kalelere ve evlere sığınmaları söyledi ve 3 bin kişiden oluşan ordusuyla düşmana karşı çıktı. Kazılan hendeğin diğer tarafında bulunacak, hendeği geçmeye yeltenen olursa onların işlerini bitireceklerdi.
Ebû Süfyân hendeği karşısında gördüğünde, bu uygulamanın Arapların bildiği bir uygulama olmadığını söyleyerek, hendeğin nasıl aşabileceğinin yollarını aramaya başladı. Müslümanlar, karşı taraftan hendeğe yaklaşarak aşmaya çalışan düşmanı ok yağmuruna tutuyorlardı. Müşriklerin hendeği aşmak çabaları gün boyu devam ediyor, Müslümanlar da onların hendeği aşmaması için savunmaları gece karanlığına kadar devam ediyorlardı. Korku namazı da henüz emredilmediği için öğle ve ikindi namazlarını ancak akşam vaktinde kaza olarak kılabilmişlerdi. Kafirlerin cengaver savaşçılarından olan Amr b. Abdivüdd ve beraberindeki bazı adamları hendeğin en dar yerini tespit ederek oradan hendeği aşmayı başarmışlardı. Karşılarına Hz. Ali ve bir grup Müslüman çıkmıştı. Hz. Ali, Amr b. Abdivüdd’ü mübarezeye davet etmiş ve neticede onu öldürmüştü. Diğerleri korkuya kapılıp kaçmayı başarmış, yalnız içlerinden bir kişi kaçarken hendeğe düşmüş ve Müslümanlar tarafından öldürülmüştü.
İki ordu, karşılıklı ok atışlarıyla birbirlerine kayıplar vermişlerdi. Müşrik ordudan 10 kişi, Müslümanlardan da 6 kişi şehit olmuştu. Ayrıca iki taraftan da yaralananlar vardı. Medine’nin İslâm yurdu olmasında en fazla emeği geçenlerden birisi olan Sa’d b. Muâz’da, kendisine isabet eden bir okla şiddetli bir şekilde yaralanmıştı. Sa’d; Eğer ileride Kureyşin Medine’ye saldırmasıyla savaş olacaksa, o savaşta savaşmak için Allah’tan kendisine ömür vermesini, yoksa hayırlı bir şekilde ölümü kendisine nasip etmesini istemişti. Ayrıca Kureyza oğullarının da ihanet ettikleri haberi kendisine gelince, onların akıbetlerini görünceye kadar Allah’tan ömür istemişti.
Hendek savaşı devam ederken, Ben-i Nâdir Yahudilerinin lideri Huyey b. Ahtab, Kureyzaoğlullarına gelip; müşrik orduya yardım etmeleri halinde Müslümanların yenileceğini, bu şekilde de Müslümanlardan kurtulmalarının mümkün olacağını, aksi halde ileride onlarında kendileriyle aynı akıbete uğrayacaklarını söyledi. İlk başlarda Huyey b. Ahtab’ın fikrine sıcak bakmayan Kureyzaoğulları, sonra ikna olarak savunmasız bir şekilde kalan Medine’ye saldırma kararı alıyorlar. Müslümanların evlerine saldıran Yahudileri, Müslüman kadınlar, yaşlılar ve çocuklar engellemeye çalışıyorlardı. Bu ihanetten haberdar olan Allah Rasûlü Mesleme b. Eslem komutasında 200 kişilik bir birlik, Zeyd b. Hârise komutasında da 300 kişilik başka bir birlik Medine’ye gönderdi. Ayrıca, Evs ve Hazrec’in liderleri olan, Sa’d b. Muâz ve Sa’d b. Ubade’yi de konuyu araştırmaları için Medine’ye gönderdi. Yahudiler ile görüşen bu liderler, Yahudilerden; Müslümanlarla artık hiçbir ahitlerinin olamadığını ifade eden sözlerini işittiler. Efendimize dönerek Kurayzaoğullarının da Adal ve Kârre kabileleri gibi Müslümanlara ihanet ettiklerini söylediler.
Efendimiz, Evs ve Hazrecle yıllarca müttefik kalan Yahudiler ile ilgili karar verirken bu iki kabilenin de durumun farkında olmalarını, Yahudilere karşı adil davrandığını onlarında bilmelerini istiyordu. Bundan dolayı da Kureyzaoğullarının müttefiki olan Evs kabilesinin liderlerinden olan Sa’d b. Muâz’ı da olayı araştırarak ihanetlerine bizatihi şahit olması için Medine’ye göndermişti.
Allah Rasûlü Medine’ye karşı başlatılan bu baskını kırmak için, Gatafân kabilesi reisi Uyeyne b. Hısn’a, savaştan çekilmeleri karşılığında o yıl Medine mahsullerinin yarısını vermeyi teklif etmeyi düşünüyordu. Konudan haberdar olan Sa’d b. Ubâde, bu teklife karşı çıkarak şunları söylüyordu; “Biz bu adamlara şirk dönemindeyken bile, Medine mahsullerinden bir şey vermedik. Allah bizi İslâm ile şereflendirdikten sonra ne diye verelim. Vallahi bizim bunlara kılıçtan başak verecek bir şeyimiz yoktur.” Allah Rasûlü de, Ensâr’ın bu görüşüne tabi olarak Gatafânlılara Medine’nin mahsüllerini vermekten vaz geçiyordu.
Bu sırada Gatafânlı Nuaym b. Mes’ud Müslüman olarak Efendimizin yanına geliyor. Müslüman olduğunu fakat kavminin bundan haberi olmadığını söylüyor. Efendimiz de kendisinden eğer yapabilirse kâfir topluluklar aralarındaki birliği bozmasını istiyor.
Nuaym’da ilk önce Kurayzaoğullarına giderek; kendilerine ne kadar değer verdiğini, daha önce Kaynuka ve Nadiroğullarının başına gelenleri hatırlattıktan sonra, yarın Gatafân ve Kureyşin çekip memleketlerine gideceğini, onların ise yurtları Medine olduğu için bir yere gitmelerinin söz konusu olmayacağını, dolayısıyla Müslümanlarla Medine’de kalacaklarını hatırlarıyordu. Sonrada eğer Kureyş ve Gatafân kabilesinin Müslümanların işini tamamen bitirene kadar bazı adamlarını kendilerine rehin vermedikleri sürece onlarla birlikte savaşmamaları gerektiğini söylüyordu. Kureyzeoğulları bu öneriyi makul buluyorlar.
Nuaym, sonra Kureyşlilerin yanına gidiyor ve; Kureyşin iyiliğini düşünen birisi olduğundan bahsediyor. Sonra da Kurayzaoğullarının Müslümanlara yaptıkları ihanetten vazgeçtiklerini, bunun telafisi için Kureyşten birtakım adamlar isteyerek Müslümanlara teslim edeceklerine dair söz verdiklerini söylüyordu. Bu sebeple, eğer Kureyzaoğulları kendilerinden adam isterlerse onlara kimseyi vermemeleri gerektiğini söylüyordu.
Nuaym, daha sonra aynı şekilde Gatafânlılara da gitti. Kureyşe söylediklerinin bir benzerini onlarada söyledi.
Ebû Süfyân bir sonraki gün Kurayzaoğullarına adam göndererek haberin doğru olup olmadığını anlamak için, savaşa katılmalarını söyledi. Yahudiler ise; o gün cumartesi olduğu için savaşamayacaklarını, ayrıca Kureyş kendilerine rehine vermedikleri sürece onlarla savaşa devam etmeyeceklerini söylediler. Bunun üzerine Ebû Süfyân Nuaym’ın doğru söylediğini düşündü. Kureyş, rehine vermeyince Yahudiler de Nuaym’ın doğru söylediğini düşündüler. Nuaym b. Mes’ud’un bu şekilde kurnazca bir planla aralarındaki ittifak bozulmuş oldu.
Allah Rasûlü de Allah’tan yardım isteyerek şunları söylüyordu; “Ey Kitabı indiren, hesabı çabucak gören Allah’ım! Düşman ordularını bozguna uğrat. Allah’ım! onların birliklerini dağıt, düzen ve dengelerini alt-üst eyle.”
Nitekim Allah, kafirlerin kalplerine korku salmış ve şiddetli rüzgarlarını göndererek çadırlarını yerinden sökülüp atılmış ve düşmanın artık kum fırtınasına dayanacak güçü kalmamıştı. Bunun üzerine Ebû Süyfan, geri çekilmek için orduya talimat verdi ve kendisinin Mekke’ye dönmek için yola çıkacağını söyledi. Azhab savaşının akıbetiyle ilgili olarak bir âyette şu şekilde buyurulur; “Allah inkar edenleri, hiçbir hayra ulaşmaksızın kin ve öfkeleriyle geri çevirdi. Allah, savaşta mü'minlere kâfi geldi. Allah kuvvetlidir, mutlak güç sahibidir.” (Ahzab, 25)
Bir ay kadar süren kuşatmada, kâfirler o güne kadar hazırladıkları en büyük orduyla Müslümanları yenememiş, adeta bir daha Müslümanlarla karşı karşıya gelecek durumları kalmamıştı. Efendimiz ise bu hakikati şu ifadelerle dile getiriyordu; “Artık bundan sonra onlar bize değil, biz onlara saldırıp savaş açacağız ve üzerlerine yürüyeceğiz”
İBRETLER VE DERSLER
- Birçok savaşların arkasında Yahudilerin karanlık parmakları vardır! Tarihin birçok döneminde Yahudiler, içerisinde yaşadıkları toplumlarda fitne ve fesadın baş müsebbibi olmuşlardır. Birçok topluluğun diğerleriyle savaşmalarının arkasında bunların provokelerinin olduğunu görmekteyiz. Günümüzde de, özellikle silah sanayiini elinde bulunduran Yahudi lobilerinin, menfaat sağlamak için savaşlar çıkartarak bu savaşlardan beslendiklerini görmekteyiz. Aynı durum Efendimiz dönemindeki Yahudiler içinde söz konusuydu. Müslümanlara zarar vermek için her daim faaliyette olmuşlar, Müslümanlara saldırmaları için diğer müşrik kabileleri her daim teşvik ederek Müslümanlara karşı savaşmalarını istemişlerdir. Ahzab savaşının oluşmasına baktığımızda da bir grup Yahudi’nin, önce Mekkelileri sonrada Gatafânlıları savaşa teşvik etmesiyle başladığını görmekteyiz. “Yahudiler "Allah’ın eli bağlanmış!" dediler. Asıl kendi elleri bağlanmıştır ve söyledikleri yüzünden lânetlenmişlerdir. Aksine O’nun iki eli de açıktır, dilediği gibi verir. Rabbinden sana indirilen, onlardan birçoğunun azgınlığını ve inkârcılığını kuşkusuz arttıracaktır. Onların arasına kıyamete kadar sürecek düşmanlık ve kin saldık. Ne zaman savaş ateşini tutuşturmuşlarsa Allah onu söndürmüştür. Onlar yeryüzünde bozgunculuk için çaba harcarlar; Allah ise bozguncuları sevmez.” (Mâide, 64)
- Allah ve Rasûlü gerçeği vadetmiştir! İman etmek ve iman edenlere yüreğini ve yerini-yurdunu açmak, dünyayı düşman olarak karşına almak demektir. Bütün bu risklere rağmen Müslümanları himaye etmek de ancak samimi mü’minlerin yapabileceği bir yiğitliktir. Akabe bey’atların da gündeme geldiği gibi oluyor, Müslümanları ortak düşman olarak gören kâfirler, bir birlik oluşturarak Medine’ye saldırma kararı alıyor ve bu kararlarını uygulamaya koyuyorlar. Müslümanlar da, iman etmenin her türlü bedel ödemeyi göze almak olduğunu bildiklerinden, kendilerinden öncekilerin başlarına gelenlerin kendi başlarına da gelmeden cennete gitmenin mümkün olmayacağına iman ettiklerinden dolayı, bu durum karşında şaşırmamış aksine bekledikleri bir durumla karşı karşıya olduklarını düşünmüşlerdir; “Müminler düşman kuvvetlerini karşılarında görünce; "Bu, Allah’ın ve resulünün bize vaad ettiği durumdur, Allah ve resulü hep doğru söyler" dediler; bu onların ancak imanlarını ve teslimiyet duygularını arttırdı.” (Ahzab, 22)
- İstişare ve tecrübe başarı getirir! İstişaresiz doğruya ulaşma şansınız bir iken, istişare de ise, istişare ettiğiniz insanların sayısı kadardır. Hele bir de konunun ehli ve tecrübesi olan insanlarla yaptığınız istişarede daha sağlıklı sonuçlar ulaşmanız söz konusu olacaktır. Efendimiz, olası bir Medine kuşatmasında nasıl bir savaş stratejisi geliştirme konusunda yaptığı istişarede, Selmân-i Fârisî’nin önerisiyle hendeklerin kazılması fikrini uygun bularak o şekilde hareket ediliyor ve netice de savaştan başarılı bir şekilde çıkıyordu.
- El birliği etmek nice zor olan işleri kolaylaştırır! Bir atasözü vardır. “Bir elin nesi var, iki elin sesi vardır” Bir elin başaramayacağı nice şeyleri iki el bir araya gelerek başarabilmektedir. Allah için yapılması gereken nice zor görünen işler, el birliği edilince kolay şekilde aşılabilmektedir. Görev üstenen veya görev verilen kişiler, görevlerini ne kadar iyi bir şekilde yaparlarsa neticeye ulaşma durumları da o kadar yakın olur. Görevlerin aksatılması durumunda ise, neticeye ulaşma şansları o kadar uzak olur. Allah Rasûlü ahzab savaşı öncesi hendeklerin kazılmasını Müslümanlar arasında pay ederek herkese görev veriyor ve neticede de Müslümanlar el birliği yaparak kısa zamanda hendek kazma işlemini tamamlıyorlar.
- Hedefi olmayan insanlar başarılı olamaz, hedefi küçük olan insanlar da ancak küçük işler yapabilirler. Hedefiniz olmadığın da, olmayan hedefiniz için bir çaba ortaya koymayacağınız için başarılı da olamayacaksınızdır. Hedefini küçük tutan insanlar da, ulaşmak istedikleri o küçük hedefleri için küçük planlar yapar ve küçük işlerle uğraşırlar. Genel itibariyle de bu tür insanlar belirlemiş oldukları o küçük hedeflerine ulaşınca bunu kendileri için yeterli görerek başka hedefler belirlemezler. Bir Müslümanın hedefi ise asla küçük olmamalıdır. Dünya ile sınırlı olmamalıdır. Belirlemiş olduğu siyasal hedefler, yaşadığı bölgeyle sınırlı kalmamalıdır. Bütün dünyadan zulmü kaldırmak gibi kendisine bir hedef belirleyen Müslüman, bu yüce hedefi bir kenara koyarak hedefini sadece kendi bölgesinde ki zulmü ortadan kaldırmakla sınırlı göremez. Efendimiz, Medine’yi bile korumanın çok güç olduğu bir durumda, Müslümanların hedeflerini Medine’yle sınırlı tutmamaları için Bizans, İran ve Mısır gibi yerlerin de hedefler arasına alınması gerektiği hatırlatmaktaydı. Hendek kazılırken karşılaşılan kaya, Efendimiz tarafından parçalanırken Bizans, İran ve Mısır’ın fetih müjdesinin verilmesini bu konuyla ilgili bir örnek olarak görmek gerekir.
- Bereketin kaynağı Allah’tır! Allah’ın isimlerinden bir tanesi de el-Kerim’dir. Yapacağı ikramında bir sınır bulunmayan Allah, dilediği kulları için verdiği nimetleri dilediği kadar bereketlendirir. Eğer insan Allah’ın razı olduğu kullardan olurlarsa, Allah o kullarına verdiği nimetleri bereketlendirir. Az olan şeyleri çok yapar. Az sayıdaki asker, çok sayıdaki askere Allah’ın ikramıyla galip geldiği gibi, az olan nice nimetler de çok sayıdaki insana yetecek kadar çoğalır. Hendek kazılırken karını aç olan Allah Rasûlünü doyurmak için, bir kaç kişiye ancak yetecek Hz. Câbir’in cılız keçisi ve ekmeğinin, Efendimizin duası neticesinde Allah’ın da bereketlendirmesiyle, çok sayıda insana yetmesi örneğinde olduğu gibi.
- Savaş hiledir! Normal şartlarda caiz olmayan hususların bir kısmı savaş şartlarından caiz olmaktadır. Sizi yok etmek için üzerinize gelen düşmana karşı, siz; “ahlâki değildir” diyerek onların hilelerine karşı sizlerin de hileye başvurmamanız doğru değildir. Düşmanı aldatmak için başta yalan olmak üzere bir takım gayri ahlâki yollara başvurabilirsiniz. Savaşta düşmanın gücünü kırmak ve zayıflatmak esas olduğundan bu hedefe ulaşmak için hile ve yalana başvurulması savaş şartlarında sınırlı kalmak şartıyla caiz görülmüştür. Nuaym b. Mes’ud, yalan söylemiş ve bir hileyle düşmanın gücünü ve birbirlerine olan güvenleri zedelenerek dağılmalarına sebebiyet vermişti.
- Düşmanı teke indirmenin önemi! Çok sayıda düşman ile aynı anda savaşmak ve başarılı olmak çok zor hatta çoğu zaman mümkün değildir. Bunun için düşmanı teke indirmek çok önem arz etmektedir. Birisiyle mücadele ederken diğeri ile antlaşma yaparak manevra alanını genişletmek gerekir. Bunun için Efendimiz, ahzab savaşında Medine’yi kuşatan düşmanlar tamamen çekilmeden Kurayzaoğulları ile savaşmamıştır.
- Her toplumun siyasal üstünlük anlamında da bir eceli vardır! Hiçbir toplum ebedi olarak siyasal üstünlüğünü sürdürememiş, mutlaka bir gün üstünlüklerini rakipleri olan toplumlara bırakmak zorunda kalmışlardır. Toplumlar âdaleti tesis etmek için ne oranda gayret göstermiş ve bunu gerçekleştirmişlerse o oranda da siyasal üstünlüklerini sürdürmüşlerdir. Adaletten saparak zulme bulaştıklarında ise sonları kaçınılmaz olmuştur. Bir dönem Arap yarımadasının en güçlü kabilesi Kureyş iken, âdalet dini olan İslâm’ı reddedip, o dinin müntesiplerine zulmettiklerinde Allah onlardan bu üstünlüğü alarak Müslümanlara vermiştir. Toplumsal sünnetullah (Allah’ın toplumlar için koyduğu değişmez yasaları) bunu gerektirmektedir. Allah’ın toplumlar için belirlediği bu sünnetullah değişmemektedir; “…O günleri biz insanlar arasında döndürür dururuz (zaferi bazen bir topluma bazen öteki topluma nasip ederiz.) Ta ki Allah, iman edenleri ortaya çıkarsın ve aranızdan şahitler edinsin. Allah zalimleri sevmez.” (Âli İmrân, 140) Efendimiz de bu ilahi sünnetullah’tan dolayı; “Bu günden sonra Kureyş bize savaş açamayacaktır” diyerek, Allah’ın siyasal üstünlük nimetini kendilerine nasip edeceğini söylemiştir.
- Zafer ve galibiyet ancak Allah’tandır. Savaşta başarılı olmak için, asker gücü ve savaş ekipmanlarına sahip olmanın önemi kadar, Allah’ın yardımının da önemi büyüktür. Çünkü, sizin asker ve ekipmanlarınız ne kadar güçlü olursa olsun eğer Allah size zaferi dilememişse sizin başarılı olmanız mümkün olmayacaktır. Allah’ın yardımına mazhar olarak zafer elde etmek için, Müslümanlar hem adam gücü, hem de savaş araç ve gerekçelerine sahip olmaları gerektiği gibi ayrıca bunları etkili bir şekilde kullanmaları da gerekmektedir. Müslümanlar üzerlerine düşeni yaptıkları taktirde Allah’ın da yardımına hak kazanmış olurlar. Böylece de Allah zaferi bazen Müslümanların eliyle, bazen de diğer ordularını devreye koyarak nasip eder. Ahzab savaşında Allah, fırtına adlı ordusunu devreye koyarak, kâfirlerin dağılmasını sağlamıştı. “…Zafer, yalnızca mutlak güç ve hikmet sahibi Allah katındandır.” (Âli İmrân, 126)
KURAYZAOĞULLARI GAZVESİ
Nuaym b. Mes’ud’un da dediği gibi olmuş; Müslümanları yok etmek için gelen Kureyş ve Gatafân orduları bir netice almadan, Allah’ın da yardımıyla dağılıp gitmişler ve Kurayzaoğulları, Medine’de Müslümanlarla baş başa kalmıştı.
Kâfirler dağılıp gittiklerinde Efendimiz, Medine’ye dönüyor ve adeti olduğu üzere Mescitte iki rekat namaz kıldıktan sonra istirahat için evine çekilmek istiyordu. Lakin, Yahudilere yaptıkları ihanetin hesabını sormadan dinlenmeye çekilmesinin doğru olmadığını düşünüyor. Müslüman ordu tam dağılmamışken Kureyzaoğullarının üzerine yürüme kararı alıyor. Müslümanlara hitaben ikindi namazlarını Kurayza yurdunda kılmaları talimatını veriyor. Yerine yine, Abdullah İbn Mektûm’u vekil olarak bıraktı, sancağı ise Ali b. Ebû Talib’e verdi. Kurayza yurduna varmadan ikindi namazının vakti çıkmaya yaklaştığında, kimileri; “Namazı yolda kılalım” derken, kimileri de; “Efendimizin kesin emri var, Kurayza yurduna varmadan kılamayız” diyorlardı. Kimileri namazlarını yolda kılarken kimileri de, kazaya bırakarak Kurayza yurduna vardıklarında akşam vakti girince kılıyorlar. Daha sonra konudan haberdar olan Efendimiz, söylediği sözün iki şekilde de anlaşılmasının mümkün olacağını söyleyerek iki grubunda yaptığını onayladı.
Yahudiler, Müslümanların üzerlerine geldiğini gördüklerinde -ki zaten bekliyorlardı- hemen kalelerine sığındılar. Müslümanlar da onları kuşatma altına aldılar. Kuşatma uzun sürdü ve Kurayzalılar müttefik oldukları Medineli bazı Müslümanlarla görüşmek istediler. Efendimiz de Ebû Lübâbe’yi elçi olarak onlara gönderdi. Onu gören Yahudiler ayağa kalktılar ve kadınlar ağlaşmaya başladılar. Yahudilerin teslim oldukları taktirde haklarında ne hüküm verileceğini sorduklarında ise; eliyle boğazını işaret ederek öldürüleceklerini söyledi. Oysa Ebû Lübâbe böyle bir görevle gönderilmemişti. Hatta bu şekilde bir davranışla belki de Yahudilerin savaşa tutuşmalarına sebebiyet verecekti. Yaptığı yanlışın farkına varan Ebû Lübâbe, oradan ayrılarak Mescid-i Nebeviye giderek, kendisini mescidin direğine bağlıyor ve Efendimiz çözünceye kadar da kendisini çözmeyeceğine dair yemin ediyor. Ebû Lübâbe’nin bu durumu Efendimize iletildiğin de ise Efendimiz şunları söylüyordu; “Eğer bana gelseydi bende kendisi için af dilerdim. Madem ki o şekilde yapmayı uygun görmüş, Allah hakkında hüküm verinceye kadar kendi hâline bırakın”
Yaklaşık 25 gün süren kuşatma sonunda Kurayzalıların dirençleri tükendi ve teslim olmak zorunda kaldılar. Erkekleri ayrı bir yere, kadın ve çocuklar da başka bir yere götürüldü. Kurayzalıların müttefiki olan Evsliler, Hazreçlilerin mütetefikleri olan Kaynukaoğullarına davranıldığı gibi Kureyzaoğullarına da iyi davranılmasını istediler. Efendimiz de onlar hakkında Evslilerden birisinin hüküm vermesini istiyordu. Liderlerinden olan Sa’d b. Muâz’ı hüküm vermesi için seçiyorlar. Sa’d, o sıralar Hendek savaşında yaralandığı için Medine’de tedavi görüyordu. Kendisine haber gönderilerek oraya çağrıldı. Onu, bir eşeğin üzerine bindirerek getirdiler. Sa’d gelince, Efendimiz Evslilere; “Efendinizi karşılayın” dedi. Evsliler ise Sa’d’a, müttefikleri hakkında merhametle hüküm vermesini istediler. Sa’d ise, hüküm verirken kınamalara aldırmadan hüküm vereceğini söyledi. Sa’d, Efendimize ve Kurayzaoğullarına dönerek vereceği hükmü kabul edip etmeyeceklerini sordu. Onlarda kabul edeceklerini ifade edince, Sa’d’a kararını açıkladı; Erkeklerin öldürülmesi, kadın ve çocukların esir alınması, mallarının ise ganimet olarak alınmasına hükmetti.
Verilen bu hüküm çerçevesinde kaç Yahudin’in öldürüldüğü konusu tarihçiler arasında tartışmalıdır. Kimi tarihçilere göre 40, kimine göre 400, kimine göre de 600-700 kişinin öldürüldüğü söylenmektedir. Bizim, daha doğru gördüğümüz görüşe göre ise, kabilenin önde gelenlerinden bir grup hakkında infaz kararı veriliyor, diğerleri aileleriyle birlikte sürgüne gönderiliyor ve mallarına da el konuluyor. Ben-i Nadir Yahudilerinin lideri olan Huyey b. Ahtab’da Kurayzalılarla birlikte öldürülüyor. Huyey, Kuzayzaoğullaını savaşa teşvik etmek için Medine’ye gelmiş, Kurayzalılar ise, onun da kendi yanlarında kalmalarını şartıyla savaşa katılmayı kabul etmişlerdi. Bu şekilde oda onlarla birlikte ölüme mahkum edilmişti.
Bu olaydan sonra Sa’d b. Muâz için, Mescid-i Nebevi’nin içinde bir yer ayarlandı ve tedavisine orda devam edildi. Lakin kanamaları artan Sa’d, bu kanamalar neticesinde kısa bir zaman sonra Şehid oldu.
Ebû Lübâbe ise, altı gün boyunca mescitteki direğe bağlı kaldı. Namaz vakitlerinde hanımı geliyor ellerini çözüyor, namaz bitince de tekrar kendini direğe bağlıyordu. Nitekim altı gün sonra bağışlandığına dair bilgi geldiğinde, iplerini çözmeye çalışan Müslümanlara müsaade etmiyor, Efendimizin çözmesini istiyordu. Saban namazı için mescide gelen Efendimiz, Ebû Lübâbe’nin ellerini çözüyordu.
EBÛ RÂFİ’NİN ÖLDÜRÜLMESİ
“Hicazlıların tüccarı” unvanına sahip olan Hayberli Yahudi Ebû Râfi, Kurayza Yahudilerinin başına gelenlerden dolayı, Müslümanlara kin besleyen birisiydi. Tüccar olduğu için bölgede tanınan birisiydi. Bu konumunu da kullanarak Müslümanlara zarar vermek için arayışlara başlamıştı. Bundan haberdar olan Hazrec kabilesinden 5 kişi, Efendimize gelerek Ebû Râfi’yi öldürmek için izin istediler. Efendimizde kadın ve çocuklara dokunmamak kaydıyla izin verdi. Bu beş kişilik grubun başına Abdullah b. Atîk’i emir tayin etti. Birlik Hayber’de bulunan Ebû Râfi’ye ait olan kaleye gittiler ve Abdullah b. Atîk diğer arkadaşlarından izin alarak kaleye girmek için kalenin yanına kadar geldi. Tanınmamak için yüzün kapatan Abdullah’ı kapıcı içeriye aldı. Gece oluncaya kadar kale de saklanan Abdullah, gece Ebû Râfi’nin yattığı yere kadar giderek karanlıkta onu bulabilmek için ona seslendi. Abdullah, sesine cevap veren Ebû Râfi’nin üzerine atlayarak kılıç darbelerini ona indirdi. Neticede işini bitirdi. Kaçarken yuvarlandı ve ayağı kırıldı. Buna rağmen kedisini kalenin dışına atmayı başardı. Abdullah, Ebû Râfi’nin ölüp ölmediğini öğrenmek için kalenin yanında saklanarak beklemeye başladı. Nitekim sabah olunca bir adam çıkarak “Hicazlıların tüccarı Ebû Râfi öldürüldü” diye duyuru yaptı. Abdullah, Ebû Râfi’nin öldüğü ilan edince oradan ayrılarak arkadaşlarının yanına gitti. Bazı rivayetler de Ebû Râfi’yi Abdullah b. Atîk’in değil de Abdullah İbn Uneys’in öldürdüğü de söylenmiştir.
İslâm ve Allah Rasûlüne kin ve düşmanlık besleyenlerde birisi de Yemâme reisi Sümâre b. Üsâl’dı. Hatta Museylemetü-l Kezzab’ın Efendimize yönelik gerçekleştirmek istediği suikast için Medine’ye doğru yola çıkmış, yolda Allah Rasûlünün o bölgeye gönderdiği bir birlik tarafından esir alınarak Medine’ye getirilmişti. Sümâre, Mescidin direğine bağlanmıştı. Efendimiz her defasında onun yanından geçerken ona kalbinin durumunu soruyor; o ise kalbinde hayır olduğunu söylüyordu. Eğer kendisini öldürecekse, kan davasından aranan birisini öldüreceğini, af etmesi durumunda kendisine minnettar kalacağını, bağışlanması karşılığında mal istiyorsa istediğinin kendisine verileceğini söylüyordu. Bu diyalog üç gün devam etmiş ve Efendimiz üçüncü gün, Sümâre’nin serbest bırakılmasını emretmişti. Serbest kalan Sümâre, Müslüman olmuş ve Efendimize; “Bundan önce senden nefret ettiğim kadar başka bir kimsenden nefret etmiyordum. Şimdi ise bana senden daha sevimli kimse yok. Daha önce senin dininden nefret ettiğim kadar başka bir dinden nefret etmiyordum. Şimdi ise bana senin dininden daha sevimli bir din yoktur” diyordu.
Umre yapmak için Mekke’ye giden Sümâre’nin Müslüman olduğunu öğrenen Kureyşliler onu kınadılar. Oda, bundan sonra peygamberimiz izin verinceye kadar Kureyşe artık yiyecek maddesi göndermeyeceğini söyledi. Yemâme’den gelen yiyecek maddeleri kesilince, Mekke’de kıtlık baş gösterdi. Mekkeliler Efendimize bir mektup yazarak, akrabalık hakkı için Sümâre ile görüşmesini ve Mekke’ye yiyecek maddesi göndermesi konusunda onu ikna etmesini istediler. Efendimiz de Sümâre’ye mektup yazarak Mekke’ye gıda maddelerini göndermesini ondan istedi. Bu şekilde de Kureyş, yiyecek maddelerine tekrardan ulaşmış oluyordu.
Allah Rasûlü, Recî vakasında Müslümanlara ihanet ederek şehit eden Lihyânoğullarına yönelik bir gazve gerçekleştirdi. Allah Rasûlü Medine’de yerine Abdullah İbn Mektum’u bırakarak, yaklaşık 200 süvari ve 20 atlıdan oluşan bir orduyla üzerlerine gitti. Öncelikle ashabının şehit edildikleri yere giderek, onlara rahmet okuyarak dua etti. Sonra orada karargâh kurarak 2 gün kaldı. İslâm ordusunun geleceğini haber alan Lihyânoğulları dağlara kaçarak gizlendiler. İslâm ordusu herhangi bir çatışma olmadan Medine’ye geri döndü.
Hicretin altıncı yılında, Kureyş kervanının Şam’dan dönmekte olduğu haberini alan Allah Rasûlü, Zeyd b. Hârise komutasında 150 kişilik bir Seriyyeyi, kervanı ele geçirmek için gönderdi. Kureyş kervanının başında Efendimizin damadı Âs b. Rebî bulunuyordu. Zeyd b. Hârise komutasındaki İslâm ordusu kervanı ele geçirdi ve mallarını ganimet alarak Medine’ye getirdiler. Ebû-l Âs, eşi Zeyneb’in yanına giderek, babasından kendisini af ve Mekkelilerin mallarını da onlara iade etmesini Peygamberimizden istemesini ondan istedi. Ebû-l Âs’ın bu teklifini Allah Rasûlü kabul etti ve bütün malları ona iade etti. Ebû-l Âs, Mekkelilerin mallarını Mekke’ye götürerek sahiplerine iade etti ve Medine’ye geri döndü. Müslüman olmaya karar verdi ve Zeyneb’le yeni bir nikâh kıymadan evliliğine devam etti. Bu olay Zeyneb’in Medine’ye gelişinden yaklaşık 3 yıl sonra geçekleşmişti.
İBRERLER VE DERSLER
- Allah’a verdiği sözünde durmayanlar, kula verdikleri sözde hayli hayli durmazlar. Bir insanın güvenilir olup olmadığının en temel ölçüsü Allah verdiği sözde durup durmadığıdır. Allah’a verdiği sözde duranlar, bunun bir gereği olarak insanlara verdikleri sözlerinde de duracaklardır. Yahudiler Allah’a verdikleri sözleri her daim bozdukları gibi, kullara verdikleri sözlerini de çoğunlukla bozmuşlardır. Bunun en temel sebebi ise, kendi menfaatlerine olmadığı zaman kendilerinden olmayanlara karşı Allah indinde bir sorumluluklarının olmadığına dair inançlarıdır. Ben-i Kurayza Yahudileri de, savaş şartlarında Müslümanlarla daha önce yaptıkları antlaşmayı bozarak Müslümanlara ihanet etmiş ve onları arkalarından vurmaya kalkışmışlardı;
“Andolsun ki Allah İsrâiloğulları’ndan söz almıştı. Onlardan on iki de nakîb (temsilci) göndermiştik. Allah onlara şöyle demişti: "Ben sizinle beraberim. Eğer namazı dosdoğru kılarsanız, zekâtı verirseniz, peygamberlerime iman eder ve onları desteklerseniz, bir de Allah rızâsı için borç verirseniz andolsun ki sizin günahlarınızı örterim ve sizi mutlaka altından ırmaklar akan cennetlere koyarım. Artık bundan sonra içinizden kim inkâr ederse kesinlikle doğru yoldan sapmış olur. Ahidlerini bozdukları için onları lânetledik ve kalplerini katılaştırdık. Onlar kelimelerin yerlerini değiştiriyorlar. Kendilerine bildirilenlerden (Tevrat) önemli bir kısmını da unuttular. İçlerinden pek azı hariç olmak üzere onlardan daima bir hainlik görürsün. Sen yine de onları affet, hoşgör. Çünkü Allah iyilik edenleri sever. (Mâide, 12-13)
- Yahudi’nin ipiyle kuyuya inersen, oradan bir daha çıkamazsın. Yahudiler, genel itibariyle Müslümanlara karşı içlerinde taşıdıkları düşmanlıktan dolayı, her daim toplumları Müslümanlarla savaşmaya teşvik etmişlerdir. Günümüzde de, Müslüman toplumların başında bulunan zalimlere, Müslümanlara eziyet etmeleri konusunda baskı yapıyorlar. Yahudi’nin oyununa gelen insanlar, genellikle kaybetmiş veya kaybedeceklerdir. Ben-i Kurayza Yahudilerine Müslümanlarla yapılan savaşta kâfirlere destek vermeleri için baskı yaparak savaşa dâhil eden Ben-i Nâdir Yahudilerin lideri Huyey b. Ahtab, bu şekilde Ben-i Kurayza kabilesinin sonunu getirmiştir.
- Elçinin görevini kötüye kullanması ihanettir! Elçi kendisine verilen görevi aynısıyla yerine getirmekle yükümlüdür. Elçisi olduğu kişi ve kurumu kendisini ne ile yetkilendirdiyse ancak onu yerine getirmekle sorumludur. Eğer bunun dışına çıkarak, kendisine verilemeyen bir yetkiyi kendinde görerek kullanmaya kalkarsa, bu tür bir hareket kendisini görevlendirenlere ihanet kabul edilir. Çünkü onlar adına kullandığı bu yetkiden dolayı zarar görmeleri söz konusu olabilir. Ebû Lübâbe’nin Kurayzaoğullarına elçi olarak gönderilmesi ve elçilik görevinin haricinde birde, Efendimiz adına hüküm bildiren bir tavır takınması neticesinde kendisine uygulanan ceza bunun bir örneğidir. Ebû Lübâbe’nin bu tavrı, teslim olmak durumunda olan Kurayzaoğullarını Müslümanlarla savaşmaya teşvik etmek anlamına gelebilir, çıkacak bir savaşta da Müslümanlar zarar görebilirdi. İşte bütün bu sebeplerden dolayı elçi gönderildiği kurum ve kuruluşlar adına yetki kullanması söz konusu olmamalı, kullandığı taktirde ise hak ettiği şekilde cezalandırılmalıdır.
- Kişinin yaptığı bir hatayı kabul etmesi İslâm ahlâkının güzelliklerindendir. İnsan bir hata yaptığında, o hatasını bir başkasına yüklememesi ve kabahati başkasında değil de kendinde görmesi, İslâm’ın kişiyi kazandırdığı güzel ahlâk örneklerinden bir tanesidir. Bunun tersi olan husus ise, yani kişinin yaptığı hatayı kendinde değil de bir başkasında araması, kabahati başkasında bulması şeytanın/İblisin ahlâkıdır. İblis, Allah’ın; “Âdem’e seçe edin” emrine karşı gelmiş, bunun sebebi olarak da; “Beni azdırmana karşılık” diyerek suçu kendinde görmediği gibi “haşa” Allah’a fatura etmişti. Âdem (a.s.) ise, yasak ağaçtan yeme yasağını çiğnediğinde, kendilerini kandıran şeytan olduğu halde suçu şeytana atmamış, hatayı kendilerinde görmüş ve bunun neticesi olarak da bağışlanmak için Allah’tan af dilemişlerdir. Ebû Lübâbe’de yaptığı hataya bahane aramamış, yaptığı hatanın farkında olarak bağışlanmak için kendine ceza vermiştir.
- Adalet, belirli bir zümre için değil herkes için olmalıdır! Eğer bir toplumda adalet insandan insana, kabileden kabileye, statüden statüye göre değişiyorsa, o toplumda adaletten bahsetmek mümkün değildir. İslâmî bir toplumda hükümler, en üste olan yöneticiden tutunda en altta olan insanların bütünü için aynıdır. Hükümler uygulanırken, suçlunun konumu, destekçisi/dayısı olup olmadığının da bir önemi yoktur. Bu ilke Efendimizin şu sözünde en beliğ bir şekilde ifadesini bulmaktadır; “Kızım Fatıma bile olsa onun elini keserdim.” Kurayza oğullarının yaptıkları ihanet neticesinde müttefikleri olan Evs kabilesi Efendimize müracaat ederek, müttefiklerinin bağışlanması konusunda ısrarcı olmuşlar, netice de Efendimiz onları cezalandırmış, Evs kabilesinin araya girmesinden dolayı onlara hak ettikleri cezayı vermemezlik etmemiştir.
- İnsanların değil, asıl Allah’ın kınamasından korkmak gerekir! Müslüman Allah için yapacağı her iste, insanların ne değini değil de, Allah’ın ne dediğini esas görerek hareket etmelidir. İnsanlar kınayacaklar diye, Allah’ın hiçbir emrini terk edemeyeceği gibi, haram kıldığı hiçbir haramı da işleyemez. Çünkü o bilir ki, insanların kınaması kendisine bir takım zorluklar getirse de, Allah’ın kınamasında olduğu gibi ebedi bir azaba sebebiyet vermez. İşte bütün bunlardan dolayı bir Müslüman hakkı ortaya koyarken, insanların yargılarının ne olacağına değil, Allah’ın kendisini nasıl yargılayacağına bakar. Hakkı söylemek gerektiğinde, insanlar arasında hükmettiğinde, insanlar kınasa da âdaletle ve hakkaniyetle hükmeder. Sa’d b. Muâz’ın Kurayzaoğullarına karşı hüküm verirken yaptığı gibi! Verdiği hükümden dolayı Evs kabilesinden nice insanlar kendisini kınayacağını bildiği halde, adaletle hükmetmiş, insanların kınamasına aldırmamıştır.
- Güzel yaşayanlar güzel ölürler! İnsan nasıl bir hayat yaşarsa ölüme de o şekilde kavuşur. Müslüman olarak yaşamayanlar, Müslüman olarak ölemeyecek ve Müslümanların karşılaşacakları akıbete ulaşamayacaklardır. Hayatlarını haram ve günahlarla geçirenler, sıkıntılı bir hayata öleceklerdir. Hayatını Allah’ın koyduğu ölçüler içerisinde yaşayanlar ise, mutlu bir ölüme öleceklerdir. Yaşamış oldukları güzel hayatı güzel bir ölümle taçlandıracaklardır. Tıpkı Sa’d b. Muâz gibi! Medine’yi İslâm şehri yapan birkaç kişiden birisi olan, İslâm davasının yılmaz bekçiliğini yapan o güzel insanın ölümü de şehadetle oluyor. İnşaAllah da Rabbinin kendisi için hazırlamış olduğu o güzel nimetlere bu şekilde ulaşmış oluyordu.
- Müslüman toplumun güvenliğini yok etmek için çalışanların yaşam hakları yoktur. Bu kimselere karşı harekete geçilmediği taktirde, bunların oluşturduğu fitne daha fazla zararlara sebebiyet verebilir. İşte bu sebeplerden dolayı, Efendimiz fitnenin körükleyicisi olan Arapların Tüccarı ünvanlıyla bilinen Ebû Râfi’nin suikastla öldürülmesine izin vermiştir. Ebû Rafi Hendek/Ahzab savaşının baş müsebbiplerinden birisiydi. Kureyş ve Gatâfan kabilelerini savaşa katılmak için ikna eden grubun içerisindeydi.
- Size karşı en fazla nefret besleyeni, sizi en çok seven yapabilmek! Asıl maharet düşmanı dosta çevirebilmektir. Eğer siz insanlara merhametle muamele eder ve bunu ona hissettirebilirseniz, nice düşmanlarınızı dost haline getirebilirsiniz. Sizi yok etmek için gelenleri siz güçlüyken affederseniz, bu kimseler sizin en büyük dostunuz olurlar. Yemâme’nin reisi Sümâre işte tamda bu kimselerdendi. Efendimizi öldürmek için gelmişti. Lakin Efendimizin ona olan davranışlarından ve neticede de af etmesinden dolayı İslâm’ı tercih etmiş ve yakın bir dost oluvermişti.
- Düşmanın silahıyla silahlanamayız! Düşman bizimle mücadele ederken her tülü yöntemi kullanabilir. Lakin biz, dinimizin bizim için belirlediği ölçülerin dışına çıkamayız. Kureyş Müslümanlara Mekke’deyken her tülü zulmü reva görmüş, tam üç yıl boyunca boykot uygulamışlardı. Lakin Efendimiz buna muktedir olduğu bir zamanda bunu yapmamıştır. Kureyş’e boykot uygulayarak bir daha Yemâme’den hububat göndermeme kararı alan Yemâme lideri Sümâre’ye, Efendimizin boykotu kaldırarak Kureyşe hububat göndermesini istiyor, daha önce Kureyş’in kendisine yaptığı boykotu Kureyşe uygulamıyordu. Efendimiz isteseydi Mekkelilere boykot uygulayabilir, bununla da Kureyşi kendisine itaat etmeye zorlayabilirdi. Mekke’de İslâm ve Müslümanlara düşmanlık yapanlar toplum içinde azınlık olan oligarşik liderlerdi. Mekke’ye uygulanacak boykottan zarar görecek olanlar ise bu zümre değil, masum insanlar olacaktı.
MUSTALIKOĞULLARI GAZVESİ
Mustalıkoğulları, Huzâa kabilesinin bir koludur. Huzâalılar genel olarak Müslümanlarla işbirliği yaparken Mustalıkoğulları ise Kureyş ile işbirliği yapıyorlardı. Efendimize, Mustalıkoğullarının Müslümanlara karşı savaş hazırlığında olduğuna dair bir haber geldi. Efendimiz haberin doğruluğunu araştırması için Büreyde b. el-Husayb’ı oraya gönderdi ve neticede haberin doğru olduğunu öğrendi. Bunun üzerine, Medine’de yerine Zeyd b. Hârise’yi vekil bırakarak 700 kişilik bir orduyla hemen Mustalıkoğullarının üzerine gitti. Mustalıkoğulları Müreysî suyunun başında toplanmışken buldu ve ani bir baskın yaptı. Neticede mallarını ganimet, savaşcılarınıda esir olarak aldı. Esir alınanlar arasında Mustalıkoğullarının lideri Hâris b. Ebî Dirâr’ın kızı Cüveyriye de vardı. Ordu Medine’ye döndüğünde Efendimiz onu azat etti ve oda Müslüman oldu. Sonra Efendimiz onunla evlendi. Bu hadise üzerine Mustalıkoğullarından bazıları Müslüman oldular ve geri kalanları da Efendimizin akrabalarıdır diye Müslümanlar tarafında azat edildiler.
Bu savaş sırasında Müslümanların karşılaştığı iki önemli hadise söz konusudur. Bu hadiseler Medine İslâm toplumu içinde bir çıban gibi bulunan ve her daim Müslümanlara zarar veren Münafıkların sebebiyet verdiği hadiselerdir.
Birincisi; Medineli bir Müslüman ile Muhacir’den olan bir Müslüman arasında kuyudan su alma konusunda tartışma yaşanmıştı. Bunun üzerine Ensâr’dan olan kişi, Ensâr’ı yardıma çağırırken, Muhacirden olan kişi de Muhacir’i yardıma çağırıyor. Ortam bir anda geriliyor ve Müslümanlar neredeyse birbirleriyle savaşacak duruma geliyorlar. Olaydan haberdar olan Efendimiz, olaya hemen müdahale ederek durumu yatıştırıyor, şeytanın Müslümanlar arasına sokmak istediği fitneyi bu şekilde önlenmiş oluyordu. Lakin olay bu kadarla kalmıyor, münafıkların reisi durumundaki Abdullah İbn Ubey b. Selül, Medinelilere dönerek; “Yurtlarını açtığınız ve ekmeğinizi paylaştığınız adamların size ne yaptığını görmüyor musunuz? Beslediğiniz kargalar yarın sizin gözünüzü oyacaklar” diyor. Ve şu şekilde devam ediyor; “And olsun eğer Medine’ye dönersek, en üstün olanlar, en zelil olanları oradan mutlaka çıkaracaktır.” Abdullah İbn Übey’in bu söylediklerini duyan Zeyd b. Erkam, durumu Efendimize bildiriyor. Efendimiz Abdullah İbn Übey’i yanına çağırtarak haberin gerçek olup olmadığını soruyor. Abdullah İbn Übey, yalan söyleyerek haberin doğru olmadığını, kendisine iftira atıldığını söylüyor. Nitekim konuyla ilgili Münafikun sûresi nazil olarak Zeyd b. Erkam’ın söylediklerinin doğru olduğu teyit ediliyor. Konuyla ilgili âyet şöyledir; “Onlar, "Andolsun, eğer Medine'ye dönersek, üstün olan, zayıf olanı oradan mutlaka çıkaracaktır" diyorlardı. Halbuki asıl üstünlük, ancak Allah'ın, Peygamberinin ve mü'minlerindir. Fakat münafıklar (bunu) bilmezler.” (Münafikun, 8)
Bu hadise üzerine Abdullah İbn Übey’in cezalandırılacağına dair bir haber ortaya çıkıyor. Bu münafığın oğlu, -ki samimi bir Müslümandı- Abdullah, Efendimizin yanına giderek konunun doğru olup olmadığını soruyor ve eğer babasının infaz edilmesi gibi bir durum söz konusu ise bunu kendisinin yapmak istediğini söylüyor. Başka bir Müslümanın bu infazı gerçekleştirdiği taktirde, babasının katili olduğu için ona kin beslemesinin söz konusu olabileceğinden endişe duyduğunu söylüyor. Bunun üzerine Efendimiz, babasına herhangi bir ceza verilmeyeceğini söylüyor. Lakin babasının yaptıklarından rahatsız olan Abdullah, ordu Medine’ye girerken, babasını eve sokmuyor ve Allah Rasûlü izin vermediği sürece de eve girmesine müsaade etmeyeceğini söylüyor. Oyandan haberdar olan Efendimiz, Abdullah’a haber göndererek babasını eve almasını istiyor. Hatta Abdullah babasının normal olarak değilde ancak sürünerek eve girmesini izin veriyor ve bu şekilde de zelil olanın kim olduğunu ona göstermeye çalışıyordu.
İkinci hadise ise şu şekildeydi;
Ordu gazveden dönerken Medine yakınlarında bir yerde konakladı. Efendimiz savaşa gideceği zaman hanımlarından birisini de yanında götürüyordu. Hangi hanımının kendisiyle birlikte savaşa katılmasını belirlemek için de kura çekiyordu. Mustalıkoğulları gazvesinde de kura Âişe annemize çıkmıştı. Âişe annemiz, bir devenin üzerine hazırlanan dört tarafı örtülerle kapalı olan “hevdec” içerisinde yolculuk yapıyordu. Ordu konakladığıda tuvalet ihtiyacını görmek için ordudan uzaklaşan Âişe annemiz, geri dönerken gerdanlığını düşürdüğünü fark ediyor ve gerdanlığını aramak için geri dönüyor. Gerdanlığını bulup ordunun bulunduğu yere döndüğünde ise ordunun gittiğini görüyor. Kendisinin hevdecin içinde olmadığını fark ettiklerinde aramak için geri geleceklerini düşünerek orada bekliyor. Efendimiz savaşlara giderken, ordunun konakladığı yerleri geriden kontrol etsin diye birisini görevlendirirdi. Bu savaşta da Safvân b. el- Muattal’ı görevlendirmişti. Safvân, ordunun konakladığı yeri kontrol etmek için gittiğinde Âişe annemizin orada olduğunu görüyor. Âişe annemizi devesine bindiriyor, kendiside devenin yularını çeker bir vaziyette orduya yetişiyorlar.
Bunu gören münafıkların lideri Abdullah İbn Übey, Efendimize bir darbe daha indirme fırsatı bulduğunu düşünerek Âişe annemiz ile Safvân’ın zina ettiklerini iddia ediyor ve bu haberi ordu içerisinde yayıyordu. Münafıklar Medine’ye döndüklerinde de bu iftirayı yaymaya devam ettiler. Kısa bir zaman sonra herkes bu konuyu konuşur oldu. Bazı Müslümanlarda bu iftiraya maalesef inanır oldular.
Âişe annemiz Medine’ye döndüğünde hastalandı ve bir ay kadar hastalığı devam etti. Daha önce hastalandığı zamanlar peygamberimizin kendiyle daha fazla ilgilendiğini bilen Âişe, Efendimizin kendisine karşı olan soğuk tavırlarına bir anlam veremiyordu. Âişe annemiz hastalığını babası Hz. Ebû Bekr’in evinde geçiriyor, ara ara Efendimiz uğruyor; “Nasılsın” diyerek onunla çok fazla ilgilenmiyordu.
Medine’ye döndüklerinde iftiradan haberdar olan Efendimiz, insanlar namaz için mescide toplandıklarında bir hutbe okuyarak kendi ailesine karşı girişilen bu iftira hadisesinden dolayı Allah’tan korkmalarını tavsiye etti ve bu iftiraya son vermelerini istedi. Bırakın son vermeyi, münafıkların çabasıyla her geçen gün daha da fazla konuşulur oldu. Konuyla ilgili bir vahiy de gelmediğinden, Efendimiz konuyu Hz. Ali, Usâme b. Zeyd gibi bazı yakınlarıyla istişare etti. Hz. Ali, Âişe annemizi boşayabileceğini söylerken diğerleri; bunun bir iftira olduğunu Âişe annemizi nikâhında tutması gerektiğini söylediler. Hz. Âişe annemizin hizmetçisi olan Berire ile de görüşen Efendimiz, Berire’den sadece şu sözleri işitti; “Ben onun hakkında hep hayır bilirim. Onun tek eksiği ekmek pişirirken oyuna dalar ekmekleri yakardı”.
Hz. Âişe annemiz, Ümmü Mistah’ın kendisine söylemesiyle günler sonra ancak iftiradan haberdar oldu. Anne ve babasının yanına dönerek olayın gerçek olup olmadığını sordu. Doğru olduğuna dair cevap alınca çok üzüldü ve günlerce odasına çekilip ağladı. Böyle bir durumdayken Efendimiz gelerek ona şunları söyledi; “Ey Âişe! Seninle ilgili olarak bana şöyle şöyle bir haber ulaştı. Eğer suçsuzsan kuşkusuz Allah seni temize çıkaracaktır. Yok eğer bir günah işlemişsen, Allah’tan af dile ve O’na tevbe et. Zira kul, günahını itiraf edip Allah’a tevbesini arzederse, Allah da onun tevbesini kabul eder”
Efendimizin bu söylediklerine karşı anne ve babasının da bir şey söylemediğini gören Âişe annemiz; Allah’a yemin ettikten sonra bu iftiranın onları ne kadar etkilediğini, kendisinin böyle bir şey yapmadığını söylese dahi kendisine inanmayacaklarını, aksini söylese hemen inanacaklarını söyledikten sonra, kendi durumunun Yusuf (a.s.) için, Yakub (a.s.)’ın durumu gibi olduğunu söyledikten sonra Yakub (a.s.)’ın söylediği şu sözü hatırlattı; Artık tek çarem güzelce sabretmektir. Dediğinize ancak Allah’tan yardım istenir” (Yusuf, 18)
Daha Allah Rasûlü oradan ayrılmamıştı ki, Âişe annemizin temiz olduğuna dair âyetler nazil oldu. Allah Rasûlü şu sözleriyle müjdeyi verdi; “Müjde sana Ey Âişe! Allah Teâlâ seni temize çıkarmıştır.” Bunun üzerine annesi, Âişe annemize hitaben; “Hadi kalk da Allah Rasûlüne teşekkür et” dedi. Hz. Âişe annemiz ise; “Vallahi ben ona teşekkür etmeyeceğim, beni temize çıkaran Allah’a hamd edeceğim” dedi. Allah Rasûlünün kendisi hakkında “acaba o çirkin fiili işledi mi” diye tereddüt yaşadığını düşünerek ona karşı kalbi kırılmıştı. Böylece Münafıkların attığı bu iftira hadisesinin yalan olduğunu Allah, Kur’an âyetiyle gündeme getirerek Âişe annemizin temiz ve pak olduğunu kıyamete kadar gelen bütün Müslümanlara bildirmiş oldu. Eğer Kur’an vahyi gelmemiş olsaydı bu iftiraya tarihin her döneminde insanlar kulak verecek bu günahın yükünü omuzlarında taşıyacaklardı. Kendilerini Müslüman gören sözüm ona nice Müslümanlar! Kur’an’da ki bu âyetlere rağmen hala bu iftirayı atmaya devam ediyorlar. Konuyla ilgili olarak inen vahyin konuyla ilgili olan kısmı şu şekildedir;
“O ağır iftirayı uyduranlar, sizin içinizden bir güruhtur. Bu iftirayı kendiniz için kötü bir şey sanmayın. Aksine o sizin için bir hayırdır. Onlardan her biri için, işledikleri günahın cezası vardır. İçlerinden (elebaşılık ederek) o günahın büyüğünü üstlenen için ise ağır bir azap vardır. Bu iftirayı işittiğiniz zaman, iman eden erkek ve kadınlar, kendi (din kardeş)leri hakkında iyi zan besleyip de, "Bu apaçık bir iftiradır" deselerdi ya! Onlar (iftiracılar) bu iddialarına dair dört şahit getirselerdi ya! Madem ki şahit getirmediler; işte onlar Allah yanında yalancıların ta kendileridir. Eğer size dünya ve ahirette Allah'ın lütfu ve rahmeti olmasaydı, içine daldığınız bu iftiradan dolayı size mutlaka büyük bir azap dokunurdu! Hani o iftirayı dilden dile dolaştırıyor; hakkında hiçbir bilginiz olmayan şeyleri ağzınıza alıp söylüyor ve bunu önemsiz bir iş sanıyordunuz. Halbuki bu, Allah katında büyük bir günahtır. Bu iftirayı işittiğiniz vakit, "Böyle sözleri ağzımıza almamız bize yaraşmaz. Seni eksikliklerden uzak tutarız Allah'ım! Bu çok büyük bir iftiradır" deseydiniz ya! Eğer inanıyorsanız, bu gibi şeylere bir daha ebediyyen dönmemeniz için Allah size öğüt veriyor. Allah size âyetleri açıklıyor. Allah her şeyi hakkıyla bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir. İnananlar arasında hayasızlığın yayılmasını arzu eden kimseler var ya; onlar için dünya ve ahirette elem dolu bir azap vardır. Allah bilir, siz bilmezsiniz. Allah'ın lütfu ve rahmeti sizin üzerinize olmasaydı ve Allah çok esirgeyici ve çok merhametli olmasaydı haliniz nice olurdu?” (Nur, 11-20)
Allah Rasulü âyetler indikten sonra, iftira hadisesine karışan iki erkek ve bir kadına iftira cezası olarak seksen sopa vurulmasını emretti. Bu iki erkek; birisi Müslümanların şairi olan Hassân b. Sâbit, diğeri de Ebû Bekr’in kendisine sürekli yardım ettiği, Mistah b. Üsâse idi. İftira cezası verilen kadın ise, Efendimizin eşi olan Zeyneb bint Cahş’ın kız kardeşi Hamne bint Cahş idi. İftirayı ortaya atan ve yayan münafıklara ise cezaları ahirete kalsın diye hiçbir ceza verilmedi. İşlenen suçların cezası dünyada verildiği taktirde bu cezalar, ahirette karşılaşacakları cezalar için keffaret olmaktadır. Ahiret cezasının daha çetin ve şiddetli olduğundan dolayı bu kimselerin daha büyük azap ile karşı karşıya kalmalarını istemek daha hayırlı bir yol olsa gerekir. Münafıkların giriştiği bu tür hadiseler, İslam toplumu içinde bir ur gibi ortaya çıkarak Müslümanlara zarar vermektedir. Müslümanların har daim bu kimselere karşı tedbirli davranması gerekmektedir.
İBRETLER VE DERSLER
- İstihbarat bilgilerinin önemi! Sağlam bir istihbarat gücüne sahip olmak, düşmana karşı insana çok büyük bir avantaj sağlar. Böyle bir gücünüz olduğunda; düşmanların size karşı yapacağı entrika ve planları öğrenebileceğiniz gibi düşmanın gücünü tespit edip onlara karşı hazırlıklı olma olanağı da sağlar. Eğer istihbarat gücünüz sağlam değilse düşmandan gelebilecek tehlikeleri önceden tespit edip gereken müdahaleyi zamanında yapamayacak, büyük bir tehlikeyle karşı karşıya kalmanız kaçınılmaz olacaktır. Ayrıca düşmanın istihbarat gücü sizden daha güçlü olması durumunda, sizinle ilgili elde edecekleri bilgilerden hareketle sizinle olan mücadelelerinde başarılı olma ihtimalleri o derece yüksek olacaktır. Bunun içindir ki Efendimiz, o günün şartlarında çok güçlü diyebileceğimiz istihbarat ağı oluşturmuş, bölgelerdeki gelişen hadiselerden genellikle zamanında haberdar olmuş ve gereken müdahaleyi zamanında yapmıştır.
- Düşmanı hazırlıksız bir şekilde yakalamak başarıyı kolaylaştırdığı gibi insan kayıplarını da en aza indirir. Savaşlarda başarılı olmanın sebeplerinden bir tanesi de, düşmana yaptığınız hamleleri fark ettirmemenizdir. Eğer düşman, sizin yapmayı planladığınız hamleleri öğrenirse ona karşı tedbir alacak ve sizin başarılı olma şansınız o derece azalacaktır. Bunun içindir ki Efendimiz, herhangi bir kuşatma yapacağı zaman düşmanın fark etmemesi için gideceği yeri gizli tutar farklı bir istikamet takip eder, belirli bir yol kat ettikten sonra gideceği asıl tarafa yönelirdi. Bununla amaçladığı şey ise; düşmanın haberi olmadan ani bir baskın yapmayı hedefliyor olmasıydı.
- Münafıklar destek değil köstek olurlar! Savaşlarda asker sayısının çok olması avantaj gibi görülebilir. Ancak samimi mü’minlerden olmayan insanların askerler içerisinde olması avantaj değil tam tersine dezavantajdır. Bu tür insanlar fayda sağlamak yerine zararın oluşmasına sebebiyet verirler. Bunların amacı Müslümanların başarılı olmalarını sağlamak olmadığından, hemen her hususu fırsat bilerek Müslümanlara zarar vermeye kalkarlar. Bu kimseler, kendi hoşlarına gitmeyen bir durumla karşılaştıklarında bunu Müslümanlara zarar vermek için bir bahane olarak kullanırlar. Ben-i Mustalık savaşında münafıkların yaptıkları tamda bunun ispatıdır.
- Fitne, insanın olduğu her yerdedir! Şeytan ve dostları İslâm toplumunun birliğini bozmak için her daim bir çaba içindedirler. Bir Müslüman, insan ve cin düşmanlarına karşı her daim teyakkuzu halinde olmalıdır. Bunların oluşturacağı zararlarla her daim karşı karşıya olduğunu unutmamalıdır. Bu tür fitneler İslâm toplumuna çok büyük zarar vererek onların birliğini bozar ve toplumu büyük bir tehlikenin içerisine sürükler. Müslümanlar bu durumlara karşı çok tedbirli olmalı, bu alanlarda şeytana açık kapı bırakmamalıdırlar. Böyle bir tehlike söz konusu olduğunda hemen harekete geçmeli, gereken müdahale neyse derhal yapılmalıdır. Eğer zamanında müdahale yapılmazsa toplumsal yapıda çok büyük çözülmeler meydana gelir. Bunun içindir ki Efendimiz, Ben-i Mustalık savaşında münafıkların oluşturduğu fitneye karşı hemen harekete geçerek onu başlamadan bitirmiştir.
- Kavmiyetçilik ve kabilecilik, şeytani bir anlayıştır! Şeytanın tarihi süreç içerisinde insanı hak yoldan uzaklaştırmak için kullandığı önemli argümanlardan bir tanesi de hiç kuşkusuz kavmiyetçilik sapmasıdır. İlk olarak şeytanın Hz. Âdem’e (a.s.) karşı başlatmış olduğu kavmiyetçilik, tarihi süreç içerisinde onun yolunu takip eden iki ayaklı şeytanlar tarafından hep sürdürülmüştür. Şeytanî bu anlayışa göre, insanlar tercihte bulunamadıkları bir husustan dolayı diğer kavimlerden üstün olabileceklerine inanmaktadırlar. Oysaki insanı üstün kılan şey kendi tercihleriyle elde etmiş oldukları kazanımlardır. Ben-i Mustalık savaşında şeytan, İslâm toplumunu bu anlayış üzerinden çözülme ile karşı karşıya bırakmak istemiş, fakat Allah Resûlü’nün müdahalesi ile şeytanın bu planı başarıya ulaşamamıştır.
- Yalancının mumu yatsıya kadar yanar! İnsanlar genellikle söylemiş oldukları yalanların kendilerine bir takın faydalar sağlayacağını düşünür. Oysaki bırakın fayda sağlamayı aksine birçok zararlara sebebiyet verir. İnsan, ani olarak yalan söyleyerek elde edeceği faydayı hiçbir zaman kaybetmeyeceğini düşünür. Oysaki elde etmiş olduğu bu kısa fayda daha sonra kendisi için büyük bir zarara dönüşür. Münafıklar, Efendimiz ve muhacir Müslümanlar hakkında söylemiş oldukları; “Medine’ye döndüğümüzde izzetli olanlar zelil olanları oradan çıkaracak” sözlerini duyan Müslümanlar, Allah Rasûşlüne haber vermiş, münafıklar ise söyledikleri o çirkin sözlerini inkâr etmişlerdi. Bu şekilde Müslümanların Efendimize ulaştırdıkları haberin yalan olduğunu söylemeye kalkarak bir fayda elde etmek istediler. Kısa bir zaman sonra âyetlerinin inmesi ile söylemiş oldukları bu yalan ortaya çıkmış ve güvenilmez insanlar oldukları bir kez daha böylece anlaşılmıştı.
- Allah Rasûlüne ve Müslümanlara zarar vermeye çalışan bir baba, onun karşısında Allah ve Resulünü seven bir evlat! Nice babalar vardır ki, hayatını Allah ve Resulünün yoluna adar, nice evlatlar da vardır ki, Allah’a ve onun dinine düşmanlık eder; Nuh Aleyhisselam ve oğlunun örneğinde olduğu gibi. Nice Babalar da vardır ki, Allah’a ve onun dinine düşmanlık eder ve nice evlatlar vardır ki, Allah’a ve onun dinine hizmet eder; İbrahim (a.s.) ve babası örneğinde olduğu gibi. Bir tarafta Allah’a ve Resulüne düşman olan bir baba diğer tarafta da Allah’ı ve Rasûlünü babasından çok seven bir evlat. Evet, Abdullah b. Übey b. Selül; Allah’a ve onun dinine düşmanlık eden bir baba, oğlu Abdullah da Allah’a ve Resulüne iman eden samimi bir Müslüman! Baba Abdullah; Peygamberi Medine’den sürüp çıkarmayı düşünecek kadar Allah Rasûlüne kin ve nefret besleyen birisi, oğul Abdullah ise Efendimize düşmanlık eden babasını Medine’ye ancak Allah Resulü’nün emriyle zelil bir şekilde girmesine izin verecek kadar Allah ve Rasûlünü canından çok seven bir evlat.
- İnsanların itilaf edecekleri hususlarda herkesin razı olacağı yöntemlere başvurmak gerekir! Öyle durumlar vardır ki; insanlar başkalarının kendilerine tercih edildiğini düşünür. Bundan dolayı da adaletin gözetilmediğini, görevlendirme yapılırken adam kayırmanın söz konusu oluğunu düşünür. İşte bunun gibi durumda, böyle anlaşılmaya mahal vermemek için herkesin razı olacağı yöntemlere başvurmak gerekir. Efendimiz, savaşa gideceğiz zaman eşlerinden birisinini yanında götürürdü. Eşleri arasında herhangi bir ihtilaf oluşmaması için de herkesin kabul edeceği bir yöntem kullanılır, kimin gideceğini kura ile belirlendi.
- İzzet ve şerefi Allah’tan başkasının yanında aramak! Tarihte insanoğlunun izzet ve şeref aradığı merciler hep birbirinden farklılık arz etmiştir. Kimileri, atalarında, kimileri putlarında, kimileri malda, kimileri makam ve mevkide, kimileri ırkında, kimileri de sahip olukları inançlarında izzet ve şeref olduğunu düşünmüştür. İzzet ve şeref sahibi birisi olmak için bu ve benzeri hususlara tutunmuşlardır. Günümüz, sözüm ona Müslümanların yöneticileri de izzet ve şerefi, genel olarak dünyada bir güç elde etmiş olan ülkelerin yanında aradıklarını müşahede etmekteyiz. Abd ve Avrupalıların oluşturduğu pakların içinde yer almakta, onlarla dost ve müttefik olmakta gördüklerine şahit olmaktayız. Dolayısıyla güçlünün yanında yer almak kişiye izzet ve şeref kazandıracağına inanmaktadırlar. Güçlünün yanından yer almak kişiye izzet ve şeref kazandırır bu doğrudur! Ama o güçlü kimdir? Tabi ki Alemlerin Rabbi olan Allah Azze ve Celle’dir. Bundan dolayıdır ki bir Müslüman, izzet ve şerefi ancak ve ancak Allah’ta, O’nun Rasûlünün safında yer almakta, Müslümanlarla birlikte olmakta görmelidir. Kısacası imanda görmelidir. Münafıklar ise kâfirleri güçlü gördüklerinden izzeti onların yanlarında arıyor ve Müslümanları izzetten yoksun olarak kabul ediyorlardı. Bundan dolayı da; “Medine’ye döndüğümüzde izzetli olanlar zelil olanları oradan çıkartacaktır” diyorlardı. Oysa kendileri, asıl izzetin imanda, Allah’ta ve Rasûlünün safında olmakta olduğunu anlamayarak zilletin içerisine sürüklenmişlerdi. “Şöyle diyorlar: "Hele Medine’ye dönelim, o zaman güçlü olan zayıf olanı oradan çıkaracak!" Halbuki asıl güç ve izzet Allah’ındır, resulünündür, müminlerindir; fakat münafıklar bunu bilmezler!” (Münafikun, 8)
- Müslüman bir kadına yapılacak iftiranın en büyüğü zina iftirasıdır! Bir Müslüman için imandan sonra en fazla değerli olan şeylerin başında namus gelir. Tabi ki, bir Müslüman kadına da yapılacak en büyük isnatlardan birisi zina isnadıdır. Konunun öneminden dolayıdır ki, zina isnadı için Kur’an 4 şahit istemiş, şahit getiremeyenlere 80 sopa vurulması emretmiştir. İffetli kadınlar için ortaya atılan bu tür isnatları yapanlar için başlı başına bir şer olsa da, bazen Müslümanlar için hayırlı neticelere sebebiyet vermesi de söz konusu olabilmektedir. İslâm toplumu içerisinde kendisini Müslüman olarak addeden ama aslında bu iddialarında samimi olmayan insanların ortaya çıkmasına sebebiyet verebilmektedir. Bu durum da, Müslümanların bunlara karşı tedbir almalarına olanak sağlar. Ayrıca, Müslümanın diyen kimselerin iman iddiasındaki samimiyetide bu vesileyle test edilmektedir. Zanla hüküm vermemesi, hüküm verirken delile dayanması gerektiği halde, zanla hüküm vererek iman iddiasında samimi olmadığı bu vesileyle ortaya çıkmış oluyor. “O iftirayı atanlar içinizden bir gruptur. Bunu kendiniz için kötü sanmayın, aksine bu hakkınızda hayırlıdır. Onların her biri işlediği günahı yüklenecektir. İçlerinden günahın büyüğünü üstlenen için ise büyük bir azap vardır.” (Nûr, 11)
- Hüsn-i zan Müslümanın, su-i zan da kâfirlerin bir özelliğidir! Bir Müslüman, kendisine başka Müslümanların kusurlarıyla ilgili bir haber geldiği zaman, güzel zan beslediği gibi, kötü zan beslemektende kaçınır. Çünkü, kendisine getirilen haberin yanlış olma ihtimalinin olduğunu bilir ve getirilen haberin doğruluğunu teyit edene kadar yargıda bulunmaktan sakınır. Müslümanlara karşı; inançlarında dolayı olumlu bir yargıda bulunur. Gümümüz Müslümanlarının en temel sorunlarında bir tanesi de, başka Müslümanlarla ilgili kendilerine ulaşan haberlerden dolayı yargıda bulunarak sanki gelen haber doğruymuş gibi hareket etmeleri ve neticede iftira olacak şeyleri dillendirmeleridir. Oysa ki; günümüz toplumlarında haberlerin çarpıtılarak başkalarına ulaştırılması çok yaygın olarak yapılan bir durumdur. Bir Müslümanda, gelen haberlerin doğruluğunu teyit etmeden hükümde bulunmaktan kaçınmalı, zanla hareket etmemelidir. Bunun içindir ki Efendimiz, eşine atılan isnat ile ilgili; bir insan olarak kuşkulansa da, asla yargıda bulunarak hüküm vermemiş, o suçu ona isnat etmemiştir.
“Bunu işittiğiniz zaman mümin erkekler ve kadınların birbiri hakkında hüsn-i zan beslemeleri ve "Bu apaçık bir iftiradır" demeleri gerekmez miydi?” (Nûr, 12)
- Suç ispat edilinceye kadar insanın suçsuzluğu aslıdır! Bir Müslüman, bir başka Müslümana herhangi bir isnatta bulunduğu zaman, o isnat ispat edileceği zamana kadar, o Müslümanın hakkında suçlu olduğuna dair hüküm vermemelidir. Hz. Ali’nin, Âişe annemize herhangi bir isnandı olmadığı halde, tamamen de olmamıştır tavrını ortaya koymamasından dolayı, bu olay hayatları boyunca hiç bitmeyecek kalp kırıklığının sebebi olmuştur. Yine Efendimizin de hüküm vermediği halde küçükte olsa bir ihtimal vererek yakınlarındakilerle istişareler yapması neticesinde, âyetler inerek Âişe annemizi temize çıkardığında Hz. Âişe annemizin annesi “git peygamberimize teşekkür et” dediğinde, Âişe annemiz; “Vallahi ben ona teşekkür etmem. Beni temize çıkardığı için Allah’a teşekkür ederim” diyerek kırgınlığını belli etmesine sebebiyet vermiştir. İşte bütün bunlara sebebiyet vermemek için, suç ispat edilene kadar suç isnat edilen kimseye suçsuz gibi muamele edilmelidir.
- Kur’an’ın temize çıkarttığını kirletecek kimse yoktur! Gerek tarihte, gerekse de günümüzde nice aşırı Şii grupların, Hz. Âişe annemizin namusu hakkında iftiralar atıkları vakidir. Bu tür yaklaşımları benimseyenlerin Müslümanlığından bahsetmek mümkün değildir. Allah’ı sözünde yalanlayanların, Müslüman olmaları söz konusu edilemez. Tarihte Hz. Ali’ye karşı savaşmasının getirdiği düşmanlık üzerinden, Kur’an’ın temize çıkardığı bir konuda Âişe annemize zina isnadında bulunmak, Kur’an’ı ve O’nu indireni yalanlamak anlamına gelir. Tabi ki bu kimselerin Müslüman olmalarının mümkün olmadığını, olsa olsa münafıkların günümüzdeki temsilcileri olduklarını gösterir.
- Şeriatin koyduğu cezalar ancak Müslüman olanlara uygulanır! Bir Müslüman Allah’ın koyduğu hududu koruması gerektiği halde çiğnerse, o konuda belirlenmiş olan cezayı da hak etmiş olur. Yaptığı bu sınır ihlalinin cezasını dünyada severek kabul eden Müslüman, ahirete o suçtan arınmış olarak gider. Münafıklara kısas gerektirmeyecek suçlarda dünyada ceza vermek, ahiretteki cezalarının şiddetini azaltmak manasına da gelir. Dünyevi cezalar hafif, ahiretteki cezalar ise çok şiddetlidir. Bunun içindir ki, Efendimiz Âişe annemize atılan iftiradan dolayı samimi Müslüman oldukları halde bu iftirayı dillendiren üç kişiye iftira (kazf) cezası uyguladığı halde, bu iftiranın asıl müsebbipleri olan münafıklara hiçbir ceza uygulamamıştır.
HUDEYBİYE UMRESİ
Allah Rasûlü Medine’de olduğu bir sırada, gece rüyasında ashabıyla birlikte saçlarını tıraş etmiş bir şekilde Mescd-i Haram’a girdiklerini görüyor. Efendimiz görmüş olduğu bu rüyayı Müslümanlara haber verdi ve Umre yapmak niyetinde olduğunu onlara bildirdi. Efendimiz, etraftaki Müslüman kabilelere de haberciler göndererek onlarında bu Umre’ye katılmalarını istedi. Fakat bir kısmı işi ağırdan alarak, katılmak istemediler.
Mekke hâlâ en azılı düşmanların bulunduğu bir şehirdi. Müslümanların hala siyasi üstünlüklerini ilan edemedikleri bir zaman dilimiydi. Bazı kabileler Efendimize gelerek Umre’ye katılma konusundaki gevşekliklerinden dolayı özür diledi ve kendileri için Allah’tan af dilemesini istediler. Bazılar da çıkılan bu yoldan geri dönüşün olmayacağını düşünerek kafileye katılmadılar.
Efendimiz Hicretin 6 yılı, Zilkade ayında 1400 kişilik bir toplulukla yola çıktı. İnsanlara savaş için gitmediklerini, Umre yaparak geri geleceklerini söyleyerek yanına hedy kurbanlarını da alamalarını onlardan istedi. Mekke yakınlarındaki Usfân vadisine gelinceye kadar yoluna devam etti. Kureyşin sözcüsü Usfân’da Müslümanların yolunu keserek, Kureyş’in Müslümanları Mescid-i Haram’a almayacağını, gerekirse bunun için savaşacaklarını iletti. Müslümanların geleceğinden haberdar olan Kureyş, yaklaşık olarak 200 süvariden oluşan bir birlik oluşturarak Mekke’ye giden yolu kapatmışlardı. Bunun üzerine Efendimiz, ashabıyla istişare etti. Nitekim Hz. Ebû Bekr’in de görüşü üzere, Kâbe’ye yönelmeleri gerektiğini, savaşmak için değil Umre yapmak için geldiklerini, ancak kendilerine müsaade edilmediği taktirde savaşmaları gerektiğini söyledi. Efendimiz de bu fikri uygun bularak o şekilde hareket etmeye karar verdi.
Müslümanlar toplu bir şekilde öğlen namazını kılarken, Kureyş’in süvari birliklerinin başında bulunan Halid b. Velid Müslümanları gafil yakalamak için namaz saatlerinin uygun olacağını düşünerek ikindi vaktinde saldırmayı kararlaştırdı. Lakin ikindi olmadan Allah korku namazını meşru kılarak Halid b. Velid’in hesaplarını boşa çıkardı.
Efendimiz, başka bir yol tutarak Mekke’ye yaklaşmayı denedi. Hudeybiye’ye geldiğinde devesi Kasvâ çöktü ve bir daha kalkmadı. Ne kadar uğraştılarsa da onu kaldıramadılar. Kimileri Kasvâ’nın huysuzlaştığını söylerken Efendimiz; Kasvâ’nın öyle bir huyunun olmadığını söyleyerek, nasıl ki fil ordusu Kâbe’yi yıkmak için gediğinde, filler ilahi bir güç tarafından alıkonulduysa, Kasvân’ın da aynı güç tarafından alıkonulduğunu anladı. Evet, belki iki ordunun geliş amacı farklıydı. Birisi yıkmak için gelmişti, diğeri de Umre yapmak için. Lakin Kureyş, Müslümanların girmesine müsaade etmeyecek ve belki de büyük bir savaş olacak ve neticede Haremde kan dökülecekti. Buda ne Allah’ın murat ettiği birşeydi, nede Allah Rasûlünün. Dolayısıyla Efendimiz; eğer müşrikler Allah’ın hürmet edilmesini istediği şeylere hürmet kaydıyla her ne talepleri olursa, taleplerini kabul edeceğini söyledi.
Huzâalı bir adam Efendimize gelerek, Kureyşin Müslümanları Mescid-i Haram’a sokmamakta kararlı olduklarını ve bunun için gerekirse savaşacaklarını bir kez daha yeniledi. Efendimiz de; savaşmak için gelmediğini, eğer antlaşma yapmak isterlerse kendisinin antlaşmaya hazır olduğunu ama buna rağmen Kureyş kendisiyle savaşmakta ısrarcı olursa, kendisin de ölene kadar savaşacağını söyledi.
Daha sonra Kureyş, Huleys b. Alkeme’yi elçi olarak gönderdi. Huleys’in geldiğini gören Efendimiz, onun hedy kurbanlıllarına önem verdiğini söyleyerek kurbanlıkları onun görebileceği bir yere getirmelerini emretti. Kurbanlıkları gören Huleys, Kureyşin yaptığının doğru olmadığını, daha önce nice düşman kabilelere hac ve umre için izin verildiğini, kendi içlerinden birisine izin vermemelerinin Kureyş’in sonunu getireceğini söyledi. Bunun üzerine Kureyşliler onu işin iç yüzünü bilmemekle suçladılar.
Ardından araya Urve b. Mes’ud es-Sakafî girmek istedi ve gelip Müslümanlarla görüştü. Peygamberimize; niyetinin Kureyş’in kökünü kazmak ise bunu daha önce hiç kimsenin yapmadığını, yaşayacağı bir yenilgi durumunda etrafındaki çapulcuların dağılacağını söyledi. Bunları duyan Hz. Ebû Bekr dayanamayarak; “Sen git Lât’ın şeyini yala! Biz mi onu bırakıp kaçacak mışız” diye karşılık verdi. Urve, Ebû Bekr’in daha önce kendisine yapmış olduğu iyiliklerden dolayı ona karşılık vermedi.
Bu arada Urve, konuşurken ara ara Efendimizin sakalını tutuyor, Muğîre b. Şu’be de kılıcının kabzasıyla eline vurarak, ellerini Efendimizin sakalından çekmesini istiyordu. Urve de, Muğîre’yi nankörlükle suçlayarak; sadece kendilerine iyilik yapmak istediğini söylüyordu.
Urve’nin Muğîre’ye bu şekilde hitap etmesine sebebiyet veren hadise ise şu şekildeydi. Muğîre b. Şu’be, Urve’nin yeğeniydi. Muğîre bir grup insanı öldürmüş ve Medine’ye kaçarak Müslüman olduğunu söylemişti. Efendimiz onun Müslümanlığını kabul etmiş, lakin diyetlerini ödemeyeceğini söylemişti. Urve’de, yeğeni Muğîre’nin öldürdüğü insanların diyetlerini ödemişti.
Urve, sahabelerin Efendimize göstermiş olduğu bağlılığı görünce Kureyş’in yanına döndüğünde şunları itiraf etmek zorunda kalıyordu; Nice hükümdarların huzuruna elçi olarak gittiğini, lakin hiç birinde ashabının peygamberimize karşı gösterdikleri kadar sevgi besleyen bir kimseyle karşılaşmadığını, o konuşunca herkesin huzurunda seslerini kıstıklarını ifade etmiş ve ayrıca Umre yapmaları için de Müslümanlara izin vermeleri gerektiğini söylemişti.
Allah Rasûlü, Kureyş’e bir elçi gönderme kararı aldı. Osman b. Affân’ın Mekke’de yakınlarının çok olması sebebiyle elçi olarak onu göndermeyi kararlaştırdı. Hz. Osman, Ebân b. Saîd el-Ümevî himayesinde Mekke’ye girdi. Kureyşliler onun Kâbe’yi tavaf edebileceğini söylediler, o ise; Hz. Peygamber tavaf etmeden kendisinde yapmayacağını söyledi. Kureyş Osman b. Affân’ı yanlarında alıkoydular. Bu haber Müslümanların bulunduğu yere, Osman’ın öldürüldüğü şeklinde gitti. Allah Rasûlü bunun üzerine, Kureyşlilerle savaşmadan geri dönmeyeceğini söyledi. Daha sonra Osman’ın intikamını almak için orada bulunan insanlardan tek tek bey’atı aldı. Kur’an’da Allah’ın razı olduğu bir davranış olarak gösterilen bu bey’ata, “Rıdvan Bey’atı” olarak isim verilmiştir. Kur’an bu olaya şu şekilde vurgu yapılmaktadır; Şüphesiz Allah, ağaç altında sana bîat ederlerken inananlardan hoşnut olmuştur. Gönüllerinde olanı bilmiş, onlara huzur, güven duygusu vermiş ve onlara yakın bir fetih ve elde edecekleri birçok ganimetler nasip etmiştir. Allah mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir. (Fetih, 18-19)
Müslümanların savaşmak için ahitleştiklerinin haberini alan Kureyş, barış antlaşması yapması için Suheyl b. Amr’ı elçi olarak gönderdiler. Bu arada Hz. Osman’da çıka geldi. Suheyl b. Amr, uzunca bir konuşma yaptı ve bu konuşmasında Kureyşin tekliflerini de dile getirdi. Efendimiz de onun öne sürdüğü şartları kabul etti. Onun öne sürdüğü şartlar şu şekildeydi;
- Bu yıl Umre yapmadan Medine’ye geri dönecekler, bir sonraki yıl tekrar umreye gelecekler ve üç gün Mekke’de kalabilecekler. Yanlarında sadece kılıç alabilecekler.
- Taraflar 10 yıl boyunca birbirleriyle savaşmayacak.
- Müslümanların himayesine girmek isteyenler girebilecek, Kureyş’in himayesine girmek isteyen de girmekte serbest olacak.
- Kureyş’ten Müslüman olup da Medine’ye gidecek olanlar Kureyş’e iade edilecek, Müslümanlardan Mekke’ye giden olursa geri iade edilmeyecek.
Bu şartların yazılmasına gelince, Efendimiz, Hz. Ali’ye; “Bismillahirrâhmânirrâhim” diye yazmasını istedi. Suheyl buna itiraz ederek; “Biz Râhman nedir bilmeyiz. Sen ‘bismikallahumme’ yaz” dedi. Bunun üzerine Efendimiz, Hz. Ali’ye; “O şekilde yaz” dedi. Akabinde Efendimiz; “Bu Allah Rasûlü Muhammed ile Suheyl b. Amr arasında yapılan bir antlaşmadır” diye yazılmasını istetince Suheyl, buna da itiraz ederek; “Biz senin Allah’ın Rasûlü olduğunu kabul etseydik, seninle çatışmazdık” dedi ve; “Muhammed b. Abdullah ile Suheyl b. Amr arasında yapılan antlaşmadır” diye yazılmasını istedi. Suheyl’in bu söylediklerine karşılık olarak Efendimiz ise; “Siz benim Allah’ın Rasûlü olduğuma inanmasanız da ben Allah’ın Rasûlüyüm” diyerek Hz. Ali’ye Suheyl’in dediği şekilde yazmasını emretti. Hz. Ali bu şekilde yazmaktan çekinse de, Efendimizin ısrarı üzerine o şekilde yazıldı. Yazılan metin çoğaltılarak bir nüshası Müslümanlarda kaldı, bir nüshası da Kureyşlilere gönderildi.
Antlaşma metni hazırlandıktan sonra, daha taraflar oradayken Suheyl b. Amr’ın oğlu Ebû Cendel; Mekke’de Müslüman olduğundan dolayı kendisine yapılan zulümden kaçarak Müslümanların yanına geldi. Suheyl, oğlunun antlaşma gereği kendilerine geri iade edilmesini istedi. Müslümanlar antlaşmanın hâlâ yürürlüğe girmediğinden bahsederek iade edilmemesi gerektiğini söyleseler de, yaptığı antlaşmalara sadakat gösteren Efendimiz, verdiği sözün gereği olarak Ebû Cendel’in iade edilmesini istedi. İnancından dolayı kendisini zulmedenlere, tekrar teslim edilmesinden dolayı Ebû Cendel; “Ey Müslümanlar! Beni dinimden döndürsünler diye müşriklere iade mi ediyorsunuz?” diye haykırıyordu. Bunun üzerine Efendimiz; “Sabret ve mükâfatını Allah’tan bekle! Çünkü Allah sana ve sinle aynı durumda ki mustazaflara bir çıkış yolu gösterecektir” diyordu. Bu yaşananlar Müslümanların çok zoruna gitmişti.
Efendimiz, Kureyş heyeti ayrıldıktan sonra Müslümanlara hitaben; “Kalkın tıraş olun ve kurbanlarınızı kesin!” diye talimat verdi. Ancak kimse icabet etmedi. İlk defa böyle bir durumla karşı karşıya kalan Efendimiz, çadırına girerek Ümmü Seleme annemize ashabının kendisine itaat etmediğini söyledi. Ümmü Seleme annemiz ise Efendimize, kalkıp kurbanını kesmesini ve tıraş olmasını, bunu yaptığı taktirde ashabında ona itaat ederek kurbanlarını keserek tıraş olacaklarını söyledi. Efendimiz de kurbanlarını kesti ve tıraş oldu. Ashabta bunun üzerine kurbanlarını keserek tıraş oldular. Lakin tepkileri hâlâ bitmiş değildi. Asabı öfkelendiren şey, birincisi Umre için gelmişlerdi, Umre yapmadan geri dönüyor olmaları, ikincisi de, kabul edilen antlaşma maddeleriydi. Efendimize; “Bize Umre yapacağımızı söylememiş miydiniz” diye sorulduğunda; “Evet söylemiştim lakin bu yıl olduğunu söylememiştim. Gördüğüm rüyanın bu yıl için olduğunu düşündüm” diye cevap vermişti.
Ashab içerisinden en fazla öfkelenenlerden birisi olan Hz. Ömer, Efendimizin yanına gelerek; “Ey Allah’ın Rasûlü! Biz hak üzere, onlar ise bâtıl üzere değiller mi?” diye soruyor, Efendimiz de; “Tabii ki öyle” diyordu. Ömer bu sefer; “Bizim ölülerimiz, cennete onların ölüleri cehenneme gitmeyecek mi?” diye soruyor, Efendimiz; “Evet öyle” diye karşılık veriyordu. Ömer bu sefer; “O halde neden dinimizden taviz veriyoruz ve Allah onlarla bizim aramızdaki kesin hükmünü vermeden geri dönüyoruz” diyordu. Efendimiz ise; “Ey Hattâbınoğlu! Ben Allah’ın Rasûlüyüm ve O’na asla isyan edecek değilim. O bana yardım edecek ve beni kesinlikle yüzüstü bırakmayacaktır” diyordu. Bunun üzerine Ebû Bekr’in yanına giden Ömer, aynı şeyleri ona da soruyordu. Ebû Bekr ise ona; “Ey Ömer! Sen ölünceye kadar Allah Rasûlüne itaatte sımsıkı ol. O mutlaka hak üzeredir” diyerek Ömer’i yatıştırmaya çalışıyordu.
Medine’ye dönüş için talimat veriliyor ve kafile geri dönüyordu. Yolda Efendimize Fetih sûresi nazil olmuştu. Efendimiz bir elçi göndererek Ömer’i yanına çağırmasını istemişti. Elçi Ömer’e gelip de; “Allah Rasûlü seni çağırıyor” dediği zaman, Ömer’in dizlerinin bağı çözülmüştü. Allah Rasûlüne itiraz ettiği için Allah tarafından kınandığına dair vahyin indiğini düşünüyordu. Bu duygularla Efendimizin yanına geldi. Efendimiz, ona yeni nazil olan Fetih Sûresini okudu. Hz. Ömer; “Ey Allah’ın Rasûlü bu bir fetih müjdesi mi?” diye sorduğunda, Efendimiz; “Evet” diye cevap vermişti. İnen Fetih Sûresinin birinci âyetinde, yapılan antlaşmanın apaçık bir fetih olduğu ifade ediliyordu. Bunu duyan Ömer’in kalbi yatışmıştı. Hz. Ömer bundan sonraki hayatında, Efendimize yaptığı bu itirazdan dolayı ahirette azaba uğraramak için sadaka veriyor, ibadet ediyor ve köle azat ediyordu.
Hudeybiye’de yapılan antlaşmadan hemen sonra bir grup Müslüman kadın, Mekke’den ayrılarak Efendimizin yanına gelmişlerdi. Kureyşliler antlaşma gereği olarak onlarında iade edilmesini istiyorlardı. Efendimiz ise, onların antlaşmaya dâhil edilmediğinden dolayı onları iade etmedi. Kureyş’te bunu kabul etmek zorunda kaldı. Konuyu gündeme getiren âyet-i kerime şu şekildedir; “Ey iman edenler! Mü'min kadınlar muhacir olarak size geldiklerinde, onları imtihan edin. Allah onların imanlarını daha iyi bilir. Eğer siz onların inanmış kadınlar olduklarını anlarsanız, onları kafirlere geri göndermeyin. Çünkü müslüman hanımlar kafirlere helal değillerdir. Kafirler de müslüman hanımlara helal olmazlar. Mehir olarak harcadıklarını onlara (kocalarına geri) verin. Mehirlerini verdiğiniz takdirde, bu kadınlarla evlenmenizde size bir günah yoktur. Müşrik karılarınızın nikahlarına tutunmayın. (Zira bu nikahlar ortadan kalkmıştır.) Onlara harcadığınız mehri, (evlendikleri kafir kocalarından) isteyin. Kafirler de (İslâm'ı kabul eden ve sizinle evlenen eski hanımlarına) harcamış oldukları mehri (sizden) istesinler. Bu, Allah'ın hükmüdür. O, aranızda hüküm veriyor. Allah hakkıyla bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Mumtehine, 10) Bu âyetin nazil olmasıyla birlikte müşriklerle evelenme yasağı getirilmişti. Müslüman kadınlar müşrik erkeklere haram kılındığı gibi, müşrik kandılar da Müslüman erkeklere haram kılınmıştı. Nikâhında müşrik kadın olanlar, onlardan ayrıldığı gibi Müslüman kadınların da müşrik erkeklerin nikâhında kalmamaları gerektiği isteniyordu.
Muhacir olarak gelen bu kadınları, Allah Rasûlü imtihan ediyor ve şu âyetin ifade ettiği gibi ellerini tutmadan onlardan tek tek söz/bey’at alıyordu; “Ey Peygamber! Mü'min kadınlar, Allah'a hiçbir şeyi ortak koşmamak, hırsızlık yapmamak, zina etmemek, çocuklarını öldürmemek, elleriyle ayakları arasında bir iftira uydurup getirmemek, hiçbir iyi işte sana karşı gelmemek konusunda sana biat etmek üzere geldikleri zaman, biatlarını kabul et ve onlar için Allah'tan bağışlama dile. Şüphesiz Allah, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.” (Mumtehine, 12)
Hudeybiye’de yapılan antlaşma gereği her iki tarafta, dilediği kimselerle himaye antlaşması yapabileceklerdi. Bunun üzerine cahiliyye döneminde de Haşimoğullarının müttefiki olan Huzâa kabilesi, Efendimizle himaye antlaşması yaptılar. Ben-i Bekiroğulları da Kureyşle himaye antlaşması yaptılar. Huzzâa ve Ben-i Bekr kabileleri eskiden beridir birbirleriyle husumeti olan kabilelerdi.
Mekke’de Müslüman olduktan sonra kaçarak Medine’ye gelen Ebû-l Basîr’i iade almak için Kureyş iki adam gönderdi. Efendimiz de Ebû-l Basîr’i onlara iade etti ve; “Allah sizin için bir çıkış yolu var edecektir” diyordu. Mekke’ye dönüş yolunda Ebû-l Basîr, bir yolunu bularak bu iki adamdan birisini öldürdü, diğeri de kaçarak Medine’ye geldi. Arkasından da Ebû-l Basîr geldi. Kendisinin yeniden iade edileceğini anlayan Ebû-l Basîr, Medine’den ayrılarak deniz kıyısına kadar giderek orada karargâh kurdu. Daha sonra bir fırsatını bulan Ebû Cendel de, Mekke’den kaçarak onun yanına geldi. Bu şekilde kendilerine katılan Müslümanlarla birlikte kalabalık bir grup oldular. Mekke’de Müslüman olupta antlaşma gereği Medine’ye gidemeyen herkes, onların yanına gidiyordu. Bu grubun sayısı artığında, Kureyş’in Şam’a giden kervanlarına saldırmaya başladılar. Ticaret kervanları zarar görmeye başlayan Kureşliler, Efendimize gelerek, onları Medine’ye kabul etmesini istediler. Bu şekilde de Hudeybiye’de varılan antlaşmada Müslüman olduğu halde iade edilmek zorunda kalan Müslümanlar için Medine’ye gidişin önü açılmış oldu.
Hudeybiye’de yapılan barış antlaşması Müslümanların faydasına oldu. Antlaşmanın yürürlükte kaldığı 2 yıl boyunca, bundan önceki 19 yılda Müslüman olanlardan çok daha fazla kimse Müslüman olmuştu. Kureyşle yapılan savaşlara ara verilmesi tebliğ ve dâvet için adeta bir fırsata dönüşmüştü. Bu zaman zarfında Kureyş’in seçkin şahsiyetlerinden olan, Hâlid b. Velid, Amr b. el-As ve Osman b. Talha gibileri Müslüman olarak Medine’ye gelip iman edenler kervanına katılmışlardı. Mekke’nin önde gelen bu gençlerinin Müslüman olmaları üzerine Efendimiz şunları söylemişti; “İşte Mekke, siz Medinelilere ciğerparelerini atmış bulunuyor!”
İBRETLER VE DERSLER
- Peygamberlerin rüyaları vahiyden bir cüzdür! Allah peygamberine bildirmek istediği bilgileri bazen rüyada bildirmeyi dilemiştir. Yûsuf’un (a.s.) gördüğü rüya; “Hani Yûsuf babasına, "Babacığım! Gerçekten ben (rüyada) on bir yıldız, güneşi ve ayı gördüm. Gördüm ki onlar bana boyun eğiyorlardı" demişti.” (Yûsuf, 4) İbrahim’in (a.s.) gördüğü rüya; “Çocuk kendisiyle birlikte koşup yürüyecek yaşa gelince İbrahim ona, "Yavrum, ben rüyamda seni boğazladığımı gördüm. Düşün bakalım, ne dersin?" dedi. O da, "Babacığım, emrolunduğun şeyi yap. İnşaallah beni sabredenlerden bulacaksın" dedi.” (Sâffât, 102) Efendimizde gördüğü bazı rüyaların da vahiy olduğu şu âyette ifade edilir; “Andolsun, Allah, Peygamberinin rüyasını doğru çıkardı. Allah dilerse, siz güven içinde başlarınızı kazıtmış veya saçlarınızı kısaltmış olarak, korkmadan Mescid-i Haram'a gireceksiniz. Allah, sizin bilmediğinizi bildi ve size bundan başka yakın bir fetih daha verdi.” (Fetih, 27)
- İnsanları Allah’a ibadetten alıkoymak büyük günahlardan birisidir! İnsanın temel haklarından bir tanesi de ibadet hakkıdır. İnandığı dinin kendisinden zorunlu olarak istediği ibadetleri yapmak, her insanın en temel hakkıdır. Eğer siz insanlara bu hakkı tanımazsanız, insanları Allah’ın azap tehdidiyle karşı karşıya bırakmış olursunuz. Buda insanların dinlerini yaşamaya yönelik yaptığınız baskılardan dolayı size düşmanlık beslemelerine sebebiyet verir. Bunun içindir ki dinimiz, insanlara ibadet özgürlüğü tanımış, hatta Efendimiz Medine’ye gelen Hıristiyan Necranlılara Mescid-i Nebevi’de ibadet yapmaları için izin vermiştir. Kureyşliler ise, Müslümanlara beslemiş oldukları düşmanlıktan dolayı, Müslümanları Mescid-i Haram’dan alıkoymuşlardır. “Sana haram ayı, yani onda savaşmayı soruyorlar. De ki: O ayda savaşmak büyük bir günahtır. (İnsanları) Allah yolundan çevirmek, Allah'ı inkâr etmek, Mescid-i Haram'ın ziyaretine mâni olmak ve halkını oradan çıkarmak ise Allah katında daha büyük günahtır…” (Bakara, 217)
- İbadetleri olduğu hal üzere yerine getirmek esastır! İslâm, inananları bir takım ibadetlerle yükümlü turmuş ve bu ibadetlerin nasıl yapılacağını da gerek Kur’an tarafından, gerekse de Efendimizin uygulamasıyla öğretmiştir. Öğretilen bu ibadetlerin bütününü, kendilerine öğretildiği gibi yerine getirmeleri inananlardan istemiştir. Ancak Müslümanlara, can güvenliklerin olmadığı ve yolcu olmanın getirdiği çok ciddi meşakkatler söz konusu olduğu durumlarda, bu ibadetleri yerine getirme konusunda bazı kolaylıklar tanımıştır. Güvenlik sorununun ve seferiliğin olduğu durumlarda, ibadetleri terk etmeyi değil, güvenlik sorununun ve meşakkattin olmadığı başka bir zamana bırakmalarını istemiştir. Korku namazı da işte bu sebepten dolayı meşru kılınmıştır.
- İnsana bazen, Allah’ın muradını hayvanlar öğretir! Hayvanlar ancak kendi ihtiyaçları karşılayacak kadar aklı olan varlılardır. Hayvanlar, Allah’ın yaratmış olduğu varlılar olmalarından dolayı her zaman Allah’ın hazır askerleri durumundadırlar. İnsanlar hayvanları eğiterek hizmetinde kullandığı gibi, bazen de hayvanlar insanlara öğretmenlik yaparlar. Kâbil’e ölülerin nasıl gömüleceğini öğreten karga, Ebrehe’ye Kâbe’yi yıkmaktan vazgeçmesini haykıran fillerdi. Efendimize de ibadet için bile olsa Kureyşle savaşmak durumuyla karşı karşıya kalamamak için Umre yapmaktan vazgeçmesini söyleyen devesiydi. Efendimizin, Umre yapmak için geldiği Hudeybiye’de, Kâbe’ye yönelmek istediğinde devesi Kasvâ, çöküyor ve bir türlü çöktüğü yerden kaldırılamıyordu.
- Az sayıdaki birbirine kenetlenmiş topluluğu, çok sayıdaki dağınık topluluklar yenemez. Eğer bir toplum, İslâm’ın istediği bir kaliteye ulaşır ve bunu koruyabilirse, o topluluğa karşı duracak bir başka toplumun olması söz konusu olamaz. Bu anlamda, Allah Rasûlü ve ashabın oluşturdukları sağlam birliktelik, düşmana yıkılmaz bir kale oldukları mesajını veriyordu. Hudeybiye’de Müslümanlarla görüşmek için gelen ve Müslümanların liderlerine olan bağlılığa şahit olan Kureyş’in temsilcilerinden olan Urve b. Mes’ûd es-Sekafi’nin, Kureyşe ulaştırdığı mesajı bu olmuştu.
- İnsan hayatının söz konusu olduğu durumlarda, riski en aza indirecek süreçleri işletmek gerekir. Böylesi bir durumda gelişi güzel hareket edilmemesi, gerektiğinde ölüm riskinin ortadan kaldıracak tedbirlere başvurulması gerekir. Müslümanın ölüsü değil dirisi kıymetlidir. Dolayısıyla görevlendirilen Müslümanın hayatını güvence altına almak için her türlü önlem düşünülmelidir. Hudeybiye’de Efendimiz, Mekke’ye elçi göndereceği zaman elçinin güvenliğini oluşturmak için Mekke’de yakınları olan ve onu himaye edecek birisini tercih etmiş, bu meyanda Hz. Osman b. Affan’ı göndermiştir.
- Elçiye verilen zarar, tüm Müslümanlara verilmiş gibidir! Müslümanların temsilcisi olan bir elçiye kâfirler tarafından verilen zarar, onu elçi olarak gönderenlere verilen zararla eş değerdedir. Bunun içindir ki Müslümanlar, güçleri yettiği taktirde elçilerine zarar veren kimselere hadlerini bildirmeleri gerekmektedir. Müslümanların elçisi olarak Mekke’ye gönderilen Hz. Osman’ın öldürüldüğü yönündeki haber Müslümanlara ulaştığında, Müslümanların savaş için ahitleşmeleri bunu göstermektedir.
- İnsanlar beklemedikleri bir savaşla karşı karşıya kaldığı durumlarda onlarla o konuda istişare ederek söz almak, başarıya giden ilk adım olacaktır. Eğer bu yapılmadığı taktirde, insanlar; “Biz zaten başka bir şey için gelmiştik” diyebilir, fırsat buluğunda herhangi bir sözü de olmadığından savaşmaktan kaçabileceklerdir. Bunun içindir ki Efendimiz böyle durumlarda, Müslümanlardan ayrıca söz almıştır. Hudeybiye’de Hz. Osman’ın şehit edildiği haberi kendisine gelince Kureyş’le savaşmak için Efendimiz Müslümanlardan bey’at almıştır.
- Allah’ın rızası, yan gelip yatıldığı yerlerde değil, bedel ödememin zirveye çıktığı durumlardadır! İnsanlar gelen manada Allah’ın kendilerinden razı olmasını isterler. Lakin rahatlarının da bozulmasını istemezler. Allah için gerektiğinde ciddi fedakârlıklar yapmaktan kaçınır, buna rağmen Allah’ın kendilerinden razı olmasını isterler. Oysa Allah, inancı uğruna bedel ödemeyi göze alan ve böyle bir durumla karşılaştığında da bedel ödeyen kimselerden arazı olur. Hudeybiye’de ashabın yaptığı bey’atten razı olduğunu söylüyor Rabbimiz. Çünkü ashab burada, Efendimize ölüm üzerine bey’at etmişti. Gerektiğinde ölmek için söz vermek her halde inanç uğruna bedel ödemenin en zirve olduğu bir haldir; “Şüphesiz Allah, ağaç altında sana bey’at ederlerken inananlardan razı olmuştur. Gönüllerinde olanı bilmiş, onlara huzur, güven duygusu vermiş ve onlara yakın bir fetih ve elde edecekleri birçok ganimetler nasip etmiştir. Allah mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Fetih, 18-19)
- İnanç dayatmak, İslâm’ın kabul etmediği bir durumdur! Allah insanı yaratırken ona irade vererek inanç dayatmasında bulunmamış, ona akıl, peygamber ve kitap göndererek teklif sunmuş ama mesajı kabule onu zorlamıştır. Kendi iradesini kullanarak tercihte bulunmasını, bunun neticesinde ya ödül veya cezayı hak etmesini ona bırakmıştır. Bunun bir neticesi olarak gönderdiği din ve bu dinin temsilcisi olan peygamberler de insanları iman etmeye zorlamamışlardır. Hudeybiye’de Efendimiz, Kureyşin temsilcisi olan Süheyl b. Amr’ın “Allah Rasûlü Muhammed” ifadesine karşı çıkmasına anlayışla karşılamış ve o ibarenin silinmesini ashabın tepkisine rağmen kabul etmiştir.
- Masada güçlüler kazanır! Eğer siz güçlüyseniz, düşmanlarınız da zayıfsa, o zaman hedefinize ulaşmak için siyasal manada bir takım tavizler verebilirsiniz. Bu ancak düşmanın zayıf sizi ise güçlü olduğunuz zamanlarda söz konusu olabilir. Sizin taviz olarak görünen bu tavrınız, düşmanın direncini kırarak size karşı beslediği önyargılarından arınmasını sağlar. Efendimiz, Hudeybiye’de Kureyşe verdiği tavizlerin süreç içerisinde böyle bir neticeye sebebiyet verdiğini görmekteyiz. Bu antlaşmadan sonra birçok Mekkeli iman edenler kervanına katılmıştır.
- Müslüman, aleyhine de olsa yaptığı antlaşmaya sadakat gösterir! Müslümanların yatıkları antlaşmalar her zaman Müslümanların lehine sonuçlanmaz. Bazen aleyhine de neticeler doğurabilir. İşte bu durumlarda antlaşmalara sadakat göstermek daha bir önem arz etmektedir. Bu tür durumlarda düşman antlaşmayı bozmadığı sürece Müslümanlar da bozmamalıdır. Efendimizin yaptığı antlaşma şartlarından bir tanesi, iman ederek Müslümanların yanına gelecek olan Mekkelileri geri iade etmekti. Antlaşmanın hemen akabinde, Ebû Cendel kaçarak Müslümanların yanına gelmiş, Efendimiz ise onu babası Süheyl b. Amr’a teslim etmiştir.
- Barış asıl, savaş ise arızidir! Bir adı da barış olan İslâm, savaşı nihai bir hedef olarak görmemiş, arızi bir durum olarak görmüş; insanlara zulmeden, insanlar ile hidayetin arasını kapatan zihniyetleri başka bir şekilde aradan çıkaracak yöntem kalmadığında ancak başvurulacak bir araç olarak görmüştür. Yeryüzünde zalimler eksik olmayacağından İslâm’ın da savaşı yok sayması söz konusu olmazdı. İslâm’da “savaşın olmadığını” söyleyen anlayış doğru olmadığı gibi, “sadece savunma savaşı vardır” anlayışını da doğru görmek mümkün değildir. Müslümanlar, eğer güçleri olduğu taktirde, yeryüzünde ki tüm zulümleri ortadan kaldırmakla mükelleftirler; “Baskı ve şiddet kalmayıncaya ve din tamamen Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın. Eğer vazgeçerlerse, şüphesiz ki Allah onların yaptıklarını hakkıyla görendir.” (Enfâl, 39) İslâm, böyle şartların olmadığı durumlarda insanların barış içerisinde özgürce dünya imtihanlarını gerçekleştirmelerini ister. Dolayısıyla barış esastır, savaş ise ancak mecbur kalındığında başvurulacak bir yöntemdir. Bu sebepten dolayıdır ki Efendimiz, Kureyş’in barış teklifini kabul etmiş, onlarla savaşmamıştır.
- Barış ve güven ortamı, hedeflerine ulaşmaları için Müslümanlara alan açar! Savaş ve kargaşanın getirdiği meşgalelerden fırsat bularak tebliğ ve davet ortamı oluşturamayan Müslümanlar, barışın hâkim olduğu ortamda bunlara yeteri kadar zaman ayırarak İslâmî davetin başkalarına da taşınması için fırsat bulmuş olurlar. Müslümanlar bu tür ortamları eğer hakkıyla değerlendirirlerse, Allah’ın da yardımıyla hedeflerine ulaşma imkanları da o derece artar. Hudeybiye antlaşmasından sonra gerçekleştirilen davet çalışmaları neticesinde elde edilen başarılar bunun bir ispatıdır.
- Allah, imanlarının bedelini ödeyen samimi kullarına ummadıkları yerden yollar açar! Eğer Müslüman, dinini yaşama samimiyetini yüreğinde taşıyor ve onun için nice zorluklara katlanıyorsa, Allah bu gibi kimseler için içinde bulundukları durumdan bir çıkış yolu meydana getirir. Yeter ki Müslümanlar samimi bir şekilde üzerlerine düşen sorumlulukları hakkıyla kuşansınlar. Kureyşle yapılan antlaşma gereği Medine’ye hicret edemeyen Müslümanlar, Ebû-l Bâsir’in öncülüğünde bir birlik oluşturma fırsatı buluyor ve netice de Kureyş onların Medine’ye kabul edilmelerini Efendimizden istemek zorunda kalıyordu. Allah, bu şekilde de iman ettiği halde Medine’ye antlaşma gereği kabul edilmeyen Müslümanlara bir çıkış yolu maydana getirmiş oluyordu; “…Kim Allah'a karşı gelmekten sakınırsa Allah ona bir çıkış yolu açar. Onu beklemediği yerden rızıklandırır. Kim Allah'a tevekkül ederse, O kendisine yeter. Şüphesiz Allah emrini yerine getirendir. Allah her şeye bir ölçü koymuştur.” (Talâk, 2-3)
- İtaatsizlik kötüdür, lakin bir gerekçesi varsa…! Dinimizin en önemli itikadi ilkelerinden bir tanesi, Allah ve Rasûlüne itaat edilmesi ilkesidir. Her ne kadar daha önce yazılan akaid kitaplarında bu konuda bir ilke bulunmasa da, Kur’an’ın üzerinde durduğu temel konulardan birisidir. Kur’an, Allah ve Rasûlüne itaatten yüz çevirenleri ateşle tehdit etmekte ve konunun itikadi ilgilendiren bir konu olduğunu bize bildirmektedir. İşte bunlardan dolayıdır ki bir insan, Allah ve Rasûlüne itaat etmeden Müslüman olamaz. Lakin peygambere itaat etmemenize sebebiyet verecek meşru bir durum olduğunda, durum biraz farklılık arz etmektedir. Nefsin ister hoşuna gitsin isterse gitmesin, Allah’a bir konuda itaatsizlik yapmak küfürdür. Ancak peygamber böyle değildir. Peygamber, bir insan olması hasebiyle bazen karar verirken şahsi kararlar verebilmektedir. Bu gibi durumlardan dolayıdır ki, eğer ona yapılan itaatsizlik bir gerekçeye dayanıyorsa, böyle bir itaatsizlik küfür olmaz. Hudeybiye de Ashab peygambere itaatten yüz çevirdiği halde, Kur’an tarafından kınanmamıştırlar. Bunun sebebi, vahiy olup olmadığını bilmedikleri bir konu olması ve ayrıca çok ciddi manada itirazı gerektirecek durumların olmasındadır. Bu tür durumlarda yapılan itaatsizlikler makul karşılanmalı, itaatten yüz çeviriyorlar gibi algılanmamalı ve bunu yapanlar ötekileştirme yoluna gidilmemelidir.
- Kadınla istişare de hayır vardır! Klasik İslâm düşüncesi her ne kadar kadınları toplumsal işlerde geri plana itmişse de, aslında toplumun yarısını oluşturan kadınlarla fikir alış verişinde bulunmak birçok zaman hayır getirir ve sağlıklı neticelere ulaşmaya sebebiyet verir. Kadınlardan bir hayır çıkmaz anlayışı İslâm’ın öngördüğü bir yaklaşım değil, tarihi süreç içerisinde Müslümanlara sirayet etmiş İslâm dışı bir anlayışın ürünüdür. Efendimiz Hudeydiye’de kendisine itaat etmeyen ashabının durumunu eşi Ümmü Seleme annemizle istişare etmiş ve onun tavsiyesiyle mesele çözüme kavuşturulmuştur.
- Sözün değil uygulamanın daha fazla etkisi söz konusudur! Dinimiz elbette söze önem vermiştir. Bunun içindir ki, doğru sözlü olmayı emretmiş, sözü yalan söylemeyi yasaklamış, iyiliği emretmeyi kötülükten de men etmeyi istemiş, tebliğ ve daveti diğer insanlara ulaştırmayı emretmiştir. Bunları yapabilmek için de sözün önemi, gündeme getirilemeyecek kadar büyüktür. Lakin sözün önemi büyüktür ancak, uygulamanın önemi bundan daha büyük ve tesirlidir. Eğer sözü davranış desteklemiyorsa o sözün kabul görme olasılığı çok azdır. Dinimiz bizden sözde değil, özümüzde Müslüman olmamızı ister. Uygulamanın insanlar üzerindeki etkisindendir ki, Efendimiz ashaba sözlü ikazda bulunduğu halde kurbanlarını kesip saçlarını tıraş etmediler, ancak kendisi bunları uyguladığında onlarda yaptılar. Bu açıdan tebliğ ve davette başarılı olmak istiyorsak, davranışlarımızla insanlara örnek olmalı, sadece söz adamı değil aynı zamanda uygulamalarını sözünün şahidi kılan kimselerden olmalıyız.
DÂVET MEKTUPLARI
Allah Rasûlü, Hudeybiye’den döndükten sonra, Hicretin altıncı yılında, bölge hükümdarlarına İslâm’a dâvet mektupları gönderme kararı aldı. Kendisine; “Hükümdarlar üzerinde resmi mühür olmayan mektupları almazlar” denildi. Bunun üzerine; “Muhammed Rasûlüllah” yazılı bir mühür hazırlattı. Bundan sonraki süreçteki resmi işlerde daima bu mühür kullanıldı.
Habeşistan Kralı Necaşiye, Amr b. Ümeyye ed-Damrî’yi elçi olarak gönderdi. Necaşiye yazdığı mektup şu şekildeydi;
“Bu Allah’ın Nebisi Muhammed’in, Habeşlilerin büyüğü Necaşi el-Asham’a gönderdiği mektubudur.
Selam hidayete bati olanların üzerine olsun. Ortağı bulunmayan, herhangi bir eş yahut çocuk edinmemiş olan Allah’tan başka ilah olmadığına ve Muhammed’in de O’nun kulu ve elçisi olduğuna şahitlik ederim. Seni İslâm davetine çağırıyorum. Çünkü ben, Allah’ın Rasûlüyüm. Müslüman ol ki selamete eresin. ‘De ki, ‘Ey Ehl-i Kitap! Bizimle sizin aranızda ortak olan bir söze gelin; Yalnız Allah’a tapalım. Ona hiçbir şeyi ortak koşmayalım; birbirimizi Allah’tan başka Rabler edinmeyelim.’ Eğer yüz çevirirlerse, ‘şahid olun, biz Müslümanlarız’ deyin” (Ali İmran, 64) Eğer reddedersen, kendi toplumundaki bütün Hıristiyanların günahı senin boynunadır”
Mektuba olumlu karşılık veren Necaşi, Efendimize bir mektup yazarak İsâ’ın (a.s.) davetiyle kendisinin daveti arasına çok fazla bir farkın olmadığını, kendisinin Allah’ın Rasulü olduğunu kabul ettiğini, ülkesine gelen muhacirlere iyi muamele ettiğini belirtiyor. Ayrıca Efendimiz, Necaşi’den ülkesinde muhacir olarak bulunan Müslümanları Medine’ye göndermesini istemişti. Necaşi’de muhacirleri bir gemiye bindirerek Medine’ye gönderiyor. Necaşi, hicretin 9 yılında, Müslümanlar Tebuk seferinden döndüğü zaman vefat ediyor. Efendimize onun vefat haberi ulaştığında, cenaze namazını gıyabi olarak Müslümanlarla beraber kılıyor.
Mısır hükümdarı Mukavkıs’a da, Hâtıb b. Ebî Beltea’yı elçi olarak gönderiyor. Mukavkıs’a gönderdiği mektup ise şu şekildeydi;
“Rahman ve Rahim Allah’ın adıyla. Allah’ın Rasûlü Muhammed’den Kıptîlerin büyüğü Mukavkıs’a! Hidayete tabi olanlara selam olsun. Seni İslâm davetine çağırıyorum. Müslüman ol ki selamete eresin. Müslüman ol ki Allah sana iki kat ecir versin. Eğer yüz çevirirsen, bütün Kiptîlerin günahı senin boynunadır. . ‘De ki, ‘Ey Ehl-i Kitap! Bizimle sizin aranızda ortak olan bir söze gelin; Yalnız Allah’a tapalım. Ona hiçbir şeyi ortak koşmayalım; birbirimizi Allah’tan başka Rabler edinmeyelim.’ Eğer yüz çevirirlerse, ‘şahid olun, biz Müslümanlarız’ deyin” (Ali İmran, 64)
Bu mektubu Mukavkıs’a veren Ebû Beltea, kendisinden önce Mısır’da kral olarak Firavun’un bulunduğunu, kendisini ilah gördüğü için ibretlik bir cezaya uğrayarak Allah’ın kendisinden intikam aldığını, kendisinin de bundan ibret alması gerektiğini söyledi. Mukavkıs ise, zaten kendilerinin bir dinlerinin olduğunu, ondan daha hayırlı bir din ile karşılaşmadıkları sürece dinlerini terk etmeyeceklerini söyledi.
Bunu üzerine Beltea; Kendisini İslâm’a davet ettiklerini, İslâm davetine en fazla zorluk çıkaranın Kureyşliler olduğunu, en fazla düşmanlık yapanların da Yahudiler olduğunu, en fazla yakınlık gösterenlerin de Hıristiyanlar oluğunu, Musâ’ın (a.s.), İsâ’nın (a.s.) gelişini müjdelemesi gibi, İsâ’nın (a.s.) da Muhammed’i (s.a.s.) müjdelemesi arasında bir farkın olmadığını, Kur’an’a davetin, Tevrat ve İncil’e davetten bir farkının bulunmadığını, gönderilen peygambere yetişen herkesin ona iman etmek zorunluluğunun olduğunu, kendisini Meshin dininden alıkoymadıklarını aksine Mesih’in müjdelediğine uymaya çağırdıklarını” ifade etti.
Mukavkıs ise şu karşılığı veriyor; Muhammed’in (s.a.s.) peygamberlik meselesini araştıracağını, kayıtsız kalmayacağını söyledi. Bunun akabinde Efendimizin yazdığı mektubu mühürleyerek bir sandığın içine koydu. Efendimize iki cariye hediye etti ve cevap mektubu yazdı. Mektup özel olarak şu şekilde; selamla başlayan mektup, kendisine yapılan daveti anladığını, zaten bir peygamberin geleceğini bildiğini lâkin o peygamberin Şam taraflarından geleceğini düşündüğünü, gönderdiği elçiye iyi muamele ettiğini, kendisine verilmek üzere iki cariye, elbiseler ve katır gönderdiğini ifade ederek selamla mektubu bitiriyor.
Efendimiz gönderilen cariyelerden Mâriye’yi, genel kabule göre önce azat ediyor sonra da kendisiyle nikâhlanıyordu. Efendimizin bu hanımından, İbrahim adına bir erkek çocuğu dünyaya geliyor. İbrahim de Efendimizin diğer erkek çocukları gibi daha küçük yaştayken vefat ediyor.
Farslıların hükümdarı Kisrâ’ya da, Abdullah b. Huzâfe es-Sehmî’yi gönderdi. Kisrâ’ya gönderdiği mektupta şu şekildeydi;
“Rahman ve Rahim Allah’ın adıyla. Allah Rasûlü Muhammed’den, Fars’ın büyüğü Kisrâ’ya! Selam hidayete tabi olanların üzerine olsun. Allah’tan başka ilah olmadığına, Muhammed’in de O’nun elçisi olduğuna şehitlik edenlere selam olsun. Seni İslâm’a çağırıyorum. Çünkü ben, diri olanları uyarmak ve kâfirlerin cezayı hak edebilmeleri için Allah’ın bütün insanlara gönderdiği elçisiyim. Müslüman ol ki selamete eresin. Eğer yüz çevirirsen Mecûsilerin günahı senin boynunadır.”
Mektubu okuyan Kisrâ, mektubu yırtarak; “Kendi tebaamdan bir köle kalkmış benim ismimden önce kendi ismini yazmış” diyerek zalim tavrını ortaya koyuyordu. Daha sonra Kisrâ, kendisine bağlı olan Yemen valisi Bâzân’a; “Hicaz’a iki yiğit adamını gönder de şu adamı bana getirsinler” diye talimat veriyordu. Bunun üzerine Bâzân iki adam seçerek Medine’ye gönderdi. Medine’ye gelen bu iki kişi Efendimizle görüşerek kendisini Kisrâ’ya götürmek için emir aldıklarını söylediler. Efendimiz de onlarla bir sonraki gün görüşeceğini söyledi. O sırada, Bizans karşısında yenilgiye uğrayan Kisrâ’nın ülkesinde durumdan rahatsız olan kimseler isyan çıkarmış, Kisrân’ın oğlu Şîreveyh de babasına karşı ayaklanarak onu öldürmüş ve tahta geçmişti. Bir sonraki gün elçilerle görüşen Allah Rasûlü, Kisrâ’nın başına gelen olayları onlara haber vermiş ve Kisrâ’ya şu mesajı götürmelerini istemişti;
“Benim dinim ve hükümdarlığım, Kisrâ’nın ulaştığı noktalara kadar ulaşacak; deve ve atların gidebileceği yere kadar gidecek. Eğer Müslüman olursan, elinin altındakileri sana veririm ve seni, kavminin başında yönetici tayin ederim.”
Yemen’e dönen elçiler durumu Bâzân’a haber verdiler. Bu sırada da Kisrâ’nın mektubu geldi ve yaşananların doğru olduğu anlaşıldı. Ayrıca mektupta, Efendimizle ilgili olarak daha önce verilen kararın ikinci emre kadar askıya alınması isteniyordu. Kisrâ’nın başına gelen hadiselerin peygamberimiz tarafından önceden bilinmesi, Bâzân ve Yemen halkının Müslüman olmasına vesile oldu.
Rum İmparatoru Kayser’e de, Dıhye b. Halîfe el-Kelbî’yi gönderdi. Kayser Herakl’e yazdığı mektup şu şekildeydi;
“Bu Allah’ın Nebisi Muhammed’den, Rum’ların büyüğü Herakl’e! Selam hidayete tabî olanların üzerine olsun. Seni İslâm davetine çağırıyorum. Müslüman ol ki selamete eresin ve Allah ecrini iki kat verisin. Eğer kabul etmezsen ahalinin günahı senin boynunadır. ‘De ki, ‘Ey Ehl-i Kitap! Bizimle sizin aranızda ortak olan bir söze gelin; Yalnız Allah’a tapalım. Ona hiçbir şeyi ortak koşmayalım; birbirimizi Allah’tan başka Rabler edinmeyelim.’ Eğer yüz çevirirlerse, ‘şahid olun, biz Müslümanlarız’ deyin” (Ali İmran, 64)
Herakl’us, mektubu okuduktan sonra, huzurunda bir takım homurdanmaların olduğunu gördü ve bundan dolayı huzurda bulunanların çıkarılmalarını istedi. Daha sonra gelen elçiye bir takım hediyeler vererek Efendimize gönderdi. Dıhye, geri dönüş yolunda Cüzâm kabilesinin saldırısına uğradı ve yanındaki her şeye el koyuyorlar. Dıhye, Medine’ye döndüğünde durumu Efendimize bildirdi ve Efendimiz, Zeyd b. Hârise komutasında 500 kişilik bir birliği Cüzâm kabilesinin üzerine gönderdi. Zeyd b. Hâris’e, ani bir baskın yaparak Cüzâm kabilesinin mallarını ganimet, kadınlarını da esir alarak Medine’ye getirdi. Daha önce Allah Rasûlü ile Cüzâm kabilesi arasında antlaşma vardı. Kabile reisi Zeyd b. Rifâa el-Cüzâmî, Medine’ye gererek olanlarla ilgili özür diledi ve mallarını ve esirleri geri istedi. Efendimiz de malları ve esirleri ona geri iade etti.
Efendimizin Mektub’u Hareklius’a gittikten sonra konuyla ilgili daha fazla bilgi almak isteyen Heraklius, ülkesinde Hicazlı olup olmadığını, varsa huzura getirilmelerini istiyor. O sıralar ticaret için Şam’da bulunan Ebû Süfyân, Heraklius’un huzuruna götürülüyor. Heraklius, Ebû Süfyân’a Efendimizle ile ilgili birçok soruları soruyor. Ebû Süfyân, sorulan sorulara yanlış cevap vermeyi düşünüyor lakin, yalan söylediği taktirde eğer yalanları ortaya çıkarsa kavminin adını lekeleyeceğini düşünerek sorulan sorulara doğru cevaplar vermek zorunda kalıyor. Ebû Süfyân’dan aldığı cevaplar neticesinde Heraklius, Ebû Süfyân’a dönerek; “Eğer söylediklerin doğruysa, onun daveti şu ayaklarımı bastığım yere kadar ulaşacaktır” diyor.
Bahreyn hükümdarı Münzir b. Sâvâ’ya da, el-Alâ b. el-Hadramî’yi elçi olarak gönderdi. Mektubu olumlu karşılayan Münzir b. Sâvâ, efendimize bir cevap mektubu yazdı. Mektubunda; Efendimizin gönderdiği mektubu okuduğunu, insanlardan kimisinin İslâm’ı sevip beğenerek Müslüman olduğunu, kimisinin ise Müslüman olmaya yanaşmadığını, kendi topraklarında Mecusi ve Yahudilerin de bulunduğunu söyledikten sonra, Efendimizden konuyla ilgili olarak talimat beklediğini yazarak mektuba son veriyor. Efendimiz bunu üzerine şu mektubu kendisine gönderiyor;
“Rahaman ve Rahim Allah’ın adıyla. Allah Rasûlü Muhammed’den Münzir b. Sâvâ’ya! Selam olsun sana. Ben, senin için, kendisinden başka ilah olmayan Allah’a hamd eder ve Muhammed’in, O’nun kulu ve elçisi olduğuna şahitlik ederim. Ben sana Allah’ı hatırlatırım. Zira kim samimi davranırsa, kendi adına samimi davranmış olur. Kim benim elçilerime itaat eder ve onların emirlerine uyarsa, bana itaat etmiş olur. Kim de onlara sadakatle bağlanırsa, bana sadakat göstermiş demektir. Elçilerim, senin hakkında övgü de bulundular ve hakkında iyi şeyler söylediler. Ben de seni, kavminle ilgili meselelerde vekil olarak kabul ediyorum. Müslümanlara ait olan işleri, İslâm’a girdikleri hâl üzere bırak. Suçluları da af ediyorum, sende onların affını kabul et. Ayrıca sen ehil olduğun müddetçe biz seni görevinden azletmeyiz. Yahudilik veya Mecusilikte devam edenlerin ise cizye ödemeleri gerekir.”
Yemâme Emiri Hevze b. Ali’ye de, Selît b. Amr el-Âmirî’yi elçi olarak gönderdi. Hevze b. Ali’ye şu mektubu gönderdi;
“Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla. Allah Rasûlü Muhammed’den Hevze b. Ali’ye! Selam hidayete tabi olanların üzerine olsun. Bil ki benim dinim, deve ve atların ulaşabileceği her yere yayılıp ulaşacaktır. O sebeple İslâm’a gir ki selamete eresin. Bende elinin altındakileri senin emrine vereyim”
Elçiyi ve mektubu iyi karşılayan Hevze, daveti kabul etmedi ama reddetmedi de. Cevap olarak da şu mektubu yazdı;
“Ne güzel ve ne iyi bir şeye davet ediyorsun! Araplar benim konumuma saygı gösterir, benden çekinirler. Bu sebeple, nüfuz ve yetkilerinden bir kısmını bana da verirsen, sana tabi olurum”
Ayrıca, Selît’e hediyeler verdi ve elbiseler giydirdi. Selît bu şekilde Medine’ye geldi. Mektubu okuyan Efendimiz; “Benden bir parça arazi isteyecek bile olsa bunu yapmam. Kendisi de mülkü de batsın” dedi.
Dımaşk Emiri Hâris b. Ebî Şimr el-Gassânî’ye de, Şücâ b. Vehb’i elçi olarak gönderdi. Nebi aleyhisselamın yazdığı mektup şu şekildeydi;
“Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla. Allah Rasûlü Muhammed’den Hâris b. Ebî Şimr’e! Selam hidayete tabi olanların üzerine olsun. Seni, tek olan ve ortağı bulunmayan Allah’a iman etmeye davet ediyorum. Eğer iman edersen bulunduğun yöneticilik görevinde kalabilirsin”
Sücâ, mektubu Hâris’se verince, mektubu okuduktan sonra bir kenara atarak, hiddetlendi ve “Benim saltanatımı elimden kim alacakmış? Ben onun üzerine yürüyeceğim” diye çıkıştı. Bunun için bağlı bulunduğu Bizans kralından izin almak istedi, lakin kral buna izin vermedi. Sücâ b. Vehb’e bazı hediyeler vererek geri gönderdi.
Umân Hükümdarları Ceyfer ve kardeşi Abd’a da Amr b. e-Âs’ı elçi olarak gönderdi. Efendimizin gönderdiği mektupta şunlar yazıyordu;
“Rahman ve Rahim Allah’ın adıyla. Allah Rasûlü Mehammed’den Cülnedâ’nın oğulları Ceyfer ve Abd’a! Selam hidayete tabi olanlara olsun. Ben sizleri İslâm’a davet ediyorum. Müslüman olun ki selamete eresiniz. Çünkü ben diri olanları uyarmak ve kâfirler için de cezanın hak olabilmesi için Allah’ın bütün insanlara gönderdiği elçisiyim. Eğer İslâm’ı kabul ederseniz sizin bulunduğunuz yere yönetici tayin ederim. Ancak İslâm’ı kabullenmeye yanaşmazsanız, hükümranlığınız sonra erecektir ve süvarilerim sizin topraklarınıza girip yerleşecekler; peygamberliğim sizin iktidarınıza üstün gelecektir.”
Amr b. el-As Umân’a vardığında ilk önce Abd’ın yanına giderek Efendimizin elçisi olduğunu ona söylüyor. Abd’da, Ceyfer’in kendisinden daha büyük ve yetkili olduğunu söyleyerek Amr’ı onun yanına götüreceğini söylüyor. Bu arada Amr b. el-As’a; “Davet ettiğiniz şey nedir?” diye soruduğunda, Amr; Tek olan Allah’a iman etmeye ve O’na hiçbir şeyi ortak tutmamaya, Muhammed’in (s.a.s.) de O’nun kulu ve elçisi olduğuna davet ediyoruz diyor. Ayrıca, Allah’a kulluk etmeyi, O’na isyan etmemeyi, akrabalık bağlarını kesmemeyi, zulmü, düşmanlığı, zinayı, içki içmeyi, taşlara tapmayı, putları ve haça tapmayı ise yasaklıyor diyor. Abd, İslâm’ı beğeniyor fakat abisi Ceyfer’in tepkisinin önemli olacağını, onun ise yöneticilik misyonundan vaz geçmesini düşük bir ihtimal olarak görüyor. Amr’da, iman ettiği taktirde zaten yöneticiliğine devam edeceğini söylüyor.
Abd, mektubu Ceyfer’e verdiğinde, Ceyfer birkaç gün konuyla ilgili olarak düşünüyor. Ve neticede kardeşiyle birlikte Müslüman olmaya karar veriyorlar. Ayrıca Amr b. el-As’a, halktan zekat toplaması için yardım ediyorlar.
GÂBE VE Zİ KARED GAZVESİ
Medine’nin otlaklarında otlayan develere saldıran Abdurrahman el-Ferâzi ve beraberinde ki haydut çetesi, develerin çobanını öldürüyor ve develeri de önüne katıp kaçıyorlar. Seleme b. el-Ekvâ, bir köleyi Medine’ye haberci olarak gönderiyor ve kendisi de onların arkasına düşüyor. Nihayet kaçan adamlar çaldıkları develeri bırakıyorlar. Ekvâ ise, takibe devam ediyor. Derken Müslümanların süvari birliği yardıma geliyor. Birliğin başında Ahrem el-Esedî vardı. Abdurrahman el-Ferazî ile Ahrem çarpıştılar. Ahrem el-Esedî şehit oldu. Bu defa Ebû Katâde de Abdurrahman’ı öldürdü. Geri kalanları kaçmaya devam ettiler. Nitekim kaçan adamlar Gatâfanlılara sığındılar. Efendimizin 500 kişilik bir orduyla çıkmış olduğu bu gazve de küçük çaplı çatışmalar olsa da, kurtarılan devler ve elde edilen kısmi ganimetlerle geri dönüldü. Efendimiz bu gazveye çıkarken Medine’de yerine Abdullah İbn Mektûm’u bırakmıştı.
İBRETLER VE DERSLER
- Tebliğ ve davet ilk ve en önemli sorumluluklardandır! Müslümanların ilk ve en öncelikli sorumlulukları, Allah’ın dinini o dinden haberi olmayan insanlara taşıma sorumluluğudur. Bütün peygamberler gönderildiği kavimlere bu sorumluluğu hakkıyla yerine getirmek için her türlü imkânı kullanarak davet ve tebliğ faaliyetini her zaman önceliklemişlerdir. Peygamberlerin takipçisi olması gereken Müslümanlarda davet ve tebliği öncelikleyen bir hareket metodu takip etmelidirler. Muhatapları ötekileştirmeden, daveti onlara götürebileceğimiz tüm kanalları açık tutmalıyız. Bunun içindir ki Efendimiz, hemen her fırsatı değerlendirerek içinde yaşadığı topluma daveti götürdüğü gibi çevre ülkelerede daveti ulaştırmak için mektuplar göndermiştir.
- İslâm tüm zamanlara ve tüm toplumlara gönderişmiş bir dindir. İslâm kendinden önceki vahiyler gibi, belirli bir topluma ve coğrafyaya gönderilmemiş, tüm insanlara gönderilmiş hak dindir. Son din olması hasebiyle de zaten tüm insanlara gönderilmesi gerekmekteydi. Kıyamete kadar tüm toplumlar onunla uyarılacak ve kıyamet günüde insanlar o dinden hesaba çekileceklerdi. Tüm bu sebeplerden dolayı Efendimiz, davetini sadece kendi içinde yaşadığı Arap toplumuna ulaştırmakla kalmamış, bölge ülkelere de davet mektupları göndermiştir.
- Selam ancak hidayete tabi olanlar içindir! Selam Müslümanlar arasında bir parola görevi görür. Müslümanlar arasındaki dostluğun ve birbirleriyle dayanışmalarının bir ifadesidir selam. Dostluklarının ilanı olduğu gibi, bir zararının da olmayacağının ifadesidir selam. Bunun içindir ki, “Allah’ın selamı üzerine olsun” ifadesi kâfirlere, hele İslâm düşmanlarına hiç söylenmez. Çünkü bir Müslümanla bir kâfir ve İslâm düşmanı arasında ne dostluktan söz edilebilir nede dualaşmadan. Bir Müslüman, kâfir olan birisine rahmet dileyemez ancak onun hidayet bulmasını isteyebilir. Bunun içindir ki Efendimiz, hükümdarlara gönderdiği mektuplarına Müslümanların birbirlerine verdiği selamla başlamamış, “Selam hidayete tabi olanların üzerine olsun” diye başlamıştır.
- Kurtulmak için teslim olmak gerekir! Hemen her insan dünya ve uhrevi zararlardan kurtulmak ister. Kendilerini zararlardan kurtaracak her türlü hususa tutunmak isterler. Kendilerine zarar getireceklerini düşündükleri şeylerden olabildiğince kaçarlar. Böyle bir durum insan için tabi bir durumdur. Hatta bütün hayvanlar için bile bu durum söz konusudur. Hayvanlar da kendilerine zarar vereceklerini bildikleri şeylerden kaçarlar. Ama ne yazıktır ki insanlar, dünyada sağlık ve maddiyatlarına zarar gelmesin diye titiz davrandıkları gibi, imanlarına dolayısıyla da ahirette zarara uğramamak için titiz davranmaktadırlar. İslâm ancak insanların dünya ve uhrevi zararları onlardan uzaklaştırmak, dünya ve ahiret mutluluğunu sağlamak için gönderilmiştir. Eğer insan, Allah’a kendisini teslim ederek bu dini tüm boyutlarıyla yaşamaya çalışırsa, özellikle uhrevi olmak üzere zararlardan kendisini korumuş olur. Teslimiyetinde sorun olduğu kadar da zararlarla yüz yüze kalır. Bunun içindir ki Efendimiz, hükümdarlara yazdığı tüm mektuplara; “Teslim ol kurtul!” ifadesini yazmıştır.
- Yöneticiler toplumlarından sorumludurlar! Her insan çobandır ve güttüğü sürüden mesuldür. Allah, insana dünya imtihanında bir takım sorumluluklar yüklemiştir. Aklı olan her insanın sorumlulukları da vardır. Sorumluluktan tek azade olanlar akıl özürlüsü olan insanlardır. Kadınıyla-erkeğiyle, yaşlısıyla-genciyle tüm insanların bir takım sorumlulukları vardır. İşte bu sorumluluk alanlarında, sorumlu oldukları şeylerden dolayı hesap vereceklerdir. Özellikle bireyler insanların sorumluklarını yüklendiği durumlarda, insanları hayra ulaştıracak şeyleri onlar arasında yaymakla sorumlu oldukları gibi, insanları şerre götürecek hususlardan da onları şiddetle sakındırmakla görevlidirler. Yöneticiler, toplumun yozlaşması gibi tüm olumsuzluklarından sorumludurlar. Güttükleri devlet politikası yüzünden hidayetten yüz çeviren insanlardan sorumludurlar. Bunun içindir ki Efendimiz, hükümdarlara gönderdiği mektuplarda; “Davetten yüz çevirmeleri halinde tüm tebaasın da vebalini de yükleneceklerini” kendilerine ifade etmiştir.
- Tebliğ ve davette muhataba uygun üslup kullanılmalıdır! Tebliğ ve davetin başarılı olmasının sebeplerinden bir tanesi de muhatabı dikkate alarak yapılan tebliğdir. Herkese aynı üslup ve içerikle yapılan tebliğin başarılı olma şansı yoktur. Ayrıca, muhatap kitlede her zaman aynı değillerdir. Muhatap kitle içerisinde Allah’a inananlar olduğu gibi, hiç inanmayanlarda vardır. Bu iki farklı kitleye aynı içerik ve üslup ile giderseniz birinde başarılı olsanız da bir diğerinde başarılı olamazsınız. Bunun içindir ki Efendimiz, hükümdarlara gönderdiği mektupları hazırlarken hemen hepsinin inancını göz önünde bulundurarak farklı farklı içerikte ve üslupta mektuplar yazmıştır. Kimi mektupların muhtevasında İslâm’a davet söz konusuyken, kimisinde de davetle birlikte tehdit diyeceğimiz ifadeler de içeriyordu.
- Tevhitte birleşmek! Müslümanlar diğer toplumlarla ilişkilerinde hiç ortak hareket edemeyen, bu konularda devamlı yan çizen kimseler değil, aksine devamlı ortak noktaları bularak buralar üzerinden birlikte olmanın yollarını aramalıdırlar. Müslümanlar diğer toplumlarla ilişkilerini çürük zeminler üzerine inşa etmek yerine, daha sağlam zeminler üzerine inşa etmek isterler. İşte en sağlam olan bu zemin Tevhid zeminidir. Allah’ı her konuda birlemek ve insanları da dünya imtihanını gerçekleştirirken eşit haklara sahip görmek. İnsanların birbirlerine tahakkümünü kabul etmemek ve insanın ilahlaşmasını engellemek. Bunun içindir ki, Efendimiz özellikle de Ehl-i Kitab’a gönderdiği mektuplarda onları ortak bir noktada buluşmaya davet etmiştir. “De ki: Ey ehl-i kitap! Sizinle bizim aramızda müşterek olan bir söze geliniz: Allah'tan başkasına tapmayalım; O'na hiçbir şeyi eş tutmayalım ve Allah'ı bırakıp da kimimiz kimimizi ilâhlaştırmasın. Eğer onlar yine yüz çevirirlerse, işte o zaman: Şahit olun ki biz müslümanlarız! deyiniz.” (Âli İmrân, 64)
- Kâfirlerden hediye kabul etmek caizdir! Müslümanlar kendilerinden olmayan insanlarla ilişkileri ötekileştirme üzerinden değil, aksine daha iyi ortamların oluşmasını sağlayacak zeminler üzerinden yürütmelidirler. Böyle ortamların oluşmasına katkı sağlayacak hususlardan bir tanesi hediyeleşmektir. Allah Rasûlü, mektup gönderdiği hükümdarların kendisine hediye olarak gönderdiği şeyleri kabul etmiştir. Davetini kabul etmediler diye onların gönderdiği hediyeler reddetmemiştir.
- Allah’ın dilediği kullarına verdiği görev ve sorumluluklar, kişinin kendi tekelinde değildir! Dolayısıyla da bu durumlarda kendi tekelindeymiş gibi hareket etmemelidir. Eğer toplumun sorumluluklarını yüklendiyse, bilmelidir ki o makam kendi tekelinde olan bir makam değil, topluma ait olan bir makamdır ve kendisi orada emanetçidir. Korumakla görevli olduğu topluma ait olan hususları kendi malıymış gibi üzerinde tasarrufta bulunamaz. Efendimiz, sahip olduğu imkanları kendisiyle bölüştüğü taktirde davetine icabet edeceğini söyleyen Yemâme Emiri Hevze b. Ali’nin teklifini reddetmiş, bu işin sahibinin Allah olduğunu, Allah dilediği kullarını bu nimetine varis kılacağını söylemiştir.
- Toplumların itibar ettiği insanlar, davete icabet ettikleri taktide bulundukları makamlarında bırakmak, o toplumu İslâm’a kazandırmanın yollarından bir tanesidir. Hele birde toplum nazarında sevilen yöneticileri toplumun başından alarak başkalarını koyarsanız, başta toplum üzerinde nüfuzu olan yöneticilerin ve sonrada toplumun tepkisini alırsınız. İslâm’ın temel amacı koltuklara sahip olmak değil, insanların hidayetine vesile olmaktır. Bunun yolu, bazen siyasi nüfuzu bir an önce ele geçirmekten ödün vermekle olur. Bunun içindir ki Efendimiz, yöneticilere gönderdiği mektuplarda eğer iman ederlerse yöneticilik görevlerine devam edecekleri ifade edilmiştir.
- Ehl-i Kitab ile diğer kâfirlerin konumu Müslümanlar açısından eşit değildir! Allah’a, peygamberine ve kitabına iman edenlerle etmeyenler İslâm nazarında eşit değillerdir. Nasıl olsun ki, bir tarafta Allah’a iman eden, bir peygambere tabi olduğunu söyleyen ve bir kitabın müntesibi olanlar, diğer tarafta da Allah’ı, peygamberini ve kitaplarını inkar edenler. Bunlar nasıl eşit olsun. Bir tarafa kendi inancı bağlamında samimi bir şekilde Allah’a ibadet edenler, diğer tarafta da Allah’ı hayatlarına karıştırmayanlar. Bunlar nasıl eşit olsun? Bunun içindir ki Efendimizin Ehl-i Kitapla olan münasebetleri ile diğer kâfirlerle ilişkileri aynı olmamış, Ehl-i Kitab’a gönderdiği mektupların muhtevası da diğer kâfirlere gönderdiği mektuplardan faklı olmuştur. Yine yüce dinimiz; Ehl-i Kitab’ın kadınlarıyla evlenilmesine ruhsat verdiği gibi kestiklerinin de yenilmesinde bir beis görmemiştir.
HAYBER GAZVESİ
Hicretin yedinci yılı Muharrem ayında, Efendimiz Hayber’e bir hareket başlattı. Münafıklardan bazı kimseler de bu savaşa katılmak istediler. Lakin Peygamberimiz, kendisiyle bitlikte Hudeybiye’ye gelenlerin ancak katılabileceğini bildirdi. Dolayısıyla da ordu, 1400 kişiden müteşekkil oldu. Efendimiz bu gazveye çıkarken, Medine’de yerine vekil olarak Sibâ b. Urfuta el-Gifârî’yi bıraktı.
İslâm ordusu Hayber’e doğru hareket etti. Efendimiz her zaman yaptığı gibi düşman sezmesin diye, farklı bir istikamet takip ederek Hayber’e vardı. Geceyi geçirdikten sonra sabah namazını daha ortalık aydınlanmadan kıldı. Sonrada hiçbir şeyden haberi olmayan, işlerine gitmek için evlerinde çıkan Hayberlilerin karşısına çıktı. Müslümanları karşılarında gören Hayberliler kaçışmaya başladılar ve “İşte Muhammed ve ordusu” diyorlardı. Efendimiz ise; “Allah’u Ekber, mahvoldu Hayber! Biz bir topluluğun arazisine girdiğimizde o uyarılanların sabahı ne fena olur” diyordu. Hayberliler Müslümanlarla savaşmak yerine kalelerine çekildiler.
Hayber Medine’den 170 km. uzaklıkta ve ahalisi üç ayrı bölgede yaşıyordu. Her bölgenin kendi içinde birden fazla kalesi vardı. Müslümanlar ilk önce Natât bölgesine yöneldiler. Karargâhı Nâim kalesinin ok menzilinin dışına kurarak kaleyi kuşatma altına aldılar. İki tarafın birbirlerine ok atışları günlerce sürdü. Nitekim Efendimiz kalenin fethinin müjdesini şu şekilde verdi; “Yarın bu sancağı, Allah ve Rasûlünü seven, Allah ve Rasûlünün de kendisini sevdiği bir yiğide vereceğim, Allah onun eliyle zaferi bize nasip edecek.” O gece herkes, sancağın kendisine verilmesi umudu ve duasıyla sabahladırlar. Sabah olunca; “Ali nerede?” deye sordu Efendimiz. Hz. Ali’nin gözlerinde rahatsız olduğunu söylediler. Bunun üzerine Efendimiz, Hz. Ali’yi yanına çağırarak dua etti ve elleriyle gözlerini mesh etti. Netice de Allah, Hz. Ali’nin gözlerine şifa verdi. Efendimiz Hz. Ali’ye, savaşmadan önce onları İslâm’a davet etmesi gerektiğini hatırlattı ve İslâm’ın savaş anlayışını şu veciz ifadeleriyle ortaya koydu; “Ey Ali! Bir insanın senin elinle hidayet bulması, senin için dünya ve içindeki her şeyden (veya kırmızı tüylü develerden) daha hayırlıdır” dedi.
Hayber, Yahudilerin yaşadığı üç önemli bölgeden oluşmaktaydı. Bunlar; Natât, Şakk ve Kesîbe bölgeleriydi. Müslümanlar ilk önce Natât bölgesine yöneldiler.
Yahudiler, gece gizlice kadın ve çocuklarını kaleden çıkarmış ve sabah olunca da Müslümanlarla savaşmayı kararlaştırmışlardı. Sabah olunca Hz. Ali, onları İslâm’a davet etti lakin onlar bunu reddettiler. Bu sefer Hz. Ali, onlardan mübareze için birisini istedi. Onlarda Merhab’ı gönderdiler. Merhab meydana çıkarken, kahramanlıklarını ifade eden şiirler söylüyordu. Merhab’ın karşısına ilk önce Âmir b. el-Ekva çıktı. Merhab, Âmir’i şehit etti. Bu sefer onun karşısına Hz. Ali çıktı. Hz. Ali meydana çıkarken şunları söylüyordu; “Ben, anamın Haydar diye isimlendirdiği kimseyim, Ormanların korkunç görünümlü aslanı gibi, düşmanlarımın tam anlamıyla hakkından gelirim.” Nitekim Merhab’a indirdiği bir kılıç darbesiyle onu öldürdü. Bu sefer Merhab’ın kardeşi Yâsir, mübareze talebinde bulundu. Onun karşısına da Zübeyr b. el-Avvâm çıktı ve çok geçmeden Yâsir’i öldürdü. Bunun üzerine savaş başladı. Birçok Yahudi büyüğü öldürüldü. Ordu, geri çekilmeye başladı ve kaçarak bir sonraki kaleye sığındı. Yahudilerin boşattıkları bu ilk kalede büyük miktarda yiyecek maddesi Müslümanlara ganimet olarak kaldı.
Müslümanlar bir sonraki kaleye karşı da büyük bir hücum başlattılar ve çok çetin bir savaş oldu. Neticede Yahudileri bozguna uğrattılar ve o kalede de çok miktarda ganimet elde ettiler. Müslümanlar Hayber’e geldiklerinde hemen hiç erzakları kalmamış, bu yüzden eşekleri keserek yemeye başlamışlar, Efendimiz de bu sebeple eşeklerin kesilmesini yasaklamıştı. Feth ettikleri bu iki kaleden ummadıklarından daha fazla ganimet elde etmiş oldular.
Müslüman ordu, bu bölgedeki son kaleye yöneldi. Kaleye sığınan Yahudiler, kaleden inerek Müslümanların karşısına çıkmaya yanaşmadılar. Bunun üzerine Müslümanlar, kaleye gelen su kanallarını bularak suyun kaleye gitmesine engel dolular. Susuz kalan Yahudiler, kalelerinden inerek savaşmak zorunda kaldılar. Bu çarpışmayı da kısa zamanda kazanan Müslümanlar, kaçan Yahudileri kovalamak için bir sonraki bölgeye yöneldiler.
Şakk adındaki bu bölgede iki tane kale vardı. Önce mübareze/döello ile başlayan savaş, Müslümanların kaleye girerek kahramanca savaşmaları neticesinde Müslümanların lehine sonuçlandı. Hemen bir sonraki kaleyi de kuşatmak için harekete geçtiler. Bu kale bir dağın tam tepesindeydi. Müslümanlar oraya ulaşmak için bayağı bir zorluk çektiler. Yahudiler bir taraftan ok atarken, bir taraftan da taş atıyorlardı. Bunun üzerine mancınık kuran Müslümanlar, Yahudilerin kalplerine korku salarak orayı da kısa zamanda feth ettiler. Bu iki kaleden de büyük miktardaki yiyeceği ganimet olarak aldılar.
Bu şekilde Hayber’de Yahudilerin yaşadığı iki bölge ele geçirilmiş, İslâm ordusu son bölge olan Kesîbe bölgesine hareket etmişti. Müslümanlar bu bölgedeki kaleleri kuşatmış ve yaklaşık 20 gün boyunca bu kuşatma sürmüştü. Neticede Yahudiler, Hayber’i terk etmek için Müslümanlardan eman dilediler. Efendimiz de şartlı olarak onlara eman verdi. Altın, gümüş, at ve silah dışında taşıyabilecekleri eşyalarını yanlarına alabileceklerini ifade etti.
Hayber’i terk etmek için eman isteye Yahudiler, daha sonra Efendimize gelerek; bağ ve bahçelerinin başında kalmak ve her yıl çıkan mahsullerin yarısını Müslümanlara vermek karşılığında yurtlarında kalmayı teklif ettiler. Efendimiz de, istediği zaman Yahudileri oradan çıkarmak şartıyla bu tekliflerini kabul etti. Bu yeni antlaşmaya göre, Yahudiler Hayber’de kalacaklar, arazilerini ekip biçecekler, her yıl çıkan ürünlerin yarısını Müslümanlara ödeyeceklerdi. Bu topraklar artık Müslümanların olduğundan, Müslümanlar istediği zaman onları oradan çıkarabileceklerdi. Bir nevi, Yahudiler Müslümanların toprakları üzerinde işçi olarak çalışacaklar, çıkan mahsullerden de pay alacaklardı.
Efendimizin, Yahudilerin bu teklifini kabul etmesinin sebebi, verimli olan Hayber arazilerini Müslümanlar arasında paylaştırdığı taktirde, bu arazileri işletecek insanların olmamasıydı. Müslümanlar devamlı olarak Allah’ın dinini yüceltmek için mücadele ettiklerinden Hayber’in verimli topraklarıyla uğraşamaz ve dolayısıyla da Hayber mahsullerinden mahrum kalırlardı. Bu yapılan antlaşmada, Müslümanlar Allah için mücadeleye devam ederken, Hayber’in mahsullerinden de istifade edebileceklerdi. Bu antlaşma Hz. Ömer zamanına kadar devam etmiş, antlaşmaya ihanet etmeleri sebebiyle Hz. Ömer, onları oradan çıkartarak sürgüne göndermiş ve arazileri de Müslümanlar arasında pay etmişti.
Bu savaşta Yahudi’ler den, 90 civarında adam öldürülürken, Müslümanların şehit sayısı ise 15 civarlarındaydı.
Hayber savaşı devam ederken, Mekke’deyken Habeşistan’a hicret eden Müslümanlar geri dönerek Efendimizin yanına geldiler. Efendimiz onları gördüğünde çok sevinmiş; “Allah’ın Hayber’in fethine mi sevineyim, yoksa Cafer’in gelişine mi?” demişti. Efendimiz, Hayber ganimetlerinden onlara da pay ayırdı.
Ayrıca, Yemenli olan Musa el-Eş’arî, Habeşistan’da Müslüman olmuş ve oradaki Müslümanlarla birlikte kalmış, neticede Müslümanlar Medine’ye dönerken o da onlarla bitlikte dönmüş ve Hayber’de Efendimizin yanına gelmişti.
Bir başka Yemenli olan Ebû Hureyre de bir grup insanla birlikte Medine’ye gelmiş ve Efendimizin Hayber’de olduğunu öğrenince oraya gitmişlerdi. Efendimiz onlara da ganimetten pay vermişti.
Efendimiz, etraftaki kabilelere elçi göndererek onlarla antlaşmalar yapmak için Hayber’de bir miktar daha kalmak istemişti. İşte bu günlerden biriside Yahudi bir kadın, onlara et ikram etmek istediğini söylemiş ve Efendimizin koyun etinin hangi tarafını sevdiği öğrenmişti. Maksadı Efendimizi zehirlemek olan kadın Efendimizin sevdiği tarafa daha falza zerhir koymuştu. Etten biraz yiyen Efendimiz etin zehirli olduğunu anlamış (veya Allah kendisine bildirmiş) ve Müslümanların da yememesini istemişti. Lakin bir Müslüman fazlaca yediğinden zehirlenmiş ve bu zehrin etkisiyle daha sonra ölmüştü. Efendimiz, kadına bunu neden yaptığını sorduğunda ise, kadın; “Sen eğer bir hükümdarsan senden kurtulmuş oluruz, yok sen peygambersen zaten sana bildirilir. Bunu anlamak için yaptım” demişti. Kadını ve Yahudileri af eden Efendimiz, daha sonra etten zehirlenerek ölen, Bişr b. el-Berâ’ya karşılık olarak, kadına kısas uygulanarak öldürülmesini emretmişti.
Efendimiz, Hayber’i feth ettikten sonra Muhayyısa b. Mus’ud’u, Fedek ahalisine göndermişti. Önce işi biraz ağırdan alan Fedekliler, Hayberlilerin başına gelenin kendi başlarına gelmesinden koktukları için, teslim olmayı ve Hayberlilere uygulanan hakların kendilerine de verilmesini istediler. Efendimiz de bu tekliflerini kabul etti. Fedek arazisinin gelirinin yarısı Fedeklilere, diğer yarısı da Efendimizin ev halkı ve akrabaları içinde ihtiyaç sahibi olanları için kullanılacaktı.
Efendimiz, Hayber’den Vâdi’l-Kurâ’ya yöneldi. Oraya varınca halkını İslâm’a davet etti. Lakin Vâd’i-Kurâ’lılar, iman etmedikleri gibi teslim de olmadılar. İlk önce mübarezeyle başlayan çarpışma birinci gününden birçok Yahudi öldürüldü. İkinci gün Efendimiz onların tekrar İslâm’a davet etti. Yine yanaşmadılar ve çarpışmaya başladılar. Gün ortası olmadan teslim olmaya karar verdiler ve Hayber Yahudilerine uygulanan hakların kendilerine de verilmesini istediler. Efendimiz de bu taleplerini kabul etti.
İBRETLER VE DERSLER
- İslam toplumuna düşmanlık yapan unsurların karargâh haline getirdiği bölgeler bu unsurlardan temizlenmelidir! Eğer bu gölgeler bu unsurlardan temizlenmediği taktirde her zaman Müslümanlar için tehdit oluşturmaya devam edecektir. Bunun için İslâm düşmanlarının karargâh haline getirdiği bölgeler kontrol altına alınmalıdır. Düşmanın buraları karargâh olarak kullanmalarına fırsat verilmemelidir. Bütün bu sebeplerden dolayı Efendimiz, Medine İslâm devletinin düşmanları tarafından karargâh olarak kullandıkları Hayber’e yönelik bir askeri sefer düzenleyerek oluşabilecek tehlikeleri önlemek ve o bölgeyi düşman unsurlarından temizlemek istemiştir.
- Savaşlarda insan kaybını en aza indirmek için gereken tüm tüm tedbirlerin alınması gerekmektedir! Amacı insan öldürmek olmayan bir dinin, insan kayıplarının en fazla yaşanma ihtimali olan savaşlarda bile insan kayıplarını en aza indirmek için çabaladığını görüyoruz. Efendimiz hemen tüm savaşlarda bu hususun üzerinde durmuş ve düşmanı en az zayiatla ele geçirmek için uygun zamanları kollamıştır. Ayrıca da, savaştan kaçan düşmana, kadın, çocuk, yaşlı ve din adamlarına dokunulmayı da yasaklayarak insan kayıplarını en aza indirmek istemiştir. Hayber savaşında Efendimiz, Hayber’e gizlice gitmiş ve Hayberlilerin haberi olmadan sabah erken saatte onlara baksın yapmıştır. Böyle hareket etmesinin sebebi düşmanı hazırlıksız yakalayarak teslim olmasını sağlamak, bu mümkün değilse çıkacak muhtemel savaşta insan kayıplarını en aza indirmektir.
- Devlet Başkanlığı makamı hiçbir zaman boş kalmamalıdır! Bu makam, devlet başkanı olmadığı zamanlarda vekil tain edilerek onun yerine bu görevi yürütecek liyakatli Müslümanlar tarafından boş bırakılmamalıdır. Davet başkanı, savaşları organize eden, şerîati uygulayan, Müslümanların izzet ve onurlarını kâfirlere karşı korumakla görevlidir. Ayrıca toplum arasında adaleti tesis etmekle yükümlü olan, toplum içerisinde bulunan mazlum ve gariplerin koruyucusu ve velisi olduğundan dolayı bu makam her daim aktif olması gerekmektedir. Yine devlet başkanlığı makamı, boş kaldığı taktirde bir otorite boşluğu oluşur ve toplumda fesat meydana getirmek isteyen unsurlar bu durumdan faydalanırlar. Bizler için en güzel örnek olan Allah Rasûlü’de, Medine dışına çıkacağı zamanlar yerine birisini vekil tain etmiş, devlet başkanlığı makamını hiçbir zaman boş bırakmamıştır.
- Görevlendirme yapılırken samimiyetlerinden şüphe edilmeyen kimseler önceliklenirse, başarıya ulaşmak da o nispetle daha yüksek olur! Eğer görevlendirme yapılırken samimi olmayan kimseler önceliklenirse, bu kişilerde bulunan samimiyetsizlik yüklendiği görevlere de yansıyacak ve buda işlerin hakkıyla yürümesini sekteye uğratacaktır. Bunun içindir ki Efendimiz, Hayber’e karşı yapılacak savaşta daha önce canları pahasına Kureyş ile savaşmak için Hudeybiye’de bey’at eden sahabeleri önceliklemiş, bu savaşa katılmak isteyen münafıklara ise izin vermemiştir. Samimi mü’minlerden oluşan Hayber ordusu, çetin Hayber kalelerini teker teker feht ederek orasını düşmanlar için bir karargâh olmaktan çıkarmış ve Medine’nin yıllık erzak ihtiyaçlarını karşılayan bir yer haline getirmişlerdir.
- Allah’a dua ederken sesi yükseltmek doğru değildir! Allah, insan için söz konusu olan her türlü gizlilikleri bildiği gibi, duymaktadır da. Allah bilmek için göze ve beyin dediğimiz organa ihtiyaç duymadığı gibi, duymak içinde kulaklara ve herhangi bir cihaza ihtiyacı yoktur. İnsan uzakta olan birisine sesini duyurmak için bağırır. Veya kısık sese cevap vermediğini söyleyen birisine karşı ancak bağırır. Lakin Allah bunların ikisinden de münezzehtir. Bunun içindir ki Efendimiz, insanların bağırarak Allah’tan yardım istemelerine müdahale etmiş ve kısık bir sesle dua etmelerini istemiştir.
- Askerleri cesaretlendirmek ve savaşa teşvik etmek için şiir ve benzeri şeyler söylemenin dinen bir sakıncası yoktur. Hatta faydasının hasıl olduğu durumlarda istifade etmek daha faziletlidir. Bazen insanların duygularını harekete geçirecek unsurlara ihtiyacı vardır. Müslümanların şehadete duydukları özlemi gündeme getirerek onları motive etmek, savaşlarda daha kahramanca savaşmalarına katkı sağlayabilmektedir. Bu tür neticeye sebebiyet verdiği için, Efendimiz, savaşlara giderken Müslümanları motive edecek şiirler söylenmesini istemiştir.
- Allah ve resulünü seven Allah resulünde sevdiği kimselerden olmak! Hemen tüm Allah’a iman eden insanların arzusudur; Allah tarafından sevilen bir kimse olmak. Allah’ın kendisini sevmesi için nice zorluklara katlanır insan. Hatta Allah için zorluklara katlanmayan insanlar bile Allah’ın kendilerini sevmesini isterler. Peki Allah’ın sevdiği insanlardan olmak mümkün mü? Yoksa sadece tarihte bazı kimseler için söz konusu olan bir durum mu bu? El cevap; tabi ki bütün zamanlarda yaşayan insanlar için mümkündür. Eğer insan isterse Allah’ın kendisini sevdiği kimselerden olabilir. Tarihte nasıl ki bazı kimseler için söz konusu olmuşa, günümüzde de isteyen ve bu isteğini amelleriyle ispat eden ihlaslı kimseler içinde elbette söz konusu olabilir. Burada üzerinde durmamız gereken mesele ise şurasıdır; tarihte bu payeye ulaşan inanlar hangi özelliklerinden dolayı bu payeye ulaştılarsa bizler de aynı özelliklere sahip olarak o payeye ulaşabiliriz. Allah Rasûlü, Hayber savaşı öncesi; “Yarın bu sancağı Allah ve Rasûlünün kendisini sevdiği ve kendisinin de Allah ve Rasûlünü seven birisine vereceğim” sözüne binaen ashap o kişinin kendileri olması için dua ve temenni ediyorlardı.
- Savaşta olsa, öncelikli vazifeniz insanların hidayeti için uğraşmak olmalıdır! Çünkü bizim savaşımızın asıl sebebi de budur. Biz savaşı ancak insanların hidayetlerinin önünü kapatan unsurları bertaraf etmek için yaparız. Veya insanlara zulmeden unsurları başka bir yolla bertaraf etme imkanımız olmadığında, savaşı baş vuracağımız bir vasıta olarak görürüz. İslâm, başarıya ulaşmak için insan öldürmenin en fazla çabalandığı savaş durumlarında bile, bir insanın hidayetine vesile olmayı Müslümanlara birinci vazife olarak göstermiştir. Bir Müslüman kâfir birisini öldürdüğünde onu o haliyle cehenneme göndermiş olur. Veya onları öldürerek savaşta galip gelirse en fazla bir takım ganimetlere sahip olur. Oysa onun hidayetine vesile olduğu taktirde, o kimsenin yaptığı her türlü hayırdan kendisi de sevap kazanmış olur. İşte bütün bu sebeplerden dolayı Allah Rasûlü, Hz. Ali’yi komutan tayin ederken; “Yavaş ol ey Ali! Senin elinle bir kişinin hidayet bulması senin için dünya ve içindeki her şeyden daha hayırlıdır” demiştir.
- Dünya ve içindekilerin hepsi hidayet nimeti kadar değerli değildir! Allah insanoğluna çeşitli nimetler vermiştir. Bu nimetlerin bazısı bazısından daha üstündür. Allah’tan olması hasebiyle her nimet değerlidir fakat bazıları daha değerlidir. Allah’ın insana verdiği nimetler içerisinde en değerli nimet ise, hiç kuşkusu ki hidayet nimetidir. Bu nimet dünya ve içinde bulunan tüm nimetlerden daha değerli bir nimettir. Çünkü ancak bu nimet sayesinde insan Allah’ın rızası ve cennetini kazanabilir. Bu nimet olmadan sahip olunan tüm nimetler ahirette hiçbir işe yaramayacak, insan sahip oluğu tüm nimetleri kurtuluş fidyesi olarak o gün verse de kendisinden kabul edilmeyecektir. Bunun içindir ki Efendimiz hidayet nimetinin “dünya ve içindeki her şeyden daha değerli olduğunu” Ali efendimize hatırlatmıştır.
- Kâfirlerle ortaklık anlaşması yapmanın dinen bir sakıncası yoktur! Müslümanlar, gerektiği taktirde kendilerinden olmayan diğer din mensuplarıyla ortaklık antlaşması yapabilirler. Müslümanların maslahatına olduğu durumlardan kâfirlerle ortaklık antlaşması yapmak bazen Müslümanların menfaatine olur. Böyle durumlarda kâfirlerle ticaret ortaklığı yapmakta dinen bir sakınca yoktur. Allah Rasûlü, Hayber savaşının sonunda Yahudilerle Hayber arazileri üzerinden ortaklık antlaşması yapmıştır.
- Ehl-i Kitabın kadınları ile evlenmek caizdir! Efendimiz Ben-i Nadir Yahudilerinin reisinin kızı Safiye ile evlenmiştir. Efendimiz Safiye annemizle evlendiği zaman da Safiye’nin Müslüman olduğuna dair bir delilimiz yoktur. Dinin koyduğu bir ilke olarak Ehl-i Katab’ın kadınlarıyla belirli şartlar çerçevesinde evlenme ruhsatı Efendimiz tarafından da kullanılmıştır. Tabi bu, Safiye annemizin daha sonra Müslüman olmasının önünde bir engel değildir. Bu gün nice aklı evvel kimseler tarafından gündeme getirilen Yahudi ve Hıristiyan kadınlarla evlenilmez fetvas,ı dinin uygun gördüğü bir fetva değildir.
“Bugün size iyi ve temiz nimetler helâl kılınmıştır. Kendilerine kitap verilenlerin yiyeceği size helâldir; sizin yiyeceğiniz de onlara helâldir. Gayri meşrû ilişkide bulunmak veya gizli dost tutmak şeklinde değil de meşrû bir nikâhla evlenmek şartıyla mümin kadınlardan iffetli olanlar ile sizden önce kendilerine kitap verilenlerden iffetli kadınlar -mehirlerini verdiğiniz takdirde- size helâldir. Kim inanmayı reddederse ameli kesinlikle boşa gider. O, âhirette de hüsrana uğrayanlardandır.” (Mâide, 5)
- Bizden olmayan kadınlara karşı daha fazla merhamet göstermek gerekmektedir! Kadınlar tabiatları itibariyle zayıf yaratılmış varlıklardır. Bundan dolayı da daha fazla ince ve kibar davranılmayı hak ediyorlar. Tebliğ ve davette de Müslüman olmayan kadınlara karşı daha fazla yumuşak davranmak gerekir. Onlara yumuşak davranmak onların gönüllerini İslâm’a kazandırmak için en etkili bir yoldur. Efendimiz, Yahudi bir kadını kendisini zehirleme girişiminde bulunduğu halde onu af etmiştir.
- Bir Müslümanı öldüren kâfire de kısas uygulanır! Bu kimsenin kadın olması da hükmü değiştirmez. Kısas dinimizin koyduğu en ağır cezai müeyyidelerden bir tanesidir. Bir insanı meşru bir gerekçe olmadan öldüren insanın, yaptığına karşılık bir ceza olarak öldürülmelerine kısas deniliyor. Öldüren kimsenin de ergenlik çağına girmiş ve aklıselim olması haricinde kadın, erkek, genç, yaşlı olması da hükmü değiştirmiyor. Katilin af edilmesi hususunda tek af etme makamı vardır oda yakını öldürülen kimsedir. Eğer dilerse af eder ve katil diyet öder, dilerse de kısas uygulanmasını ister. Hayber savaşında Yahudi bir kadının zehirlediği yemekten dolayı bir Müslüman şehit olunca Efendimiz o kadına bundan dolayı kısas cezası uygulamıştır.
- Tüm ümmete ait olan küçük de olsa bir malı zimmete geçirmek ateş sebebidir! Ümmetin işleriyle görevlendirilen kişi, ümmete ait olan mallar üzerinde emanetçi gibidir. Nasıl ki emanetçi kendisine emanet edilen mallar üzerinde tasarrufta bulunma hakkına sahip değilse, o emanetleri kendi menfaati için kullanamıyorsa, aynı bunun gibi ümmete ait olan mallar üzerinde görevlendirilen kişi de o malların çok küçükte olsa bir kısmını zimmetine geçiremez. Eğer böyle bir suç işlediği taktirde, hakkını yediği tüm toplumun günahını kuşanmış olur ve buda ahirette onun ateşe sürükler. Hayber ganimetleri arasında çok küçükte olsa bir parçayı çalan kimse için Efendimiz, çaldığı o parçanın kendisine ahirette azap olarak döneceğini söylemiştir.
ZÂTÜ’R-RİKÂ GAZVESİ
Allah Rasûlü, Hayber’den döndükten sonra, Gatâfan’lı bir kısım kabilelerin Müslümanlara karşı savaş hazırlığında olduklarını öğrendi. 400 veya 700 kişiden oluşan bir birlik hazırlayarak üzerlerin gitti. Medine’de yerine vekil olarak Ebû Zerr, veya Osman b. Affân’ı bıraktı. Müslümanların geldiğini gören düşmanlar dağıldılar. Hiçbir çatışma yaşanmadı.
Efendimiz bu gazvede, korku namazını kıldırdı. Orduyu iki kısma ayıran Efendimiz, birinci kısımla birlikte iki rekat kıldı ve birinci kısım namazı bitirip yerlerine geçtiler sonra ikinci kısım geldi ve Efendimizle bitlikte iki rekatta onlar kıldılar. Böylece Müslümanlar iki rekat, Efendimiz ise dört rekat kılmış oldu. “Sen de içlerinde bulunup onlara namaz kıldırdığın zaman onlardan bir bölük seninle beraber namaza dursun, silâhlarını da yanlarına alsınlar. Bunlar secde ettiklerinde ötekiler arkanızda olsunlar, sonra henüz namazlarını kılmamış bulunan (bu) bölük gelip seninle beraber namazlarını kılsınlar ve bunlar da ihtiyat tedbirlerini ve silâhlarını alsınlar. Kâfirler isterler ki, siz silâhlarınızdan ve eşyanızdan gafil (uzak ve unutmuş) olasınız da üzerinize ansızın bir baskın yapsınlar! Eğer yağmur yüzünden bir zarar görürseniz veya hasta olursanız silâhlarınızı bırakmanızda size bir günah yoktur. Yine de ihtiyat tedbirinizi alın! Allah elbette kâfirler için alçaltıcı bir azap hazırlamıştır.” (Nisâ, 102)
Bu gazveye giderken Müslümanlar yeteri kadar binek bulamadıkları için, olan bineklere sırayla biniyorlardı. Bazı Müslümanlar ikiden fazla kişi tek bineğe sırayla biniyorlardı. Bu sebeple, çok yürüdükleri için ayaklarına giydikleri pabuçları sıcağında etkisiyle yırtılmış, parçalanan ayaklarını elbiselerinden parçalar keserek bağlamışlardı. Bu sebeple de bu gazveye Zâtü’r-Rikâ adı verilmiştir.
Ordu ağaçlık bir yerde konakladı. Efendimiz de bir ağacın gölgesinde istirahat ediyordu. Onları takip eden bir müşrik, Efendimizin yanında kimsenin olmadığını gördüğünde, Efendimizi öldürmek istemişti. Allah Rasûlünün yanına gelen ve kılıcını alarak başına dikilen müşrik, Efendimizi uyandırıp; “Benden korkuyor musun?” diye sormuş, Efendimiz ise cevaben; “Hayır” karşılığını vermişti. Bu sefer adam; “Seni benim elimden kim kurtaracak?” dediğinde ise Efendimiz; “Allah” diyerek cevap vermişti. Daha sonra Efendimiz bir hamle yaparak adamın elindeki kılıcı alıyor ve adama çevirerek bu defa Efendimiz soruyor; “Şimdi seni benim elimden kim kurtaracak?”. Adam; “Kılıcı iyi niyetle eline alan birisi olacağını umuyorum” diye karşılık veriyor. Allah Rasûlü adamı Müslüman olmaya davet ediyor. Adam ise, Müslüman olmayı kabul etmiyor lakin bir daha Müslümanlarla savaşmama sözü veriyor. Bunun üzerine Efendimiz de onu af ediyor. Bu arada sahabeler Efendimizin yanına toplanıyor ve Efendimiz yaşadıklarını onlara anlatıyordu.
Bu gazveden dönüşte Müslümanlar bir adamı veya kadını esir olarak almışlardı. Bu kişinin yakını Müslümanların kanını dökeceğine dair yemin etmişti. Nitekim adam bunun için Medine’ye gelmişti. Medine’de o sıralar güvenlik gerekçesiyle Müslümanlar, Efendimizin evini korumak için nöbet tutuyorlardı. O gece Abbâd b. Bişr ve Ammâr b. Yâsir nöbetçiydiler. Gece olunca Ammâr b. Yâsir uyumuş, Abbâd ise gece namazına başlamıştı. O adam namaz kılan Abbâd’a bir ok atmış, Abbâd ise kendisine isabet eden oku namazı bozmadan çıkararak namazına devam etmişti. İkinci bir ok daha kendisine isabet eden Abbâd, namazını bozmadan tamamlamıştı. Uykudan uyanan Ammâr, Abbâd’a kendisini neden uyandırmadığını sorduğunda, Abbâd; “Bir sûre okuyordum, onu yarıda kesmek istemedim” diye cevap vermişti.
İBRETLER VE DERSLER
1. Bütün yokluklara rağmen Allah yolunda mücadeleden geri durmamak, karşılaşılan maddi sıkıntıları Allah’ın dinine yardım etmekten yüz çevirmek için bir bahane kılmamak gerekir. Allah Resulü ve ashabı, düşmana karşı giderken uzunca yol yürümelerinden dolayı ayaklarına giydikleri ayakkabıları yıpranmış, çıplak ayakla yürüdüklerinden dolayı ayakları yara bere içinde kalmıştı. Bunun neticesinde de ayaklarını bezlerle bağlamak zorunda kalmışlardır. Ama bütün bu zorluklar, onları Allah yolunda mücadele etmekten alıkoymamıştır.
2. Gerçek Müslüman, Allah’tan başka hiçbir şeyden korkmayan kimsedir. Allah’tan hakkıyla korkan, bunun dışında hiçbir şeyden korkmayan bir Müslümanı, ölüm dahi hiçbir şey korkutamaz. Ne düşmanın çok oluşu ne de kendisinin imkânsızlıkları onu korkutabilir. Gerçek Müslüman, Allah’ın sevgisini ve cennetine kaybetme korkusunu yüreğinde taşıyan kimsedir. Bu korkunun haricinde hiçbir korku onu korkutamaz. Allah Rasûlünün, başında kılıcıyla bekleyen düşmana karşı söylediği sözlerden bunu anlamak gerekir.
3. Allah kuluna kâfi değil mi? Allah’ın gücünün farkında olmayanlar bunu nasıl anlayabilsinler ki? Bazı kimselere göre güç, sahip olunan silahlar ve teknolojidedir. Oysa bir Müslümana göre güç ve kuvvet, ancak Allah’ındır. Allah’ın yardım ettiğini yenecek bir güç olmadığı gibi, Allah’ın yardımsız bıraktığına da yardım edecek bir güç yoktur. Efendimiz kendisini öldürmek için başında kılıcıyla duran düşmana bu hakikatleri hatırlatıyordu.
KAZA UMRESİ
Bir yıl önce Umre yapmak için Medine’den hareket eden Müslümanları, Mekkeliler Hudeybiye’de Umre yapmaktan alıkoymuşlardı. Hudeybiye’de yapılan antlaşma gereği bir yıl sonra Umre, kazaya kalmış bir şekilde yapılacaktı. Zamanı geldiğinde Kazaya kalan Umre’yi yapmak için Allah Rasûlü ashabına haber verdi. Geçen yıl katılan tüm Müslümanların katılmalarının gerektiğini hatırlattı. Gelmek isteyen başka Müslümanlar varsa onlarında dahil olabileceğini söyledi. 2000 civarında Müslümanla Mekke’ye doğru hareket ettiler. Medine de yerine vekil olarak Uveyf er-Ruhm el-Gifârî’yı bıraktı. Ardından da 60 adet kurbanlık deveyi işaretleyerek Mekke’ye doğru gönderdi.
Zülhuleyfe’ye geldiğinde ihrama girerek telbiye getirmeye başladı. Müslümanlar da onunla birlikte ihrama girdi ve telbiye getirmeye başladılar. Herhangi bir müdahaleyle karşılaşma durumunda yapılacak bir savaş olasılığı durumunda yanlarında silahlarını da getirmişlerdi. Ye’cec mevkiine geldiğinde kılıç dışında bütün silahlarını burada bıraktılar. Silahların başında da 200 kişilik bir birlik bırakıldı.
Müşrikler Mekke’yi boşaltmış dağlara çekilmişlerdi. Kendi aralarında Müslümanlar hakkında konuşuyor ve Medine’de zayıf düştüklerinden bahsediyorlardı. “Medine’nin sıtması onları güçten düşürmüştür” diyorlardı. Bu söylentiyi haber alan Allah Rasûlü, bütün Müslümanların ihrama girerken sağ omuzlarını açık bırakmalarını, ayrıca tavaf yaparken de bazı şaftlarda hızlanmalarını istemişti. Bununla Kureyş’in bu yanlış telakkilerini yıkmak istiyordu. Allah Rasûlü ve Müslümanlar tavaf yaparken Abdullah b. Revâha da kılıcını kaldırmış şu şiiri okuyordu;
“Kafiroğlulları! O’nu rahat bırakın! Bırakın! Her hayır O’nun elçisindedir. Rahman olan Allah Kur’an’ında; Rasûlüne okunan sahifelerde bunu bildirmiştir. Rabbim! Ben onun sözlerine iman ediyorum. Hakkı, onu kabul etmede görüyorum. Ölümlerin en hayırlısı onun uğrunda olanmış. Bugün sizleri, O’nun Tenzîl’inin (Kur’an) uğruna vuracağız. Bu vuruş başları bedenlerinden ayıracak. Ve dosta, dostunu unutturacak.”
Hz. Ömer, Abdullah b. Revâha’ya; Allah Rasûlünün huzurunda ve haram olan bu beldede şiir mi okuyorsun diye çıkışınca, Allah Rasûlü; “Onu rahat bırak ey Ömer! Kuşkusuz onun şiiri müşriklere, ok atmaktan daha fazla tesir etmektedir” diyordu. Allah Rasûlü ve Müslümanlar üç savt boyunca Remel (hızlı yürüme) yaptılar. Onların bu halini gören müşrikler ise; daha önce onlar hakkındaki düşüncelerinin doğru olmadığını, Müslümanların bırakın zayıf düşmek, aksine daha güçlü hale geldiklerini gördüler. Efendimiz yine Safa ve Merve arasında say yaparken de bazı bölgelerde hızlı hareket edilmesini emretti. Say tamamlandıktan sonra kurbanların da kesilmesini istedi. Bir grup Müslümanı Ye’cec’e göndererek orada bekleyen Müslümanların da gelip Umre yapmalarını sağladı. Müşrikler, üç gün Mekke’de kalan Müslümanları, dördüncü gün sabah olunca yapılan antlaşma gereği Mekke’yi terk etmelerini istediler. Bunun için Hz. Ali’den Efendimize haber gönderdiler. Efendimiz bunun üzerine Mekke’den ayrılarak Medine’ye dönmek için Şerif denilen mevkii de konakladı.
Bu arada Uhud’da şehit olan Hz. Hamza’nın kızı Ümâme; “Amca, amca” diyerek peşlerine takıldı. Ali b. Ebû Talib, Cafer b. Ebû Talib ve Zeyd b. Hârise onu himaye etmek istediler. Hz. Ali, Ümâme amcasının kızı olduğu için, Cafer ise, hem amcasının kızı hem de teyzesi ile evli olduğu için bakımını üstenmek istiyorlardı. Zeyd b. Hârise de, Medine’de yapılan kardeşlik akdi gereğince Hz. Hamza ile kardeş yapılmıştı. Kardeşinin kızı olduğundan dolayı Ümâme’nin bakımını üstenmek istiyordu. Efendimiz, Ümâme’nin teyzesiyle evli olduğu için Ümâme’yi Cafer b. Ebû Talib’e verdi ve; “Teyze anne yarısı gibidir” diye buyuruyordu.
Yine Efendimiz bu Umre’de, Meymûne bint el-Hâris ile evlendi. Meymûne kocası öldükten sonra, Abbas b. Abdulmütalib’in eşi olan Ümmü Fazl’a -ki aynı zamanda Meymûne’nın kardeşidir- Efendimizle evlenmek istediğini söyledi. Efendimiz de bu teklifi kabul ederek Kaza Umre’si için geldiği Mekke’de onunla evlendi.
Müslümanlar, Mekke’ye herhangi bir müdahale ile karşılaşmadan girmenin getirdiği sevinç ve özlemle Umre yaptıktan sonra Medine’ye geri döndüler.
İBRETLER VE DERSLER
1. Niyet edilen bir ibadet herhangi bir sebepten dolayı yerine getirilmez ise, daha sonra kazası yapılmalıdır! Vaktinde kılınmayan namaz aynı gün içinde başka bir zaman kılınması gerektiği gibi oruç, hac ve benzeri ibadetlerde aynı şekilde niyet edildiği taktirde zamanında yapılmazsa sonra kazası yapılmalıdır. Efendimiz ve Ashabı, daha önce umreye niyetlenmiş ve Kureyş’in engellemesi ile yapamadıkları umreyi, yaptıkları antlaşmanın da bir gereği olarak daha sonraki yıl kaza etmişlerdir.
2. Kuvvetli mü’min zayıf müminden hayırlıdır! Bazı durumlar vardır ki insanları diğer insanlardan daha üstün kılar. İlim sahibi mü’min ilimsiz bir Müslümandan daha hayırlı olduğu gibi, cihad eden birisi de evinde oturup cihat etmeyen mü’minden daha hayırlıdır. Bunun gibi kuvvetli mü’min de kuvvetsiz müminden daha hayırlıdır. Çünkü güç ve kuvvet düşmanın kalbine korku salar. Bunun içindir ki Efendimiz, Müslümanlar tavaf yaparken güçlü ve kuvvetli oluklarını düşmana göstermek için remel yapmalarını, say yaparken de belirli noktalarda hızlı hareket etmelerini onlardan istemiştir. Ayrıca ihrama girerkende pazularını açık tutmalarını istemiştir. Bunun sebebi, Müslümanların güçlü olduklarını düşmanları hissettirmekti.
3. Bazen söz, kılıçtan daha keskin bir silah olur! Öyle zamanlar vardır ki, düşmana kılıçla veremediğiniz zararı, söz ve kalemle verebilirsiniz. Hak sözü duymak istemeyen bir düşmana, hakkı duyurmak onu öldürmekten daha büyük bir ceza olur. Bunun içindir ki, müşrikleri hicveden şiirler söyleyen Abdullah b. Ravaha’yı Hz. Ömer engellemeye kalksa da Efendimiz, Ömer’e müdahale ederek; şiirin düşmana atılan oklardan daha tesirli olacağını söylemiştir.
4. Efendimizin çok evliliği! Evlilik, dinimizin önemle üzerinde durarak emrettiği bir husustur. Çünkü insan neslinin sağlıklı bir şekilde devamı, ancak evlilik yoluyla mümkündür. Dinimiz evlilik dışı kadın-erkek ilişkilerini yasakladığı için neslin devamınıda ancak nikahla olması gerektiğin hükme bağlamıştır. Evlilik sadece neslin devamını sağlamakla kalmaz, aynı zamanda iki aile arasında bağlar kurarak iki aileyi bir birbirine akrabalık bağlarıylada bağlar. Cahiyye döneminde bir erkek, istediği kadar kadınla evlenebilmekteydi. Bunun bir neticesi olarak da bazı hamımlarına çok fazla ilgi gösteriyor bazı hamımlarını ise mağdur ediyorlardı. Dinimiz bunun önüne geçebilmek için en fazla evlenilecek kadın sayısını dörde indirmiş ve bunlar arasında da adeleti almazsa olmaz görmüştür. Bunun mümkün olmadığı durumlarda tek hanımla evlenmeyi emretmiştir.
Efendimiz ise bu hükmün dışında tutulmuştur. Öncelikli olarak şunu söylemek gerekirki, Efendimizin evliliklerinin hemen hepsinde batılı oryantalistlerin söylediği gibi cinsel zevkler belirleyici olmamıştır. Eğer onların söylediği gibi olsaydı, ilk evliliğinde olduğu gibi, dul ve kendinden 15 yaş büyük birisiyle evlenmez, yaşı kendinden küçük ve bakire olan birisiyle evlenirdi. Bunun gibi Efendimizin yapığı evliliklerin birisi hariç hepsi dul kadınlarla olmuştur. Efendimizin bakire ve genç kadın bulamadığı için dul kadınlarla evlenmiştir gibi bir iddia da gülünç olur. Allah Rasûlü hangi sahabenin kızına veya kız kardeşine talip olsaydı onları seve seve Efendimizle nikâhlarlardı. Efendimizin yaptığı evlililerde en fazla üzerinde duruduğu husus arakabalık bağları oluşturmaktı. Konumuz bu olmadığı için bu iddia üzerinde daha falza durmayacağız.
Müslümanlara yönelik 4 kadın sınırlaması getirildiği halde Efendimiz neden bundan muaf tutulmuştur? Efendimiz, 13 kadınla nikâhlanmış bundardan 9 kadınla aynı zamanda nikahlı kalmıştır. Efendimiz bu kadınlarla 4 sınırlamsı getirilmeden önce evlenmişti. Kur’an’ın daha önce inen bir âyetine göre de Efendimizin evlendiği kadınlar mü’minlerin anneleri olarak hükme bağlanmıştı; “Peygamber, mü’minlere kendi canlarından daha önce gelir. Onun eşleri de mü’minlerin analarıdır…” (Ahzab, 6) Eğer bu hükme rağmen Efendimiz 4 eşi haricindekileri boşasaydı o kadınlarla Müslümanlarda evlenemeyeceği için mağdur olmaları söz konusu olacaktı. İşte bu sebepten dolayı Efendimiz dört sırınırlamasının dışında tutulmuştur. Efendizin evlendiği kadınlar ise şunlardır; Hz. Hatice, Hz. Sevde, Hz. Ayşe, Hz. Hafsa, Hz. Zeynep Binti Huzeyme, Hz. Ümmü Seleme, Hz. Zeynep Binti Cahş, Hz. Cüveyriye, Hz. Ümmü Habibe, Hz. Safiye, Hz. Meymûne, Hz. Mariye. Efendimiz Hz. Âişe dışındaki tüm hanımları daha önce evlenmişlerdi. İlk evelndiği Hz. Hatice anmizden 6 çocuğu, son evelendiği Mariye annemizden de 1 çocuğu dünyaya gelmişti.
5. Teyze anne yarısı gibidir! Bir insanın annesinden sonra annelik edebilecek en değerli insan hiç kuşkusuz ki, teyzesidir. Kız kardeşler birbirlerine çok daha fazla bağlı olduklarından, teyzeler yeğenlerini diğer akrabalarından daha fazla severler. Bütün bu sebeplerden dolayı Efendimiz Hz. Hamza’nın kızını, amcaoğlu Hz. Ali’ye ve manevi kardeşi Zeyd b. Hârise’ye değil, teyzesi ile evli olduğu için Cafer b. Ebû Talib’e vermiştir.
MÛTE SAVAŞI
Allah Rasûlü, Busra hükümdarına mektup göndermek için gönderdiği elçisi, Şerahbil b. Amr el-Gassânî tarafından öldürülmüştü. Allah Rasûlü, elçisine yapılan bu muameleye karşı çok hiddetlenmişti. 3 bin kişiden oluşan bir ordu tertip ederek, başlarına Zeyd b. Hârise’yi komutan tayin etti. Allah Rasûlü daha önce hiç yapmadığı halde bu Seriyye’ye yedek komutanlar da tayin etti. Eğer Zeyd b. Hârise şehit olursa, onun yerine Cafer b. Ebû Talib geçecek, ona da bir şey olursa onun yerinde de Abdullah b. Revâha geçecekti.
Allah Rasûlü, orduya son talimatları vererek onları veda tepesine kadar uğurladı. Orduya verdiği talimatlar şu şekildeydi; Müslümanların elçisi olarak öldürülen Hâris b. Umeyr’in öldürüldüğü yere gidecekler, ilk önce onları İslâm’a davet edecekler eğer kabul edilmezlerse onlarla savaşmalarını söyleyerek şunları ekledi; “Allah adıyla ve Allah yolunda savaşın. Allah’ın inkar edenleri öldürün, ancak ihanet etmeyin. Ganimet hırsızlığı yapmayın. Çocukları, kadınları, yaşlıları ve manastırlara çekilmiş kimseleri öldürmeyin. Ağaçları kesmeyin ve evleri tahrip etmeyin” dedi.
İslâm ordusu Ürdün’nün güneyindeki Maan mevkiine kadar geldi ve orada konakladı. Şerahbil b. Amr el-Gassânî 100 bin kişiden oluşan bir ordu hazırlardı. Heraklius’un da 100 bin kişilik Rum ve Araplar’dan oluşan başka bir ordusuyla Meâb denilen yere gelerek orada konakladı. Düşmanın sayısından haberdar olan Müslümanlar, Hz. Peygambere haber gönderip yardımcı birlikler isteme konusunda istişare ettiler. Abdullah b. Revâha orduyu destek beklemeden savaşmaya teşvik ederek şunları söyledi; “Siz, aslında şimdi pek arzulamadığınız bir şehadet için yola çıkmıştınız. Biz sayıya, güce ve kalabalığa güvenerek savaşmayız. Biz sadece Allah’ın bizlere lütfettiği dinimizden güç alarak savaşırız. Durum iki güzelden biriyle sonuçlanacaktır: Ya zafer, yada şehadet!” Diğer askerle de bu konuşmadan etkilenerek savaşmaya karar verdiler. Ordu Mûte’de konaklayarak savaş düzeni aldı.
Netice de Müslümanlar ilk defa Rumlar ve düzenli bir oduyla savaşıyorlardı. Düşmanın sayısı 100 bin veya 200 bin civarındayken, Müslümanların sayısı ise ancak 3 bin civarındaydı. Gün içinde çok çetin çatışmalar yaşanıyor, Müslümanlar kayıp verseler de geri çekilmiyorlardı. Müslümanların komutanı olan Zeyd b. Hârise, kahramanca savaştı ve neticede kendisine isabet eden mızrak darbeleriyle şehit oldu. Ardından komutayı alan Cafer b. Ebû Talib sancağı alarak kahramanca savaştı. Sağ kolu kesilince sancağı sol koluyla tuttu. Sol kolu da kesilince bu defa pazularıyla sancağı düşürmedi. Nihayetinde o da şehit oldu. Ardından sancağı Abdullah b. Revâha aldı. O da sancağı alınca savaşın kızıştığı yere daldı ve kahramanca savaşarak neticede şehit oldu.
Yere düşen sancağı eline alan Sâbit b. Erkam Müslümanlara seslenerek; “Bu sancağı taşıması için bir adam üzerinde anlaşın” dedi. Nihayetin de Hâlid b. Velid üzerinde anlaştılar. Hâlid’de savaşın ortasına daldı ve kahramanca savaşarak sekiz-dokuz kılıç kırdığı söylenir. Akşam olunca taraflar karargâhlarına çekildiler. Hâlid b. Velid, savaş taktiği olarak; soldaki askerleri sağa, sağdaki askerleri de sola gönderdi. Ayrıca öndeki askerleri de arkaya aldı, arkadakileri de öne getirdi. Sabah olunca savaş tekrar başladı. Karşılarında tanımadıkları kimseleri gören düşman ordusu, Müslümanlara takviye birlikler geldiğini düşündü. Ara ara küçük çaplı çarpışmalar olsa da savaş şiddetini azaltmıştı. Bunun üzerine Hâlid, orduyu Mûte’ye geri çekti ve bir hafta orada bekledi. Düşmanın da savaşma arzusu bitmiş ve geri çekilmeyi düşünüyorlardı. Bunun üzerine Hâlid b. Velid, orduya geri dönüş için talimat verdi. Bu savaşta Müslümanlar başta üç büyük komutanı olmak üzere 12 civarında şehit vermişti.
Ordu Medine’ye döndüğünde, savaştan kaçtıklarına dair bir söylenti oluştu. Efendimiz ise bu söylentiyi adil bulmayarak, ordunun kaçmadığını ancak bir savaş taktiği olarak geri çekildiğini, daha güçlü bir şekilde Rumlarla savaşmak için ileri bir tarihte tekrar gideceğini ifade etti. Ordu gerçekten de büyük bir özveriyle hareket etmiş, 100-200 bin kişilik düzenli Rum ordusuyla mücadele etmiş, çok kayıp vermeden ve savaşı da tam kaybetmedikleri bir durumdayken orduyu geri çekmeyi başarmıştı. Müslümanların gücünü Rumlara da göstermişlerdi. Artık Müslümanların iki süper güçten birisi olan Bizans’a karşı savaş açma cesaretini kendinde gördüğünü Rumlara da göstermişlerdi.
Mûte savaşının hemen ardından Efendimiz, Amr b. el-As komutasında 300 kişinden oluşan bir birliği Şam’ın Zâtü’s-Salâsil bölgesine gönderdi. Bu Seriyye; Mûte savaşında Rumlara destek veren Arap kabillerle görüşüp onlarla antlaşma yapmak, yanaşmadıkları taktirde de onlarla savaşmaları için gönderilmiti. Amr b. el-As’ın annesi de buralı olduğundan dolayı, birliğin başına o komutan olarak tain edilmişti. Amr, bölgeye vardığında düşman ordusunun sayısının çok fazla olduğunu görmüş ve bundan dolayı Efendimize haber gönderek takviye birlik istemişti. Efendimiz de, Ubeyde b. el-Cerrâh komutasında 200 kişilik takviye birlik göndermişti. Düşman birlikleri Müslümanları gördüklerinde dağılmış ve herhangi bir çatışma olmadan İslâm ordusu Mediye’ye geri dönmüştü.
Bu Seriyye de, Amr b. el-As ile Ebû Ubeyde arasında bir tartışma yaşanmıştı. Ubeyde’nin takviye birliği geldiğinde, ordunun genel komutanın kim olacağı konusunda iki birlik arasında bir ihtilaf meydana gelmişti. Ordu Medine’ye döndüğü zaman olay Efendimize bildirilmiş, Efendimiz; “Ashabıma ilişmeyin” diyerek Amr’ı azarlarmıştı. Ubeyde, ilk iman eden Müslümanlardandı. Amr b. el-As ise, yıllarca Müslümanlarla mücadele etmiş, adeta başka bir çıkış yolu kalmadığı için Müslüman olmak zorunda kalmış birisiydi. Efendimiz, ilk yılardan itibaren İslâm sancağını gönüllerinde taşıyan ve bunun bedelini her şekilde ödeyenlerle bu özelliklere sahip olmayanları bir tutmamıştır.
İBRETLER VE DERSLER
1. Düşmanı yeteri kadar tanımamak başarısız olmanın temel sebeplerindendir! Müslümanlar, bir toplulukla savaşmadan önce, o topluluğun askeri ve silah gücünü, savaş tecrübelerini çok iyi bilmelidirler. Bunun için yeteri kadar istihbarat bilgisine sahip olmalıdırlar. Bütün bu hususlar göz ardı edilerek “Nasılsa biz Müslümanız, dolayısıyla Allah bize yardım eder ve galip geliriz” diye hareket etmemelidirler. Çünkü her şeyde olduğu gibi savaş konusunda da Allah’ın bir sünnetullah/değişmez yasaları söz konusudur. Müslümanlar, tüm sebeplere yapışmaları gerektiği gibi, tüm dengeleri de gözetmeleri gerekir. Bunlarla birlikte eğer şartlar uygun ise savaşmaları ve neticede de Allah’tan galibiyet beklemeleri gerekmektedir. Mute savaşında, Müslümanlar ilk defa düzenli bir ordu ile savaştılar. Ayrıca düşman her noktada Müslümanlardan daha güçlüydü. Bu sebeplede Müslümanların, düşmanın gücünün yeteri kadar bilmemeleri, savaşta başarılı olmalarını engelledi.
2. Bir ordunun tek bir komutan olur! İnsanların tecrübe ve kabiliyetlerinin birbirinden farklı olmasından dolayı, bir ordunun birden fazla komutanı olduğunda her komutan kendi tecrübelerini uygulamak isteyecektir. Bu durumda, itilaflar ortaya çıkaracak ve neticede Müslümanlara zarar verecektir. Bütün bu sebeplerden dolayı Efendimiz, Mute Savaşı için birden fazla komutanın ismini gündeme getirmiş, fakat biri vefat edince diğerini onun yerine geçmesini istemiştir. Böylelikle de, İslam ordusunu tek bir komutanın idare etmesini gerçeği gözetilerek görevlendirme yapılmıştır.
3. İslâm’ın savaş ahlakı! Savaş düşmana boyun eğdirmek için yapılır. Düşmanı yok etmek için değil. Düşman boyun eğdiğinde, artık daha ileri giderek onları öldürmek dinimiz tarafından yasaklanmıştır. En fazla esir edilmeleri öngörülmüştür. İslâm savaşı, insanların intikam duygularını tatmin etmek için ve nasıl yapılırsa yapılsın anlayışıyla değil; teslim olanların, kadınların, yaşlıların, çocukların ve din adamlarının öldürülmesini yasakladığı gibi; ağaçların kesilmesi de ihtiyaç olmadığı sürece yasaklamıştır. Bunun içindir ki Efendimiz, Mute savaşında orduyu savaşa gönderirken bu talimatlarımı yenilemiş, bu hususlarda Müslümanları yeniden uyarmıştır.
4. Savaşta karşılaşılacak muhtemel tehlikelere değil, asıl ahirette karşılaşacak tehlikelere üzülmek gerekir! Evet, savaşta muhtemelen ölüm ve gazilik gibi karşılaşacak olumsuzluklar insan için gerçekten zor durumlardır. Fakat bir Müslüman için bundan daha önemli olan husus; ahirette karşılaşılacak muhtemel azap olmalıdır. Bunun farkında olan Abdullah b. Ravaha; çıkacakları savaşın getirebileceği muhtemel zorlukları değil, şu âyetin kapsamına kendilerinin de gireceği endişesiyle ahirette karşılaşacağı cehennem korkusundan dolayı ağlıyordu; “İçinizden, oraya uğramayacak hiçbir kimse yoktur. Bu, Rabbin için kesinleşmiş bir hükümdür.” (Meryem, 17)
5. Ya galibiyet ya zafer! Bir Müslüman için bunlardan başka karşılaşacağı başka bir durum söz konusu değildir. Savaş kaçınılmaz ise şehitlik gibi yüce bir paye elde etmek için öne atılmak, Müslümana yakışan erdemli bir tavırdır. Düşman ile savaşmak için tereddüt yaşayan İslâm ordusuna hitaben Abdullah b. Revaha, bu konuda nasihatlerde bulunuyordu. Şehit olsalar da, galip gelseler de her halükarda kazananın kendileri olacakalarını hatırlatıyordu.
6. Savaş komutansız olmaz! Savaşta ehil komutanın önemi çok büyüktür. Ehil komutanın önemi kadar, tecrübesi de önemlidir. Savaş esnasında Müslümanlar, şehit olan komutanların yerini kendi aralarında uygun gördükleri ve ehil olan yeni bir komutanla doldurmalıdırlar. Savaş tecrübesi olan bir komutanın savaşın kazanılmasına sebebiyet vereceği gibi, Müslümanların muhtemel zayiatlarını da önler. Mute savaşında Müslüman ordunun komutanları birbiri ardınca şehit olunca, aralarında Hâlid b. Velid’i komutan olarak seçtiler ve savaşı daha fazla zayiat vermeden bitirme başarısını gösterdiler.
7. Savaşta taktik kabiliyetinin önemi çok büyüktür! Savaşlar sadece insan gücüne ve teknik donanım gücüne dayanmaz. Bunlarla birlikte taktik kabiliyetine de dayanır. Dolayısıyla takdir kabiliyeti yüksek zeki bir komutan, savaşta başarılı olmanın temel faktörlerinden bir tanesidir. Halid b. Velid gibi taktik kabiliyeti yüksek olan bir komutan, Müslümanları topyekûn ölmekten ve savaşın büyük bir mağlubiyete sebebiyet vermeden bitmesini başarmıştır.
8. Her savaştan çekilmek, firar değildir! Savaşlarda asıl olan kazanıncaya kadar savaşı sürdürmek ve Müslümanların izzetini korumaktır. Ancak Müslümanların zayiat ihtimali çok yüksek olduğu durumlarda savaştan çekilmek bir savaş taktiğidir. Böyle hareket etmek, bir taraftan Müslümanların daha fazla zarar görmesini önlerken, bir taraftan da bir sonraki muhtemel savaşta düşmanın karşısına daha güçlü bir şekilde çıkmak için onlara olanak sağlar. Böyle bir durum savaştan kaçmak değil ancak savaş taktiğidir.
MEKKE-İ MÜKERREME’NİN FETHİ
Allah, Hicretin 8. yılda, Rasûlüne Mekke’yi feth etmeyi nasip etti. 13 yıl boyunca Mekke’de kendisine her türlü zulmü reva gören, 8. yılda Medine’yi baskı altında tutarak Müslümanlara göz açtırmayan Kureyşlilerin mağlubiyetini O’na gösterdi. Bu fetih; Arap yarımadasının tamamının fethinin habercisi, Arap kabilelerinin İslâm’ı tercih etmelerinin önündeki en büyük engel olan Mekke’nin fethiydi! İşte bu büyük fethi hazırlayan sebepler şunlardı;
Hudeybiye’de yapılan antlaşma gereği, iki tarafta istediği kabilelerle himaye antlaşması yapabilecekti. Çok eskiden beridir birbirleriyle düşmanlıkları bulunan Huzâa kabilesi Müslümanlarla, Bekiroğulları kabilesi de müşriklerle himaye antlaşması yapmışlardı.
Huzâa kabilesini savunmasız bir şekilde, bir su kuyusunun başında kıstıran Bekiroğulları, 20 civarında Huzâlıyı öldürmüşlerdi. Huzâlılar harem bölgesine sığındıkları halde Bekiroğulları onları öldürmeye devam etmişlerdi. Kureyşliler de onlara silah ve adam desteğinde bulunarak yardım etmişlerdi.
Huzâalılar, Medine’ye bir elçi göndererek yaşadıklarını Allah Rasûlüne haber verdiler. Efendimiz de onlara mutlaka yardım edeceğini söyledi. Bu aynı zamanda Hudeybiye antlaşmasının sona erdiğinin bir ilanıydı. Müşrikler antlaşmaya ihanet ederek, Müslümanların himayesinde olan Huzâlılara saldıran Bekiroğullarına destek olmuşlardı.
Kureyşliler daha sonra yaptıklarına pişman olarak antlaşmayı yenilemek için Ebû Süfyân’ı Medine’ye gönderme kararı aldılar. Ebû Süfyân, atına atlayarak Medine’nin yolunu tuttu. Medine’ye geldiğinden kendisini gizleyerek Efendimizin eşi, kızı Ümmü Habibe’nin yanına geldi. Efendimizin oturduğu mindere oturmak istediğinde kızı minderi onun altından çekti ve oturmasına müsaade etmedi. Ebû Süfyân; “Kızım bu minderimi bana layık görmedin, yoksa beni mi bu mindere layık görmedin?” diye sordu? Aldığı cevap ise; “Bu Allah Rasûlünün minderidir. Sen işe pis bir müşriksin” oldu. Ebû Süfyân aldığı bu cevap karşısında kızına şunları söyledi; “Vallahi benden sonra senin başına kötü şeyler gelmiş”
Ebû Süfyân, Efendimizin yanına geldi ve onunla konuşmak istedi. Lakin Efendimiz onu muhatap almadı. Ebû Süfyân bu sefer, Hz. Ebû Bekr’in yanına gitti. Ebû Bekr’e Efendimizle konuşmasını ve antlaşmayı yeniden tazelemek istediğini iletmesini istedi. Fakat Ebû Bekr; “Ben böyle bir şey yapamam” diyerek onu reddetti. Sonra Hz. Ömer’in yanına giden Ebû Süfyân, Ömer’den şu cevabı aldı; “Değil senin adına Efendimizle konuşmak, senin kelleni koparmak isterdim” tepkisiyle karşılaştı. Hz. Ömer’den de olumlu bir yanıt alamayan Ebû Süfyân bu sefer, Hz. Ali’nin yanına gitti. Akrabalık haklarını gündeme getirerek ondan yardım istedi. Hz. Ali ise; bu konuda kendisine yardım edemeyeceğini, ancak bir sonraki gün öğlen namazında ayağa kalkarak herkesin duyabileceği bir şekilde arabuluculuk yapmak istediğini ilan etmesini ve Mekke’ye geri dönmesini tavsiye etti. Başka bir çıkış yolu bulamayan ve gittiği her kapı üzerine kapanan Ebû Süfyân’da bu öneriyi uygulayarak Mekke’ye döndü.
Mekkeliler Ebû Süfyân’ın eli boş bir şekilde geri gelmesinden dolayı onu ayıpladılar. Artık antlaşma bittiği için Müslümanların her an üzerlerine gelebileceğini biliyorlardı. Ama gel gör ki, kendi güçleri kalmamış, Müslümanlar ise çok büyük bir askeri güce sahip olmuşlardı.
Allah Rasûlü, Müslümanlara savaş için hazırlık yapmaları talimatı verdi. Etraftaki kabilelere de haberciler gönderdi. Medine’de hummalı bir şekilde savaş hazırlıkları başladı. Lakin kimse nereye gidileceğini bilmiyordu. Efendimiz nereye gidileceğini gizli tutuyor, eşlerine dahi söylemiyordu. Allah’tan da; kimsenin Mekke’ye doğru bir hareket olacağının haberini almaması konusunda yardım istiyordu. Şöyle dua ediyordu; “Allah’ım! Kureyş’e, kendi memleketlerinde ansızın baskın düzenleyene kadar onları gözcülerden/casuslardan ve (bizimle ilgili) haberlerden mahrum et” diyordu. Bir grup askeri başka bir vadiye gönderdi ki insanlar o tarafa gidileceğini düşünsünler.
Böyle bir ortamda Hâtib b. Beltea, Kureyşlilere bir mektup yazarak, Medine’de bir savaş hazırlığının olduğunu, muhtemelen hazırlanan ordunun Mekke’ye hareket edeceğini yazarak, bir kafileyle Kureyşlilere göndermek istedi. Peygamberimiz Rabbinin kendisin haberdar etmesi üzerine olaydan haberdar olmuş ve Hz. Ali, Mikdâd, Zübeyr ve Mersed el-Ganevî’yi kafiledeki kadını bularak mektubu almak için görevlendirdi. Bu birlik, Efendimizin dediği yere vardıklarında kafileyi orada buldular ve kadından mektubu istediklerinde kadın kendisinde mektup olmadığını söyledi. Lakin tehdit etiklerini de saçlarının örgüsünün arasından mektubu çıkararak Müslümanlara verdi. Mektubu Hâtıb b. Beltea’nın yazdığı anlaşıldı ve Efendimiz, Hâtıb’ı çağırarak neden böyle bir davranışta bulunduğunu sordu. Oda; Mekke’de yakınlarının olduğunu, onları koruyacak kimsesinin bulunmadığını, Kureyşlilere yaptığı bu iyilikten dolayı Kureyş’in ailesine iyi muamele edeceğini düşündüğünü söyledi. Orada bulunan Hz. Ömer; “Ey Allah’ın Rasûlü! Bırak şu münafığın boynunu vurayım” dediğin de Efendimiz; “O, Bedir ehlindendir. Kim bilir, belki de Allah Bedir’e katılmış olanlara yönelik olarak ‘Dilediğinizi yapın ben sizi bağışladım’ demiştir”[12] diye karşılık verdi. Böylece de, kalbinde İslâm ve Müslümanlara karşı düşmanlık bulunmayan bir kimsenin yaptığı hatadan dolayı cezalandırılmasını Efendimiz uygun görmedi.
Bu konunun önemine yönelik olarak inen Mümtehine sûresi; Hâtıb b. Ebû Beltea üzerinden çok ciddi uyarılarda bulunarak Müslümanlar ile İslâm düşmanı kâfirler arasındaki ilişkinin nasıl olması gerektiğini hükme bağlayan uyarıları gündeme getirdi.
Efendimiz Ramazan ayının 10. gününde İslâm ordusuyla Mekke’ye doğru harekete geçti. Medine’de yerine vekil olarak Ebû Zerr el-Gıfarî’yi bıraktı. Müslümanların sayısı yaklaşık olarak 10 bin kişi civarındaydı. Yolda, Müslüman olarak Medine’ye hicret etmek isteyen amcası Abbas b. Müttalib, amcasının oğlu Ebû Süfyân b. Hâris, halasının oğlu Abdullah b. Ebî Ümeyye ile karşılaştı. Ebû Süfyân b. Hâris ve Abdullah b. Ebî Ümeyye Mekke’deyken Efendimize çok eziyet etmişlerdi. Bundan dolayı Efendimiz onları görmek istemiyordu. Araya giren Ümmü Seleme annemiz, Efendimize hitaben; “Amcanın ve Halanın oğulları sana yaptıkları eziyetlerden dolayı en bedbaht insanlar olmasınlar” dedi. Hz. Ali de, Ebû Süfyân b. Hâris ve Abdullah b. Ebî Ümeyye’ye şunları söyledi; “Gidin Efendimizin karşısına geçin ve Yusuf’un kardeşlerine söylediği şu sözü hatırlatın; ‘Vallahi dediler, Allah seni bizden üstün kıldı. Doğrusu biz suç işlemiştik!’” onlar da söyleneni yaptılar. Bunun üzerine Efendimiz; “Bugün sizi kınamak yok, Allah sizi bağışlasın. O, merhametlilerin en merhametlisidir!” dedi ve onları affetti.
Ordu Ramazan ayında yola çıktıkları için aynı zamanda oruçluydular. Efendimiz, orucun orduya zor geldiğini gördüğünde, oruçlarını açmalarını istedi. Fakat Müslümanlar oruçlarını bozmak istemediler. Bunun üzerine Efendimiz ordunun da görebileceği bir yere çıkarak orucunu açtı ve ordunun da açmasını söyledi. Bunun üzerine onlarda oruçlarını açtılar.
Ordu artık iyice Mekke’ye yaklaşmıştı. Merru’z-Zahrân denilen yere vardıklarında, geceyi geçirmek için orada konaklamalarını, herkesin farklı faklı yerlerde ateşler yakmalarını emretti. Bu sayede de eğer kendilerini takip eden Kureyşliler varsa, Müslümanların çok kalabalık bir orduyla üzerlerine geldiği mesajını vermek istiyordu. Nitekim Mekke’nin lideri Ebû Süfyân b. Harb, Müslümanların her han Mekke’yi ele geçirmek için harekete geçeceklerini bildiğinden tedirginlik içindeydi. Kimi zaman geceleri çıkıyor ve etrafta devriye atıyordu. O gecede de çıkmış ve yakılan ateşleri görünce ordunun çok kalabalık olduğunu anlamıştı. Hz. Peygamberin amcası Abbas da ordudan ayrılmış ortalığı gözlüyordu. Ebû Süfyân’ın sesini duyduğunda onun yanına gidiyor ve Müslümanların büyük bir orduyla geldiklerini, Mekkelilerin artık yapacakları bir şeyin kalmadığını söyledi. Bunun üzerine ne yapması gerektiği konusunda tavsiye isteyen Ebû Süfyân’a; Efendimiz ile görüşüp canını kurtarmasını önerdi. Bunun için kendisini himaye edeceğini de söyledi. Aslında başka yapacak bir şeyi de olmayan Ebû Süfyân, bu teklifi uygun bularak Efendimizle görüşmeyi kabul etti.
Abbas, onu himayeye alıyor ve atının arkasına bindirerek Allah Rasûlünün bulunduğu çadıra götürüyor. Yolda, Hz. Ömer onları görüyor ve; “İşte Ebû Süfyân! Sen ey Allah düşmanı! Herhangi bir antlaşma ve sözleşme olmadan seni elimize düşüren Allah’a hamd olsun” diyor ve hızlıca Efendimize haber vererek öldürülmesi konusunda kendisine izin vermesi için acele ediyor. Nitekim Abbas’ta acele ederek Efendimizin çadırına Ömer’den daha önce giriyor. Hemen sonra Ömer’de çadıra girerek Ebû Süfyân’ın boynunu vurmak için kendisine izin vermesini istiyor. Abbas ise; onu himaye ettiğini söylüyor. Efendimiz, kimsenin Ebû Süfyân’a karışmamasını istedi ve Abbas’a; onu yanında götürüp misafir etmesini sabah olunca da kendisine getirmesini emretti. Abbas’da denildiği gibi yaptı. Sabah olunca da Ebû Süfyân’ı Efendimizin çadırına getirdi.
Efendimiz Ebû Süfyân’a hitaben; “Yazıklar olsun sana ey Ebû Süfyân! Allah’tan başka ilah olmadığını anlama vakti daha gelmedi mi?” diye sordu. Bunun üzerine Ebû Süfyân; putların ilah olmadıklarını anladığını ve eğer putlar Allah’tan başka ilah olsalardı kendilerine yardım edeceklerini söyledi. Bu defa Efendimiz; “Yazıklar olsun sana ey Ebû Süfyân! Benim Allah’ın Rasûlü olduğumu anlamanın vakti gelmedi mi?” diye sordu. Bu soruya; bu konuda kalbinde bir takım şüpheler olduğunu ifade eden bir cevap verdi. Ebû Süfyân’a, Abbas müdahale ederek; “Boynun vurulmadan önce iman et artık” dedi. Bunun üzerine Ebû Süfyân’da iman etti. Akabinde Efendimiz bir genelge çıkartarak; Ebû Süfyân’ın evine giren kimselere güvence verildiğini ilan ettirdi. Ayrıca evine girerek kapısını kapatan, Mescid-i Haram’a sığınan kimselerin de canlarının emniyet içerisinde olacağını ilan etti.
Allah Rasûlü, Abbas’a; Ebû Süfyân’ı ordunun geçeceği vadinin kenarındaki tepeye çıkartarak, Müslümanların nasıl bir güce ulaştıklarını ona göstermesi için talimat verdi. Birlikler, başlarından sancaktarları olduğu halde grup gurup geçmeye başladılar. Her grup geçince Ebû Süfyân; “Bunlar kimlerdir?” diye soruyor, Abbas’da; o grubun kimler olduğunu söylüyordu. En son Efendimizin de içinde bulunduğu Ensâr ve Muhacirler’den oluşan grup geçince Ebû Süfyân; “Fesubhanallah! Bunlarda kim?” dediğinde Abbas; “Efendimizle birlikte Ensâr ve Muhacirlerdir” diye cevap verdi. Bunun üzerine Ebû Süfyân, Hz. Abbas’a yeğeninin büyük bir kral olduğunu söylüyor. Hz. Abbas ise; bunun krallık olmadığını ancak nübüvvet olduğunu hatırlatıyor.
Ensâr birliğinin sancaktarı olan Sa’d b. Ubâde, Ebû Süfyân’ın yanından geçerken; “Ey Ebû Süfyân! Bugün savaş günüdür. Bu gün Kâbe’de savaşın helâl kılınacağı gündür” diye bağırıyordu. Bu söz Efendimize ulaştığında, sancağı Sa’d’dan alıyor, oğlu Kays b. Sa’d’a veriyor ve; “Sa’d yanlış söylemiş. Bu, Allah Teâlâ’nın Kâbe’yi saygın kılacağı ve Kâbe’nin örtüye bürüneceği bir gündür.” diyerek Sa’d’ın söylediğinin doğru olmadığını ifade etmiş oluyordu. Ayrıca Mekke’ye insanları cezalandırmak için değil, aksine onların kurtuluşunu sağlamak için geldiğinin işaretlerini veriyordu.
Ebû Süfyân, hemen Mekke’ye giderek Kureyşlilere hitaben; “Ey Kureyşliler! Muhammed karşı konulmaz bir orduyla üzerinize geliyor. Kim Ebû Süfyân’ın evine girerse güven içerisinde olacaktır. Ayrıca evine girip kapasını kapatanlar, Mescid-i Haram’a giren emniyet içerisinde olacaktır” diyor. Bunu duyan Kureyşliler; “Yazıklar olsun sana Ey Ebû Süfyân!” diyerek onu kınadılar.
Allah Rasûlü, Mekke’ye hep beraber aynı koldan değil, birkaç ayrı koldan girmek istedi. Bunu, tek koldan girdiği taktirde Kureyşlilerin direnme durumlarının olacağını, ayrı ayrı kollardan girdiği zaman ise bunu yapmasının mümkün olmayacağını düşündüğü için yaptı. Nitekim, Kureyş’in gençlerinden bir grup, her ne pahasına olursa olsun Müslümanlarla savaşacaklarını kararlaştırmışlardı. Efendimiz Mekke’ye alt taraftan girecek birliğin başına Hâlid b. Velid’i komutan tayin etti. Bu birlik ile Kureyş’in gençlerinden oluşan bir birlik arasında çatışma çıktı ve yaklaşık müşriklerden 12 kişi öldürüldü. Müslümanlar dan da 2 kişi şehit oldu. Bunun haricinde herhangi bir çatışma olmadı.
Efendimiz, beraberindeki Ensâr ve Muhacir’le birlikte Fetih sûresini okuyarak devesinin üzerinde Mescid’i Haram’a girdi. Devenin üzerinde o kadar eğilmişti ki, neredeyse başı devenin sırtına değecek gibiydi. Büyük bir zafer kazanmanın getirdiği şımarıklıkla değil, tam da bir tevazu ve vakar ile Allah’ı tesbih ederek Mescide girdi. Haceru’l-Esved’i devesinin üzerinden selamladı ve Kâbe’yi tavaf etti. Bir taraftan da şu âyetleri okuyordu;
“De ki, Hak geldi, bâtıl yok oldu; zaten bâtıl yok olmaya mahkumdur!”(İsrâ, 81)
“De ki: Hak geldi, artık bâtıl ne bir şey ortaya çıkarabilir ne de geri gelebilir” (Sebe, 49)
Allah Rasûlü tavafını bitirince, Osman b. Talha’yı çağırarak ondan Kâbe’nin anahtarlarını aldı, Zeyd b. Hârise ve Bilâl b. Rebah ile birlikte Kâbe’ye girerek birer birer putları kırdı. Her putu kırdığından İsrâ Sûresinin yukarıda geçen âyetini okuyordu. Kâbe putlardan temizlendiği zaman, orada iki rekat namaz kıldı.
Efendimiz Kâbe’den çıkınca Hz. Ali Kâbe’nin anahtarlarını kendisine vermesini istedi. Efendimiz ise, Osman b. Talha’yı çağırarak anahtarları tekrar ona geri verdi. Ona, Mekke döneminde Kâbe’ye girmek için izin istediğinde, kendisine nasıl hakaretler ettiğini hatırlattı. Bütün bunlara rağmen Kâbe’nin anahtarlarını çok eskiden beri taşıma görevi kendi sülalesinde olduğu için tekrar Osman b. Talha’ya vererek şu âyeti okudu; “Ey iman edenler! İnsanlar arasında adâletle hükmedin ve emaneti, işi ehline verin…” (Nisâ, 58.) Ayrıca şunları da ilave ediyordu; “Bu anahtarları muhafaza görevi ebed müddet size aittir. Zâlimlerden başkası bu görevi sizden alamaz.” İşte ahde vefa, işte emaneti ehline vermek bu olsa gerek. Düşmanlığa düşmanlıkla karşılık vermemek, aksine ihsanda bulunmak Efendimizin en bariz sıfatlarından bir tanesiydi.
Mescid-i Haram’ın içerisine dolmuş olan Mekkeliler, Efendimizin kendileri hakkında ki kararlarını bekliyorlardı. 13 yıl Mekke’de hakaret ve yalanlamaların her türlüsünü tattırdıkları, kaçarak Mekke’yi terk etmek zorunda bıraktıkları, Medine’de güven içerisinde yaşamasına müsaade etmedikleri insan, Allah’ın yardımıyla kendilerine galip gelmişti. Bütün bunlardan dolayı Mekkeliler kendilerine büyük bir ceza verileceğini düşünüyorlardı. Halkın bu durumunu gören Efendimiz; “Ey Kureyşliler! Benim size ne yapacağımı düşünüyorsunuz?” dedi. Onlar da; “Sen kerim bir babanın kerim oğlusun. Bize iyi davranacağını düşünüyoruz” diye cevap verdiler. Allah Rasûlü’de; “Bu gün size kınama yok, gidin hepiniz serbestsiniz. Sizin durumunuz bana Yusuf’un kardeşlerinin durumu gibidir” dedi.
Efendimiz daha sonra, Safâ tepesine giderek duada bulunduktan sonra, Müslüman olan Mekkelilerden bey’at aldı. Bey’at edenler arasında Hz. Ebû Bekr’in babası Ebû Kuhâfe’de vardı. Efendimiz onun geldiğini gördüğünde, ayağa kalktı ve Hz. Ebû Bekr’e; “Onu neden getirdin, biz onun ayağına giderdik” diyerek onun Müslüman olmasına sevindi.
Ayrıca kadınlar da gelip Efendimize bey’at ettiler. “Allah’a hiçbir şeyi ortak koşmamak, hırsızlık yapmamak, zina etmemek, çocukları öldürmemek, yalan uydurarak kimseye iftira etmemek ve ma’ruf konularda isyan etmemek” üzere bey’at eden kadınlar arasında Ebû Süfyân’ın karısı Hind’de vardı. Hind, tanınmamak için yüzünü bir bezle kapatmıştı. Efendimize; “Kocam bizim ve çocuklarımızın ihtiyacını karşılamadığında ondan gizli olarak parasını almam caiz olur mu?” diye sorduğunda Efendimiz, onu tanıdı ve sorduğu soruya; “alabilirsin” diye cevap verdi. Ayrıca; “Sen Hind misin?” diye sordu. Oda; “Evet” diyerek şunları söyledi; “Ey Allah Rasûlü! Vaktiyle yeryüzünde senin hâne halkın kadar aşağılanıp perişan olmalarını istediğim hiçbir ev halkı yoktu. Ancak bu gün öyle bir hâle geldik ki, yer yüzünde senin ev halkın kadar üstün olmalarını istediğim başka hiçbir ev halkı yoktur” diyerek hissettiği duyguları ifade etti. Bunun üzerine Efendimiz de; “Muhammed’in canını elinde tutana yemin olsun ki, aynı durum, benim içinde geçerlidir” dedi.
Bazı insanlar da Hicret etmek üzere Efendimize bey’at etmek istediler. Lakin Efendimiz; “Hicret ehlinden olanlar, hicretin bütün sevabını alıp götürdüler. Mekke fethinden sonra hicret yoktur. Ancak cihad ve niyet vardır. Onun için cihada çağrıldığınız zaman hemen icabet edin” diye buyurdu.
Mekke fethinde, işledikleri suçlardan dolayı öldürülmesi kararlaştırılan bazı kimseler vardı. Efendimiz; “Onları Kâbe’nin örtüsüne tutunmuş bir vaziyette bile bulsanız öldürün” dediği kimselerdi bunlar. Bunların bir kısmı hak ettikleri cezayı buldu, kimisi de kaçarak sonra bir yolunu bulup Müslüman oldu ve kendileri af ettirdiler. Öldürülenler; İbn Hatal, Makîs b. Sulâbe, Hâris b. Nüfeyl, İbn Hatal’ın şarkıcı bir cariyesiydi.
Müslüman olanlar ise; Abdullah b. Sa’d b. Ebî Serh, İkrime b. Ebî Cehl, Habbâr b. Esved, İbn Hatal’ın şarkıcı bir cariyesi ve birde Vahşi b. Harb idiler. Abdullah b. Sa’d b. Ebî Serh’i Hz. Osman araya girerek affedilmesini sağlıyor. İkrime b. Ebî Cehl’i de karısı araya girerek bağışlanmasını sağlıyor. Vahşi ise, yıllar sonra Medine’ye gelecek, Efendimizden kendisini af etmesini isteyecek, Efendimiz onu af ettiğinde de ismini söyleyerek Müslüman olduğunu açıklayacak böylece de öldürülmekten kurtulmuş olacaktı.
Efendimiz, kuşluk vakti girdiğinde Ebû Talib’in kızı Ümmü Hâni’nin evine giderek yıkandı ve sonra sekiz rekat fetih namazı kıldı. Ümmü Hâni, öldürülmelerinden korktuğu kocasının iki kardeşini himayeye almıştı. Hz. Ali ise onları öldürmek istiyordu. Ümmü Hâni, durumu Efendimize açtığında; “Ey Ümmü Hâni! Senin güvence verdiğin kimseye bizde güvence vermişizdir” diyerek onları af etti.
Ayrıca Bilal b. Rebah’a, Kâbe’nin çatısına çıkarak Ezan okumasını istedi. Bu Müslümanların Mekke’nin otoritesini eline aldığının da bir ilanıydı. Ayrıca putperestliğin yıkıldığı, bunun yerine tevhidin hakim kılındığın da ifadesiydi. Bilâl’in okuduğu ezan müşrikleri rahatsız etti. Hatta kimileri babalarının daha önce öldükleri ve bu manzarayla karşılaşmadıkları için Allah’ hamd ediyorlardı. Efendimiz, yaklaşık olarak 19 gün civarında Mekke’de kaldı. Ayrıca genel bir genelge çıkartarak; “Allah’a ve ahiret gününe iman eden kimse, evinde kırılmadık hiçbir put bırakmasın” diye ilan ettirdi.
Bu arada Ensâr arasında Efendimizin kendi memleketini feth ettiği için Medine’ye dönmeyerek burada kalacağı kanaati hasıl oldu. Böyle bir durumun yaşanması onları çok mutsuz etmişti. Ensâr’ın bu durumundan haberdar olan Efendimiz, onları Sâfa tepesinin yanında toplayarak bir konuşma yaptı. Konuşmasında kısaca şunları söyledi; “Maazallah! Hayatımı sizinle paylaştıysak, ölümümüz de sizin yanınızda olacaktır.” Efendimizin bu şekildeki açıklaması Ensâr’ın gönlüne su serpmişti.
Allah Rasûlü, Hâlid b. Velid’i 30 kişiyle bitlikte Uzzâ putunu yıkmakla görevlendirdi. Uzzâ, Kureyş kabilesinin en büyük putuydu. Ayrıca Amr b. el-As’ı da, bir grup Müslümanla Süvâ putunu yıkmaları için gönderdi. Süvâ putu yıkılınca onun hizmetçisi, putun kendisini koruyamadığını gördüğü için Müslüman oldu. Ayrıca, Sa’d b. Zeyd el-Eşhelî’yi de, 20 kişilik bir birlikle Menât putunu yıkmakla görevlendirdi. Menât; Kelb, Huzaâ, Gassân, Evs ve Hazrec kabilelerinin taptığı puttu.
Allah Rasûlü, Hâlid b. Velid’i İslâm’a dâvet etmek için Cezîmeoğullarına gönderdi. Cahliyye döneminde Hâlid b. Velid’in dayılarının bu kabileyle husumeti vardı. Hâlid bu kabilenin tavırlarından hoşlanmayarak onlarla savaştı. Bir kısmını öldürdü bir kısmını da esir aldı. Daha sorna alınan esirlerin öldürülmelerini emretti. Orduda bulunan Müslümanlardan bir kısmı buna karşı çıktılar. Bu olay Efendimize bildirilince ellerini semaya kaldırarak; “Allah’ım! Hâlid’in yaptığından sana sığınıyorum” diye niyazda bulundu. Hz. Ali’ye yüklü miktarda mal vererek Hâlid’in öldürdüğü insanların kan diyetlerini ödemesi için Cezîmeoğullarına gönderdi.
Ayrıca, Hâlid’in bu yaptığından dolayı Abdurrahman b. Avf ile Hâlid b. Velid arasında tartışma meydana gelmiş ve Hâlid ona hakaret etmişti. Konu Efendimize ulaşınca Efendimiz Hâlid’e şunları söylemişti; “Ağır ol Hâlid! Ashabıma ilişme. Vallahi eğer Uhud dağı kadar altının olsa ve sonra çıkıp bunu Allah yolunda harcayacak olsan, ashabımdan birisinin (cihad için yaptığı) ne bir sabah harekâtının ne de bir akşam harekâtının (sevabına) ulaşabilirsin”
İBRETLER VE DERSLER
- Antlaşmalara sadakat esastır! Müslümanlar başka toplumlarla yaptıkları antlaşmalarına, onlar bozmadıkları sürece sadakat gösterirler. Yapılan anlaşmalara ve verilen sözlere sadakat göstermek Müslümanlar için temel ve İslâmî bir sorumluluktur. Müslümanların Kureyşle yaptıkları anlaşmayı Müslümanlar bozmamış, Kureyşliler bozana kadar yapılan antlaşmaya sadakat göstermişlerdir.
- Müttefiklik anlaşması yapılan insanlara yardım etmek İslamî bir sorumluluktur. Müttefiklik antlaşması yaptığınız toplumları düşmanlarına karşı korunmak gerekmektedir. Böyle bir durumda onları düşmanlarıyla baş başa bırakmak imanla bağdaşmaz. Bunun içindir ki Efendimiz, Müslümanların himayesinde olan, Ben-i Bekiroğullarının saldırıda bulunduğu Uzzâa kabilesine yardım edeceğini söylemişti.
- Savaş planlarını gizli tutmak, yapılacak savaşta başarılı olmanın en büyük etkenlerinden birisidir! Savaşlarda düşmana karşı başarılı olmak için Müslümanların gözetmeleri gereken bir başka önemli husus da, düşmanla yapılacak savaşta hareket planlarının gizli tutulmasını sağlamaktır. Böyle bir durum; bir taraftan düşmanın hazırlıksız yakalanmasını sağlayacağı gibi, bir taraftan da her iki tarafında insan kayıplarını artmasını engeller. Savaş planın gizli tutulması ise düşmanın hazırlık yapmasını engellediği gibi, çıkacak muhtemel savaşta insan kayıplarını da en aza indirir. Bunun içindir ki Efendimiz Mekke’ye yönelik olarak düşündüğü hareketi gizli tutmak istemiştir. O, Mekke’nin kansız bir şekilde feth edilmesini veya en az zayiatla gerçekleştirilmesini istiyordu.
- Maksadı ihanet olmayan hataları bağışlamak erdemdir! Savaşta casusluk yapmak ve ihanet etmek cezasız bırakılmamalıdır. Böyle kimseler cezalandırmayı hak etmişlerdir. Lakin amacı ve niyeti ihanet etmek olmayan samimi Müslümanların bilinçsizce yaptığı bu konulardaki hataları böyle değerlendirilmemelidir. Bu gibi kimseleri affetmek, kendilerini tekrar kazanmak için daha etkili bir yoldur. Efendimiz, Müslümanların Mekke’ye muhtemel savaşını Kureyş’e bildirmek isteyen, Hatip b. Ebî Beltea’yı affetmesi bunun bir delilidir. Hz. Ömer’in yaptığı hatadan dolayı Hatib’ı cezalandırmak istemesine Peygamberimizin karşı çıkması, bunun en güzel örneklerindendir.
- Müslüman olmak Allah ve Resul’ünün düşmanlarından beri olmayı gerektirir! Bir kalbe iman girerse, o kalp, iman etmenin bir gereği olarak Allah’ın buyruklarına tam teslimiyet göstermesi gerektiği gibi, Allah’ın, İslam’ın ve Müslümanların düşmanlarından teberri etmekle de yükümlü olacaktır. Bu durumda; en yakınlar da dâhil olmak üzere, İslâm ve Müslümanların düşmanları olan kimselerden beri olmayı gerekli kılmaktadır. Bir Müslümanın hem iman iddiasında bulunması hem de Allah ve Rasûlüne düşmanlık edenlerle velayet bağını sürdürmesi söz konusu olamaz. Normal kâfirlere gösterilen tolerans bu kimselere gösterilemez. Bunun içindir ki, İslâm ve Müslümanların düşmanı olan babası Ebû Süfyân’a, kızı Ümmü Habibe annemiz, bu inancın bir gereği olarak tavır koymuştur.
- Savaş şartlarında ve yoluculuk hallerinde, orucu daha sonra tutmak üzere kazaya bırakmak gerekir! Düşman ile yapılacak muhtemel savaşta, insan gücüne ihtiyaç olduğundan ve orucun insan takatini zayıflattığından dolayı, bu tür ibadetlerin başka bir zaman yapılmasına İslâm ruhsat vermiştir. İslâmî hükümlerde, bir bakıma öncelik sıralamaları söz konusudur. Bu öncelikler bazen hiç değişmezken, bazı durumlardan “anın vacibi” hususundan dolayı değişiklik göstermektedir. Savaş ve yolculuk şartlarının olmadığı durumlarda oruç öncelikler arasında yer alırken, bu durumların olduğu zamanlarda ise, oruç öncelik sıralamasını yitirerek yerini başta Allah yolunda savaşa olmak üzere başka sorumluluklara bırakır. Bütün bunların sebebi ise, Allah kullarına zorluk dilememesi, aksine kolaylık dilemesini murat ettiğinden kaynaklanıyor. İşte bunun içindir ki Efendimiz, Mekke’ye doğru ilerleyen orduya oruçlarını açmalarını emrediyordu.
- Düşmanın kalbine korku salmak! Düşmanla olan mücadele de bir başka önemli husus da şudur; düşmanın kalbine korku salarak onları savaşmadan teslim olmaya zorlamak. Psikolojik savaş, en az fiziki savaş kadar önemlidir. Savaşta düşmanın moralini çökermek, başarılı olmanın birinci basamağını oluşturmaktadır. Bunun içindir ki Kur’an, kâfirlere karşı savaş için hazırlık yapılmasını ve gereken gücün oluşturulmasını emretmiş, bunula düşmanın kalbine korku salmanın önemine vurgu yapmıştır. Konuyla ilgili olarak şu şekilde buyurulur; “Onlara (düşmanlara) karşı gücünüz yettiği kadar kuvvet ve cihad için bağlanıp beslenen atlar hazırlayın, onunla Allah'ın düşmanını, sizin düşmanınızı ve onlardan başka sizin bilmediğiniz, Allah'ın bildiği (düşman) kimseleri korkutursunuz. Allah yolunda ne harcarsanız size eksiksiz ödenir, siz asla haksızlığa uğratılmazsınız.” (Enfâl, 60) İşte bütün bu sebeplerden dolayı, Mekkelilerin savaşma arzularını kırmak ve Mekke’yi savaşsız bir şekilde feth etmek için Efendimiz, gece binlerce ateş yakılmasını emretmiş, bununla da Mekkelilerin kalbine korku salmak istemiş ve netice de başarılı olmuştur.
- Suçluları himaye etmek yanlış olduğu gibi, bir Müslümanın himaye ettiği birisini öldürmek da yanlıştır! Bir Müslüman, cezalandırılmayı hak etmiş birisini cezadan kurtarmak için himaye edemez. Ancak, böyle bir durum olmadığında, başka insanların zararlarından onu korumak için birilerini himaye edebilir. İşte böyle durumlarda bir Müslüman, Müslümanların himaye ettiği kimseye zarar veremezler. Kısacası bir Müslüman suçlu birisini himaye edemeyeceği gibi, bir Müslümanın himaye ettiği birisine de, kendisi hakkında yetkili merciler karar verinceye kadar kimse zarar veremez. Mekke fethi öncesi Hz. Abbâs b. Abdulmütalib’in, Ebû Süfyân’ı himaye ederek onu öldürmek isteyen Müslümanlardan koruması örneğinde olduğu gibi.
- Toplumlar üzerinde otoritenizi oluşturduğunuzda, o toplumun oligarşik liderlerine yapılan taltifler genellikle onların kalplerini kazanmaya sebebiyet verir! Her hangi bir toplumun itibarlı olan yöneticilerine karşı gösterilen iyi muamele, onların kalplerini yumuşattığı gibi, bu vesilesiyle de o toplumun da güvenini kazanmayı sağlar. Aksi bir durum ise, yani liderlerine karşı yapılan kötü muameleler ise onların daha fazla size karşı düşmanlık yapmalarına sebebiyet verir. Yine bir toplumun liderlerine karşı yapılan baskı ve onur kırıcı davranışlar, kendi toplumu içinden onu küçük duruma düşüreceği için bu kimselerin size karşı kin ve nefret beslemesine sebebiyet verir. Bu tür bir durumda, ilelebet sürecek bir kin ve nefreti doğurur. Bunun içindir ki Efendimiz, Ebû Süfyân’ı cezalandırmamış aksine onu taltif ederek, onun himayesine girenlere güvence verdiğini ilan etmiştir.
- Ülkelerin fethinden önce gönüllerin fethi gerekir! Müslümanlar için ülkelerin ve bölgelerin fethinin önemi büyüktür. Lakin bir bölgenin feth edilmesi demek, orada inanç özgülüğünün oluşması, adaletin tesis edilmesi gibi birçok hayırlı neticeleri doğurur. Lakin İslâm’ın bundan daha büyük bir amacı söz konusudur. O da; o beldelerde yaşayan insanların kalplerini feth ederek hidayetlerine vesile olmaktır. Eğer bu sağlanabilirse, yapılan fetihler ölüm sonrası hayatı da kuşatacak kadar uzun ömürlü olur, bu başarılamadığı oranda da beldeler feth edilmiş olsalar bile o fethin sürekli kalması mümkün olmayacaktır. Allah Rasûlü, Mekke’yi fiziki olarak feth etmeden önce onların gönülleri feth ederek aslında amacına ulaşmıştı. Eğer böyle olmasaydı, zalim oligarşinin baskısı kalktıktan sonra Mekke halkının hemen tamamı İslâm’a koşar, fetih geçekleştikten sonra gelip Efendimize bey’at ederler miydi?
- Galibiyet veren ancak Allah’tır! Eğer bir Müslüman başarıya ulaşırsa bilmedir ki, söz konusu bu başarının arkasında Allah’ın yardımı vardır. O’nun yardımı ve izniyle ancak başarıya ulaşılır. Allah başarıya gidecek sebepleri yaratır ve o sebeplerin işlemesiyle ancak başarıya ulaşılır. İşte bunların farkında olmayan kimseler, elde ettikleri başarıyı kendilerinden bilirler ve yakaladıkları bu başarılar onların küfrünü artırır. Çünkü başarıyı kendilerinden bilirler ve bununla böbürlenirler. Oysaki insan, aciz bir varlıktır. Ona o kabiliyetleri veren ve başarıya ulaştıracak planlar yapacağı aklı veren Allah’tır. Bunun içindir ki Efendimiz, Mekke’nin fethini geçekleştirmiş bir komutan olarak Mekke’ye girdiği zaman, kendisine fethi müyesser kılan Allah’a hamd ederek tevazu içerisinde Mescid-i Haram’a giriyordu. Adeta sanki suçlu bir insan edasıyla, başı bindiği devenin hörgücüne değecek kadar aşağıya inmiş ve devamlı Allah’a hamd eder bir vaziyetteydi. Ayrıca fetih gerçekleştikten sonra da Ümmü Hâni’nin evinde 8 rekat fetih namazı kılmış ve kendisini başarılı kılan Rabbine bu şekilde şükrünü eda etmeye çalışmıştı.
- Nübüvvet ve Krallık aynı şey değildir! Krallıkta insanlar krallarına korkularından dolayı bağlılık gösterirken, krala itaat etmediği taktirde her türlü cezayı göreceğini bilerek kendisine itaat etmek zorunda hisseder. Yine krallar, insanları etrafında güç ve zor kullanarak toplarlar. Nübüvette ise zor ve baskıya yer yoktur. İnsanlar gönüllü olarak onu tercih eder ve yeri geldiğinde onun için canlarını bile bir karşılık beklemeden verirler. Efendimizin ordusunun sayısının 10 binlere ulaşması Ebû Süfyân tarafından güç ve zor kullanılarak elde edilen bir krallık olarak ifade edilince, Hz. Abbâs buna müdahale ederek bunun krallık değil, Nübüvvet olduğunu ona hatırlatıyordu.
- Bir kavme olan düşmanlık insanı adaletsizliğe sevk etmemeli! Müslümanlar, bir topluluk ile olan mücadelelerinde, Allah'ın belirlediği ölçülere riayet etmek zorundadırlar. Düşmana karşı duydukları kin ve nefretten dolayı, mabetlerin dokunulmazlığına zarar veremeyecekleri gibi, Allah'ın toplumsal olarak yasak kıldığı bütün hususlara riayet etmek durumundadırlar. Müslümanlar, harem bölgesinde savaş yasağına müşriklerden çok daha fazla uyuma hassasiyeti göstermelidirler. Bunun içindir ki Efendimiz, Sa’d b. Ubâbe’nin savaş ve intikam günü söylemlerine müdahale ederek, onu komutanlık görevinden azletmiş ve o günün savaş ve intikam günü olmadığını, aksine Kâbe'nin hürmetinin tekrar sağlanacağı gün olduğunu ifade etmiştir.
- Savaşanlarla savaşmak gerekir! Müslümanlar, hedeflerine varmak isterken düşman tarafından engellenir ve bu engelleri başka bir şekilde ortadan kaldırma imkânları olmaz ise, işte o zaman savaşa başvurabilirler. Eğer düşman savaştan ellerini çekerse artık onları öldürmek asla söz konusu olamaz. Çünkü savaşın amacı insanları yok etmek değil, Müslümanların hedeflerinin önündeki engelleri ortadan kaldırmak, zalimleri İslâmî davetin önünde engel olmaktan çıkarmaktır. Savaşçı olamayan insanların öldürülme ihtimalinin söz konusu olduğunu durumda, bu hususun ihlal edilmesine gidecek bütün yollar kapatılmalı ve verilen güvencenin sınırları çok geniş tutulması gerekir. Bunun içindir ki Efendimiz, Mekke’de savaşmak istemeyen insanların öldürülmesinin önüne geçmek için savaştan ellerini çeken, birkaç istisna dışında bütün insanların öldürülmesini yasaklamıştır.
- Muzaffer olunca Allah ile olan irtibat, daha bir sıklaştırılmalıdır! Müslüman, her daim Allah'ın ikazlarına ihtiyacı söz konusu olduğunu bilmelidir. Bunun en güzel yolu ve yöntemi de, Kur'an ile olan irtibattır. Hüzünde de, galibiyette de, Kur'an'dan uzak kalınmamalı, Allah ile olan irtibat Kur'an üzerinden sürdürülmelidir. Çünkü şeytan ve insanın kendi içindeki şeytanı olan hevâ, her daim insanı saptırmak için çalışmaktadırlar. Gerek riya, gerekse de insanın gaflete düşme potansiyelinden dolayı imtihanı kaybetme riski, galibiyet elde edildiği böylesine durumlarda daha fazla söz konusu olur. Bunun içindir ki Efendimiz, Mekke' ye girerken Fetih suresini okuyarak Allah ile olan irtibatını Kur’an üzerinden sürdürüyordu.
- Hak geldi batıl zail oldu! Müslümanların öncelikli görevlerinin başında şirk ve şirke sebebiyet veren hususları ortadan kaldırmak olmalıdır. Şirk ve buna sebebiyet veren unsurlar temizlenmeden başka hususlara ağırlık vermek doğru değildir. İnsanın dünyasını ve özelliklede ahiretini heba eden şirk ve şirke götüren hususlar temizlenmeden diğer alanlara ağırlık vermek, insanları güzel ahlaklı müşrik, helal ve harama dikkat eden müşrik, ibadetlerini yerine getiren müşrik yapmak anlamına gelir. Bunun içindir ki önce şirkin izalesi, sonrada tevhidin ikamesi, Müslümanın öncelikli görevidir. Efendimiz, Mekke'yi feth ettiğinde ilk yaptığı işlerden birisi öncelikle Kâbe'yi putlardan temizlemek, sonrada civar bölgelere dikilen anıt putları kırmak olmuştur.
- Gönüllerdeki putları kırmak önceliklenmelidir! İslâm öncelikli olarak insanların kalplerindeki ve gönüllerindeki putları kırmakla işe başlamıştır. Kalplerdeki putlar, iman süpürgesi ile temizlenmediği sürece, diğer alanlarda bulunan putları kırmak bir netice vermeyecektir. Kırdığınız putların yerine yenisi, hem de daha iyisini koymakta gecikmeyecektir insanlar. Bunun içindir ki Kur’an, putları kırmak ile işe başlamamış öncelikli olarak put ve şirk inancının problemleri üzerinde durarak bu inanç gönüllerden sökülüp atılmaya çalışılmıştır. Bu husus başarıldığı taktirde dikili olan putların kırılması çok kolay olacaktır. Hatta dikili olan bu putları kırmak, daha önce onlara tapan insanlar eliyle gerçekleşecektir.
- Meşru nikâh bakidir! Gayrimeşru olmadığı sürece yapılan nikâhlar geçerlidir. Müslüman olmayanların da kendi aralarında gerçekleştirdikleri nikâhları geçerlidir. Böyle kimseler Müslüman olduklarında nikâhlarını yenilemek diye bir husus söz konusu değildir. İslâm, gayr-ı Müslimlerin meşru nikâhlarını geçerli kabul ettiği gibi, sonradan Müslüman olan kâfirlerin önceden gerçekleştirdikleri nikâhlarını da geçerli kabul etmiştir. Böyle kimselerden yeni bir nikâh akdi istememiştir. Efendimiz, Mekke'nin fethiyle birlikte Müslüman olanlardan, yeniden nikâh akdi yapmalarını istememiştir.
- Mekke, yerlerin ve göklerin yaratıldığı gün haram olduğu gibi, kıyamete kadar bu haramlığı baki kalacaktır. Mekke, Allah'a kulluğun sembol şehri olduğu için, Rabbimiz o beldede savaş yapmayı ve adam öldürmeyi yasaklamıştır. İslâm kıyamete kadar baki olan bir din olacağından, İslâm üzere Allah'a ibadet edecek insanlar da kıyamete kadar söz konusu olacağından, insanların güvenli bir şekilde ibadetlerinin yapabilmeleri için o belde haram kabul edilmiştir. Ve bu özelliği de kıyamete kadar baki kalacaktır. Müslümanlar da her daim, oranın hürmetine saygı göstererek orada haram olan hususları işlemekten şiddetle sakınmalıdırlar.
- Ailenin nafakası erkeğin sorumluluğundadır! İslâm kadın-erkek arasındaki ilişkiyi görev dağılımı üzerinden taksim etmiştir. Evin sorumluluğu, çocukların bakımı ve eğitimi kadına yüklenirken, aileyi tehlikelere karşı koruma, temel ihtiyaçları olan; yeme-içme barınma ve giyinme gibi ihtiyaçlarını temin etme sorumluluğuda erkeğe yüklemiştir. Her iki taraftan birisi, bu görevlerini yerine getirmezse, taraflara nikâh akdini bozma hakkı doğar. Ayrıca temel ihtiyaçları karşılanmayan kadın, kocasının parasından onun izni olmadan ihtiyacı kadar alabilir. Hatta İslâmî otoritenin olduğu bir sistemde, bu şekilde hareket eden bir kocadan, karısının ve çocuklarının temel ihtiyaçlarını karşılayacak kadar meblağ zorla alınarak eşine ve çocuklarına verilir. Ebû Süfyân’ın karısı Hind, Efendimize bey’at ederken konuyu gündeme getiriyor ve Efendimizde ona ihtiyacı olduğu kadar Ebû Süfyân'ın malından olabileceğini söylüyor.
- Emanetleri ehline vermek! İslâm’ın en önemli toplumsal prensiplerinden bir tanesi de, emanetleri ehli olan kimselere verilmesi ilkesidir. İslâmî bir toplumda görevlendirme yapılırken, iman ve ehliyet esas alınarak görevlendirme yapılır. İşin ehli olan insanlar dururken ehil olmayan insanlara görev verilmez. Eğer bu hususa dikkat edilmezse o toplumda adaletten, toplumsal barıştan bahsedebilmek mümkün olamaz. İslâm dışı günümüz toplumların en önemli problemlerinden bir tanesi, ehil olan insanların değil de, yakınların, tanıdıkların, menfaat sağlayacakların kayırılmasıdır. Efendimiz, Mekke’nin fethiyle beraber Kâbe’nin anahtarlarını taşıma görevini kendisinden isteyen Hz. Ali’ye anahtarları vermiyor, daha önce o görevle görevlendirilmiş olan Osman b. Talha’ya veriyordu. “Allah size, mutlaka emanetleri ehli olanlara vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder. Allah size ne kadar güzel öğütler veriyor! Şüphesiz Allah her şeyi işitici, her şeyi görücüdür.” (Nisâ, 58)
- Kerim bir babanın kerim oğlu! İkram etmek, hem de karşılık beklemeden, hatta bırakın karşılık beklemeyi nice nankörlük ve düşmanlıklarla karşılaştığınız halde! Her babayiğidin harcı değildir. Size düşmanlık yapana ikram etmek! Lakin nebevi örnekliğin bundan başka bir uygulaması da yoktur. İslâm’ın bize örnek ve model olarak gösterdiği davranış biçimi de bundan başkası değildir. Yusuf’u (a.s.) üstün kılan hususta, Efendimizi saygın ve üstün kılan hususta bundan başkası değildir. Düşmanlarınızı cezalandırabilecek güçte olduğunuz zaman onları affedebilmek! İşte ikramların en büyüğü budur. Kana kana içsinler diye af çeşmesinden kendilerine ikramda bulunmak! Af sofrasından doya doya yesinler diye ikram etmek! İşte en güzel örnek, işte insanları Efendimize bağlayan ulvi değerler bunlardı.
- Savaş ve seferilik durumlarında namazları kısaltarak kılmak daha faziletlidir. İbadetleri tam ve vaktinde kılmak esastır. Lakin bazı zorluk durumları vardır ki, o durumlarda merhametlilerin en merhametlisi olan Allah’ın Müslüman kullarına bir rahmetinin gereği olarak hem 4 rekatlı namazları 2 rekat olarak kısaltılmasını meşru kılmış, hem de bazı namazları diğer namazlarla birleştirilmesine (cem’i) ruhsat vermiştir. Efendimizde Mekke’de kaldığı günler boyunca namazlarını kısaltarak kılmıştır.
- Toplumu ifsat edecek kimselerin cezalandırılması toplumun huzuru için elzemdir! İslâm toplumuna zarar verecek, huzur ve güveni ortadan kaldıracak kimselere hayat hakkı verildiği taktirde, masum insanların hayatları tehlikeye atılması söz konusu olacağından bu tür kimselerin cezalandırılması gerekmektedir. Böyle insanların cezalandırılması diğer insanlar için de ibret vesilesi olur. Aksi bir durum ise kötü niyetli insanlar için teşvik sebebi olur. Bu sebepledir ki, Efendimiz, yaptıklarının bir karşılığı olarak 10 civarından kâfirin öldürülmesini emretmişti. Bunlarında ancak yarısı öldürüldü. Diğerleri de araya başkalarının girmesi neticesinde, özür dilediklerinden dolayı Efendimiz, devlet başkanı sıfatıyla bunları af etmişti.
- Allah’ı değil de putları büyük tanıyanların yurdu olan Mekke’de, Allah’ın büyüklüğünü haykırmak! Yaşamlarında Allah’ı, diğer putlar gibi bir ilah olarak gören, lakin putları daha öncelikleyen, Allah’ın tek ilah olduğunu ve büyüklüğünü hatırlatan Müslümanlara her türlü zulmü yapan Mekkelilere tevhidi haykırmak! Bu durum şirk dininin temsilcisi Mekkeliler için en büyük kayıp olsa gerek. Yıllarca mücadele ettikleri bir din, onlara galip gelimiş, Mekke semalarında o dinin şiarları yankılanıyor ve insanlar o dinin diriltici mesajına koşuyorlardı. İşte bu tablo, bazı Mekkelileri kahrediyor ve bu tabloyla karşılaşmadan ölen babaları için hamdediyorlardı. Kâfirler istemese de Allah nurunu tamamlayacaktır; “Onlar ağızlarıyla Allah'ın nûrunu söndürmek istiyorlar. Halbuki kâfirler istemeseler de Allah nûrunu tamamlayacaktır.” (Saff, 8)
- İslâm zulümden ve zalimden beridir! Allah’ın dini olan İslâm’ın gönderiliş amaçlarından birisi de yeryüzünde zulmü ortadan kaldırmak, onun yerine adaleti ikame etmektir. İslâm’ın ilk temsilcileri olan peygamberler, kendi yaşadıkları dönemlerde zulüm ve zalimlerle mücadele etmişlerdir. İnsan, Allah ile arasındaki ilişkiye zulüm bulaştırabileceği gibi, hemcinsleriyle, diğer canlılarla ve kendi nefsiyle olan ilişkisine de zulüm bulaştırabilir. İslâm bütün bu alanlardaki zulümlere karşı çıkmıştır. Zulmü ortadan kaldırıp onun yerine adaleti ikame etmek istemiştir. Zulüm yapanların kimliğine bakılmaksızın yapılanlardan beri olunmalıdır. Yapanlar Müslüman veya yakınlarımızdan oldukları için, yapılanlar asla sahiplenilmemelidir. Allah Rasûlü, Hâlid b. Velid’in Cezîmeoğullarına yaptığı zulümden beri olduğunu herkese ilan etmiş, sonrada kan diyetlerini ödemiştir. Ortada bir şaibe olduğu için de Hâlid b. Velid’e herhangi bir ceza uygulamamıştır.
- İslâm davası için ençok beden ödeyenler, Allah nezdinde daha faziletlidirler! Her insan bedel ödediği orandan değer görmelidir. Allah kullarına nasıl ki yaptıklarının karşılığı oranında sevap veriyorsa, Müslümanlar da, İslâm davası için ne kadar samimi ve bedel ödüyorsa, o orandan iltifat görmelidir. Eğer daha az bedel ödeyen kimseler, çokça bedel ödeyen ve samimi Müslümanlardan daha fazla iltifat görüyorsa, o hareketin ahlâkiliğinden bahsedebilmek mümkün değildir. Her konuda bize örnek olan Efendimiz, bu konuda da en güzel örnekliği ortaya koyarak, İslâm davası için ta başından beridir bedel ödeyen, Abdurrahman b. Avf’la münakaşaya giren Hâlid b. Velid’i uyarmış, Abdurrahman b. Avf gibi davanın sıkıntılarını ta başından beridir omuzlarında taşıyan insanların faziletlerini ortaya koymuştur.
HUNEYN SAVAŞI
Kureyş’in Müslümanlar karşısında bir direnç göstermeden yenilgiye uğraması diğer kabilleri de harekete geçirmişti. Kays Aylân kabileleri bir araya gelerek Mekke’nin Müslümanlar tarafından feth edilmesini ve kapılarına kadar gelen Müslümanlara karşı nasıl karşı koyacaklarını istişare ettiler. Bu kabileler içerisinde Hevâzin ve Sakîf kabileleri de vardı. Müslümanların Kureyş’ten sonra kendi üzerlerine geleceğini düşünen bu kabileler, bir birlik oluşturarak Müslümanları bozguna uğratmak istiyorlardı. Bunun haberini alan Efendimiz, 12 bin kişilik bir ordu hazırlayarak Hevâzinlilerin üzerine gitti. Hevâzinlilerin komutanlığı Mâlik b. Avd en-Nasrî yapıyordu. Mâlik; savaşçıların savaştan kaçmamalarını sağlamak için, savaşçıların eş, çocuk ve mallarını da yanlarına alarak savaş meydanına gelmelerini istedi. Kendisine karşı çıkanlar olduysa da neticede Mâlik’in dediği gibi yaptılar. Hevâzin ordusu, Huneyn vadisine Müslümanlardan önce gelerek orada Müslümanlara pusu kurdular.
Efendimiz de, 10 bin kişi Medine’den gelen, ve 2 bin kişide Mekke’den katılan ordusuyla Huneyne hareket etti. Gitmeden önce Safvân b. Ümeyye’den bin kadar zırh almıştı. Safvân, o zaman daha Müslüman olmamıştı. Efendimize; “Bunları gasp mı ediyorsun yoksa ödünç mü almak istiyorsun?” diye sorduğunda, Efendimiz; “Ödünç alacağım” diyordu. Allah Rasuûlü, Mekke’den ayrılırken Attâb b. Esîd’i oraya vekil olarak bırakmıştı.
Ordu, yolda giderken cahiliye döneminde Arapların savaşa gittiklerinde silahlarını astıkları “Zâtü Envât” adında bir ağaca rastladılar. Efendimiz’den kendileri için de bunun gibi bir ağaç edinmesini istediler. Efendimiz ise; “Allah’u Ekber! Siz Musa’nın kavminin Musa’ya dediği gibi ‘Onların ilahları gibi bize de bir ilah yap’ gibi bir söz mü söylüyorsunuz? Kuşkusuz siz bilmeyen bir topluluksunuz, bunlar (kaçınılmaz) yol ve çağrılardır. Siz, sizden öncekilerin yollarını mutlaka izleyeceksiniz” dedi ve kızarak onları o konuda uyardı.
Ordunun 12 bin kişiden oluşması, böyle bir ordunun yenilmeyeceği hissini Müslümanlarda uyandırmıştı. Nitekim Huneyn vadisine girdiklerinde pusuya yatan düşmanın büyük bir saldırısına uğradılar. Ordu paniğe kapılarak kaçmaya başladı. Konu Kur’an-ı Kerim’de şu şekilde ifade edilir; “Andolsun ki Allah, birçok yerde (savaş alanlarında) ve Huneyn savaşında size yardım etmişti. Hani çokluğunuz size kendinizi beğendirmiş, fakat sizi hezimete uğramaktan kurtaramamıştı. Yeryüzü bütün genişliğine rağmen size dar gelmişti, sonunda (bozularak) gerisin geri dönmüştünüz.” (Tevbe, 25)
Müslümanların bu ilk baskında kaçışmaya başlamaları Mekke’de Müslüman olmuş ve henüz cahiliyye kirlerini gönüllerinden atamamış bazı Mekkelileri mutlu etmişti. Hatta, Müslümanların bu kaçışlarının Medine’ye kadar devam edeceğini söylüyorlardı.
Nitekim, Allah Rasûlü, düşmana doğru ilerleyerek amcası Abbas’a ashabına çağrıda bulunmasını istiyordu. Abbas; “Ey Semûre ashabı! (Rıdvan ağacının altında bey’at yapanlar) neredesiniz. Ben Allah’ın Rasûlü’yüm, bana doğru gelin!” diyordu. Bu çağrıyı duyan ashab; “Lebbeyk, lebbeyk (Buyur, emrinizdeyiz)” diyerek icabet ettiler. Ardından Ensâr’a da aynı çağrı yapıldı. Bunun üzerine herkes Allah Rasûlü’nün etrafında toplandılar. Asıl savaş şimdi başlamış oldu. Müslümanların toparlanarak hücuma geçmesi karşısında ve tabii ki Allah’ın da yardımıyla düşman bozguna uğrayarak kaçmaya başladı. Hevâzinlilerin kadın ve çocukları esir, malları da ganimet olarak alındı. Hevâzin’in bütün savaşçıları, ailelerini ve mallarını savaş meydanına getirdikleri için Müslümanlar çokça esir ve ganimet elde etmişlerdi.
Düşman birlikleri bozguna uğradıktan sonra üç gruba ayrıldılar. Kimisi Tâif’e, kimisi Nahle’ye kimisi de Evtas taraflarına gittiler. Evtas’a kaçarak burada karargâh kuran düşmanın üzerine Âmir el-Eş’arî komutasında bir bitlik gönderildi. İki birlik çarpıştılar ve neticede düşman yenilgiye uğratılarak malları ganimet olarak alındı. Bu çarpışmada Âmir el-Eş’arî şehit oldu. Emirliği ondan sonra Musa el-Eş’arî aldı. Nitekim düşman birliğini bozguna uğratmış ve mallarını ganimet olarak almış bir şekilde Efendimizin yanına döndüler.
Efendimiz, bütün esir ve ganimetlerin toplanmasını emretti. Alınan esirlerin sayısı 6 bin civarındaydı. Ganimet olarak alınan mallar ise; “24 bin deve, 40 bin koyun ve keçi, 4 bin okka gümüş ve savaş araç gereçleriydi.
Allah Rasûlü, daha sonra Tâif’e doğru hareket etti. Huneyn savaşında kaçan düşman birlikleri Tâif’e sığınmışlardı. Efendimizde, düşmana hak ettiği cezayı vermek, düşmanın belini bir daha Müslümanlara karşı çıkamayacakları şekilde tam olarak kırmak istedi. Bunun için düşmanın peşini bırakmak istemiyordu. Onları ta Tâif’e kadar takip etti. Hevâzin’in komutanı Mâlik b. Avf en-Nasrî’de kaçarak Tâif’e sığınmıştı. Tâifliler, kalelerine yiyecek stoklayarak kalelerine çekildiler. Efendimiz, kaleyi kuşattı. Tâifliler kaleye yaklaşan Müslümanlara ok atarak bazı Müslümanları yaraladılar.
Hâlid b. Velid her gün onları mübarezeye davet ettiysede kimse Hâlid’in karşısına çıkmaya cesaret edemedi. Efendimiz kaleye çok fazla yaklaşamadıkları için mancınıklar kurdurdu. Mancınıkla atılan atışlardan da bir sonuç alamadılar. Müslümanlar, Tâiflilere ait üzüm ve hurma bahçelerini tahrip etmek için harekete geçtiklerin de, akrabalık haklarını gündeme getirerek bağ ve bahçelerine zarar verilmemesini istediler. Efendimiz de, onların bağ ve bahçelerine zarar verilesini engelledi. Efendimiz, kaleden inen kölelerin azat edileceğine dair çağrıda bulundu. Bu çağrı üzerine 20 civarında köle kaleden inerek teslim oldu.
Tâif kuşatması yaklaşık 20-30 gün sürdü. Efendimiz, orduda bulunan bazı kimselerle istişare etti. Neticede Tâiflilerin bundan sonra bir varlık gösteremeyeceklerini düşünerek kuşatmayı kaldırıp geri çekilme kararı aldı. Ordudan kimileri, Tâif’i feth etmeden gidilmemesi gerektiğini söylese de Efendimiz, Tâiflilerin kendilerine geleceklerini ifade ederek kuşatmayı uzatmanın bir faydasının olmayacağını söyledi. Allah Rasûlü Allah’a şu şekilde niyazda bulunmuştu; “Allah’ım! Sakîflileri hidayete erdir ve onları bize Müslüman olarak getir”
Allah Rasûlü, Tâif’ten döndüğünde Huneyn savaşında alınan esir ve ganimetlerle ilgilendi. Hevâzinlilerin Müslüman olarak geri gelmelerini ve dolayısıyla da ganimet ve esirleri onlara geri vermek istediği için 15 gün civarında bekledi. Lakin kimseler gelmeyince ganimetleri ve esirleri dağıttı.
Mekke’de Müslüman olupta dünya malına tamah eden kimselerinin gönüllerini İslâm’a ısındırmak için onlara çok mal verdi. Bu kabilden, Süfyân’a 100 deve ve 40 okka gümüş verdi. Aynı miktarda ganimeti oğulları Muâviye ve Yezîd’de de veridi. Bunlar gibi, Safvân b. Ümeyye’ye 300 deve, Hakîm b. Hizâm, Hâris b. el-Hâris b. Kelede, Uyeyne b. Hıns, Akra b. Hâbis, Abbâs b. Mirsâd, Alkâme b. Ulâse, Mâlik b. Avf, Alâ b. Hârise, Hâris b. Hişâm, Cubeyr b. Mut’im, Süheyl b. Amr ve Huvaytıb b. Abduluzza gibi Mekke’nin önde gelenlerine de 100’er deve verdi.
Bazı bedeviler mal almak için Efendimizi sıkıştırarak ona eziyet ettiler. Bunun üzerine Efendimiz şu açıklamayı yaptı; “Canımı elinde tutana yemin olsun ki, eğer Tihâme ağaçlarının sayısı kadar hayvanım olsa, yine de onları aranızda paylaştırırdım ve benim cimri yahut korkak veya yalancı olmadığımı görürdünüz” dedi. Ardından bir deveden bir tüy alarak şöyle dedi; “Vallahi beşte birlik pay dışında sizin ganimetlerinizden şu tüy kadar bile payım yoktur. Çünkü ganimet hırsızlığı yapanlar için kıyamet günü bir utanç, şerefsizlik ve ateşe girme sebebi olacaktır” diye buyurdu.
Ensâr, Hz. Peygamberin Mekkeli yeni Müslüman olmuş kimselere yüksek miktarlarda ganimetten pay verilmesini, kendilerine ise çok az verilmesini garipsemişlerdi. Hatta bazıları şunları söylüyordu; “Daha Kureyş’in kanları kılıçlarımızdan kurumamışken, şimdi onlara veriyor bize ise vermiyor” diyorlardı. Ensar’ın bu durumunu Sa’d b. Ubâde, Efendimize bildirdi. Efendimiz ona; kendisinin nasıl düşündüğünü sorduğunda ise; “Bende onlardan birisiyim” diye cevap aldı. Bunun üzerine Efendimiz Sa’d b Ubâde’den Ensâr’ı toplamasını istedi. Ensâr toplanınca da Efendimiz;
“Ey Ensâr! Şimdi ben size desem ki; Siz sapıklık içindeydiniz de Allah benim sayemde sizi doğru yola ulaştırmadı mı? Siz birbirinize düşman idiniz de Allah benim vesilemle sizi kardeşler kılmadı mı? Yine siz tam bir ateş çukurunun tam yanındaydınız da, Allah benim vesilemle sizi oradan kurtardı? Yine siz fakirdiniz de Allah sizi zengin kılmadı mı?” diye sordu. Onlara da “Evet” dediler. Bunun üzerine konuşmaya devam etti;
Sizde bana diyebilirsiniz ki; Sen yalanlanmış bir şekilde bize geldin, biz seni tasdik ettik. Sen bize yapayalnız geldin de biz sana destek verip yardımcı olduk. Kovulmuştun seni barındırdık. Fakir durumdaydın seninle malımızı paylaştık!
Ey Ensârlılar! Bazı insanlar deve ve davarlarla dönerken, siz Allah Rasûlü ile evinize dönmeye razı değil misiniz? Canımı elinde tutan Allah’a yemin olsun ki, eğer hicret olmasaydı, Ensâr’dan bir fert olmak isterdim. İnsanlar bir vadiye, Ensâr da başka bir vadiye dalacak olsa, ben Ensâr’ın vadisini tercih ederdim. Allah’ım! Ensâr’a, Ensâr’ın oğullarına ve oğullarının oğullarına da rahmet et”
Siz bendensiniz bende sizdenim” Bunun üzerine Efendimizin gözlerinden yaşlar boşaldı. Ensâr da, Efendimizin ahde vefa olarak yaptığı bu davranıştan ve hitabından dolayı sakalları ıslanıncaya kadar ağladılar. Sonra da; “Kısmetimiz ve payımız olan Allah Rasûlüne razı olduk” dediler.
Ganimetler dağıtıldıktan sonra, 14 kişi civarında Hevâzin heyeti, İslâm’ı benimsemiş bir şekilde Efendimizin yanına geldiler. Durumlarını Allah Rasûlüne arz ettiler. Özellikle esirler konusunda kendilerine hayırda bulunmasını istediler. Esirler içinde, anneleri, kardeşleri, eşleri ve çocukları olduklarını ifade ettiler. Efendimiz de, malları ve esirleri günlerce beklettiğini buna rağmen gelmediklerinden dolayı dağıttığını, malları mı yoksa esirleri mi istediklerini sordu. Onlarda esirleri istediler. Efendimiz de öğle namazı kılınırken cemaat içinde kalkıp şu şekilde talepte bulunmalarını istedi; “Biz, Rasûlüllah’ın aracılığıyla mü’minlerden ve mü’minlerin aracılığıyla da Allah ve Rasûlün’den esirlerimizin bize geri verilesini talep ediyoruz”
Öğlen mazı kılındıktan sonra sözcüleri kalkıp taleplerini gündeme getirdi. Efendimiz’de ayağa kalkarak kendi ve Abdulmüttaliboğullarına ait olan tüm esirlerin verileceğini söyledi. Ensâr ve Muhacir de esirleri iade edeceğini söylediler. Sadece Akra b. Hâbis, Uyeyne b. Hıns ve Abbâs b. Mirdâs gibi bedeviler vermekten kaçındılar. Bunun üzerine Efendimiz; Hevâzinliler belki gelirler umuduyla ganimetleri ve esirleri beklettiğini, şimdi Müslüman olarak geldiklerini, kimin yanında esir varsa onları teslim etmelerini, vermek istemeyenlerin de ileride kazanılacak ganimetlerden kendilerine altıda bir hisse vereceğini söyledi. Neticede herkes kadın ve çocuk esirleri Hevâzinlilere teslim ettiler.
Daha sonra Efendimiz, ganimetlerin dağıtıldığı ve Hevâzinlilere iade edildiği Ci’râne’de, ihrama girerek Umre’ye niyetlendi. Umre’sini tamamladıktan sonra yene Ci’râne’ye gelen Efendimiz, buradan Medine’ye hareket etti.
Hicretin 9. yılında Efendimiz, Temîmoğullarının cizye ödememek için halkı kışkırttıklarını ve bundan dolayı da bir isyan başlatacağı haberi kendisine geldiğinde, Uyeyne b. Hıns komutasında 50 kişilik bir orduyu üzerlerine gönderdi. Onlara bir baskın yapan Uyeyne b. Hıns komutasındaki birlik, onları bozguna uğratarak 60 civarında esir alarak Medine’ye geri geldiler. Temîmoğullarından bir heyet Efendimizin yanına gelerek, şiirler okudular ve Müslüman olduklarını ifade ederek esirlerini iade etmesini istediler. Allah Rasûlü’de esirlerini onlara geri verdi.
Yine aynı yıl Allah Rasûlü, Tayoğullarının bulunduğu bölgeye Hz Ali’nin komuta ettiği 150 kişiden oluşan bir birlik gönderdi. Bu birlik, cömertlik ve hayırseverliğiyle bilinen Hâtim et-Tâî’nin bölgesine hücum başlattılar. Birtakım ganimetler ve esirler aldılar. Alınan esirler arasında Hâtim et-Tâî’nin kızı Seffâne de vardı. Esirler Medine’ye geldiğinde Allah Rasûlü; Seffâne’ye dilerse kendisiyle evlenebileceğini, dilerse de kavminin yanına geri dönebileceğini söyledi. Seffâne de; kavmine geri dönmek istediğini söyledi. Efendimiz’de ona ikramda bulundu ve bir de binek verdi. Oda geri dönerek kardeşi Adiy b. Hâtim’e yaşadıklarını ve Efendimizin kendisine ikramlarını anlattı. Bunun üzerine Adiy b. Hâtim Medine’ye gelmeye karar verdi.
Adiy b. Hâtim’in daha önceden Peygamberimizden haberi olmuştu. Ancak Efendimizi amacının kral olmak isteyen birisi olarak düşünmüştü. Adiy b. Hâtim, daha önce Hıristiyanlık dinini benimsemişti. Medine’ye gediğinde Efendimizi sordu ona mescidde olduğunu söylediler. Mescide gelen Adiy, halka halinde insanların oturup muhabbet ettiklerini gördü. İçlerinde hangisinin Peygamberimiz olduğunu anlayamamıştı. Ta ki içlerinden birisi; “Ey Allah’ın Rasûlü!” diye soru soruncaya kadar. Bunun üzerine Adiy, Efendimizin kral olmadığını, kral olsaydı giydiği elbiselerle, oturduğu koltuğuyla insanlardan ilk bakışta ayırt edilebileceğini düşündü.
Daha sonra Efendimizin yanına giderek kendisini tanıttı. Efendimiz de onu evine dâvet etti. Mescidin hemen çıkışında yaşlı bir kadın Efendimiz’in önünü keserek O’na uzunca dertlerini anlattı. Efendimizde, kadının dertlerini dinliyor ve ona yardımcı olmaya çalışıyor ve nasihat ediyordu. Bu manzarayla karşılaşan Adiy’in zihnindeki Efendimizin kral olmak istediği yönündeki kanaati iyice silindi. Düşündü ki, bir kral, bu tür durumlarla karşılaştığı zaman, kendisi bu kimselerle muhatap olmaz, adamlarından birisine yönlendirerek onun ilgilenmesini isterdi.
Daha sonra Efendimizin hane-i saadetlerine gelen Adiy’e, evinde bulunan tek minderi vererek üzerine oturmasını istedi. Efendimizin evinde karşılaştığı bu durum bütün önyargılarından arınmasına ve neticede Müslüman olmasına vesile oldu. Ona göre bir kralın evi asla bu şekilde olmaz… Ayrıca kral kendi üzerine oturduğu minderi veya koltuğu bir başkasına vererek kendisi yerde oturmaz… İşte Adiy b. Hâtim’in İslâmlaşmasını sağlayan hadiseler bu şekildeydi.
Ayrıca Efendimiz Adiy b. Hâtim’e İslâm’ın ilerleyen zamanlarda daha fazla coğrafyaya ulaşacağının müjdesini vererek özetle şunları söyledi; “Ey Adiy! Bir kadın Arap coğrafyasının bir ucundan kalkacak ve Kâbe’yi tavaf etmek için gelecek Allah’tan başka kimseden de korkmayacak. Ömrünün uzun olması durumunda Kisra’nın hazinelerinin fethedileceğini, insanların zekat verecek kimseyi bulmakta zorlanacakları günleri göreceğini haber verdi.”
Adiy, Efendimizin de dediği gibi, bir kadının Arap diyarının bir ucundan Allah’tan başka kimseden korkmadan tek başına gelerek hac yaptığını, yine Kisra’nın hazinelerinin Medine’ye geldiğini gördüğünü söyleyerek Allah Rasûlünün müjdelerinin doğru olduğuna tanıklık ettiğini daha sonra bize Buhâri’de geçen bir rivayetle bildiriyordu. (Buhârî, Menâkıb, 25) Efendimizin söylediği üçüncü husus olan insanların zekat verecek kimseyi bulamaması durumunun ise, Ömer b. Abdulaziz zamanında gerçekleştiğini tarihi rivayetler tanıklık yaparak bize bildirmektedirler.
Yine bir gün Efendimiz, ashabına Tevbe Sûresinin 31. Âyetini okuyordu. Âyet, şu şekildedir; “Allah’ı bırakıp da din âlimlerini, rahiplerini, özellikle Meryem oğlu Mesîh’i rab edindiler. Oysa tek bir Tanrı’ya kulluk etmekle emrolunmuşlardı. O’ndan başka tanrı yoktur; O yüceler yücesidir, onların yakıştırdıkları eş ve ortaklardan bütünüyle uzaktır.” (Tevbe, 31) Adiy b. Hâtim Efendimize itiraz ederek; “Ey Allah’ın Rasûlü! Ben Yahudi ve Hıristiyanları bilirim. Onlar, haham ve Rahiplerini Rabler edinmiyorlar” dedi. Bunun üzerine Efendimiz; “Haham ve Rahipler, Allah’ın haramını helal, helalini de haram yapınca onlara itaat etmiyorlar mı?” diye sordu. Adiy; “Evet ediyorlar” dedi. Efendimiz de; “İşte bu Rab edinmektir” diyerek ayeti izah etti.
İBRETLER VE DERSLER
- Savaşlarda kâfirlerden destek almak caizdir! Şartlarını Müslümanların belirlediği ve kâfirlerin yapılan antlaşmayı kendi menfaatleri için kullanmalarının söz konusu olmadığı durumlarda, kâfirlerle antlaşma yapmanın dinen bir mahsuru yoktur. Burada dikkat edilmesi gereken husus şudur. Yapılan antlaşmanın Müslümanların faydasına mı yoksa zararına mı sebebiyet vereceği konusudur. Genel itibariyle kâfirlerin güçlü, Müslümanların ise zayıf oldukları durumlarda yapılan antlaşmalar Müslümanların aleyhine sonuçlanmaktadır. Allah Resulü, Huneyn savaşına çıkarken, Safvân b. Ümeyye’den yapılacak olan savaşta kullanılmak üzere zırh ve savaş araç ve gereçleri almış, savaş bitince de kendisinine iade etmiştir. Ayrıca kâfir de olsa, bir insanın şahsi mallarına fiili savaş durumu haricinde el konulması caiz değildir.
- İslâmî otoritenin temel bir görevi de, dini anlamda gerçekleşen her türlü sapmayı engellemektir. İslâmî bir otorite, insanların dünyevi anlamdaki sapmalarından nasıl ki sorumluysa, bundan daha önemli olan uhrevi anlamdaki sapmalarından da sorumludur. Dini sapmalar eğer zamanında tedbir alınmazsa toplumsal sapmaları da kaçınılmaz kılacaktır. İslâmî bir otoritenin öncelikli görevi, insanların ahiret saadetini sağlamak için çalışması, bu manada topluma zarar verecek unsurları ortadan kaldırmasıdır. Huneyn’e giden İslâm ordusunun içindeki bazı kimseler kendilerine uğur getireceği inancından dolayı silahlarını asacakları bir ağaç talepleri Efendimiz tarafından dinden sapma olarak kabul edilmiş ve şiddetli bir uyarıyla reddedilmiştir.
- Yahudi ve Hıristiyanlara öykünmek! Tarih, bir takım tecrübelerden ibarettir. İnsanlar kendilerinden önceki tecrübelerden çok ciddi manada etkilenmektedirler. İnsanlar, genel manada aynı zaafları taşıdıkları için sonra gelenler önce gelenlerin yolunu takip etmişlerdir. Önceliklerin tecrübeleri sonrakilerinde yolu olmuştur. Oysa tarih bir Müslüman için, ibret levhası olmalıdır. Tarihin ortaya koyduğu yanlışlar tespit edilerek ders çıkarılmalı, doğrular da tespit edilerek o çizgi sürdürülmelidir. Özellikle insanlar, kendi yaşadıkları çağda hangi inanç ve yaşam tarzı baskın ise, ona öykünüyor ve süreç içerisinde de onların yolunun yolcuları haline geliyorlar. Efendimiz Huneyn savaşı öncesi şirki çağrıştıracak talepleri olan Müslümanları bu konuda uyararak Yahudi ve Hıristiyanların izini takip etmeme konusunda ikazlarda bulunmuştur. Günümüze geldiğimizde Efendimizin bu ikazının ne kadar önemli olduğunu anlıyor, Hıristiyan batı dünyasının Müslümanlar üzerindeki etkisinin her alanda maalesef dibine kadar yaşandığını görüyoruz. Ayrıca Kitab-ı Kerimimizde Yahudi ve Hıristiyanların çokça gündeme getirilmesi ve onlara uyma konusunda ki ikazlarının ne kadar gerekli olduğunu daha iyi anlamış oluyoruz.
- Nice fayda olduğu zannedilen hususlar zarar getirir! İnsanoğlu kendisine fayda getireceği zannıyla yaptığı nice planlar, neticede onun zararına sonuçlanır. İnsanoğlunun bilgisi sınırlı olduğundan, bu anlamda mutlak manada kendisini bütün yanlışlardan koruyabilmesi de mümkün değildir. Hevâzinliler yapmış oldukları savaş planında, başarılı olmayı amaçladılar fakat netice planladıkları gibi olmadı. Sonuçta da çok büyük bir zararla karşı karşıya kalarak, mallarını, çocuklarını ve kadınlarını Müslümanlara esir vermek zorunda kaldılar.
- Çokluk, her zaman başarılı olmanın göstergesi değildir! Nice hareketler, insan sayısı anlamında fazla olmalarını başarılı olduklarının bir ölçüsü olarak görmektedirler. Oysaki başarılı olmanın ölçüsü çok sayıda insana sahip olmakta değil, azda olsa nitelikli insanlara sahip olmaktadır. Nice az sayıdaki nitelikli topluluklar çok sayıdaki niteliksiz topluluklara galip gelmiştir. Çok sayıda kuru kalabalık yapan insandan ise, az sayıdaki nitelikli insanlar daha hayırlı neticelerin ortaya çıkmasına neden olabiliyorlar. “Ey peygamber! Müminleri savaşa teşvik et! Eğer sizden sabırlı yirmi kişi bulunursa inkâr edenlerden iki yüz kişiyi yener, sizden yüz kişi olursa bin kişiyi yener; çünkü onlar yaptıklarının bilincinde olmayan bir topluluktur. Allah sizde bir zayıflık olduğunu bildi de şu andan itibaren yükünüzü hafifletti. Artık sizden sabırlı yüz kişi olursa Allah’ın izniyle iki yüz kişiyi yener, sizden bin kişi olursa iki bin kişiyi yener. Allah sabredenlerle beraberdir.” (Enfâl, 65-66) Bu âyet-i kerime, gündeme getirdiğimiz konu ile ilgili olsa gerekir. Müslümanlar nitelikli oldukları zaman 10/1 olduğu halde, bu kalite zayıfladığında ise, 2/1 oranında azalıyor.
Huneyn savaşında Müslümanlar, sayılarının çok olmasını savaşın galibi olmak için yeterli görmüşlerdi. Lakin neredeyse savaşı kaybetmekle karşı karşıya kalmışlardı; “…Nice az sayıda bir birlik Allah'ın izniyle çok sayıdaki birliği yenmiştir. Allah sabredenlerle beraberdir, dediler.” (Bakara, 249)
- Düşmanın belini kırıncaya kadar takibi sürdürmek gerekir! Kaçan düşmanın daha sonra daha güçlü bir orduyla size karşı savaşma durumu söz konusu olduğunda, peşlerini bırakmamak, bir daha Müslümanlarla savaşamayacak duruma gelinceye kadar onlarla savaş sürdürmek gerekmektedir. Böyle olmadığı taktirde, düşman takviye birlikler oluşturarak sizinle tekrar savaşmayı göze alabilir. İşte bütün bu sebeplerden dolayı Efendimiz, Hevazinlileri Huneyn’de yendiği halde, kaçarak Tâif’e sığındıklarını haber alınca Tâif’i kuşatma altına almıştır. Ayrıca düşmanın artık Müslümanlarla savaşacak gücünün kalmadığını anladığında da kuşatmayı kaldırarak Tâif’i ele geçirmeden oradan ayrılmıştır. Böyle bir durumla karışı karşıya bırakılan düşman, çaresizliğinden ve Müslümanlar ile arasında hiçbir antlaşma olmamasının ileride kendileri için nelere mal olacağını bildiklerinden kendileri gelip Müslümanlara katılmak zorunda kalacaklardı.
- Savaşta, dinin hükme bağlamadığı konularda, yönetici ve komutan karar verme yetkisine sahiptir! Hemen her konuda olduğu gibi savaş konusunda da İslâm, temel bazı kurallar belirlemiş, bir kısmını da Müslümanların yöneticisi ve komutanına bırakmıştır. Yönetici ve komutan, dinin koyduğu sabitelere dikkat ederek, geri kalan konularda dinin maksadını da göz önünde bulundurak kararlar vermelidirler. Bu şekilde olması da, dinin her dönemde ve her şartta aynı standartlarda hareket edilmesini değil, temel hususlara bağlı kalmak şartıyla içinde bulunulan şartlar dikkate alınarak o konjonktürde konuların hükme bağlanmasını doğru görmüştür. Bu manada içtihadı konular, din değildir ve her zaman ve her şartta Müslümanların uygulamak zorunda olduğu hükümler değildirler. Bunun içindir ki, Tâif’i kuşatan Allah Rasûlü, düşmanı sığındıkları kaleden çıkarmak için önce üzüm bağlarına zarar verilmesini kararlaştırmış, Tâiflilerin ısrarı üzerine de bu kararından vaz geçmiştir.
- Savaşta düşmanı zaafa uğratacak etkili silahların kullanılması gerekir! Müslümanlar eğer imkanları varsa, yaşadıkları dönemleri de dikkate alarak düşmanın kalbine korku salacak, zaafa uğratacak silahlara sahip olmalıdırlar. Düşmanın savunma alanındaki imkanları göz önünde bulundurarak, bunlara rağmen düşmanı etkisiz hale getirecek silahlara sahip olunması gerekir. Aksi halde düşmanın etkili silahlarının olduğu, Müslümanların ise bunlardan mahrum olduğu bir savaşta, Müslümanların çok da başarı şansı yoktur. Hele birde günümüzde olduğu gibi, silahları da düşmanlarımızdan satın almak zorundaysak, onlarda bize kendilerinin sahip olduğu etkili silahları vermiyorlarsa, böyle bir savaşta başarılı olma şansımız hiç olmayacaktır. Allah Rasûlü, Tâifliler kalelerine sığınıp Müslümanlar ile meydan muharebesine çıkmaya cesaret edemediklerinde, o günün önemli savaş teknolojisi olan “mancınık” silahını kullanmıştır. Günümüzün savaşlarında olduğu gibi insan gücüne değil de, silah gücüne dayanan savaşlarda, bu konunun önemi daha fazla ön plana çıkmaktadır.
- Müslümanın savaşta dahi asıl amacı hiçbir zaman mal ele etmek olmamalı, aksine düşmanını hidayet ile buluşturma olmalıdır! Çünkü dünyaya ait olan mallar dünyada tükenir, oysa bir insanın hidayetle tanışmasına sebebiyet vermek, ahirete de taşınacak yüce bir mükâfatın sebebi olur. Efendimiz ve Müslümanlar, Huneyn savaşında çok büyük bir ganimete ve esirlere sahip olsalar da, bunları Müslüman olarak geri gelirle diye Hevâzinlilere iade etmek için bekletmişti. Efendimize göre Hevâzinlilerin Müslüman olması onlardan alınacak dünyalıklardan, hatta kendi ifadesiyle dünya ve içindekilerden daha hayırlıydı.
- Adalet timsali olmak! Adalet bir toplumu ayakta tutan esasların en önde gelenlerinden birisidir. Adaletin olmadığı bir toplum, kendisini yok olmakla karşı karşıya bırakmış demektir. Adaletin önemi herkes tarafından ifade edilmekte, fakat adaletin ne olduğu ise herkesin farklı tanımladığı bir husustur. İslâm’a göre adalet; hükmünde Adili Mutlak olan Allah’ın hükümleriyle hükmedilmesidir. Allah’ın insanlar için belirlediği hükümler ile hükmedilmeyen bir toplum, asla adil bir toplum olamaz. İslâm’a göre eşitlik adalet değildir. Herkese hakkını vermek, çalışana çalıştığının karşılığını tam olarak vermektir adalet. Bütün peygamberler bunu gerçekleştirmek için gönderilmişlerdir. Bu anlamda insanlar içerisinden en adil olanlar peygamberlerdir. Lakin eşitliği adalet olarak görenler, peygamberlere; “Adil ol” diyebilmişlerdir.
- Manevi nimetler söz konusu olduğunda kendimizden önde olanlara, dünyevi nimetler söz konusu olduğunda ise kendimizden aşağıdakilere bakmalıyız! İslâm ahlâkının bir başka öğretisi de budur. İnsan manevi nimetler konusunda kendisinden daha yüce mertebelerde olan insanlara bakarak yaptıklarını kendisi için yeterli görmemeli, sahip olduğu dünyevi imkanlar konusunda ise kendisinden daha fazla ihtiyaç sahibi olanlara bakarak haline şükretmelidir. Aynı şekilde karşılaşılan zorluklar ile ilgili olarak da bir Müslüman, kendisinden daha fazla zorluklarla karşı karşıya kalan insanlara bakarak kendi karşılaştığı zorlukları gözünde çok büyütmemelidir. Huneyn savaşında elde edilen ganimetler dağıtılırken bir bedevinin Efendimizin yakasını tutarak boynunda iz yapacak kadar kendine doğru çekmesi ve “adil ol” diyerek suçlaması karşısında Efendimiz; “Allah Musa’ya rahmet etsin o benden daha fazla kavminden eziyet gördü” diyerek kendisinden daha fazla eziyet gören kimseleri yad etmiş ve karşılaştığı bu duruma sabretmiştir.
- Dünyalıklara mı talibiz, yoksa Allah ve Rasûlüne mi? İnsanoğlu, ortaya koymuş oluğu çabalarını bir takım faydalar elde etmek için yapar. Kimi insanlar bu faydalarla, dünyada daha rahat ve müreffeh bir hayat yaşamayı amaçlar, kimisi de, ölümden sonra başlayacak asıl hayat olan ahirette cenneti elde etmeyi amaçlar. Bazı insanlar için dünyaya ait olan ziynetleri elde etmek tek amaçken, bazı insanlar için de uhrevi kazançlar elde etmek nihai hedeftir. Huneyn savaşında elde edilen ganimetlerden Allah Rasûlü, dünyaya ait olan hususları önemseyenlere bol bol verirken, ahiret öncelikli bir hayatı benimseyen ashabına ise daha az veriyordu. Dünya merkezli bir hayat yaşayanlar elde etmiş oldukları dünyalıklarla evlerine dönerken, ahireti öncelikleyenler de Allah ve Rasûlünün hoşnutluğu ve Rasûlün kendisiyle evlerine dönüyorlardı. Ensâr’ın ifadesiyle; “Payımız olan Allah Rasûnünden razıyız” diyebilmek!
- Ensâr olabilmek! Ensâr olmak demek, Allah’ın davasına ve o davanın müntesiplerine gönlünü ve imkânlarını açmak demektir. Hem de bütün zorluklarına ve tehlikelerine rağmen. Gerektiğinde canını bile seve seve yardım ettiğin dava ve onun müntesipleri için verebilmektir Ensâr olmak. İşte Medineli Müslümanlar tamda bunu yaptılar. Elde edecekleri cennet karşılığında her türlü zorluğu göze alarak, gerektiğinde canlarını ve mallarını seve seve İslâm davası uğruna vermekten asla geri durmadılar. Bütün bunlardan dolayı hem Rabbimizin hoşnutluğunu kazandılar hem de Allah Rasûlü’nün. Huneyn ganimetlerinin dağıtıldığı gün Efendimizin, Ensâr hakkında söylediği ifadeler de Ensâr’ın faziletini ortaya koymaktadır.
- İslâm toplumu içinde yaşayan gayr-i müslimler, vergi ödemek durumundadırlar! İslâm, kendi egemenliği altında yaşayan diğer din mensuplarına yaşam hakkı tanımış, hatta onların korunması gereken can, mal, namus, din gibi haklarını koruyarak güvence altına almıştır. Aynı güvenceyi verdiği Müslümanlardan zekat alırken, Müslüman olmayanlardan ise, cizye adıyla bir çeşit vergi almayı uygun görmüştür. Bu vergisini ödeyen ve fitne ve fesat oluşturmayan tüm farklı din mensupları, İslâm toplumu içerisinde huzur ve güven içinde yaşamlarını sürdürürler. Bunun içindir ki Efendimiz, o bölgede yaşayan fakat Müslüman olmak istemeyen toplulukları, cizye ödeme koşuluyla kendi dinlerinde kalmalarına olanak tanımış ve İslâm devletinin kendilerinin her türlü haklarını koruyacağına dair antlaşmalar yapmıştır.
- Nübüvvet ile krallığın dünya algısı! Krallar; en temelde iki şeyi hedeflerler, birincisi; iktidar olmak ve bu iktidarını sürekli kılarak genişletmek, ikincisi de; zevk-i sefâ içerisinde bir hayat yaşama. Bunları elde etmek için veya elde ettiklerini korumak için, gerektiğinde baskı yapmayı, zulme müracaat etmeyi de ihmal etmezler. Nübüvvetin ise böyle hedefleri yoktur. Onun en temel hedefi; insanları hidayet ile tanıştırmaktır. Onun, zevk-i sefâ içerisinde yaşanacak dünya hayatı diye bir derdi asla olmamıştır. Yine, insanların kendisine boyun eğmelerinden zevk alma diyeceğimiz siyasi otoriteyi elde etmek ve gerektiğinde bunun için adaletten uzaklaşmak diye de bir derdi yoktur. Çünkü bunlar dünyaya ait olan hususlardır. Peygamberler ise ahiret merkezli hususları önceliklerler. Dünyada insanların kendilerine itaat etmelerini istemelerinin sebebi de onun yolunu takip ettikleri taktirde ancak cennete ulaşmanın söz konusu olmasındandır. Yine bu konuda, Allah’ın onlar hakkında tayin ettiği sünnetidir. Adiy b. Hâtim’in Müslüman olma hikayesinde Nübüvvet ile Krallık arasındaki farkı görmek mümkündür.
- Gaybı ancak Allah ve bildirdiği kadar peygamberleri bilir! İslâm inancına göre hayat; bir müşahede edilen ve insanın bilgisinin ihata edebileceği, bir de insanın asla ihata edemeyeceği ancak Allah’ın bildiği gayb alanı olmak üzere iki kısma ayrılır. Mutlak manadaki gaybı Allah’tan başka kimsenin bilmesi mümkün değildir. Allah mutlak yaratıcı olduğu ve ilmi her şeyi ihata ettiği için her türlü gaybları bilirken, insanlar ise bu konuda ancak bilgileri ve müşahedeleriyle ihata ettiklerini bilebilirler. Peygamberlerin bile, gaybı bilmeleri söz konusu değildir. Ancak Allah’ın kendilerine bilgi vermesiyle o konularda bilgi sahibi olabilirler. Bu manada Efendimizin dilinden bir takım gaybi haberler bize nakledilmiştir. Bu haberlere karşı ihtiyatlı olunmalıdır. Verdiği haberlerden bir kısmının gerçekleşmesinden hareketle verdiği tüm haberler Allah’ın kendilerine bildirdiği haberlerdir diye bir algı doğru değildir. Çoğunlukla Efendimize atfedilen bu haberler o olayların vukuundan sonraları kitaplara geçirildiği için uydurularak O’na nispet edilmeleri de söz konusu olabilir. Ne peygamberimizin naklettiği tün gaybi haberleri tümüyle uydurma görmek doğrudur, nede gelen haberleri tümüyle doğru olduğuna inanmak doğrudur. Kur’an’a muhalif olduğu kesin olan haberlerin ise, asla kabul edilmemelidirler. Ancak bize kadar gelen, Efendimizin Adiy b. Hâtim’e ve başka bazı vesilelerle söylediği; Kisrâ’nın saraylarının feth edileceğine dair rivayetler, Allah’ın nebisine verdiği gayb haberlerdir olma ihtimalleri söz konusudur. Allah’u âlem.
TEBÜK GAZVESİ
Müşrik Araplarla olan mücadele, Mekke’nin fetih ve Hevazinlilerle olan savaşla birlikte artık sona ermişti. Artık Bizans’ın kontrolündeki Hıristiyan Arap kabileleri ve Sasanilerin egemenliğinde olan topluluklarla mücadelenin zamanını gelmişti. Bizans kuvvetleri Sasanilere karşı bu süreçlerde daima galip geliyor ve buda onları şımartıyordu. Efendimizin ve ondan sonra da Raşit Halifelerin yaptığı savaşların büyük bir kısmı bu bölgeye yönelik olmuştur. Bu bölgede Mûte savaşı yaşanmış, Rumlar ve onların desteklediği Arap kabileleri, bu savaşta tam bir başarı elde edememişlerdi. Arkalarında büyük bir imparatorluk olan Bizansı gören Arap kabileleri, Müslümanların yayılmasından rahatsız olmuş, bu yayılmacılığın yarın kendilerini de tehdit edecek bir boyuta ulaşacağını düşündüklerinden Medine’ye yönelik bir saldırı hazırlığına başlamışlardı.
Bu haber Efendimize geldiğinde, Medine’de savaş için seferberlik ilan edildi. Gidilecek yerin çok uzak olması, sıcakların en yüksek seviyede olması ve hasat mevsimi olması gibi sebepler savaşı zorlaştıran hususlardandı. Bundan dolayı, daha önce düşmanı ve gidilecek yerleri söylemeyen Efendimiz, bu defa gidilecek yeri ve düşmanın kimler olduğunu söyledi ve hazırlıkların buna göre yapılmasını istedi.
Savaşa gidecek ordunun teçhizatlandırmak için Allah Rasûlü, Müslümanları infak etmeye dâvet etti. Bunun üzerine ashap infak etmekte yarışa girdiler. Hz. Ebû Bekr, savaşta işe yarayacak elinde avucunda ne varsa hepsini infak etti. Hz. Ömer ise, malının yarısını infak etti. Hz. Osman’ın, 10 bin dinar 900 deve, 100 adette at infak ettiği rivayet edilir. Aynı şekilde diğer sahabeler de bu yarışta yerlerini aldılar. Fakir olan Müslümanlar da imkânları nispetinde bir avuç hurmada olsa getirip infak ediyorlardı. Münafıklar, bu fakir sahabelerin yaptığı infakı küçümsedi ve alay konusu yaptılar. Konuyu gündeme getiren âyet şu şekildedir; “Sadakalar konusunda müminlerden hem gönüllü olarak fazla fazla verenlere hem de daha fazla verecek bir şey bulamayanlara dil uzatıp onlarla alay edenleri Allah maskaraya çevirecektir. Onlar için elem verici bir azap da vardır.” (Tevbe, 79)
Savaşa katılmak isteyen fakir sahabeler Efendimizin yanına gelerek, savaşa katılmak istediklerini, ancak bineklerinin olmadığını söylediler. Yolun çok uzun olmasından dolayı, savaşa bineksiz gitmenin mümkün olmayacağından dolayı binekli katılma şartı vardı. En az iki kişinin bir bineği olmalıydı. Efendimiz, bu fakir sahabelere; “Sizi bindirecek binek bulamıyorum” diyerek geri çevirdi. Bunun üzerine savaşa katılamadıkları için ağlayarak geri döndüler. Konuyla ilgili âyette şu şekilde buyurulmaktadır; “Kendilerini bindirip (cepheye) sevk edesin diye sana geldikleri zaman, senin, "Sizi bindirebileceğim bir şey bulamıyorum" dediğin; bu uğurda harcayacakları bir şey bulamadıklarından dolayı üzüntüden gözleri yaş döke döke geri dönen kimselere de bir sorumluluk yoktur.” (Tevbe, 92)
Bir tarafta savaşa katılmadıkları için üzüntüsünden dolayı ağlayanlar, bir tarafta da savaştan kaçmak için Allah Rasulünün yanına gelerek yalan mazeretler üretenler vardı. Münafıklar, Efendimizin etrafını sararak türlü türlü yalan mazeretler uyduruyorlar, Efendimiz de onlara savaşa katılmamaları için izin veriyordu. Bu kimseler, savaşa katıldıkları taktirde Müslümanların faydasına değil, zararına sebebiyet verecek işler yapabilirlerdi.
Allah Rasûlü, Medine’de yerine Muhammed b. Mesleme’yi vekil olarak bıraktı. Hz. Ali’yi de ailesine sahip çıkması için bıraktı. 30 bin savaşçıyla yola çıktı. Askerler develere sırayla biniyorlardı. Efendimiz de deveye sırayla biniyordu. Ordu yoldayken, Hz. Ali geriden gelerek orduya yetişti. Efendimize giderek Münafıkların kendisi hakkında; “Muhammed damadını ölmesin diye götürmedi” gibi sözlerinden dolayı dayanamadığını, bunun üzerine orduya katılmak istediğini söyledi. Efendimiz’de ona müsaade ederek şunları söyledi; “Sen benim yanımda, Harun’un Musa yanındaki durumunda olmaya razı değil misin? Şu farkla ki benden sonra peygamber gelmeyecektir” dedi.
İslâm ordusu, yolda Semûd kavminin helak oldukları bölgeye uğradılar. Kuyulardan su alarak hamur yoğurdular, yemek yaptılar. Efendimiz, onlara müdahale ederek, hamurları ve yemekleri havanlara yedirmelerini, hızlı bir şekilde o vadiden uzaklaşmalarını söyledi. O vadinin Semûd kavminin helak edildiği yer olduğunu söyleyerek, Kur’an’ın gündeme getirdiği hadiseleri bu şekilde ashabının gündemine getirmişti.
İslâm ordusu Tebük’e doğru ilerlerken, geride kalan samimi mü’minler de vardı. Bunlardan bir tanesi de Ebû Hayseme idi. İslâm ordusu Medine’den ayrıldıktan sonra kendi kendine; “Rasûlüllah şu an sıcağın altında, Hayseme ise serin bir gölgenin altında kendisi için hazırlanış serin su ve kadınlar ile birlikte! Şu anki halim hiç adil değil” dedi ve kadınlarına hazırlık yapmalarını, Efendimize yetişmek için Tebük’e gideceğini söyledi ve yola çıktı. İslâm ordusu Tebük’e varıp karargâh kurduğunda arkadan bir kişinin geldiği söylendi. Efendimiz; “Bu gelen Ebû Hayseme olsa gerek” dedi. Nitekim o, geçde olsa Allah’ın ve Rasûlünün davetine icabet etmiş, savaşa katılma şerefine ulaşmıştı.
Ordudan geriye kalan sadece Ebû Hayseme değildi. Ebû Zerr el-Gıfarî’de geride kalmıştı. Onun geri kalma sebebi Ebû Hayseme ile aynı değildi. O, İslâm ordusuyla birlikte yola çıkmış, lakin yaşlı devesi yolda yere yığılıp kalması ve bir daha onu hareket ettirememesinden dolayı, geri kalan yolu yürümek zorunda kalması sebebiyle geride kalmıştı. Onun geriden geldiğini gören Efendimiz; “Ebû Zerr, yalnız yürür, yalnız yaşar ve yalnız ölür” diye buyurdu. Nitekim Ebû Zerr, Hz. Osman’ın döneminde şikayet üzerine Rebeze köyüne sürülmüş ve hayatının geri kalan yıllarını burada yalnız yaşamak zorunda kalmıştı. Ve nihayetinde de orada yalnız ölmüştü. Hatta vefat ettiğinde, cenazesini defnedecek kimseler bulunamamış, Hacca gitmek için yolu onun yaşadığı yerden geçen Abdullah İbn Mes’ud ve arkadaşları tarafından defnedilmişti.
Allah Rasûlü Tebük’te 20 gün kadar kaldı. Rumlar ve onların güdümündeki Arap kabileleri Müslümanların karşısına çıkmaya cesaret edemediler. O bölgenin civarlarında yaşayan Eyle, Cerbâ, Ezruh ve Mînâ kabilelerinin liderleri gelerek Efendimiz ile cizye antlaşması yaptılar. Efendimiz, onlar için bir emannâme hazırladı. Bu emannâmeye uygun hareket ettikleri sürece Müslümanların yaşadıkları bölgelerde dolaşım ve konaklama hakları vardı. Uymadıkları taktirde de, can ve malları güvende olmayacaktı.
Yine Allah Rasûlü, Tebük’de iken, Hâlid b. Velid komutasında 450 civarında askerden oluşan bir birliği Dûmetü’l-Cendel’e gönderdi. Hâlid b. Velid hemen harekete geçerek Dûmetü’l-Cendel’e hareket etti. Hâlid, Dûmetü’l-Cendel lideri, Ükeydir’i avlanırken yakaladı ve esir aldı. Sonrada Efendimizin yanına getirdi. Allah Rasûlü onunla 2 bin deve, 800 at, 400 zırh ve 400 mızrak karşılığında antlaşma yaptı. Bunun karşılığında da onu serbest bıraktı. İslâm ordusu çok uzun yollar kat ederek geldikleri Tebük’te herhangi bir çatışma yaşamamış, bölge kabileleriyle antlaşmalar yaparak karlı bir şekilde Medine’ye dönümüşlerdi.
Ordunun Tebük’e gidiş ve dönüşü yaklaşık 50 gün civarında sürdü. Ordu dönüş yolundayken, bir grup münafık Efendimize tuzak kurarak O’nu öldürme girişiminde bulundular. Yaptıkları plana göre, Efendimiz vadinin dar bir yerinden geçerken yukarıdan taş atarak O’nu öldürmekti. Lakin başarılı olamadılar ve kaçarak canlarını kurtardılar. Efendimiz de onların kimler olduğunu, Allah’ın bildirmesiyle Huzeyfe’ye haber vermişti. Bu sebeple Huzeyfe b. el-Yamânî, Allah Rasûlünün sırdaşı (Sâhibu sırri Rasûlüllâh) olarak isimlendiriliyordu.
Allah Rasûlü, Tebük’e gitmeden önce bir grup münafık Efendimizin yanına gerek, özellikle hava şartlarının ağır olduğu dönemlerde Mescide gelmekte zorlandıklarını, bunun için bulundukları bölgede bir mescid inşa ettiklerini, kendisinin de gelip orada namaz kılmasını istemişlerdi. Efendimiz de, Tebük’e gitmek için yola çıkacağını, dönüşte uğrayarak inşa ettikleri mescitte namaz kılabileceğini söylemişti. Lakin, münafıkların derdi insanlara namaz kılacak bir yer inşa etmekten ziyade, kendi amaçlarına ulaşmak için yaptıkları yere meşruiyet kazandırmak ve bu sebeple de, kimse farkına varmadan hedeflerine ulaşmaktı. Onların bu niyetlerini, Rabbimiz Allah Rasûlüne şu âyetle bildirmiştir; “(Münafıklar arasında) bir de (müminlere) zarar vermek, (hakkı) inkâr etmek, müminlerin arasına ayrılık sokmak ve daha önce Allah ve Resûlüne karşı savaşmış olan adamı beklemek için bir mescid kuranlar ve: (Bununla) iyilikten başka birşey istemedik, diye mutlaka yemin edecek olanlar da vardır. Halbuki Allah onların kesinlikle yalancı olduklarına şahitlik eder.” (Tevbe, 107) Allah Rasûlü onların niyetlerini öğrendikten sonra, o mescidi yıkması için bir grup Müslümanı gönderdi. Yıkılan “zarar mecsidinin (Mescid-i Dirâr” yeri çöplüğe çevrildi. Münafıklar da yukarıda âyetin ifade ettiği amaçlarına ulaşamadılar.
Ayrıca Efendimiz dönüş yolundayken Uhud dağını gördü ve; “İşte Tâbe ve işte Uhud! Kendisini sevdiğimiz, kendisinin de bizi sevdiği dağ” diyerek insanların dikkatlerini kutlu bir mağlubiyet olan Uhud savaşına çekmişti.
Allah Rasûlü, Medine’ye geldiğinde her zaman adeti olduğu üzere ilk önce mescide gider, iki rekat namaz kılar ve bir müddet mescitte kalarak sohbet eder, varsa gelişmelerle ilgili bilgi alırdı. Yine aynısını yaptı. Efendimiz mescitteyken savaşa katılmayan münafıklar yanına gelerek türlü türlü yalanlar söyleyerek Allah Rasûlünden bağışlanma dilediler. Efendimiz de onlar için bağışlanma diledi ve mazeretlerini kabul etti.
Münafık olmadığı halde savaştan geri kalan üç samimi Müslümanda vardı. Bunlar, Ka’b b. Mâlik, Hilal b. Ümeyye ve Mürâre b. er-Rebi idi. Bunlar da Efendimiz yanına gelmiş ve doğruyu söylemişlerdi. Efendimiz, bu üç sahabeyle konuşulmasını yasakladı ve Allah’ın kendileri hakkında hüküm verinceye kadar da bu cezanın devam edeceğini ifade etti. Bu üç sahabe için zor günler başladı.
Ka’b b. Mâlik yaşadıklarını özet olarak şu şekilde anlatmaktadır; Savaşa gitmeme gerekçesi imkân yokluğundan olmadığını, aksine imkânlarının her zamankinden daha fazla olduğunu, üşenmesi ve hazırlık yapmayı hep ertelemesi neticesinde ordudan geri kalmıştı. Ordu gittikten sonra sokaklarda özürlü ve münafıkların olduğunu gördüğünde yaptığına pişman olmuştu. Nitekim Efendimiz Tebük’ten döndüğünde, yalan söyleyerek münafıklar gibi kendini kurtaracak akli kabiliyette olduğunu, ama bunu yaptığı taktirde Allah’ın yalanlarını ortaya çıkaracağını bildiğinden bu yola tevessül etmeden doğruları söylediğini, amcasının oğlu Ebû Katade’nin yanına giderek selam verdiğini ancak Ebû Katede’nin selamını almadığını ve; “Allah ve Rasûlü daha iyi bilir” diyerek kendisiyle konuşmadığını ifade ediyor. Bazen mescide gittiğinde Efendimizin ondan yüz çevirdiğini, namaza durduğu zaman ise Efendimizin kendisine baktığını söylüyor. İşte tam bu süreçte, Gâssan melikinden kendisini himaye edecek bir mektup geldiğini, ancak kendisinin; “Buda başka bir musibet” diyerek bu mektubu yırtıp attığını, netice de ceza 40 güne ulaştığında Peygamberimizin hanımlarıyla da cinsel ilişkiden uzak durmalarını emrettiğini, kendisinin genç ve sağlıklı olmasından dolayı eşini babasının evine gönderdiğini anlatıyor. Ka’b anlatmaya devam ederek; Ancak Hilâl b. Ümeyye’nin karısı yaşlı olan kocasına bakmak için Efendimizden izin istediğini, Efendimiz de cinsel birleşme haricinde ona hizmet edebileceği konusunda ona izin verdiğini söylüyor. Cezanın ellinci gününe geldiğinde, bütün dünyanın kendisi için artık dar gelmeye başladığını, evinin damında sabah namazını kılarken bağışlandıklarına dair haberin kendisine geldiğini, haberciye üzerindeki elbiseyi vererek Efendimizin yanına koştuğunu, Efendimizin de kendisini tebrik ettiğini, o günden sonra bir daha bilerek yalan söylememeye yemin ettiğini ifade ediyor.
Bu üç samimi mü’minin bağışlandığı bildiren âyet ise şu şekildeydi; “Ve (seferden) geri bırakılan üç kişinin de (tevbelerini kabul etti). Yeryüzü, genişliğine rağmen onlara dar gelmiş, vicdanları kendilerini sıktıkça sıkmıştı. Nihayet Allah'tan (O'nun azabından) yine Allah'a sığınmaktan başka çare olmadığını anlamışlardı. Sonra (eski hallerine) dönmeleri için Allah onların tevbesini kabul etti. Çünkü Allah tevbeyi çok kabul eden, pek esirgeyendir. Ey iman edenler! Allah'tan korkun ve doğrularla beraber olun. (Tevbe, 109-120)
Allah Rasûlü Tebük’ten döndükten sonra; Habeşistan kralı, Ashame b. el-Ebhar’ın vefat ettiği haberi Medine’ye geldi. Efendimiz onun cenaze namazını gıyâbî olarak Medine’de Müslümanlarla beraber kıldı.
Yine bu yıl, Allah Rasûlünün Hz. Osman ile evli olan kızı, Ümmü Gülsüm’de vefat etti. Efendimiz Hz. Osman’a; “Eğer üçüncü bir kızım daha olsaydı onu da seninle evlendirirdim” diyerek ona ne kadar değer verdiğini ifade etti.
Yine bu aylarda, münafıkların başı olarak kabul edilen Abdullah b. Übey b. Selül öldü. Vasiyeti üzere cenaze namazını Efendimizin kıldırmasını istiyordu. Ayrıca mezarının başına gelerek dua etmesini ve Efendimizin ridasıyla kefenlenmek istediğini de vasiyet etmişti. Hz. Ömer’in bunu doğru görmemesine rağmen Efendimiz, onun cenaze namazını kıldırdı ve kabrinin başında dua etti. Daha sonra bu gibi kimselerin cenaze namazlarını kılmayı yasaklayan âyetler indi. Konuyla ilgili ayet şu şekildedir; “Onlardan ölmüş olan hiçbirine asla namaz kılma; onun kabri başında da durma! Çünkü onlar, Allah ve Resûlünü inkâr ettiler ve fâsık olarak öldüler.” Tevbe, 84)
İBRETLER VE DERSLER
- Mü’mince ve münafıkça tavır! Mü’min; Allah ve Rasûlüne iman ettiği için, bu imanının kendisinden bir bedel istediğinin bilincinde olarak, Rabbinin kendisinden istediği her türlü bedeli, karşılığında cenneti elde etmek için seve seve yapar. Çünkü onu mü’min yapan şey, Allah ve Rasûlünün kendisine vaat ettiği şeylere kesin ve şüphesiz bir şekilde inanmasıdır. Bunun içindir ki, yeri geldiğinde malını, yeri geldiğinde canını ve de diğer sahip oluğu imkanları seve seve Allah yolunda vermeye hazır olan kimse demektir. Münafık ise; kalbi Allah ve Rasûlüne tam manasıyla iman etmediği için, ilişkilerini menfaati üzerinden belirlediğinden bedel ödemek istemez. Zorluğun olduğu yerde onu göremezsiniz. Olsa bile fırsatını bulduğunda hemen sıvışmaya kalkar. Çünkü o, malını ve canını çok sever ve onları korumak için her türlü kimliğe bürünmekten geri durmaz. Müslümanın yanında Müslüman, kâfirlerin yanında kâfir gibi davranır. Bunun içindir ki, Efendimiz Tebük savaşı için genel seferberlik ilan ettiğinde, Müslümanlar bu çağrıya icabet etti, münafıklar ise binbir türlü yalanlar söyleyerek savaşa katılmamak için çırpındılar. Münafıkların böyle davranmalarının sebebi, savaşın Bizans ve onun bölgedeki ileri birliklerine yönelik bir savaş olmasından dolayı, canlarını kaybetmek riskleri olmasından dolayıydı.
- Tebük, zorluk içinde zorluk demekti! Zorlukların miktarı ne kadar büyük olursa, insanların o zorluklara tahammülleri de o miktarda azalır. Ayrıca, miktarı çok yüksek olan zorluklara Allah için katlanmak da kişiyi o miktarda büyük mükâfatlara ulaştırır. Normal şartlarda Efendimiz, savaşa gidilecek yeri gizli tutar, ordu belirli bir mesafe kat edince söylerdi. Tebük için ise bu şekilde hareket etmedi. Bunun sebebi, gidilecek yer çok uzak, sıcağın en şiddetli olduğu, meyvelerin hasat edileceği ve Medine’de kıtlığın olduğu bir zaman olmasından dolayıydı. İşte bütün bu zorlukları göze alan 30 bin civarında Müslüman; Allah Rasûlünün çağrısına “lebbeyk” diyerek icabet etmişti.
- Olanı Allah yolunda harcamak! Müslümanların ve davanın ihtiyacının çok olduğu zamanlarda yapılan infaklar, çok daha büyük önem arz etmektedir. Böyle zamanlarda yapılan azda olsa bağışın, hem faydası hem de sevabı çok olur. Ayrıca, Allah için bedel olarak candan önce maldan geçmek gerekir. Bunun bilincinde olan ashab, herkes kendi imkânı oranında savaşı finanse etmek için harcamada bulundu. Kimileri daha fazla vermede bir diğeriyle yarışa girdi, kimisi de imkânı olmadığından bir avuç hurma getirdi, kimisi tüm kervan gelirlerini harcadı, kısacası herkes imkânı oranından karşılığını Allah’tan almak için infak ettiler. İmkânları olmadığı için az veren Müslümanlar, münafıklar tarafından alay konusu yapıldılar. Oysaki bunların yaptıkları, imkânları olanların yaptıklarından daha değerliydi; “Sadakalar konusunda müminlerden hem gönüllü olarak fazla fazla verenlere hem de daha fazla verecek bir şey bulamayanlara dil uzatıp onlarla alay edenleri Allah maskaraya çevirecektir. Onlar için elem verici bir azap da vardır.” (Tevbe, 79)
- Savaştan kaçmak için binbir türlü bahaneler üretenlerin olduğu bir yerde, savaşa katılamadığı için ağlayanlar var! Savaş demek ölümle burun buruna gelmek demek. Hele birde Tabük savaşı demek daha fazla risk ve meşakkat demekti. Ama buna rağmen Allah için bu meşakkatleri, diğer Müslümanlarla birlikte yaşayamayacakları için gözyaşı döken yiğitler vardı. Onların ulaşacakları mükâfatlardan mahrum kalacakları için ağlayanlar! Kardeşlerini ve Rasûlüllahı düşman ile baş başa bıraktıkları için ağlayanlar vardı! Belki de Allah’ın kendilerine hazırladığı şehitlik gibi bir makamı kaybedeceği için ağlayan yiğitler vardı! Bir tarafta da, çok adî ve bayağı sebeplerden dolayı Efendimizden izin isteyen; “Beni, Rum kadınlarıyla fitneye düşürme” diyen sözde Müslümanlar! vardı. Allah için yapılacak fedakârlıklarda yer alamadıkları için gözyaşı döken bu yiğitlere, günümüzde ne kadar çok ihtiyaç var.
- Musâ’nın yanındaki Hârun olabilmek! Allah yolunda, hem zalimlerle kıyasıya bir mücadeleye giren, hem de toplumunu her türlü sapmalara karşı çok büyük bedeller ödeyerek korumaya çalışan birisinin yanında ve yardımcısı olmak Müslüman için büyük bir payedir. Her Müslüman Allah yolunda Musâ olmak ister. Musâ olamasa da en azından Hârun olmak ister. Yani Allah yolunun en yılmaz yolcusunun yardımcısı olmak ister. Efendimizin de yanında bu tür yiğitler vardı. Kendi döneminin Musâ’sı olan Efendimizin, yardımcısı olan nice babayiğitler vardı. Ali de onlardan bir tanesiydi. Çocukluğundan itibaren Allah Rasûlünün dizinin dibinden ayrılmayan bir yiğitti. Düşmanların korkulu rüyası olan bir yiğit. İşte bu yiğitle Hârun (a.s.) arasından tek bir fark vardı. Hârun (a.s.) Allah’ın tayin ettiği bir peygamberdi, lakin bu yiğitlerin bu payeye ulaşmaları söz konusu değildi. Efendimiz Hz. Ali hakkında; “Sen bana Musâ’nın yanındaki Hârun’un durumu gibisin. Ancak benden sonra peygamber gelmeyecektir” sözünde ifade bulduğu gibi.
- Sorumluluklarını erteleyenler kaybettiler! Bir Müslümanın yapması gereken husus, herhangi bir sorumluluğu varsa onun zamanında yerine getirmesi, ertelememesidir. Namazını ilk vakitte kılması son vakte bırakmaması gerektiği gibi, toplumsal sorumluluklarında da bu şekilde hareket etmelidir. Umdesine aldığı bir işi, yerinde ve zamanında yapmalıdır. Eğer bu şekilde bir tavrı kendisine düstur edinmezse, ertelediği sorumluluklarını, şeytanında ayartmasıyla yerine getiremeyecek ve böylece de nice veballer yüklenecektir. Bunun içindir ki yüce dinimiz, hayır işlerinde ecele etmemizi bizden istemiştir. İnsan nasıl ki elde edeceği dünyevi bir kazanç için acele diyorsa, aynı şekilde kendisine ahirette bitmez tükenmez nimetler kazandıracak hususlar içinde acele etmelidir. Ka’b b. Mâlik, şeytanın bu konudaki tuzağına düşerek savaş için hazırlık yapması gerektiği konusundaki sorumluluğunu ertelediği için savaşa katılamamış ve neticede bunun bedelini ödemek zorunda kalmıştı.
- Allah yolunda; yalnız yürümek, yalnız yaşamak ve yalnız ölmek! Bir Müslüman, iman ettiği Allah’ın dinini yaşamak için, her türlü zorluğu göze alabilmeli, başkalarının ne yaptığını çok önemsemeden kendi üzerine düşeni tek başına da olsa yerine getirebilmelidir. Bu konuda insanların kendisini yalnız bırakmasına, dışlamasına, kınamasına da aldırmadan, hak bildiğini söylemek ve yaşamak için dimdik ayakta durmalıdır. İşte tamda böyle bir Müslümandı Ebû Zerr el-Gıfârî! Tebük seferinde yaşlı devesinin yolda kalmasın neticesinde yürüyerek o kadar yolu kat ederek Tebük’te orduya yetişen Ebû Zerr için Efendimizin söylediği şu söz, bu durumu en güzel şekilde ifade etmektedir; “O yalnız yürür, yalnız yaşar ve yalnız ölür.” Neticede de Ebû Zerr’in akıbeti bu şekilde olmuştur. Hak bildiğini söylemek ve yaşamaktan geri durmadığı için insanlar tarafından dışlanmış, hatta sürgüne gönderilerek yalnız yaşamak ve neticede de yalnız ölmek durunda kalmıştı.
- Maksadı zarar, maskesi güzel planlar! Allah’ın düşmanları, genel olarak kendi kimliklerini gizleyerek Müslümanlara zarar verme yolunu tercih etmişlerdir. İnsanlığın düşmanı olan İblis bile, Hz. Âdem ve Havvâ’yı kandırmak için iyi niyetli olduğunu, onların iyiliğini düşündüğünü öne sürerek asıl maksadını gizlemiş ve bu şekilde de onları kandırmıştı. Onun yolunun yolcuları olan iki ayaklı şeytanlar da biliyorlar ki, Müslümanları kandırmanın en etkili yolu; mertçe karşılarına dikilerek asıl maksadı söyleyerek değil, asıl maksadı gizli tutarak, gerektiğinde güzel maskeler kullanarak hedefe oluşmak olduğunu. Bunun içindir ki, Medineli münafıklar gizli tutukları maksatlarına ulaşmak için, mescit maskesini kullanmak istemişlerdi. Dinimizin mescit oluşturmaya verdiği önemi iyi bilen münafıklar, bu hususu istismar etmiş, bu şekilde bir maske altında Müslümanlara darbe indirmenin mümkün olacağına kanaat getirerek harekete geçmişlerdi. İnsanların sinelerinde sakladıkları her şeyi bilen Allah, onların maksatlarını Efendimize vahiyle bildirmiş ve Efendimizde gerekeni yaparak o mescidi yıkmıştır. “Bir de zararlı faaliyetlerde bulunmak, küfre yardım etmek, mü’minler arasına ayrılık sokmak için ve öteden beri Allah ve Resûlüne karşı savaşanlara üs olsun diye bir mescit yapanlar vardır. Bunlar, “Bizim iyilikten başka hiçbir kasdımız yok” diye de mutlaka yemin ederler. Ama Allah şâhitlik eder ki bunlar mutlaka yalancıdırlar. Onun içinde asla namaz kılma. İlk günden temeli takva (Allah’a karşı gelmekten sakınmak) üzerine kurulan mescit (Kuba mescidi), içinde namaz kılmana elbette daha lâyıktır. Orada temizlenmeyi seven adamlar vardır. Allah da tertemiz olanları sever.” (Tevbe, 108)
- Meşru bir mazereti olmadığı halde yaptıkları toplumsal ihmallerden dolayı Müslümanlara uygun cezalar verilmelidir! Böyle bir durum, bir taraftan Müslümanları daha disipline ederken, bir taraftan da o suçu işleyen Müslümanın işlediği suçun cezasını dünyadayken vermiş, ahirete bırakmamış olursunuz. Bir Müslüman için, ahiretin cezasından ise dünyanın cezası çok daha ehvendir. Bunun içindir ki meşru bir mazeretleri olmadığı halde umumi seferberlik ilan edilen bir savaşa katılmadıkları için, Ka’b b. Mâlik, Hilâl b. Ümeyye ve Mürâre b. er-Rebî’ye 50 gün kadar süren toplumsal dışlanmışlık cezası verilmiştir.
- Yalanın kişiye faydası az, zararı ise çok olur! İnsanlar yalanı bir fayda elde etmek veya bir zararı def etmek için söylerler. Doğru söylemenin bir faydaya engel olduğu veya biz zarara sebep olacağına inanan insanlar, yalana başvururlar. Söylenen yalanlar kısa vade de bu beklentiyi karşılar. Fakat yalanın toplumda oluşturduğu problemler ise çok feci neticeler doğurur. Başta insanların birbirlerine güvenlerini yok eder. Hile ve aldatmanın bir aracı haline gelir. Ayrıca yalanın ahirette sebebiyet verecek sonuçları itibariyle de, insanı büyük felaketlerin içerisine sürükler. Yalan söyleyerek kısa vadede fayda umanlar, uzun vadede onun zararlarıyla karşı karşıya kalacaklardır. Doğru söylemek bazen kısa vadede insan için zarlara sebebiyet verse de, uzun vadede çok büyük faydalara sebebiyet vermektedir. Tebük seferi dönüşünde savaşa katılmayan münafıkların kendilerini temize çıkarmak için söylediği yalanlar onlara kısa vadede fayda sağlamış gibi görünse de uzun vadede uhrevi helakları için bir sebep oluştur. Savaşa katılmayan 3 Müslümanın söylediği doğru ise, kısa vadede onlara zarar getirdiyse de uzun vadede kendilerini çok büyük zararlardan korumuş ve nice faydalara sebebiyet vermiştir.
- Ahiretin zararlarına uğramamak için dünyanın zararlarını tercih etmek! Bir Müslüman, dünyanın en büyük zararlarının ahiretin en küçük zararlarından daha ehven olduğunu kabul eder. Dolayısıyla da yaptığı hataların karşılığı var ise, onun dünyada görüp ahirete bırakmak istemez. Tam tersi olarak da, Allah için yaptığı iyiliklerin karşılığını dünyada değil ahirette almak ister. Çünkü yine o bilir ki, dünyanın en büyük mükâfatları, ahiretin en küçük mükâfatlarından daha değersizdir. Tabük seferine katılmayan Müslümanlar, âyetin de ifadesiyle dünya kendilerine dar gelmesine rağmen, ahirette karşılarına çıkmasın diye kendilerine verilen cezaya rıza göstermişlerdi; “…Yeryüzü, genişliğine rağmen onlara dar gelmiş, vicdanları kendilerini sıktıkça sıkmıştı…” (Tevbe, 109)
- Günah insanı kirletir, samimi tevbe de temizler! İnsanoğlu hatadan sâlim bir varlık değildir. Bunun içindir ki dinimiz, hata yapmayan insanının faziletinden değil, hata yaptığı halde hatasından hemen dönerek tevbe eden insanların faziletinden bahseder. Çükü insanın kendini küçük veya büyük hatlardan tümüyle koruyabilmesi mümkün olmamaktadır. Kimi zaman şeytanın, kimse zaman nefsinin, kimi zaman içinde yaşadığı toplumun etkisiyle hatalar yapabilmektedir. İşte bütün bu gerçekliklerden ötürüdür ki Rabbimiz, yaptığı hatanın farkına vararak samimi bir şekilde bir daha hataya düşmeme iradesi ortaya koyan ve kendisinden af dileyen kullarının günahlarını bağışlayacağını ifade etmiştir. Bir adı da et-Tevvab olan Allah, kulun işlediği günahlara değil, ettiği tevbesinde ki samimiyetine bakıyor. O halde insana da düşen, yaptığı hatların farkında olarak o hatalarda ısrarcı olmadan samimi bir şekilde tevbe etmesidir.
- Hediyeleşmek sünnettir! Bir Müslümana müjdeli haber getiren birisine hediye vermesi erdemli bir davranıştır. İnsan kendisi veya yakınlarıyla ilgili gelen müjdeli haberlerden dolayı mutlu olur, üzücü haberlerden dolayı da üzülür. Kendisini mutlu edecek bir haberle karşılaştığı için sevinen bir Müslüman, kendisine o haberi getiren kişiyi de sevindirmelidir. Karınca kararınca zorunda olmasa da, imkânları doğrultusunda hediye vermelidir. Tevbesinin kabul edildiğine dair haber getiren kişiye, Ka’b b. Mâlik’in üzerindeki gömleğini hediye etmesi örneğinde olduğu gibi.
- Kendisini İslâm’a nispet eden bir kimsenin, açık bir küfrüne şahit oluncaya kadar, o kimseye Müslüman muamelesi yapmak asıldır! Buradaki açık küfürden kasıt, Kur’an’ın sarih bir şekilde küfür olarak gördüğü hususlardır. Kur’an’a dayanmayan yorumsal ve mezhebî algılardan dolayı kimse tekfir edilemez. Din Allah’ın dini olması hasebiyle, kimse kendi algılarından dolayı kendisini bu dine nispet eden bir başka kimseyi bu dinin dışına atamaz. Bu yetki ancak ve ancak Allah’ın kitabının ve bu kitabın kontrolündeki Rasûlün pak sünnetinin hakkıdır. Ayrıca mezhebi ve yoruma dayalı meselelerden dolayı bir insanı tekfir ederek dışlamak, İslâm toplumunun birliğini zedeleyerek tefrikanın oluşmasına sebebiyet verir. Tefrika da Müslümanların düzenlerini yok ederek, süreç içerisinde kâfirlerin karşısında suyun üstündeki çer-çöp haline getirir. Bunun içindir ki Efendimiz, konuyla ilgili henüz âyetler inmediği için, kendilerini İslâm’a nispet eden münafıkları tekfir etmemiş, hatta onların en önde gelenlerinin cenazesine katılmış ve bağışlanması için dua etmiştir. Efendimizin bu tavrı birçok münafığın süreç içerisinde samimi birer Müslüman olmalarına sebebiyet vermiştir. Efendimizin bu kucaklayıcı tavrından dolayı Uhud savaşında 300 civarında olan münafıkların sayısı, Tebük seferinde 80 sayısına kadar gerilemiştir.
İLK HAC
Mekke feth edildikten sonra ilk hac mevsiminde Allah Rasûlü Hz. Ebû Bekr’i hac emiri tayin ederek Müslümanların başında hacca gönderdi. Hz. Ebû Bekr; hem İslâm devleti adına hacı organize edecek, hem de cahiliyeden kalan adetleri ortadan kaldıracaktı. Hz. Ebû Bekr, yola çıktıktan sonra Tevbe sûrsinin ilk âyetleri nazil oldu. Efendimiz, hacda bu âyetleri ilan etmesi için Hz. Ali’yi görevlendirerek Mekke’ye gönderdi. Hz. Ebû Bekr Hz. Ali’nin geldiğini gördüğünden ona; emir olarak mı yoksa memur olarak gediğini sordu. Memur olarak geldiğini söyleyen Hz. Ali ile birlikte hacın rükûnlarını Hz. Ebû Bekr’in öncülüğünde yaptılar. Bayramın birinci günü Hz. Ali cemrelerin yanında ayağa kalkarak vazifesini yerine getirdi. Tevbe sûresinin baş tarafındaki âyetleri okudu ve sonra da şunları ekledi; Allah Rasûlüyle antlaşması olan kimselerin 4 ay sonra antlaşmalarının sona ereceğini, antlaşması olmayanlara da 4 aylık mühlet tanındığını, ancak antlaşmalarına sadık kalan kimselerin antlaşmaları ise kararlaştırılan surenin sonuna kadar devam edeceğini, bu yıldan sonra müşrik olanların hac yapamayacakları ve Kâbe’yi bu yıldan sonra hiç kimsenin çıplak olarak tavaf edemeyeceğini ilan etti.
Bu ilan, aslında Arap yarımadasında putperestliğin bittiğinin ve bundan sora putperestliğe asla izin verilmeyeceğinin bir ilanıydı. Ayrıca putperest olup da İslâm’a ve Müslümanlara karşı düşmanlık yapan ve Müslümanlarla bir antlaşması olmayan kimselerin canlarının güvence altında olmayacağının da bir ilanıydı.
HEYETLER YILI
Bu yıl kabilelerin Medine’ye gruplar halinde gelerek Müslüman olduklarını ilan ettikleri bir yıl oluyor. Kimileri de Müslüman olmadıkları halde gelip Efendimizle antlaşmalar yaparak geri dönüyorlardı. Arap kabileleri siyasi manada Kureyş’e tabi idiler. Kureyş Müslüman olmadan onlarında Müslüman olması söz konusu olmayacağı gibi, Kureyş’e rağmen bu kabilelerin İslâm’ı tercih etmeleri de söz konusu olamazdı.
Nitekim Risâletin Mekke döneminde bu kabilelerin çoğu hac için Mekke’ye geldiklerinde Efendimiz onlara İslâmî davetini götürmüş onlar ise şu şekilde karşılık vermişlerdi; “Muhammed ve Kureyş’i baş başa bırakın. Eğer Kureyş Muhammed’in işini bitirse ne âla, yok eğer Muhammed Kureyş’e galip gelirse bizde gider ona tabi oluruz” İşte Kureyş, Müslümanlar karşısında yenilip sonrada İslâm’ı seçince, diğer kabiller de sırasıyla Medine’nin yolunu tuttular. Tarihçilerin naklettiğine göre gelen bu heyetlerin sayısı 70 civarındadır. Gelen heyetlerin İslâm devletinin otoritesini kabul etmesi neticesinde, Arap yarımadasının tamamı Müslümanların kontrolüne girmiş oluyordu.
Bu heyetlerden birkaçı şunlardır;
Devs Kabilesi Heyeti
Mekke döneminde Tufeyl b. Amr ed-Devsi Mekke’ye gelmiş, Kureyşlilerin Peygamberimiz hakkındaki kara propagandalarına rağmen Efendimizle görüşüp Müslüman olmuştu. Tufeyl’in gayretleriyle Devs kabilesi Müslüman olmuş ve yaklaşık olarak 70 kişiden oluşan bir heyetle Medine’ye gelmişlerdi. Efendimiz o sıra Hayber’de olduğu için Hayber’e giderek Efendimizle orada görüşmüşlerdi.
Ferve b. Amr el-Cüzâmî’in Elçisi
Ferve b. Amr el-Cüzâmî, Rumların egemenliği altındaki Arap kabilelerinden birisi olan Cüzâmîlerin lideriydi. Mûte savaşından sonra Müslüman olmuştu. Bir elçi göndererek Efendimize bağlılıklarını bildirdi. Onun Müslüman olduğunu öğrenen Rumlar, onu hapsederek öldürdüler.
Sudâ Kabilesinin Heyeti
Alla Rasûlü, Taif seferinden sonra bu kabilenin yaşadığı bölgeye 400 kişilik bir birlik göndermişti. Bu kabilenin önde gelenlerinden birisi olan Ziyad b. El-Hâris es-Sudâî Efendimizin yanına gelerek kavminin kefili olduğunu söyleyerek birliği geri çekmesini istedi. Efendimiz, bu şahsiyetin talebi üzerine birliği geri çekti. Ziyad, kavmine dönerek onları Hz. Peygamber ile görüşmeye gitmeleri konusunda ikan etti. Onlar da 5 kişilik bir heyeti Medine’ye gönderdi ve neticede İslâm’ı kabul ederek kavimlerine geri döndüler.
Ka’b b. Züheyr b. Ebî Sülamâ’nın Gelişi
Ka’b b. Züheyr, Arapların meşhur şairlerinden birisiydi. Allah Rasûlünü hicv eden şiiler söylemişti. Taif dönüşünde kardeşi Büceyr b. Züheyr ona bir mektup yazarak, Allah Rasûlünün kendisine ve İslâm’a hakaret eden birçok şairi öldürttüğünü, bundan dolayı bir an önce Efendimizin yanına gelerek eman almasını, yoksa kendisin de öldürtüleceğini yazdı. Birkaç mektuplaşmadan sonra Ka’b, gizlice Medine’ye geldi ve Cühayneli bir adamın evinde misafir oldu. Daha sonra Efendimizin yanına giderek Ka’b b. Züheyl’in Medine’ye geldiğini ve kendisinden eman istediğini, eğer eman verirse Ka’b’ı kendisine getirebileceğini söyledi. Efendimiz de ona eman vereceğini söyleyince, kendisninin Ka’b b. Züheyl’in olduğunu söyledi. Efendimiz onu tanımadığı için Ka’b bu şekilde davranmıştı. Bunun üzerine orada bulunan Ensâr’dan bir zat, hemen Ka’b’ın üzerine atladı. Efendimiz ise; “Bırak onu. Adam, geçmişte yaptıklarına pişman bir vaziyette, tevbe ederek gelmiş” diyerek Ka’b’a zarar verilmesine müsaade etmedi. Bunun üzerine Ka’b b. Züheyr meşhut kasidesini (Kaside-i Bürde) okudu.
Sakîf Heyeti
Reisleri Urve b. Mes’ûd es-Sakafî hicretin 8 yılında, Efendimiz Taif kuşatmasını kaldırıp Medine’ye dönerken, Efendimizin yanına gelerek Müslüman oldu. Urve, sonra kavminin yanına döndü ve onları İslâm’a davet etti. Taifliler ona itaat etmek yerine, onu ok yağmuruna tutarak öldürdüler. Bu hadiseden yaklaşık bir ay sonra kendi aralarında bir istişare yaparak durumlarını görüştüler. Neticede etraflarındaki hemen her kabilenin Müslüman olduğunu, sadece kendilerinin kaldığını, Müslümanlara karşı bir başarı elde etme imkânların hiç kalmadığını söylediler. Bunun üzerine 6 kişilik bir heyeti Medine’ye gönderme kararı aldılar. Sakîf heyeti Medine’ye geldiğinde Efendimiz, onlara Mescid’in içinde bir çadır kurdurdu. Bu şekilde Müslümanların ibadetlerine vakıf olmaları sağlanacaktı.
Sakîf heyetinin başkanı, Efendimizden kendileri için bir sulh antlaşması hazırlamasını istedi. Yapılacak bu akitte; zina, içki ve faiz gibi hususların yasaklanmamasını, Lât’a dokunulmamasını ve namazdan da muaf tutulmak istediklerini ifade etti. Ancak Allah Rasûlü, bunların hiç birisini kabul etmedi. Heyet kendi aralarında tekrar istişare ettiler. Netice de Allah Rasûlünün şartlarını kabul edeceklerini ifade ettiler. Sadece Lât putunu kendilerinin yıkamayacaklarını söylediler. Efendimiz de; Lât’ı kendisinin yıktıracağını söyleyerek bu tekliflerini kabul etti. Onlar için bir belge hazırladı ve Osman b. Ebi’l-Âs es-Sekâfî’yi onlara emir olarak tayin etti. Osman çok samimi biri olduğundan kısa zamanda Kur’an’ı iyi bir şekilde öğrenmiş, birçok İslâmî konularda bilgi sahibi olmuştu. İçlerinde en liyakatli kişi o olduğu için, Efendimiz onun kavminin emiri olarak seçmişti.
Heyet, Taif’e döndüğünde ilk önce yaptıkları antlaşmayı gizleyerek onları korkuttular. Efendimizin, zina, içki ve faiz gibi uygulamaları terk etmemeleri durumunda kendileriyle savaşacağını söylediğini belirtiler. Birkaç gün konuyu enine boyuna düşünen Sakîfliler sonuçta Efendimizin şartlarını kabul edeceklerini söylediler. Bunun üzerine heyettekiler Allah Rasûlüyle yaptıkları antlaşmayı söylediler. Sonuçta Taifliler Müslüman oldular.
Allah Rasulü, Hâlid b. Velid komutasında bir birliği Lât putunu kırmak için gönderdi. Giden birliğin içinde Muğîre b. Şu’be de vardı. Sakîfliler toplanmış Lât putunun kırılmasını izliyorlardı. Muğîre, elindeki kazmayı Lât putuna indirince kendini yere attı. Sakîfliler, Lât’ın Muğîre’ye zarar vererek çarptığını düşündüler. Düştüğü yerden kalkan Muğîre, bunun bir oyun olduğunu, putun taş ve çamurdan yapıldığını, fayda ve zarar vermesinin mümkün olmadığını söyleyerek putu parçaladı. Birlik, Lât’ın yanında çıkan değerli eşyaları alarak Medine’ye döndü. Efendimiz de, çıkan değerli eşyaları Müslümanlar arasında taksim etti.
Yemen Hükümdarlarının Mektubu
Allah Rasûlü Tebük’ten döndükten sonra, Yemen’de hüküm süren liderlerin mektupları kendisine ulaştı. Hâris b. Abdulkülâh, Nuyam b. Abdulkülâh ve Nu’mân adındaki bu liderler, gönderdikleri mektupta Müslüman olduklarını söylüyorlardı. Efendimiz de, onlara bir cevap mektubu yazdı. Müslümanların yapmaları gereken sorumlulukları yazdığı gibi, Müslüman olmayan tebaanın da cizye verdikleri taktirde zimmet güvencesi altında olacaklarını yazdı.
Ayrıca Allah Rasûlü, Muâz b. Cebel’i de onlara hem kadı, hem savaşlarda liderlik yapması ve aynı zamanda da zekatları toplamakla görevlendirerek gönderdi. Ayrıca Müslümanlara namaz kırdırmasını da emretti. Muâz’ı Yemen’e gönderken şu tavsiyelerde bulundu; “Sen halkın çoğunun Ehl-i Kitap olduğu bir beldeye gidiyorsun. Onları önce tek olan Allah’a iman etmeye ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmadan ibadet etmeye ve benimde Allah’ın Rasûlü olduğumu kabul etmeye çağır. Eğer bunu kabul ederlerse, gece ve gündüzüyle günde 5 vakit namazı kılmaları gerektiğini söyle. Bunu da kabul ederlerse, mallarında yoksul ve fakirlerin hakkı olduğunu bildir, mallarının iyi olanlarını almaktan sakın ve mazlumun bedduasından da sakın. Çünkü mazlumun bedduası ile Allah arasında herhangi bir perde yoktur.”
Ayrıca Efendimiz Muâz’a; “Karşına bir mesele gediğinde neyle hükmedeceksin?” diye sorduğunda, Muâz; “Allah’ın kitabıyla” diye cevap verdi. Bu defa Efendimiz; “Orada bulamazsan?” diye sorduğunda ise Muâz; “Senin sünnetinle” diye cevap verdi. Efendimiz; “Ya orada da bulamazsan?” diye sorduğunda ise Muâz; “İctihad ederim” diyor. Bunun üzerine Efendimiz, Allah’a hamd etti. Bu şekilde de Allah Rasûlü, İslâm’ın hüküm kaynakların en önemlilerinin vahiy, sünnet ve içtihat olarak göstermiş oluyordu.
Ayrıca Musa el-Eş’arî’yi de, Yemen’in başka bir beldesine gönderdi. O’na da; “Kolaylaştırın, zorlaştırmayın; müjdeleyin, nefret ettirmeyin ve birbirinizle uyumlu olun, ihtilafa düşmeyin” diyerek İslâmî devletin vatandaşlarına karşı davranışlarının nasıl olması gerektiğini öğretiyordu.
Hemdân Heyeti
Bu heyet hicretin 9. yılında Medine’ye geldiler. Efendimizden yazılı bir belge istediler. Efendimiz de, onların başına kadı ve emir olarak Mâlik b. en-Namat’ı tayin etti. O’na Müslüman olanlara İslâm’ın ahkâmını uygulamasını, Müslüman olmayanları da İslâm’a dâvet etmesini istedi. Ona bu konularda yardım etmesi için de Hâlid b. Velid’i gönderdi. Altı ay kadar o beldede kalan Hâlid, bir netice elde edemedi. Bunun üzerine Efendimiz, bir mektupla birlikte Hâlid b. Velid’in yerine Hz. Ali’yi o bölgeye gönderdi. Hz. Ali oraya vardığında Efendimizin mektubunu onlara okudu ve onlarda topluca İslâm’a girdiler. Hz. Ali mektupla durumu Efendimize bildirdi. Allah’a hamd eden Efendimiz; “Hemdân’a selam olsun! Hemdân’a selam olsun!” diyerek onların Müslüman olmasına duyduğu sevincini ortaya koydu.
Fezâreoğulları Heyeti
Yine hicretin 9. yılında Fezâreoğullarından 10 kişilik bir grup Medine’ye gelerek Efendimize, Müslüman olduklarını bildirmek ve beldelerinde bulunan aşırı kuraklıktan dolayı zor durumumda olduklarını söyleyerek Efendimizin kendileri hakkında duada bulunmasını istediler. Efendimiz de ellerini açarak; “Allah’ım! Beldeleri ve hayvanları suya kavuştur. Rahmetini yay, ölü memleketlere can ver! Allah’ım! Bizi bolluğa, berekete, afiyete sebep olacak, bütün memleketleri kapsayacak ölçüde, geciktirilmeyen acil ve zarara yol açmayıp faydalı olacak bir yağmurla suya kavuştur! Allah’ım! Senden rahmet yağmurları istiyoruz: azaba, yıkıma, boğulmaya ve felâkete sebep olacak tufan değil. Allah’ım! Bize yağmur nasip eyle ve düşmanlara karşı bize yardım et!” diyerek Allah’tan yağmur istedi.
Necrân Heyeti
Necrân, Yemen taraflarında halkı Hıristiyan olan bir beldeydi. Hicretin 9. yılında 14 eşraf, toplamda da 60 kişiden oluşan bir heyetle Medine’ye geldiler. Heyetin öncüleri ise, Abdulmesih, Şerahbîl ve Hârise b. Alkame idiler.
Efendimiz bunlara mescidin içerisinde bir çadır kurdurdu ve ibadetlerini mescid de yapmalarına müsaade etti. Bunlarla görüştü, sorular sordu, onlarda sorular sordular. Onları İslâm’a davet etti lakin kabul etmeye yanaşmadılar. Günlerce süren görüşmelerde Efendimiz, bir netice alamadı. Heyet, Hz. İsa (a.s.) hakkında sorular sordular ve konuyla ilgili şu âyetler nazil oldu; “Allah nezdinde Îsâ’nın durumu Âdem’in durumu gibidir. Onu topraktan var etti; sonra ona "ol" dedi ve oluverdi. Gerçek, rabbinden gelendir. Öyle ise kuşkulananlardan olma. Sana gelen bu ilimden sonra her kim bu konuda seninle tartışmaya kalkışırsa, de ki: "Gelin, çocuklarımızı ve çocuklarınızı, kadınlarımızı ve kadınlarınızı, kendimizi ve kendinizi çağıralım, sonra da Allah’ın lâneti yalancıların üzerine olsun diye dua edelim." (Âli Îmran, 59-61) Bu âyetlere rağmen Müslüman olmaya yanaşmadılar.
Bunun üzerine Efendimiz onları bir sonraki gün Mübâheleye (Lanetleşme) dâvet etti. Sabah olunca da, kızı Fatima, torunları Hasan ve Hüseyin’i de yanına alarak mecside gitti. Necrân heyeti ise o gece kendi aralarında konuyu istişare ettiler ve lanetleşmeye katılmama kararı aldılar. Şöyle dediler; “Allah’a yemin olsun ki, eğer o gerçekten bir peygamber ise ve bizimle lanetleşmeye kalkışırsa ne biz ne de bizden sonraki nesillerimiz asla iflah olmayız. Yeryüzünde bize ait olan tek bir kıl ve tırnak bile hayatta kalmaz, perişan oluruz”
Heyet Efendimizin huzuruna çıkarak lanetleşmeyeceklerini, kendileri hakkında vereceği kararı kabul edeceklerini söylediler. Efendimiz de onların Müslüman olmaya yanaşmamalarından dolayı, cizye ödemelerini kararlaştırdı. Onları zimmetine aldığını dair bir belge yazdı ve onlara verdi. Allah Rasûlünden kendilerinden cizyeyi toplayacak emin bir kişiyi göndermesini istediler. Efendimiz de, “ümmetin emini” sıfatına sahip olan Ubeyde b. el-Cerrâh’ı gönderdi. İslâm Necrânlılar arasın yayıldı. İleriki yıllarda zekat toplamak için o bölgeye de zekat memurları da gönderildi.
Hanîfeoğulları Heyeti
Aralarında Müseylime b. Sümâre olarak bilinen (yalancı peygamber) Müseylimetü’l-Kezzab’ın de yer aldığı 17 kişiden oluşan bir heyet hicretin 9. yılında Medine’ye geldiler. Heyet Allah Rasûlü ile görüştükten sonra Müslüman olamaya karar verdiler. Lakin Müseylime buna yanaşmadı. Daha sonra Efendimizle görüşen Müseylime Efendimize; “Eğer dilersen şimdilik iktidarı kullanma hakkını sana veririz. Ancak senden sonra bu yönetimi bize bırakman şartıyla” dedi. Allah Rasûlü de; “Benden şu dal parçasını isteyecek olsan, onu bile sana vermem. Allah’ın senin hakkında takdir ettiğinin ötesine asla geçemezsin. Eğer hakka muhalefet edecek olursan Allah seni mutlak surette mahvedecektir. Vallahi benim tahminime göre sen, bana rüyada gösterilen o (uğursuz) kişi olmalısın” dedi.
Daha sonra Yemâme’ye dönen Müseylime, uzun uzun düşündükten sonra Peygamberlik konusunda Efendimize ortak olduğunu iddia etmeye başladı. Hem peygamberimizin peygamberliğine şahitlik ediyor, hem de kendisinin peygamber olduğunu söylüyordu. Seciyeli ifadeler kullanan Müseylime, halkı kendisine bağlamasını bildi ve büyük bir kitleye ulaştı. Bunun üzerine Efendimize bir mektup yazdı; ”Ben bu (peygamberlik ve iktidar) sevabında senin ortağınım. Dolayısıyla iktidarın yarısı bizim, yarısı da Kureyş’indir” diyordu. Efendimiz bu mektuba şu şekilde cevap verdi; “Yeryüzü Allah’ındır; onu kullarından dilediğine nasip eder. Sonuç (Allah’tan korkarak günahlardan) sakınanlarındır.” Müseylime’nin iki elçisi Allah Rasûlünün huzuruna gelmişti. Efendimiz onlara; “Benim Allah’ın Rasûlü olduğuma şahitlik eder misiniz” diye sorduğunda onlar; “Biz, Müseylime’nin Allah’ın Rasûlü olduğuna şahitlik ederiz” dediler. Bunun üzerine Efendimiz; “Eğer elçilere zarar verilmez ilkesi olmasaydı, mutlaka sizi öldürürdüm” diyerek onlara tepkisini göstermişti.
Müseylime’nin adamları, 2 Müslümanı esir alarak Müseylime’nin huzuruna çıkarmışlardı. Müseylime bunlardan birisine; kendisinin Allah’ın Rasûlü olup olmadığını sormuş. O Müslüman ise; “Muhammed Allah’ın Rasûlüdür sen ise yalancısın” diye cevap vermişti. Bunun üzerine Müseyleme o Müslümanı şehit etmişti. Diğer Müslüman da Müseylime’nin huzuruna çıkartılarak diğerine sorulan soru ona da sorulmuştu. O Müslüman canını kurtarmak için; “Muhammed Allah’ın Rasûlüdür. Sen de” demişti. Bunun üzerine Myseylime o Müslümanı serbest bırakmıştı. Sağ olarak kurtulan Müslüman, Medine’ye geldiğinde durumu Efendimize anlatmış, Efendimizde şehit olan Müslüman için, “O azimeti tercih etti” diyerek ona hayır duada bulunmuştu. Kurtulan Müslüman içinde; “Sende ruhsatı tercih ettin” diyerek bu durumun Allah’ın bir ruhsatı olduğunu ifade edmişti.
Müseylime, Hz. Peygamberin vefatından sonra Müslümanlara başkaldıran Hanîfeoğulları ile yapılan Yemâme savaşında, peygamberimizin amcası Hz. Hamza’yı Uhud’da şehit eden Vahşî tarafından öldürülmüştü.
Yine Yemen’de peygamberlik iddiasına kalkan Esved el-Ansî adındaki kişi de Müslümanlar tarafından öldürülmüş ve durumdan haberdar olan Allah Rasûlü durumu ashabına bildirerek Allah’a hamd etmişti.
Âmir b. Sa’sasoğulları Heyeti
İçlerinde Bi’r-i Meûne’de Müslümanlara ihanet eden Âmir b. et-Tefeyl’in de bulunduğu heyet Medine’ye geldi. Efendimizle görüşen Âmir b. et-Tufeyl, Allah Rasûlünü tehdit ederek şöyle dedi; “Seni şu üç şeyi tercih etmekte serbest bırakıyorum. Ya şehir halkları senin yönetiminde olur, köy halkları da benim, yahut senden sonra yönetim benim olur, yada 1000 kızıl kısraktan oluşan Gatâfanlı süvari birliğiyle üzerine gelirim.” Efendimize bu tehditleri savuran Âmir, dönüş yolunda deve vebasına yakalanıyor ve bir kadının evine sığınmak zorunda kalıyor. Bir kadının evinde aciz ve zavallı olarak ölmeyi gururuna yediremeyen Âmir, atına biniyor ve atın üzerinde böğürerek feci bir şekilde ölüyor. Böylece de Allah onun şerrinden Müslümanları korumuş oluyordu.
Tayyi Heyeti
Bu heyet Zeyd b. el-Hayl ile birlikte Nebî aleyhisselamın yanına gelmiş, O’nunla konuşarak Müslüman olmuşlardı. Efendimiz, Zeyd b. el-Hayl hakkında şöyle demiştir; “Araplar içerisinde bana faziletinden bahsedilen her şahsın, mutlaka kendisiyle görüştükten sonra hakkında söylenenlerden daha düşük seviyede olduğunu görmüşümdür. Ancak Zeyd el-Hayl müstesna. O, hakkında söylenenlerden daha fazlasın hak etmektedir.” Bundan dolayı Efendimiz onun adını, Zeyd b. Hayr (Hayrın oğlu Zeyd) olarak değiştirmişti.
Bu heyetler gibi daha nice heyetler, Medine’ye gelerek ya Müslüman oluyor yada Efendimizle sulh antlaşması yaparak, Müslümanların otoritesinde yaşamayı kabul ediyorlardı. Dolayısıyla da Müslümanların egemenliği bütün Arap yarımadasını kuşatacak bir seviyeye gelmişti.
İBRETLER VE DERSLER
- İbâdetler, bid’atlerden arındırılmalı! İslâm’ın gönderiliş amaçlarında bir tanesi de, batılı tamamıyla ortadan kaldırmak, Müslümanlar arasına sirayet etmiş yanlışlardan arındırarak onları ıslah etmektir. İslâm dışı unsurlar hangi alana sirayet etmişse, o alanı bid’atlerden arındırmak bir Müslümanın olmazsa olmaz görevidir. Bunun içindir ki Efendimiz, tarihi süreç içerisinde hac ibadetinin içerisine karıştırılmış olan nice İslâm dışı unsuru temizlemek için hac mevsiminde Hz. Ebû Bekr’i hac emiri olarak görevlendirmiştir.
- İslâm’ın hâkim olduğu bir tolumda, insanların ahiretlerini heder edecek şirk uygulamalarının yürürlükte kalmasına müsaade edilemez! İnsanları şirkten arındırmak için gönderilen bir dinin, şirkin aleni bir şekilde İslâm toplumu içerisinde uygulanmasına izin vermesi kendi içinde bir çelişkiyi doğurur. Elinde güç varken, şirki ortadan kaldırmak yerine ona hayat hakkı tanımak, insanların herhangi bir zorluk ile karşılaşmadan ahiretlerini yok edecek davranışları umuma açık yerlerde işlenmelerine fırsat tanımak, İslâm’ın gönderiliş amacıyla çelişmesi anlamına gelir. İşte bunun içindir ki, idaresi Müslümanların elinde olan beldelerde, İslâm’ın aleni şirk dediği hususlara izin verilmemiştir. Ayrıca toplumu ifsat edecek haramlarında aleni bir şekilde işlenmesine müsaade edilmemiştir. Çünkü bunlar insanların ahiretlerini kaybetmelerine sebebiyet veren hususlardır. Efendimiz de feth ettiği Mekke’de, halen yürürlükte olan şirk uygulamalarını tamamen ortadan kaldırmış, bu konudaki son ikazlarını yapması için Hz. Ali’yi görevlendirmişti.
- Ne güzel Âmir ve ne güzel Memur! Âmir daha genel manada görevli kimse iken, memur ise daha özel manada görevli olan kişi demektir. Bunun içindir ki memur, görevlendirildiği husus dışında âmire itaat etmekle yükümlüdür. Efendimiz, hac ile ilgili düzenlemeleri yapması için Hz. Ebû Bekr’i âmir, Hz. Ali’yi de antlaşması olmayan müşriklere tanınan süreyi ilan etmek için memur olarak görevlendirmişti. Selam o iki güzel âmir ve memurun üzerine olsun.
- Mekke Allah’a ibadetin sembol şehir olduğu için, orada şirke dayalı her türlü hususun ortadan kaldırılması gerekmekteydi! İbadetin yalnızca Allah’a has kılınması gerektiğinden, buna zarar getirecek her türlü uygulama Mekke’den sinilip atılmak istenmiştir. Bunu sağlayan en önemli ibadetlerden bir tanesi de hiç kuşkusuz ki hac ibadetidir. Toplumsal manada topluma sirayet etmiş her türlü şirk unsurlarını ortadan kaldırmak ile ilgili olan ve kâfir ve Münafıklarla ilişkileri konu alan Tevbe sûresi nazil olunca Efendimiz, hemen harekete geçerek bu konuda atılması gereken adımları atmış, herkesin bir araya toplanma imkanının olduğu hacda, tüm hacılara duyuru yapılarak bu konuda onlara ültimatom verilmiştir.
- İslâm’ın yayılmasının önündeki engeller kalkınca insanlar akın akın İslâm’a koşmaya başladırlar. Hicaz bölgesi için İslâm’ın önündeki engel Kureyş idi. Çünkü Kureyş, Allah’ın evinin bekçileri olduğu için, diğer Arap kabileleri nezdinde itibarı olan bir kabileydi. Kueryş’in kabileler üzerindeki bu nüfuzuna rağmen bu kabileler için Müslümanlarla ittifak yapmak söz konusu olamazdı. İşte bu engel Mekke’nin feth edilmesiyle beraber ortadan kalkınca, kabileler ardı ardınca Medine’ye temsilciler göndererek büyük çoğunluğu İslâm’ı seçti, bir kısmı da İslâm devletinin himayesinde yaşamak için antlaşmalar yaptılar. “Allah'ın yardımı ve zaferi gelip de insanların bölük bölük Allah'ın dinine girmekte olduklarını gördüğünde!” (Nasr, 1-2)
- Allah’ın dininde, pazarlık konusu edilecek bir tek hüküm yoktur! İman pazarlık kabul etmez. İman esaslarından ve Allah’ın koyduğu ölçülerden bir tanesinin bile kabul edilmediği bir durumda, orada İslâm’ın varlığından bahsedilemez. İslâm Allah’ın dinidir. Bu din üzerinde peygamber dahil hiçbir kimsenin tasarruf etmek hakkı yoktur. Allah’ın koyduğu bir hükmü pazarlık konusu yaparak sümen altı yapmak hiç kimsenin tekelinde değildir. Bunun içindir ki, dinin tamamı kabul edilmediği sürece İslâm ve imandan bahsetmek söz konusu olamaz. Bir insan Allah’ın tekbir hükmünü dahi kabul etmezse, o kişi Müslüman olamaz. Çünkü din bir bütündür ve bölünme kabul etmez. Tâif heyeti Efendimiz ile dinde pazarlığa oturmuş, şartlı Müslüman olmanın yollarını aramışlardı. Bu manada, namazdan, içki ve zina yasağından muaf olma, putlara tapmak konusunda izin gibi bir dizi taviz koparma girişimleri kabul edilmedi. Sadece devletin sorumluğunda olan zekat ve cihada katılma konusunda izin alabildiler. Hakiki imana ulaştıklarında bu görevleri de yerine getirecekleri Efendimiz tarafından ifade edildi. Nitekim de Efendimizin söylediği gibi oldu.
VEDA HACCI
Dâvet çalışmaları hedefine ulaşmış, her türlü şirk anlayışları ortadan kaldırılarak, bunun yerine tek Allah inancına dayalı tevhid dini Arap yarımadasının her tarafına yayılmıştı. Buda peygamberimizin vazifesinin tamamlanmaya doğru gittiğinin bir işareti durumundaydı. Nitekim hicretin 9. yılında Efendimiz Mu’az b. Cebel’i Yemen’e gönderirken; “Ey Muâz! Belki bu yıldan sonra benimle bir daha görüşemeyeceksin” demiş, bunun üzerine de Muâz, ağlamıştı.
Allah Rasûlü, cahiliyeye dönemine dair kalan bazı uygulamaları ortadan kaldırmak, ümmetin geniş katılımıyla yapılacak olan hacda onlara birtakım nasihatlerde bulunmak ve davet görevini yaptığına dair onlar şahit tutmak için Hacca gideceğini söyledi. Bu haberin bütün bölgelere ulaştırılmasını istedi. Nitekim kurbanlıklarını işaretleyerek hac aylarından olan, Zilkade ayının son günlerinde yola çıktı. Yolda namazlarını kısaltarak kıldı. Zülhyleyfe mevkiinde yıkanarak kokular süründü ve Kıran haccı yapmak niyetiyle ihrama girdi. Telbiyeler getirerek devam ettiği yolculuğu 8 gün sürdü ve Zi-Tuvâ’da konakladı. Sonra da Kâbe’ye giderek tavaf yaptı ve sonrada Sâfa ve Merve arasında say yaptı. Umre’yi tamamladıktan sonra ihramdan çıkmadı. Yanlarında hedy kurbanı getirmeyenlerin ihramdan çıkarak hac ile umreyi ayırmalarını söyledi. Bunun üzerine hedy kurbanı getirmeyenler ihramdan çıktılar. Zilhicce ayının 8. günü herkesin tekrar ihrama girmelerini emrederek Mina’ya hareket etti. Orada bir sonraki güne kadar kalarak öğle, ikindi, akşam, yatsı ve sabah namazlarını kıldı. Yaklaşık olarak, 100 veya 120 bin civarında insan toplanmıştı. Efendimiz Zilhicce’nin 9. günü, gün doğunca insanlarla birlikte, Arafat’a gitti. Devesi Kasvâ’ya binerek veya ayağa kalkarak toplanan insanlara şu şekilde bir hutbe irat etti;
“Ey insanlar! Bilmiyorum, belki de bugünden sonra burada sizinle bir daha buluşamayacağım.
Allah’ın rahmeti bugün sözümü işitip onu iyice kavrayanların üzerine olsun! Benim bu sözlerimi burada bulunanlar bulunmayanlara bildirsin. Olabilir ki bildirilen kimse burada bulunandan daha iyi anlar ve itaat eder. Ey insanlar! Biliniz ki rabbiniz birdir, atanız da birdir. Bütün insanlar Âdem’den gelmiş, Âdem de topraktan yaratılmıştır. Arap’ın Arap olmayana, Arap olmayanın Arap’a, beyazın siyaha, siyahın da beyaza hiçbir üstünlüğü yoktur. Allah katında üstünlük ancak takvâ iledir.
Biliniz ki bu şehriniz Mekke, bugününüz arefe ve bu ayınız zilhicce nasıl mukaddes ve dokunulmaz ise mallarınız ve canlarınız da aynı şekilde dokunulmazdır. Câhiliyye devrindeki her türlü ribâ kaldırılmıştır, ayağımın altındadır. Fakat ana paranız sizindir. Ne haksızlık edin ne de haksızlığa uğrayın. Kaldırdığım ilk faiz amcam Abbas b. Abdülmuttalib’in faizidir. Câhiliye devrinin kan davaları da kaldırılmıştır. Kaldırdığım ilk kan davası akrabalarımdan Rebîa b. Hâris b. Abdülmuttalib’in oğlu Âmir’in kan davasıdır.
Ey insanlar! Kadınların haklarına riayet etmenizi ve bu hususta Allah’tan korkmanızı tavsiye ederim. Siz kadınları Allah’ın emaneti olarak aldınız. Onların namus ve iffetini Allah adına söz vererek helâl edindiniz. Dikkat edin! Sizin kadınlar üzerinde hakkınız olduğu gibi onların da sizin üzerinizde hakları vardır. Sizin onlar üzerindeki hakkınız iffet ve namuslarını korumalarıdır. Kadınların sizin üzerinizdeki hakları geleneklere uygun biçimde yiyecek ve giyeceklerini sağlamanızdır. Kadınlar hususunda Allah’tan korkun ve onlara en iyi şekilde davranın.
Ashabım! Bugün şeytan sizin şu topraklarınızda yeniden saltanat ve nüfuz kurma ümidini ebediyen kaybetmiştir. Fakat size yasakladığım şeyler dışında küçük gördüğünüz şeylerde şeytana uyarsanız bu da onu sevindirir ve cesaret verir.
Sözümü iyi dinleyin ve belleyin. Müslüman Müslümanın kardeşidir. Bir Müslümanın malı rızası olmadan diğer bir Müslümana helâl olmaz. Sakın zulmetmeyin. Herkes ancak kendi işlediği suçtan sorumludur. Baba oğlunun, oğul da babasının suçundan sorumlu tutulamaz. Allah her vârisin mirastan payını tayin etmiştir. Artık bir vârisin diğer mirasçıları mahrum edecek şekilde vasiyette bulunulması helâl değildir. Çocuklar babalarından başkasına nispet edilemez. Ödünç alınan şeyler sahibine geri verilmelidir. Yararlanılmak üzere alınan şeyler de sahiplerine iade edilmelidir. Borçlar ödenmelidir. Birinin borcunu üstlenen kefil de o borcu ödemelidir. Kimin yanında bir emanet varsa onu sahibine iade etsin. Rabbiniz olan Allah’tan sakının, O’na kulluk edin. Beş vakit namazınızı kılın. Ramazan ayında oruç tutun, hac ibadetini yerine getirin, mallarınızın zekâtını gönül hoşluğuyla verin.
Yöneticilerinize Allah’ın kitabına uydukları sürece itaat edin ve böylece rabbinizin cennetine girin. Benden sonra küfre ve sapkınlığa düşüp birbirinizin boynunu vurmayın. Benden sonra hiçbir peygamber gelmeyecektir.
Ey müminler! Size iki emanet bırakıyorum. Onlara sımsıkı sarıldığınız takdirde bir daha asla yolunuzu şaşırmazsınız. Bunlar Allah’ın kitabı Kur’an’la peygamberinin sünnetidir (veya Ehl-i beyti).
Daha sonra Resûlullah, “Ey insanlar! Yarın beni sizden soracaklar. O zaman ne diyeceksiniz?” deyince ashap; “Allah’ın risâletini tebliğ ettin, görevini yaptın, bize nasihatte bulundun diye şahitlik ederiz” dediler.
Bunun üzerine Resûlullah şehâdet parmağını semaya doğru kaldırdı ve; “Şahit ol yâ Rab, şahit ol yâ Rab, şahit ol yâ Rab!” dedi.
Efendimizin burada irat ettiği hutbeyi, toplanan tüm kalabalığa duyurmak için yüksek sesle tekrar eden, Rebîa b. Ümeyye b. Halef idi.
Efendimiz bu hutbeyi okuduktan sonra şu âyet nazil oldu; “Bugün dininizi kemâle erdirdim, size nimetimi tamamlardım. Size din olarak İslâm’ı beğendim…” (Mâide, 3) Efendimiz, bu âyeti okuyunca Hz. Ömer ağladı. Efendimiz Hz. Ömer’e niçin ağladığını sorduğunda ise, Ömer şu şekilde cevap verdi; “Beni ağlatan şey şudur; kemâle eren hiçbir şey yoktur ki eksilmeye başlamasın” Efendimiz de; “Doğru söyledin” diyerek onu teyit etti.
Bunun akabinde Bilâl ezan okudu, ardından da kamet getirdi ve öğlen namazını kıldırdı, ardından da yeni bir kamet getirerek hemen ikindi namazını da cem-i takdim yaparak kıldırdı. Ardında da, akşama kadar vakfe (Arafat’ta bir müddet durmak) yaptı. Güneş batıncaya kadar bekledi ve güneş batınca Üsâme’yi arkasına alarak Müzdelife’ye hareket etti. Orada da bir ezan iki kametle önce akşam sonrada yatsı namazlarını cem-i tehir olarak kıldırdı. Akabinde de sabaha kakar istirahat etti. Sabah vakti girince sabah namazını kıldırdı. Sonra da Kasvâ’ya binerek Meş’ar-i Harâm’a hareket etti. Orada ortalık iyice aydınlanıncaya kadar vakfeye durarak dua etti, telbiye getirdi.
Daha sonra güneş doğmadan, arkasına Fadl b. Abbâs’ı alarak “Akabe Cemresine” vararak oraya yedi tane küçük taş attı. Sonra da kurban kesme yerine giderek 63 tane kurbanı kendisi kesti. 37 tanesini de Hz. Ali’ye kestirerek sayıyı yüze tamamladı. Kestiği kurbana Hz. Ali’yi ortak etti. Kesilen kurbandan bir miktar pişirerek yediler.
Sonra da devesine binerek Kâbe’ye gitti ve tavaf yaparak akabinde öğle namazını kıldırdı. Hacılara zemzem suyunu kuyulardan çekerek ikram eden Abdulmütalib oğullarının yanına giderek bir miktar su içti ve onlara dua etti.
Bayramın birinci günü kuşluk vaktinde, boz bir katırın üzerinde halka hitap etti. Hz Ali’de onun söylediği sözleri yüksek sesle tekrarlıyordu. Şunları söyledi;
“Kuşkusuz zaman, gerçekten Allah’ın gökleri ve yeri yarattığı günkü hâline dönmüştür. Bir yıl on iki aydan ibarettir. Bunların dördü haram aylardır ki, üçü bir biri ardınca olan Zilkade, Zilhicce ve Muharrem; birisi de Mudar’ın ayı olan, Cemâdâ ile Şa’ban arasındaki Recep ayıdır.”
Sonra Efendimiz; “Bu hangi aydır?” diye sordu ve sonra kendisi o ayın “Zilhecce” ayı olduğunu söyledi. Ardından da o beldenin; “Hangi belde?” olduğunu sordu ve cevap olarak da “Mekke” olduğunu söyledi. O günün “Hangi gün?” olduğunu sorarak “bayram günü” olduğunu söyledi. Sora söyle dedi;
“Şüphesiz şu gününüz, şu ayınız ve şu beldeniz haram olduğu gibi mallarınız, ırz ve namuslarınız ve kanlarınız da birbirinize haramdır.
Yarın Rabbinize kavuşacaksınız ve sizi amellerinizden sorguya çekecektir.
Dikkat edin! Benden soran birbirinizin boynunu vurarak kafir (sapıtmış) olmayın.” Ardından da, “Dikkat edin! Size tebliğ ettim mi?” diye sordu. Onlarda “evet” dediler. Bunun üzerine de Efendimiz; “Allah’ım şahit ol! Burada bulunanlar bulunmayanlara bunları duyursun. Zira bazen kendilerine duyurulanlar duyuranlardan, burada bulunup işitenlerden daha iyi anlayıp kavramış olabilir” dedi.
Ayrıca şunları da söylediği rivayet edilmektedir;
“Dikkat edin! Hiçbir baba çocuğunun suçunda dolayı sorumlu tutulmayacağı gibi, hiçbir çocuk da babasının yaptığından dolayı ceza çekmez.
Dikkat edin! Şeytan şu beldenizde ve şu gününüzden itibaren kendisine ibadet edilmesinden ebediyen ümidini kesmiştir. Fakat amellerinizden önemsemediğiniz bazı konularda kendisine itaat edeceksiniz de o da buna razı olacaktır.”
Allah Rasûlü, teşrik günleri boyunca Mina’da konakladı. Orada Allah’ı zikretmiş, atalarından kalan şirkin izlerini silerek, İbrahim’in (a.s.) tevhid dinini yeniden ikame etmişti. Sonra Zilhicce’nin 13. günü, Abtah mevkiine gelmiş ve günün geri kalan kısmını ve geceyi de orada geçirmişti. Bir sonraki gün de Kâbe’ye gelerek Veda tavafını yapış, bütün insanlarında yapmasını emretmişti.
Böylece Hac vazifelerini tamamlayan Efendimiz, Medine’ye döndü.
İBRETLER VE DERSLER
- Allah Rasûlünün dünya hayatına veda edeceğine dair işaretler ortaya çıkmaya başlamıştı! Üzerine aldığı dünyanın en ağır yükü olan Risaleti, 23 yıl boyunca durmadan, yorulmadan taşıyarak hakkını veren Efendimizin, artık Risalet vazifesini tamamladığı ve ahiret yolculuğunun başladığına dair birtakım işaretler ortaya çıkmaya başladı. Efendimiz, Muâz b. Cebel’i Yemen’e gönderirken; “Seneye belki görüşemeyiz” demesi; “…Bugün sizin için dininizi kemale erdirdim, size nimetimi tamamladım, sizin için din olarak İslâmiyet’i beğendim…” (Mâide, 3) âyetin inmesi, Nasr Sûresinin nazil olması gibi işaretler, artık veda zamanının geldiğini ortaya koyuyordu. Bütün bunlardan dolayı yapılan bu Hacca Veda Haccı denilmiştir. Efendimiz bu hacda, yaklaşık olarak 100 bin civarında ki Müslümana veda etmişti.
- Hac, İslâm’ın temel rûkünlarından bir tanesidir! Her Müslüman, maddi güç ve güvenli bir yol bulduğunda Hac yapmakla mükelleftir. İmkân ve yol bulduğu halde, Hac yapmadan ölmeleri halinde, ahirette bunun hesabını Allah’a vereceklerdir. İslâm’ın her hükmünü pratize ederek nasıl yapılacağını öğreten Efendimiz, haccında nasıl yapılacağını öğretmek için son bir görev olarak Müslümanlarla birlikte haccı ifa etmiştir. Hac Zilhicce ayının 9. günü, Mekke’de Arafat dağında başlayan ve birkaç ritüeli olan Müslümanların toplu yapmak zorunda oldukları bir ibadettir.
Hac, üç farklı şekilde yapılabilmektedir. Hacı adayı, İfrad, Temettu ve Kıran hac çeşitlerinde dilediği herhangi birisini yapabilmektedir. Kısaca Hac çeşitleri arasındaki farkları da ifade edelim;
İfrad Haccı: Kişinin sadece hac yaptığı, umre yapmadığı hac çeşididir. Bu hac çeşidinde kurban kesme zorunluluğu da yoktur.
Temettu Haccı: Bu hac çeşidinde, Umre ve Hac birlikte yapılır. Fakat ikisi de ayrı ayrı ihramlarla yapılır. Hacı adayı, Mekke’ye ilk vardığında giydiği ihramla Umreyi yapar, sonra ihramdan çıkar. Zilhicce’nin 9. günü geldiğinde tekrar ihrama girerek hac yapmaya başlar. Bu hac çeşidinde kurban kesmek gerekmektedir. Sahabelerin çoğunluğu, Efendimizin de emriyle bu haccı yapmışlardır.
Kıran Haccı: Bu hac çeşidinde de, Umre ve Hac birlikte yapılır. Kişi ihrama girdiğinde aynı ihramla, önce Umresini yapar, sonra ihramdan çıkmayarak hac zamanını bekler ve hac zamanı gelince de aynı ihramla haccını yapar. En zor hac çeşidi olan Kıran haccında, kurban kesmek gerekmektedir. Efendimiz bu hac çeşidini yapmıştır.
- Hac, Ümmetin yıllık kongresidir! İslam dini, birçok vesile ile insanları bir araya toplayarak ibadet etmelerini, bu vesileyle de kardeşlik ve dayanışmayı daha iyi bir noktaya taşımalarını amaçlamıştır. Namazı vesile kılarak günde 5 defa camide, yine Cuma namazını vesile kılarak mescitlerde, en şümullü olarak da, umre ve hac’da Müslümanları bir araya toplamıştır. Müslümanlar tekbir ümmet olduklarında, ancak hac vazifesini tam manası ile hakkıyla ifade edeceklerdir. İslam devlet başkanı, Ümmetle bir araya gelme imkanı bulacak, onlarla istişare etme imkanı olacak, çeşitli etkinliklerle ümmetin fertleri bilgilendirilecek ve bilinçlendirilecektir. Günümüzde, Ümmet hem fikren hem de coğrafi olarak paramparça olmuş ve maalesef Mekke ve Medine gibi şehirlerimiz de zalim Âli Suûd’un tasallutu altına girmiştir. Amerika ve İngiltere’nin bölgedeki uşaklığını yapan bu devlet, kutsal beldelerimizi işgal altında tutmakta, hac ve umreyi kendi menfaati için kullanmaktadır. Bütün bu sebeplerde, İslam’ın öngördüğü kapsamıyla hac vazifesinin yapılmasını ortadan kaldırmaktadır.
- Tüm farklılıkları yok sayıldığı bir bilincin inşasıdır Hac! Her türlü statü ve benzeri tüm farklılıkları ortadan kaldırarak, Allah’a kulluğun hep birlikte Allah'a sunulduğu bir bilinci inşa etmenin adıdır Hac! Bunun içindir ki, herkes aynı şeyleri yapmak, aynı elbiseyi giymek durumundadır hacda! Hiç kimseye kavmi ve sosyal statüsünü ortaya koyacak bir imkan tanımamaktadır hac! Allah’a kulluklarını sunarken, adeta bir tarağın dişleri gibidir tüm Müslümanlar.
- Arafat mahşerin provası gibidir! Haccın en önemli rüknü, Arafat’ta vakfe yapmaktır. Bu gerçekleşmeden haccın sahih olabilmesi mümkün değildir. Zilhicce ayının 9. günü, öğlenden güneş batıncaya kadar bir miktarda olsa Arafat’ta vakfeye durulmadığı durumda, hac geçerli olmaz. Bunun içindir ki, hac yapmak isteyen herkes ihrama girmiş bir şekilde Arafat dağında bulunmak o mahşeri kalabalığa katılmak zorundadır. Milyonlarca insan orada adeta mahşer anının provasını yapmaktadırlar.
- Mekke’de şeytanı taşlayıp sonra ülkesine dönüp iki ayaklı şeytanları alkışlayanlardan olmamak gerekir! Haccın menasiklerinden bir tanesi de şeytan taşlamaktır. Sembolik olan bu taşlamada, Müslüman şeytanî olan her türlü düşünce ve eyleme karşı tavır aldığını, onları dışlayarak hayatından uzaklaştırdığını sembolik olarak da olsa ifade etmiş olur. Şeytanî anlayışlara karşı başlattığı bu mücadeleyi sadece hacda değil, hayatının geri kalan kısımlarında da sürdürmek durumundadır. Hacda şeytan taşlamak insana bu şuuru verir. Hacdan bu şuurla dönen Müslümanlar, hayatlarının geri kalan kısımlarında her türlü şeytanî anlayış ve temsilcilerine karşı hacda gösterdiği tavrı sürdürmelidir. Hacda sembolik olarak taşladığı şeytanların, geri kalan hayatında destekçisi oluyorsa bir Müslüman, haccı ve ondaki menasiklerin kişiye kazandırmak istediği mesajı kavrayamamış demektir.
- Kurban olmak ve kurban edebilmek! Hac İbrahim’den (a.s.) bize gelen kadim bir ibadettir. Kâbe’yi temelleri üzerine yükselten İbrahim, (a.s.) daha sonra insanları hac için çağırmakla da görevlendirilmiş, neticede O’nun döneminden beridir bu ibadet icra edilmektedir. Hacda kurban kesmek İbrahim (a.s)’ın oğlu İsmâil (a.s.)’ı kurban etmesi gerektiği yönünde vahiy olması ve neticede İsmâil’e bedel olarak bir hayvanın kesilmesi hadisesine bir atıftır. İnsanın, Rabbine sahip olduğu bir hayvanı adayarak kesmesi ve hac için çok uzaklardan gelip de imkanları olmayan insanların, kesilen bu kurbanlarla doyurulması gibi birçok hikmeti olan bir ibadettir kurban. İnsanın adama bilincini geliştiren ve güçlendiren bir ibadettir kurban. Bunun içindir ki Efendimiz yaptığı hac ibadetinde kurbanda kesmiş, Temettu ve Kıran haccı yapanların da kurban kesmeleri gerektiğini söylemiştir.
- Tavaf durmayı değil, hareket halinde olmayı temsil eder! Allah duranları değil, dünya imtihanında başarılı olmak için koşturanları sever. Nasıl ki, atomlar kendi ekseninde dönerek canlığı oluşturur ise, dünya ve gezegenler de kendi etrafında hareket ederler. Bu manada kainatta durağanlığa yer yoktur. Allah’a kulluğu en önemli temsili olan Kâbe’nin etrafında dönmek de bunu ifade eder. Tavafın bize öğrettiği şey; Müslüman pasif, edilgen, durağan değil, aksine hareket halinde olan, aktif, özne bir konumda olmasıdır. Ayrıca bunu yaparken de, tavafta olduğu gibi, kendisi gibi düşünen sâlih mü’minlerle bitlikte yapmalı, Allah’ın dinini kolektif bir şekilde temsil edebilmelidir. İslâmî cemaatin içerisinde yer alarak, Rabbinin kendisine yüklediği toplumsal sorumlulukları hakkıyla kuşanarak, davayı daha yüce ufuklara taşımak için, diğer Müslümanlarla elbirliği etmeli, kâfirler Müslümanlarla nasıl topyekun mücadele ediyorlarsa, onlara karşı diğer Müslümanlarla birlikte topluca mücadele edebilmelidir.
- Müslümanın canı ve malı mukaddestir! Allah’ın mukaddes kılması neticesinde bir Müslümanın malı ve canı diğer Müslümana haramdır. Bir Müslüman, Allah koyduğu hadler dışında, başka bir Müslümanın malına zara veremez, canına kıyamaz. Hatta bir Müslümanın canına haksız yere kast etmek küfür ile eşdeğer bir suçtur. Geldiğimiz noktada, İslâm’dan uzaklaşma o boyutlara ulaşmış ki, artık Müslümanlar! kendileri gibi düşünmeyen, kendi mezhebinden olmayan Müslümanları, çok rahat bir şekilde öldürebiliyor, hem de bunu din adına, Allah adına yapabiliyorlar. Tarihten günümüze Müslümanların tarihini bir incelediğimizde maalesef bu konuda karnemiz çok temiz olmadığını üzülerek de olsa görüyoruz. Gerek, Kur’an’ın konuyla ilgili ikazları, gerekse de Efendimizin veda hacında irat ettiği hutbesinde son nasihatleri olarak gündeme getirdiği ikazlarına rağmen, kısa diyeceğimiz bir zaman sonra bu cürümleri işlemeye başlamışlar ve hâlende işlemeye devam ediyorlar. Bir Müslümanın canı ve malı bir başka Müslümana haramdır. Hatta Efendimizin ifadesiyle “küfür” dür.
- Cahiliyeden tam bir ayrışma olmadan iman sahih olmaz! Bir insan, İslâm’ı tercih ettiğinde cahiliyeye ait olan ve İslâm’ı doğru görmediği tüm inanç ve uygulamalardan uzaklaşmadıkça gerçek manada Müslüman olamaz. Bir Müslüman cahiliyeye ait olan tüm inanç ve davranışları ayağının altına alarak onları reddetmeli, kendisini İslam’a tam manasıyla teslim etmeli, İslâm’dan olmayan, İslâm’a ters olan hiçbir şeyi de ona karıştırmamalıdır. Cahiliyeye inanç ve davranışlarının İslâm’a karıştırılması Kur’an’da, hak ile bâtılın birbirine karıştırılması olarak ifadesini bulmaktadır. Hak ile bâtılın birbirine karıştırılmasını yasaklayan Kur’an, bu suçu işleyen daha önceki ümmetlerden örnekler vererek bizleri bu tür bir yaklaşımdan kesin bir şekilde sakındırmaktadır. Efendimiz de veda hutbesinde; “Tüm cahiliye adetleri ayağımın altındadır” diyerek bu konuya vurgu yapmış ve konunun önemini son bir kez daha gündeme getirmiştir.
- Kan davası cahiliye uygulamasıdır! Bir aileden öldürülen bir kimsenin yerine, öldüren aileden başka bir ferdin veya fertlerin öldürülmesi olarak ifade edebileceğimi kan davası, İslâm’ın reddettiği cahiliye uygulamasıdır. Bu gün hâlâ, söz de Müslümanlar! tarafından uygulanmaktadır. Bunu hâlâ uygulayan insanla İslâm dininin müntesibi değil, cahiliye dininin müntesipleridirler. Bir aileden öldürülen kimsenin veya kimselerin yerine, katilin ailesinden o işle ilgisi olmayan başka birilerini öldürmek, dinin suç saydığı bir uygulamadır. Çünkü İslâm’a göre kısas, (bir insanın suçsuz yere bir insanı öldürmesinin cezası olarak, öldüren kişinin de öldürülmesi) ancak öldürme fiilini işleyen kimseye uygulanır. Kâtilin ailesinden başka birine uygulanmaz. Bunun sebebi, “suçun hususiliği” kuralıdır. Bir kimsenin işlediği suçtan, eşi, çocukları, ana-babası vb. diğer yakınları sorumlu tutularak kısas uygulanmaz. Ayrıca, kısasın uygulanması için de İslâmî bir otoriteye ihtiyaç olduğunu hatırlatalım. İslâm devletinin olmadığı bir yerde, bu cezaların uygulanması da söz konusu olamaz. Bütün bu sebeplerden dolayıdır ki, Efendimizin, veda hutbesinde Müslümanları sakındırdığı hususlardan bir tanesi de kan davalarının kaldırıldığı yönündeki ikazıdır.
- Faiz, cahiliye düzenlerinin insanları sömürme aracıdır! Cahiliyye düzenlerinin ortak özelliklerinden bir tanesi de, insanların sömürülmesine dayanan haksız kazanç anlayışlarıdır. Zenginlerin kendilerine muhtaç olduklarından dolayı, insanları haksız bir şekilde sömürmesi diyeceğimiz faiz; herhangi bir alım satım akdi olmadığı halde verilen borç paranın, daha fazla miktarda geri alınmasına denilmektedir. Cahiliye döneminde faiz uygulaması şu şekilde uygulanıyordu; bir kimse aldığı borcun vadesi gelince ödeyemeyeceği için vadesinin uzatılmasını istediği zaman, borcu veren tarafından borcun miktarında artış yapılıyor, verilen ana paranın üzerine fazlalık ekleniyordu.
İslâm bu uygulamayı yasaklayarak bunun yerine karz-î hesan dediğimiz karşılıksız borç vermeyi emretti. Sırf Allah'ın rızasını kazanmak ve din kardeşinin sıkıntısını gidermek amacıyla karşılıksız borç vermeye karz-î hasen denir. Dolayısıyla da, borç olarak verilen herhangi bir mal karşılığında Allah’ın rızası dışında bir karşılık beklenmesi dinimiz tarafından uygun karşılanmamıştır. Günümüz cahili sistemlerinin en önemli saç ayaklarından bir tanesi faiz sistemidir. Başta çok uluslu zenginler olmak üzere hemen tüm zenginler, fakirlere verdikleri borç, kredi vb. hususları zenginliklerine zenginlik katmak için kullanmaktadırlar. Fakirler ise, aldıkları borçları faizleriyle birlikte ödemek için binbir türlü zorluklarla karşılaşıyor, nicesi hayat boyu bankalara borçlu olarak hayatlarını sürdürmek zorunda bırakılıyorlar. İşte bunun gibi sonuçlara sebebiyet verdiği için Kur’an faiz yemeyi “Allah Rasulü tarafından kendisine savaş açılması”[13] olarak nitelemekte, Efendimiz de veda hutbesinde bu konuya da atıfta bulunarak Müslümanların bu günahtan uzak durmaları konusunda uyarılarda bulunmuştur.
- Toplumu ıslaha en yakınlardan başlamak esastır! Bir Müslüman herhangi bir yanlışı ortadan kaldırmak istediğinde onun ilk önce en yakınlarından başlayarak yapmalıdır. Kendisi veya yakınları o yanlışları yapmaya devam ediyorken, başka insanları sakındırmak hem çok etkili olmaz, hem de insanların güvenini zedeler. Bunun içindir ki dinimiz, hem tebliğ ve davetin, hem de haramlardan sakınmanın ilk önce en yakınlardan başlayarak sürdürülmesini istemiştir. En yakın akrabalar, diğer insanlardan daha fazla kendilerine iyilik etmemizi hak eden kimselerdirler. Tebliğ, davet ve onların cennetten uzaklaştıracak haramlardan sakındırma konusunda öncelik hakkına sahiptirler. Bunun içindir ki Efendimiz, herhangi bir yanlışı ortadan kaldırmak istediği zaman, ilk önce kendi yakınları arasında o yanlışları yapanlar varsa onlardan başlayarak bu yanlışları ortadan kaldırma yolunu tercih etmiş ve bize bu yönüyle de örnek olmuştur.
- Kadınlar Allah’ın emanetidir! Dinimizin suç saydığı hususlardan bir tanesi de emanete ihanet etmektir. Emanete ihanet etmek, münafıkların temel bir karakteri olarak gündeme getirilmekte, bir Müslümanın bu şekilde yanlış yamaması istenmektedir. Kadınlar, Allah’ın bir emaneti olarak gündeme getirilmekte, Müslümanlardan da bu emanete sahip çıkması ve ihanet etmemesi istenmektedir. Nasıl ki herhangi bir malı emanet olarak yanında bulunduran kimse, o mala en ufak bir zarar verme hakkına sahip değilse, Müslümanda Allah’ın bir emaneti olarak aldığı kadına zarar verme hakkına sahip değildir. İnsanların kendisine emanet ettiği herhangi bir şeye zarar vermemesi gereken bir Müslüman, “Allah’ın emaneti olan” birisinin hakkına hukukuna riayet etmeyerek ona nasıl zarar verebilir? Allah kadın-erkek arasında ki hukuku belirlemiş, ikisine de görev dağılımı yaparak sorumluluklarını bildirmiş ve bu sorumluluklarını yerine getirmelerini kendilerinden istemiştir. Erkek; eşinin giyim-kuşam, yeme-içme, barınma ve cinsellik gibi ihtiyaçlarını karşılamak zorunda olduğu gibi, kandın da; kocasının cinsellik, çocuklarının bakımı ve eğitimi, kocasının olmadığı yerde namusunu ve malını koruması gibi sorumlulukları vardır. İşte bu sorumlulukları yerine getirmemek, emanete ihanet olduğu gibi, özellikle kadınlara haklarını vermeyerek, erkek tarafından uygulanan, başta dayak olmak üzere her türlü zulümde bu kapsamda değerlendirilerek yasaklanmış, emanete ihanet kapsamında kabul etmiştir. Kadın-erkek arasındaki ilişkilerin önemine binaen Efendimiz, Müslümanları bu konuda veda haccında birkez daha uyarmış ve kadınların Allah’ın emaneti olduklarına vurgu yaparak ihanet edilmemesi gerektiğini tekrar hatırlatmıştır.
- Kur’an Allah’ın gökten bize tutunmamız için salıverdiği sağlam ipidir! Dünya karanlıkları içerisinde çaresiz kalan, kendi imkan ve gücüyle o karanlıklardan çıkma kabiliyeti olmayan insanın, o karanlıklardan kurtularak aydınlığa ulaşabilmesi için Allah’ın uzattığı tek kurtuluş umudu olan ipidir Kur’an! Kur’an adlı ipe tutunanlar, karanlıklardan aydınlığa ulaşabilecek insanlardır. O ipe tutunmak istemeyenler ise, karanlıklar içerisinde kalmaya devam edeceklerdir. Allah kullarına karşı çok merhametli olduğundan dolaydır ki, insanı yaşamış olduğu dünyada karanlıklar içerisinde kendi haline bırakmamış, ne halin varsa gör dememiş, kurtuluşun nasıl mümkün olduğunu göstermek için Kitaplar indirmiş bununlada kalmayarak o kitapları pratize edecek peygamberler de göndermiştir. Bu anlamda en son indirdiği kitabın adı da Kur’an’dır. Kur’an adlı ipe tutunanlar hem dünyada hem de ahirette kurtulacak, tutunmayanlar ise dünyada bir karanlıktan başka karanlıklara sürüklenecek, ahirette de cehennem karanlıklarının içerisinde ilahi azaba uğrayacaktır. Allah insanları karanlıklardan kurtulmak için mecbur tutmamış, onları kendi iradeleriyle baş başa bırakmıştır. Sadece kurtulmanın yolunu göstermek ile yetinmiştir. Dünya ve ahiret kurtuluşunu isteyen kimseler, Kur’an’a sıkı sıkıya tutunmak zorundadırlar. Kur’an’ın öngördüğü şekilde hayatlarını idame ettirmelidirler. Emirlerine uyup, yasaklarından kaçınmalıdırlar.
Günümüzde olduğu gibi, kendisine saygı göstermek, anlamını düşünmeden okuyarak sevap kazanmak, çeşitli merasimlerde ve özelliklede ölülerin arkasından okuyarak onların cezalarını ortadan kaldırma aracı kılınan bir Kur’an, inananları karanlıklardan aydınlığı çıkartmayacaktır. Kur’an’ın bizden istediği şey; birey ve toplum için hükme bağladığı her hususu hassasiyetle yerine getirmemiz, yasakladığı her şeyden de sakınmamız, bu şekilde yaptığımız taktirde de kurtuluşun ancak mümkün olacağını ifade etmektedir. Birey ve toplumun hayatına müdahale etme hakkını kendisine tanınmayan, sadece kendisine saygı duyulan bir kitap, gönderiliş amacını yerine getiremeyecektir. Kur’an’a saygı duyulması, lakin hükümlerinin uygulanmak zorunda olmadığı veya çokta önemli olmadığı gibi bir Kur’an inancı İslâm’ın kabul ettiği bir inanç değildir. Ama maalesef tek kurtuluş reçetemiz olan Kur’an bu gün, o reçeteye saygı duymakla veya okumakla şifa vermesi bekleniyor. Oysa reçetenin fayda vermesi için, içerdiği talimatlarına uymak gerekmektedir. Bu manada Kur’an’ın insan hayatına yönelik koyduğu hükümlere uymadan, ne dünyada huzur, nede ahirette cennet beklenebilir. Dünyada huzurun, ahirette cennetin yolu ve yordamı ancak Kur’an ile mümkündür. İşte bu sebepten dolayı, Allah Rasûlü ashabına toplu olarak yaptığı son nasihatlerden bir tanesi de, bu konuyla ilgilidir. Sırat-i müstakimden sapmamanın tek bir yolu vardır, o da Kur’an’dır.
- İnsan, ancak amellerinin karşılığı olarak ya kazananlardan veya kaybedenlerden olacaktır! Allah, dünyayı insan için bir imtihan alanı yapmıştır. Serbest seçme hürriyeti kendisine tanınan insan, bu iradesiyle tercihte bulunacak; ya Allah’ın istediği şekilde iman ederek ve bu imanının gerektirdiği hayatı yaşayacak veya bunun dışında bir inanç ve davranışlar ortaya koyacaktır. Bunun karşılığı olarak da ya kazananlardan olacak veya kaybedenlerden olacaktır. İnsanın cenneti veya cehennemi kazanmasına sebebiyet veren şey ise iman ve davranışlardır. Cennete gitmek isteyen insan Allah’ın kendisinden istediği şekilde iman edecek ve Allah’ın emrettiği davranışları yerine getirecek, yasakladığı davranışlardan da sakınacaktır. Bunun karşılığı olarak da cennete gidecektir. Bunun aksi bir durumda, onun cehenneme gitmesine sebebiyet verecektir. Günümüzde insanların zannettiği ve yanlış anladığı gibi, insanların cennet ve cehennemlik olmalarının sebebi, inanç ve amelden öte, Allah’ın ezelde belirlemiş olduğu kaderdir gibi bir anlayış Kur’an tarafından doğru görülmemektedir. Bu anlayış, Kur’an tarafından reddedilerek herkesin yaptıklarının bir karşılığı olarak cennete ve cehenneme gideceği ifade edilmiştir. Hesabın sorulacağı zaman herkes yaptıklarının karşılığını tas tamama görecektir. "İnsana ancak çalıştığının karşılığı vardır."(Necm, 39) İşte bundan dolayıdır ki veda hutbesinde Efendimiz, bu konuda da ashabının uyararak şöyle demiştir; “Yarın Rabbinize kavuşacaksınız ve sizi amellerinizden sorguya çekecektir”
- Üstünlük takvadadır! Yaratılış itibariyle bir insanın diğer bir insana üstünlüğü söz konusu değildir. Her insan fıtrat üzere dünyaya gelir, sorumluluk cağına geldikten sonra yapıp ettikleriyle ya değer kazanır veya değer kaybetmeye başlar. Bir insanı diğer bir insandan üstün kılan şey, hangi ırktan olduğu, hangi zamanda yaşadığı, erkek veya kadın oluşu, zengin veya fakir oluşu gibi faktörler değil, yaptığı davranışların ve inancının düzgün olup olmamasındadır. Bir insan, Allah’ın istediği şekilde iman ediyor, emirlerini titizlikle yerine getiriyor, yasaklarından da hakkıyla kaçınıyor, şüpheli şeyleri terk ediyor, kendisini Allah’a, O’nun sevgisine ve rızasına kavuşturacak davranışları ihlaslı bir şekilde yapıyorsa, bu şekilde olmayan diğer insanlardan Allah kadında daha üstündür. Üstünlüğün bunun haricinde başka bir yolu da yoktur. Bunun haricindeki üstünlük anlayışları cahiliye anlayışlarıdır. İslâm bunların tamamını reddetmiştir. Bunun içindir ki Efendimiz ashabına son nasihatlerinde bu konu üzerinde de durarak, insanların Âdem’in çocukları olduğu, Âdem’in ise toraktan yaratıldığı, Arabın Arap olmayana bir üstünlüğünün olmadığını, zenci bir köle bile olsa Allah’a itaat ettiği sürece ona itaat edilmesi gerektiğini ifade ederek her türlü cahiliye anlayışlarını ayağının altına aldığını tekrar hatırlatmıştır. Günümüzde bu cahiliye anlayışı tekrar hortlatılmış, sözüm ona nice Müslüman! bu anlayışın kurbanı olmuştur. “Ey insanlar! Şüphe yok ki, biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizi tanımanız için sizi boylara ve kabilelere ayırdık. Allah katında en değerli olanınız, O’na karşı gelmekten en çok sakınanınızdır. Şüphesiz Allah hakkıyla bilendir, hakkıyla haberdar olandır.” (Hucurât, 13)
- Yöneticiye itaat, ancak ma’ruftadır! Allah, Müslümanların toplumsal bir yapı oluşturmalarını istemiş, İslâm’ın toplumsal olarak yaşandığında ancak toplum üzerinde istenilen neticeleri vererek, dünyada huzura, ahirette de cennete götürmesinin mümkün olacağını ifade etmiştir. İslâm, sadece birey ile Allah arasındaki ilişkiyi tanzim etmekle kalmamış, insan hayatını konu alan her alanla ilgili hükümler koymuştur. Toplumsal hayatın en önemli yönü olan, siyaset, ekonomi, eğitim, içtimai hayat, alile hayatı, hukuk vb. alanların tümüne yönelik ilke ve hükümler koyarak düzenlemeler yapmıştır. İşte oluşturulan bu toplumsal yapıda, birileri yönetici, diğerleri de yönetilen olacaklardır. Yönetici ile yönetilen arasındaki hukuku belirleyen dinimiz, idarecinin toplum üzerindeki hakkı olarak, Allah’ın buyruklarına itaat ettiği sürece kendisine itaat edilmesi, Allah’a itaatten ayrıldığı zamanda itaat edilmemesi gerektiğini hükme başlamıştır. Halkın yönetici üzerindeki hakkı da, aralarında adaleti tesis etmesidir. Bunun da ancak Allah’ın indirdikleriyle hükmetmek olduğunu tekrar hatırlatmak gerekir. Dolayısıyla Efendimiz, ümmetine veda ederken, kendisinden sonra Müslümanların işlerini umdesine alacak olan yöneticilere, Allah ve Rasûlüne itaat ettikleri sürece itaat edilmesini emretmiş, bu şekilde oldukları halde onlara isyan etmenin caiz olmadığını söyleyerek Müslümanları bu konuda da uyarmıştır.
- Kimin hidayet yolunun yolcusu olduğu insan tarafından mutlak manada bilinemez! Bazen hiç tahmin etmediğiniz insanlar gönüllerini İslâm’a açarak o davanın yılmaz savunucuları olabiliyorlar. Bazen de gözünüzde büyüttüğünüz nice Müslümanlar, davalarından dönerek ihanet edebiliyor veya imanı bırakarak küfrü tercih edebiliyorlar. Normal şartlarda bir insanın Efendimizi görmesi çok büyük bir lütuf olarak görülebilir. Fakat hiçte öyle değildir. Efendimiz gören nice insanlar İslâm’dan yüz çevirdikleri gibi, Efendimizi hiç görmedikleri halde bu davaya her türlü fedakârlığı yaparak katkıda bulunan nice yiğitler olmuştur. Efendimizi görme şerefine nail olduğu halde, O’ndan sonra nice olumsuzlukların içerisine sürüklenenler de olmuştur. Kimin dinde daha samimi olduğu veya olacağı insanlar tarafından bilinmeyeceği için, Efendimiz kıyamete kadar bu dinin temsilcilerine, İslâm davetini diğer insanlara duyurma sorumluluğunu yüklemiştir. Veda konuşmasında, hatırlattığı hususları orada olanların, bulunmayanlara taşımalarını istemiş, belki de bulunmayanların orada bulunanlardan daha iyi anlayacaklarını dolayısıyla da yaşayacaklarını ifade etmiştir.
- Şahit olarak Allah yeter mi? Bir Müslümanın, Allah’a kulluğunda ki samimiyetini Allah’ın bilmesi yeterlidir. Dolayısıyla bunu sadece Allah’a ispat etmek durumundadır. Bu hususları insanlara ispat etmesi gerekmemektedir. Fakat toplumsal sorumluluklar böyle değildir. Bu sorumluluklarını Allah için yerine getirirken, insanlarında şahitlik yapmaları önemlidir. Bunun içindir ki, kıyamet gününde insanlar birbirlerine şahitlik yapacaklardır. Birbirleriyle hukuku olan insanlar, bu hukuklarını hakkıyla yerine getirip getirmedikleri konusunda hesaba çekilecek ve birbirlerine şahitlikte bulunacaklardır. Allah, Peygamberlerinin görevlerini yapıp yamadıkları konusunda ümmetlerinin şahitliğine başvuracağı gibi, ümmetler de peygamberlerinin şahitliğine ihtiyaç duyacaklardır. Allah’ın bu şahitliğe ihtiyacı yoktur. Aralarında adalet ile hükmedildiğini diğer insanlara da göstermek için bu şahitliğe başvurulacaktır. Bunun için bir Müslüman, umdesine aldığı işlerle ilgili olarak, o işi hakkıyla yerine getirmeli, sorumluluğu altındaki insanların yarın şikayetçi olacağı bir durumla karşı karşıya kalmamak için çabalamalıdır. Herkesin umdesine aldığı işi hakkıyla yerine getirdiğine dair kendisi hakkında olumlu şahitlik yapabilecek durumda olmalıdır. Efendimiz de kendisine Allah’ın yüklediği davet ve tebliğ görevini hakkıyla yapıp yapmadığını ashabına sorarak şahitlik yapmalarını istiyor, onların olumlu şahitliklerine de Allah’ı şahit tutuyordu. Evet! bizde onun Allah’ın buyruklarını Allah’ın istediği şekilde tebliğ ettiğine, bunları en güzel şekilde örnekleyerek bize model olduğuna şahitlik ederiz.
ÜSÂME ORDUSU
Eskiden Rumların egemenliği altında yaşayan Araplar, Müslüman olduklarından dolayı Rumlar tarafından baskı altına alınıyor, kimileri de öldürülüyordu. Bu olaylar üzerine Efendimiz, Rumların üzerine bir ordu gönderme niyetindeydi. Efendimiz büyük bir ordu hazırlayarak Üsâme b. Zeyd’i başlarına komutan tayın etti. Ordu Filistin bölgesine gidecek, Rumları o bölgeden çıkaracaktı. Hem Rumlara hadleri bildirilecek, hem de bölgedeki Müslümanların güvenliği sağlanacaktı.
Münafıklar, Üsâme’nin genç olmasını, nice yaşlı ve tecrübeli sahabî varken onun komutan yapılmasını dillerine dolamışlardı. Bu söylem ordu içinde de yankı bulmuş ve bundan dolayı ordunun hareketi gecikmişti. Bunun üzerine Efendimiz, şöyle bir hutbe okudu;
“Onun (Üsâme’nin) komutanlığına dair eleştirilerinizi, siz daha önce babasının komutanlığı hakkında da yöneltmiştiniz. Ancak Allah’a yemin olsun ki, babası, komutanlığa layık biriydi ve inanlar içerisine bana en sevimli gelen kimselerdendi. Bu oğlu da ondan sonra, insanlar içerisinde en çok beğendiğim kimselerdendir.” Ardından da, Üsâme ordusunun mutlaka yola çıkması gerektiği konusundaki ısrarını yeniledi.
Ordu hazırlandı ve Cüruf mevkiine kadar ilerledi. Ancak Efendimizin hastalığının iyice ilerlemesi üzerine ordu orada durmak zorunda kaldı. Üsâme ordusu, ancak Efendimizin vefatından sonra halife seçilen Hz. Ebû Bekr’in halifeliği döneminde gönderilebilmişti.
İBERETLER VE DERSLER
- Görevlendirmede esas liyakattir! Herhangi bir konuda görevlendirilme yapılırken, görevlendirilecek kişinin o konuda ehliyetli olup olmadığına bakılmalıdır. En önemli kriter bu olmalıdır. Yüce dinimiz de işi ehline vermemiz gerektiğini söyleyerek bu konudaki hükmünü ortaya koymuştur. “Hiç şüphesiz Allah size, emanetleri ehline teslim etmenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder. Allah size ne güzel öğüt veriyor. Şüphesiz Allah işitir ve görür.” (Nisâ, 58) Efendimiz yaptığı görevlendirmede ehliyeti gözeterek Üsâme b. Zeyd’i komutan olarak görevlendirmiş, başta münafıklar olmak üzere diğer insanlarda ehliyeti değil, tecrübeli insanların görevlendirilmesi gerektiği düşünüyorlardı. Evet tecrübe önemlidir lakin liyakat bundan daha önemlidir. Efendimiz buna atıfta bulunarak Üsâme’nin komutanlığında ısrar etmiş, bize de liyakati yaş ve tecrübeye kurban etmemiz gerektiğini hatırlatmıştır.
- Üsâme’nin seçilmesinin bir başka sebebi de; babası Zeyd b. Hârise’nin Rumlarla yapılan bir savaş olan Mute savaşında şehit edilmesiydi. Rumlar ile yapılacak bir savaşta, babası Rumlar tarafından öldürülmüş birisinin görevlendirilmesi, komutanın ve ordunun mukavemetini artırır. Allah’u alem, Efendimiz görevlendirme yaparken bu husus da göz önünde bulundurmuştu.
- Bir konuda görevlendirme yapıldığında, itaat edilecek kişinin yaşı vb. hususlar değil, ehil olup olmadığı ve adaletle o işi yerine getirip getirmediği önemli bir kriterdir. İnsanlar ise, daha çok kişinin tecrübeli olup olmadığı gibi hususları itaat için daha önemli görmektedirler. Bir Müslümanın kriteri bu olmamalı, herkim olursa olsun, ehil ise ona itaat etmelidir. Kulağı küpeli zenci bir köle bile olsa!
ALLAH RASÛLÜNÜN VEFATI
Allah Rasûlü, normalde her yıl Razaman ayının son on gününde itikâfa girerdi. Bu son yıl ise, yirmi gün girdi. Ayrıca her yıl Cebrail (a.s) ile birlikte o yıla kadar inmiş bütün âyetleri talim ederken, bu yıl iki defa talim yapılmıştı. Zeyd b. Sâbit’te bu son talimde bulunmuştu.
Veda Haccında; “Belki bu yıldan sonra aranızda olamam” demişti. Aynı yıl teşrik günlerinin ortasında Nasr sûresi nazil olmuştu. Bu sûre de, Abdullah İbn Abbas’ın da dediği gibi zımnen Efendimizin vefatının yaklaştığını haber veriyordu. Efendimiz, hastalığının henüz başlamadığı günlerde Uhud’a giderek, orada şehit olanlara dua etmişti.
Döndüğünde de minbere çıkarak şunları söylemişti; “Ben hepinizden önce (Kevser havuzuna) varmış olacağım. Sizin hak yolundaki hizmetlerinize şahidim. Vallahi şu an ben (cennetteki) havuzumu görmekteyim. Ayıca bana yeryüzünün hazineleri verildi. Vallahi benden sonra Allah’a şirk koşarsınız diye bir korkum yok. Ancak benin aslık korkum, sizin (dünyalıklar hususunda) birbirinizle yarışıp didinmenizdir.”
Yine o günlerde, bir gece Bakî kabristanına giderek oradakileri selamlamış, onlara Allah’tan huzur dileyerek dua etmişti. Yanındakilere de şu uyarılarda bulunmuştu; Yaşayanlar için her geçen günün bir önceki günden daha hayırlı olmayacaktır” demişti.
Hicretin 11. yılı Safer ayının 28 veya 29. günü Efendimiz hastalanmıştı. Şiddetli baş ağrısı ve ateşi oluyordu. Buna rağmen hastalığının devam ettiği 11. gün boyunca mescide gidiyor ve namazları kıldırıyordu.
Efendimizin hastalığı şiddetlenince diğer hanımlarından izin isteyerek Hz. Âişe annemizin evinde kalmak istediğini bildirdi. Onlarda kabul ettiler. Hz. Ali ve Fadl b. el-Abbâs’ın kollarında Hz. Âişe’nin odasına geldi. Hz. Âişe annemiz Efendimizin hastalığı şiddetlenince Felâk ve Nâs sûrelerini okuyarak Efendimizin ağrıyan başını mesh ediyordu.
Vefatına beş gün kala Efendimiz değişik kuyulardan yedi kab su getirmelerini ve getirdikleri o suyla yıkanmak istediğini, sonrada çıkıp ashabıyla konuşmak arzusunda olduğunu söyledi. Hemen yedi ayrı kuyudan su çekerek getirdiler ve Efendimizi o suyla yıkadılar. Ağrıları biraz hafiflemişti. Başını sararak mescide gitti ve insanları yanına çağırdı. Sonra onlara şöyle hitap etti; “Allah, Yahudi ve Hıristiyanlara lanet etsin! Onlar peygamberlerinin kabirlerini mescid edindiler.” Başka bir rivayette de şu ilave söz konusudur; “Benim kabrimi bayram yerine çevirmeyin” bir başka rivayette de; “Benim kabrimi, tapınılan bir put edinmeyin” diyerek Müslümanlara uyarılarda bulundu.
Ayrıca hak helalliği almak için; “Kimin sırtını kırbaçlamışsam iste sırtım, gelsin o da benden hakkını alsın. Kimin de şahs-ı manevisine hakaret etmişsem, işte benim şahs-ı manevim; o da gelip hakkını alsın” dedi. Derken bir adam çıkıp üç dirhem alacağı olduğunu söyledi. Efendimiz, amcasının oğlu Fadl b. el-Abbâs’a; o adama alacağının verilmesini emretti. Ayrıca Ukkaşe adındaki bir adam çıkarak kendisine kırbaç vurduğunu söylemiş, kısas istediğini ifade emişti. Oradakiler adama karşı çıksa da Efendimiz sırtını göstererek kısas uygulamasını söylemişti. Ukkaşe ise kendisine kırbaç ile vurduğunda üzerine elbise olmadığını söylemiş, bunun üzerine Efendimiz de gömleğini yukarıya doğru kaldırarak sırtını açmış ve adama hakkını almasını söylemişti. Adam, Efendimizin vücuduna sarılarak; “Benim için Allah’tan af dilemen karşılığında hakkımı sana helal ediyorum” diyerek ağlamıştı.
Efendimiz konuşmasına devem ederek şöyle dedi; “Ensâr’a iyi davranmanızı vasiyet ediyorum. Çünkü onlar benim güvendiğim cemaatim ve sırdaşlarımdır. Onlar, üzerlerine düşen sorumluluğu yerine getirdiler. Geriye, alacakları haklar kaldı. Bu sebeple onlardan iyilik edenlerin (iyiliklerini) kabul edin. Kötülerinin de kusurlarını affedin.” Başka bir rivayette ise söyle buyurduğu söylenir; “İnsanların sayısı artacak, Ensâr’ın ise azalacaktır. Hatta yemekteki tuz gibi olacaklar. Onun için sizden kim herhangi bir insana zarar veya fayda verebileceği bir işi üstlenirse, Ensâr’ın iyilik edenlerinin (iyiliklerini) kabul etsin, kötülerinin de kusurlarını affetsin”
Yine nasihatlerine davam ederek; Hz. Ebû Bekr’in faziletlerinden bahsetti ve onunla dost olduğunu ifade ederek mescide açılan tüm kapıların kapatılmasını, Ebû Bekr’in kapsının ise açık bırakılmasını istedi.
Allah Rasûlü, kendisinden sonra ashabının takip etmesi gereken hususlarla ilgili nasihatlerini yazmak için kağıt ve kalem istemişti. Orada bulunanlar çok fazla gürültü yapınca Efendimiz de, onları yanından çıkartılmalarını isteyerek bir şey yazmaktan vazgeçti.
Efendimizin hastalığı iyice şiddetlenince, artık namaza çıkamayacak duruma gelmişti. Hz. Ebû Bekr’e haber göndererek namazları kıldırmasını istemişti. Hz. Âişe annemiz, babasının imamete geçirilmemesi konusunda ısrarcı olunca Efendimiz; “Siz Yusuf’u (zor durumda bırakan) kadınlar gibisiniz. Söyleyin Ebû Bekr’e insanlara namazı kıldırsın” diyerek sitem etmişti.
Câbir b. Abdillah, Efendimizin vefatından üç gün önce şöyle dediğini işittiğini söylemiştir; “Sakın içinizden hiç kimse, Allah hakkında hüsnü zanda bulunmaksızın ölmesin” dedi. Vefatından iki gün önce ağrıları biraz hafiflemiş ve öğlen namazını kılmak için mescide gitmişti. O sırada Hz. Ebû Bekr insanlara öğlen namazını kıldırıyordu. Efendimizin geldiğini gördüğünde, geri çekilmek istedi fakat Allah Rasûlü yerinde kalmasını işaret ederek onun arkasında namaza durdu.
Efendimiz vefat edeceği gün, Müslümanlar Hz. Ebû Bekr’in arkasında sabah namazını kılıyordu. Efendimiz, evinden mescide bakan pencereden örtüyü kaldırarak ashabını gözlemledi. O’nu gören sahabeler iyileştiğini düşünerek çok sevindiler, neredeyse namazlarını bozacaklardı. Efendimiz, namazlarını tamamlamalarını işaret etti. Efendimiz, Müslümanların bir imam arkasında birbirlerine kenetlenmiş bir şekilde olduklarını gördüğünde, Allah’ın kendisine lütfettiği nimeti görerek hamd ediyordu. Efendimiz adeta ashabına baktığında, yıllar önce tek başına başladığı İslâmî dâvetin, artık bir daha devrilmemek üzere kök saldığını müşahede ediyordu.
Efendimiz hayatta olan tek çocuğu Hz. Fatıma annemizi yanına çağırarak kulağına bir şeyler söyledi. Bunun üzerine Fatıma annemiz ağlamaya başladı. Sonra yine Fatıma annemizin kulağına bir şeyler söyleyince bu defa Fatıma annemiz güldü. Efendimizin vefatından sonra ki bir gün, Hz. Âişe annemiz Fatıma annemize bu durumu sorduğunda aldığı cevap şu oluyordu; kendisini ağlatan şeyin; Efendimizin vefatı olduğunu, güldüren şeyin de; Efendimize ilk ulaşacak kimsenin kendisi olacağını duyması olduğunu ifade ediyordu.
Yine bir defasında babasının yanına gelerek “Vay babacığım vay! Ne kadar büyük ızdıraplar çekiyorsun?” dediğinde, aldığı cevap şu oluyordu; “Bu günden sonra baban hiçbir ızdırabı çekmeyecek.”
Efendimizin en son olarak söylediği söz ve nasihatler ise şu şekildedir; “Allah’ın laneti Yahudiler’e ve Hıristiyanlar’a olsun! Onlar peygamberlerinin kabirlerini mescid edindiler” diyerek ümmeti bu durumdan sakındırmıştı. Ayrıca; “Namaza ve ellerinizin altındaki kimselerin haklarına riayet edin” diyerek insanların dikkatlerini bu konulara çekmiş, namazın ve adil olmanın ehemmiyetini hatırlatmıştır.
Efendimiz, Âişe annemizin göğsüne yaslanmış bir vaziyette iken vefat etmişti. Âişe annemiz, elindeki misvakı yumuşatarak Efendimizin dişlerini onunla misvaklamış, Efendimiz de, ellerini orada bulunan bir su kabına daldırarak yüzünü ıslatıyor, bir taraftan da; “Allah’tan başka ilah yoktur. Ölülümün şiddetli sarsıntıları varmış” diye mırıldanıyordu. Sonra Efendimiz, gözlerini yukarı doğru dikerek şu duayı mırıldanıyordu; “Allah’ım! kendilerine nimet verdiğin peygamberler, sıddıklar, şehitler ve salihlerle beraber eyle. Allah’ım! Beni affeyle ve bana merhamet et ve beni er-Refiku’l-A’la’ya (En Yüce Dosta) kavuştur” dedi ve sonra vefat etti. (Biz Allah’tan geldik ve yine O’na dönüyoruz)
Efendimizin hayat yolculuğu hicretin 11. yılı Rabiu’l Evvel ayının 12 günü kuşluk vaktinde son bulmuştu. Efendimiz o zaman 63 yaşındaydı.
İlk zamanlar, acaba baygın mı düştü deseler de, sonra vefat ettiği anlaşılıyor ve haber kısa zamanda Medine’nin en ücra köşesine kadar yayılıyor. Enes (r.a.) şunları söylüyor; “Allah Rasûlü, Medine’ye girdiği günden daha güzel ve daha aydınlık bir gün görmüş değilim. Yine, Allah Rasûlünün vefat ettiği dünden daha kötü ve daha karanlık bir gün de görmedim” diyerek sahabenin üzüntüsünün hangi boyutlarda olduğunu bize gösteriyordu.
Hz. Fatıma annemiz; “Ey Rabbinin davetine icabet eden babacığım! Ey makamı Firdevs cenneti olan babacığım! Ey Cibril’in vefat haberini verdiği babacığım!” diyerek ağlıyordu.
Hz. Ömer, Efendimizin vefat haberinin getirdiği şok haliyle peygamberimizin ölmediğini, Musa (a.s.) gibi geri geleceğini, geldiğinde kendisine öldü diyen münafıklardan hesap soracağını söyleyerek normalin ötesinde bir tavır sergiliyordu.
Nitekim, Medine’nin dışında olan Hz. Ebû Bekr, Efendimizin ölüm haberini alıyor ve doğrudan Medine’ye gererek Efendimizin odasına gidiyor. Üzerindeki örtüyü kaldırarak anlından öpüyor ve; “Hayatında ne kadar güzeldiysen ölümünde de o kadar güzelsin” diyerek mescitte bekleyen halkın huzuruna çıkıyor ve panik halinde ağlaşan insanlara dönerek, Allah’a hamd ve senâ da bulunduktan sonra; “Şimdi sizden kim Muhammed’e (s.a.s.) tapıyor idiyse, bilsin ki Muhammed ölmüştür. Kim de Allah’a tapıyorsa bilsin ki Allah diridir, ölümsüzdür. Zira Allah’u Teâlâ şöyle buyurmaktadır;
“Muhammed yalnızca bir elçidir. Ondan önce de elçiler gelip geçti. Şimdi o ölür veya öldürülürse gerisin geri dönecek misiniz? Kim geri dönerse bilsin ki Allah’a asla bir zarar vermiş olmayacaktır. Allah şükredenleri ödüllendirecektir.” (Âli İmrân, 144)
Hz. Ebû Bekr, bu âyeti okuduğunda insanlardaki panik hali giderek Efendimizin vefat ettiğine kani oluyorlar. Yaşadıkları panik haliyle bu âyeti sanki hiç bilmiyorlarmış gibiydiler. Hz. Ebû Bekr bu âyeti hatırlatınca, daha önce hiç düşünmedikleri Efendimizin vefatının söz konusu olacağını artık kabul ettiler. Hz. Ömer de; “Vallahi, Ebû Bekr’in bu âyeti okuduğunu duyar duymaz, meselenin hakikatini kavramıştım. Bu sebeple dehşete kapıldım ve bir anda dizlerimin bağı çözüldü, ayaklarım ben taşıyamaz hâle geldi. Ebû Bekr’in âyeti okuduğu esnada, artık Allah Rasûlünün vefat ettiğine kanaat getirdim ve olduğum yere yığıldım” diyordu.
Efendimiz pazartesi günü vefat etmiş, o gün evinde bekletilmiş bir sonraki gün, Hz. Ali, amcası Abbas, Abasın oğlu Fadl ve Kusem, Efendimizin azatlı kölesi Şukrân, Usâme b. Zeyd ve Evs b. Hâvli O’nu yıkadılar. Sonra üç parça bezden oluşan bir kefene sardılar. Çarşambayı perşembeye bağlayan geceye kadar Efendimizin cenazesi bekletildi. Bu arada herkes bire bir veya gruplar halinde Efendimizin na’şının bulunduğu yere girerek namazını kıldılar ve dualar ettiler.
Bu arada Efendimizin nereye defnedileceği konusunda ihtilaf vuku bulmuştu. Mesele; Hz. Ebû Bekr’in hatırlattığı Efendimizin söylediği söylenen şu hadis rivayetiyle çözüme kavuşturuluyor; “Vefat eden her peygamber mutlaka vefat ettikleri yere defnedilirler.” Efendimiz, Hz. Âişe annemizin odasında vefat ettiği için oraya defnedilmesine karar vermiş oldular. Çarşambayı perşembeye bağlayan gece, o odayı kazarak Efendimizi oraya defnettiler.
Böylelikle o yüce insanın hayat hikayesi sona ermiş oluyordu. Bütün insanlar için söz konusu olan kabir âlemi evresi onun içinde başlamış oluyordu. Peygamberlik görevini en mükemmel bir şekilde yerine getiren Efendimiz, geriye kıyamete kadar gelecek olan mü’minlere en güzel bir örnekliği bırakıyordu. Gerek Mekke dönemi gibi, Müslümanların hakim değil mahkum olduğu beldelerde veya zamanlarda, gerekse de Medine gibi Müslümanların hakim olduğu belde veya zamanlarda nasıl hareket etmeli gerektiğini en güzel şekilde vahyin kılavuzluğunda öğretmiş oluyordu.
Salat ve selam onun üzerine olsun.
İBRETLER VE DERSLER
- İhtikâf sünneti! İhtikâf; ibadet kastıyla bir mescitte belirli bir süre beklemeye denir. İnsan, bazen içinde yaşadığı hayatı terk ederek kendine vakit ayırma ihtiyacı hisseder. Günlük koşuşturmalar ona bu fırsatı genellikle vermez. Bu tür bir imkândan yoksun olan insan da, hem kendi durumunu, hem de içinde yaşadığı toplumun durumunu hakkıyla tahlil edemez. Yaptığı yanlışları veya yapması gerektiği halde yapmadıklarını tespit etme imkânı da bulamaz. Nefis muhasebesi dediğimiz; insanın kendi durumunu gözden geçirmesi, yanlışlarını tespit ederek onları terk etmesi, eksik bıraktığı hususları tespit ederek eksiklerini gidermesini sağlamak için dinimiz ihtikâfı tavsiye etmiştir. Efendimiz, Risalet öncesi Hira mağarasına çekiliyor ve burada zamanlarını tefekkür ve ibadetle geçiriyordu. Risalet geldikten sonra bir daha Hira’ya çıkmadı. Medine’ye hicret edince vefatına kadar Ramazan aylarının son 10 gününde Mescide çekilerek vakitlerini orada tefekkür ve ibadetle geçiriyordu. Toplumumuz tarafından çok fazla bilinmiyor olsa da, biz Efendimizin hiç terk etmediği sünneti olan ihtikâfı ifa etmeliyiz. Onun yolunun yolcuları olan Müslümanlar bu ibadete gereken hassasiyeti göstermeli, imkânlar oluşturarak gücü nispetinde Ramazan ayının son 10 günü ihtikâfa zaman ayırmalıdırlar.
- Mukabele Sünneti! Mukabele; bir kişinin Kur’an okuması, diğer bir kişinin de okunan Kur’an’ı takip etmesine verilen isimdir. Kur’an, yüce dinimizin temel kaynağı olduğu için, onu okumak veya okunan Kur’an’ı dinlemek dinimiz tarafından önemle emredilen ibadetlerdendir. İslâm dininin inanç, ibadet, ahlâk ve cazayî müeyyidelerle ilgili temel hükümlerini öğrenmek isteyen kimselerin öncelikli olarak müracaat etmeleri gereken kitap Kur’an’dır. Doğru İslâm anlayışının ne olduğu ancak Kur’an’ı iyi anlamaktan geçmektedir. Bunun içindir ki Kur’an okumak ve anlamaya çalışmak dinimiz tarafından her daim şiddetle tavsiye edilmiştir. Kur’an’ı okumanın önemiyle ilgili olarak Kitabımız şu şekilde buyurur; “Kendilerine kitap verdiğimiz kimseler onu, hakkını gözeterek okurlar. Çünkü onlar, ona iman ederler. Ama her kim onu inkâr ederse, işte gerçekten zarara uğrayanlar onlardır.” (Bakara, 121) Kur’an okunduğu zaman susup ona kulak vermek ile ilgili olarak da Kitabımız şu şekilde buyuruyor; “Kur’an okunduğu zaman onu dinleyin ve susun ki rahmete nâil olasınız.” (A’raf, 204) Efendimiz de özellikle Ramazan aylarında mescitte ihtikâfa çekildiği zamanlar, o güne kadar inmiş bütün âyetleri Cebrâil (a.s.) okuyor, Efendimiz de dinliyordu. Veya Efendimiz okuyor, Cebrâil (a.s.) ise onu dinliyordu. Hatta vefatının olduğu yıl ki, Ramazan ayında Kur’an iki defa baştan sona kadar bu şekilde okunmuştu.
- Herkes, imanı oranında musibetlere uğrar! İnsanlar arasında Allah’ın en sevdiği kullar hiç kuşkusuz ki peygamberlerdir. Allah; sevdiği kullarının derecelerini artırmak, imanlarındaki sebatlarını test etmek için belâ ve musibetler verir. Peygamberlerini de bu kullarından ayrı tutmaz. Toplumlar içerisinde imani kalite olarak en üstün kimseler peygamberler olduğu için, onların imtihanları daha zor olmuştur. Efendimiz de, dünya imtihanını hiçbir bela ve musibete uğramadan geçirmemiş, aksine birçok musibetlereler karşı karşıya kalmıştır. Beş çocuğunu daha hayattayken kaybetmiş, müşriklerin işkencelerine muhatap olmuş, savaşta yaralanmış, ihanetlere uğramış, iftiralarla karşı karşıya kalmış, nice hastalıklarla imtihan edilmiştir. O halde iman etmek bir iddia, onun ispatı ise, karşılaştığımız musibetlere karşı verdiğimiz tavır ve inandığımız davamız için ödediğimiz bedellerde ortaya çıkar. İman ettiğimiz için her şeyin bizim için günlük ve gülistanlık olması, dünya için söz konusu değil, ancak ahirette mümkündür.
- Kabir ziyareti ölümü hatırlatır! İnsan dünya yaşamını sürdürürken, hayatın getirdiği koşuşturma içerisinde ölüm ve sorasını unutabilmektedir. Müslüman bir kimse için dünya hayatı, asıl hayat olan ahirete ulaşmak için kısa bir duraktır. Bunun içindir ki, şu kısacık dünya hayatını yaşarken, asıl hayat olan ahiretle bağını koparmasın diye, dinimiz kabir ziyaretini ve dolayısıyla da ölümü hatırlamayı Müslümanlara tavsiye etmiştir. Ölümü hatırlamak, dünya malına ve zevklerine karşı insanın duyduğu iştiyakı kırar ve elde edeceği bu zevkler için ahireti hayatında ötelememesi gerektiğini hatırlatır. Efendimiz, hayatının birçok zamanından yaptığı gibi kendisini ölüme götüren hastalığına yakalandığında da hem Uhud şehitlerini ziyaret etmiş, hem de Baki kabristanını ziyaret ederek ölümü anmıştır.
- Kul hakkı ancak helallikle ortadan kalkar! İslâm, insan ile diğer varlıklar arasında bir takım haklar olduğunu söylemiş ve insandan bu haklarını yerine getirmesini istemiştir. Bu haklar, Allah hakkı, kul hakkı, diğer canlıların hakkı gibi boyutları olan hususlardır. Bu haklar içerisinde en önemli hak hiç kuşkusuz ki, insan ile Rabbi arasındaki haktır. Kul hakkı ise, Allah hakkından sonra dinin önemle üzerinde durduğu haklardan bir tanesidir. Kul hakkı yemeyi din yasakladığı gibi, kul hakkı yiyen kimselerin de tevbe ile yetinmemelerini, bununla birlikte helallik de alınması gerektiğini hükme bağlamıştır. Helallik almak demek, “bana hakkını helal et” demekle yeterli olmaz, eğer var ise yediğin kimsenin hakkını ona iade etmekle birlikte olmalıdır. Efendimiz de, vefat etmeden önce ashabına kendi üzerinde herhangi bir kimsenin hakkının olup almadığını sorumuş, hakkı olanların haklarını talep etmelerini istemiştir. Bunu üzerinde de, hakları olanlar da ya haklarını talep etmiş veya haklarını helal etmişlerdi. Efendimiz de, hak sahiplerine haklarını iade etmiştir.
- Ebû Bekr’in kapısı açık kalsın! Hiç kuşkusuz ki, insanların fazilet bakımından bir birlerinin aynısı olması beklenemez. İnananlardan kimisi fazilet bakımından daha önde olurken, bazıları da daha arkada olabiliyorlar. Bu husus sadece dinin fazilet kabul ettiği hususlarda değil hemen her konuda da böyledir. Örneğin, eğitim gören öğrencilerin hepsi başarılı veya hepsi başarısız olamazlar. Bir kısmı başarılı olurken bir kısmı da başarısız olur. Hatta başarılılar içinde de daha başarılılar, onlar içinde de birinci olanlar olur. İşte bunun gibi, ashab arasında da fazilet bakımından önde gidenler söz konusuydu. Hz. Ebû Bekr’de onlardan bir tanesiydi. Bazı mezheplerin dediği gibi; “Ashab içerisinde en faziletli kişi, Ebû Bekr’dir” iddiasını doğru görmüyor, -ancak Allah’ın bilebileceği bir konuyu kesin kanıt olmadan iddia etmek dinen doğru değildir. Efendimiz, ashaptan nicelerinin faziletiyle ilgili sözler söylemiştir. Bu sözler en faziletli kişinin ol oluğunu göstermez, ancak faziletli kişilerden birisi olduğunu gösterir- en faziletli kişilerden birisi olduğunu söylemek daha doğru bir yaklaşımdır. İslâm davası için göstermiş olduğu fedakârlıklardan dolayı Efendimiz onun hakkında çok fazla taltif edici sözler sarf etmiştir. Hastalandığında kendi yerine ashaba onun namaz kıldırmasını istemesi, “bütün kapıları kapatın Ebû Bekr’in kapısı hariç” demiş ve ona olan sevgisini bu şekilde ifadeye dökmüştür.
- Dert ve sıkıntı olmayan bir diyar! İnsanoğlu dünya adlı imtihan salonunda nice zorluk ve sıkıntılar ile karşı karşıya kalır. Hatta dünyada en müreffeh bir hayatı yaşayan kimseler bile nice zorluklar, bela ve imtihanlarla karşı karşıya kalırlar. Dünya adlı imtihan sahasında kimi insan çok, kimi insanda az sıkıntılar ve zorlular yaşar. Dünya hayatında, bundan kaçış da söz konusu değildir. Derdin, sıkıntının, kederin olmadığı tek bir yer var oda ölüm sonrası hayattır. Bu da ancak hakkıyla iman eden ve bu imanının gereklerini hakkıyla yerine getiren kimseler içindir. Böyle olmayan insanlar, dünyada çektikleri zorluklar yanında birde ahirette daha büyük olmak üzere zorluklarla karşı karşıya kalacaklardır. Efendimiz, hastalığının şiddetlendiği bir zamanda kızı Fatıma’ya söylediği; “Baban artık dert ve sıkıntının olmadığı bir diyara gidiyor” sözü bu husus ifade etmektedir. Evet! biz neye talibiz? Dert ve sıkıntının her halükarda yaşanacağı dünya hayatına mı yoksa, derdin, kederin ve tasanın olmadığı ahiret hayatına mı talibiz?
- Peygamberlerin putlaştırılması! İnsanlık tarihinde ilk insanın putlaştırılması iyi niyetle olmuş, sâlih kimselerin yapılan heykelleri, süreç içerisinde kendilerine tapınılan birer put haline getirilmiştir. Yine Allah’ın insanları, putlardan sakındırsınlar diye gönderdiği peygamberler de bağlıları tarafından putlaştırabilmişlerdir. Özellikle Hz. İsâ (a.s.), bunun en bariz örneğidir. Bütün bu sebeplerden dolayı Efendimiz, ölümle neticelenecek hastalığına yakalandığı zaman, ashabının kendi kabrini bayram yerine çevirmekten men etmiş, ayrıca Ehl-i Kitap üzerinden örnek vererek de kabrinin mescit haline getirilmesini yasaklayarak Müslümanları bundan men etmiştir.
- Ölümün getirdiği hüzün! Ölüm, ölen kimse için bazen kurtuluşun ifadesi, bazen de daha kötü bir hayatın başlangıcıdır. Ölüm insan için, dünya imtihanın neticesinde kendi elleriyle hazırladığı akıbetinin başlangıç durağıdır. Geride kalanlar için ölüm bir hüzün meydana getirir. Hele birde bu ölen insanların sevdiği, değer verdiği, canlarından bir can olarak gördükleri kimselerse, hüzün o oranda artar. Ashap için Efendimiz, her şeyleriydi! Onun almadığı bir dünyayı hiç düşünemiyorlardı. Çünkü onunla dünya hayatını anlamlı kılacak şekilde yaşıyorlar, ahiretlerini ancak onun getirdiği mesajla kazanabileceklerini biliyorlardı. Efendimiz ve vahiy onlar için en temel ihtiyaç maddeleri gibiydi. Kimisi Efendimizin olmadığı bir dünyada yaşamanın ıstırabıyla yanıyor, kimisi vahyin kesilmesinin hüznünü yüreğinin ta derinliklerinde hissediyordu. Onsuz bir dünyada yaşamak elbette zordu, fakat oda bir insandı. Diğer insanlar gibi o da eceli gelince ölecekti. Fakat onun Rabbi ölemeyecek olan tek Zattı, onun davası kıyamete kadar geçerliliğini koruyacak ölümsüz bir davaydı. Peygamberde olsa ona tapanlar için ilahları ölmüş, Allah’a tapanlar içinse Allah ölmedi ve ölmeyecek olan tek zattır.
- Peygamberler öldükleri yere gömülürler! İnsanlar vefat edince istedikleri bir yere gömülebilirler. Bunu, kendileri de tercih edebilir veya yakınlarından isteyebilirler. Vasiyetleri var ise, varislerinin de bu vasiyeti yerine getirme durumları söz konusu ise, vasiyet yerine getirilir ve ölen kimse istediği yere defnedilir. Fakat iki sınıf insan bundan müstesnadır. Birisi şehitler, diğeride peygamberlerdir. İnsanlar içerisinde ahirette mertebeleri en yüksek olacak olan peygamberler ve onlardan sonra da şehitler, öldükleri yerer defnedilirler. Çünkü onların kabirlerinin yerinin güzelliğinden ziyade, cennetteki yerlerinin güzelliği önemlidir. Bunun içindir ki Efendimiz, vefat ettiği Hz. Âişe annemizin odasına defnedilmiştir.
- Peygamberin cenazesi ve defni! Bir Müslüman vefat ettiğinde ona karşı yapılacak görevler şunlardır. Öncelikle yıkanması ve sonra kefenlenmesi, daha sonra ise cenaze namazın kılınarak akabinde defnedilmesidir. Efendimiz vefat ettiğinde, Müslümanlar bu görevleri ifa etmek için taleplerde bulunduklarında, Efendimizin akrabaları bu şerefli görevi kendileri yapmak istiyor ancak, Ensâr’dan bazı Müslümanları da bu şerefli göreve dahil ediyorlar. Efendimiz, Pazartesi günü vefat ediyor, Perşembe gününe kadar naaşı bekletiliyor, herkes gruplar halinde Efendimizin yanına giderek cenaze namazını kılıyor veya dualar ediyorlardı. Böylelikle de Efendimize karşı son vazifelerini yerine getirmiş oluyorlardı.
- Efendimizin mirası! Her insan vefat ettiğinde varsa malı geride kalan yakınlarına miras olarak kalır. Kalan bu mallar, varisler arasında dinin belirlediği paylar çerçevesinde paylaştırılır. Varisler, kendilerine miras bırakanın mallarına varis oldukları gibi, varsa borcu gibi hususlara da varistirler. Eğer ölen kimsenin geriye kalan malları borcunu ödemeye yetmiyorsa, varisleri kendi imkânlarıyla ölen yakınlarının borcunu öderler. Dolayısıyla bütün insanlar miras bırakırlar, ancak peygamberler müstesna! Peygamberler de miras bırakır aslında, fakat bıraktıkları bu miras mal cinsinden değildir. Peygamberlerin bıraktığı miras, yenilerek tüketilecek kadar basit olan şeyler değil, o mirası kabul edenleri dünyada da ahirette de ulvî derecelere çıkaracak kadar kıymetli bir mirastır. Peygamberler ilmi, İslâm davasına hizmet etmeyi, tebliğ ve daveti miras olarak bırakmışlardır. Bu miras mı daha kazançlıdır, yoksa diğer insanların bıraktığı mal-mülk anlamında ki miraslar mı? Siz hangisini tercih ederdiniz? Efendimizin yakınlarından bazıları Peygamberin mirasını istediklerinde Hz. Ebû Bekr, peygamberlerin miras bırakmadıklarını, onlar ancak ilmi miras bıraktıklarını söyleyerek reddetmiş, insanları asıl miras olan manevi nimetlere yönlendirmiştir.
Ebû Zerr el-Gıfâri’nin Medine sokaklarında dolaşarak şu şekilde bağırdığı söylenir; “Ey Müslümanlar! Mescitte Peygamberimizin mirası dağıtılıyor. Sizlerde almak istemez misiniz?” Bunun üzerine mescide koşan insanlar orada ancak; Kur’an okuyan, ilim tahsil eden, tefekkür eden, ibadetle meşgul olan insanlarla karşılaşırlar. Geri dönerek Ebû Zerr’e; “Mescide gittik lakin miras falan görmedik” dediklerinde, Ebû Zerr; “Ne gördüklerini” sordu. Onlarda gördüklerini anlatınca, Ebû Zerr; “Peygamberin bundan başka mirasımı varki? Peygamberler ancak ilmi miras bırakmışlardır” diye cavap veriyordu.
- Medine Döneminde inen sûreler! Yaklaşık 13 yıl Mekke’de peyder pey inen vahiy, Müslümanların itikadî ve ahlâkî alanda ilmik ilmik yetiştirdiği gibi, bu inşa Medine döneminde de devam etmiştir. Mekkî süreçte itikadî ve ahlâkî manada yetiştirilen Müslümanlar, Medine döneminde ise artık yanlışlardan tümüyle arındırılıyor, toplumsal sistemi ayakta tutacak cezai müeyyideler belirleniyor ve bu şekilde kıyamete kadar geçerli olacak şeriat tamamlanıyordu. İltilaf olmakla beraber Medine Döneminde indiği kabul edilen sûreler şu şekildedir; Bakara, Âli İmrân, Nisâ, Mâide, Enfâl, Tevbe, Nûr, Ahzâb, Muhammed, Kıtâl, Feth, Hucurât, Hadîd, Mücâdele, Haşr, Mümtehine, Cum’a, Munâfikûn, Saff, Teğâbün, Talâk, Tahrîm, Beyyine, Nasr sûresidir. Medine’de inen sûrelerin topamı 24 sûreden oluşmaktadır. Böylece kıyamete kadar geçerli olacak İslâm şeriati, kemale ererek tamamlanmış oluyordu.
Dualarımızın başı da, sonu da “Allemlerin Rabbine hamdolsun” demektir. Selât ve selam da, O’nun kutlu nebilerine ve özelliklede Hz. Muhammed’e (s.a.s.) O’nun ailesine ve kıyamete kadar O’nun kutlu yolunun yolcusu olan tüm mü’minlere olsun.
-SON-
[1] Mustafa Fayda, “Siyer ve Megâzi”, TDV İslâm Ansiklopedisi, XXXVII, İstanbul 2009, s. 319
[2] Kasım Şulul, Hz. Peygamber Devri Kronolojisi, 42.
[3] Mehmet Özdemir, “Siyer Yazıcılığı Üzerine”, Milel ve Nihal, IV, sayı 3, Eylül-Aralık 2007, s. 130
[4] Cahİlİye Araplarında Ramazan Ayı, İtİkâf ve Oruç, Emrah DİNDİ, Yakın Doğu Üniversitesi İslam Tetkikleri Merkezi Dergisi, Yıl 3, Cilt 3, Sayı 2, Güz 2017 (27-55)
[5] Bakara, 60-61
[6] Yahudilerin Taşkınlıklarıyla ilgili olarak Ahmed Kalkan hocanın, Kur’an’da Yahudilerin 80 Özelliği kitapçığına bakılabilir.
[7] (Müslim)
[8] Son Peygamber, Muhammed Ebû Zehra, İ’htisam Yay. 1. Cilt, Sahife, 180.
[9] Bakara, 143
[10] Mâide, 54.
[11] Mâide, 67
[12] Allah Rasûlü’nin söylediği rivayet edilen bu sözden şöyle bir mana çıkarmak doğru olmaz. Bedir savaşına katılan tüm sahabelerin her ne günah ve şirk işlerlerse işlesinler Allah’ın kendilerini bağışlanacağı anlamı çıkmaz. Bu sözden; Bedir savaşına katılan kimselerin dereceleri, imanları uğruna ölümü nasıl göze aldıklarına işaret ederek onların faziletlerine vurgu yapmak, ayrıca gösterdikleri fedakârlıklardan dolayı Allah’ın kendilerini bağışlmasının söz konusu olabileceğini Allah Rasûlü’nün bir temennisi şeklinde anlamak daha doğrudur.
[13] Konuyla ilgili olarak Bakara Sûresi, 175-278. Âyetlere bakınız.