Asım Şensaltık

Asım Şensaltık

Hamd âlemlerin Rabbi, meliki, tek ilâhı olan Allah’adır. Salât ve selâm tüm peygamberlerimize, Efendimiz Hz. Muhammed (s.a.v.)’e, o’nun ailesine ve o’na en güzel şekilde tabi olan tüm mü’minlerin üzerine olsun!

Yüce kitabımız Kur’an-ı Kerim’e bir göz gezdirdiğimizde bizden önceki ümmetlerin vasat çizgiyi koruyamayarak ifrat ve tefrit noktalarına savrulmalarının nice örnekleriyle karşı karşıya kalıyoruz. Geçmiş toplumlar, kendilerine vahiy gönderilerek vasat çizginin, yani doğru inanç ve davranışların neler olduğu bildirildiği halde çeşitli saikler sebebiyle vahyin kendilerine bildirdiği vasat çizgiyi koruyamayarak ifrat ve tefrit uçlarına sürüklenmişlerdir.

Biz bu yazımızda tarihi süreç içerisinde ve günümüzde Müslümanların inanç ve davranışları yönüyle özellikle de bazı meselelere yönelik aşırı hassasiyet göstermeleri lakin diğer bazı meselelere karşı ise duyarsız kalmaları konusunda sürüklenmiş oldukları ifrat ve tehdit çizgilerine atıfta bulunarak Müslümanlara karşı uyarı vazifemizi yapmak istiyoruz.

Giriş

Rabbimiz kitabında, Ehl-i kitaba -yani bizden önceki kendilerine kitap gönderilmiş olan ümmetlere- seslenerek şöyle buyurmuştur: , قُلْ يَٓا اَهْلَ الْكِتَابِ لَا تَغْلُوا فٖى دٖينِكُمْ غَيْرَ الْحَقِّ  Ey ehl-i kitap! Haktan ayrılarak dininizde aşırıya gitmeyin”[1] Bu âyet-i kerimemin beyanıyla gördüğümüz üzere onların vasat çizgiyi koruyamadıklarını ve aşırıya gittikleri bize haber verilmektedir. Geçmiş ümmetlerin içerisine düştükleri bu sapmaya dikkat çekmek için Efendimiz (a.s.v.) de ashabını uyararak şöyle buyurmuştur: هَلَكَ الْمُتَنَطِّعُون Aşırı gidenler helak oldular”[2] Efendimiz bu uyarısında, dinde aşırı gitmeyi yasaklamıştır.

İnsanlığın ortak tecrübesi bize göstermiştir ki insanlar sahip oldukları çeşitli meziyetler sebebiyle süreç içerisinde vasat çizgiden yani İslâm'dan uzaklaşarak bir takım ifrat ve tefrit noktalarına sürüklenmişleridir. Vasat çizgiden yani vahyin bildirdiği hakikatlerden uzaklaşarak ulaşılan bu ifrat ve tefrit çizgileri her zaman kötü niyetlerle ulaşılan uçlar olmamıştır. Bazen insanlar çok samimiyetle de bu noktalara savrulabilmişlerdir. Ehl-i kitap içerisinde Yahudilerin; tefrit diyeceğimiz dinde aşırıya gitmelerinin daha çok dünya metaına ulaşmak için dinin çeşitli emirlerini sulandırdıklarını, yok saydıklarını, işlerine gelmeyen Allah’ın emirlerini gizleyerek savrulduklarını görmekteyiz. Hristiyanların ise Allah'a daha fazla yaklaşabilme adına Allah'ın kendilerinden istememiş olduğu birtakım ibadetler icat ederek onlarla Allah'a daha fazla yaklaşma adına ifrat diyebileceğimiz noktalara savrulabildiklerini yüce kitabınızdan görebilmekteyiz. Ehl-i kitabın bu savrulmasını Rabbimiz kitabında uzun uzadıya ve örnekleriyle gündeme getirerek onlar üzerinden bizi uyarmakta, bizlerin de aynı yanlış noktaya sürüklenmemeniz konusunda bize nasihat etmektedir.

Kur’an, İslâm ümmetinin ve Müslümanların ortak bir özelliği olarak “Ümmeten Vasatân”[3] sıfatlarını gündeme getirerek İslâm'ın diğer tüm dinler karşısında vasat çizgiyi temsil ettiğini, dolayısıyla o dinin müntesip olan Müslümanların da vasat bir inanç ve yaşama sahip oldukları gündeme getirilmektedir. Böylece Müslümanların, dinin kendileri hakkında koymuş olduğu ölçülere riayet ederek o vasat çizginin temsilcileri olmaları ve bu yönüyle de ifrat ve tefrit noktalarında bulunan insanlar için örnek ve model olmaları onlardan istenmiştir.

Hayat Kitabımızda bu konuların detaylı bir şekilde gündeme getirilmesine ve Müslümanların bu konularda müşahhas örnekler üzerinden uyarılmalarına rağmen, tarihimize baktığımızda Müslümanların da benzer uçlara savrulduklarını üzülerek de olsa görmekteyiz. Rabbimiz, insanoğlunun hayat tecrübesi olan bizden öndeki ümmetlerin bu durumlarını kitabında bizim gündemimize getirerek bizlerin de onların o tecrübelerinden istifade ederek aynı yanlışın içerisine düşmemizi engellemeye çalışmaktadır. Fakat buna rağmen, nasıl ki onlar tarihi süreçler içerisinde insan olmaları hasebiyle o yanlışların içerisine düştüler ise biz Müslümanlar da tarihi süreç içerisinde insan olmamızın tabii bir sonucu olarak onların yapmış olduğu o yanlışların içerisine düşme gafletinde bulunmuşuz. Müslümanların tarihinde de maalesef Rabbimizin beyan buyurduğu vasat çizgiyi koruyamayarak ifrat ve tefrit diyebileceğimiz noktalara savrulmaların bir hayli fazla olduğunu görmekteyiz. İnsanlar, kimi zaman çok daha fazla Allah'a yaklaşma gayesi güderek dinin kendilerinden istemediği birtakım zorlukların altına kendilerine sokmaya çalıştıklarını; bunun tam karşılığı olarak da birtakım insanların da dinin koymuş olduğu temel hükümleri görmemezlikten gelerek hareket ettiklerini görmekteyiz. Çok daha fazla dindar olma gerekçesiyle kendilerini dinin istemediği zorlukların altına sokanlar, dinde aşırı gitmeyi yani ifrat yönünü temsil ederken dinin çeşitli emirlerini sulandırarak veya geri plana atarak hayatlarında onlara yer vermeyenlerinde tefrit noktasını temsil ettiklerini söyleyebiliriz. Allah'ın kitabı her noktada bize ifrat ve tefrit noktalarında düşülen yanlışları göstermek için ilk günkü gibi tazeliğini koruyor olsa da maalesef Kur’an’la kurmuş olduğumuz ilişkinin sağlıklı olmasının bir neticesi olarak biz Müslümanlar da bu yanlışların içerisine düşmemiz mukadder olmuştur.

Allah onlara rahmet eylesin sahabe efendilerimizin din anlayışları, gelen olarak “işittik ve itaat ettik” yaklaşımıyla özetlenebilir. Onlar, Allah’ın buyrukları karşında farz, vacip, müstehap, mekruh ve haram gibi sınıflandırmalara takılmadan Allah’ın tavsiye ettiklerini güçleri oranında yapamaya çalışıyor, men ettiği şeylerden de yine güçleri oranında kaçınmaya çalışıyorlardı. Allah Teâlâ kendilerinden bir şey istediğinde Peygamberimize giderek; “Bu farz mıdır, değil midir?” diye sormuyorlardı. Allah Teâlâ’nın istediğini yapmaya çalışıyorlardı. Lakin naklî ilimler tasnif edilerek süreç içerisinde birbirlerinden bağımsız hale geldiklerinde, Müslümanlar için durum biraz değişti. Alimlerin, hakkında farz hükmü verdikleri Allah’ın emirleri önemsenirken, farz hükmü vermedikleri Allah’ın tavsiyeleri ise maalesef gereken ilgiyi görmedi. Daha doğru bir ifadeyle bu tavsiyeler insan nefsinin hoşuna gitmediği içeriklere sahip oldukları için kendilerini bu dine nispet eden çoğunluk tarafından tutulmadılar. Zaten farz olmadıklarından dolayı da yerine getirilmediğinde ahirette bir cezası da olmayacaktı. Alimlerimizin bir gereksinim olarak yaptıkları bu ilmî tasnifler ne yazıktır ki, Allah’ın hem dünyamız hem de ahiretimiz için faydalı olduğu için tavsiye ettiği nice buyruklarına karşı sanki yokmuş gibi hareket etmemize sebebiyet vermiştir. Bu âlimlerimizin yaptığı tasniflerin doğru olmadığından değil, insanların dine olan yaklaşımlarının bozukluğundan kaynaklanmaktadır.

 Sahabe efendilerimiz, her ne kadar Allah Teâlâ’ın emirleri karşısında “işittik ve itaat ettik” yaklaşımını öncelikliyor olsalar da insan olmaları sebebiyle onlar arasında da birtakım kimseler bu konuda yanlışların içerisine düşmüşlerdir. Lakin onların bu konudaki yanlış yönelimleri kendilerine hatırlatıldığı zaman o yanlıştan hemen dönerek tekrar vasat noktaya yöneldiklerini görmekteyiz. Örnek olarak Ebu Zerr ile Bilal-i Habeşî arasında geçen şu hadiseyi örnek verebiliriz:

Allah kendisine rahmet eylesin Ebu Zerr'in, Hz. Bilal'e: “Kara kadının oğlu” diyerek hakaret ettiğini, yani cahilliğe ait olan; insanları renkleriyle, dilleriyle, sol ve soplarıyla ve sosyal statülerine göre değerlendirerek değer verme yanlışlığının içerisine düştüğünü ve Bilal'in de bu duruma çok üzüldüğünü ve konuyu Resûlüllah’a (a.s.v.) götürdüğünü ve Efendimizin de Ebu Zerr’e bu davranışından dolayı: “Ey Ebu Zerr! Senin yüzünde cahiliyenin izlerini görüyorum” dediğini -çünkü bu tür yaklaşımlar İslâm'ın yasak ettiği hususlardır ki, İslâm insanları dillerine göre, renklerine göre, sosyal statülerine göre değerlendirerek ona göre değer vermeyi reddetmektedir. Bu anlamda insanları tek tarağın dişleri gibi eşit görmektedir- ve bu tepkiyi alan Ebu Zerr'in, yaptığı duruma gerekçe üretmek yerine -yani “Bilal bana şunu demişti de ben ondan dolayı ona öyle dedim” veya “o zaten öyle değil mi ki” gibi yönelimlere gitmeyerek yaptığı hatanın farkına varıp o hatadan dönerek hatasını telafi etme yoluna yöneldiğini görmekteyiz. Bilal'in kapısına giderek yüzünü kapının eşiğine koyarak: “Ey Bilal! Şu üzerinde cahiliyenin izleri bulunan yüzüme ayaklarınla bas” dediğini ve bu şekilde Bilal’den helallik almaya çalıştığı bize nakledilmiştir. Bu olay bize göstermektedir ki sahabe efendilerimiz de insan olmaları hasebiyle çeşitli zamanlar birtakım yanlışlar yapabilmişler, dolayısıyla vasat çizgiden ayrılmışlardır. Lakin kendilerine bu hataları hatırlatıldığında orada ısrar etmeyerek hemen tekrar vasat çizgiye geri dönebildiklerini görmekteyiz.

Yüce dinimiz İslâm'ı eğer kategorilere ayırmamız gerekirse, şu 4 ana kategoride toplamamız mümkündür. Bunları önem sırasına göre şu şekilde sıralayabiliriz:

  1. İnanç,
  2. Ahlâk,
  3. İbadetler,
  4.  Muamelatlar.

Bu kategorilerin tamamı İslâm’ı ifade etmektedir. Bunlardan bir tanesi olmadığından diğerlerinin hiçbir anlamı olmamaktadır. İnancın ibadetle, ibadetin ahlâkla, ahlâkın ise muamelatlarla koparılmaması mümkün olmayan ilişkisi söz konusudur.

Söz gelimi, sahih bir iman olmadan yapılan tüm ibadet geçerli değildir. İnanca şirkin bulaştığında, yani inancın Allah indinde geçerli olmadığında yapılan tüm ibadetlerin geçersiz olacaktır. Konuyla ilgili bize yol gösteren bir âyette söyle buyurulur:

وَلَقَدْ اُو۫حِيَ اِلَيْكَ وَاِلَى الَّذ۪ينَ مِنْ قَبْلِكَۚ لَئِنْ اَشْرَكْتَ لَيَحْبَطَنَّ عَمَلُكَ وَلَتَكُونَنَّ مِنَ الْخَاسِر۪ينَ

“(Resûlüm!) Şüphesiz sana da senden öncekilere de şöyle vahyolunmuştur ki: Andolsun (bilfarz) Allah'a ortak koşarsan, işlerin mutlaka boşa gider ve hüsranda kalanlardan olursun!”[4] Görüldüğü üzere, imana şirk bulaştırılması durumunda kişinin yaptığı tüm amellerin boşa gideceği ifade edilmektedir. Buda bize, ibadetlerle inanç arasındaki kopması mümkün olmayan bağı ifade etmektedir.

Müslümanların tarihine baktığımızda bazı zamanlar, belirli şahıslar veya zümreler tarafından bu kategorilerden birinin veya bir kısmının ön plana çıkarılarak tüm dini anlayışların bu eksende anlaşılmaya başlandığını, diğer alanların ise geri planda kaldığı veya çoğunlukla da yok sayıldığı gerçeği ile karşı karşıya kalıyoruz.

Gerek tarihimizde gerekse de geldiğimiz durumda kendilerini bu dine müntesip gören kimselerin bir kısmının, dinin akideye dayanan konularını önceliklerken ahlâkî konularını ihmal ettiğini, ya da akidedeki duyarlılıklarının ahlâkî konularda olmadığını üzülerek de  olsa görmekteyiz.

Konuyu örneklendirmeye geçmeden önce hakka tanıklık etmek ve adil şehitlik yapması gereken bir Müslüman olarak şu hatırlatmayı yapmam gerektiğine inanıyorum. Biz örnekleri verirken kastımızın ekolleri ve müntesiplerinin tümüyle eşit görerek yargılarımızı bunun üzerinden yaptığımızı düşünmemenizi rica ediyoruz. Çeşitli konularda vasat çizgilerini koruyamadığını düşündüğümüz ekollerin içinde bulunan veya o ekollere müntesip kabul edilen insanların hepsi her konuda eşit değillerdir. Bu ekoller içinde vasat çizgiyi temsil eden nice güzide âlimler ve Müslümanlar da elbette vardır. Bizim bu yazımızda ifade edeceğimiz hususlar ise çoğunlukla öne çıkan ve çoğunluğun yönelimleri üzerinden örneklendirme yapmaktır.

Tarihi Süreç İçerisinde Dini Konulardaki Duyarlılıklarda İfrat ve Tefrit

Kelamî Konulara Karşı Duyarlılık

Kelamî konulara yoğunlaşan ilim sahibi insanların, diğer ilim dallarına yönelik olarak hafife alıcı nice ifadeler kullandıklarına yazılan kitaplarda şahit olmaktayız. Bu kimselere göre dinin en önemli konuları hiç kuşkusuz ki kelama taalluk eden konulardır. Dolayısıyla İslâm denilince ilk akla gelen konu kelam ve onun alanına giren konulardır. Bu konularla ilgilenmeyen ya da yeteri kadar ilgilenmeyen kimselerin dini doğru şekilde anlamaları ve yaşamaları mümkün değildir. Bizce de bir yönüyle bu söylenenler doğrudur. Yani İslâm'ın temel inanç meselelerini bilmeyen insanların dinin diğer alanlarıyla alakalı çok fazla malumata sahibi olsalar da istikamet üzere ve sahih iman üzere kalabilmeleri mümkün değildir. Bu sebeple de akidenin alanına giren konuları Müslümanların tabii ki öncelikli olarak bilmeleri gerekmektedir.

Müslümanların arasına felsefenin de girmesi ile beraber ortaya çıkan İslâm'ın inanç esaslarının felsefî birtakım yöntemler kullanılarak izah edilmesi olan “Kelam ilmi” acaba ne kadar Kur'an'ı koymuş olduğu ilkelere bağlı kalarak temel umdelerini oluşturabilmiş ve gelişimini de bu ilkelere bağlı kalarak sürdürebilmiştir? Ne yazıktır ki konjonktür gereği felsefe ile ilgilenen insanlara dini ulaştırmak için oluşturulmuş olan kelamî kavramlar, İslâm inanç esaslarının bırakın doğru anlaşılmasını çoğu insan tarafından adeta anlaşılmayacak bir noktalara taşımıştır. Lakin o gün kelam alimlerinin konjonktür gereği olarak kaçınılmaz olarak baş vurdukları bu yöntem, tarihin her döneminde uygulanacak tek dinî yöntemdir diye anlaşılmamalıdır. Esas olan dinin akideye taalluk eden konularının doğru bir şekilde çağın insanına taşınmasıdır. Bunu ötesinde geliştirilen yöntemler çoğunlukla belirli bir zamana ve muhatap kitleye yöneliktir. Bizler, alimlerin kullandıkları bu yöntemin faydalı olan yönlerini almalı çağımız insanına hitap etmeyen yönlerini ise bir kenara bırakmalıyız. Bütün bunlarla beraber tabii ki Müslümanların öncelikli olarak ilgilenmeleri gelen konuların başında inanca taalluk eden konular geldiğini ifade etmek gerekir. Bununla beraber din sadece bunlardan da ibaret değildir. Din bir bütündür. Akideye verilen önem diğer alanlara da aynı şekilde verilmeli ve dinin insan için koymuş olduğu inanca ve pratiğe taalluk eden meseleler hassasiyetle benimsenerek hayata taşınmalıdır.

İlmi Konulara Karşı Duyarlılık

Kimi insanlar ilmi konulara karşı duyarlılık ortaya koyarken, aynı duyarlılığı akidevî konulara veya İslâm’ı pratikte uygulama diyeceğimiz alanlarda ortaya koyamadıklarını görmekteyiz. Tarihimizde ve günümüzde de nice örneklerini gördüğümüz üzere ilimle uğraşan bazı kimselerin, adeta dini; ilim tahsil etmek ve onu korumaktan ibaret olarak gördüklerini, ilme göstermiş olduğu hassasiyeti o ilmin hayata taşınması konusunda göstermediklerine tanıklık ediyoruz. İnanca taalluk eden meseleleri maalesef göz ardı ettiklerini görmekteyiz. Veya Kur'an'da inanç konuları arasında zikredilen nice meseleyi görmemezlikten geldiklerini veya göremediklerini görebilmekteyiz. Sanki, İslâm dininin, ilimle uğraşan kimselere öğrendikleri o hakikat bilgisinin gereği olan davranışları sergilemekten muaf tutuyormuş gibi ya da tümünü uygulamaktan muaf tutuyormuş gibi bir algıya sahip olduklarını görmekteyiz.

İslâmî harekete baktığımızda çoğunlukla alimlerin, düşünce ve fikir üreten kimselerin İslâmî hareketin içerisinde yer alarak öncülük yapmadıklarını bilakis bundan geri durduklarını görmekteyiz. İlim tahsil eden kimselerin medreselere girerek İslâmî mücadelenin burada birilerine ilim öğretmekten ibaret olduğunu düşünmeleri yanlışlığına düşmektedirler. Oysaki bu kimselerin Müslümanlara öncülük ederek İslâmî mücadelenin merkezinde bulunmaları gerekmektedir. Sahip oldukları ilimin gereği olarak Müslümanlara yol göstermeliler. Yazdıklarını eylemleriyle de uygulayarak ispatlamalılar. Lakin böyle olmadığını, en azından bu şekilde olan ilim sahibi insanların hiçte sayılarının az olmadığını üzülerek de olsa görmekteyiz. Bu durum bize göstermektedir ki ilimle, o ilmin gereği olan pratikleri sergilemenin birbirinden koparılarak, bilgiyi elde etmek ve onu insanlarla paylaşmanın önemsenmekte olduğunu, o ilmin gereği davranışlar sergilenmesi ise geri plana itilmekte olduğunu üzülerek de olsa görmekteyiz.

Modernist Yaklaşımların Duyarlılıkları

Gelinen noktada batılının bize dayattığı ve bizden önce batıda Protestan mezhebinin ister bilinçli, isterse de bilinçsiz olarak Hristiyanlık için yaptığı tahrifatı, ne yazıktır ki burada da İslâm için yapmak çabasında olan nice “Modernist Müslümanlar” dini neredeyse sadece ahlâkî konulardan ibaret görmektedirler. Dinin inanca taalluk eden, sosyal hayata yönelik hükümlerinin bulunduğu yönünü ve çoğunlukla da ibadetlere yönelik emirleri yok sayılarak sadece dini belli başlı ahlâkî söylemlerden ibaret görmeye başladılar. Ayrıca dinin hukuka dair koyduğu ölçüleri de günümüz için konulmadığını, Kur’an’ın nazil olduğu zamana ait hükümler olduğunu söyleyerek onları da geçersiz saymaktadırlar. Bu hükümlerin yerine günümüzde başka hükümlerin konulması gerektiğini savunmaktadırlar. Bu kimselerde dinin ahlâkî konular dışındaki hükümlerini hemen neredeyse hiç önemli görmeyerek tefritin içine dibine kadar batmışlardır.

Tasavvufun Duyarlılık Alanları

Yine içinde yaşadığımız ülkede de bolca örnekleri bulunduğu üzere kendilerini tasavvuf erbabı olarak gören kimseler, dinin adeta dünyadan el etek çekmekten ibaret olduğunu; bir şeyh efendiye intisap etmenin zorunlu olduğunu, intisap edilen bu şeyh efendiye mutlak manada itaat edilmesi gerektiği iddia etmektedirler. Hatta bu şeyh efendinin söyledikleri ve kendisine tabi olan insanlardan yapmalarını istediği şeyler Kur’an’a ve Hz. Peygamberin pak ve temiz sünnetine ters olsa da şeyh efendiye itaat etmek gerektiğini söylemektedirler. Müridin şeyhin karşında: “Gassalın önündeki meyyit” gibi olması gerektiği iddia edilmektedir.

Tarihte, gerek sahabe arasında çıkan siyasî kavgaların bir neticesi olarak gerekse de Müslümanların dünya nimetlerine haddinden fazla yöneldiklerini gören bazı kimseler, Hz. Peygamberin de sade yaşantısının örnekliğinden yola çıkarak geliştirdikleri inzivaya dayanan yaklaşım, süreç içerisinde bazı mistik batıl dinlerin inançlarıyla da sentezlenerek yeni bir din yorumuna evrildi. Bu din yorumuna sahip olanlar da kendi din anlayışlarına sahip olmayan fıkıhçıların veya kelamcıların Müslümanlığının tam veya geçerli olmadığını iddia etmeye başladılar. Kendi doğrularını benimsemeyen, kendi yaklaşımlarını tek doğru görmeyen, kendi hassasiyetlerini önceliklemeyen Müslümanlara karşı ötekileştirici bir dil kullanmaya başladılar. Kendi yöntemleri dışındaki ilmî ve amelî yöntemleri hafife aldılar, çoğunlukla da kabul etmediler. Dinin temel referansları olan Kur’an ve sahih Sünnetin dışında bir de kendilerinin evliya dedikleri şeyhlerden zuhur ettiklerine inandıkları, ilham, keşif, rüya, keramet gibi yeni referanslar edindiler. Edindikleri bu referanslarla inanç ve amel yönüyle bir sürü bid’at ve hurafelerin dinin içerisine girmesine sebebiyet verdiler. Geliştirdikleri bu referanslarla, kendi şeyhlerinin dinî yorumlarını dinin asılları haline getirdiler. Bunları Kur’an ve sahih sünnetten deliller getirerek kabul etmeyen kimseleri hakikatten sapmış, hakikati kabul etmeye yanaşmayan kimseler olarak gördüler.

İnzivayı esas alan bu yaklaşım ilk ortaya çıktığı durumlarda masum ve dinin koyduğu sınırlar içerisinde bulunurken, tarihi süreç içerisinde maalesef bu özelliğini korumamış ve dinin sınırlarını zorlayan, hatta nice durumlarda aşındıran bir durum arz etmiştir. Bu kimselerin dünya nimetlerine karşı mesafeli durma konusunda gösterdikleri hassasiyet ne yazıktır ki ilim konusunda, İslâm’ı müdafaa etme konusunda oluşmamıştır.

Mezhebî Yaklaşımların Duyarlılıkları

Yine tarihi süreç içerisinde oluşan mezhepler, İslâm’ın kendi fikrî ve usûlî anlayışlarına tekabül eden kısımlara öncelik verip diğer konuları ise bunun bir neticesi olarak geri plana attıklarını görmekteyiz.

  • Sözgelimi tekfir konusu Haricilerin hassasiyet alanını oluşturmuştur. Sahabe arasında çıkan savaşlar, özelikle de Hz. Ali efendimiz ile Muaviye arasında çıkan Sıffın Savaşı sırasında savaşı kaybetme noktasında gelen Muaviye tarafının mızraklarını uçlarına Kur’an sahifeleri takarak gündeme getirdikleri “Aramızda Kur’an hakem olsun” sloganları neticesinde Hz. Ali efendimizin de kerhen de olsa kabul etmek zorunda kaldığı “Hakem Olayı” sonrasında “Hüküm ancak Allah’ındır” ayetini gündeme getirerek tarafları, bir insanın hakemliğini kabul ettikleri için tekfir ettiler. Tekfir etmekle kalmadılar, kanlarını da helâl gördüler. Hakem olayına karışarak kâfir olduklarına hükmettikleri taraflara suikast düzenlediler. Bunun bir sonucu olarak Hz. Ali efendimizi şehit ettiler. Büyük günah işlemeyi küfür gördüler. Sahabenin, birbirleriyle savaşmasını büyük günah olarak gördü ve tarafları tekfir ettiler. Bu konuya karşı gösterdikleri “duyarlılık” öyle bir noktaya vardı ki; tekfir ettikleri kişileri tekfir etmeyenleri de kafir görerek tekfir ettiler. Mallarını ve kanlarını helâl gördüler. Kur’an-ı Kerim ve Efendimizin sahih sünnetinde tekfire mâni olan nice delilleri ise görmezden geldiler. Dini, kendi karakterlerine ve bilgisizliğin getirdiği dar çerçevede anlayarak, daha doğru bir ifadeyle anlamayarak ifratın içerisine sürüklendiler.
  • Aklın dindeki yeri ise Mu’tezile’nin duyarlılık alnını oluşturmuştur. Öncelikle bazı köklü kültürlerin ve kadim dinlerin müntesiplerinin Müslüman olması neticesinde ve Yunan felsefesine ait eserlerin Arapçaya tercüme edilmesi neticesinde gündeme gelen sorulara cevap vermek ve dini, bu insanlar nezdinde delillendirmek için aklî yöntemlere başvurmaya başladılar. Günün şartları için gerekli olan bu yönelimler hem Mu’tezili alimlerin hem de Ehl-i Sünnet alimlerinden nicelerinin gündemlerini işgal etti ve uzunca bir zaman diliminde öncelikli mesele olma konumunu korudu. Bir tarafta Kur’an ve Sünnete ait lafızların zahiri manalarını esas gören ve onlara bağlı kalmak gerektiğini savunan bir görüş diğer tarafta da Kur’an ve sünnete ait olan bu nasların insanlara vermek istedikleri mesajın ne olduğunu öncelikleyen ve kaçınılmaz olarak aklın da merkezde olduğu bir dinî söylemi savundular. Onlar da:
  • İmamet teorisi Şia’nın duyarlılık alanını oluşturmaktadır. İlk başlarda siyasî bir yönelim olan Hz. Ali (r.a.) taraftarlığı, tarihi süreç içerisinde farklı bir dini anlama şekline bürünmüştür. Bu anlayış süreç içerisinde yöneticilerin kendilerine yaptıkları baskının da bir neticesi olarak dinî söylemini “imamet” teorisi üzerinden oluşturmuştur. Ayrıca da dinde hüccet kabul ettikleri bu imamların dini anlamda masumiyeti inancı üzerine oturtmuşlardır. Bu kimseler Hz. peygamberin soyundan gelmeleri hasebiyle Hz. Fatıma annemiz ve onun soyundan gelen kişilere din üzerinde peygamber (s.a.v.)’in din üzerindeki konumu neyse aynı konumu bu imamlara da vererek din anlayışlarını bu temele dayandırmışlardır. Bu kimsenin duyarlılık alanlarını bu temel dustur üzerinden hareketle oluşturduklarından dolayı bu konularda kendileri gibi düşünmeyenleri çoğunlukla Müslüman olarak görmemişlerdir, görenler de “gerçek Müslüman” olarak görmemişlerdir. Süreç içerisinde Müslümanların genel çizgisini takip eden yöneticilerin! bu kimselere yaptıkları baskılarla beraber adeta yeni bir dinî söylem olarak insanlar nezdinde kabul görmeye başlamış ve neticede geldiğimiz noktada dini anlama noktasında ikinci en büyük ekol haline gelmişlerdir. Bu kimseler, duyarlılık alanlarını imamet inancı üzerinden oluşturdukları için dinin konuyla ilgili bile olsa koyduğu nice hükümlerini geri plana atmak durumunda kalmışlardır.
  • Cebir konusu Cebriye’nin duyarlılık alanını oluşturmaktadır. Bu kimseler de dini anlamada duyarlılık alanı olarak Allah Teâlâ'nın tüm canlılar için koymuş olduğu ilâhî kanunların insanlar için de söz konusu olduğunu, dolayısıyla insanların, Allah'ın kendileri için belirlemiş olduğu ölçütler içerisinde hayatlarını sürdürdüklerini, yapıp ettikleri tüm söylem ve eylemlerinin Allah'ın kendileri hakkında belirlemiş olduğu ölçüler üzerinden oluştuğunu iddia etmiş ve insanın iradesini adeta geçersiz sayacak bir anlayışı benimsemişlerdir. Bu kimselere göre insanlar, Allah'ın kendileri hakkında belirlemiş olduğu kanunlar karşısında rüzgârın önündeki dalından kopmuş yaprak gibi bir konumdadırlar. Nasıl ki böyle bir yaprak rüzgâr tarafından istenildiği yöne doğru sürüklenip götürülmekte ise insan da Allah'ın belirlemiş olduğu ilâhî kanunlar karşısında bu şekilde olduğunu iddia etmişlerdir. Bu yaklaşımın bir neticesi olarak, insanların yapmış oldukları tüm davranışların da daha önceden Allah Teâlâ'nın belirlemiş olduğu ilâhî kanunlar çerçevesinde yürümektedir iddiasında bulunmuşlardır. Kur'an-ı Kerim'deki konuya temas ettiği düşünülen bir takım âyetleri bağlamlarından kopararak anlayıp ve bir duyarlılık oluşturanlar, maalesef Kur’an-ı Kerim'de insan iradesinin önemine vurgu yapan, insanların yapıp ettiği davranışlar karşısında ödül ve ceza alacağını ifade eden onlarca âyetini maalesef görmemezlikten gelmişler veya o âyetleri kendi doğrularına uymadığından dolayı tevil etme yoluna gitmişlerdir. Bu kimselerin duyarlılık olanını da Allah’ın insan kulları için mutlak kaderinin olduğu, insanın bu konuda bir iradesinin bulunmadığı hususu üzerinden oluşmuştur. Kur’an’da bulunan ve kendi din anlayışlarının muhalifi olan konuyla ilgili nice âyetleri ise görmemezlikten gelmişler veya dini anlamaya çalışırken arka plana atmışlardır.
  • Sahâbenin dindeki yeri Ehl-i Sünnet’in duyarlılık alanını oluşturmaktadır. Dinin doğru bir şekilde anlaşılması ve yaşanması için Kur'an ve Hz. Peygamberin örneklerinden sonra sahabe efendilerimizin din hakkındaki söylem ve eylemlerinin de belirleyici olduğunu, dolayısıyla bunlar görmezlikten gelinerek dinin doğru bir şekilde anlaşılamayacağı hususu da ehli sünnetin duyarlılık alanlarını oluşturmaktadır. Bu anlayışa göre dinin ilk muhatapları olduklarından ve ayrıca dini en iyi bilen ve uygulayan Efendimize talebelik yaptıklarından dolayı, dinin koymuş olduğu hükümlerin mana ve maksatlarını en iyi bilen ve uygulayan kimseler onlar olduklarından dolayı onların din hakkındaki söyledikleri ve yaptıkları dikkate alınmadan dinin doğru bir şekilde anlaşılamayacağı inancı söz konusu edilmiştir. Özellikle Şia mezhebinin hemen tüm sahabeyi, bırakın dinde müracaat edilmesi gereken kimseler olarak görmeyi, tümünü Efendimizden sonra yolundan sapan kimseler olarak görmelerinden sebep, Ehl-i sünnet bu anlayışın karşısında durarak sahabenin tümüne sahip çıkarak onların din üzerinde etkili olduklarını, onlar dikkate almadan dinin doğru bir şekilde anlaşılamayacağını ifade etmişlerdir. Yine Haricilerin sahabelerin çoğunu tekfir etmeleri sebebiyle oluşan sahabeye yönelik ithamları da ortadan kaldırmak adına sahabenin dindeki konumu üzerine yoğunlaşan Ehl-i sünnet, konuyu temel duyarlılık alanlarından bir tanesi olarak görmüştür. Bu konuda oluşturulan duyarlılık da bir başka sonunun oluşmasına sebebiyet vermiş ve tüm sahabe ayrım yapılmaksızın dini konularda hüccet görülmesi gibi bir yanlışın içine düşülmüştür. Onlarında insan olduğu ve bunun bir gereği olarak yaptıkları nice yanlışlar sanki yokmuş gibi bir anlayış sergilenmiş, binlerce insanın ölümüne sebebiyet veren sahabeler! hakkında bile bir yargıya varmak doğru görülmemiştir.
  • İman ve amel ilişkisi Mürciye’nin duyarlılık alanını oluşturmuştur: Ama kimselere göre dinin iki temel rüknü olan inanç ve davranışların birbirlerinden bağımsız olduğu, iman iddiasında bulunan bir kimsenin Müslümanlığının geçerli olduğunu ve bunu reddetmediği sürece bu kimsenin Müslüman olacağını ve Allah Teâlâ'nın Müslümanlara vaat etmiş olduğu tüm mükafatlara nail olacağı gibi bir yaklaşım sergilenmişlerdir. Bu kimselere göre iman iddiasında bulunan ve kalbi ile de onu tasdik eden bir kimse, nice Allah'ın emirlerini yapmasa ve yasakladığı şeylerden kaçınmasa da o kimse Müslüman olarak kabul edilmelidir. Çünkü imanın kalple tasdik edilmesi hususuna amellerin hiçbir etkisinin olmadığı ifade etmişlerdir. Amellerin imanı güçlendirmek, korumak ve benzeri bir etkisinin olmadığını ifade etmişler, dolayısıyla işlenen Allah'ın emirlerinin imana bir artısının olmayacağını gibi işlenen nice yanlış davranışların da imana bir etkisinin olmadığını ifade etmişlerdir. Bu yaklaşımda gerek haricilerin gerekse de şia'nın sahabeye yönelik olan ithamlarını ortadan kaldırmaya yönelik olarak gerçekleştirilmiş olsa da maalesef dinin iki temel yönü olan, inançla ameli birbirinden kopararak süreç içerisinde Müslümanlar arasında çok ciddi bir problemin oluşmasına sebebiyet vermişlerdir.- Özellikle yönetici kadroların dinin koyduğu ölçülere ters olan nice uygulamaları üzerinden oluşan tepkilerin ortadan kıldırmak için kullandıkları bir can simidi olmuştur. Yöneticilerin yaptıkları gayr-i islâmî davranışların bir neticesi olarak onların yöneticilik meşruiyetleri sorgulanması gerekirken Mürciye’nin bu hassasiyeti üzerinden İslâm nazarında da meşru oldukları kabul edilmişlerdir. Tarihin hemen her döneminde dini koyduğu sorumlulukların kendilerine zor geldiği kimseler bu dala tutunmuş, yaptıkları gayr-i islâmî yaşantılarının kendilerinin Müslümanlıklarına zarar vermeyeceğini söylemişlerdir. Bu ekol bir taraftan insanların tekfir edilmelerinin önüne set çekerken, bir taraftan da dinî pratiklerin olmadığı bir İslâm anlayışının da oluşmasına sebebiyet vermiştir.
  • Konuya bir başka örnekte olarak da Ehl-i Sünnet ekolü arasında en temel dinî yaklaşım farkı olan ehl-i rey ile ehl-i hadis’in hassasiyetlerini verebiliriz. Ehl-i Sünnete mensup olan bu iki ekol, dinî anlamaya etki eden unsurlarda farklı yöntemleri kullanmaları sebebiyle farklı sonuçlara ulaşmışlardır. Ehl-i rey dini anlamaya çalışırken dinin koymuş olduğu ilke ve prensiplerin maksatlarını anlama noktasında aklı da devreye koyduğundan, lafızlara bağlı kalmakla beraber asıl olanın lafızların işaret ettiği temel maksatlar olduğu ifade ederek dini bu çerçeve içerisinde anlamaya çalışmış ve duyarlılıklarını da burası üzerinden oluşturmuştur.

Ehl-i hadis ise dinin koymuş olduğu hükümleri, lafızlarda geçtiği üzere lafızlara bağlı kalarak anlamaya çalışmış, lafızların ibarelerini esas görmüş ve dini yaklaşımını da bunun üzerine oturtmuştur. Gerek Kur’an-ı Kerim'de, gerekse de hadis rivayetlerinde aktarılmış olan hükümleri, lafızlarına bağlı kalarak anlamaya çalışmış ve din anlayışını da bu husus üzerine oturtmuştur. Bu iki ekol arasındaki yaklaşımın sebep olduğu sonuç üzerine bir örnek verecek olursak; Ehl-i rey, Kur’an-ı Kerim'de geçen ve abdest almayı da gerekli kılan durumlarla ile ilgili olarak kullandığı; لٰمَسْتُمُ النِّسَٓاءَ “Eğer kadınlara dokunmuşsanız”[5] ifadesinden kastın cinsel ilişki olduğunu söyleyerek lafzın maksadına yoğunlaşmış, Ehl-i hadis ise bu lafzın anlamının; tenin tene değmesi olarak lafızda geçtiği gibi kabul edilmesini, dolayısıyla da bir kadının mahremi olan bir erkeğe veya bir erkeğin mahremi olan bir kadına dokunması sebebiyle abdestinin bozulacağını ve yeniden abdest alması gerektiği sonucuna ulaşmıştır. Örnek de bize göstermektedir ki bu iki ekolün dini anlama noktasında referans aldıkları unsurlar, ulaşılan sonuçların da farklı olmasına sebebiyet vermiş ve dinî duyarlılıklar da iki ekolde de farklı farklı oluşmuştur. Dini metinleri anlamada takip edilecek olgular, ekollerin duyarlılık alanlarına etki etmemiş ve gelişimlerini de bu duyarlılıklar üzerinden sürdürmüşlerdir.

Kendilerini Tevhide Nispet Edenlerin Duyarlılıkları

Gerek tarihimizde gerekse de geldiğimiz durumda kendilerini bu dine nispet eden kimselerin bir kısmı dinin akideye dayanan konularını önceliklerken ahlâkî konularını kısmen de olsa ihmal ettiğini, ya da akidedeki duyarlılıklarını ahlâkî konulara da yansıtamadıklarını görmekteyiz. Sözgelimi ufak da olsa tevhidi zedeleyeceğini düşündüğü konulara karşı göstermiş olduğu hassasiyeti, dinin kendisinden istemiş olduğu ahlâkî konulara gösteremediğini görmekteyiz. Genel olarak bu kimselerin yalan, gıybet, dedikodu, suizan ve benzeri zaaflara sahip olduklarını görebilmekteyiz. Tevhide ve şirke karşı göstermiş oldukları haklı duyarlılığın ne yazık ki onun pratikteki karşılığı olan alanlara karşı gösterilmediğini görmekteyiz. Ticaretini yaparken dinin koymuş olduğu ölçülere hassasiyetle riayet edemediklerini, bu konuda nice zaafların içerisine düşebildiklerini görebilmekteyiz. Yine içinde yaşadığımız toplumun kabulleri arasına girdiğinden dolayı başta faiz olmak üzere İslâm'ın hoş görmediği birtakım uygulamalara karşı duyarlılık göstererek direnemediklerini, direnmek bir tarafa daha önce oluşturmuş oldukları hassasiyetlerini bile muhafaza edemediklerini üzülerek de olsa görmekteyiz. Oysa ki tevhid ve şirk konularına gösterdiğimiz haklı hassasiyet kadar onun pratikteki karşılığı olan hususlara yönelik olarak da gösterebilmeliydik. Şirkten ve küfürden sakındığımız kadar aynı bilinç ve gayretle Allah'ım bize yasaklamış olduğu ve dinin hoş görmediği pratiklerden de kaçınabilmeliydik. Birçok konuda olduğu gibi bu konularda da Müslümanlar olarak zaaflarımızın olduğunu ifade etmek gerekir. Bazı alanları karşı göstermiş olduğumuz haklı hassasiyetin maalesef dinin diğer alanlarına yönelik de aynı gayret ve hassasiyetle ortaya konulamadığını müşahede etmekteyiz

 Başka bir örnek verecek olursak; tevhidi düşünceyi benimsemiş ve bu konuda hassas davranan bir Müslümanın yanında çalıştırmış olduğu işçilerine, işletmesinde kâr elde ettiği halde onların geçim şartlarını düşünmeden, devletin koymuş olduğu miktarları yeterli görerek asgar-i ücret ve benzeri kriterleri dikkate alarak maaş vermesi bir Müslümanın kabul edebileceği bir durum değildir. İşletmesinde kâr elde ettiği halde yanında çalışan işçisinin ve bakmakla yükümlü olduğu kimselerin barınma, giyim-kuşam gibi temel ihtiyaçlarını karşılayıp-karşılamamasını dikkate almadan onlara ücret vermesi kabul edilebilir bir husus değildir. Müslümanlar bu konularda da örnek kişiler olmalılar. Yanlarında çalıştırdığı kimselerin haklarını tam olarak vermeli, kendi kazançlarını her geçen gün arttırdıkları bir durumda işçilerinin geçinip-geçinemediklerini, bir lokma bir hırka ile yaşamak zorunda kalmalarına göz yummaları makul karşılanacak bir duruş değildir. Söze geldiği zaman “zalim” diyerek reddetmiş oldukları devletin veya sistemlerin, işçilere verilecek ücret konusunda belirlemiş olduğu kriterleri doğruymuş gibi görerek hareket etmek bir Müslüman için kabul edilebilir bir yaklaşım değildir. Bu yaklaşım, faydacı bir yaklaşımdan öte bir şey değildir. Birçok konuda zulüm ettiğini düşünerek reddettiğiniz bir devletin, sizin çıkarlarınıza uygun olan konularda belirlemiş olduğu kriterleri kabul etmeniz, sizin için tutarsızlıktan başka bir şey değildir. Dolayısıyla Müslümanlar başkalarının belirlediği kriterlere göre değil de İslâm'ın kendilerine kazandırmış olduğu temel değerler üzerinden hareket etmelidirler. Yarın Allah'ın huzuruna vardığında; işçilerinin kendilerinden şikayetçi olacakları bir durumla değil de bunun aksine onlara karşı göstermiş olduğu kolaylıkların karşılığını fazlasıyla rabbinden alacağı bir durumla karşı karşıya kalmayı yeğlemelidir. İşte o zaman dillendirdiğimiz tevhidi söylemlerin hem dünya da hem de ahirette karşılığı olur.

Medreselerimizin Duyarlılık Anlayışları

Konunun bir başka örnek göstereceğimiz yönü ise nice insanlarımız yıllarca medreselerde ilim tahsil ettikleri halde ne yazıktır ki dinin akideye taalluk eden meselelerini, onların güncel yansımalarını yeteri kadar fark ederek o konulara karşı gerektiği gibi bir duruş sergileyemediklerini görmekteyiz. Bu kimselerde, görmüş oldukları eğitimde, yığınlarca kitapları okuyarak onlardan ders gördükleri halde hatta o kitapların nicesini ezberledikleri bir durumda ne yazıktır ki konjonktürün ortaya çıkarmış olduğu ve akideyi de ilgilendiren konulara karşı bir duyarlılık oluşmamıştır. Hemen çoğunun ezberlemiş olduğu Kur'an'da gündeme getirilen güncel, siyasî ve tevhidî ilgilendiren konuların hemen hiç kavranmadığını ve dolayısıyla da öğrenmiş oldukları ilmi insanlara taşırken maalesef bu konuları ihmal edebildiklerini görmekteyiz.

Hemen her peygamberin, kendi yaşadığı ve peygamber olarak görevlendirdiği toplumlarda o toplumların konjonktürel olarak gündemlerini oluşturan fikrî ve amelî yönlerini de dikkate alarak tevhidi söylemi güncelleştirdikleri halde ne yazıktır ki günümüzde, kitaplar dolusu ilmi yüklendikleri halde toplum tarafından uygulanagelen ve doğru kabul edilen nice tevhide aykırı ve Kur'an'da karşılığı bulunan meseleleri kavrayamadıklarını, insanları o konularda da bilinçlendiremediklerini müşahede edebilmekteyiz. Dolayısıyla kendilerinin, ilim olarak nitelendirdikleri kitapları ve konuları tahsil etmeye verdikleri ehemmiyeti ne yazıktır ki tevhide taalluk eden meselelere karşı gösteremediklerini ya da yeteri kadar gösteremediklerini üzülerek de olsa görmekteyiz. İçinde yaşadığımız ülkede hemen birçok yapının, insanları yetiştirmek üzere Kur'an Kursları, Medreseler; hatta devletin oluşturmuş olduğu İmam Hatipler de başta olmak üzere, bu ilim yuvalarında İslâmî konuların çok boyutlu olarak gündeme getirilerek öğretildiğini lakin başta siyasal sistemin sebep olduğu tevhide ters yaklaşımlara karşı bir duruş sergilenmediğini görmekteyiz. Yine toplumların kültürel olarak atalarından devralarak getirmiş oldukları gelenekleri içerisinde bulunan ve İslâm dininin temeli olan tevhide ters veya onunla bağdaşması mümkün olmayan nice inanç ve uygulamalara karşı hemen hiçbir duyarlılık oluşturamadıklarını üzülerek de olsa görmekteyiz. Bu durum da bize göstermektedir ki insanların ilim diyerek hassasiyetle üzerinde durdukları konuya göstermiş oldukları gayret ve çabanın, o ilmin yeterince anlaşılması ve özellikle de tevhidi zedeleyen yönleri ile toplumun gündeme getirilmesi konusunda olmadığını ya da yeteri kadar olmadığını ifade edebiliriz. Birçok konuda olduğu gibi bu konuda da maalesef Müslümanların ifrat ve tertip diyebileceğimiz alanlarda bulunduklarını müşaade edebilmekteyiz.

Müslüman Yazarlarımızın Duyarlılık Anlayışları

Bir hoca efendi anlatmıştı. Yıllar önce gördüğü İslâmî tahsilden sonra İstanbul'a gelerek burada Müslümanlarla beraber bir İslâmî mücadele başlatmak istediğini ve bu sebeple de daha önce İslâmî meselelerde kendilerinden istifade etmiş olduğu yazarları ziyaret ederek onlarla beraber bu işi yapmak istediğini söylemek ve onlarla istişare etmek için bu yazarları ziyaret ettiğini ve beraberce İslâmî mücadele yapma teklifinde bulunduğunu lakin o yazarların kendisine; “Biz yazarız dolayısıyla biz yazmakla mükellefiz sizler de yazdıklarımızı uygulayın” dediklerini, dolayısıyla da bilgiye ve bilgiyi üretmeye karşı göstermiş oldukları hassasiyetin aynısını o üretmiş oldukları bilginin toplum içerisinde uygulanması ve başka insanlara da ulaştırılması konusunda gösterilmesi gereken gayret diyeceğimiz İslâmî mücadeleye gösteremediklerini, bu örnek üzerinden görmekteyiz. Maalesef Müslümanlar arasında oluşan yanlış bir algının sonucu olarak âlim denilen kişilerin, kütüphanesine çekilerek ve oradaki kitaplardan istifade ederek fikir üreten, düşünce üreten bir kimse olarak görülmektedirler. Oysa ki âlim kişi, öncelikle doğru bilgiye ulaşan sonra da o bilginin gereği olarak yapılması gereken amelleri yapan, insanlara bu konuda da öncülük eden kişidir. Dolayısıyla bilgiyi hiçbir zaman o bilginin gereği olan mücadeleyi ortaya koymaktan ayrı olarak düşünülemez. Âlim aynı zamanda bildiklerinin mücahidi, mücahitte aynı zamanda bilmesi gerekenlerin âlimi olmak durumundadır.

Seküler Çevrelerin Duyarlılık Alanları

Konuya bir başka örnek verecek olursak: İçinde yaşadığımız çağ, maalesef Batının üretmiş olduğu “değersizlikler” üzerine bina edilmiş bir çağdır. Bu çağ dini, dolayısıyla da Allah'ı üretmiş olduğu hemen tüm hususlarda görmemezlikten gelmiş bunun yerine insanın zihnini, yani aklını belirleyici kılan bir anlayışı benimsemiştir. Bu sebeple de gerek bilim dedikleri alan gerekse de onun karşılığı olarak uygulamış oldukları hemen tüm pratikler bu eksen üzerine bina edilmiştir. Seküler bir zihin inşa etmişler ve bunun karşılığı olarak da seküler bir yaşam tarzı benimsemişlerdir. Bunu oluştururken rasyonalist anlayış belirleyici olmuş, akla ve mantığa ters gelen hemen her şey yok sayılmış veya bir kenara itilmiştir.

Batıda Hristiyanlara karşı uygulanan bu yaklaşım, Batının dünya üzerindeki egemenliği sağlanınca Müslümanların yaşadığı coğrafyalara da sirayet etmiş ve Müslümanlar içerisinde de bu anlayıştan etkilenen nice kimseler olmuştur. Batının üretmiş olduğu rasyonel değerler üzerinden İslâm’ı anlamaya ve yorumlamaya çalışan insanlar türemiştir. Bu insanlar rasyonalist değerler üzerinden hareket ettiklerinden dolayı Müslümanların gelenekleri içerisinde bulunan nice uygulamayı reddetmek durumunda kalmışlardır. Hatta iş öyle bir noktaya varmıştır ki bırakın geleneği Kur’an-ı Kerim içerisinde bulunan ve rasyonel akılla da izah edilemeyen nice meseleler tarihselci (dinin hukukla ilgili koyduğu hükümleri tarihin bir dönemine has gören yaklaşım) bir yaklaşımla günümüzde geçerliliği olmayan hususlar olarak değerlendir olmuşlardır. Bu yaklaşımı benimseyen veya daha doğru gören veya da bu görüşten etkilendiği halde bunun farkında olmayan nice sözüm ona İslâmî yazar-çizer, Hoca, âlim kimseler, geleneksel yaklaşımlara karşı çok ciddi bir duruş ortaya koymuş, geleneğin yaptığı yanlışlarla yatıp kalkmaktadırlar. Hemen her program ve kaleme aldıkları yazılarında, tv. programlarında bu konu üzerine yoğunlaşmakta, kendileri gibi düşünmeyen Müslümanları hedef tahtasına koymaktadırlar.

Sözüm ona bu aydınlar! geleneğin üretmiş olduğu yanlışlara karşı bu şekilde çok sert bir duruş sergiledikleri halde ne yazıktır ki seküler dünyanın ve onların ülkemizdeki temsilcilerin üretmiş oldukları İslâm dışı nice yaklaşımlara ve uygulamalara karşı hemen hiçbir söz söyleyemediklerini görebilmekteyiz. Sözgelimi insanların hüsn-ü zanda yaklaşarak “âlim” ve “veli kul” olarak kabul ettikleri kimselerin kabirlerine karşı gösterilen aşırı derecedeki ilgiyi reddettikleri halde -ki bizde doğru görmüyoruz- ondan çok daha fazlasını bu ülkede devlet zoruyla da uygulatılan anıtkabirlere karşı gösteremediklerini, onları da gündeme getirerek Müslümanların bu tür kabirlere ihtiramı ve heykeller karşısında tazimde bulunmayı da reddetmeleri gerektiklerini hemen hiç gündemlerine getiremediklerini görmekteyiz.

Geçmişte alimlerin Kur'an âyetlerini anlamaya çalışırken -bu kimselere göre- yaptıkları hataları sürekli gündeme getirdikleri halde içinde yaşadığımız cahiliyenin dini tümüyle hayatın dışına iten, onu insan vicdanına ve camilere hapseden anlayışlarına karşı egemen oligarşiye karşı hemen hiçbir söz söyleyemediklerini, onların Müslümanlara verdikleri zararı gündeme getiremediklerini, insanları nasıl İslâm’dan kopararak laiklik, demokrasi ve benzeri batıl ideolojilerin kurbanı haline getirdiklerini hemen hiç dillendirdiklerini görememekteyiz. Hatta bırakın bunları gündeme getirmeyi bu tür anlayışları halka zorla dayatan kimselerin anıldığı çeşitli günleri vesile kırarak onlara rahmet okuduklarını görebilmekteyiz.

Bu durum da bize şunu göstermektedir ki; insanlar bazı kimselerin oluşturmuş olduğu yanlışlara karşı çok katı ve sert dururken ne yazık ki ondan daha kötü sonuçlar ortaya çıkarabilecek anlayışları benimseyen fakat kendileri gibi seküler değerleri benimsemiş kimselere karşı aynı duyarlılığı gösteremediklerini, dolayısıyla da bu konuda ifrat ve tefriti temsil ettiklerini üzülerek de olsa görmekteyiz.

Modernist düşünceye sahip olan bu insanlar, Kur'an'da gündeme gelen insanlar arası ilişkilerdeki ahlâkî konuları sürekli gündeme getirerek adete İslâm'ın sadece bunlardan ibaretmiş gibi gösterdiklerini, lâkin dinin “hudûdullah” olarak isimlendirdiği anlamdaki hukuksal düzenlemeleri görmemezlikten geldiklerini, hatta onun tarihselci ve yaklaşımla tarihe gömdüklerini görebilmekteyiz. Bu kimselere göre Kur'an'ın tanımladığı mümin; insanlar arasındaki ilişkilerde ahlâkî kriterlere göre hareket eden kimsedir. Oysa ki Kur'an-ı Kerim, öncelikle akide başta olmak üzere bununla beraber ibadetler aynı şekilde belirlenen hukukî muayideler ve ayrıca ahlâkî konular olmak üzere bir bütün olarak görmekte, bunların tümünü kabul eden ve gücü oranında yaşayan kimseleri müminler olarak görmektedir. Ne yazık ki modernist bir yaklaşıma göre, sanki dinin diğer alanları önemsizmiş gibi görünmekte varsa-yoksa dinin sadece insanlar arasındaki insanî ilişkilermiş gibi gösterilmektedir. Aslında rasyonalist yaklaşımların temel referansı olarak gündeme aldıkları ve tanrılaştırdıkları insana dair hususları ön plana çıkararak bunun haricindekileri geri plana atma yaklaşımlarıdır.

Tasavvuf Tarikatlarının Duyarlılık Anlayışları

Konuyla ilgili olarak bir başka örnekte Tasavvuf düşüncesini benimseyen insanları vermek mümkündür. Hz. peygamber döneminde sahabeler arasında münzevi bir hayata yönelim ve bunun sebep olacağı ifrat noktasına örnek olarak şöyle bir hadisenin yaşandığı rivayet edilir:

Bazı sahabeler Allah’a olan kulluklarını daha nitelikli bir şekilde sunmak isterler ve Hz. Peygamberin eşi Hz. Aişe annemizin yanına gider ve Efendimizin ibadetlerini sorarlar:

Aişe annemizde onlara Efendimizin yaptığı ibadetlerden bahseder. Lakin bu kimseler Efendimizin peygamber olması sebebiyle az da olsa ibadet yapmasının onun için yeterli olacağını, kendilerinin ise daha fazla ibadet yapmaları gerektiğini düşünürler. İçlerinden kimisi sürekli oruç tutacağını, kimisi evlenmeyeceğini, kimisi de geceleri uyumayarak sürekli ibadet yapacağını söyleyerek bir gayretin içerisine girerler.

Tâbi bunun bir sonucu olarak yöneldikleri bu alanların hayatlarına etkisi oluyor ve başta eşleri olmak üzere bu durumdan şikayetçi oluyorlar. Konu Efendimize gidince bu kimseleri çağırarak kendisinin konuyla ilgili uygulamalarını söyleyerek uyarıyor ve girdikleri bu yolun yanlış olduğunu kendilerine söylüyor. Efendimizin vefatından sonra da özellikle Müslümanlar arasında çıkan siyasî kavgalar ve dünya nimetlerinin Müslümanlara açılması sonucunda oluşan daha müreffeh bir hayat yaşama modellerini gören ve bu gidişin İslâm’ın ruhuyla bağdaşmadığını düşünen bazı kimseler tarafından benimsenen “az ile yetinme” olarak ifade edebileceğimiz “inzivayı” esas alan yaklaşımın tarihi süreç içerisinde evrilmesiyle tasavvuf meydana gelmiştir.

Tarihi süreç içerisinde az ile yetinme yaklaşımını benimseyen din ve inançlardan etkilenerek gelişen bu yaklaşım, dini sadece dünyadan el-etek çekme yaklaşımı olarak görmüş ve Allah’ın helâl yolda kazandıkları sürece insanın istifadesine verilen dünyalık nimetleri kullanmamayı esas görmüş ve bu yaklaşımını temellendirmek için de yeri geldiğinde kendi düşüncesine ters olan âyet ve hadisleri kendi düşüncelerine göre tevil etme yoluna gitmişlerdir. İnsanın en temel görevlerinden bir tanesi olan dünyevî nimetlere hükmetme ve onları insanlığın ve dinin faydasına olacak şekilde kullanma gerçeğine itibar etmeyerek iyi bir Müslümanın buralardan uzak durmasının daha doğru olacağını salık vermişlerdir.

Tasavvuf anlayışının en temel olgusu şudur desek hata etmiş olayız zannımca: Allah dostu olarak nitelendirdikleri bir Şeyhe bağlanmak ve onun gösterdiği şekilde inanmak ve yaşamaktır. Bu anlayış, dini metinler olan Kur’an ve onun pratikteki karşılığı sünneti geri plana atarak şeyhlerini birinci sıraya koymuşlardır. Dini anlama ve yaşama noktasında Kur'an'ı ve onun pratikteki karşılığı olan sahih sünneti koymak yerine bunların daha üzerine kendi Şeyhlerinin düşüncelerini ve uygulamalarını koymuşlardır. Kendi şeyhlerinin düşünceleri ve uygulamaları içerisinde Kur'an'a ve sünnete ters herhangi bir durum olduğunda normalde bir Müslümanın yapması gereken husus olarak Kur'an'ı ve sünneti referans alarak kişilere tâbi olmayı geri plan atmaları gerektiği halde onlar, Kur'an'ı ve sünneti geri plana atarak kendi şeyhlerinin düşüncelerini ön plana taşımış ve genellikle de bu durumu; “onlar Allah dostları vardır bir bildikleri” diyerek meşrulaştırma yoluna gitmişlerdir. Bu yaklaşım da süreç içerisinde kendi dini anlama biçimini oluşturmuş ve dinin temel kaynakları arasına Kur'an ve sünnetin haricinde ayrıca şeyhlerin merkezde olduğu; ilham, keşif ve rüyalarla elde edilen bilgileri de eklemişlerdir. Böylece de inanç ve uygulamaları arasında Kur'an ve sünnete dayanmasa da şeyhlerin, “bize ilham edildi” dedikleri veya riyazetle uğraşırken kendilerinden sudur eden veya rüyada gördükleri hususları da dinin referansları olarak görmüş ve din anlayışlarını bunlara dayandırmışlardır.

Dolayısıyla tasavvuf düşüncesine sahip olan kimseler Kur’an ve sünnette kendilerine referans olabilecek bir takım ayet ve hadisleri ön plana çıkarmış bunun ötesinde olan, kendi düşüncelerini tekzip eden, pratikte kendi düşüncelerine uymayan nice dini referansları ise geri plana atmışlardır. Dini, varsa-yoksa Allah'ın veli kulları dedikleri insanların merkezde olduğu ve olabildiğince dünya nimetlerinden el-etek çekmekle alakalı olduğu gibi bir yanlışın içerisinde düşmüşlerdir. İnzivaya ve ayrıca da ibadetlere göstermiş oldukları ehliyetin aynısını akidevî ve ilmî konulara göstermemişlerdir. Kur’an’dan referans alınmayan bir akide ve ilimden yoksun olan inanç ve uygulamalar da süreç içerisinde birçok sapmanın meydana gelmesine sebebiyet vermiştir. Dinin dünyevileşmeye karşı olan uyarılarını ön plana taşımaları güzel ve bazı aşırılıklarla beraber olumlu karşılanabilirken dinin akide ve ilmî konularına ehemmiyet göstermemeleri yönüyle de tefriti temsil etmektedirler.

Örnekleri çoğaltmak elbette mümkün, lakin konunun anlaşılması için bu kadarının yeterli olduğunu düşünüyorum. Konuyla ilgili Kur’an’dan birkaç âyet zikrederek ve Kur’an’ın bir Müslümanın üstün kılacak hususlar olarak gündeme getirdiği konulara vurgu yaparak konuyu tamamlamaya çalışacağım.

اَفَتُؤْمِنُونَ بِبَعْضِ الْكِتَابِ وَتَكْفُرُونَ بِبَعْضٍۚ فَمَا جَزَٓاءُ مَنْ يَفْعَلُ ذٰلِكَ مِنْكُمْ اِلَّا خِزْىٌ فِى الْحَيٰوةِ الدُّنْيَاۚ وَيَوْمَ الْقِيٰمَةِ يُرَدُّونَ اِلٰٓى اَشَدِّ الْعَذَابِۜ وَمَا اللّٰهُ بِغَافِلٍ عَمَّا تَعْمَلُونَ

“Yoksa siz kitabın bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? İçinizden bu şekilde davranan birinin dünya hayatındaki cezası ancak rezil rüsvâ olmaktır; kıyamet gününde ise onlar azabın en şiddetlisine itilirler. Allah sizin yapmakta olduğunuzdan habersiz değildir.”[6]

Bu âyet-i kerime bize göstermektedir ki kendilerine kitap verilen Yahudiler, Allah'ın kendilerine göndermiş olduğu kitabın birtakım hükümlerini ön planda tuttuklarını lakin birtakım hükümlerini sanki yokmuş gibi hareket ettiklerini dolayısıyla da bunun kitabın bir kısmına iman etmek bir kısmını ise inkâr etmek anlamına geldiğini hatırlatmakta ve böyle hareket edenlerin dünyada ve ahirette karşı karşıya kalacakları akıbet gündeme taşınmaktadır. Bu âyet-i kerime, biz Müslümanlara Yahudilerin yaptığı yanlışın içerisine düşmeyerek Kitab-ı Kerim'de Rabbimizin gündeme getirmiş olduğu tüm emir ve prensiplere karşı veya nehiylere karşı hassasiyet göstererek tümünü uygulama çabası içerisine girmemizi ve kitabın tümüne iman ettiğimizi amellerimizle/davranışlarımızla da göstermemiz gerektiğini hatırlatmaktadır. Konumuza yönelik olan husus ise şurasıdır ki; Allah-u Teâlâ'nın birtakım emirlerini ön plana çıkarıp dini sadece bunlardan ibaretmiş gibi görüp, diğer birtakım emirlerini de geri plana atıp sanki yokmuş gibi hareket etmenin pratikteki karşılığı olarak ayette gündeme gelen “kitabın bir kısmına iman edip bir kısmına iman etmemek” anlamına geldi hatırlatılmaktadır. Dolayısıyla da biz Müslümanların, dine bu şekilde parçacı yaklaşarak ya da Filin bir tarafından tutarak o parçayı fil olarak görmektense Kur'an'a bütünsel olarak yaklaşıp bizler için vazedilen tüm hükümleri uygulama konusunda bir duyarlılık ortaya koymalı ve gücümüz nispetinde de bunları yapabilmeliyiz. Böyle olmadığı takdirde ayet-i kerimenin Yahudiler için gündeme getirmiş olduğu dünyevî ve uhrevî akıbetin bizler için de söz konusu olacağı hatırlatılmaktadır.

İslâm dini kendi müntesiplerinden, ortaya koymuş olduğu tüm hüküm ve prensipleri kalpten benimsemelerinin ve güce oranında bu hüküm ve prensipleri hayatında uygulamaları ister. Lakin tarih boyunca kendilerini İslâm'a nispet eden Müslümanlar bu konuda hep aynı duyarlılığı gösterememiş, çeşitli sebeplerden dolayı dinin birtakım emir ve hükümlerini ön plana çıkarılarak onları hassasiyetle uyguladıkları gibi bir takım emir ve prensipleri de maalesef geri planda atılmış veya sanki yokmuş gibi hareket etmişlerdir. Tabii bu durumun oluşmasında her kesimin konjektürel olarak gündemlerinde olan meselelerin etkili olduğu bir gerçektir.

Allah onlara rahmet eylesin! Sahabe efendilerimiz genel itibarıyla Allah'ın emir ve hükümleri karşısında “işittik ve itaat ettik” diyerek teslimiyet gösterdikleri gibi özellikle de yeni İslâm’la tanışan çeşitli topluluklar aynı hassasiyeti göstermeyerek Müslüman olurken Hz. Peygamber Efendimizle dinin hükümleri konusunda pazarlık yapma yarışına girmişlerdir. Bunların en meşhurlarından ve en son gelen heyetlerden birisi olan Taif Kabilesidir. Bu kabile Müslüman olmaları karşılığında Hz. Peygamberden dini hükümleri konusunda kendilerine birtakım ayrıcalıklar tanımasını istemişlerdir. Putlarına dokunmamasını, faizi kendilerine yasak etmemesini, zinanın yasak olmamasını, namaz kılmaktan muaf tutulmalarını, zekât vermemelerini vb. birtakım taleplerde bulunmuşlardır. Lakin Hz. Peygamber (s.a.v.) bu konudaki pazarlıklara, İslâm dininin kapalı olduğunu beyan etmek adına onların bu taleplerini kabul etmemiş, Müslüman olacaklarsa dinin koymuş olduğu tüm hükümleri kabul etmeleri gerektiğini onlara beyan etmiştir. Dolayısıyla Taif Heyeti üzerinden de gördüğümüz gibi bazı insanlar özellikle kendi gelenek ve göreneklerine ters olduğunda, nefislerine ağır gelen birtakım durumlar ortaya çıktığında dinin bu yönde koymuş olduğu hükümlere karşı kabullenme konusunda zorlandıklarını, hatta kabul etmeye yanaşmadıklarını görmekteyiz.

Geldiğimiz noktada da insanlarımız söylem olarak olmasalar da eylem olarak benzer bir durumu ortaya koyduklarını üzülerek de olsa görmekteyiz. İnsanlarımız, kendilerine İslâm'a nispet ettikleri halde İslâm'ın hayatımızla ilgili koymuş olduğu hüküm ve kuralları bir kısmını uygulamaktan kaçındıklarını dolayısıyla nefislerinin hoşuna giden hükümleri kabul ettiklerini fakat diğer hükümleri ise hayatlarından çıkardıklarını görmekteyiz. Oysaki İslâm'ın temel düsturu şuydu: Allah Teâlâ'nın göndermiş olduğu tüm haber ve hükümleri kalpten tasdik etmek, dil ile ikrar etmek ve güç oranında o hükümleri ayrım gözetmeksizin hayatta uygulama çabası içerisinde olmaktı. Dini kendisinden istemiş olduğu tüm hükümleri gücü oranında uygulamaya çalışan kişilere Rabbimiz mümin demekte ve onlar için hem dünyada hem de ahirette kurtuluşun olacağı ifade edilmektedir.

وَمِنَ النَّاسِ مَنْ يَعْبُدُ اللّٰهَ عَلٰى حَرْفٍۚ فَاِنْ اَصَابَهُ خَيْرٌۨ اطْمَاَنَّ بِه۪ۚ وَاِنْ اَصَابَتْهُ فِتْنَةٌۨ انْقَلَبَ عَلٰى وَجْهِه۪۠ خَسِرَ الدُّنْيَا وَالْاٰخِرَةَۜ ذٰلِكَ هُوَ الْخُسْرَانُ الْمُب۪ينُ

“İnsanlardan kimi Allah'a yalnız bir yönden kulluk eder. Şöyle ki: Kendisine bir iyilik dokunursa buna pek memnun olur, bir de musibete uğrarsa çehresi değişir (dinden yüz çevirir). O, dünyasını da, ahiretini de kaybetmiştir. İşte bu, apaçık ziyanın ta kendisidir.” (Hac. 11) Âyetin de ifade ettiği gibi insanlardan bir kısmı -ki insanların çoğunu maalesef bu insanlar oluşturmaktadır bunlar- Allah Teâlâ'ya bir yönüyle kulluk/ibadet edip hayatın diğer yönlerinde O’nu dikkate almadan bir hayat yaşamaktadırlar. Veya Allah'ın göndermiş olduğu hak ölçüleri dikkate almadıklarından dolayı kendi üretmiş oldukları batıl anlayışların girdabında kalarak, Allah'ın razı olmayacağı şeyleri yaptıklarından dolayı Allah Teâlâ bu yaptıklarını kendisine kulluk olarak görmemektedir. Dolayısıyla bu kimselerin Allah Teâlâ'nın muradına uygun olan yaptıkları davranışları kendisine kulluk olarak kabul ettiği gibi muradına uygun olmayan davranışları ise kendisine yapılan kulluk kapsamının dışında tutmaktadır. Biz müminlerden istenen ise Allah'a bir yönüyle değil hayatın tüm yönleriyle ibadet ederek hayatımızı O’nun bize göstermiş olduğu istikamette yaşayabilmemizdir.

Müminleri Üstün Kılan Özellikler

Yüce dinimiz İslâm öncelikli olarak bizden göndermiş olduğu dine iman etmemizi istemekte ve inanç esası olarak belirlemiş olduğu tüm ölçülere bağlı kalmamızı istemektedir. Bu şekilde dinin göndermiş olduğu tüm inanç esaslarını kabul eden kişilere mü’min denilmektedir. Fakat Rabbimiz, müminlerin tümünü eşit görmeyerek onlar içerisinde kendisinin razı olduğu, kendilerini övdüğü müminler olduğu gibi kendilerini kınadığı, uyardığı müminler de söz konusu olabilmektedir. Biz müminler, Allah'ın kendilerini övdüğü müminlerden olma çabası içerisinde olmalıyız. Bu yönüyle Kur’an-ı Kerim'de, daha üst mertebelerde olan müminlerin üç özelliği gündeme getirilmektedir. Bu özelliklere sahip olan müminlerin, sahip olmayan müminlerden daha üstün oldukları vurgulanmakta ve bizlere de hedef olarak bu özelliklere sahip olmamız gerektiği gösterilmektedir.

Bunları izah etmeye geçmeden önce tekrar altını çizerek ifade ederim ki bir kişinin bu özelliklere sahip olarak Allah katında da üstün bir kimse olabilmesi için öncelikle sahih bir inanca, yani şirkten arınmış bir şekilde Allah iman etmesi gerekmektedir. Rabbimiz Kitab-ı Kerim’inde konu ile ilgili olarak bizi uyarmaktadır. Sahih bir akideye sahip olmayan kimselerin yapıp-ettikleri tüm davranışların boşuna olduğunu ve yaptıkları bu davranışların kendilerine ateşinin azabından korunmak için yeterli olmayacağını ifade ederek uyarmaktadır. Dolayısıyla bir Müslümanın öncelikli olarak dikkat etmesi gereken husus akidesini sahih hale getirmek, tümüyle şirkten arınabilmek olmalıdır. Konuyla ilgili olarak Rabbimiz şu şekilde buyurmaktadır:

اِنَّ اللّٰهَ لَا يَغْفِرُ اَنْ يُشْرَكَ بِهٖ وَيَغْفِرُ مَا دُونَ ذٰلِكَ لِمَنْ يَشَٓاءُۚ وَمَنْ يُشْرِكْ بِاللّٰهِ فَقَدِ افْتَرٰٓى اِثْمًا عَظٖيمًا

“Allah kendisine ortak koşulmasını asla bağışlamaz; bundan başkasını dilediği kimse hakkında bağışlar. Allah’a ortak koşan kimse büyük bir günah işleyerek iftira etmiş olur.”[7]

وَلَقَدْ اُو۫حِيَ اِلَيْكَ وَاِلَى الَّذٖينَ مِنْ قَبْلِكَۚ لَئِنْ اَشْرَكْتَ لَيَحْبَطَنَّ عَمَلُكَ وَلَتَكُونَنَّ مِنَ الْخَاسِرٖينَ

“Sana ve senden öncekilere şöyle vahyedildi: Eğer Allah’a ortak koşarsan bilmiş ol ki yaptıkların boşa gidecek ve mutlaka hüsrana uğrayanlardan olacaksın.”[8]

Birinci Özellik: İlim

Kur'an'ın bir mü’mini diğer mü’minlerden üstün kılan özellik olarak gündeme getirdiği hususlardan bir tanesinin “ilim” olduğunu ifade edebiliriz. “Malum olanı olduğu hal üzere bilmek” olarak tanımladığımız ilim, bir mü’mini bu özelliği üzerinde taşımayan diğer mü’minlerden üstün kılan en önemli özelliklerden bir tanesidir. Doğru bilgi hem dinî meselelerde hem de dünya hayatına yönelik olan meselelerde doğruya ulaşmanın tek yoludur. Yanlış bilgi insanı yanlış sonuçlara götürürken doğru bilgi de insanı doğru sonuçlara ulaştırır. Bu yönüyle mü’minler olarak hem dinî konularda hem de dünyaya ait olan konularda doğru bilgiye ulaşmak bizlerin en öncelikli vazifelerimizden birisi olduğunu unutmamalıyız. Bu arada “dinî” ve “dünyaya ait” melerler derken konunun anlaşılması için bu tanımları kullandığımızı, yoksa esasında dinî olan ve olmayan diye bir ayrımın doğru olmadığını, eğer bir ayrım yapılacaksa bunun “aklî” ve “naklî” ilimler diye ayrılmasının daha isabetli olacağını düşünüyoruz. Allah indinde üstün mü’minlerden olmak istiyorsak Rabbimizin bize beğen buyurduğu hakikat ilmini Kitab-ı Keriminden yola çıkarak kavramalı ve işe öncelikli olarak doğru bilgi elde etmekten başlamalıyız. Rabbimiz ilmin en sağlam kaynağı olan kitabımızda konuyla ilgili olarak şu şekilde buyurur:

قُلْ هَلْ يَسْتَوِي الَّذ۪ينَ يَعْلَمُونَ وَالَّذ۪ينَ لَا يَعْلَمُونَۜ

“De ki: Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Doğrusu ancak akıl sahipleri bunları hakkıyla düşünür.”[9]

İkinci Özellik: Takvâ

Yüce dinimiz olan İslâm'ın bizi üstün kılan özellikler olarak hedef gösterdiği ikinci bir özellik ise “takvâ” sahibi olma özelliğimizdir. Allah'a karşı sorumluluk duygusu içerisinde olmak, ondan hakkıyla sakınmak, onun emir ve buyruklarına riayet etmek, dinin hoş görmediği tüm davranışlardan sakınmak olarak nitelendireceğimiz takvâ özelliği de bir Müslümanda bulunması gereken en önemli özelliklerden bir tanesidir. Takvâ sahibi bir mümin, Allah'ın yasaklamış olduğu şeylerden sakınıp emrettiği şeyleri de yerine getirme çabası içerisinde olduğu gibi dinin hoş görmediği lakin haram da demediği hususlardan da sakınarak kendini koruyan, Kur'an'da tavsiye edildiği halde alimler nezdinde farz olarak görülmese de Allah Teâlâ'nın tavsiyelerinin tümüne riayet ederek yerine getirme çabası içerisinde olmalıyız. Dinin şüpheli gördüğü hususlardan da sakınabilmeli, yine dinin tavsiyeleri arasında bulunan ve Efendimizin (a.s.v.) uygulamış olduğu sünnetlerde de azami derecede uyma çabası içerisinde olmalıyız. İşte bu durum bizi takva sahibi bir mü’min yapar. Rabbimizin indinde de takva sahibi olan mü’minler, takva sahibi olmayan mü’minlerden daha üstündürler. Konuyla ilgili bir âyet-i kerimde şöyle buyurulur:

يَٓا اَيُّهَا النَّاسُ اِنَّا خَلَقْنَاكُمْ مِنْ ذَكَرٍ وَاُنْثٰى وَجَعَلْنَاكُمْ شُعُوبًا وَقَبَٓائِلَ لِتَعَارَفُواۜ اِنَّ اَكْرَمَكُمْ عِنْدَ اللّٰهِ اَتْقٰيكُمْۜ اِنَّ اللّٰهَ عَل۪يمٌ خَب۪يرٌ

“Ey insanlar! Doğrusu biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Ve birbirinizle tanışmanız için sizi kavimlere ve kabilelere ayırdık. Muhakkak ki Allah yanında en değerli olanınız, O'ndan en çok korkanınızdır. Şüphesiz Allah bilendir, her şeyden haberdardır.”[10]

Üçüncü Özelik: Mücadele Ehli Olmak

Yine dinimizin bize göstermiş olduğu ve bir mü’mini diğer mü’minlerden üstün kılan bir başka özellik de mücadele ehli olmasıdır. Yani Rabbinin kendisinden istemiş olduğu gerek bireysel gerekse de toplumsal tüm sorumluluklarını yerine getirmek için bir çaba ve gayret içerisinde olmasıdır. Kur’an’ın mü’minleri gündeme getirdiği hemen her âyetinde amele de vurgu yapması bu gerçeğin ilanı gibidir. Allah’ın kendilerinden razı olduğu, cennetiyle müjdelediği mü’minlerin salih amel işleyen kimseler olduğu vurgulanmaktadır. Salih ameller hem kişinin bireysel yapması gereken davranışları konu aldığı gibi kişinin toplumsal manada yapması gereken davranışlarını da içine alan bir tanımlamadır.

Gerek kötülükleri toplumdan söküp atmak gerekse de iyilikleri topluma hâkim kılmak için gücü oranında sorumluluklar hakkıyla kuşanan kişi olmanız, dinimizin bizden istemiş olduğu bir başka sorumluluğumuzdur. Bu sorumluluk sahibi olan kimseler dinin kendilerinden istemiş olduğu toplumsal vazifelerini yerine getirirken kimi zaman vaktinden, kimi zaman sahip olduğu mallardan ve yeri geldiği zaman da canından bile vazgeçerek mücadelesini sürdürmelidir. Yine Rablerinin kendilerinden istediği bireysel sorumluluklarını da yerine getirmek için güçleri oranından bir çaba içerisinde bulunmalıdırlar. Rabbimiz, böyle olan mü’minlerle olmayan mü’minleri bir görmemekte, mücadele ehli olan mü’minleri diğerlerinden daha üstün görerek onlardan razı olduğunu ifade etmektedir. Konuyla ilgili olarak Rabbimiz Kitab-ı Keriminde şu şekilde buyurmaktadır:

فَضَّلَ اللّٰهُ الْمُجَاهِد۪ينَ بِاَمْوَالِهِمْ وَاَنْفُسِهِمْ عَلَى الْقَاعِد۪ينَ دَرَجَةًۜ وَكُلًّا وَعَدَ اللّٰهُ الْحُسْنٰىۜ وَفَضَّلَ اللّٰهُ

“Allah, malları ve canları ile cihad edenleri, derece bakımından oturanlardan üstün kıldı. Gerçi Allah hepsine de güzellik (cennet) vadetmiştir; ama mücahidleri, oturanlardan çok büyük bir ecirle üstün kılmıştır.”[11]

Bir kimse ilim tahsil etmeden takva sahibi olacağım derse bu durumda ancak şeytanın maskarası olur. Tarihi süreç bize göstermiştir ki; Kur’an ve sahih sünnetin ölçülerini belirlediği dini, yeteri kadar bilinmediği bir durumda, takva sahibi olacağız diye yola çıkanların İslâm’ın sınırlarını zorlayarak, zaman zaman da dışına çıkarak, mistik dinlerden de etkilendiklerini ve pratikleri arasına bu dinlerin uygulamalarını aldıklarını görmekteyiz. Gerek inanç yönüyle gerekse de pratikler yönüyle Kur'an ve sünnetle örtüşmeyen birtakım uygulamaların takva adı altında Müslümanların pratikleri arasına girdiklerini müşahede etmekteyiz. Bunun en temel sebebi İslâm'ın temel bilgi kaynakları olan Kur'an ve sünnetle olan irtibatın yeteri kadar sağlanmaması, onların bize sunmuş olduğu ilmî birikimi yeteri kadar kuşanmamamızdan kaynaklanmaktadır. Eğer bizler, İslâm'ı bize sunmuş olduğu bilgiyi referans edilmiş olsaydık, bunun bir neticesi olarak Allah'a daha fazla yaklaşmak için göstereceğimiz çabanın bu ilmî birikime ters olmaması gerektiğini de bilir ve dolayısıyla İslâm'ın temel bilgi kaynaklarına ters olan inanç ve uygulamalardan şiddetle sakınmaya çalışırdık. Ne yazık ki bu konuda çok hassasiyet gösteremediğimizden dolayı takva adı altında İslâm'ın makul karşılamayacağı bir netice ile karşı karşıya kaldık. Bugün İslâm’ın takva, ahlâk vb. yönlerini temsil ettiği iddia edilen tasavvuf ehlinin inanç ve pratiklerine bir baktığımızda görmekteyiz ki bu kesim -tasavvuf ehlinin hepsi böyle olmasa da özellikle ülkemizde kendilerini bu anlayışa müntesip görenlerin- adeta şeytanın maskarası konumuna düştüklerine şahitlik etmekteyiz. Bu yönüyle ilimle takva, tabii ki takva ile de mücadele birbirleriyle çok yakın ilişkisi olan dinin temel yönlerini temsil etmektedirler.

            Takva sahibi olmayan bir âlim veya elde edilen ilim, kişiye istikamete ulaştıramayacağı gibi ilimden yoksun bir takva da kişiye istikametten uzaklaştırmaya yetecektir. Bunun gibi ilimden yoksun mücadele de insanı nice yanlış pratiklerin içerisine sürükleyeceği gibi mücadeleden yoksun olan ilim de insanları “söylem adamı” haline getirip, söyleyen lakin yapmayan, sözüyle sözünün bir olmadığı bir insan şekline getirecektir. Rabbimizin Ehl-i Kitap üzerinden bizi uyardığı şu âyet-i kerimede buyurduğu gibi:

 مَثَلُ الَّذ۪ينَ حُمِّلُوا التَّوْرٰيةَ ثُمَّ لَمْ يَحْمِلُوهَا كَمَثَلِ الْحِمَارِ يَحْمِلُ اَسْفَارًاۜ بِئْسَ مَثَلُ الْقَوْمِ الَّذ۪ينَ كَذَّبُوا بِاٰيَاتِ اللّٰهِۜ وَاللّٰهُ لَا يَهْدِي الْقَوْمَ الظَّالِم۪ين

“Tevrat'la yükümlü tutulup da onunla amel etmeyenlerin durumu, ciltlerce kitap taşıyan merkebin durumu gibidir. Allah'ın âyetlerini yalanlamış olan kavmin durumu ne kötüdür! Allah, zalimler topluluğunu doğru yola iletmez.”[12]

Yine takvadan soyutlanmış bir mücadele kişiye nice yaşadıkların içerisine sürükleyecek mücadele yapıyorum, cihat yapıyorum diye nice terör eylemlerini makul karşılayabilecek bir anlayışın içerisine düşebilmektedir. Oysa rabbimiz kitabında savaşırken bile ölçülü olmayı, haddi aşmamayı emretmektedir:

وَقَاتِلُوا ف۪ي سَب۪يلِ اللّٰهِ الَّذ۪ينَ يُقَاتِلُونَكُمْ وَلَا تَعْتَدُواۜ اِنَّ اللّٰهَ لَا يُحِبُّ الْمُعْتَد۪ينَ

“Size karşı savaş açanlara, siz de Allah yolunda savaş açın. Sakın aşırı gitmeyin, çünkü Allah aşırıları sevmez.”[13]

Bu sebepten dolayıdır ki, ilim, takva ve mücadele dengesini Kur'an'ın bize öğrettiği gibi, Efendimiz (s.a.v.)’ın uygulayarak bize öğrettiği gibi kavramalı ve bir Müslüman olarak bu hususların tümüne yeteri kadar önem vererek kuşanabilmeliyiz. Bilmeliyiz ki ilimden yoksun olan bir takva kişiyi istikametten uzaklaştırabileceği gibi takvadan yoksun olan bir ilim de kişiyi, söz adamı yapıp lakin sözünün adamı olmayan kimseye dönüştürecektir. Yine takvadan yoksun olan bir mücadele kişiyi istikamet üzere tutamayacak, demin de ifade ettiğimiz gibi cihat yapıyorum, mücadele ediyorum diye nice İslam'ın hoş görmediği terör olaylarını meşru göstererek uygulayabilecektir. Bunun gibi mücadeleden yoksun olan takva anlayışı da İslam'ın hedeflemiş olduğu şekilde toplum içerisinde iyiliklerin yaygınlaştırılması ve kötülüklerin önlenmesi noktasında bir işlev görmeyecek, kişi takva sahibi olacağım diye toplumdan kendisini soyutlayarak tekke ve inzivahanelere çekilecek ve orada ömrünü heba edecek bir durumun oluşmasını sağlayacaktır. Bu yönüyle de ilimle takvanın, takvayla cihadın, cihatla da ilmin kopmaz bir bağının olduğunu ve bu üç unsurun uygun bir şekilde beraberce yürütülürse ancak kişinin istikametini koruyabileceğini unutmamalıyız.

Dinî Duyarlılıklarımıza Etki Eden Sebepler

Müslümanların İslâm dinini yaşama çabası içindeyken, neden birtakım emirleri öne çıkararak hareket ettikleri halde bazı emir ve hükümlerinin sanki yokmuş gibi ya geri planda kalması ya da yok sayılması gibi bir netice ortaya çıkmıştır? Bunun sebeplerini birkaç başlık altında toplamımız mümkündür:

Öncelikli olarak ifade edelim ki bu sebeplerin etken olmasının en temel sebebi Kur’an ve sünnet dışında algımıza yön veren ve çoğunlukla içtihada konu olan hususlar olduğunu ifade etmek isterim. Kur’an ve onun pratikteki karşılığı olan sünnetin tüm Müslümanlar için dinin anlaşılmasında ilk temek kaynaklar oldukları halde, Kur’an ve sünnete yaklaşımın usûllerinin farklı olmasından kaynaklı olarak farklı sonuçlara ulaşılmıştır. Yine tarihi süreç içerisinde oluşan kültürel kabuller ve statükonun din anlayışlarının belirleyici olasıda bu durumların oluşmasında etkili olmuştur. Burada gündeme getireceğimiz sebepleri ifade ederken amacımız kimseyi itham etmek değil, konunun daha iyi anlaşılmasını sağlamaya çalışmaktır.

  1. Mezhepler: Takip edilen usûllerin farklı olmasından dolayı dini anlamada da farklı sonuçlara ulaşılması tarihi süreç içerisinde mezhepleri doğurmuştur. İnsanların, oluşan bu mezhebî görüşler etrafında toplanmaları, insanların din anlayışlarına etki etmiş ve süreç içerisinde dinin, o mezhebin algılarından ibaret olarak görülmesini sağlamıştır. Bu şekilde oluşan mezheplerin oluşması da Müslümanlar arasında birbirinden farklı din anlayışlarının oluşmasını sağlamıştır. Her mezhebin öncelikli olarak gördüğü mesele, müntesipleri tarafından da önceliklenmiş, geri plan attıkları veya kendi mezhebi doğrularıyla örtüşmediği için tevil ettikleri meselelerde müntesipleri tarafından bu şekilde karşılanmıştır. Bu durumda dinin koyduğu ölçülere karşı duyarlılıkların oluşmasında farklılıkların oluşmasını sağlamıştır.
  2. Dini Kendilerinden Öğrendiğimiz Âlim veya Cemaatler: Dinde otorite kabul edilen âlimler ve İslâm’ın müntesibi olarak tanıdığımız cemaatlerin de mezhepler gibi insanların dini duyarlılıklarında etkileri söz konusudur. Her âlim, içinde yetiştiği ilmî havzanın birikimleriyle dine yaklaşmış ve din anlayışını buradan almışlardır. Dolayısıyla dini anlamaya çalışırken yetiştiği ortamın birikimi etkili olduğunu söyleyebiliriz. Kendisini, dinde otorite gören kimseler tarafından onun dini hassasiyetleri ön planda tutuluyor. Aynı durum kişinin içinde dini tanıdığı cemaat ve gruplar içinde söz konusudur. Müntesibi bulunduğu cemaati dini en doğru bir şekilde temsil eden cemaat olarak gördüğünden dolayı aynı durum burada da söz konusu olmaktadır. O cemaatin, dinî duyarlılıklarını müntesipleri de duyarlılık haline getiriyor, kendi duyarlılıkları dışında kalan konulara ise duyarsız kalabiliyorlar.
  3. Konjonktürel Etkiler: İnsanların algı dünyalarına yön veren etkenlerden birisi de içinde yaşadığı toplumun konjonktürel olarak muhatap olduğu sosyal meselelerdir. Tarihin birçok döneminde Müslümanların gündemlerini faklı farlı meseleler işgal etmiş ve o zaman diliminde yaşayan Müslümanlar da o meselelere yönelik bir duruş geliştirmişlerdir. Örnek olarak, tekfir konusu, felsefenin Müslümanların içine girmesiyle felsefi konular, fasıkların imameti, tasavvufun etkin olmasıyla birlikte mistik yaklaşımlar, Batının bilgi elde etme yaklaşımının Müslümanlar tarafından da esas görülmeye başlamasıyla modernist yaklaşımların dönemsel olarak Müslümanları etkilediğini görmekteyiz. Müslümanları etkileyen bu konjonktürel durumlar ne yazık ki dikkate alınmadan o zamanlar ortaya çıkan, o meseleler için gündeme getirilen birtakım içtihadî yaklaşımların sanki dinin aslındanmış gibi görülmesini sağlamıştır. Müslümanlar bu zaman dilimlerinde üretilen içtihatları sanki her dönemde Müslümanları bağlayacak şekilde evrensel olarak görmüş ve din algılarını bunlar üzerinden şekillendirmeye devam etmişlerdir. Dolayısıyla bu şekilde konjonktürel olarak Müslümanların gündemine giren meseleler de, Müslümanlarda yeni duyarlılık alanları oluşturmuş ve oluşturulan bu duyarlılık alanları sanki dinin aslındanmış gibi görülmesine ve din anlayışlarının bunlara dayandırılmasına sebebiyet veriştir.
  4. Duygusal Eğilimlerimiz: İnsanlarda bulunan duyguların da dinî duyarlılıkların oluşmasında etken olduklarını söylemek hiçte yabana atılır bir durum değildir. İnsan dediğimiz varlık zadece matematiksel bir bakışla olaylara bakmıyor aynı zamanda duygularının yönlendirmesiyle de olaylara karşı reaksiyon gösteriyor. Söz gelimi insan, bir kimseyi sevdiğinde ona karşı olan tutumları ile kalbinin çok fazla ısınmadığı kişilere karşı olan tutumları aynı olmuyor ve bu iki farklı kişiye aynı davranış kalıplarını sergilemiyor. Aynı neticesi sevdiği bir kimse ortaya koyduğunda onu kabul etmekte zorlanmazken, sevemediği bir kimsenin aynı neticeyi ortaya koymasına nedense teslimiyet gösteremiyor. Hatta bu konuda o kadar ileri gidiliyor ki, kendisini sevdiği ve güvendiği hoca ve alimlerin dine muhalif bir söz ve davranış sergiledikleri durum oluştuğunda onlara karşı besledikleri duyguların etkisiyle tepki göstermesi gerekirken, bırakın tepki göstermeyi “vardır bir bildiği” yaklaşımıyla hareket edildiği görülmektedir. İşte bu şekilde duygusal yaklaşımlarımız da dinî duyarlılıklarımızın oluşmasında etken olabiliyorlar.
  5. İlmî Birikim: Dinî duyarlılıklarımıza etki eden bir başka hususta Müslümanların ilmî birikimleridir. İlmî birikimi tam olan, Kur’an ve sünnetin ortaya koyduğu tüm ölçülerin farkında olan insanın duyarlılıkları ile ilmî birikimi tam olmayan kişilerin duyarlılıkları netice itibariyle aynı olmaz. Müslümanların Allah’ın kitabını, gönderiliş maksadı da dikkate alarak, Allah’ın hükümleri koyarken muradının ne olduğunu anlamaya çalışarak ve ayrıca da bu dini en güzel şekilde örnekleyen Efendimizin sünnetini ve sünnetin bizi ulaştırmak istediği neticeyi kavramaya çalışarak elde ettikleri sonuçlar ile gerek Kur’an’a ve gerekse de sünnete yüzeysel olarak bakan, gerek Kur’an ve sünneti anlamamıza yarayan âlet ilimlerini, gerekse de usûl ilimlerini yeteri kadar kavramamış bir kimsenin bu kaynaklardan ulaşacağı şeyler de tabi ki farklı olacaktır. Dolayısıyla bunun bir neticesi olarak da dinle ilgili oluşturacağı duyarlılıklarda ona göre farklı olacaktır.
  6. Ahlakî Zaaflarımız: Dinî duyarlılıklarımıza etki eden unsurlardan bir başkası da ahlâkî zaaflarımızdır. Ahlâkî zaafları olan insanların, en azından zaaflarının olduğu konulara yönelik bir duyarlılık oluşturamadıkları bir gerçektir. Bu kimseler, dinin bazı mesellerine karşı çok duyarlı olsalar ve onları uygulama noktasında çok büyük bir hassasiyet gösterseler de dinin uymamız için bildirdiği ahlâkî meselelerin bir kısmına karşı aynı duyarlılığı gösteremediklerini, o konulara karşı duyarsızlaştıklarını ve en azından o davranışlardan uzak duracak kadar duyarlılık oluşturamadıklarını görmekteyiz. Bu durum da bize göstermektedir ki bir kişide bulunan ahlâkî zaaflar kişilerin dini duyarlılıklarına etki etmektedir.
  7. Dinin Çeşitli Emirlerinin Zor Gelmesi: Kendilerini bu dine nispet eden bazı kimselerin dinî duyarlılıklarına etki eden bir başka hususta dinin belirlediği lakin kişinin nefsî arzularına zor gelen emir ve yasakları olduğunu söyleyebiliriz. Söz gelimi içinde yaşadığımız toplumda kendilerini İslâm’a nispet eden insanların, domuz etinin haramlığına karşı çok yüksek bir duyarlılıkları vardır. Lakin aynı kişilerin zina, kumar, içki ve faiz gibi haramlara duyarlılıkları yoktur veya domuz etinin haramlığına gösterilen duyarlılık kadar yoktur. Bu saydığımız haramları terk etmek kişilerin nefsi arzulana zor geldiği için domuz etine karşı gösterdikleri duyarlılığı bunlara da gösteremiyorlar. Veya Cuma ve bayram namazına gösterdikleri duyarlılığı ondan çok daha öncelikli bir farz olmasından dolayı beş vakit namaza gösteremiyorlar. Bu durum bize göstermektedir ki insanların dinî duyarlılıklarına etki eden unsurlardan bir tanesi de kişilerin nefsi arzularıdır.
  8. Pazarlıklı Bir Din Algısı: Dine teslim olmak yerine, dini kendimize teslim almamız da dinî duyarlılıklar konusuna etki eden bir başka husustur. Asıl olan kendisine İslâm’a nispet eden bir kimsenin dinin koyduğu tüm hükümler karşısında “işittim, itaat ettim” demesiyken, ne yazıktır ki bazı kimseler bunun yerine, dinin, hayatına ancak kendisinin istediği kadar müdahale etmesini istediğini ve dine karşı duyarlılıklarını da buna göre uluşturduğunu görmekteyiz. Efendimin hayatında da karşılaştığımız gibi sahabenin büyük ekseriyeti pazarlıksız bir şekilde dine yaklaşmış ve İslâm kendilerinden ne istediyse o bedeli ödemekten geri durmamışlardır. Lakin onlar arasında da dine tümüyle teslim olmak yerine dinin bazı hükümlerini kabul edip de bazı hükümlerinden de muaf olmayı isteyenlerde oluştur. “Dinin tüm emirleri tamam lakin ben zinaya düşkün biriyim bu konuda beni muaf tutun” diyen adam örneğinde olduğu gibi.

Yine Medine’nin sonlarına doğru Müslüman olmak için Medine’ye gelen Taif heyetinin ortaya koyduğu talepler gibi. Onlar da dinin koyduğu hükümlerin bazıları konusunda kendilerini muaf tutma karşılığından Hz. Peygambere tâbi olacaklarını söyleyerek Müslüman olmak istediler. Lakin Efendimiz onların bu yöndeki taleplerinin tümünü reddetti ve Müslüman olmaları için dinin koyduğu tüm hükümleri kabul etmeleri gerektiğini söyledi. Sadece devletin yetki alanında olan savaşlara adam göndermemeleri ve zekatlarını devlete vermemeleri konusundaki taleplerini kabul etti. Bu durum daha sonraki çağlarda da devam etti. İçinde yaşadığımız ülkede de insanların bir kesimi dinin sosyal, siyasal, ekonomi, eğitim gibi alanlarına karışmaması gerektiğini lakin kişinin vicdanını rahatlatacak ibadetlerin ve insanlar arasındaki ilişkileri olumlu bir şekilde etkileyen ahlâkî davranışlara yönelik emirlerinin ise uygulanmasını söylediklerini görmekteyiz. İşte bütün bu durumlar bize, dinî duyarlılıklar konusunu etkileyen bir başka unsurun da dine tüm yönüyle teslim olmak yerine pazarlıklı bir şekilde yaklaşmak olduğunu göstermektedir.

  1. İnançlarımızdaki Samimiyet Zaaflarımız: Dini duyarlılıklarımıza etki eden bir başka hususta iddialarımızda, ya da inançlarımızdaki samimiyetlerimizdir. Kendimizi dine nispet ederken ve dinle ilgili iddiaları gündeme getirirken yaşadığımız samimiyet zaaflarımız, duyarlılıklarımıza da etki etmektedir. Söz gelimi kendimizi Kur’an ve sahih sünnete atfederken, yeteri kadar samimi olmadığımızın bir neticesi olarak Kur’an’ın emirlerinden bir tanesi olan beş vakit namaza gösterdiğimiz duyarlılığı, gıybet etmemek, yalan söylememek, haksız kazanç sağlamamak, tefrikaya düşmemek, vahdet olmak gibi aynı Kur’an’ın bizlerden istediği sorumluluklara karşı gösteremiyoruz. Bu duruma etki eden en önemli husus hiç kuşkusuz ki kendimizi Kur’an ve sahih sünnete nispet ederken ki samimiyet eksikliğimizdir. Samimiyet dereceğimiz istenilen düzeyde olsaydı namaza gösterdiğimiz duyarlılığın aynısını saydığımız hususlara da göstermeye çalışırdık. Namazı emreden ile burada sayılan şeyleri emreden aynı Varlık ve bunların tümü Kur’an’da bizlerden sorumluluk olarak istenmektedir.

Sonuç

Ne yapmalıyız?

Öncelikle bizler, bu dini müntesipleri olduğumuzu, dinin sahibi olmadığımızı bilmemiz gerekmektedir. Bizlerin dine karşı olan görevimiz, ona keyfimizin istediği şekilde tabi olmak değil, onun bizden istediği şekilde ona tabi olmaktır. Din üzerinde tasarruf etme yetkimizin olmadığını, bu yetkinin ancak Allah’ın elinde olduğunu unutmamalıyız. Hz. Peygamberin bile din üzerinde belirleyici olma, Allah’ın buyruklarını iptal etme veya yenilerini ekleme yetkisi olmadığı gibi Allah’ın buyruklarını önemli ve önemsiz olarak gösterme yetkisi de yoktur. Bu sebeple bizler de dinin, Kitab-ı Kerim’de ifade edildiği şekilde kabul ederek ve tüm hükümlerine karşı “işittik, itaat ettik” diyerek uygulama çabası içinde olmalıyız.

  • Kur’an’da ve sahih sünnete gündeme gelen emir ve yasakların keyfiyetine değil de onları kimin emretmiş veya yasaklamış olduğuna bakmalıyız. Yanı Kur’an ve sünnette geçen ve bizlerden yapmamız veya kaçınmamız istenen hususların hayatımızdaki etki alanlarına değil, bu hükümleri kimin vaz ettiğine bakarak, O emrettiği veya yasakladığı için uymamız gerektiğini bilmeliyiz. Hükümlerin hayatımızdaki etki alanlarına değil, o hükümleri koyan Zatın, o hükümleri vaz ederken mutlaka bizim faydamıza olacak şekilde koyduğunu düşünmeliyiz. Hayatımızda çok fazla bir etki alanı olmayan hükümlerin de aslında bizim bilmediğimiz fakat Rabbimizin bildiği maddî veya mânevî hayatımıza yönelik nice boşlukları dolduracağını aklımızdan çıkarmalıyız.
  • “Anın vacipleri” durumu dışında dinin koyduğu tüm hükümlere karşı hassasiyet oluşturmalıyız. Yaşadığımız sosyal hayat gereği olarak gündeme gelen bazı olaylar sebebiyle bazı dinin bazı hükümleri öncelik sırasına gelebilmektedir. Hatta bu konudaki hükümleri uygulamak için bazı hükümleri tehir etmek durumumuz da olabilmektedir. Söz gelimi düşmanla fiili savaşın yaşandığı bir durumda oruç gibi ibadetlerimizi tehir edebiliriz. Çünkü bu durumda savaş bizim için “anın sorumluluğu” olarak öne çıkmıştır. Bizlerin düşman karşısında daha güçlü ve çevik olmamız gereken bir durumda oruç tutacağız diyerek zayıf durumda olmamız dinin de bizden istediği bir durum değildir. İşte bu örnekte de gördüğümüz üzere, anın vacipleri olduğu bir durumda o konuyla ilgili olarak dinin koyduğu emirlere karşı duyarlılıklarımız daha fazla olabilir. Lakin böyle bir durum söz konusu olmadığında dinin koyduğu tüm hükümlere karşı duyarlılığımız olması gerektiğini unutmamalıyız.
  • Dinî duyarlılıklarımızdaki eksiklerimiz tespit ederek onları gidermeye çalışmalıyız. Dinî duyarlılıklarımız noktasında varsa eksiklerimiz onları tespit etmeli ve gücümüz oranında onları gidermeliyiz. Söz gelimi, dinin temel emirlerinden bir tanesi olan infak etmek sorumluluğumuza karşı bir duyarlılık zaafı yaşıyorsak bu konuda ki amellerimizi artırarak bu konuya karşı da duyarlılığımızı dinin istediği seviyeye taşımalıyız. Bu hassasiyeti tüm dinin hükümlerine karşı da yapmalıyız.
  • İslâmî konularda kendimizi donanımlı hale getirmeliyiz: İslâm’ın bize yüklediği sorumluluklar karşısında donanımlı birer Müslüman olmamız gerektiğini unutmamalıyız. Hem manevî dünyamıza hem de maddî dünyamıza faydası olacak şekilde Şarî tarafından vaz edilen dinin hükümlerini, öncelikle bilmek ve sonrasında ise nitelikli bir şekilde uygulama konusunda tecrübe kazanmalıyız. Müslümanlara fayda sağlayacak kazanımlara sahip olmalı, yük olan değil, yük alan olmalıyız. Bizlere görev ve sorumluluk düştüğünde o sorumlulukları hakkıyla yetine getirecek donanıma sahip olmalıyız.
  • Şeytan ve dostlarının tuzaklarına karşı uyanık olmalıyız. Şeytan ve dostlarının, dinî duyarlılıklarımızın yeterli düzeyde olmamasını arzu edeceklerini, bizleri mümkün olduğu kadar duyarlılıklarımızdan uzaklaştırarak süreç içerisinde dinin koyduğu hükümlere karşı duyarsız hale getirmek isteyeceklerini asla unutmamalıyız. Bizi tümüyle dinden uzaklaştıramadıklarında bu defa da dinin bazı hükümlerinden uzaklaştırmak için çalışacaklarını, başarabildikleri kadar bizi dinî duyarlılıklarımızın bazılarından uzaklaştırmak isteyeceklerini unutmamalıyız. Uzaklaştığımız duyarlılıklarımızın süreç içerisinde etkilerinin dinin diğer alanlarına da sirayet edeceğini bilmeli, hassasiyet kaybı yaşadığımız alanların bize dünya imtihanı kaybettirmek için yeterli olacağını akıldan çıkarmamalıyız. Şeytanlara elimizi kaptırdığımızda kolumuzu da alacaklarını bilmeliyiz.

Dinin koyduğu tüm hükümler bizin dünya imtihanımız için gereklidir ve olmazsa olmazdır. Rabbimiz olan Allah bizler için fuzulî hükümler koyan bir varlık değildir, O bundan münezzehtir. Bu sebepten dolayı gücümüz oranında dinin koyduğu tüm hükümlere karşı duyarlılık oluşturmalı ve bu duyarlılıklarımızı muhafaza etmek için elimizden gelen tüm gayretleri göstermeliyiz. Bu konuda başarılı olabilmemiz için Allah’ın yardımının da zarurî olduğunu akıldan çıkarmadan O’nunla ilişkimizi sıkı tutmalı ve yardımına talip olmalıyız. O bize yardım ederse bizi yenecek kimse yoktur. O bizi yardımsız bırakırsa bize yardım edebilecek bir varlık yoktur.

Davamızın başı da sonu da âlemlerin Rabbi olan Allah içindir.

[1] Mâide, 5/77.

[2] Müslim, 2670.

[3] Bakara, 2/143.

[4] Zümer, 39/65.

[5] Nisâ, 4/43.

[6] Bakara, 2/85.

[7] Nisâ, 4/48.

[8] Zümer, 39/65.

[9] Zümer, 39/9.

[10] Hucurât, 49/13.

[11] Nisa, 4/95.

[12] Cuma, 62/5.

[13] Bakara, 2/190.

وَمِنْ اٰيَاتِه۪ٓ اَنْ خَلَقَ لَكُمْ مِنْ اَنْفُسِكُمْ اَزْوَاجًا لِتَسْكُنُٓوا اِلَيْهَا وَجَعَلَ بَيْنَكُمْ مَوَدَّةً وَرَحْمَةًۜ اِنَّ ف۪ي ذٰلِكَ لَاٰيَاتٍ لِقَوْمٍ يَتَفَكَّرُونَ

Kaynaşmanız için size kendi (cinsi)nizden eşler yaratıp aranızda sevgi ve merhamet peydâ etmesi de O'nun (varlığının) delillerindendir. Doğrusu bunda, iyi düşünen bir kavim için ibretler vardır. (Rum, 21)

Belirli niteliklere sahip olan bir kadın ve bir erkeğin dinin belirlediği usûllerle bir araya gelerek oluşturdukları yuvaya aile denir.

Yüce Rabbimiz, insanoğlunun üremesini ve dolayısıyla neslin devamını evlilik dediğimiz bu kurum üzerine yürütülmesini murat etmiştir. Nikah akdi dediğimiz evliliği meşru hale getiren akit dışında başka bir yolla kadın ve erkeğin birlikteliğini ise yasaklamıştır.

Dinimiz olan İslâm, insan hayatının tüm yönlerine müdahale ederek düzenlemelerde bulunan bir din olduğundan insanlığın kendisinden ürediği toplumun bu ilk nüvesi için de kural ve kaideler koymuştur.

İslâm erkek ve kadına birtakım görevler yüklemiştir. Ve ailenin muhafazasını bu görevler üzerinden yürütülmesini istemiştir. Kadın ve erkek kendilerine yüklenen bu görevleri hakkıyla yerine getirdiğinde ancak sağlıklı bir ailenin söz konusu olabileceği ifade edilmiştir.

Dinimizin kadın ve erkeğe yüklediği sorumlulukları şu şekilde özetleyebiliriz:

a. Erkeğin Sorumlulukları:

  • Yönetici olmak,[1]
  • Adaleti gerçekleştirme,[2]
  • Aileyi ateşe götürecek hususlardan onları korumak,[3]
  • Kulluk vazifelerini yapmalarını, daha doğru bir ifadeyle onları cennete götürecek sorumluluklarını hatırlatma,[4]
  • Barınma ihtiyaçlarını sağlama
  • Yeme-içme ihtiyaçlarını sağlama[5]
  • Giyim-kuşam ihtiyaçlarını sağlama[6]
  • Tehlikeler karşı onları koruma,
  • Eşine karşı güzel ahlaklı olma,[7]
  • Eşinin cinsel ihtiyaçlarını karşılama gibi sorumluluklar yüklemiştir.

Kadının Sorumlulukları:

  • Meşru olmak kaydıyla eşine itaat etme: Dinin meşru görmediği konularda hiçbir beşere itaat edilemez.[8] İtaat ancak dinin maruf gördüğü konulardadır.[9]
  • Namusunu koruma,
  • Kocasını malını muhafaza etme,
  • Evin işleriyle ilgilenme,
  • Erkeğini hem cinsel yönden hem de psikolojik olarak tatmin etme,
  • Çocukları yetiştirme.

Gelinen noktada rollerini beğenmeyen kadın ve erkek Müslümanlarla karşı karşıyayız.

İslâm’ın kadın ve erkeği farklı sorumlulukları olan kimseler olarak gördüğünden günümüz insanının kendisine dayatılan kadın ve erkeklerin sorumlulukları üzerinden konuya yaklaşarak anlayabilmeleri mümkün değildir.

Kadın ve erkek birbirlerinin rakibi değil, birbirlerinin destekçisidirler

Birbirlerini tamamlayan iki kişiliktirler

Birbirlerini cennete taşıyan yoldaştırlar

Dünya imtihanının getirdiği zorlukları birlikte yüklenirler

Boşanma oranlarının her geçen gün attığını üzülerek de olsa görmekteyiz. Ailenin zarar görmesi en fazla Şeytanları memnun etmektedir.

Batının çağdaşlık adına kadın ve erkeğe biçtiği rol şeytanların en fazla hoşuna giden bir amaca hizmet etmektedir.

Konunun şeytanı yönleri:

  • Kadın ve erkeğin eşit olduğu yaklaşımı
  • Okullarda karma eğitimle haya perdesinin yok edilmesi
  • Kadının çalışma hayatına dahil edilmesi
  • Kimseye itaat etmek zorunda olmayan bir birey olduğu dayatması
  • Kişisel özgürlük adı altında cinsel bir objeye dönüştürülmesi

Erkekler için

  • Geçmişin yanlış örnekliklerini sürdürmek, dayak, psikolojik şiddet gibi durumların sürdürülüyor olunması, kadının zayıflığından yararlanarak şiddet uygulanması,
  • Karma eğitimle namus ve haya duygusunun yıpratılması edilmesi,
  • Kadının cinsel bir obje olarak görülmesi,
  • Yazılı, görsel ve sosyal medya üzerinden fuhşun kolaylaştırılması.

Gelinen Noktada Ailede Kadın-Erkek İlişkilerindeki Sorunlarımız

Evlerimiz, bizim için huzur bulacağımız yerler olması gerekirken, huzursuzlukların kaynağı haline geldi.

Birbirimizi cennete taşımamız gerekirken birbirimizin cehennemi olma yolunda hızlı bir şekilde ilerliyoruz.

Kadınları Allah’ın bir emaneti olarak görmemiz gerekirken bir onları kölelerimiz olarak görme yanlışlığını sergiledik

Kadınları bizlerin her türlü zahmetimizi çeken ve karşılıksız hizmetlimiz oldukları halde bizler bunları görmeyerek bizce yanlış olan bazı huylarına takılıp kaldık

Erkeklerimizi bizleri cennete taşıyacak evimizin reisi olarak görmemiz gerekirken bizler onları üzerimizde tahakküm oluşturan, doğru kararlar vererek aileyi doğru yönetemeyen, kimseler olarak gördük.

Dişini tırnağına katarak bizler için nice fedakarlıklar yaptıklarını, ne tür zorluklarla ailenin ihtiyaçlarını karşılamaya çalıştıklarını görmemezlikten gelerek varsa yoksa üzerinde var olan bazı kusurlarına takılıp kaldık.

Dinimiz tarafından güzel görünen, haram yollara tevessül etmeyen, ailesine sadık onlarca güzel hasletleri varken bizler bir veya birkaç olumsuz huylarına takılıp kaldık.

Bizler için daha hayırlı olduğu halde Ahireti öne çıkaran düşünce ve davranışlarını dikkate almayarak mutluluğu dünyevî birtakım hususlarda arar olduk.

Evin yönetiminde, kadınlarda erkekler kadar söz sahibi olmak isteyerek, hatta çoğu zaman erkekten daha fazla kendisi yetki kullanmak isteyerek sorunların artarak devam etmesine hizmet ediyoruz. Gerek maddî açıdan gerekse de çocukların yetişmesi gibi konularda asıl sorumlu erkek iken, bu konularda kadının da erkek kadar kendini yetkili görmesi, yetki alanlarının birbirine girmesi sebebiyet vermekte bu durum da kadın ile erkek arasında nice sorunların oluşmasına etki etmektedir. Oysa meşru ölçüler içerisinde olmak kaydıyla erkeğin bu konularda kullanacağı yetki alanının gereği kararların arkasında kadının da durarak ailede düzenin ve uyumun sağlanması gerekirken ne yazıktır ki bu konularda, eşler arasındaki çatışma ailede çok büyük ölçüde sorunların sebebi haline geliyor. Yetki alanlarımızın dışına çımamızın bedelini hem biz hem de tüm ailemize ödetiyoruz.

Birbirimize karşı tahammül sınırlarını her geçen gün tüketiyoruz. Arkadaşlarımıza, kendi çocuklarımıza gösterdiğimiz tahammülü yıllarca aynı yastığı paylaştığımız eşimize karşı gösteremiyoruz.

Allah’ı sevindirip şeytanları kahredecek bir aile hayatımız olması gerekirken şeytanları sevindiren ve Allah’ın sevgisini kaybedeceğimiz davranışlar sergilediğimiz bir pratiği yaşıyoruz.

Batılıların yazılı ve görsel medya üzerinden dünyamıza taşıdığı batıl zihniyetlerin inşa ettiği aile tasavvurunun girdabında kalmayalım. Televizyonlarda ve sosyal medyada bize dayatılan kadın erkek ilişkileri üzerinden kendi aile hayatımıza değer biçme yanlışına gitmeyelim. Bu alanlarda bize sunulan aile ilişkilerinin sanal olduğunu, gerçeklikle bir alakalarının bulunmadığını unutmayalım.

Kur’an’ın ifadesiyle “Onlarla iyi geçinin. Eğer onlardan hoşlanmazsanız (biliniz ki) Allah'ın hakkınızda çok hayırlı kılacağı bir şeyden de hoşlanmamış olabilirsiniz.”[10] kavlinin gereği olarak hoşlandığımız huyları üzerinden birbirimize değer biçiyor ve yaklaşımlarımızda o minval üzerinden sürdürüyoruz.

Bizlerden, İslâm’ın öngördüğü şekilde bir ailenin nasıl olduğunu öğrenmesi gereken eş, dost ve çocuklarımız maalesef bizlerden bu konuda kötü örneklikler alıyorlar.  Yaptıklarımızla sadece kendimize değil müntesibi bulunduğumuz dinimize (İslâm’a) de zarar veriyoruz.

Fındık kabuğunu doldurmayacak hususlar artık boşanma sebebi olarak görülmeye başlamışsa bilmeliyiz ki orada şeytanın bizi çektiği bir tuzak vardır.

Dünyevî birtakım hususlar bizler için artık boşanma sebebi haline gelmişse bilelim ki orada şeytanın eli ve parmağı vardır.

Dinin temel umdeleri üzerinden değil de teferruata konu olan fikri veya ameli birtakım meseleler, artık ayrılık sebebi haline gelmişse orada şeytanın müdahalesi olduğunu unutmayalım.

Kusursuz insan aradığımız için eşimizde var olan bazı kusurlarından dolayı ayrılmalar söz konusu oluyorsa orada şeytanın bir tuzağı olduğunu unutmayalım. Biz kusursuz değiliz ki eşimizden kusursuz olmasın bekleyelim.

Neler yapmalıyız!

Öncelikle Müslüman olduğumuzu hatırlayarak, dinin bizden istediği ahlâkî olgunlukta olmalıyız. Genellikle sorunlarımızın arkasında bu konudaki eksikliklerimiz olduğunu unutmayalım.

Manevi olarak yaşadığımız iman zaafiyetinin yansıyacağı alanlardan birinin de ailemiz olduğunu unutmayalım.

Allah’ın bize yardımı ve lütfu olmadan, kalplerimizi birbirine ısındırmadan mutluluğun da olmayacağını unutmamalı, Allah’ın yardımını celbedecek bir kalitede bulunmalı, Allah ile aramızı iyi tutmalıyız.

Aileyi ayakta tutan şeyin iman, sevgi, merhamet, paylaşmak, kanaat gibi manevi nimetler olduğunu unutmamalıyız.

Dinimizin kadın ve erkeğe yüklediği sorumluluklar bulunduğunu, bunları hakkıyla kuşanmadan mutluluğunda olmayacağını bilmeliyiz.

Herkesin maddi gücü oranında ailenin barınma, temel ihtiyaç maddeleri, giyim-kuşam, yeme-içme ihtiyaçlarını karşılamak durumunda olduğumuzu, lakin bunların adete kölesi gibi de olmamamız gerektiğini, asıl mutluluğun kaynağının buralarda olmadığını asla unutmamalıyız.

“Kusursuz insan” arayışından vaz geçerek, kendimizin de nice kusurları olduğunu bilerek eşimizi eksikleriyle beraber kabul etmeli, mümkünse destek olarak eksikliklerini beraber gidermeliyiz. Onun cennetine engel olacak kusurlarıyla baş başa bırakmamalıyız.

Birbirimizi cennete taşıyacak olan yol arkadaşı olmalı, dünyada kurduğumuz beraberliğin ahirette de devam etmesini sağlamaya çalışmalıyız.

“Sizlerin en hayırlılarınız eşlerine karşı en ahlâklı olanınızdır” nebevî düsturunu aile hayatımızın temel umdesi haline getirmeliyiz.

Eşlerimizi “Allan’ın bir emaneti” olarak aldığımızı unutmamalı ve Allah’ın emanetine nasıl sahip çıkmak neyi gerektiriyorsa ona öylece sahip çıkmalıyız.

İnsanoğlunun sahip olduğu nimetlerin, nimetleri kullanırken farkında olmadığını, onu kaybettiği zaman ancak farkına vardığını unutmadan, sahip olduğumuz nimeti kaybetmeden kıymetlini bilelim.

Birliktelikte rahmet, ayrılıkta ise dünyevî, belki de uhrevî azabı olduğunu unutmalıyız.

Ev halkıyla geçinemeyen, onları yönetemeyen bir kimsenin İslâm devleti ve idarecilik yapmak gibi daha büyük iddialarla bulunması veya onları başaracağını söylemesinin mümkün olmadığını bilerek, öncelikle evimizde kaliteli bir idareci ve birey olmalıyız.

[1] Nisa, 4/34; Buhârî, Cum`a 11.

[2] Nisa, 4/129.

[3] Tahrîm, 66/6.

[4] Taha, 20/132.

[5] Tirmizî, Ridâ, 11.

[6] Tirmizî, Ridâ, 11.

[7] İbn Mâce, Nikâh, 50.

[8] Ahmed bin Hanbel Müsned 1/129, No: 1065,

[9] Buhari 9/4036

[10] Nisa, 4/19.

Yeniden yeni bir Ramazan ayına ulaşmış bulunuyoruz. Bize, bir kez daha bu aya ulaşma fırsatı veren Rabbimize hamdediyoruz. Ramazan ayı, biz müminler için içinde barındırdığı çeşitli ibadetlerle mânevî iklimi yoğun bir aydır. Bir yandan oruç ibadeti, diğer yandan Kur’an’la kurulan iletişim, bir yandan nafile namazlar, diğer yandan Fıtır sadakası gibi infak çeşitleri, yine dua ve zikir gibi kalple yapılan ve dille yapılan amellerin yoğun olduğu bir aydır. Ayrıca i’tikâf gibi bir ibadeti de bünyesinde barındırmaktadır. Ramazan ayında bulunan bu mânevî iklimin Müslümanlardaki yansımasının neticesi olarak dayanışma ve paylaşma kültürünün artması, bu ayı bir başka güzel yapan hususlardandır.

Tüm bu saydığımız hususların içinde en önemlisi hiç kuşkusuz ki bu ayda Kur’an’ın inzal edilemeye başlamasıdır. Bu yönüyle de Ramazan’ın hakkıyla ihya edilmesi Kur’an’la olan ilişkiyle orantılıdır. Dinin özü ve temek kaynağı olan Kur’an’dan habersiz ve onun buyruklarının belirleyici olmadığı bir Ramazan, ıskalanmış bir ay demektir. Hayat ölçülerini Kur’an’dan almayan bir kimse bu ayı oruçlu da geçirse, bu ay onun için bir artıya dönüşmeyecektir. Çünkü orucu da emreden Allah’tır. Oruç ibadetiyle ilgili olarak Allah’ın emrine ittiba eden bir kimse eğer Allah’ın, Kur’an’da beyan ettiği diğer emirlerine riayet etmiyorsa bu durumda tutacağı oruç onu istenilen hedefe götürmeyecektir. O halde Ramazan’ın hakkıyla ihyası için öncelikle Kur’an’la olan iletişimizi gözden geçirerek başlamalıyız.

İçinde yaşadığımız toplumun Kur’an’la olan bağının her geçen gün daha fazla zayıflamasının bir neticesi olarak Ramazan aylarında artık kültürleşen bir olguyla daha karşı karşıyayız. Bu olgu da televizyon kanalarında Ramazan dolayısıyla boy gösteren hocalara, seyircilerin sorduğu sorulardır. Ramazan soruları olarak gelenekselleşen bu sorulara verilen cevaplar bazen günlerce gündemi işgal edebiliyor. Maalesef İslâmî noktada bilgiden mahrum bırakılmış halktan gelen bu sorular bir yönüyle halkımızın bilgi düzeyini ortaya koyarken diğer bir taraftan da inançlarının büyük ekserisini hurafelere dayanan olgular olduğunu görüyoruz. Dolayısıyla da sorularında çoğunlukla bu konulara yönelik olduğunu görmekteyiz.

Bizde bu yazımızda cevaplamaları üzere bu hoca efendilere ve yazıyı okuyacak siz kıymetli okurlar bazı sorular sormak istiyoruz. Bizim sorularımız halkın tekrar tekrar sorduğu cinsten sorular olmayacak. Evet belki bizde orucun bozulup bozulmayacağına dair sorular soracağız. Lakin bizim sorularımız onların sorduğu sorulardan biraz farklı olacak!

Şimdi sorularımızı sormaya başlayalım!

Allah’a, Allah’ın istediği şekilde iman etmeyen, hatta Allah’ın istediği imanın ne olduğunu bile bilmeyen ve bunun bir neticesi olarak imanına şirk bulaştıran kimselerin tuttukları oruçları makbul olur mu?

İnancını, Allah’ın belirlediği Kur’anî hakikatlere göre değil de hocasına, alimine, mezhebine, cemaatine, şeyhine göre belirleyen ve bunun bir neticesi olarak inanç konularında bile tefrikanın içine düşen, dini kendi meşrebinin anladığından ibaret gören, kendisi gibi düşünmeyenleri Müslüman olarak görmeyen, Kur’an’da inanç konusu yapılmadığı halde nice konuları inanç konusu yapan veya Kur’an’da inanç konusu olarak zikredilen hususları dikkate almayan kimsenin tutuğu oruç kabul olur mu?

Siyasal olarak, insanlar üzerindeki yönetim hakkına Allah’ı layık görmeyen ve bu hakkı, Allah’a değil de kendisi gibi insanlara verenlerin, Allah’ın belirlediği hükümler olan şeriatle değil de Batı’dan ihraç edilen insan ürünü yasalarla insanları yöneten fakat aynı zamanda da Allah rızası için oruç tutuklarını iddia edenlerin, tutukları bu oruçları, Allah indinde makbul olur mu?

Müslümanlar olarak, inancımızın bir gereği olan her daim Allah’ın en büyük tanıyarak ona hamd etmemiz gerekirken, içinde yaşadığımız ülkede resmi tüm törende, devlet yöneticilerinin Allah’tan daha fazla yüceltilmesi; “ulu önder”, “kurtarıcı” gibi sıfatlarla anılması ve tüm merasimlerde ona bağlılık yeminlerinin edilmesi, devletin, Allah’ın belirlediği hükümlere göre değil de bu kimselerin ilkelerine göre idare edilmesini isteyen kişinin tuttuğu orucu kabul olur mu?

Allah’ın, biz kullarına rehber, önder ve örnek olsunlar diye gönderdiği peygamberleri değil de Kur’an için: “Gökten indirildiği sanılan doğmalar” diyen kişiyi önder ve lider kabul edenlerin orucu makbul olur mu?

“Kahrolsun şeriat, yaşasın laiklik” diyen, İslâm’a “çağdışı” diyen, Müslümanlara “örümcek kafalı” diyen, Allah’ın kanunlarına göre değil de batının çerçevesini çizdiği seküler kanunlara göre yaşamlarını sürdürmeyi daha doğru görenlerin ve bu kimseleri destekleyenlerin tuttukları oruçlar kabul olur mu?

Allah’ı “canından bile çok sevdiğini” söyleyen fakat o çok sevdiğini iddia ettiği Allah’a, toplumsal ve kişisel hayatı üzerinde söz hakkı tanımayan, O’nu vicdanlara ve camilere hapseden, sadece ölüm sonrasına karışmasına müsaade eden kimselerin tuttukları oruçlar kabul olur mu?

Hükmetme makamında bulundukları halde insanlar üzerinde Allah’ın indirdikleriyle değil de başka hükümlerle hükmedenlerin, Allah’ın nice yasaklarını serbest bırakanların ve nice emirlerini de yasaklayanların veya bunlara destek olarak onları iktidara getirenlerin tuttukları oruçları kabul olur mu?

İnsanları, Allah yasakladığı halde heykellerin karşısında adeta bir tapınma ayininde olduğu gibi ta’zimde bulunmaya zorlayan, bunu adeta din gibi dayatan kimselerin veya bunu benimseyen, itiraz etmeyen kimselerin tuttukları oruçları makbul olur mu?

Başta Gazze’de olmak üzere dünyanın çeşitli coğrafyalarında Müslüman kardeşlerimiz her türlü katliama muhatap tutulurken, çocuklar, kadınlar, yaşlılar ve tüm insanlar soykırıma uğratılırken, o kardeşlerimize bu zulümleri yapanlara elince güç olduğu halde engel olmayan, engel olmak bir tarafa, bu şartlarda dahi onlarla her türlü ilişkileri sürdürerek lojistik destek sağlayan kimselerin ve bunları destekleyerek iktidarda taşıyan kimselerin tuttukları oruçlar makbul olur mu?

Kalbi Filistinlilerden yana olsa da kılıcı İsrail terör devletinin yanında olan, “Kudüs kırmızı çizgimizdir” dediği halde başta Kudüs olmak üzere tüm Filistin topraklarını tümüyle işgal altında tutarak kutsallarımızı ayaklarının altına alanları, daha fazlasını yapabilecekleri halde sadece kınamakla yetinen, bunun ötesinde hemen hiçbir şey yapmayanların tutukları oruçlar kabul olur mu?

Allah’tan değil de ölülerden, yatırlardan, türbelerden, nazar boncuğundan, muskalardan medet bekleyen, başı sıkıştığı zaman bunların kendisine fayda sağlayacağına inanan, kurtuluşu Allah’ın buyruklarına samimiyetle bağlı kalmakta değil de parada, makamda, şöhret sahibi olmakta görenlerin tuttukları oruçlar makbul olur mu?

“Paranın dini imanı olmaz” diyerek; ekonomiye Allah’ın müdahalesini doğru görmeyen, Allah’ın haram kıldığı faiz gibi nice haram yollardan kazanç sağlayan, hile ve aldatma yöntemleri kullanarak haksız şekilde insanların emeklerini sömürenlerin tuttukları oruçlar kabul olur mu?

Nefsinin isteklerini Allah’ın isteklerinin önüne geçiren, hayatını nefsanî arzularının istikametinde yaşayan, nefsanî arzularını adeta ilâhlaştıran lakin bir yandan da oruçta tutanların oruçları makbul olur mu?

Allah rızası için değil de toplumun kınamasına ve ayıplamasına muhatap olmamak için oruç tutan, ibadetleri amacından uzaklaştırarak onları geleneksel bir ritüele dönüştüren kimselerin tuttukları oruçları Allah indinde geçerli olur mu?

Bir kişinin Müslüman olmasının alâmet-i farikası olan, imandan sonra bir Müslümanın en önemi sorumluluğu olan, dinin direği olan beş vakit namazı hiç kılmayan veya sürekli kılmayan bir kimsenin tuttuğu oruçlar, kabul olur mu?

Müslüman bir hanımın en önemli dinî sorumluluklarından birisi olan, Allah kendisine farz kıldığı hususların başında gelen tesettür erini yerine getirmediğinde, Allah’ın bu emrini sürekli bir şekilde ihlal ederek toplum içinde bulunduğu bir durumda, tuttuğu oruçları kabul olur mu?

Allah’ın rızasını hayatında önceliklemeyen, O’nun beğenisini almak için kılını bile kıpırdatmayan lakin insanların beğenisini almak için gece gündüz koşturan, kendisini Allah’a değil de insanlara beğendirmek için giyinen, hayat tarzını ona göre belirleyen kimselerin tuttukları oruçları kabul olur mu?

Yılın diğer aylarında helal-haram, emir-yasak diye bir ayrım gözetmeden dinin koyduğu hükümleri sürekli ihlal eden fakat, Ramazan ayı geldiğinde bazı haramları terk eden ve bazı emirleri yerine getirmeye çalışan “Ramazan Müslümanlarının” tutukları oruçları makbul olur mu?

Allah emrettiği için bir taraftan oruç tutan fakat, iftardan sonra kahvehanelere giderek sahura kadar kumar oynayan; diğer adıyla iskambil ve okey gibi oyunları oynayan, iftar sonraki içki sofraları kuran, zina gibi gayr-ı meşru yollara tevessül eden kimselerin tutukları orucu makbul olur mu?

Bir şeyler alıp satarken, ticaretine hile ve hurda, yalan ve dolan karıştıran ve bunun sonucu olarak haram lokma yiyenin, boğazına kadar haram kazancın içerisine batmış olan bir kimsenin tuttuğu oruçlar makbul olur mu?

Elde edeceği “üç kuruş” para için atmadığı takla kalmayan, izzetini ve onurunu ayaklar altına alan, kimliksiz ve kişiliksiz birisi haline gelen bir kimsenin tuttuğu orucu kabul olur mu?

Elde edeceği bir makam ve mevki için haysiyetini beş paralık eden, dinini ve inancını bile ayaklarının altına alan, sahip olduğu makamı Allah’ın belirlediği ölçüler içerisinde kullanmayan, kendisini makama uygun hale geriren bir kimsenin tuttuğu oruç, Allah indinde kabul edilir mi?

Oruç tuttuğu halde yalan, gıybet, iftira, su-i zan, hile, ihanet, gösteriş vb. cürümleri sürekli olarak işeyen, kalbi kaskatı kesilen, manevî hastalıkların müptelası olan, kalbi adeta ekin bitmez bir vahaya dönüşen kimselerin orucu kabul olur mu?

Kamunun malını zimmetine geçiren veya yakınlarına peşkeş çeken, tüyü bitmemiş yetimin hakkını yiyen, kısacası kul hakkı yiyen, yüklendiği emanete hiyânet eden “haram zadelerin” yetkililerin tutukları oruçları kabul olur mu?

Çalıştırdığı işçisinin hakkını tam vermeyen ve içsisini adeta sömüren işverenin, çalıştığı işyerinde hakkıyla çalışmayarak sürekli kaytaran ve işin hakkını vermeyen işçinin tutuğu oruçlar makbul olur mu?

Kazandığı paralarını faize yatırarak faiz geliri elde eden, banka kuyruklarında faizli işlemler için koşturan veya telefon uygulamalarında faizli işlemler için vakit geçiren, bir bankasının uygulamasından diğerine sürekli kredi almak için zaman tüketen kimselerin oruçları makbul olur mu?

Rüşvet yiyen memurun; görevini kötüye kullanan yetkilinin; adaleti gözetmeyen, suçsuz olan insanları kodeslere tıkan, hüküm verirken güçlünün tarafını tutan, her şeyden daha önemlisi de Allah’ın koyduğu hükümlerle hükmetmeyen hâkimin, tutuğu oruçları kabul olur mu?

Devletin organlarını, ehil olmadıkları halde yakınlarıyla dolduranların, devletin imkanlarını kendi yakınlarına, eş-dostlarına peşkeş çekenlerin, siyaseti bir hizmet sektöründen çıkartarak kolaydan para kazanma sektörüne dönüştürenlerin, tüyü bitmemiş mazlumların hakkını çatır-çutur yiyenlerin veya yenilmesine göz yumanların tutukları oruçları kabul olur mu?

Dininin adamı olması gerekirken, doğrularını ve yanlışlarını Kur’an’dan öğrenmesi gerekirken, insanlara Kur’an’ın ve Hz. Peygamberin tevhid merkezli öğretisini din olarak öğretmesi gerekirken, çeşitli sebeplerden dolayı dinin hakikatlerinin bir kısmını gizleyen, mensubu bulunduğu kurumun anlayışlarına uygun bir din anlatan, kısacası dini olduğu gibi insanlara ulaştırmayan hocanın orucu kabul olur mu?

Tavrını haklıdan yana değil de güçlüden yana kullanan, hakkı ve adaleti ayaklar altına alan, gücü elinde bulunduran zalimlere ses çıkamayarak bir yönüyle onlara destek olan, mazlumda olsa haklının yanında durmayarak zulüm görmesine sessiz kalan kimselerin oruçları makbul olur mu?

Başta Lgbt olmak üzere her türlü sapkın anlayışları destekleyerek onlara özgürlük naraları atan, fakat söz konusu Müslümanlar olanca onlara baskı uygulayan veya baskı uygulanmasını isteyen, bunun sözcülüğünün yapan kimselerin tutukları oruçları makbul olur mu?

Gününün büyük bir bölümünü bilgisayar veya telefon oyunları başında geçirenlerin, fecabook, instegram, twittir, youtube, tiktok gibi sosyal medya mecralarında zamanlarını faydasız veya çoğunlukla da zararlı yayınları izleyerek tüketenlerin tuttukları oruçları makbul olur mu?

Gazze’de insanlar bir parça ekmeğe muhtaçken, Ramazanı fütursuzca tüketim ayını çeviren, sofralarında envayi çeşit yemek bulunduran, yiyemedikleri yemekleri çöpe atarak israfın içerisine boğazına kadar batan, sonra da kalkıp fakirlik edebiyatı yapan kimselerin tutukları oruçlar kabul olur mu?

Ramazan ayı, sadeliği bize öğreten bir ay olduğu halde onu tüketimi artıran bir ay haline getiren, Ramazan ayını diğer aylardan daha lüks iftar ve sahur sofralarının kurulduğu bir aya dönüştürenlerin oruçları makbul olur mu?

Asıl soruların Rabbimiz tarafından bize ahirette sorulan sorular olacağınu unutmayalım. Öncelikli olarak bu soruların hangi sorular olduğunu kavrayarak işe başlayalım ki o gün Rabbimizin soruları karşısından mahçup duruma düşmeyelim. Rabbimizin huzurunda yüzümüzün kararmaması için gerekirse ağzımızın tadını, gerekirse dünyadaki rahatımızı kaçıracak sorular sormalı ve onlara verilemsi gereken cevapları korkmadan verebilmeliyiz. Din açısından ahirette karşılığı olmayan sorularla vakit geçirmemeliyiz.

Bizde yazımızı Rabbimizin bir sorusuyla tamamlayalım:  فَاَيْنَ تَذْهَبُونَۜ "(Ey İnsan!) Nereye bu gidiş" (Tekvir, 26)

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ كُتِبَ عَلَيْكُمُ الصِّيَامُ كَمَا كُتِبَ عَلَى الَّذِينَ مِن قَبْلِكُمْ لَعَلَّكُمْ تَتَّقُ

“Ey iman edenler! Oruç sizden önce gelip geçmiş ümmetlere farz kılındığı gibi size de farz kılındı. Umulur ki korunursunuz.” (Bakara, 2/283)

Yeni bir Ramazan ayına daha girmiş bulunuyoruz. Müslümanlar için mânevî bir arınma ayı olan Ramazan’a bizi ulaştırdığı için Rabbimize sonsuz hamdu senalar ediyoruz. Ve rabbimizden bu ayı hakkıyla ihya etmeyi bize ve dünya Müslümanlarına nasip etmesini niyaz ediyoruz. Rabbimizden bu ayda yapılacak ibadetler hürmetine Müslümanlara Rahmetiyle muamele etmesini ve yaşadığımız bu zilletten tez zamanda bizleri kurtarmasını diliyoruz.

Ramazan ayı Müslümanlar için tam bir fırsat ayıdır dersek hata etmiş olmayız. Rabbimizin sonsuz rahmetine ve affına nail olmak için bize sunulmuş bir fırsattır Ramazan. Yine bizi kuşatan şu maddî dünyanın kuşatmasından sıyrılarak mânevî azığımızı sağlayacağımız önemli bir fırsattır.

İslam’ın bizlerden istediklerini yeterince yerine getiremeyen kimseler için kendilerinde var olan eksiklikleri gidererek Allah’a, Allah’ın istediği şekilde kulluk yapacakları bir hayata başlamaları için bir fırsattır Ramazan. Çünkü Ramazan ayı, diğer aylarda insanların gündemlerine gelmeyen dinî duyguların meydana geldiği bir aydır. Diğer aylarda beş vakit namazı bile kılmayan insanların bu ayda, teravih namazını kılmak için camilere koştuklarına şahit olmaktayız.

Allah’ın emirlerini yerine getirme gayreti içinde olan şuurlu Müslümanlar için de ramazan bir fırsattır. Mânevî dünyamızdaki bozuklukları tamir etmek, takvâyı kuşanmak ve mânevî olarak donanımlı hale gelmek için bir fırsattır. Diğer aylarda fırsat bulamadığımız için ihmal ettiğimiz manevîyatımızı kâmil bir hale taşımak için Ramazan ayı bulunmaz bir fırsattır. Hem de bizi yaratan Allah tarafından biz kullarına ikram edilmiş bir fırsat. O halde Müslümanlar, Allah’ın bize ikramı olan Ramazan ayını hakkıyla ihya etmek, bu ikramdan yetirince istifade etmek için elimizden gelen gayreti ortaya koymaya çalışalım.

Ramazan Ayını Hakkıyla İhya Etmek İçin Şunları Yapmalıyız

Her şeyden önce Ramazanı diğer aylardan farklı kılan en önemli özellik hiç kuşkusuz ki oruçtur. Ramazan fırsatını hakkıyla değerlendirmek için bu ayda Rabbimiz olan Allah’ın bize farz kıldığı oruç ibadetini hakkıyla yerine getirmeliyiz. Mazereti olmadığı halde Ramazan orucunu terk eden bir kimse, diğer ibadetlerini yerine getirse de Ramazan’dan hakkıyla istifade etmesi mümkün değildir. Günlerin uzamasının ve havaların ısınmasını veya iş hayatının getirdiği olumsuzlukları ve zorlukları göğüsleyerek, Rabbimizin rızasını kazanmak ve orucun farz kılıma maksadı olan ittika sahibi bir mümin olma gayreti ortaya koymalıyız.

Orucu sadece cinsel isteklerimize ve midemize tutturmamalıyız. Bütün uzuvlarımıza tutturabilmeliyiz. Yani nasıl ki bir ay boyunca günün sabahından akşamına kadar yemek ve içmekten, cinsel ilişkiden kendimizi uzak tutuyorsak, aynen bunun gibi diğer uzuvlarımızı da haramlardan ve gereksiz boş işlerden uzak tutmalıyız.

Gözümüzü harama bakmaktan uzak tutup, Onu, Allah'ın bize verdiği bir nimet olduğunun bilincinde olup, bizim için helâl olan şeylere bakarak kullanmalıyız. Sokaklarımızı kuşatan görsel haramlara bakmaktan uzak tutmaya çalıştığımız gibi televizyon, internet, gazete gibi görsel basında yer olan haramlardan da gözlerimizi korumalı, onlara da oruç tutturmalıyız. قُلْ لِلْمُؤْمِنٖينَ يَغُضُّوا مِنْ اَبْصَارِهِمْ وَيَحْفَظُوا فُرُوجَهُمْؕ ذٰلِكَ اَزْكٰى لَهُمْؕ اِنَّ اللّٰهَ خَبٖيرٌ بِمَا يَصْنَعُونَ “Mümin erkeklere söyle, gözlerini haramdan sakınsınlar ve iffetlerini korusunlar. Bu onlar için daha arındırıcıdır. Allah onların bütün yaptıklarından haberdardır.” (Nûr, 30)

Aynı şekilde, dilimizi de başta yalan olmak üzere elfazı küfür, gıybet, iftira, dedikodu vb. gibi haramlardan uzak tutmalıyız. Ramazan dışında çok dikkat etmediğimiz dilimize Ramazanda daha bir dikkat ederek onu yukarıda saydığımız dilin haramlarından korumalıyız. Ebû Hureyre (r.a.)'dan, rivayet edilen bir hadis rivayetinde Hz. Peygamber şu şekilde buyurmuştur: "Bir kimse yalan söylemeyi ve yalanla iş görmeyi terketmezse, Allah (c.ç.)'in, onun yeme içmeyi terketmesîne ihtiyacı yoktur."[1]  O halde kardeşlerim dilimize dilin haramları olan hususlara karşı oruç tutturmalıyız. Dilimizi zikir, Kur'an okumak, hakkı söylemek, iyiliği emretmek ve kötülükten alıkoymak gibi amellerde meşgul etmeliyiz.

Kalbimizi de ramazanı vesile kılarak tezkiye etmeliyiz. Normal zamanlarda yapamadığımız tezkiyemizi, orucun getirdiği manevî atmosferi fırsat bilerek yapmalıyız. Kalbin amelleri olan kin, nefret, su-i zan, kıskançlık, cimrilik, sevilmemesi gerekenleri sevmek, korkulmaması gerekenlerden korkmak gibi hastalıklarını tedavi edebilmeliyiz. Kalbimizi Allah’ın razı olacağı amelleri ile meşgul etmeliyiz. 

Yine, nefsin her türlü haram ve isyan olan arzu ve isteklerine karşı bir direnç ortaya koyarak nefsi tezkiye edebilmeliyiz. Bu özelliğinden dolayıdır ki birçok ayette Rabbimiz bazı günahların kaffareti olarak orucu emretmektedir. Yani adeta Rabbimiz işlediğimizi günahlarımızdan temizlenmek için oruç bezini/temizleyicisini kullanmamızı istemektedir. Peygamber efendimiz de bu özelliğinden dolayıdır ki nefsi kontrol atlında tutmak ve harama gitmesini engellemek için nafile orucu tavsiye etmiştir. "Ey gençler topluluğu! Sizden kimin evlenmeye gücü yetiyorsa hemen evlensin. Zira evlilik gözü (haramdan) daha çok uzaklaştırıcı iffeti de çok daha koruyucudur. Evlilik külfetine güç yetiremeyenler ise oruç tutsun. Çünkü oruç, şehveti kıran bir şeydir."[2]

Yine bu ay, açların halinden eh fazla anlayacağımız ve elimizdeki imkanları onlarla paylaşacağımız ay olmalıdır. “Açın halinden tok ne anlar” diye bir atasözümüz vardır. Evet, aç açın halinden anlar. O halde bizde aç olan kardeşlerimizin halinden anlamalı ve Allah’ın bize sunduğu nimetleri aç olan başta Gazzeli kardeşlerimiz olmak üzere insanlar ile paylaşmalıyız. Eğer imkânımız varsa, iftar soflarımızı aç insanlar başta olmak üzere, fakirlere, akrabalara ve komşulara açabilmeliyiz. Yardımlaşma ve dayanışmamıza ramazanı bir vesile kılmalıyız.

Özellikle malî durumu iyi olan kardeşlerimiz, zekâtlarını bu ayda ihtiyaç sahibi kimselerle ulaştırmalı veya bu konuda faaliyet yapan kurumları desteklemeleri gerektiğini unutmamalılar. Unutmayalım ki, zekât “temizlemek” demektir. Eğer kendimizi ve sahip olduğumuz malı temizlemek istiyorsak, yani malî ve mânevî kirlerimizden arınmak istiyorsak zekatlarımızı tastamam olarak bu ayda vermemiz bizim için daha hayırlıdır. Hani Ramazan için bir fırsattır demiştik ya! Mânevî temizliğimizi sağlayacak bu aya, malımızı temizleyecek zekatlarımızı da ekleyerek tam bir arınmayı yakalayabilmeliyiz.  

Yine, fıtır sadakası bu aya has malî bir ibadettir. Halkın fitre dediği, zengin fakir demeden bütün insanların vermesi gereken bu malî ibadet dinimizce Müslümanlar arası dayanışmak amaçlamaktadır. Müslümanlar arasındaki dayanışmayı sağlayan bu malî ibadeti de tas tamam yerine getirmeliyiz. Herkes günlük olarak tükettiğinin ortalamasından iki öğünlük bir miktarı fakir insanlara vermelidir. Zengin kendi malî durumuna göre, fakir de kendi durumuna göre vermelidir. İhtiyaç sahibi olan insanların ise fitre vermemelerinde bir sakınca yoktur. Allah imkânı olan insanları bu ibadetle yükümlü tutmuştur. Diyanetin belirlediği fitre tutarı imkanları az olan fakirler içindir. Dolayısıyla zengin olanlar kendi tükettiklerinin ortalamasını dikkate alarak fitre vermelidirler. Fıtır ibadeti de bizim, ramazan ayını hakkıyla ihya etmemiz için bir vesiledir. O halde bu vesileye de sarılalım.

Yine hepimizin bildiği gibi Kur'an, bu ayda inmiştir ve bizim örfümüzde bu ay Kur'an ayı olarak bilinmektedir. شَهْرُ رَمَضَانَ الَّذِيَ أُنزِلَ فِيهِ الْقُرْآنُ هُدًى لِّلنَّاسِ وَبَيِّنَاتٍ مِّنَ الْهُدَى وَالْفُرْقَانِ “Ramazan ayı, insanlara yol gösterici, doğrunun ve doğruyu eğriden ayırmanın açık delilleri olarak Kur'an'ın indirildiği aydır…”[3] Bu ayda Allah'ın kitabı olan Kur'an ile olan ilişkimiz mutlaka arttırılmalıyız. Anlamak için Kur’an’ı az okuyan bir toplumuz. Ramazan ayını bir vesile bilerek, bu ayı “on bir ayın sultanı” yapan Kur’an’a mutlaka zaman ayırmalıyız. Oruçtan sonra, hatta, oruçtan da önce bu ayda yapmamız gereken ibadetlerin en önemlisi hiç kuşkusuz ki, anlayarak Kur’an okumamızdır dersek hata etmiş olmayız. Hz. peygamberimizin Ramazan sünneti olan Kur'an’ı anlama ve maksadını kavramaya yönelik okumaya yönelik hatimler yapmalıyız. Halkın mukabele örfünü, Kur'an’ı anlama örfüne dönüştürmemiz gerekmektedir. Ramazan geçip gittiği halde Kur’an’dan istifade etmemiş, çok önemli olan bu vesileyi ihmal etmiş birisi olmamalıyız. Dinimizin temel kaynağı olan Kur’an’ı mutlaka anlamaya çalışmalı, dinimizi öncelikle ondan öğrenmeliyiz. Dinini Kur’an’dan, yani Allah’tan öğrenmeyenler her daim birilerinin saptırmasına muhatap olabilirler. Dolayısıyla istikamete ulaşmak ve onu koruyabilmek için Kur’an’ı anlamamız zaruridir.

Peygamberimizin önemli bir sünneti de bu ayda daha fazla dua ibadetine sarılmasıydı. Allah ile aramızdaki en önemli rabıta olan dua ibadetinden kendimizi mahrum etmeyelim. Kendimiz, ailemiz ve yakınlarımız için dua ettiğimiz gibi başta Gazze’de, Arakan’da, Afganistan’da, Suriye’de, Doğu Türkistan’da ve dünyanın diğer coğrafyalarında despot yönetimlere ve zalimlere karşı yürüttükleri mücadelelerinde başarılı olmaları için Müslümanlara dua etmeliyiz. Yaptıkları bu direnişi, maddî ve mânevîi anlamda desteklemeli ve Allah'ın onlara zafer vermesi için bol bol dua etmeliyiz. Müslümanların Allah için ortaya koydukları mücadelelerinde başarılı olmaları için Allah’tan kendilerine yardım etmesini istemeliyiz. Onlar için hiçbir şey yapamıyorsak en azından dualarımızla onlara yardım etmeliyiz. İbadet halindeyken yapılan duanın İslâm'daki önemi sizce malumdur. Oruç ibadetini ifa ederken hem kendimiz hem de bütün Müslümanlar için devamlı dua etmeniz gerektiğinin bilincinde olmalıyız.

Yine Ramazana özgü bir ibadet olan teravih namazını mutlaka ifa etmeliyiz. Cami imamları arkasında kılmıyor olsak da bizlere ait olan dernek, vakıf, mescid, ve evlerimizde teravih namazını mutlaka kılmalıyız. Her ne kadar bu ibadeti farz ve müekked bir sünnet olarak görmüyor olsak da kılınmasının faydalı oluğuna inanıyor ve arınmak için başvurulması gereken bir unsur olarak görüyoruz. Hz. Peygamberin önemli bir sünneti şuydu ki; Ramazan ayında ibadetlerini artırıyordu. İşte teravih namazı bunu sağlayan önemli bir etkenlerden birisidir bu vesileyle ikame edilmesi çok önemlidir ve ihmal edilmemelidir. Ne yazıktır ki, Ramazan gelip geçtiği halde bu ve buna benzer ibadetlerden mahrum olan kardeşlerimiz var. Hani dedik ya Ramazan bir fırsat ayıdır. İşte bu fırsatlardan bir tanesi de teravih namazıdır. İster yirmi, isterse de sekiz rekât kılalım. Ama mutlaka kılmaya çalışalım, teravih denilen bu vesileye de tutunalım ve bundan gafil olmayalım.

Ayrıca, Ramazan ayı hepinizin bildiği gibi içerisinde i’tikâfın bulunduğu bir aydır. İ’tikâf, kişinin, tüm zamanlarını ibadetle geçirmek maksadıyla mescit hükmünde olan bir yere kapanması demektir. Kapital sistemin hâkim olduğu ve para kazanmak için insanların zamanlarının büyük bir kısmını kendilerinden çaldığı bir durumda Müslümanlar, buna inat, vakti müsait olanların, Hz. Peygamberin yaptığı gibi on gün, vakti ve imkânı olmayanların ise vakitlerinin el verdiği oranda mutlaka i’tikâfa girmeleri gerektiğini şiddetle tavsiye ediyoruz. İ’tikâf maalesef bu toplumun unuttuğu, Kur’na’da karşılığı bulunan ve hüküm olarak da muekket sünnet olan bir ibadettir. Yani peygamberimizin hiç terk etmediği bir ibadettir i’tikâf. Bu ibadeti ifa etmek isteyen kardeşlerimizin de, itikâfa girdikleri mekânları; uyumak, lüzumsuz muhabbet ve tartışmalar yapmak, gerekli gereksiz cep telefonu kullanmak gibi bu ibadetin ruhuna aykırı şeylerden kaçınarak; ibadet, tefekkür, zikir ve Kur'an okumak gibi ibadetlerle geçirmeleri gerektiğini unutmamalıyız.

Yine özellikle Ramazanlarda tv. kanallarında boy gösteren sözüm onlara hoca tiplemelerinin ve Müslüman belediyelerin yaptıkları tahribatın da bilincinde olmalıyız. Ramazanı bir festivale çeviren, Ramazan’ın ruhuyla hiç alakası olmayan hususları Ramazan vesilesiyle gündeme getiren televizyon kanalizasyonlarından ve belediyenin organizasyonlarından uzak durmalıyız. Sahur ve iftar vakitlerini tv. başında ve belediyelerin bu ifsat yerlerinde geçirmektense bizim için ibadet olacak şeylerle bu vakitlerimizi değerlendirmeliyiz.

Ramazan ayını ayette buyurduğu gibi, “Umulur ki takvaya ulaşırsınız”[4] ifadesinde oryaya konulduğu gibi bir temizlenme ve arınma ayı olarak görmeliyiz. Nefsimizi tezkiye etmek ve bizim için diğer aylarda da gerekli olan donanımları bu ayda sağlayıp Ramazan’dan takva sahibi bir mümin olarak ayrılmak için her türlü meşru vesileye tutunmalıyız.

Ramazan fırsatını değerlendiremeyen bir Müslümanın, yeteri kadar bir donanıma sahip olamadığı için diğer aylarda da takvaya uygun bir hayat yaşamasının mümkün olamayacağını bilmeliyiz. Rabbimizin ayağımıza kadar gönderdiği bu fırsatı kaçırmamak dileğiyle.

Evet rabbim Ramazan’ı hakkıyla ihya etmeyi bize ve tünün dünya Müslümanlarına nasip etsin! Bayrama her türlü günah, mânevî kirlerden arınmış bir şekilde ulaşmayı bize naip etsin! Rabbim bu Ramazan’ı ümmetin uyanışına bir vesile kılsın! Küfre karşı vermiş oldukları mücadelelerinde onlara muzafferiyetler versin!

[1] Buhârî, savm 8; Tirmizî, savm 16; İbn Mâce, sıyâm 21. Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/211.

[2] Müslim

[3] Bakara, 2/185.

[4] Bakara, 2/183.

İslâm dini Allah'ın dinidir. Bu dinin tek bir sahibi vardır o da alemlerin rabbi olan Allah'tır. Din üzerinde hüküm koyma, ölçü belirleme, helâl ve haram koyma yetkisine sahip olan Allah’tır. Güncel tabirle İslâm dini; made-in Allah’tır.

Dinleri, menşeî olarak üçe ayırmak mümkündür:

1- Hak din: Kaynağı Allah’tır. Bu kategoriye giren din sadece İslâm’dır.

2- Muharref dinler: Kaynağı itibariyle insan ve Allah’ın belirleyici olduğu dinler: Bu kategoriye giren dinlere de Yahudilik ve Hıristiyanlığı örnek verebiliriz.

3- Bâtıl dinler: Kaynağı itibariyle tümüyle insanî olan yani beşerî olan dinler: Bu kategorideki dinlere örnek olarak da Putperestlik, Hinduizm, Mecusilik, Laiklik, sosyalizm, liberalizm vb. bâtıl dinleri verebiliriz. Butür anlayışların da birer din olduğunun delili şu âyet-i kerimelerdir: مَا كَانَ لِيَأْخُذَ اَخَاهُ ف۪ي د۪ينِ الْمَلِكِ اِلَّٓا اَنْ يَشَٓاءَ اللّٰهُۜ “İşte Biz, Yusuf’a bu şekilde bir "Keyd" öğretmiştik. Aksi halde Melikin dinine göre kardeşini tutamayacaktı .” (Yusuf, 76) Görüldüğü gibi Yusuf (a.s.)’ın yaşadığı dönemde Mısır’da iktidarda bulunan melikin sahip olduğu dine/siyasal sisteme Kur’an din diyor. Bir başka âyet-i kerimde de şu şekilde buyurulur: لَكُمْ د۪ينُكُمْ وَلِيَ د۪ينِ “Sizin dininiz size benim dinim de bana.” (Kâfirûn, 6) Bu âyette de Mekkekilerin sahip oldukları putperestlik bir din olarak görülmekte ve reddedilmektedir. Bu örnekte bize göstermektedir ki insanların oluşturduğu sistemler de din olarak isimlendiriliyor. Bu dinler her ne kadar içinde bir takım doğruları da bulunduruyor olsalar esasında insanların uydurduğu bâtıl dinlerdir.

İnzâl oldukları zaman itibariyle kaynağı Allah olan Yahudilik ve Hıristiyanlığa süreç içerisinde insanın müdahalesi olduğundan bu dinler, ilâhî olma özelliğini yetirdiler. Ne zaman ki bu dinler, Allah’ın gönderdiği hüviyetini yitirdiler işte o zaman, hak olma özelliğini de yitirdi ve beşerî bir din haline geldiler.

Kedimizi kendisine nispet ettiğimi İslâm dini; menşe-i Allah olan tek dindir. Bu din, ne menşe-i Hz. Muhammed'in (s.a.v.) olan dinidir. Ne Nuh'un (a.s.) dinidir, ne İbrahim'in (a.s.) dinidir, ne Musa'nın (a.s.), ne İsa'nın (a.s.), ne de diğer peygamberlerin dinidir. Bu din Alemlerin tek sahibi olan Allah’ın dinidir.

Yine bu din ne Hanefî mezhebinin imamı; İman Ebû Hanife'nin dinidir, ne Malikî mezhebinin imamı; Malik Bin Enes'in dinidir, ne Şafiî mezhebinin imamı; Muhammed İdris eş- Şafii'nin dinidir ve ne de Hanbelî Mezhebinin imamı; Ahmed b. Hanbel’in dinidir.

Yine bu din menşeî olarak akide de iman kabul edilen Maturudî mezhebinin imamı; İmam Maturidi’nin dinidir, ne Eş’ârî mezhebinin imamı; Ebû Hasan Eş’âri'nin dinidir, ne de Selefiyye mezhebinin imamı; Ahmed ibn Hanbel’in dinidir. Bu din ne Ehl-i Sünnet alimlerinin dinidir, ne de Şiâ alimlerinin dinidir. Ne Mu’tezile mezhebine mensup olan alimlerin dinidir, ne de diğer itikadî mezheplere mensup olan alimlerin dinidir.

Yine bu din, menşeî olarak bugün kendilerini İslâm’ın tek temsilcisi gören tarikatçıların dinidir ve ne de Türkiye Cumhuriyeti devletinin resmi din kurumu olan diyanetin dinidir. Ne radikalce düşünen Müslümanların dinidir ne de kendilerini selefi diye niteleyen kimselerin dinidir. Ne Vahabîlerin dinidir ne modernistlerin ve mealistlerin dinidir.

Yine bu din ne Türklerin dinidir ne de Arapların dinidir. Ne Kürtlerin dinidir ne de Farisilerin dinidir ve ne de diğer ırklara mensup olanların dinidir. Bu din menşe-i olarak sadece ve sadece Allah’ın sahibi olduğu bir dindir. Tarih boyunca kendilerini bu dine nispet eden kimselerin tamamı bu dinin sahipleri değil, bu dini anlamaya çalışan ve yaşamaya çalışan kimselerdirler. Peygamberler dahi, bu dinin uygulayıcıları ve modelleyerek açıklayıcılarıdırlar.

Gelinen noktada artık Allah’ın dini olan İslâm kendilerini bu dine nispet eden kimseler tarafından esir alınmış bir durumdadır. Kendilerini bu dine nispet eden kimseler artık bu dinin kendi tekellerinde olduğu kabulüyle din anlayışları üzerinde istedikleri gibi at koşturur olmuşlardır.

Oluşturmuş oldukları din anlayışlarını tek doğru kabul ederek insanları o doğruları kabul etmeye zorlamaktadırlar. Kendileri gibi düşünmeyen Müslümanları kendilerine rakip olarak görmekte ve söylemde olmada da eylemde onlarla mücadele etmektedirler. Bu anlayışlarıyla Müslümanların birlik ve beraberliğini yok ederek tefrikayı oluşturmaktadırlar.

Grupların kendilerine has olarak oluşturdukları din anlayışları etrafından insanları toplamakta ve grupların önünde duran kimseleri adeta dinin sahibi gibi kabul ederek onlara bağlanmaktadırlar. Bu grup yöneticisi, imamı veya liderinin her türlü düşüncesini dinin aslından olarak görmektedirler. Bu şekildeki kabuller de ister istemez bu kimselerin dinin aslından olamayan bazı düşünce ve eylemlerinin de dinin aslından görülmesini sebebiyet vermektedir. Her grubun kendine has olan inanç ve düşünceleri, bağlıları tarafından bu şekilde görüldüğü zaman kaçınılmaz olarak tefrika oluşmaktadır. Çünkü bir grubun kendine has olan yaklaşımları bir başka grubun anlayışlarıyla uyuşması söz konusu olmamaktadır.

Geldiğimiz durumda dinin aslından olmadığı halde bu grupların mensupları tarafından kabul edilen nice İslâm dışı aylayışlar sanki İslâm’ın onayından geçmiş gibi kabul edilerek benimsenmektedir. İslâm Allah’ın dini iken ve onun kaynağı Kur’an-ı Kerim ve onun pratikteki uygulayıcısı Hz. Peygamberin sahih sünneti iken bu ortadan kalkarak bunun yerine veya bununla birlikte grupların yorumları belirleyici olduğunda nice İslâm dışı unsurun oluşması kaçınılmaz olmaktadır.

Müslümanların, Allah ve Rasûlüne mutlak itaat etmeleri gerekirken, ne yazıktır ki liderlerine, alimlerine, önderlerine mutlak manada itaat etmektedirler.

Nice tarikat lideri; -ki tasavvufun, diğer adıyla tarikatçıların asıl varoluş felsefesi insanların günülerinden dünyaya ait olan masiyeti çıkartarak oraya Allah sevgisini yerleştirmektir- insanlara zühd sahibi olmayı ballandıra ballandıra anlattıkları halde kendileri ultra lüks bir saadet zincirine sahip olmaları bağlılar tarafından eleştirilmemektedir. Liderlerinin söylediği İslâm dışı anlayışlar “vardır bir bildiği” yaklaşımıyla savunulmaktadır. “Allah dostu” kabulünün getirdiği manevî kisve altında liderlerin de hata yapabileceği gerçeği reddedilmektedir.

Nice bid’at ve hurafeler Kur’an’ın anlattığı ve Hz. Peygamber efendimizin yaşadığı İslâm’a değil de grupların oluşturduğu dinî söyleme tâbi olan insanlar tarafından dinin aslındanmış gibi kabul edilmekte ve uygulanmaktadır. Adeta din hakkında Allah’a söz hakkı verilmemekte, liderler, şeyhler ve âlimler bu konuda tek söz sahibi görülmektedir.

Bu anlayışların bir neticesi olarak din üzerinde söz söyleme, doğru ve yanlış belirleme yetkisi Allah’tan alınarak liderlere verilmektedir. Geldiğimiz noktada din adına Allah ve Rasûlü dışında, hemen herkes söz söyleme hakkına sahip görülmektedir.

Laiklik inancı üzerine oluşturulan devletin laik yasalarına bağlı kalmak zorunda olan diyanetin memurları, din hakkında söz söyleme hakkını kendilerinde görmekte, dini adeta laik devletin yaslanacağı koltuk değneği haline getirmektedirler.

Yine bir gruba mensup olan sözde alim, lider ve hocalar da kendi grubunun menfaatleri için dini ister bilinçli olarak istese de bilinçsiz olarak adeta basamak olarak görüp istismar edebilmektedirler. Kendilerini İslâm’a uydurmak yerine dini kendilerine uydurmaktan geri durmamaktadırlar.

Hatta geldiğimiz noktada İslâm dışı devlet yöneticileri bile din hakkında ahkam kesebilmekte ve insanlarda onların bu algılarına itaat edebilmektedirler. Onların yaptığı nice İslâm dışı uygulamalar benimsenebilmektedir.

İnsanların alim ve şeyh kabul ettiği kimseler, din hakkında tek söz söylem makamından görüldüğü için onların dinden anladıkları ama dinin aslından olmayan nice yorumları adeta dinin aslındanmış gibi görülmekte ve bunun bir sebebi olarak Allah’ın dini olan İslâm’dan uzaklaşılmaktadır. Alim ve şeyh kabul edilen kimselerin verdiği fetvalarla nice İslâm dışı yaklaşımlar meşrulaştırılmaktadır.

Bu tür yaklaşımlar dinin kaynağı olan Kur’an’dan ve onun pratikteki uygulayıcısı olan Hz. Muhammed’in (s.a.v) uygulamalarından insanları uzaklaştırdı. Meşruiyetin kaynağı olarak Kur’an, nice meselelerde geri planda kaldı. Kur’an’ın reddettiği nice inanç ve yelemler Müslümanların din anlayışlarının ve yaşayışlarının içerisine girdi.

Bunun sebebi nedir diye sorarsak?

1. Alimleri sevmek ve onlara saygı duymak ile onların her söylediğin din zannetme yanlışlığını birbirine karıştırdık. “Onlar en doğrusunu bilir”, “onlar Allah’ın veli kulları” gibi onlar hakkında taşıdığımız ön kabullerimizi “Allah en iyisini ve en doğrusunu bilir” gerçeğinin yerine koyduk.

2. Mutlak itaati Allah ve Rasûlüne yapmamız gerekirken bunu, alimlere ve liderlere de yapmayı zorunluluk olarak gördük. Karşı çıkılmaması gereken varlık olarak Allah’ı görmemiz gerekirken bunu liderlerimize yapar olduk. Lidere, hocaya, âlime karşı gelmeyi Allah’a karşı gelmekle aynı gördük.

3. Dinin kaynağı olarak öncelikle Kur’an’ı ve Rasûlün sahih sünnetini öğrenerek alimlerin söylediklerini bu çerçevede kabul veya reddetmemiz gerekirken, alimlerin ve mezheplerin din anlayışlarını öncelikledik ve Kur’an ve sahih sünneti bu çerçevede anlamaya çalıştık. Yani Kur’an ve sahih sünnet referans olması gerekirken biz alimlerin sözlerini referans haline getirdik. Kur’an ve sahih sünneti alimlerimizin ve şeyhlerimizin sözlerine uygun gelecek şekilde tevil edere olduk.

Kendimizi İslâm’a nispet eden kimseler olarak, maalesef ki çoğunluğumu dinimizin temel kaynağı olan Kur’an-ı Kerim’i bir defa dahi anlayarak baştan sona kadar okumadık. Dini Kur’an’dan yani Allah’tan öğrenmek yerine onu geri plana atarak alimlerden, şeyhlerden ve liderlerden öğrenir olduk. Kur’an hakkında oluşturduğumuz yanlış inançlar sebebiyle hem kendimizi hem de insanları Kur’an’dan uzaklaştırdık ve oluşan bu boşluğu hoca ve liderlerle doldurduk. Ona saygılı olmak adına ona dokunmayı, taşımayı zorlaştıran şartlar getirdik. Onun anlaşılamayacağını, anlamak için alim ve hoca olmak gerektiğini söyleyerek insanları ondan uzaklaştırdık. Kur’an okunurken daha etkili anlamak için dikkat edilmesi gereken kuralları belirlemek yerine; insanları kontrolümüz altına almamıza hizmet etmesi için okunmamasını tavsiye ettik, anlaşılamayacağını söyledik.

Oysaki “Acaba Allah bize ne diyor” sorusunu sorarak bu sorunun cevabını ilk önce Kur’an’a sormalıydık. Allah’ın bizden ne istediğiniz öğrenmenin derdinin arkasına düşmeliydik. İşimize, aşımıza ve eşimize verdiğimi değerin çok daha fazlasını dinimize vermemiz gerektiğini bilmeliydik. Böyle olmadığı için birilerinin çıkarak bizi, din üzerinden aldatabileceğini bilmeliydik.

وَاِنَّهُ لَذِكْرٌ لَكَ وَلِقَوْمِكَۚ وَسَوْفَ تُسْـَٔلُونَ “Doğrusu Kur'an, sana ve kavmine bir öğüttür. İleride ondan sorumlu tutulacaksınız.” (Zuhruf, 44) Görüldüğü üzere Allah bizi ne alimlerin sözlerinden ne mezheplerin görüşlerinden ne de liderlerin yönlendirmelerinden değil, Kitabından yani Kur’an-ı Kerim’den hesaba çekeceğini söylemektedir.

O halde Rabbimizin şu âyetlerine kulak verelim:

يَوْمَ تُقَلَّبُ وُجُوهُهُمْ فِي النَّارِ يَقُولُونَ يَا لَيْتَنَٓا اَطَعْنَا اللّٰهَ وَاَطَعْنَا الرَّسُولَا

وَقَالُوا رَبَّنَٓا اِنَّٓا اَطَعْنَا سَادَتَنَا وَكُـبَرَٓاءَنَا فَاَضَلُّونَا السَّبٖيلَا

رَبَّـنَٓا اٰتِهِمْ ضِعْفَيْنِ مِنَ الْعَذَابِ وَالْعَنْهُمْ لَعْناً كَبٖيراًࣖ

“Yüzleri ateşe çevrildiği gün, “Keşke Allah’a itaat etseydik, rasûlüne itaat etseydik” diyecekler. Ve ekleyecekler: “Rabbimiz! Biz efendilerimizi ve büyüklerimize itaat ettik/uyduk, onlar da bizi yoldan saptırdılar. Rabbimiz! Onlara iki kat azap ver ve onları ağır bir şekilde lânetle!” (Ahzab, 66-68.)

Bu âyetlerde ifade edilen duruma düşmemek için dinle ilgili konularda mutlak itaati alimlere, liderlere, şeyhlere değil, Allah ve rasûlüne yapmamız gerekiyor. Dini öncelikli olarak Allah’tan sorarak öğrenmeliyiz. Kur’an’ı anlayarak okumalıyız. Eğer Kur’an’dan dini öğrenerek hayatımızı ona göre ikame edemezsek o zaman âyetin tehdidi ile karşı karşıya kalırız da bizler için be bir kurtarıcı ve ne de yardımcı bulamayız.

Din günü/hesap günü âlemlerin Rabbi olan Allah’ın azabından bizi ne falan mezhebe bağlı olmamız, ne falan hocanın sözüne uyduğumuz, ne falan tarikata mensup olduğumuz için hiç kimse kurtulamaz. Burada saydığımız kimseler uyduğumuz için bize cennet vizesi verilmeyecektir. Bize öncelikle dünyada izzet ve onurlu bir hayat ve akabinde de cennet vizesi getirecek olan şey Kur’an’ın anlattığı doğru inanç ve bu inanç çerçevesinde yaşayacağımız hayat olacaktır.

O halde aldanmamak için, birilerinin bizi din üzerinden kandırmaması için, hesap günü “keşke” dememek için dinimizi Allah’tan ve onun Rasûlünün sahih sünnetinden öğrenelim. Dinimizi alimlerin, hocaların, mezheplerin, tarikatların ve grupların yoruma dayalı anlayışlarına bırakmayalım. Kur’an’ın muhkem naslarından dinimizi öğrenelim. Efendimizin pratik sünneti bizlere rol model olsun.

İnsanoğlu yapısı gereği birçok şeylere inanır veya reddeder. Yine birtakım amelleri yapar ve birtakım davranışları yapmaktan da uzak durmaya çalışır.

İnsanoğlunun inanç ve davranış konusunda bu şekilde hareket etmesini gerektiren birtakım hususiyetler söz konusudur. Sözgelimi herhangi bir şeye inanıyorsa, bu inanca sahip olmasını gerektiren etkenler vardır. Bu etkenleri bazı başlıklar altında gündeme getirmek mümkündür: Benimsemiş olduğu inancı, sosyal çevresi, müntesibi olduğu ideolojisi, kendisine dayatılmış olan doğrular ve bazı varlıkların sürece dahil olmalarıyla benimsediği veya benimsetildiği hususlarla izah etmek mümkündür.

İnsanoğlu, sahip olduğu düşüncelerini, genellikle kendisinin kâni olduğu hususlarla oluşturur. Bununla birlikte dışarıdan bir etki ile de oluşturabilmektedir. Veya birtakım amelleri kendisi doğru görerek yapabildiği gibi dışarıdan bir etki ile de onları yapabilmektedir. Bazı düşünce veya eylemlerini gönülden benimseyerek yaptığı gibi bazısını da kalbi mutmain olmadığı halde yapabilmektedir. Bazı düşünce ve davranışları kabul etmenin ötesinde severek ve haz duyarak benimser veya yapmaktadır. İnanç ve uygulamalarda bu durum, insanoğlu için en ideal durumdur. Yani bir kimse, inandığı veya yaptığı bir şeyi severek, haz duyarak benimsiyor ve yapıyorsa onun için ideal olan da budur. Dinin insandan istediği durumda tam da böylesine bir durumdur. Yani inancını ve amellerini, kalb-i mutmainlikle kabul etmesi ve onları severek uygulamasıdır.

Yüce kitabımız bu konuyu çeşitli yönleriyle bizim gündemimize getirmektedir. Kur’an-ı Kerim’de, bazı inanç ve davranışların hem müminlere hem de kafirlere süslü ve güzel gösterildiğinden bahseder. Süslü ve güzel göstermek bazen Allah’a, bazen şeytana, bazen de insanın kendi nefsine isnat edildiğini görmekteyiz. Yazımızın ilerleyen bölümlerinde bunlara örnekler verilecektir.

Biz bu yazımızda, insanoğlunun gerek düşünsel olarak gerekse de amelî olarak benimsediği birtakım düşünce ve davranışlarını, dışarıdan bir etki ile benimsemesi ve uygulanmasını konu alacağız. İnsanlar her ne kadar benimsediği düşüncelerini kendi iradesiyle de benimsemiş olsa, nihayetinde dışardan bir etkinin sürece müdahil olmasıyla insanın o düşüncelerinde sebat ettiğine tanıklık ediyoruz.

 

Nefsin Amelleri Süslü ve Güzel Göstermesi

Biz bu konuda kendimize referans olarak, Kur’an’dan bazı âyetleri alacağız. Bu âyetlerin başında Taha sûresinin 96. Âyet-i kerîmesinde geçen Samiri denilen şahsiyetin yaptıklarını gerekçelendirirken söylemiş olduğu: (وَكَذٰلِكَ سَوَّلَتْ ل۪ي نَفْس۪ي) “Bunu bana nefsim güzel gösterdi” ifadesini ele alarak başlayacağız.

Bu âyette geçen ve konumuzu ilgilendiren kelime, “سَوَّلَتْ/sevvelet” kelimesidir. Bu kelime: “Nefsin çok fazla arzuladığı hacet/istek” manasına gelmektedir. Dolayısıyla insan çok fazla arzuladığı ve istek duyduğu inanç ve davranışları için kullanılır. Burada da Samiri’nin, bir inanç olarak buzağı heykeline tapınmayı doğru gördüğü ve bunun bir neticesi olarak o eylemin kendisinin arzuladığı bir şey olduğu ifade ediliyor. Nefsinin o eylemi kendisine güzel göstermesi, istemeden yaptığı bir eylem değil, aksine istek ve arzu duyduğu bir olgu olduğunu göstermektedir.

Söz konusu âyet-i kerîmenin tam metin ve meali şu şekildedir:

قَالَ بَصُرْتُ بِمَا لَمْ يَبْصُرُوا بِه۪ فَقَبَضْتُ قَبْضَةً مِنْ اَثَرِ الرَّسُولِ فَنَبَذْتُ هَا وَكَذٰلِكَ سَوَّلَتْ ل۪ي نَفْس۪ي

“O da: Ben, onların görmediklerini gördüm. Zira, o elçinin izinden bir avuç (toprak) alıp onu (erimiş mücevheratın içine) attım. Bunu böyle nefsim bana hoş gösterdi, dedi.” [1]

Samiri İsrailoğulları içerisinde yaşayan bir şahsiyettir. Hz. Musa (a.s)'ın İsrailoğulları’na peygamber olarak gönderilmesi ile onları Mısır'dan, Firavun’un zulmünden kurtararak vaat edilmiş olan topraklara götürdüğü Kur’an-ı Kerim tarafından gündeme getirilir.

Vadedilmiş topraklara gittiklerinde Musa (a.s.), Allah ile olan ahdini yerine getirmek için Tur Dağı'na, vahiy almaya gider. Kardeşi Harun’u (a.s.) da kendi yerine vekil olarak bırakır. Lakin Musa (a.s.)'ın aralarından ayrılması ve Harun (a.s.)'ın da Musa (a.s.)'ın sahip olduğu siyasî boşluğu doldurabilecek bir yapıda olmamasını fırsat bilen Samir’i, harekete geçerek Mısır’dan ayrılırken İsrailoğulları’nın beraberinde getirmiş oldukları kıymetli eşyaları toplayarak onları eritir ve bir buzağı heykeli yapar. Sonra da insanlara: “Bu Musa'nın aramaya gittiği Rabbidir”[2] diyerek insanları o heykele tapmaya davet eder. Neticede insanlar, onun bu davetine icabet ederek o buzağı heykeline tapmaya başlarlar. Musa (a.s.), Rabbinin kendine bildirmesi ile olaydan haberdar olunca geri döner ve ilk önce yerine vekil olarak bırakmış olduğu Harun (a.s.)'a: Neden bu sapmanın karşısında durmadığını ve insanlara engel olmadığını öfkeli bir şekilde sorar.

Harun (a.s.), Musa (a.s.)'a neden engel olmadığı ile ilgili iki şey söyler.

Birincisi: Böyle bir şey yapması durumunda İsrailoğulları arasında birden fazla fırkanın oluşabileceğini ve kendisinin (Musa (a.s.)’ın de bundan dolayı kendisine kızacağını söyler. [3]

İkincisi de: İsrailoğulları'nın kendisini güçsüz bulduklarını, hatta kendisini öldürmekle tehdit ettiklerini ve neticede uyarılarını dikkate almayarak böyle bir yola tevessül ettiklerini ifade eder.[4]

Bunun üzerine Musa (a.s.) kardeşi Harun’u (a.s.), bırakarak bu defa bizzat heykeli yapan Samiri’ye yönelir ve ona: “Niçin böyle bir heykel yaptığını” sorar. O da cevap olarak yukarıdaki âyette geçtiği gibi: İnsanların göremediği şeyi gördüğünü, elçinin izinden bir avuç toprak aldığını ve onu, Mısır’dan getirdikleri değerli mücevherlerle beraber eriterek böyle bir heykel yaptığını ve nefsinin de bunu kendisine güzel gösterdiğini ifade eder. Neticede Musa (a.s.) yapılan heykeli parçalar ve Samiri’ye de ölünceye kadar lanetli bir şekilde ceza göreceğini ifade eder. Musa (a.s.) Allah'tan almış olduğu vahiyleri topluma ulaştırmaya, toplumu onlarla inşa etmeye devam eder.

Bu hadisede dikkat çekmek istediğimiz ve konumuzla da ilgili olan husus şurasıdır:

Anladığımız kadarıyla, Samir'in insanları saptırmak veya onların Musa (a.s.)'a olan bağlılıklarını ortadan kaldırmak için böyle bir eylem yapmamıştır.  Yaptığı bu eylemi, tamamen dinî açıdan doğru gördüğü ve kendisinin de benimsemiş olduğu bir inançla o heykeli yapmıştır. Ve insanların da ona tapması istemiştir. Yani Samiri, Allah'a veya Musa (a.s.)'a olan düşmanlığından değil, o yapıp ettiği eylemin dinen de hoş bir eylem olduğunu düşünerek yapar. Samiri ve İsrailoğulları, Firavunların zulmü altında yaşarken heykellere tapmayı bir yönüyle benimsemiş durumdaydılar. Kur'an-ı Kerim'e baktığımızda da İsrailoğulları’nın bu konuda nasıl bozuk bir inanca sahip olduklarını, bizim gündemimize getirmektedir. Dolayısıyla Samiri, Mısır'da edinmiş olduğu putçu anlayışları belirli yönleri ile benimsemiş ve onları doğru görerek o buzağı heykelini yapmış ve insanların da ona tapmasını sağlamaya çalışmıştır.

Peki ona bunu güzel gösteren şey nedir diye soracak olursak?

Genel olarak şunu ifade edebiliriz ki; insanlar, bâtılda olsa bir takım inanç ve uygulamaları doğru görerek uygulamaya başladıklarında ve bunlarda ısrarcı olarak onlardan uzaklaşmadıklarında, süreç içerisinde o inanç ve düşünceleri benimsediklerini ve neticede onlardan hoşlandıklarını görüyoruz. Kısacası insan, inandığı gibi yaşamadığında süreç içerisinde yaşadığı gibi inanmaya başlıyor. Allah Teâlâ da bir ceza olarak bu kimselere, yanlışlarda ısrar ettiklerinden dolayı o durumlarını güzel gösteriyor, benimsetiyor ve sevimli hale getiriyor.

Kur’an-ı Kerim’de, bir başka örnekte Yusuf (a.s.) ile kardeşleri üzerinden gündemimize getirilmektedir. Yusuf (a.s.)’ın, babası Yakup (a.s.)’ın yanındaki yerini çekemeyen kardeşleri onu sürecin dışında tutmak için bir plan kurarlar. Öncelikli olarak onu ortadan kaldırmayı düşünürler, fakat bundan başka yollarında olduğunu görerek onu bir kuyuya atmaya karar verirler. Babaları, kendilerine güvenmediği için Yusuf’u onlarla birlikte göndermiyor, onu kendi yanında bulunduruyordu. Planlarını devreye koymak isteyen kardeşler, babalarını ikna ederek onu yanlarında götürür ve neticede planlarını devreye koyarlar. Yusuf’u bir kuyunun içine atar ve akşam eve döndüklerinde, Yusuf’u kurdun yediğini söylerler. Öldürdükleri bir hayvanın kanını üzerine sürdükleri gömleği de bunun bir delili olarak gösterirler. Daha önce Yakup (a.s.)’ın, Yusuf ile ilgili endişesi olan: “Siz farkında olmadan onu kurdun yemesinden korkuyorum”[5] yaklaşımını da kendi planları içinde kullanırlar. Söylemiş oldukları bu yalana babaları inanmaz ve konumuzla da ilgili şu ifadeyi kullanır: (بَلْ سَوَّلَتْ لَكُمْ اَنْفُسُكُمْ اَمْر) “Bilakis[6] nefisleriniz size (kötü) bir işi güzel gösterdi.” Görüldüğü üzere kardeşlerinin Yusuf (a.s.) ile ilgili olarak yaptıkları bu düşmanlığın, “nefislerinin kendilerine güzel gösterdiği” bir kötülük olduğu ifade ediyor.

Peki kardeşleri, Yusuf (a.s.)’a neden bu şekilde düşmanlık ederek onu sürecin dışında tutmak istediler?

Anladığımız kadarıyla Yusuf (a.s.)'ın kardeşleri, babaları Yakup (a.s.)'ın, Yusuf (a.s.)'a karşı beslemiş olduğu sevginin, netice de vefatından sonra yerine Yusuf'un geçeceği ve dolayısıyla sürecin onun üzerinden devam edeceği algısına götürmüştür. İbrahim (a.s.)’dan beridir peygamberlik işi babadan oğula geçerek gelmiştir. İbrahim, İshak ve Yakup. Onlar istiyorlardı ki bu süreç babalarından sonra Yusuf üzerinden değil de kendileri üzerinden devam etsin. Fakat babalarının Yusuf’a ilgi göstermesini, sürecin Yusuf üzerinden devam edeceğini ve böylesine bir durumunda yanlış olacağını düşünüyorlardı. Babalarının bu algısını doğru görmeyen kardeşler, babalarından sonra sürecin kendileri üzerinden devam etmesini gerektiğini düşünüyor ve babalarına da bu hakikati göstermek, bu konudaki yanılgısını düzeltmek istiyorlardı. Dolayısıyla da doğru olanın kendi yaklaşımlarının olduğunu, babalarının da bu gerçeği görmesi için Yusuf (a.s.)'ı kuyuya attılar. Böylece de ondan kurtulduklarında babalarının da neticede bu hakikati göreceğini düşündüler. Kardeşlerin yapmış oldukları bu kötü eylemi doğru görmelerine sebebiyet veren husus, kendilerine güzel görünen bu algılarıdır. İşte bu algı sebebiyle Yusuf'u kuyunun içerisine attılar. Kendi nefislerine güzel gösterilen düşüncelerine göre, sürecin Yusuf üzerinden değil, kendi üzerlerinden devam etmesi gerekiyordu. Babalarının da bu “gerçeği” görmemesini kabul edemediler ve yaptıkları bu planla ona da göstermek istediler.

Yoksa kardeşlerin Yusuf (a.s.) ve Yakup (a.s.)’a yaptıklarını, sadece düşmanlık ve haset gibi bir algıya dayandırmak doğru olmasa gerekir. Kur’an’ın da olayı bizim gündemimize getirirken kullandığı ifade, kardeşlerin yaptıkları bu eylemi güzel ve arzu edilen bir amel olarak yaptıkları gerçeğidir. Bu hakikat Yakup (a.s.)’ın diliyle gündeme getiriyor. İlgili âyette şöyle buyurulur:

وَجَٓاؤُ۫ عَلٰى قَم۪يصِه۪ بِدَمٍ كَذِبٍۜ قَالَ بَلْ سَوَّلَتْ لَكُمْ اَنْفُسُكُمْ اَمْراًۜ فَصَبْرٌ جَم۪يلٌۜ وَاللّٰهُ الْمُسْتَعَانُ عَلٰى مَا تَصِفُونَ

“Gömleğinin üstünde sahte bir kan ile geldiler. (Ya'kub) dedi ki: Bilakis nefisleriniz size (kötü) bir işi güzel gösterdi. Artık (bana düşen) hakkıyla sabretmektir. Anlattığınız karşısında (bana) yardım edecek olan, ancak Allah'tır.”[7] Görüldüğü gibi bu âyette, kardeşler yaptıkları o eylemi “nefislerin arzu ettiği” bir eylem olarak yapıyorlar. Nefislerine güzel görünen bir eylem olarak bu yola başvuruyorlar. Anlıyoruz ki yaptıkları bu amel kendilerine güzel görünmüş, faydalı bir iş olarak görmüşler. Kötü olduğunu düşünerek yapmamışlar. Böylesine bir eylemle sürekli kalplerini meşgul ettikleri için bu yol kendilerine güzel görünmeye başlamış ve neticede bu yola tevessül etmişler.

Ayı durumu yine Yusuf (a.s.) kıssasında Yusuf’un, Anne bir küçük kardeşi Bünyamin’in Yusuf (a.s.) tarafından alıkonulması hadisesinde de görüyoruz. Yakup (a.s.) orada da aynı ifadeyi kullanarak, kardeşlerinin onun hırsızlık yaptığı yönündeki sözlerini kendisine aktardıklarında Yakup (a.s.) bu durumu “nefislerinin kendilerine güzel gösterdiği” bir kusurlarının olduğunu ifade etmektedir. İlgili âyet-i kerimede şu şekilde buyurulur:

قَالَ بَلْ سَوَّلَتْ لَكُمْ اَنْفُسُكُمْ اَمْراًۜ فَصَبْرٌ جَم۪يلٌۜ عَسَى اللّٰهُ اَنْ يَأْتِيَن۪ي بِهِمْ جَم۪يعاًۜ اِنَّهُ هُوَ الْعَل۪يمُ الْحَك۪يمُ

“(Babaları) dedi ki: «Hayır, nefisleriniz sizi (böyle) bir işe sürükledi. (Bana düşen) artık, güzel bir sabırdır. Umulur ki, Allah onların hepsini bana getirir. Çünkü O çok iyi bilendir, hikmet sahibidir.”[8]  Kur’an’ın bu tanıklığı bize göstermektedir ki, Yusuf (a.s.)’ın kardeşlerinin yaptıkları bu eylemlerin kötü olduğunu bilerek değil aksine onları güzel görerek yaptıklarını görmekteyiz.

Kur’an’ın inanç ve amellerin kalplere güzel gösterilmesiyle ilgili kullandığı kavramlardan birisi de “زَيَّنَ” kelimesidir. Bu kelime, amellerin veya onun arkasında bulunan inanç ve fikirlerin kişinin gönlüne süslenmesi, güzel ve çekici kılınması için kullanılır. Kur’an-ı Kerim amellerin kişiye süslü gösterilmesiyle ilgili olarak; bazen Allah’ın bunu yaptığını, bazen şeytanın yaptığını bazen de buna etki eden unsur gündeme getirilmeden ifade edilir. Bununla ilgili örnekleri yazımızda gündeme getireceğiz.

 

Şeytanın Amelleri Süslü ve Güzel Göstermesi

Amellerin süslü gösterilmesine etki eden unsurlardan bir tanesi de şeytanın veya şeytanların insanlara yapıp ettiği kötü amelleri güzel göstermesi ile alakalıdır.

Malum olduğu üzere gerek cin şeytanları gerekse de insan şeytanları, insanları Allah'ın yolundan alıkoyarak, bâtıl yollara sevk etmeyi kendilerine vazife bilmektedirler. Bu konuda da her türlü çaba ve gayreti sergilemektedirler. İnsanoğlu, haktan ve hakikatten ayrılarak bâtıla yönelince ve bunlarda da ısrarcı olunca işte şeytan ve aveneleri burada devreye girerek insanlara bu amelleri veya düşünceleri güzel göstererek orada sebat etmelerini salık vermekte ve böylece de onları istikametten uzaklaştırmak istemektedirler. Dolayısıyla insanların ısrarcı oldukları nice yanlışları, süreç içerisinde doğru görmeye başlayarak oralarda ısrar ederek hak yoldan uzaklaşmaktadırlar. İşin en önemli noktası ise; insanın yaptığı yanlışları yanlış olarak görmeyerek onları doğru görmesi ve bu amelleri kalbî olarak da benimseyerek yapmasıdır. Böylesine bir durum da şeytanın ve avenelerin arzu ettikleri bir durumdur. Çünkü böylesi bir durumda artık insanın o yanlışlardan dönmesi mümkün değildir. Şeytanların asıl ulaşmak istedikleri hedefleri burasıdır.

Yüce kitabınız Kur’an-ı Kerim, şeytanların insanlara dünyada yapıp ettikleri nice amelleri süslü gösterdiğine değinerek şöyle buyurur:

تَاللّٰهِ لَقَدْ اَرْسَلْنَٓا اِلٰٓى اُمَمٍ مِنْ قَبْلِكَ فَزَيَّنَ لَهُمُ الشَّيْطَانُ اَعْمَالَهُمْ فَهُوَ وَلِيُّهُمُ الْيَوْمَ وَلَهُمْ عَذَابٌ اَل۪يمٌ

“Allah'a andolsun, senden önceki ümmetlere de (peygamberler) göndermişizdir. Fakat şeytan onlara işlerini süslü gösterdi de (iman etmediler). İşte o, bugün onların velisidir. Ve onlar için elem verici bir azap vardır.”[9]

Bir başka âyette de şöyle buyurulur:

وَإِذْ زَيَّنَ لَهُمُ الشَّيْطَانُ أَعْمَالَهُمْ

“Şeytan, işlerini onlara süslemişti”[10]

Bu âyet-i kerîmeler bize hatırlatmaktadır ki; insanlar süreç içerisinde benimsemiş oldukları bâtıl inançlarını ve sergilemiş oldukları yanlış davranışlarını, şeytanın da etkisiyle güzel ve faydalı görerek yapmaktadırlar. Bu amellerin yanlış olduğunu, hata olduğunu bilerek yapmamaktadırlar. Dolayısıyla bu amellerinin birtakım faydaları olduğunu düşünerek bu amellere yönelmektedirler. Kendi benliklerinde kabul etmiş oldukları bu amellerdeki faydaları, kalpleri de tatmin olurcasına benimsemiş ve bunun neticesi olarak da bu amelleri sergilemekte ısrarcı olmuşlardır. Tarihin her dönemindeki istikametten uzaklaşan insanlar, kendilerini istikametten uzaklaştıran düşüncelerini ve davranışlarını, doğru görerek ve benimseyerek ve ayrıca da onlarda fayda olduğuna inanarak benimsemiş ve onları sürdürmüşlerdir. İşte bu durum şeytanların insanlara bâtılı süslü göstermesi neticesinde meydana gelen bir durumdur. İnsanlar o yaklaşımlarını yanlış görerek sürdürmemiş, aksine güzel görerek yapmışlardır. Bu durum da bize göstermektedir ki insanın gönlüne güzel gelen her şey gerçekte güzel olduğu için değil, onu gönlümüze süslü gösteren etkenlerin müdahalesiyle olduğunu unutmamalıyız.

Şeytanın insana bir takım batıl amelleri süslü göstermesiyle ilgili olarak başka bir âyet-i kerimede şu şekilde buyurulur:

قَالَ رَبِّ بِمَٓا اَغْوَيْتَن۪ي لَاُزَيِّنَنَّ لَهُمْ فِي الْاَرْضِ وَلَاُغْوِيَنَّهُمْ اَجْمَع۪ينَۙ

“(İblis) dedi ki: Rabbim! Beni azdırmana karşılık ben de yeryüzünde onlara (günahları) süsleyeceğim ve onların hepsini mutlaka azdıracağım!”[11]  Bu âyet-i kerîme de bize göstermektedir ki şeytan, müminleri yoldan çıkarmak için onları istikametten uzaklaştıracak unsurları onlara sevdireceği ve gönüllerine güzel göstereceği noktasında Allah’a and içmiştir. Bu andına sadık kalmak için de her gün bizleri yoldan çıkartacak amelleri gönlümüze, güzel olan taraflarıyla getirerek benimsememizi sağlamaya çalışmaktadır. Dolayısıyla bir inanç veya davranış gönlümüz tarafından güzel ve ilgi çekici görüldüğü zaman onların gerçekten de güzel olduğu anlamına gelmemektedir. İmtihan gereği bizi istikametten uzaklaştıracak unsurlar da bize güzel gelebilmekte, gönlümüz bu konuda istikametini koruyamamaktadır. Kendisini ihata eden birtakım unsurlar tarafından etki altına alınarak asıl işlevini kaybedebilmektedir.

 

İnsana Geçmiş ve Geleceğinin Süslü Gösterilmesi

Amellerin insanlara süslenmesi ile ilgili bir başka âyet-i kerîme ise Fussilet sûresinin 25 âyetidir.

وَقَيَّضْنَا لَهُمْ قُرَنَٓاءَ فَزَيَّنُوا لَهُمْ مَا بَيْنَ اَيْد۪يهِمْ وَمَا خَلْفَهُمْ وَحَقَّ عَلَيْهِمُ الْقَوْلُ ف۪ٓي اُمَمٍ قَدْ خَلَتْ مِنْ قَبْلِهِمْ مِنَ الْجِنِّ وَالْاِنْسِۚ اِنَّهُمْ كَانُوا خَاسِر۪ينَ۟

“Biz onlara birtakım arkadaşlar musallat ettik de onlar önlerinde ve arkalarında ne varsa hepsini bunlara süslü gösterdiler. Kendilerinden önce gelip geçmiş olan cinler ve insanlar için (uygulanan) azap onlara da gerekli olmuştur. Kuşkusuz onlar hüsrana düşenlerdi.”[12]

Görüldüğü üzere bu âyet-i kerîmede de insanoğlunun istikametini muhafaza edememesi neticesinde, Allah Teâlâ'nın kendilerine birtakım insanları arkadaş kılarak o arkadaşlar üzerinden bu kimselerin saparak azaba müstahak olacaklarını ifade etmektedir.  Geçmişlerinin/atalarının yapıp ettiği amellerini kendilerine güzel gösterilmesi ile veya geleceğe yönelik olarak yapmayı planladıkları amellerinin kendilerine güzel gösterilmesi ile istikametten uzaklaştırıldıkları ifade edilmektedir. Yani insanlar geçmişleriyle övünerek, onların yapmış oldukları nice İslâm dışı inanç ve uygulamaları bayraklaştırarak istikametten uzaklaşabildikleri gibi ayrıca geleceğe yönelik olarak da ortaya koymuş oldukları hedeflerinin, beklentilerinin ve planlarının da kişilere güzel gösterilerek bunlar üzerinden sapmalarını mümkün olduğu ifade edilmektedir. Oysa ki doğru olanın Allah Teâlâ'nın belirlediği ölçüler içerisinde hareket ederek, geçmişlerimizin yaptıklarını veya daha önceden kendimizin yaptığı davranışları bu ölçülere uygun olduğu durumda kabul etmeli, uygun olmadığı durumda da reddetmeliyiz. Yine geleceğe yönelik olarak yapmış olduğumuz hedefler ve planlar, eğer İslâm'ın koymuş olduğu ölçülere uygun ise onların arkasında durarak gerçekleştirmeye çalışmak, lakin uygun olmadıkları durumda da onlardan yüz çevirmek gerekmektedir. Böyle olması gerekirken gerek geçmişimizle ilgili gerekse de geleceğimiz ile ilgili İslâm dışı unsurları bırakın uygulamayı veya tasvip etmeyi onları, doğru görerek ve benimseyerek, onlara karşı sevgi beslememiz bizi hakikatten uzaklaştıracak bir yaklaşım olduğunu görmemiz gerekiyor. Kalbimizde ve gönlümüzde İslâm dışı bu unsurlara karşı sevgi beslememiz ve onlara karşı haz duymamız sapmışlığın bir göstergesidir.

 

Firavun’a Kötü Amellerinin Süslü Gösterilmesi

Yine konumuzla ilgili başka bir âyet-i kerîmede şu şekilde buyurulmaktadır:

وَكَذٰلِكَ زُيِّنَ لِفِرْعَوْنَ سُٓوءُ عَمَلِه۪ وَصُدَّ عَنِ السَّب۪يلِۜ وَمَا كَيْدُ فِرْعَوْنَ اِلَّا ف۪ي تَبَابٍ۟

“Böylece Firavun'a, yaptığı kötü iş süslü gösterildi ve yoldan saptırıldı. Firavun'un tuzağı tamamen boşa çıktı.”[13]

Görüldüğü üzere, Kur'an'ın haber verdiğine göre, tarihin en büyük tâğûtlarından ve zalimlerinden olan Firavun'un, yaptığı nice hakikatten uzak amellerini güzel görerek yaptığı bize haber vermektedir. Yani Firavun, bu kötü amelleri güzel gördüğü için yapmaktaydı.  

Firavun İsrailoğulları’na karşı uygulamış olduğu zulümleri ve katliamları güzel ve faydalı görerek yapmaktaydı. Onların erkek çocuklarını katletmesi ve kız çocuklarını hayatta bırakma[14] uygulaması onun için gerekli olan, güzel olan, faydalı olan bir davranıştı. İşte Firavun gibi istikametten uzaklaşarak bu halini meşrulaştıran kimselerin yapıp-ettiği bu tür zulümler ve katliamlar, kendilerine güzel görünmeye başlanır. Bu sebeple de bu kimseler, bu tür uygulamaları ve zulümleri faydalı görerek yapmaya devam ederler. Neticede de Firavun gibi geri dönüşü olmayan bir yola girerler.

Firavun'un kendi toplumunu ahmaklaştırması[15] ve onlara: “Sizin için benden başka bir ilah bilmiyorum”[16] diyerek kendisini ilâhlaştırması, hatta: “Ben sizin en büyük rabbinizim”[17] diyerek Rablik iddiasında bulunması gibi nice insanı helaka götürecek söylemler ve eylemler, ona güzel göründüğü için onları uygulamıştır. Bu yaklaşımından dolayı da bu amelleri kendine güzel gösterilmiş ve neticede Allah'ın azabını hak edecek bir kimse olmuştur. Peygamberlerin karşısında durmuş, onları yalanlamış, bütün güç ve imkanlarıyla onların davetinin başarısız olması için mücadele etmiştir. Yukarıdaki âyet-i kerîmenin ifadesi ile Firavun, bunları güzel ve faydalı gördüğü için yapmıştır.

 

Allah’ın Amelleri Süslemesi ve Güzel Göstermesi

Konumuzla ilgili bir başka âyet-i kerîme ise Rabbimizin şu buyruğudur:

اِنَّ الَّذ۪ينَ لَا يُؤْمِنُونَ بِالْاٰخِرَةِ زَيَّنَّا لَهُمْ اَعْمَالَهُمْ فَهُمْ يَعْمَهُونَۜ

“Şüphesiz biz, ahirete inanmayanların işlerini kendilerine süslü gösterdik; o yüzden bocalar dururlar.”[18]

Görüldüğü üzere bu âyet-i kerîmede Rabbimiz istikametten uzaklaşarak o yolda ısrarcı olanlara yapıp ettikleri amelleri güzel göstereceğini ve böylece de onların o hayat içerisinde kalacaklarını ve neticede de kaybedenlerden olacaklarını ifade etmektedir. Âyet-i kerîmenin bizim gündemimize getirdiği husus şudur ki; insanoğlu kendisini istikametten uzaklaştıracak olan bir yola girdiği zaman eğer o yolda ısrarcı olursa, Allah Teâlâ da bu kimseye bir ceza olarak, yaptığı amelleri süslü göstermekte ve böylece de yaptıklarının bir karşılığı olarak, bir daha istikameti yakalayamama cezası ile karşı karşıya bırakmaktadır. Bu gibi kimseler bu yola girdikten sonra artık orada yapıp-ettikleri tüm yanlışları güzel görmekte, onlara bu amelleri kendilerine süslü gösterilmektedir. İnsanoğlu da zaafı gereği, kendisi için süslenmiş olan ve kalbinin de güzel gördüğü amellere meyleder, o amelleri hayatında sürekli olarak yapmaya çalışır. Çirkin gördüğü amellerden de uzak durur.

Bu âyet-i kerîmeden de anlıyoruz ki; insanların güzel görerek yaptığı nice amellerin aslında güzel olmadığı halde, Allah Teâlâ'nın bir ceza olarak onlara güzel göstermesi neticesinde insanlar tarafından yapıldığını görmekteyiz. Tarih boyunca insanların istikametten uzaklaşarak içerisine sürüklenmiş olduğu bâtıl inançların ve hayat tarzlarının, uygulayıcıları tarafından güzel görüldüğünü, benimsendiğini ve bunun bir sonucu olarak da hayatlarını onlara göre sürdürdüklerini görmekteyiz. Yoksa insanlar üzerinde bulundukları yolun bâtıl bir yol olduğunu bildikleri halde, o yolda ısrarcı olmamaktadırlar. İşte böylesine bir durum da insanların dünyada içine düşmüş oldukları büyük bir aldanışı ifade etmektedir. Bunun bir sonucu olarak da ahirette, daha büyük bir azapla karşı karşıya kalacaktır. Allah Teâlâ nasıl ki; iman ederek istikametini koruma gayreti içerisinde olan kimselere inayeti ile yardımda bulunuyor ise, aynı şekilde istikametten uzaklaşarak bâtıl anlayışlara sürüklenen ve oradaki istikametini koruyan, orada yaptığı ameller kendisine güzel görünen kimseleri de bu bâtıl inanışlarda kalmalarını onlara güzel göstererek cezalandırıyor.

Kur'an-ı Kerim'in bir başka ifadesi ile İsrailoğulları, Mısır'da yaşamış oldukları zaman diliminde Mısır halkının putperest bir toplum olmasından etkilenerek, yüreklerinin bir köşesine putçu anlayışları yerleştirmişlerdi. Bu anlayışları sebebiyle de istikametten uzaklaştıklarını haber vermektedir. Her ne kadar peygamberleri kendilerini istikamete ulaştırmak için gayret gösterseler de kalplerine yerleşmiş olan bu putçu anlayışların süreç içerisinde zuhur etmesiyle haktan ve hidayetten uzaklaştırdıklarını örnekler üzerinden bize anlatır. Bu kimselerin Allah'ın nice ikramlarına muhatap oldukları halde kendi peygamberlerinden bile kendilerine put yapmalarını istemeleri[19], onların bu konudaki sapmalarının bir göstergesidir. Yine Kur’an-ı Kerîm'in ifadesi ile bu bâtıl anlayışlarında ısrarcı olmaları, bu bâtıl anlayışları kalplerinden tümüyle söküp atmamaları sebebiyle onların kalplerine “buzağı sevgisinin” yerleştirildiğini haber vermektedir.[20] Bu tür inançları içselleştirdiklerini ve bu sebeple de Allah’ın kendilerine bir ceza olarak bu durumlarının güzel gösterilmesiyle cezalandırıldıklarını görmekteyiz. Çünkü bu durumların güzel görünmesi, o yolda yürümeye devam edilmesini de gerekli kılmaktadır. O yolda ısrar etmek ise kişinin azabını daha büyük ve kalıcı hale getirmektedir.

 

Müminlere İmanın Sevdirilmesi ve Güzel Gösterilmesi

Allah Teâlâ nasıl ki yanlışlarda ısrar eden ve istikamete dönmek için bir gayret ortaya koymayan kişileri, bu durumlarında ısrarcı olmalarından dolayı bâtıl anlayışlarını kendilerine süslü göstermekte ise aynı şekilde hidayet üzere olan ve istikametini korumaya çalışan müminlere de yardımını göndererek onları istikamet üzere kalmalarını sağlayacak birtakım yardımları da söz konusudur. Kur'an-ı Kerim'de rabbimiz bu yönüyle müminlere olan yardımını ifade etmek için bir âyet-i kerîmede şöyle buyurmaktadır:

وَاعْلَمُٓوا اَنَّ ف۪يكُمْ رَسُولَ اللّٰهِۜ لَوْ يُط۪يعُكُمْ ف۪ي كَث۪يرٍ مِنَ الْاَمْرِ لَعَنِتُّمْ وَلٰكِنَّ اللّٰهَ حَبَّبَ اِلَيْكُمُ الْا۪يمَانَ وَزَيَّنَهُ ف۪ي قُلُوبِكُمْ وَكَرَّهَ اِلَيْكُمُ الْكُفْرَ وَالْفُسُوقَ وَالْعِصْيَانَۜ اُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الرَّاشِدُونَۙ

“Hem bilin ki, içinizde Allah'ın elçisi vardır. Şayet o, birçok işlerde size uysaydı, sıkıntıya düşerdiniz. Fakat Allah size imanı sevdirmiş ve onu gönüllerinize sindirmiştir. Küfrü, fıskı ve isyanı da size çirkin göstermiştir. İşte doğru yolda olanlar bunlardır.”[21]

Görüldüğü üzere bu âyet-i kerîmede Allah Teâlâ, mümin olan kullarına imanı sevdirdiğini, onu gönüllerine süslü gösterdiğini ifade etmektedir. Dolayısıyla istikametini koruyan ve samimiyetini muhafaza eden kimselere Allah Teâlâ, yardım ederek kendilerini hidayet üzere tutacak gerek imanî gerekse de amelî unsurları kalbine sevdireceğini, onları süslü göstererek o ameller üzere hayatını devam ettirmesini sağlayacağını ifade etmektedir. Dolayısıyla Allah Teâlâ, iman eden kullarını kendi iradeleriyle baş başa bırakmamakta, onlara yardımını göndererek imanın gereği olan unsurları onların kalplerine sevdirerek ve süsleyerek o amelleri üzerine ayaklarını sabit kılmaları konusunda kendilerine yardım ettiğini ifade etmektedir. Zaten Allah'ın bu tür yardımı olmazsa, insanların istikametlerini muhafaza edebilmeleri çok mümkün değildir. Bâtıl anlayışların her taraftan Müslümanları kuşatmış olduğu bir durumda, hakla bâtılın birbirine karıştırıldığı anlayışların belirleyici olduğu bir durumda Müslümanların ayaklarının kaymaması çok mu çok zordur. İnsanoğlunun zaafını bilen Allah Teâlâ, kendisine iman eden, istikametini koruyan müminleri kendi nefisleri ile baş başa bırakmamakta, onlara ilâhî yardımıyla destek olmaktadır.

Allah Teâlâ mümin kullarına, sadece imanı sevdirerek ve onu kalplerine süsleyerek yardımda bulunmamış bununla birlikte onları istikametten uzaklaştıracak hususları da onların kalplerine kötü göstererek bunlardan uzak durmaları konusunda da müminlere yardım etmiştir. Söz konusu âyetin ifadesiyle, Allah Teâlâ insanları tümüyle istikametten uzaklaştıracak olan küfrü; yani inkârı, Allah’ı veya O’un hükmünü reddetmeyi; insanı ebedî cehennemlik yapacak olan bu durumun içerisine düşmeyi mümin kullarına kötü gösterdiğini ifade etmektedir. Böylesine bir durumda Allah’ın mümin kullarına yaptığı en büyük yardımlardan birisidir.

Ayrıca Allah'ın hudutlarını aşmak olarak ifade edebileceğimiz fıskı da; yani fasıklığı da insanlara kötü göstererek insanların Allah'ın hudutları içerisinde bir hayat yaşamaları gerektiğini onlara sevdirmiştir.

Yine ayrıca, Allah'a isyan olabilecek her türlü hususu mümin kullarına çirkin göstererek Allah'ın hudutlarını korumaları gerektiği konusunda onlara yardım etmiştir. Allah Teâlâ istikametini korumaya çalışan mümin kullarına bu şekilde yardım ederek hem dünya hem de ahiret saadetini sağlayacak unsurları onlara sevimli göstermektedir. Bununla birlikte hem dünyada hem de ahirette kendilerine zarar verecek unsurları onlara çirkin göstererek onları bu duruma düşmekten muhafaza ederek kendilerine yardım etmiştir.

Âyet-i kerîmenin devamında ifade edilen: “İşte doğru yolda olanlar bunlardır” ifadesi ise bize imanı ve imanın gereği olan şeyleri seven, onlara iştiyak duyan, onları süslü görerek onlara yönelen kimselerin istikamet üzere olduklarını ifade etmektedir. Yine küfrü, Allah'ın hudutlarını aşmayı ve ona isyan olabilecek unsurlardan uzak durmayı da hidayet üzere olmak ve istikamet üzere olmanın bir gereği olarak saymaktadır.

 

Sonuç

İnsanların benimsediği inanç ve davranışların sebepleri arasında birçok etken söz konusu olabilmektedir. Bunların bir kısmı kişinin kendi yargıları sebebiyle olduğu gibi bazısı da yine kendi yönelimlerinin bir sonucu olarak dışarıdan bir etkiyle elde ettiği hususlardır. Bazı Müslümanlar şöyle bir düşünceyi savunmaktadırlar: Allah Teâlâ insanoğlu ile olan ilişkisinde birtakım kural ve kaideler belirleyerek, insanları bunlarla baş başa bırakmıştır. İnsanın hayatına bu yönüyle hiçbir şekilde müdahil olmadığı gibi bir yaklaşımları söz konusudur. Oysa ki Kur’an-ı Kerîm'e ve söz konusu ettiğimiz âyetlere baktığımız zaman görüyoruz ki; Allah Teâlâ, kullarına hak ettikleri ölçüde karşılık vererek, onlara imanı veya küfrü süsleyerek ve güzel göstererek etki ettiğini söylemektedir. Buradan da anlıyoruz ki; Allah Teâlâ, iyiye yönelen kullarına yardımını göndererek onları istikamet üzere tuttuğu gibi kötüye yönelen kullarına da orada ısrarcı oldukları durumda o hallerini süslü göstererek bâtılda ısrarcı olmalarını sağladığını görmekteyiz. Allah Teâlâ, küfürde ısrarcı olan kâfirler hakkında şöyle buyurmaktadır:

خَتَمَ اللّٰهُ عَلٰى قُلُوبِهِمْ وَعَلٰى سَمْعِهِمْؕ وَعَلٰٓى اَبْصَارِهِمْ غِشَاوَةٌؗ وَلَهُمْ عَذَابٌ عَظٖيمٌࣖ

“Allah onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir, gözlerinde de kalın bir perde bulunmaktadır ve onlar için büyük bir azap vardır.”[22] Görüldüğü üzere küfürde ısrarcı olan kâfirler daha dünyadayken Allah Teâlâ tarafından imam etmelerinin engellenmesiyle cezalandırılıyorlar. Normal şartlarda herkes için söz konusu olan; ölünceye kadar iman etme hakkı bu kimseler için olmayacağı ifade ediliyor. Allah Teâlâ küfürde ısrarcı olan kâfirlere müdahale ederek onların kalplerini küfür üzere sabit kılıyor ve iman etmelerinin artık mümkün olmayacağını ifade ediyor.

  Yukarıdaki âyetler de bize gösteriyor ki, Allah ile kulları arasındaki ilişki; sürekli etkileşim içerisinde olduğu, Allah Teâlâ'nın insan hayatına sürekli müdahil olduğunu gösteriyor. Tabii ki Allah Teâlâ'nın bu müdahil olması; kulun tercihleri ile ilgilidir. Yani Allah Teâlâ, iyiye yönelen kullarına bu konudaki samimiyetlerini muhafaza ettikleri sürece yardım ederek istikametlerini muhafaza etmeye yardım ettiği gibi kötüye yönelen kullarını da orada ısrarcı oldukları sürece o durum üzere kalmalarını sağlayarak cezalandıracağı ifade edilmektedir.

O halde biz müminler olarak; Kur'an'da, Allah'ın yardımını bize ulaştıracak unsurlar olarak gündeme getirilen hususlara ısrarla sarılmalı ve bizi istikametten uzaklaştıracak her türlü husustan da şiddetle kaçınmalıyız. Hatta şunu bilmeliyiz ki; sahip olduğumuz bir düşünce veya fikrin eğer Kur’an’dan referansı yoksa, onun dışında birtakım referanslarla elde ettiğimiz doğrular ise, bunlar bizim kalbimize güzel ve doğru göründüğü için güzel olmayabilirler. Bizler ihlasımızı ve samimiyetimizi kaybetmemizin bir sonucu olarak sahip olduğumuz bazı düşünceler sebebiyle, onlarda ısrarcı olmamız neticesinde Allah Teâlâ'nın sapmamız için bu düşünceleri ve fikirleri bize güzel göstermesi ve süslemesi de olabilirler. Bu açıdan bir düşünce ve fikir aklımıza, gönlümüze güzel göründüğü için değil, Kur’an-ı Kerim'in muhkem naslarından geçer not aldığı için benimsiyor olabilmemiz lazımdır. Böyle olmayan fakat bize güzel gelen düşüncelere karşı da her zaman hassas olmalı, bunların bizi saptıracak birer unsurlar olabileceğini, bunlarda ısrarcı olduğumuz durumda süreç içerisinde bunları kalben doğru ve güzel görerek bunlar üzerinden sapabileceğimizi asla göz ardı etmemeliyiz.

Gelinen noktada Kur’an’ın zahir olan manalarına ters olabilecek birçok yorum ve düşüncenin insanlar tarafından benimsendiğini, nice pratiklerin bunlar üzerinden yapıldığını görmekteyiz. Gerek geleneğin içerisinde bulunan ve Kur’an-ı Kerim’de karşılığı olmayan bid’at ve hurafelere inananlar, gerekse de modern zihin tarafından Kur’an’da açık bir şekilde gündeme getirildiği halde akıllarına uygun olmadığı için tevillerle manaları asıl anlamlarından alınarak farklı manalar verilen âyetlerdeki nice hakikatleri yok sayan zihniyetler, böylesine bir yaklaşımın müntesipleridirler. Kalplerine ve zihinlerine güzel geldiği için benimsedikleri bu düşünceler, hak ve gerçek olduğu için değil, o yanlışta ısrarcı olduklarından dolayı kendilerine sevdirilen düşünceler de olabileceği unutulmamalıdır. İnsanlar Allah ile ilişkilerindeki samimiyetlerini yitirince, yeni bazı fikirler edinmekte ve edindiği bu yeni fikirler süreç içerisinde kalbine ve gönlüne güzel gelebilmektedirler. İşte bir Müslümanın burada yapması gereken şey, sahip olduğu ve kalbine güzel gelen bu düşüncenin Kur’an’ın zahir manasıyla, dinin temel referanslarıyla örtüşüp örtüşmediğinin sağlamasını yapmalıdır. Bu yapılmadığı taktirde bazen dinin temel referanslarına ters bir takım düşünce ve pratikler benimsenebiliyor ve neticede bunlarda ısrar da olduğu için bu hususlar satmanın sebebi haline gelebiliyor. Bu yönüyle konu önem arz etmektedir. Hayatını Allah’a razı etmeye, dinini doğru bir şekilde anlamaya ve yaşamaya adayan bir Müslüman için böylesine bir sapma en büyük felaket olsa gerekir.  

 Biz müminler olarak, Allah Teâlâ'dan bu konuda bize yardım etmesini, imanın gereği olan unsurları bize sevdirmesini; onları kalplerimize güzel göstermesini; bizi istikametten uzaklaştıracak her türlü hususu da bize çirkin göstererek bizleri onlardan muhafaza etmesini rabbimizden niyaz ediyoruz.

[1] Tâhâ, 96.

[2] Tâha, 88.

[3] Tâhâ, 94.

[4] A’râf, 150.

[5] Yusuf, 13.

[6] Yusuf, 28.

[7] Yusuf, 28.

[8] Yusuf, 83.

[9] Nahl, 63.

[10] Enfâl, 48.

[11] Nahl, 39.

[12] Fussilet, 25.

[13] Mümin, 37.

[14] Bakara, 49.

[15] Zuhruf, 54.

[16] Kasas, 38.

[17] Nâzi’at, 24.

[18] Neml, 49.

[19] A’râf, 138.

[20] Bakara, 93.

[21] Hucurât, 7.

[22] Bakara, 7.

Hak ile bâtılın mücadelesi insanlık tarihi ile yaşattır. İlk insanla başlayan bu mücadele günümüze kadar hiç akamete uğramadan devam etmekte, bundan sonrada kıyamete kadar kesintisiz devam edecektir. İyilerin ve kötülerin her zaman bulunacağı bu dünyada, hak ile bâtılın mücadelesi de hep var olacaktır. Burada mühim olan, bizim hangi tarafta yer aldığımızdır.

Tarihî süreç içerisinde hakla bâtılın bu mücadelesinde hakkın tarafında bulunanlar bizler, çok bedeller ödedik. Bâtılın yoldaşı olanlardan, bâtıldan beslenenlerden, onu kendisine yaşan tarzı haline getirenlerden, bâtılın kuşatmasına maruz kalanlardan, bâtıla hizmet edenlerin ağına takılmış olanlardan çok büyük düşmanlıklar gördük.  

Bu mücadelede karşımıza bazen, bizden görünmeye çalışan İblis çıkmıştı. Bizi davamızdan, yolumuzdan, hedefimizden uzaklaştırmak için var gücüyle çalışmıştı. Bizim Allah’a giden dosdoğru yolumuzun üzerine oturmuştu. Bizden olduğuna, bizim iyiliğimizi istediğine dair var gücüyle yemin etmiş ve bizi inandırmak için türlü türlü yalanlar söylemişti. Yalanlarla bizi davamızdan uzaklaştırarak bâtılın safına çekmek için gecesini gündüzüne katmıştı.

Bazen kardeşimiz Kâbil olarak çıkmıştı karşımıza. Elini bize kaldırmış, hakkın tarafında olmamızı çekememiş ve netice de kanımızı dökmüştü. Lakin biz buna rağmen kardeş kanı dökmemek, haksızların tarafında olmamak, gönlümüze kardeşe düşmanlık kinini sokmak için ölümlere yürümüştük. Hak yolda olmamızın bedelini düşmanlarımızdan değil de en yakınlarımızdan olanlardan görmüştük.

Bazen de “atalarımızın izini takip edeceğiz” diyenler çıktılar karşımıza. Tüm güçleriyle karşımıza çıktılar ve dünyayı bize tüm genişliğine rağmen dar etmek için çalıştılar. Onlar, Hak olan Allah ve O’nun bildirdiği hakikatler dururken putlara sığındılar. Onların da putlarının da yaratıcısı olan Allah’ın gönderdiği peygamberine düşman oldular. Onların kurtulması için gecesini gündüzüne katan, onları onlardan daha çok düşünen, tüm gücüyle onların dünya ve ahiret saadetini isteyenlere tüm acıları yaşattılar.

Bazen ahlâksızlığı kendisine bir yaşam biçimi edinenler çıktılar karşımıza. Temiz kalmak isteyen bizleri kendi ahlâksız yaşamlarına çekmek için bize düşman kesildiler. Ne gönüllerinde ne de şehirlerinde bize yaşam hakkı tanımadılar. Ahlâksızlıkları terk etmeleri ve onları hayatlarından sürüp çıkarmaları gerekirken onlar bizleri şehirlerinden çıkarmak istediler. Temiz kalmak isteyenlere hayat hakkı tanımayanlar, yakın olan bir sabahın aydınlığında acı akıbetleriyle karşılaştılar. Ne yer ağladı onara nede gök ağladı.

Bazen eşimiz, bazen oğlumuz ve bazen de babamız olarak çıktılar karşımıza. Düşmanlarımızla aynı safta durdular ve onlarlar birlikte saf tuttular. Bizden yana olmaları gerekirken evimizin içinde düşmanlarımızın bize yaptıklarını yapmaya çalışarak ve bize ihanet ettiler, hainlerden oldular. Hainliği sadece bize değil âlemlerin Rabbi olan Allah’a da yaptılar. Bizi bizden daha çok seven bir el kurtardı bizi onlardan. O korkutucu akıbeti, hiç bekledikleri bir zamanda yaşadılar.

Bazen Nemrut adına zorba bir yönetici olarak çıktılar karşımıza. Allah’ı bırakıp da putlarına tapmadığımız için düşmanlık ettiler bize. Putlarını korumak ve onlara yardım etmek için bizi attılar ateş çukurlarına. Bizleri yok ederek ilâhlarına yardım edeceklerini düşündüler. Oysaki ilâhları onlara yardım etmeliydi. İşte insanın böyle adetleri vardır: İlâhını kendisi yapar sonra ona tapar. Nemrutlar misali. Bizler ateş çukurlarına atılırken kendisine iman ettiğimiz bir el yetişti imdadımıza, ateş çukurlarını bizler için serin ve selamet kıldı. Kendilerini her şeye muktedir görenler, Allah’ın küçük askerinden olan sinekle acı akıbeti yaşadılar. Onların da arkasından kimse ağlamadı. Tarih onların yasını tutmadı.

Mısır’da Firavun olarak çıktılar karşımıza. Oysa onun evinde yetişmiştik. Bizi kendisini tanıdığı gibi tanıyordu. Lakin sahip oluğu saltanatı, malı ve mülkü, onu bize düşmanlık yapamaya sürükledi. Saltanatını korumak için erkeklerimizi katlediyor kadınlarımızı ise hayatta bırakarak acıların en büyüğünü yaşatıyordu bizlere. Allah’ın kendisine imtihan olarak verdiği imkanları Allah’ı inkâr etmenin bir gerekçesi haline getirmiş ve “sizin için bende başka ilâh bilmiyorum” diyordu. İnsanların karşısına “ben sizin en büyük rabbinizim” diyerek çıkıyordu. Allah’ın en büyük mu’cizelerine şahit oldukları halde bize düşmanlıkta ısrar ettiler. Neticede bizim için zulümden kurtuluşun yolu onlar için acı akıbetin kendisi oldu. Son anda gelen pişmanlıklar onlar için sadece yürek acısı oldu. Yine kaybeden onlar kazanan ise biz olduk.

Bazen de zorba bir koca olarak çıktılar karşımıza. Kendisine asî ve Asiye olmamız gereken bir zorba olarak durdular karşımızda. Ondan ve işlerinden beri olarak sığınık Rabbimize. Dünyanın zenginliklerini, refahını ve kudretini değil ahiretin güzelliklerine talip olduk. Zalimlerle birlikte olmaktansa mazlumlarla birlikte olarak ahiretin güzelliklerini tercih ettik. Zorbalara karşı gelmenin dayanılmaz zorluklarına imanımız sayesinde katlanabildik. Hakikate olan inancımız tuttu ellerimizden. Bâtıla tavır almayı ve onunla birlikte hakikatin karşısında durmamamız gerektiğini belletti gönüllerimize. Hakikatin nurları aydınlattı yollarımızı.

Bazen İbrahim olduk; en sevdiğimiz yavrumuzu Allah istedi diye kurban etmek için tereddüt etmeden yere yatırdık. Bazen İsmail olduk; Allah istiyor diye keskin bıçakların önüne yatarak Allah'a kurban olmak istedik. Bu samimiyetimiz canımızın kefâreti oldu. Allah'ın bizim yerimize keskin bıçakların önüne yatsın diye bir koç gönderdi, kurban edelim diye. Kurban ederek yakınlaştık Allah’a. Hem bizi ağına düşürmek isteyen kötü duygularımızı kurban ettik hem de bizi yüce ufuklara taşıyacak sebeplere tutunduk.

Bazen sahranın orta yerlerinde dünyaya gelen Yusuf olduk. Düşman olarak öz kardeşlerimiz çıktı karşımıza. Bize ancak düşmanın yapacağı eziyetleri, onlardan gördük. Kuyuya atıldık, köle olarak satıldık, iffetimize iftira atıldı yıllarca hapislerde yattık. Lakin sonuçta kazanan biz olduk, pişmanlık yaşayanlar ise bize düşmanlık yapanlar oldu. Onlara düşmanlık yakıştı, bize ise bize düşmanlık yapanları güçlüyken affetmek. Herkes kesesine ne varsa onu taşıyor. Onlar keselerinde düşmanlığı taşıyarak bize bin bir türlü eziyetleri yaptılar. Bizler ise kesemizde affı taşıyarak gönlümüzden kini ve düşmanlığı söküp attık. Günlümüzde ve eylemlerimizde taşıdığımız o güzel hasletlerin bir neticesi olarak Mısır’a hükümdar olduk. Daha dünyadayken ilâhî nimetlere mazhar olduk. İnsanlar için bir umut olduk. Onlar için gizli kalan sır perdelerini bizler aşikâr eyledik.  

Bazen Süleyman olduk, şu fani dünyada. Dünyada en fazla imkanlara sahip olan bir yönetici olarak imtihanımızı verdik. Bize verilen tüm imkanlara rağmen bunun bir imtihan olduğunu bir an bile unutmadan verilen o nimetleri Allah'a şükrün bir sebebi olarak gördük. Dünyanın muhteşem nimetlerine hükmettik lakin onların bize hükmetmesine asla müsaade etmedik. Gönlümüzde, nimeti vereni unutmak gibi ölümcül bir hasletin yer etmesine müsaade etmeyerek her daim nimeti vereni hatırladık ve O’nu yad ettik. Bizim de verdiklerinin de sahibinin O olduğunu bir an olsun unutmadık. Sahip olduklarımızı kendimizden değil her şeyin asıl sahibi olandan bildik. Bildik ki açıldı dünyanın nice sırları bize. Hayvanlarla konuştuk, cinleri kontrolümüz altında tuttuk, rüzgâra yön belirledik, ta uzaklarda bulunan bizler için yakın kılındı. Yüzlerce kilometre uzaklarda bulunan hakikate kör insanlara, hidayetin nurunu taşıdık.  

Bazen Zekeriya olduk! Kemiklerimiz zayıfladı, eşimizde kısırdı lakin tek olan Allah’ın gücünün her şeye yeteceği hakikatini hiçbir zaman unutmadık. Her şeye kâdir olandan istedik, bizler için göz aydınlığı olacak nesilleri. Çocuğu olmamakla sınandık lakin Allah'a olan tevekkülümüzden asla vazgeçmedik mihraba girdik, her şeyin sahibinden istedik. İsterken kendi arzularımızı tatmin etmek için istemedik. İsteğimiz de davamızın geleceği içindi. Susmamız onun bir alâmeti oldu. Netice de Yahya ile nimetlendirildik. Kurumuş taneye can veren Rabbimiz, kısır bir anneye de çocuk verme kudretine sahip olduğunu öğretti yüreklerimize. Yahya olduk, annemize ve babamıza karşı zorba olmadık, doğduğumuz, öleceğimiz ve yeniden dirileceğimiz gün selametle müjdelendik.    

Bazen Meryem olduk! Dünyanın en zor sınavlarına katlanmak zorunda kaldık. Kız çocuklarının hakir görüldüğü bir zamanda daha küçücük bir çocukken mescide hizmetkar olarak verildik. Yıllarca çocuk sahibi olamayışının özlemini her daim yüreğinde taşıyan annemiz Hanne’den ayrılmanın hüznünü her daim kalbimizde yaşadık. Davamız için daha büyük neticelere ulaşmak için biz annemizin şefkatinden, oda bizim kokumuzdan/neşemizden vazgeçti. Bizden görünenler tarafından hırpalandık, aşağılandık lakin Allah’a olan misakımızı bozmadık. Muştulanmış bir çocuğa anne olacak olmanın bedelini en derin bir şekilde imtihanlar yaşayarak ödedik. İffetimize zarar gelmesinden ise ölmeyi yeğledik. Allah’ın kutlu elçisi Cebrail ile insanlar için alâmet olacak çocuğa müjdelendik. Netice de en fazla bizden görünenlerin ayıplayacağı bir ortamda, babasız bir şekilde çocuk dünyaya getirmek zorunda kaldık. Madem Rabbim bu şekilde dilemiş dedik; susma orucu tuttuk. Davamız için ödediğimiz bu bedeller neticesinde Allah, beşikteki çocuğu konuşturarak bizi temize çıkardı.

Bazen İsa olduk, babasız geldik dünyaya. Daha bebekken davamızın sözcüsü olduk. Henüz bebekken bizden görünenlerin düşmanlığıyla tanıştık. Ölüler için diriltici nefes olduk. Allah bizim elimizle maketten kuşlara can verdi. Bizim dilimizle sakladıklarını insanlara haber verdi. Beklenilen birisiyken bizi bekleyenler tarafından yalanlandık, yıpratıldık, düşmanlaştırıldık. İlk düşmanlığı bizden olanlardan gördük. Bizden olanlar, bizim koruyucumuz olması gerekenler, bizi katletmeleri için düşmanlarımızla işbirliği yaptılar. Sahibimiz olan Allah yetişti imdadımıza. Bizi çekti aldı onların o sinsi tuzaklarının içinden. Bize benzeyen zalimleri katlettiler bizim yerimize. Ölümüne hükmedilen ve istenmeyen biriydik, lakin zamanla güçlü biz olduk zayıf kalanlar ise kendileri oldular.

Pavlus’lar çıktı içimizden. Bizden olduğuna dair inandırdı bizi. Lakin bize düşmanımızın vurduğu darbeden çok daha büyük bir darbe vurdu. Bizi biz olmaktan çıkardı, bizi biz yapan değerlerimizden uzaklaştırarak bizi bize düşman yaptı. Bizi düşmanlarımızın kucağına attı. Düşmanlarımız biz olduklarını söylediler fakat biz, çoktan biz olmaktan çıkmıştık.

Bazen bir grup genç olarak çıktık zalim yöneticinin karşısına. Hakkı haykırdık ona ve etrafındaki danışmanlarına. Onlarda, kendilerinden öncekiler gibi hakikati duymaktan hoşlanmadılar. Onlarda bizleri yok etmek istediler. Canımızı zor kurtararak mağaraya sığındık. İlâhî bir el bizi 309 yıl uyuttu orada. Sonrasında insanlar için bir âyet olalım diye bizi yeniden uyandırdı uykumuzdan. Bu yolda yürümenin meşakkatli olduğunu, bedel ödemek gerektiğini belletti bize. Fakat bütün bu meşakkatlerin neticesinde mükafatın olduğunu bizler üzerinden belletti tüm çağlara.

Bazen Mekke’nin çorak topraklarında bir yetimle yeniden dirilişin ateşi bizimle yakıldı. Oysaki Mekkeliler Allah’ın kutsal evinin bekçileriydiler. Allah’ın evinin misafirlerini ağırlıyorlardı. İnsanlar, Allah’ın evinin hizmetkârı oldukları için onlara saygı duyuyordu. Kâbe’nin Rabbinin elçisi olduğumuz için bize sahip çıkması gerekenler, Kâbe’nin Rabbine iman etmesi gerekenler ilk olarak dikildiler karşımıza. Tüm gür sesleriyle Muhammed dediler, fakat Allah’ın rasûlü demediler. Kendi elleriyle yaptıkları putlara tapınmayı doğru gördüler ama yalnızca Allah’a tapınmaya yönelik davetimizden dolayı bize düşmanlık ettiler. Aralarında 40 yıl yaşadığımız ve bizden hiçbir zarar görmedikleri halde; bize “el-Emin” dedikleri ve kıymetli emanetleriniz bize teslim ettikleri halde bize düşmanlıkta en önde durdular. Sokak sokak, cadde cadde, panayır panayır peşimizden gezerek yalanladılar bizi.

Derdimizin dünyalık elde etmek olduğunu düşündüler ve bize dünyanın her türlü imkanlarını sundular. Davamızdan vazgeçme karşılığında yöneticilik ve krallık teklif ettiler. Mekke’nin en zengini olmamız için mal teklifinde bulundular. İstediğimiz kadar kadını bizim hizmetimize vereceklerini söylediler. Yeter ki davamızdan vazgeçelim istediler. Onlar bizi anlamadılar. Bizler davanın sahibi değil, davanın müntesipleriydik. Bunun için bir elimize güneşi, diğer elimize de ayı verselerdi yine de biz davamızdan vazgeçemezdik. Bizler ulvî bir davanın müntesipleriyken onlar bize dünyanın adî faydalarını teklif ettiler. Bizim davetimiz onların da bizim de dünya ve ahiret kurtuluşunu amaçlıyorken onların davetleri bizi dünyanın adî zevkleri içinde helak edecek hususlardı. Anlamadılar bizi ve davamızı. Belki de anlamak istemediler. Ahiretin güzelliklerine talip olmak için dünyanın adî zevklerinden vazgeçmek istemediler. Daha hayırlı olanı bırakarak daha adî olanı seçtiler.  

Bir olan Allah’a iman ettiğimiz için çok ağır işkenceler yaptılar bizlere. Kimimizi, yazın sıcağında güneşin her tarafı kavurduğu bir zamanda kızgın kumlara yatırdılar ve özerimize koca koca taşlar koydular. Kimimizi, kızgın ateş korlarının üzerine sırtüstü yatırdılar. Kimimizi, mızrakları karnımıza saplayarak şehit ettiler. Fakat biz yine de “Allahû ehâd” demekten geri durmadık. Ebû Talib mahallesine hapsettiler bizi; insanlarla aramıza mesafe koydular. Bizimle insanlar arasındaki tüm ilişkileri kestiler. Bizi aç ve çaresiz bıraktılar. Açlıktan çocuklar öldü, lakin davamızdan asla ödün vermedik. Acıyı, açlığı, mahrumiyeti yüreğimizin ta derinliklerine kadar yaşadık lakin kafirleri güldürecek bir tavrın içine asla girmedik. Gözyaşlarımızı içimize akıttık lakin düşmanlarımızı sevindirmedik.

Bir ümitle Taif’e gittik. Belki onlar hakikate kucak açarlar umuduyla. Lakin onlarında kalplerinin kas katı kesildiğini gördük. Onlarda diğerleri gibi düşmanlık ettiler bize. Kendilerini kurtuluşa çağırmak için gittiğimiz Taif’ten, bizi, kan-revan içinde bırakacak şekilde taşlayarak kovdular. Yüreğimiz mahsun, yüreğimiz yaralı lakin “Allah bize kızmasın da gerisinin bir önemi yok” dedik. Bizi taşlayarak kovanların hidayetle tanışması için Allah’a yakardık. Biz onları şan ve şeref getirecek değerlere çağırıyorken, onlar ise bizi şereften yoksun bir dünyaya çağırdılar.

Yaptıkları her türlü eziyetler yetmiyormuş gibi birde hayatımıza kastettiler. Bizi katletmek için şeytanın aklına bile gelmeyecek tuzaklar kurdular. Yürüdüler, evimizi dört bir yandan sardılar. Lakin unuttukları bir şey vardı. Biz sırtımızı âlemlerin rabbi olan Allah’a dayamıştık. Çekti aldı bizi onların o kirli tuzaklarından. Onlar bir tuzak kurdular, Allah’ta onlara bir tuzak kurmuştu.

Biz dostumuzla birlikte yollara düştük. Bizimle olanlarla birlikte evimizi, malımızı-mülkümüz, eşimizi-dostumuz geride bırakarak Yesrib’e gittik. Yesrib’de bir olduk, güç olduk, onlar için kurtuluşun reçetesi olduk. Orada da düşmanlarımız bizi kendi halimize bırakmayarak yok etmek istediler. Düşmanlarımızla amansız bir mücadelenin içine girdik. Mazlumları ve Müslümanları korumak için istemesek de elimize kılıcı aldık. Bize kılıç çekenlere bizde onların anlayacağı dilden karşılık verdik. Allah’ın bizden istediği toplumsal bir düzen oluşturduk. Yesrib’i Medine yaptık. Medeniyetin tüm güzelliklerini Araplar arasında egemen kıldık. Allah’ın bize olan yardımlarıyla kısa bir zamanda davetimizi tüm Arap coğrafyasına ulaştırdık. Bize düşmanlık edenler, bizim dostluğumuzla karşılık buldular. Zâlimlerin amansız düşmanı olduk. Tüm dünyadan zulmü kaldırmak gibi ulvî bir görevi omuzlarımızda taşıdık. Mekke’de bizimle ortaya çıkan o ışık önce Arap coğrafyasını sonrada dünyayı aydınlatmaya başladı. Bizler o ışığın taşıyıcıları olduğumuz zamanlarda dünyanın en büyük gücü haline gelmiştik. Dünyaya nizam vermeye muktedirdik.

Lakin tarihi süreç içerisinde çeşitli sebeplerin de etkisiyle bizler, daha önce yüzyıllarca bizi aydınlatan o ışığa sırtımızı döndük. Gözlerimizi kapattık. Karanlıklar içinde kalmayı o ışığa tercih ettik. Karanlıklar içinde ısrarlı kalışımız bizleri ışıktan o kadar uzaklaştırdı ki ışığın varlığını bile unuttuk. Işığı artık karanlıkların içinde ki ışık süzmelerinde arıyorduk. Buda bize bırakın karanlıklardan kurtulmayı bir karanlıktan diğer bir karanlığın içine atıyordu.

Yeniden ayağa kalkmak ve dünyaya nizam verecek bir güce ulaşmak istiyorsak; yolumuzun tümüyle aydınlık olmasını istiyorsak Allah’ın dünyamız için ışık kaynağı kıldığı Kur’an’ın aydınlığında yürümeye yeniden başlamamız gerekiyor. Her birimiz Kur’an’dan ışığını alan bir kandil haline gelmemiz gerekiyor. Karanlıklardan beslenenlerin bizden razı olmayacaklarını ve girdiğimiz bu yolun bizden öncekilere bedeller ödettiği gibi bizlere de bedeller ödeteceğini asla unutmamız gerekiyor. Bizden öndekiler bedel ödedikleri için kazandılar, bizler, bedel ödemeden kurtuluşu bekliyorsak bunun mümkün olmadığını bilmemiz gerekiyor. Bugün Gazze’de kardeşlerimizin ödediği bedelleri gibi. Onlar sahip oldukları her türlü hususlarla beden ödüyorlar. Kim bilir belki Allah, onların ödediği bedeller vesilesiyle bizlere yardımını gönderecektir. Üzerimizdeki bu ölü toprağı kaldıracaktır. Bize başarının yolunun ne olduğunu gösterecektir.  

Selam kurtuluşa tâbi olan mü’minlerin üzerine olsun! Bu kutlu yolda yürürken karşısına çıkacak zorluklara tahammül göstererek imtihanı hakkıyla kazanan kimselere selam olsun! Selam, Gazze’de direnen ve bedel ödeyen kardeşlerimizin üzerine olsun! Selam, kalbi Gazze’deki mücadele için atan Müslümanların üzerine olsun!

Konumuza, öncelikle mülteci ne demek onu tanımlayarak başlayalım. Mülteci: Herhangi bir sebepten dolayı yaşadığı ülkeyi terk ederek başka bir ülkeye sığınan insanlara verilen isimdir. Tarihin hemen birçok döneminde inaanlar içerisinde yaşadıkları ülkeleri terk ederek başka ülkelere göç etmişlerdir. Bu göçlerin sebepleri, bazen ekonomik, bazen güvenlik sebebiyle, bazen de inanca dayalı sebepler olmuştur. Bazen mal güvenliğini sağlamak, bazen can güvenliğini sağlamak bazen de din güvenliği sağlamak için bu göçler yapılmıştır. Modern zamanlarda başka ülkelere göçün en büyük sebebi savaşlar olmuştur. Her ne kadar diğer sebepler için de insanlar, yaşadıkları ülkeyi terk ediyor olsalar da genellikle en büyük etken savaşlar olmuştur.

Gelin Hz. Peygamber dönemine gidelim o orada da mülteci olan insanlar var mı yok mu ona bir bakalım. Hz. Peygamberimiz risâletle görevlendirildiğinde içinde yaşadığı Mekke toplumu ona düşman kesilerek ona ve inancına yaşam hakkı tanımak istemediler. Uyguladıkları baskılar artık dayanılmaz hale geldiğinde onlarda mülteci olarak başka bir memlekete gitmek zorunda kaldılar. Tarih miladi olarak 622 yılını gösterdiğinde içerisinde efendimizde bulunduğu bir grup mülteci, Mekke’den ayrılarak Medine'ye iltica ettiler.

Kendilerini Medine’ye davet eden az sayıda Medineli bulunmasına rağmen, halkın büyük çoğunluğu memleketlerine gelen bu mültecileri bağırlarına bastılar. Medineliler, bu mültecileri düşmanlarına karşı canları pahasına korudular.

Memleketlerine gelen bu mültecilerle kardeş oldular, hem de öyle bir kardeş oldular ki sözde değil özde kardeş oldular. Hiç tereddüt etmeden mallarını onlarla paylaştılar.

Onlar sebebiyle birçok savaşa girmek zorunda kaldılar, mültecilerin düşmanlarıyla girdikleri bu savaşta birçok insanlarını kaybettiler. Hatta ve hatta Arabıyla, acemiyle tüm dünyayı karşılarına aldılar.

Medineliler şehirlerine kabul ettikleri bu mültecilere kendi şehirlerinin idaresini, gönül hoşnutluğuyla onlara teslim ettiler. Kendilerini yönetmesi için mültecilere söz ve karar verme hakkı tanıdılar.

Bu durum devlet oluşturduklarında da devam etti ve devletin de yönetimini onlara vererek araç ve amaç farkını çok iyi bir şekilde ortaya koydular. Devleti kimin yönettiğinin değil, tüm Müslümanların maslahatına uygun olarak yönetilmesi gerektiğine inandılar. Devleti yönetmenin araç, asıl amacın ise tüm insanlar üzerinde adaleti gerçekleştirecek liyakatli ve bölge insanlarının tümünün kabul etmekte zorlanamayacağı kişilerden oluşan yönetimin maslahata daha uygun olduğunu kavradılar ve kendilerini yönetme işini mültecilere vermekte tereddüt etmediler.

Medineliler içerisinde memleketlerine gelen mültecilerden rahatsız olanlar da vardı elbette. Bunlar, her fırsatta onlara zarar vermek istiyorlardı. Rahatsızlıklarını her fırsatta dillerine ve eylemlerine yansıtıyorlardı. Onları memleketlerine kabul ettikleri için hemşerilerine sitem ediyor, fırsatını bulduklarında mültecileri memleketlerinden çıkaracaklarını söylüyorlardı.

Bu insanlar, mültecilerden kaynaklı hiçbir ekonomik zorluk yaşamak istemiyorlardı. Mültecilerin bulunmasını ve mevcut ekonomik gelirlerin onlarla bölüşülmesini kabul edilmez görüyorlardı. Kısacası kendilerine ekonomik bir yük olarak görüyorlardı.

Mültecilerden dolayı rahatlarının bozulmasına tepki gösteriyorlardı. Yüzyılardır kendileriyle müttefik oldukları Yahudi kabilelerle mülteciler sebebiyle aralarının açılmasını doğru görmüyor ve buna itiraz ediyorlardı. Yine mülteciler sebebiyle eski dostlarıyla ve kabileler-devletlerle düşman etmek istemiyorlardı. Mültecilerin düşmanları olan Kureyş kabilesini karşılarına almak ve onlarla düşman olmak istemiyorlardı.

Mülteciler için candan bile geçecek kadar fedakârlık yapmak, kendi canlarını onlar için tehlikeye atmak vb. bedel ödemeyi gerektirecek bir durumla karşı karşıya kalmayı hiç mi hiç istemiyorlardı.

Fırsat bulduklarında bu mültecilerin düşmanlarıyla ittifak yaparak onları yok etmek istiyorlardı. Medine’deki mülteci düşmanlık yapan, onlara zarar vermek için her yolu deneyen, yüzlerine gülen fakat arkadan her türlü fitne ve fesadın arkasından koşan, daha nice olumsuz durumların ortaya çımasına sebebiyet veren bu kimselere, dinimizin ne dediğini bir kenara not edelim: Münafık. Bu kişilerin yaptığı en önemli husus mültecilere karşı takındıkları bu düşmanca tutumlarıydı.

Yaşadığımız çağa geldiğimizde bir zamanlar bizler tek bir ümmet idik. Ümmetin egemenlik alanı içinde bulunan tüm beldelerimizde ev sahibi olarak, istediğimiz şehre yerleşerek yaşamımızı sürdürüyorduk. Bir ucu Türkistan’da diğer ucu Hindistan kıyılarında, diğer bir ucu Güney Arabistan’da, diğer ucu Kuzey Afrika’da, diğer ucu ise Avrupa’nın içlerine kadar olan topraklarımız içinde istediğimiz yere giderek oraya yerleşebiliyorduk. Lakin, bir zaman bizler gücümüzü kaybettiğimizde düşmanlarımız geldi ve bizi bölü parçaladılar ve parçaladıkları devletimizden 57 tane devletçik oluşturarak her birimize küçük küçük toprak parçaları verdiler.

Bizler için uygun ve yeterli gördükleri o toprak parçasının kutsal olduğunu bize dayattılar ve zamanla da yutturdular. Daha düne kadar beraber olduğumuz lakin şimdi başka bir toprak parçası üzerinde yaşamak zorunda bırakılan kardeşlerimizi ise, bizden olmayan hatta düşmanlarımız gibi bize gösterdiler.

Aramıza attıkları filtre tohumları ile bizleri birbirimize düşman yaptılar. Bununla da kalmayarak bizi birbirimize kırdırdılar ve kırdırmaya devam ediyorlar. Biz birbirimizle uğraşırken, güçlerimizi birbirimize karşı kırarken onlar güçsüz buldukları bizlerin boyunlarına basarak ilerliyor, hem devletçilerimiz üzerinde söz hakkı elde ediyorlar, hem de tüm ekonomik gelirlerimizi kendi kasalarına akıtıyorlar. Bizler askeri gücümüzü birbirimizle zayıflatırken onlar ise askeri güçlerini her geçen gün güçlendiriyor ve istedikleri zaman bizlere karşı katliam yapmak için kullanıyorlar. Gerçekleştirdikleri kültürel emperyalizmle kendi dünya görüşlerini bizlere benimsettiler. Bunun neticesinde bizler de artık onların belirlediği düşünce kurallarına göre düşünüyor ve yaşıyoruz.

Kültürel emperyalizmin bir uzantısı olarak daha dünkü Bilad-i Şam vilayetimizin vatandaşları şimdi yaşadığımız bu ülkede istenmiyorlar. Bundan iki yüzyıl önce büyük dedelerimizin sırt sırta vererek düşmana karşı birbirlerini korudukları kardeşlerimizle, şimdi o dedelerin torunları olarak birbirimizi istemeyen insanlar olduk.

Şu an ülkemizde bulunan Suriyelilerin ülkemizde bulunmalarının sebebi neydi? Neden ülklerini terk ederek yaşadığımız ülkeye göç etmek sorunda kaldılar? Suriyeli kardeşlerimizin bugün ülkemizde olmalarının bir sebebi de Türkiye devleti değil miydi?

Onları bu ülkede kabul eden dolayısıyla da canlarını, namuslarını ve mallarını koruması gereken yine bu devlet değil mi?

Suriye'de iki milyona yakın insanın öldürülmesinde, bu devletin payı, hiç de azımsanmayacak kadar çok değil mi?

Suriyelileri teşvik ederek savaşın içerisine sürükleyen ve neticede onlara yardım edemeyerek onları o zalimlerle baş başa bırakan, yine bu ülkenin yöneticileri değil miydi? Batılı efendileri izin vermeden Suriye halkına yardım edemeyeceklerini bildikleri bir durumda onları savaşa teşvik edip sonrada onlara yapılan katliamlara karşı onlara hiçbir destek vermeyen bu ülkenin idarecileri değil miydi?

Sebep oldukları bu durum neticesinde, bir minnet borcu olarak olsa gerek zulme uğrayan mazlum Suriye halkının sığındığı bu ülkede, her fırsatta istenmeyen, horlanan, siyasal birtakım hesapların aracı haline getirilen Suriyeli kardeşlerimiz değiller miydi?

Türkiye'de adeta ucuz iş gücü olarak görülen insanlar Suriyeliler değiller mi? Çalıştıkları iş yerlerinde daha düşük maaşla ve zor şartlarda çalışmak zorunda bırakılanlar onlar değiller mi?

Kömürlük gibi kullanılan yerlerin kendilerine ev olarak kiraya verildiği ve bunun karşılığında yüksek kiralar kendilerinden alındığı halk Suriye halkı değiller miydi?

Yine zaman zaman katledilen, namusları kirletilen ve çeşitli baskılara maruz kalanlar yine Suriyeli mülteciler değiller miydi?

Çadır kentlerde çok zor şartlarda yaşamak zorunda bırakılan yine Suriyeli kardeşlerimiz değiller mi?

Sormak istiyoruz: Bu ülkede yaşayan insanlar olarak bizler; Müslüman değil miyiz?

Eğer ki Müslümansak -ki iddiamız da böyledir- o halde şunu sormak zorunda değil miyiz: Mekke’de gördükleri baskı yüzünden çıkarak Medine'ye sığınan mültecilere karşı, bugün içinde yaşadığımız ülkede Suriyelilere yapılanların hangisi yapılmaktaydı?

Allah'ın bütün insanlar için yaratmış olduğu yeryüzünü zalim ve tekbirlerin bölerek belirdi grupların veya devletlerin kontrolüne verdiği toprak parçalarında bazı kimselerin yaşam haklarının olduğu, lakin bazı kimselerin olmadığı noktasında karar verme merci olarak hangi şer’i delile dayanarak iddiada bulunabiliyoruz?

Yani zalim ve müstekbirlerin bölerek Suudi ailesine vermiş olduğu toprakların sadece onlara ait olduğunu, onlar izin vermediği takdirde kimselerin orada yaşam haklarının olmadığı noktasında bu hakkı onlara kim vermiştir? İslâm'a göre böyle bir haklardan olması söz konusu mudur?

Aynı şekilde zalim ve müstakillerin içinde yaşadığımız toprakları bölerek diğer Müslümanlarla aramıza sınırlar koyması neticesinde şu an başka ülkelerde yaşayan Müslümanların bu ülkede yaşam haklarının olmadığını hangi şer’i delilden dolayı söyleyebilmekteyiz?

Eğer Müslümansak -ki iddiamız böyledir- o halde dinin koymuş olduğu ölçüleri bir kenara koyarak zalim ve müstekbirlerin belirlemiş olduğu kurallar esas alınarak başka ülkelerde yaşayan Müslümanların da yaşadığımız ülkede özgürce yaşam haklarının olmadığı kabul edildiğinde bu durum dinin koyduğu ölçüleri bir kenara koymak anlamına gelmiyor mu? Bu durumun Müslüman ve İslâm kimliğimizle örtüşmeyeceğini hatırlamamız gerekmiyor mu?

Suriyeli veya diğer Müslüman ülkelerin ülkemizde mülteci olarak bulunan kardeşlerimize gösterilen tepkinin aynısı, neden batılı devletlerin vatandaşlarına gösterilmiyor? Söz gelimi batılı ülkelerin vatandaşı olan insanların özelliklede sahil kasabalarında çok ciddi manada konut ve arazi satın aldıkları bir hakikatken aynı tepki neden onlara karşıda gösterilmiyor? Onlardan birisi suça karıştığında Suriyelilere karşı gösterilen tavrın aynısı neden onlara karşı da gösterilmiyor.

Allahu Teâlâ yeryüzünü tümünü, tüm insanlar için yaşama elverişli kılmadı mı? Onu kim hangi hakla “burada şu şu insanlar yaşayabilir, fakat şu insanlar yaşayamaz” demeyebilir. O toprak parçasının sadece kendi izin verdikleri insanlara tahsis edilmiş olduğunu iddia edebilir?

Yine zalim ve müstakiller, insanlara dinlerini yaşama ve canlarını da muhafaza etmek için yaşam hakkı vermedikleri bir durumda, o zaman zulme uğrayan bu insanlar, canlarını muhafaza edebilecekleri ve dinlerini özgürce yaşayabilecekleri başka yerlere gitmeleri/hicret etmeleri gerektiğini dinimiz bizden istemiyor mu?

O halde ülkemize sığınan ve burada huzuru ve emniyeti muhafaza ederek yaşamaya çalışan tüm Müslümanları kendimizden bilmemiz gerekmiyor mu? Ülkelerinde can ve mal güvenlikleri ve ayrıca da din güvenlikleri oluncaya kadar ve ayrıca da kendileri ülkelerine dönmek isteyecekleri zamana kadar güven içinde, bu ülkede yaşama haklarının olduğunu ne zaman öğreneceğiz?

Suça karışan olduğu zaman, suçun husûsuliği üzerinden sadece suç işleyen kişiyi cezalandırmak gerekmiyor mu? Ve bu cezalandırma mercii de yetkili adli makamlar değil midir? Kayseri’de Suriyeli çocuğa tacizde bulunan Suriyeli şahıs, tâbi ki hak ettiği cezayı en üst seviyeden görmelidir. Lakin Suriyeli olduğu için değil suçlu olduğu için bu cezayı görmelidir. Peki olan adlı makamlara intikal ettiği halde ve bu ülkenin kanunlarına göre bu işle görevli adli merciler bulunduğu halde bunların dışındaki insanlara ne oluyor ki Suriyeli mültecilerin evlerini basıyor, ülkenin her tarafında Suriyelilere karşı baskı oluşturmaya, mal ve can güvenlikleri tehdit etmeye başlıyorlar?

İnsanlarımız o kadar İslâm’dan ve akli selimden uzaklaştılar ki ülkemizde sığınmacı olarak yaşayan bir Suriyeli suç işlediğinde tüm Suriyeliler suçlu görülerek onlara karşı baskı uygulanıyor, fakat, aynı suçu ve daha büyüğünü içerisinde yaşadığımız ülkenin kendi vatandaşları yaptıklarında, onlara da aynı muamele gösterilmiyor ise o zaman bu durumu öncelikli olarak Müslümanlıkla sonrasında da insanlıkla bağdaştırabilmek mümkün müdür diye sormak gerekmiyor mu?

Kayseri'de ahlaksızlık yapan Suriyeli sığınmacıya karşı gösterilen tavır neden ondan çok daha büyüğünü yapan etnik kökeni Türk, Kürt vb. Türkiye vatandaşlarına karşı gösterilmemektedir?

Almanya'da benzer bir durum Türklere karşı yapılmış olsaydı Kayseri'de Suriyeli kardeşlerimizin malına ve canına kast edenler, acaba, bu durumu makul karşılayabilecekler miydi? Suriyelilerin mekanlarını basan sözüm ona taciz karşıtları, ahlâk bekçileri, neden aynı şeyi tacizci yöneticilere, görevli memurlara, kısacası Türk vatandaşlarına da yapmamaktadırlar? Şunu da ifade etmek gerekir ki Kayseri’de ve ülkenin başka vilayetlerin de Suriyelilere baskı uygulayanlar gerçekten de o çocuğa taciz edildiği için o tepkilerini ortaya koyuyor değiller. Onların derdi, içerisine sonuna kadar saplandıkları ırkçılık bataklığı yani faşizmdir.

Kardeşlerim bizler elhamdülillah Müslümanız! Müslüman olmamız hasebiyle de dinimizin bizden istediği şekilde suça ve suçluya karşı tavır alırız. Suçu işleyen kişinin mezhebine, meşrebine, mensubu bulunduğu ülkeye, etnik kimliğine bakarak tavır almayız.

“Eğer hırsızlık yapan kızın Fatıma olsa idi onun da elini keserdim” diyen bir peygamberin ümmetiyiz. Dolayısıyla suçu kim işliyorsa o suçlunun uyruğuna, kimliğine, vesayir unsurlarına bakmadan aynı tavrı gösterebilmeliyiz. Eğer suçlular, mensubu bulundukları uyruklara göre muamele görüyorlar ise o zaman orada öncelikli olarak İslam'dan, Müslümanlıktan, sonra da insanlıktan bahsedebilmek mümkün değildir.

Kardeşlerim! İçinde yaşadığımız konjonktür zorlu süreçlerle karşı karşıya olduğumuzu bizlere haykırıyor. Gazze'de 8 aydır süren savaş neticesinde on binlerce Müslüman kardeşlerimizi yitirdik. Siyonist teröristlerin zulmü tüm şiddetiyle devam ediyor. Bölgemizde Müslümanları birbirine düşürecek çok farklı adımların atıldığına tanıklık ediyoruz. Bu sebepten dolayı bizleri düşmanımız karşısında zayıf duruma düşürecek, kolay bir şekilde yutulur lokma haline getirecek tavır ve davranışlardan şiddetle uzak durmalıyız.

Dünya üzerinde yaşayan tüm Müslümanlar olarak küfre karşı, zalimlere karşı, İslâm'ın ve Müslümanların düşmanlarına karşı tek vücut olabilmenin yollarını aramalıyız. Bu duruşumuza zarar verecek her türlü eylem ve söylemden şiddetle sakınmalıyız. Eğer buna dikkat etmezsek kafirlerin ve zalimlerin oyunlarını rahat bir şekilde oynayabilecekleri imkanları onlara sunmuş oluruz. Böylece de bölgemiz ve Müslümanlar, yaklaşık olarak 150 yıldır karşı karşıya kalmış oldukları bu zilleti ve mahrumiyetleri yaşamaya devam edecekler.

Bizler üzerinde egemenlik kuran ve adeta kanımızı bir vampir gibi emen, bizleri ekonomik olarak güçsüz durumda bırakarak kendilerine muhtaç hale getiren, yeraltı ve yer üstü kaynaklarımızı talan eden o zalimlere karşı güçsüz durumda kalmaya devam ederiz. Bu da onların zulmü altında inim inim inlemeyi devam etmemize olanak sağlar. Bu sebeple Türküyle, Kürdüyle, Arabıyla ve tüm etnik kimliklerimizle bizlerin asıl düşmanları olanlara karşı durmazsak, tek vücut gibi olmazsak, kaybedenler yine biz olmaya devam ederiz. Kayseri’de olduğu gibi provokasyonlara gelirsek bu durum bizi birbirimize düşman etmeye ve dolayısıyla düşmanımızın ekmeğine yağ sürmeye yarar. Bizleri birbirimize düşürecek olan başta ırkçılık olmak üzere her türlü tefrika sebebi olan hususlara karşı uyanık olmak zorundayız. Düşmanlarımızın içimize ektiği fitne tohumlarına karşı uyanık olmalıyız. Birbirimizle değil onlara uşaklık yapan insanlara karşı tavır takınmamız gerektiğini unutmamalıyız. Maalesef insanlıktan ve İslâm’dan nasibini almamak insanlar ister bilerek isterse de bilmeyerek düşmanlarımızın ekmeğine yağ sürüyorlar. Sebep oldukları bu olaylar bize değil düşmanlarımıza yarıyor. Gazze olayları üzerinden oluşan; Siyonistler ve onların arkasında duran batılı kafirlere karşı dünya üzerinde oluşan olumsuz algıyı kırmak için Müslümanların yaşadıkları coğrafyada fitne oluşturmaya çalışacaklardır.

Bu ülkede yaşanan Müslümanlar olarak bizler aynı ülkenin vatandaşı olduğumuz lakin insanlıktan ve hele de Müslümanlıktan nasibi olmamış insanların yaptıklarından dolayı mülteci kardeşlerimizden özür diliyoruz. Medine’de mülteci olarak bulunan Müslümanlara karşı tavır alan münafıklara karşı Medineli Müslümanların duruşu gibi duruş sergileyemediğimiz için, onlara kol-kanat geremediğimiz için bizler öncelikler kardeşlerimizden sonra da Allah’tan af diliyoruz.

Son olarak da diyorum ki; Müslümanların yaşadığı tüm ülkeleri içine alacak şekilde Allah’ın söylediklerinin belirleyici olduğu bir siyasal ve toplumsal yapı inşa edemediğimizde de bugün yaşadığımız sorunların ortadan kalkmayacağını unutmayalım. Böylesine bir bilinç, siyasal ve toplumsal yapı oluşturmak için de üzerimize çok büyük bir sorumluluk düştüğünü de unutmayalım.

Bizler, bir zamanlar aynı dinin müntesipleri, "sizin ümmetiniz tek bir ümmettir" (Enbiyâ, 92) ifadesinde kendisini bulan aynı ümmetin fertleri olarak hayata bakar ve düşmanlarımızı da bu inanç üzerinden beller ve tavırlarımızı da buna göre belirlerdik. Bu konuda tekbir istisnamız vardır o da kendilerini İslâm’a nispet ettikleri halde esasında kafir olan münafık karakterli insanlardı. Bu yapıya sahip olan insanlar bizden görünmeye çalıştıkları halde her zaman bizlere karşı düşmanların safında yer almak istemiş, onların başarısına sevinmiş bizlerin ise zarar görmesini beklemişlerdir. Nübüvvetin Medine döneminde ortaya çıkan bu kimseler kendi akrabalarından oldukları halde Müslümanların aleyhine Mekkelilerin ve Yahudilerin lehine hareket etmiş, çoğu zaman onların başarı kazanması için çalışmış, onlar karşısında Müslümanların zarar görmesini, hatta yok olmalarını arzu etmişlerdir.

Medine’de ortaya çıkan bu zihin yapısına sahip olan insanların günümüzdeki temsilciliğini yapan insanlarda tabi ki söz konusudur. Müslümanların yaşadıkları coğrafyada yaşadıkları halde Müslümanlara düşmanlık eden ve Müslümanların düşmanları olan devletlerin ve ideolojilerin başarı kazanması için çalışan, onların gönüllü uşaklığını yapan insanlar hep olagelmiştir. Kendi sözde dindaşları, ırkdaşları ve vatandaşlarının aleyhine olacak şekilde hareket etmekte tüm yönleriyle düşmanlıklarını Müslümanlara karşı göstermektedirler. Bu hareketlerinin temel sebebi ise Müslümanların egemen olmasını istememeleri ve kendi düşünce ve fikirlerinin egemen olmasını istemelerindedirler. Bu konudaki zaaflarını bilen Müslümanların düşmanları da her zaman bunların destekleyerek Müslümanlar arsına fitne tohumları bunlar üzerinden ekmek istemektedirler. 

Tarihin hemen her döneminde gördüğümüz bu durumun günümüzdeki izdüşümlerinin bir sonucu olarak düşmanlarımızı dost, dost olmamız gerekenler ise düşmanımız olarak bizlere belletildi. Toplumlar üzerinde egemen olan anlayışlar, kitleleri hep asıl olmayan suni birtakım meseller üzerinden ayrıştırarak -daha doğru bir ifadeyle düşmanlaştırarak- egemenliklerini korumaya veya sağlamaya çalışmışlardır. Müslümanların tarihinde en ciddi etkisi olan ve milyonlarca Müslümanın katledilmesine sebebiyet veren hususların başında şiî ve sunnî kavgalarının olduğunu görmekteyiz. Bazı yönleriyle kirlenmiş tarihimizin bir mirası olarak aldığımız kahrolası sunnî-şiî çatışmaları günümüzde de tüm çirkefliğiyle varlığını devam ettiriyor. Düşmanların fitnesi, egemenlik mücadelesi veren bölge ülkelerinin siyasî kavgaları ve maalesef iki taraftan da din üzerinden otorite elde eden sözüm ona “din adamı” sınıfının basiret ve ferasetten uzak söylemeleri sebebiyle bu kavga her geçen gün bizlere acı bedeller ödetmeye devam ediyor.

Bu kahrolası zihniyetimiz bizlerde oluşturduğu zihin kirlenmesi üzerinden asıl düşmanlarımızı bir kenara koyduk hatta onların yanında yer alarak birbirimizi katlettik, etmeye devam ediyoruz.

Gelinen noktada düşmanlarımız bizleri kendisi için tehlike gördüğünde sunnî ve şiî demeden hunharca katlederken bizler hâlâ geçmiş tarih üzerinden devraldığımız o kahrolası miras üzerinden birbirimize bakıyor, tavırlarımızı bunun üzerinden belirliyoruz. Düşmanlarımız Irak ve Suriye’de şiîlerin yanında yer alarak milyonlarca insanımızı katlettiği gibi Yemen’de de sunnîlerin yanında yer alarak bizleri katletme devam ediyor. Düşmanlarımız bölge üzerindeki egemenliğini sağlamak veya korumak için yeri geliyor şiî devlet veya grupları kullanıyor, yeri geliyor sunnî devlet veya grupları kullanıyor. Lakin neticede onlar istediklerini elde ettikleri gibi bizler ise arkasına gizlendikleri bu şiî ve sunnî kampları yüzünden ölmeye devam ediyoruz.

Geldiğimiz şu durumda maalesef nice Sunnî gruplar, tarihi süreç içerisinde şiîlerin yaptıklarını ve maalesef de hâlen Irak ve özellikle de Suriye'de yapmaya devam ettikleri üzerinden asıl düşmanın Abd, İsrail, Rusya vb. ülkeler değil de İran olduğunu kabul ederek algılarını ve hedeflerini bunun üzerinden kurgulamaktadırlar.

Şiîler de tarihi süreç içerisinde kendilerine yapılan baskılar ve hâlen Irak'ta sunnî olduğu iddiasıyla ortay çıkan grupların onlara yapıkları, Saddam'ın uyguladığı baskı siyaseti ve Suud devletinin İsrail ve Abd ile dost olması lakin İran ile düşmanlık üzerinden bir siyaset gütmesi gibi aşağılık siyasetleri yüzünden asıl düşman olarak sunnîleri görmekte ve böylece de asıl düşmanlarımız olan başta Rusya olmak üzere diğer düşmanlarımızla birlik olarak bizleri katletmekte, katledilmemize yardım ve yataklık yapabilmektedirler.

Oysa ki bizler, aynı ümmetin artısıyla-eksisiyle fertleriyiz. Eğer birbirimize düşmanlık edeceksek -ki buna inancımız izin vermemektedir- bu en son sıralarda olması gerekir. Yani dünyada bu kadar gayr-i islâmî inanç ve yaşam modeli varken birbirimize sıra gelmez. Dünyada bu kadar kafir ve zalim devlet ve gruplar varken, onların dünyamıza ödettiği bedeller ortadayken birbirimize sıra gelmez. Şu bir hakikat ki iki zarar ortadayken kaldırılmaya öncelikli olarak büyük zarardan başlanır. Yani insan bünyesine giren ve onun ölümüne sebebiyet veren bir virüs varken o geri plana itilerek hayati tehlikesi olmayan bir hastalığı yönelinmez. Böyle yapılması durumunda hastanın tamamen kaybedilmesi durumu söz konusu olabilir.

Maalesef bizler sunnîsiyle-şiîsiyle asıl düşmanlarımızı geri plana bırakmış ve hepimizin asıl düşmanları olan ve dünyayı kan gölüne çeviren zalim devletlerin bizleri katletmesine sevinir hâle gelmişiz. Sunnî cenahtan birisini İsrail veya diğer kafir devletler katlettiğinde şiîler zil takıp sevinme ahmaklığını gösteriyor, şiîlerden birisini katlettiklerinde ise sunnîler ahmakça zil takıp seviniyorlar.

Bu yaşananlar ümmetin neden kafirler karşısında bu şekilde bir zilleti dibine kadar yaşadığının acıda olsa göstergesidir. Zihin kodları bu şekilde iğdiş edilmiş sunnî ve şiîlerden oluşan "ümmetin" bundan başka bir kaderi olmaz, olamaz.

Eğer İran Cumhurbaşkanı Abd veya İsrail katlettiyse buna sevinen, Abd ve İsrail'e müteşekkil olan sözüm ona "Müslüman zihinler" var! Dün de Irak'ta Abd'nin, 2 milyona yakın insanımızı katlederken onlara destek olarak Müslümanların kanını döken ve dökülmesine sebebiyet veren, buna sevinen ve Abd'ye müteşekkil şiîler olduğu gibi!

Şunu çok rahatlıkla ifade etmek gerekir ki; "Müslüman zihin" bu şekilde sığ ve dinin özünden uzak anlayışlardan beridir. Bu şekilde ki yaklaşımlar ancak ve ancak dinden nasibini alamayan zihinlerin ürünüdür. Bu şekilde bir zihin yapısının arkasında sunnî düşünce ve şiî düşünce değil bunların arkasına gizlenmiş ve mezhebî anlayışların da ötesinde nice hedefleri olan anlayışlar vardır. Sunnîlik ve şiîlik, bu anlayışları perdeleyen bir işlev görmenin ötesinde birşey değildirler.

Tarihteki ve günümüzdeki sunnî ve şiî kavgalarının temelinde hep egemenlik kavgaları olmuştur. Bu kavgaların tarafları nedense hep sunnî ve şiî söylemlerini bir kalkan olarak kullanmışlardır. Nedense egemenlik kaygıları, şiîlere düşmanlık oluştururken hep sunnî kalkanını kullanmıştır. Egemenliği ele geçirmek için hareket eden nice unsurlar da kendilerine kalkan olarak şiîlik söylemini kullanışlardır. Dolayısıyla asıl mesele sunnî ve şiî meselesi değil, egemenlik meselesidir; güç elde etme meselesidir. Ne yazıktır ki insanların büyük bir kısmı hâlen bu geçeği görememektedirler. Bazıları da bu propagandalardan etkilenerek arkasındaki hakikati görememekte, sanki sunnîlik şiîlere düşmanlık yapmayı emrediyormuş gibi bir zihniyeti benimsiyorlar. Tersi de böyledir.

Oysa yüce dinimiz İslâm'ın temek kaynağı olan Kur'an ve onun pratikteki karşılığı olan sünnette şiîlerin asıl düşman olarak görülmesine yönelik delil olmadığı gibi asıl düşman olarak sunnîlerin görülmesi gerektiğine dair de bir emir ve tavsiye yoktur. Bu egemenlik mücadelesi veren ve bu sebeple de şiî ve sunnî düşünceyi, bunun bir maskesi kılan zihniyetlerin hortlattığı bir kavgadır. Sunnîsiyle-şiîsiyle tüm Müslümanların bu gerçeği görerek asıl düşmanları olan zihniyetlere yönelmeleri gerekmektedir.

Ayrıca egemenlik peşinde koşan zihniyetlerin ve ayrıca sunnî ve şiî mezhebî kabullerin üzerinden kendine "dini payeler biçen" kimselerin kavgalarının tarafı olmamalıyız. Bu zihniyetlerin etkisinden kurtularak doğruyu arama çabamız olmalı. Bunun için de Allah'ın Kitabı olan Kur'an-ı Kerim'i tüm mezhebî algıların üstünde tutarak dini düşüncemizi ona dayandırmalıyız. Ayrıca siyasetimizi de Efendimizin uyguladığı Nebevî siyaset üzerinden yürütmeliyiz. Hatırlayalım, Efendimiz İslâm’ın ve Müslümanların asıl ve açık düşmanları dururken antlaşmalı olan kâfirler ve kâfir oldukları halde Müslüman gözüken münafıkları hiçbir zaman mücadelede ilk sıraya koymadı. Kafirlere fayda sağlayacakları nice olayları olduğu halde: “Öncelikle içimizdeki düşmanı temizleyelim” diyerek münafıklara kılıcını çekmedi ve daha önemlisi çekilmesinde dâhi izin vermedi. Mümkün olduğu kadar öncelikli düşmanlara yöneldi.  

Sunnîlik ve şiîlik bir din değil, dini anlama biçimleri olduğunu, bu yönüyle beşerî bir muhtevaya sahip olduklarını asla unutmamalıyız. Bu beşerî çabaların isabetli olmaları söz konusu olduğu gibi olmadığı yerlerinde olabileceğini, realitede de olduğunu asla unutmamamız gerekmektedir.

Bu kavgaları dinin yasakladığını; herkesten çok bizlere zarar verdiğini; düşmanlarımızı güçlü kıldığını asla unutmamalıyız. Tarihi süreç içerisinde açılan bu yaraların bizlere ödettiği bedeller ortadayken bu yarayı daha da derinleştirmenin bizlere değil düşmanlarımıza yarayacağını asla unutmamalıyız. Müslümanların -toplumda ifsat meydana getiren durumlar hariç- fikri ve ameli olarak kabullerinin hesabını bizler değil, âlemlerin Rabbi olan Allah'ın soracağını ve bunun karşılığında da ceza veya ödül vereceğini unutmayalım.

Buradan şunu da ifade etmek gerekir ki ister sunnîliğin arkasına sığınmış olsun, isterse de şiîliğin arkasına sığınmış olsunlar sözüm ona Müslüman devletleri yöneten ve kafirlerle dostluk ilişkileri kuran, onların uşaklığını yapan, gayr-i islâmî kanunlarla insanları yöneten her yöneticiden de sistemden de beriyiz. Lakin bu şekilde olmamız bölgemizde asıl düşmanlarımızın bize ödettiği ve ödeteceği bedelleri görmemizin ve buna yönelik uyarı görevimizi görmemizin önünde de engel değildir.

Selam, Kur'an-ı Azîmüşşan'ın gölgesinde yürüyen, dostunu düşmanını buna göre belirleyen, bizleri sunî olarak ayrıştırarak düşmanlarımız karşısından güçsüz kılan her türlü anlayıştan beri olan Müslümanların üzerine olsun!

“İşte onların mükâfatı, Rableri tarafından bağışlanma ve altlarından ırmaklar akan, içinde ebedî kalacakları cennetlerdir. Böyle amel edenlerin mükâfatı ne güzeldir!” (Al-i İmrân, 136)

Dünya hayatımızı değil, tüm geleceğimizi teminat altına almalıyız.

İnsanların tüm koşuşturmalarının sebebi, yarınlarını güvence altına almak içindir.

Akıllı olan kimseler yarınlarda kendilerine fayda sağlayacak olan hususlara hayatlarında öncelikle vererek hareket ederler.

Akıllı bir öğrenci: Geleceğini teminat altına alabilecek meslek dalları ile ilgili bölümleri okuyarak yarınlarını düşünür.

İnsanlar, çalışacakları işi tercih ederken en fazla gelir elde edebilecekleri iş adamlarını tercih ederler dolayısıyla bu gelirleri ile geleceklerini teminat altına almaya çalışırlar.

Hemen her kadın ve erkek geleceğini düşünerek kendisine bir eş adayı seçer.

Akıllı tüccar yarınlarda kendisine kar getireceğine inandığı hususları önceleyerek ticaretini yapar.

Gayr-ı menkule sermayesini yatıran kişi kısa vadede oradan çok büyük kâr elde etmeyi amaçlar ve bununla da gelecekte daha müreffeh bir hayat yaşamak ister.

Sermayesini dövize, altına, faize, kripto paralara, hisse senetleri yatıran kişiler de kısa vadede bunların yükselmesi ile kısa zamanda paralarına para katmayı amaçlar.

Yine insanlar yıllarca süren ödemeler yaparak sigortalı olmaya çalışır ve bununla geleceklerini güvence altına almaya çalışırlar.

Kısacası insanlar yarınlarını düşünerek hareket eder ve yatırımlarını hep ona göre yaparlar.

Ayrıca insanlar bu yatırımlarda yaparken kısa bir zaman için kendilerine fayda sağlayacak beklentisi ile değil, hayatlardan geri kalan kısmının tümünde kendilerine fayda sağlasın diye yaparlar.

Gerçek müminler de yarınlarını düşünerek hareket eden kimselerdiler.

Lakin müminin gelecek tasavvuru ile mümin olmayanların ki aynı değildir.

Müminin gelecekte kendisine fayda sağlayacağına inandığı hususlar ile mümin olmayanın kendisine fayda getireceğine inandığı hususlar aynı değildir.

Bazen mümin için gelecekte insana fayda getireceğine inandığı hususlar mümin olmayanlar için çok büyük bir kayıptır.

Çoğunlukla mümin olmayanlar için gelecekte kendisine fayda getireceğine inanarak hareket ettiği hususlar bir mümin için asıl hüsranın ta kendisidir.

Evet mümin günün adamı değil yarınlarını düşünerek hareket eden kimsedir.

Müminin gelecek tasavvuru sadece şu kısacık dünyaya yönelik olmadığından dolayı kendisine gelecekte fayda getireceğine inandığı hususlarda bu dünya ile sınırlı değildir.

Müminin gelecek tasavvuru; bu dünyayı da içerisinde almakla beraber ölüm sonrası hayata uzanan bir boyutu söz konusudur.

İşte müminin tasavvurunda; gelecekte kendisine fayda sağlayacak nice unsurları içerisinde barındıran bir aya ulaşmış bulunuyoruz.

Kısacası karlı yatırımlar yapmak için fırsat ayağımıza gelmiş durumdadır.  

İşte hem dünyada hem de ölüm sonrası hayatta bize fayda getirecek hususları bizim gündemimize getiren, bizi böylesine uzun bir yola hazırlayacak nice kıymetli yol azıklarını içerisinde barındıran bir aya daha ulaşmış durumdayız.

Evet kıymetli Müslümanlar! Ramazan ayı geleceğimizi inşa etme noktasında diğer bir ifade ile geleceğimizi teminat altına alma noktasında bize sunulmuş önemli fırsatları içerisinde barındırmaktadır.

Eğer geleceğimizi teminat altına almak istiyor isek o zaman Ramazan'ın bizim gündemimize getirdiği fırsatlardan sonuna kadar istifade etmeye çalışmalıyız.

Ramazan'ın bizim gündemimize getirdiği ve yarınlarda bizim geleceğimizi güvence altına alan hususları şu şekilde sıralayabiliriz:

Ramazan diğer bir adıyla da Kur'an ayıdır. Kur'an'ın kendisinde indirilmeye başladı aydır. Dolayısıyla geleceğini teminat altına almak isteyen kimseler Kur'an'ın diriltici mesajlarına yönelmeliler. Zaten Kur'an'ın gönderiliş amacı da insanları hem dünyalarını hem de ahiretlerini teminat altına almak değil midir? Dolayısıyla geleceğin teminatının tüm detayları Kur'an'da bulunmaktadır.

Ramazan ayını bizim gündemimize getirdiği ve bizim geleceğimizi teminat altına alacak hususlardan bir tanesi de oruç ibadetidir.

Oruç, mümin geleceğini teminat altına alarak sonsuz mükafat yurdu olan cennetin Reyhan adındaki kapısını açan bir anahtar gibidir.

Oruçla geleceğini teminat altına almak isteyenler, orucu sadece midelerine değil, dilini yalandan, gözünü haramdan sakındırmalı ve tüm gayr-ı meşru alışkanlıklara da son vermelidirler.

Yine Ramazan'ın bizim gündemimize getirdiği ve geleceğimizi teminat altına alacak olan hususlardan bir tanesi de rabbimizle kuracağımız ünsiyettir.

Gerek her daim Rabbimize yönelik yaptığımız zikirlerle gerek nafile ibadetlerle Rabbimizle ünsiyetimizi arttırarak geleceğimizi teminat altına almaya çalışırız. Gece namazı, teravih namazı ve yaptığımız tesbih, tahmid, tekbirlerle rabbimizle olan ünsiyetimizi daha üst noktalara taşımaya çalışırız.

Yine Ramazan'la birlikte ihtiyaç sahibi olan insanların halinden anlamak ve onlara yardım etmeye çalışmak da bizim geleceğimizi teminat altına alan hususlardan bir başkasıdır. Elimizdeki imkanları bir başkalarıyla paylaştığımız oranda geleceğimizi teminat altına almış oluruz. Bir başkaları ihtiyaç sahibi iken bizlerin buna duyarsız kalarak hayatı yaşıyor olmamız bizim geleceğimizi tehlikeye sokar. Gazze’de insanlar gelecekleri için her türlü bedeli ödedikleri bir durumda bizlerin en azından maddî imkanlarımızla onların yanında olmamamız bizim geleceğimizi çok ciddi manada tehlikeye sokar.

İftar sofralarımızı ihtiyaç sahibi olan insanlar için de kurmak, gelecekte bize teminat sağlayacak amellerden olacaktır.

Yine Ramazan ayı gerek zekât, gerek infak, gerekse de fıtır sadakalarımızla ihtiyaç sahibi olan insanların yanında olmamız gereken bir aydır. Bu ameller, kendileriyle yarınlarımızı güvence altına alacağımız amellerdir.

Yine Ramazan'ın bizim gündemimize getirdiği ve yarınlarda bize fayda sağlayacak hususlardan bir başkası da i’tikaftır. Mümin kişi, imkânı ölçüsünde Ramazan'ın son on gününde Rabbi olan bağını daha ileri boyutlara taşımak için tüm zamanlarını rabbine ibadete adayarak geleceğini teminat altına almaya çalışır.

Ramazan'ın bize getirmiş olduğu ve bizlerin geleceğini teminat altına olacak hususların garantörü alemlerin rabbi olan Allah'tır.

İnsanların geleceklerini teminat altına almak için yapıp ettikleri nice durumlar onların geleceklerinin tümünü garanti altına alamamakta ve onlar için her zaman bir risk alanı söz konusu olmaktadır. Oysa Ramazan'ın getirmiş olduğu bu bizim geleceğimizi teminat altına alan hususlarda asla böyle bir risk alanı söz konusu değildir. Bunun teminatını alemlerin Rabbi olan Allah sunmaktadır. Allah'ın teminat verdiği bir geleceğin asla iflası yaşatması söz konusu değildir.

Evet Kıymetli kardeşlerim! Herkes yarınları için yatırım yapmaktadır.

Biz müminler de yarınlarımız için yatırım yapmalıyız. Lakin bizlerin yapacakları yatırımlar sadece şu kısacık dünya yönelik olmamalı bu dünya ile beraber bundan sonraki hayatımızı da içine alacak şekilde olmalıdır.

Biz müminler olarak tek dünyalı insanlar gibi sadece şu kısacak dünyaya yönelik olan ve sadece dünyada insanların geleceklerini güvence altına alan hususlara yönelmemeli aksine bize iki cihanda da güvence getirecek hususlara yönelmeliyiz.

Unutmayalım ki hemen tüm yaptığımız ibadetlerin asıl maksadı bizlerin takva sahibi olan insanlar olmamız içindir.

Takva Hz. Ömer’in (r.a.) bize öğrettiği şekilde dikenli bir yolda yürürken elbisemize dikenler batarak her attığımız adımda bize acı vermemesi için elbisemizi yukarı çekerek yürümemizdir. Dünya imtihanımızı yaşarken etrafımızda meydana gelen günahların bizlerin üzerine sirayet etmemesi için azamı gayret göstermemiz takvadır.

Dolayısıyla bizlerin geleceklerini güvence altına alacak olan husus hiç şüphesiz ki takvadır.

Takva ise Allah'ın bizim üzerimize yüklemiş olduğu tüm sorumlulukların idrakinde olarak onları bir hakkın yerine getirmek için azami gayret göstermek, bunları yaparken Allah'tan başkasının rızasını gözetmemektir.

Yine, Allah'ım emirlerine eksiksiz yerine getirmeye çalışmak, yasakladığı şeylerin tümünden şiddetle kaçınmak gerektiği gibi aynı zamanda da kendisinde şüphe bulunan hususlardan da uzak durmaktır. İşte geleceğimizi ancak bu şekilde güvence altına almış oluruz.

Kardeşlerim şunu iyi bilelim ki insanların Allah'ın nice emirlerini yerine getirmedikleri; bununla beraber nice yasak ettiğin şeylere de hayatlarında yer verdikleri bir durumda tuttukları oruçlar, onların geleceklerini teminat altına almayacaktır. Dolayısıyla bizler bu kimselerden olmamalıyız.

Tuttuğumuz oruçların, yaptığımız ibadetlerin tümünün bizim geleceğimizi güvence altına almasını istiyorsak takvanın gereği olarak Allah'ın tüm emirlerini yerine getirme çabası içerisinde olmalıyız ve yasaklamış olduğu tüm haramlardan da şeytandan kaçar gibi kaçmalıyız. Ve ayrıca şüpheli olan şeylerden de uzak durarak dinimizi ve ırzımızı korumamız gerekmektedir.

Geleceğe yatırım yapmak isteyenler için ayağımıza kadar gelen fırsatlar ayı olan ramazanı hakkıyla değerlendirerek bayrama masiyetlerden/günahlardan arınmış bir şekilde çıkacak olan Müslümanlara selam olsun!