Asım Şensaltık

Asım Şensaltık

Hak ile bâtılın mücadelesi insanlık tarihi ile yaşattır. İlk insanla başlayan bu mücadele günümüze kadar hiç akamete uğramadan devam etmekte, bundan sonrada kıyamete kadar kesintisiz devam edecektir. İyilerin ve kötülerin her zaman bulunacağı bu dünyada, hak ile bâtılın mücadelesi de hep var olacaktır. Burada mühim olan, bizim hangi tarafta yer aldığımızdır.

Tarihî süreç içerisinde hakla bâtılın bu mücadelesinde hakkın tarafında bulunanlar bizler, çok bedeller ödedik. Bâtılın yoldaşı olanlardan, bâtıldan beslenenlerden, onu kendisine yaşan tarzı haline getirenlerden, bâtılın kuşatmasına maruz kalanlardan, bâtıla hizmet edenlerin ağına takılmış olanlardan çok büyük düşmanlıklar gördük.  

Bu mücadelede karşımıza bazen, bizden görünmeye çalışan İblis çıkmıştı. Bizi davamızdan, yolumuzdan, hedefimizden uzaklaştırmak için var gücüyle çalışmıştı. Bizim Allah’a giden dosdoğru yolumuzun üzerine oturmuştu. Bizden olduğuna, bizim iyiliğimizi istediğine dair var gücüyle yemin etmiş ve bizi inandırmak için türlü türlü yalanlar söylemişti. Yalanlarla bizi davamızdan uzaklaştırarak bâtılın safına çekmek için gecesini gündüzüne katmıştı.

Bazen kardeşimiz Kâbil olarak çıkmıştı karşımıza. Elini bize kaldırmış, hakkın tarafında olmamızı çekememiş ve netice de kanımızı dökmüştü. Lakin biz buna rağmen kardeş kanı dökmemek, haksızların tarafında olmamak, gönlümüze kardeşe düşmanlık kinini sokmak için ölümlere yürümüştük. Hak yolda olmamızın bedelini düşmanlarımızdan değil de en yakınlarımızdan olanlardan görmüştük.

Bazen de “atalarımızın izini takip edeceğiz” diyenler çıktılar karşımıza. Tüm güçleriyle karşımıza çıktılar ve dünyayı bize tüm genişliğine rağmen dar etmek için çalıştılar. Onlar, Hak olan Allah ve O’nun bildirdiği hakikatler dururken putlara sığındılar. Onların da putlarının da yaratıcısı olan Allah’ın gönderdiği peygamberine düşman oldular. Onların kurtulması için gecesini gündüzüne katan, onları onlardan daha çok düşünen, tüm gücüyle onların dünya ve ahiret saadetini isteyenlere tüm acıları yaşattılar.

Bazen ahlâksızlığı kendisine bir yaşam biçimi edinenler çıktılar karşımıza. Temiz kalmak isteyen bizleri kendi ahlâksız yaşamlarına çekmek için bize düşman kesildiler. Ne gönüllerinde ne de şehirlerinde bize yaşam hakkı tanımadılar. Ahlâksızlıkları terk etmeleri ve onları hayatlarından sürüp çıkarmaları gerekirken onlar bizleri şehirlerinden çıkarmak istediler. Temiz kalmak isteyenlere hayat hakkı tanımayanlar, yakın olan bir sabahın aydınlığında acı akıbetleriyle karşılaştılar. Ne yer ağladı onara nede gök ağladı.

Bazen eşimiz, bazen oğlumuz ve bazen de babamız olarak çıktılar karşımıza. Düşmanlarımızla aynı safta durdular ve onlarlar birlikte saf tuttular. Bizden yana olmaları gerekirken evimizin içinde düşmanlarımızın bize yaptıklarını yapmaya çalışarak ve bize ihanet ettiler, hainlerden oldular. Hainliği sadece bize değil âlemlerin Rabbi olan Allah’a da yaptılar. Bizi bizden daha çok seven bir el kurtardı bizi onlardan. O korkutucu akıbeti, hiç bekledikleri bir zamanda yaşadılar.

Bazen Nemrut adına zorba bir yönetici olarak çıktılar karşımıza. Allah’ı bırakıp da putlarına tapmadığımız için düşmanlık ettiler bize. Putlarını korumak ve onlara yardım etmek için bizi attılar ateş çukurlarına. Bizleri yok ederek ilâhlarına yardım edeceklerini düşündüler. Oysaki ilâhları onlara yardım etmeliydi. İşte insanın böyle adetleri vardır: İlâhını kendisi yapar sonra ona tapar. Nemrutlar misali. Bizler ateş çukurlarına atılırken kendisine iman ettiğimiz bir el yetişti imdadımıza, ateş çukurlarını bizler için serin ve selamet kıldı. Kendilerini her şeye muktedir görenler, Allah’ın küçük askerinden olan sinekle acı akıbeti yaşadılar. Onların da arkasından kimse ağlamadı. Tarih onların yasını tutmadı.

Mısır’da Firavun olarak çıktılar karşımıza. Oysa onun evinde yetişmiştik. Bizi kendisini tanıdığı gibi tanıyordu. Lakin sahip oluğu saltanatı, malı ve mülkü, onu bize düşmanlık yapamaya sürükledi. Saltanatını korumak için erkeklerimizi katlediyor kadınlarımızı ise hayatta bırakarak acıların en büyüğünü yaşatıyordu bizlere. Allah’ın kendisine imtihan olarak verdiği imkanları Allah’ı inkâr etmenin bir gerekçesi haline getirmiş ve “sizin için bende başka ilâh bilmiyorum” diyordu. İnsanların karşısına “ben sizin en büyük rabbinizim” diyerek çıkıyordu. Allah’ın en büyük mu’cizelerine şahit oldukları halde bize düşmanlıkta ısrar ettiler. Neticede bizim için zulümden kurtuluşun yolu onlar için acı akıbetin kendisi oldu. Son anda gelen pişmanlıklar onlar için sadece yürek acısı oldu. Yine kaybeden onlar kazanan ise biz olduk.

Bazen de zorba bir koca olarak çıktılar karşımıza. Kendisine asî ve Asiye olmamız gereken bir zorba olarak durdular karşımızda. Ondan ve işlerinden beri olarak sığınık Rabbimize. Dünyanın zenginliklerini, refahını ve kudretini değil ahiretin güzelliklerine talip olduk. Zalimlerle birlikte olmaktansa mazlumlarla birlikte olarak ahiretin güzelliklerini tercih ettik. Zorbalara karşı gelmenin dayanılmaz zorluklarına imanımız sayesinde katlanabildik. Hakikate olan inancımız tuttu ellerimizden. Bâtıla tavır almayı ve onunla birlikte hakikatin karşısında durmamamız gerektiğini belletti gönüllerimize. Hakikatin nurları aydınlattı yollarımızı.

Bazen İbrahim olduk; en sevdiğimiz yavrumuzu Allah istedi diye kurban etmek için tereddüt etmeden yere yatırdık. Bazen İsmail olduk; Allah istiyor diye keskin bıçakların önüne yatarak Allah'a kurban olmak istedik. Bu samimiyetimiz canımızın kefâreti oldu. Allah'ın bizim yerimize keskin bıçakların önüne yatsın diye bir koç gönderdi, kurban edelim diye. Kurban ederek yakınlaştık Allah’a. Hem bizi ağına düşürmek isteyen kötü duygularımızı kurban ettik hem de bizi yüce ufuklara taşıyacak sebeplere tutunduk.

Bazen sahranın orta yerlerinde dünyaya gelen Yusuf olduk. Düşman olarak öz kardeşlerimiz çıktı karşımıza. Bize ancak düşmanın yapacağı eziyetleri, onlardan gördük. Kuyuya atıldık, köle olarak satıldık, iffetimize iftira atıldı yıllarca hapislerde yattık. Lakin sonuçta kazanan biz olduk, pişmanlık yaşayanlar ise bize düşmanlık yapanlar oldu. Onlara düşmanlık yakıştı, bize ise bize düşmanlık yapanları güçlüyken affetmek. Herkes kesesine ne varsa onu taşıyor. Onlar keselerinde düşmanlığı taşıyarak bize bin bir türlü eziyetleri yaptılar. Bizler ise kesemizde affı taşıyarak gönlümüzden kini ve düşmanlığı söküp attık. Günlümüzde ve eylemlerimizde taşıdığımız o güzel hasletlerin bir neticesi olarak Mısır’a hükümdar olduk. Daha dünyadayken ilâhî nimetlere mazhar olduk. İnsanlar için bir umut olduk. Onlar için gizli kalan sır perdelerini bizler aşikâr eyledik.  

Bazen Süleyman olduk, şu fani dünyada. Dünyada en fazla imkanlara sahip olan bir yönetici olarak imtihanımızı verdik. Bize verilen tüm imkanlara rağmen bunun bir imtihan olduğunu bir an bile unutmadan verilen o nimetleri Allah'a şükrün bir sebebi olarak gördük. Dünyanın muhteşem nimetlerine hükmettik lakin onların bize hükmetmesine asla müsaade etmedik. Gönlümüzde, nimeti vereni unutmak gibi ölümcül bir hasletin yer etmesine müsaade etmeyerek her daim nimeti vereni hatırladık ve O’nu yad ettik. Bizim de verdiklerinin de sahibinin O olduğunu bir an olsun unutmadık. Sahip olduklarımızı kendimizden değil her şeyin asıl sahibi olandan bildik. Bildik ki açıldı dünyanın nice sırları bize. Hayvanlarla konuştuk, cinleri kontrolümüz altında tuttuk, rüzgâra yön belirledik, ta uzaklarda bulunan bizler için yakın kılındı. Yüzlerce kilometre uzaklarda bulunan hakikate kör insanlara, hidayetin nurunu taşıdık.  

Bazen Zekeriya olduk! Kemiklerimiz zayıfladı, eşimizde kısırdı lakin tek olan Allah’ın gücünün her şeye yeteceği hakikatini hiçbir zaman unutmadık. Her şeye kâdir olandan istedik, bizler için göz aydınlığı olacak nesilleri. Çocuğu olmamakla sınandık lakin Allah'a olan tevekkülümüzden asla vazgeçmedik mihraba girdik, her şeyin sahibinden istedik. İsterken kendi arzularımızı tatmin etmek için istemedik. İsteğimiz de davamızın geleceği içindi. Susmamız onun bir alâmeti oldu. Netice de Yahya ile nimetlendirildik. Kurumuş taneye can veren Rabbimiz, kısır bir anneye de çocuk verme kudretine sahip olduğunu öğretti yüreklerimize. Yahya olduk, annemize ve babamıza karşı zorba olmadık, doğduğumuz, öleceğimiz ve yeniden dirileceğimiz gün selametle müjdelendik.    

Bazen Meryem olduk! Dünyanın en zor sınavlarına katlanmak zorunda kaldık. Kız çocuklarının hakir görüldüğü bir zamanda daha küçücük bir çocukken mescide hizmetkar olarak verildik. Yıllarca çocuk sahibi olamayışının özlemini her daim yüreğinde taşıyan annemiz Hanne’den ayrılmanın hüznünü her daim kalbimizde yaşadık. Davamız için daha büyük neticelere ulaşmak için biz annemizin şefkatinden, oda bizim kokumuzdan/neşemizden vazgeçti. Bizden görünenler tarafından hırpalandık, aşağılandık lakin Allah’a olan misakımızı bozmadık. Muştulanmış bir çocuğa anne olacak olmanın bedelini en derin bir şekilde imtihanlar yaşayarak ödedik. İffetimize zarar gelmesinden ise ölmeyi yeğledik. Allah’ın kutlu elçisi Cebrail ile insanlar için alâmet olacak çocuğa müjdelendik. Netice de en fazla bizden görünenlerin ayıplayacağı bir ortamda, babasız bir şekilde çocuk dünyaya getirmek zorunda kaldık. Madem Rabbim bu şekilde dilemiş dedik; susma orucu tuttuk. Davamız için ödediğimiz bu bedeller neticesinde Allah, beşikteki çocuğu konuşturarak bizi temize çıkardı.

Bazen İsa olduk, babasız geldik dünyaya. Daha bebekken davamızın sözcüsü olduk. Henüz bebekken bizden görünenlerin düşmanlığıyla tanıştık. Ölüler için diriltici nefes olduk. Allah bizim elimizle maketten kuşlara can verdi. Bizim dilimizle sakladıklarını insanlara haber verdi. Beklenilen birisiyken bizi bekleyenler tarafından yalanlandık, yıpratıldık, düşmanlaştırıldık. İlk düşmanlığı bizden olanlardan gördük. Bizden olanlar, bizim koruyucumuz olması gerekenler, bizi katletmeleri için düşmanlarımızla işbirliği yaptılar. Sahibimiz olan Allah yetişti imdadımıza. Bizi çekti aldı onların o sinsi tuzaklarının içinden. Bize benzeyen zalimleri katlettiler bizim yerimize. Ölümüne hükmedilen ve istenmeyen biriydik, lakin zamanla güçlü biz olduk zayıf kalanlar ise kendileri oldular.

Pavlus’lar çıktı içimizden. Bizden olduğuna dair inandırdı bizi. Lakin bize düşmanımızın vurduğu darbeden çok daha büyük bir darbe vurdu. Bizi biz olmaktan çıkardı, bizi biz yapan değerlerimizden uzaklaştırarak bizi bize düşman yaptı. Bizi düşmanlarımızın kucağına attı. Düşmanlarımız biz olduklarını söylediler fakat biz, çoktan biz olmaktan çıkmıştık.

Bazen bir grup genç olarak çıktık zalim yöneticinin karşısına. Hakkı haykırdık ona ve etrafındaki danışmanlarına. Onlarda, kendilerinden öncekiler gibi hakikati duymaktan hoşlanmadılar. Onlarda bizleri yok etmek istediler. Canımızı zor kurtararak mağaraya sığındık. İlâhî bir el bizi 309 yıl uyuttu orada. Sonrasında insanlar için bir âyet olalım diye bizi yeniden uyandırdı uykumuzdan. Bu yolda yürümenin meşakkatli olduğunu, bedel ödemek gerektiğini belletti bize. Fakat bütün bu meşakkatlerin neticesinde mükafatın olduğunu bizler üzerinden belletti tüm çağlara.

Bazen Mekke’nin çorak topraklarında bir yetimle yeniden dirilişin ateşi bizimle yakıldı. Oysaki Mekkeliler Allah’ın kutsal evinin bekçileriydiler. Allah’ın evinin misafirlerini ağırlıyorlardı. İnsanlar, Allah’ın evinin hizmetkârı oldukları için onlara saygı duyuyordu. Kâbe’nin Rabbinin elçisi olduğumuz için bize sahip çıkması gerekenler, Kâbe’nin Rabbine iman etmesi gerekenler ilk olarak dikildiler karşımıza. Tüm gür sesleriyle Muhammed dediler, fakat Allah’ın rasûlü demediler. Kendi elleriyle yaptıkları putlara tapınmayı doğru gördüler ama yalnızca Allah’a tapınmaya yönelik davetimizden dolayı bize düşmanlık ettiler. Aralarında 40 yıl yaşadığımız ve bizden hiçbir zarar görmedikleri halde; bize “el-Emin” dedikleri ve kıymetli emanetleriniz bize teslim ettikleri halde bize düşmanlıkta en önde durdular. Sokak sokak, cadde cadde, panayır panayır peşimizden gezerek yalanladılar bizi.

Derdimizin dünyalık elde etmek olduğunu düşündüler ve bize dünyanın her türlü imkanlarını sundular. Davamızdan vazgeçme karşılığında yöneticilik ve krallık teklif ettiler. Mekke’nin en zengini olmamız için mal teklifinde bulundular. İstediğimiz kadar kadını bizim hizmetimize vereceklerini söylediler. Yeter ki davamızdan vazgeçelim istediler. Onlar bizi anlamadılar. Bizler davanın sahibi değil, davanın müntesipleriydik. Bunun için bir elimize güneşi, diğer elimize de ayı verselerdi yine de biz davamızdan vazgeçemezdik. Bizler ulvî bir davanın müntesipleriyken onlar bize dünyanın adî faydalarını teklif ettiler. Bizim davetimiz onların da bizim de dünya ve ahiret kurtuluşunu amaçlıyorken onların davetleri bizi dünyanın adî zevkleri içinde helak edecek hususlardı. Anlamadılar bizi ve davamızı. Belki de anlamak istemediler. Ahiretin güzelliklerine talip olmak için dünyanın adî zevklerinden vazgeçmek istemediler. Daha hayırlı olanı bırakarak daha adî olanı seçtiler.  

Bir olan Allah’a iman ettiğimiz için çok ağır işkenceler yaptılar bizlere. Kimimizi, yazın sıcağında güneşin her tarafı kavurduğu bir zamanda kızgın kumlara yatırdılar ve özerimize koca koca taşlar koydular. Kimimizi, kızgın ateş korlarının üzerine sırtüstü yatırdılar. Kimimizi, mızrakları karnımıza saplayarak şehit ettiler. Fakat biz yine de “Allahû ehâd” demekten geri durmadık. Ebû Talib mahallesine hapsettiler bizi; insanlarla aramıza mesafe koydular. Bizimle insanlar arasındaki tüm ilişkileri kestiler. Bizi aç ve çaresiz bıraktılar. Açlıktan çocuklar öldü, lakin davamızdan asla ödün vermedik. Acıyı, açlığı, mahrumiyeti yüreğimizin ta derinliklerine kadar yaşadık lakin kafirleri güldürecek bir tavrın içine asla girmedik. Gözyaşlarımızı içimize akıttık lakin düşmanlarımızı sevindirmedik.

Bir ümitle Taif’e gittik. Belki onlar hakikate kucak açarlar umuduyla. Lakin onlarında kalplerinin kas katı kesildiğini gördük. Onlarda diğerleri gibi düşmanlık ettiler bize. Kendilerini kurtuluşa çağırmak için gittiğimiz Taif’ten, bizi, kan-revan içinde bırakacak şekilde taşlayarak kovdular. Yüreğimiz mahsun, yüreğimiz yaralı lakin “Allah bize kızmasın da gerisinin bir önemi yok” dedik. Bizi taşlayarak kovanların hidayetle tanışması için Allah’a yakardık. Biz onları şan ve şeref getirecek değerlere çağırıyorken, onlar ise bizi şereften yoksun bir dünyaya çağırdılar.

Yaptıkları her türlü eziyetler yetmiyormuş gibi birde hayatımıza kastettiler. Bizi katletmek için şeytanın aklına bile gelmeyecek tuzaklar kurdular. Yürüdüler, evimizi dört bir yandan sardılar. Lakin unuttukları bir şey vardı. Biz sırtımızı âlemlerin rabbi olan Allah’a dayamıştık. Çekti aldı bizi onların o kirli tuzaklarından. Onlar bir tuzak kurdular, Allah’ta onlara bir tuzak kurmuştu.

Biz dostumuzla birlikte yollara düştük. Bizimle olanlarla birlikte evimizi, malımızı-mülkümüz, eşimizi-dostumuz geride bırakarak Yesrib’e gittik. Yesrib’de bir olduk, güç olduk, onlar için kurtuluşun reçetesi olduk. Orada da düşmanlarımız bizi kendi halimize bırakmayarak yok etmek istediler. Düşmanlarımızla amansız bir mücadelenin içine girdik. Mazlumları ve Müslümanları korumak için istemesek de elimize kılıcı aldık. Bize kılıç çekenlere bizde onların anlayacağı dilden karşılık verdik. Allah’ın bizden istediği toplumsal bir düzen oluşturduk. Yesrib’i Medine yaptık. Medeniyetin tüm güzelliklerini Araplar arasında egemen kıldık. Allah’ın bize olan yardımlarıyla kısa bir zamanda davetimizi tüm Arap coğrafyasına ulaştırdık. Bize düşmanlık edenler, bizim dostluğumuzla karşılık buldular. Zâlimlerin amansız düşmanı olduk. Tüm dünyadan zulmü kaldırmak gibi ulvî bir görevi omuzlarımızda taşıdık. Mekke’de bizimle ortaya çıkan o ışık önce Arap coğrafyasını sonrada dünyayı aydınlatmaya başladı. Bizler o ışığın taşıyıcıları olduğumuz zamanlarda dünyanın en büyük gücü haline gelmiştik. Dünyaya nizam vermeye muktedirdik.

Lakin tarihi süreç içerisinde çeşitli sebeplerin de etkisiyle bizler, daha önce yüzyıllarca bizi aydınlatan o ışığa sırtımızı döndük. Gözlerimizi kapattık. Karanlıklar içinde kalmayı o ışığa tercih ettik. Karanlıklar içinde ısrarlı kalışımız bizleri ışıktan o kadar uzaklaştırdı ki ışığın varlığını bile unuttuk. Işığı artık karanlıkların içinde ki ışık süzmelerinde arıyorduk. Buda bize bırakın karanlıklardan kurtulmayı bir karanlıktan diğer bir karanlığın içine atıyordu.

Yeniden ayağa kalkmak ve dünyaya nizam verecek bir güce ulaşmak istiyorsak; yolumuzun tümüyle aydınlık olmasını istiyorsak Allah’ın dünyamız için ışık kaynağı kıldığı Kur’an’ın aydınlığında yürümeye yeniden başlamamız gerekiyor. Her birimiz Kur’an’dan ışığını alan bir kandil haline gelmemiz gerekiyor. Karanlıklardan beslenenlerin bizden razı olmayacaklarını ve girdiğimiz bu yolun bizden öncekilere bedeller ödettiği gibi bizlere de bedeller ödeteceğini asla unutmamız gerekiyor. Bizden öndekiler bedel ödedikleri için kazandılar, bizler, bedel ödemeden kurtuluşu bekliyorsak bunun mümkün olmadığını bilmemiz gerekiyor. Bugün Gazze’de kardeşlerimizin ödediği bedelleri gibi. Onlar sahip oldukları her türlü hususlarla beden ödüyorlar. Kim bilir belki Allah, onların ödediği bedeller vesilesiyle bizlere yardımını gönderecektir. Üzerimizdeki bu ölü toprağı kaldıracaktır. Bize başarının yolunun ne olduğunu gösterecektir.  

Selam kurtuluşa tâbi olan mü’minlerin üzerine olsun! Bu kutlu yolda yürürken karşısına çıkacak zorluklara tahammül göstererek imtihanı hakkıyla kazanan kimselere selam olsun! Selam, Gazze’de direnen ve bedel ödeyen kardeşlerimizin üzerine olsun! Selam, kalbi Gazze’deki mücadele için atan Müslümanların üzerine olsun!

Konumuza, öncelikle mülteci ne demek onu tanımlayarak başlayalım. Mülteci: Herhangi bir sebepten dolayı yaşadığı ülkeyi terk ederek başka bir ülkeye sığınan insanlara verilen isimdir. Tarihin hemen birçok döneminde inaanlar içerisinde yaşadıkları ülkeleri terk ederek başka ülkelere göç etmişlerdir. Bu göçlerin sebepleri, bazen ekonomik, bazen güvenlik sebebiyle, bazen de inanca dayalı sebepler olmuştur. Bazen mal güvenliğini sağlamak, bazen can güvenliğini sağlamak bazen de din güvenliği sağlamak için bu göçler yapılmıştır. Modern zamanlarda başka ülkelere göçün en büyük sebebi savaşlar olmuştur. Her ne kadar diğer sebepler için de insanlar, yaşadıkları ülkeyi terk ediyor olsalar da genellikle en büyük etken savaşlar olmuştur.

Gelin Hz. Peygamber dönemine gidelim o orada da mülteci olan insanlar var mı yok mu ona bir bakalım. Hz. Peygamberimiz risâletle görevlendirildiğinde içinde yaşadığı Mekke toplumu ona düşman kesilerek ona ve inancına yaşam hakkı tanımak istemediler. Uyguladıkları baskılar artık dayanılmaz hale geldiğinde onlarda mülteci olarak başka bir memlekete gitmek zorunda kaldılar. Tarih miladi olarak 622 yılını gösterdiğinde içerisinde efendimizde bulunduğu bir grup mülteci, Mekke’den ayrılarak Medine'ye iltica ettiler.

Kendilerini Medine’ye davet eden az sayıda Medineli bulunmasına rağmen, halkın büyük çoğunluğu memleketlerine gelen bu mültecileri bağırlarına bastılar. Medineliler, bu mültecileri düşmanlarına karşı canları pahasına korudular.

Memleketlerine gelen bu mültecilerle kardeş oldular, hem de öyle bir kardeş oldular ki sözde değil özde kardeş oldular. Hiç tereddüt etmeden mallarını onlarla paylaştılar.

Onlar sebebiyle birçok savaşa girmek zorunda kaldılar, mültecilerin düşmanlarıyla girdikleri bu savaşta birçok insanlarını kaybettiler. Hatta ve hatta Arabıyla, acemiyle tüm dünyayı karşılarına aldılar.

Medineliler şehirlerine kabul ettikleri bu mültecilere kendi şehirlerinin idaresini, gönül hoşnutluğuyla onlara teslim ettiler. Kendilerini yönetmesi için mültecilere söz ve karar verme hakkı tanıdılar.

Bu durum devlet oluşturduklarında da devam etti ve devletin de yönetimini onlara vererek araç ve amaç farkını çok iyi bir şekilde ortaya koydular. Devleti kimin yönettiğinin değil, tüm Müslümanların maslahatına uygun olarak yönetilmesi gerektiğine inandılar. Devleti yönetmenin araç, asıl amacın ise tüm insanlar üzerinde adaleti gerçekleştirecek liyakatli ve bölge insanlarının tümünün kabul etmekte zorlanamayacağı kişilerden oluşan yönetimin maslahata daha uygun olduğunu kavradılar ve kendilerini yönetme işini mültecilere vermekte tereddüt etmediler.

Medineliler içerisinde memleketlerine gelen mültecilerden rahatsız olanlar da vardı elbette. Bunlar, her fırsatta onlara zarar vermek istiyorlardı. Rahatsızlıklarını her fırsatta dillerine ve eylemlerine yansıtıyorlardı. Onları memleketlerine kabul ettikleri için hemşerilerine sitem ediyor, fırsatını bulduklarında mültecileri memleketlerinden çıkaracaklarını söylüyorlardı.

Bu insanlar, mültecilerden kaynaklı hiçbir ekonomik zorluk yaşamak istemiyorlardı. Mültecilerin bulunmasını ve mevcut ekonomik gelirlerin onlarla bölüşülmesini kabul edilmez görüyorlardı. Kısacası kendilerine ekonomik bir yük olarak görüyorlardı.

Mültecilerden dolayı rahatlarının bozulmasına tepki gösteriyorlardı. Yüzyılardır kendileriyle müttefik oldukları Yahudi kabilelerle mülteciler sebebiyle aralarının açılmasını doğru görmüyor ve buna itiraz ediyorlardı. Yine mülteciler sebebiyle eski dostlarıyla ve kabileler-devletlerle düşman etmek istemiyorlardı. Mültecilerin düşmanları olan Kureyş kabilesini karşılarına almak ve onlarla düşman olmak istemiyorlardı.

Mülteciler için candan bile geçecek kadar fedakârlık yapmak, kendi canlarını onlar için tehlikeye atmak vb. bedel ödemeyi gerektirecek bir durumla karşı karşıya kalmayı hiç mi hiç istemiyorlardı.

Fırsat bulduklarında bu mültecilerin düşmanlarıyla ittifak yaparak onları yok etmek istiyorlardı. Medine’deki mülteci düşmanlık yapan, onlara zarar vermek için her yolu deneyen, yüzlerine gülen fakat arkadan her türlü fitne ve fesadın arkasından koşan, daha nice olumsuz durumların ortaya çımasına sebebiyet veren bu kimselere, dinimizin ne dediğini bir kenara not edelim: Münafık. Bu kişilerin yaptığı en önemli husus mültecilere karşı takındıkları bu düşmanca tutumlarıydı.

Yaşadığımız çağa geldiğimizde bir zamanlar bizler tek bir ümmet idik. Ümmetin egemenlik alanı içinde bulunan tüm beldelerimizde ev sahibi olarak, istediğimiz şehre yerleşerek yaşamımızı sürdürüyorduk. Bir ucu Türkistan’da diğer ucu Hindistan kıyılarında, diğer bir ucu Güney Arabistan’da, diğer ucu Kuzey Afrika’da, diğer ucu ise Avrupa’nın içlerine kadar olan topraklarımız içinde istediğimiz yere giderek oraya yerleşebiliyorduk. Lakin, bir zaman bizler gücümüzü kaybettiğimizde düşmanlarımız geldi ve bizi bölü parçaladılar ve parçaladıkları devletimizden 57 tane devletçik oluşturarak her birimize küçük küçük toprak parçaları verdiler.

Bizler için uygun ve yeterli gördükleri o toprak parçasının kutsal olduğunu bize dayattılar ve zamanla da yutturdular. Daha düne kadar beraber olduğumuz lakin şimdi başka bir toprak parçası üzerinde yaşamak zorunda bırakılan kardeşlerimizi ise, bizden olmayan hatta düşmanlarımız gibi bize gösterdiler.

Aramıza attıkları filtre tohumları ile bizleri birbirimize düşman yaptılar. Bununla da kalmayarak bizi birbirimize kırdırdılar ve kırdırmaya devam ediyorlar. Biz birbirimizle uğraşırken, güçlerimizi birbirimize karşı kırarken onlar güçsüz buldukları bizlerin boyunlarına basarak ilerliyor, hem devletçilerimiz üzerinde söz hakkı elde ediyorlar, hem de tüm ekonomik gelirlerimizi kendi kasalarına akıtıyorlar. Bizler askeri gücümüzü birbirimizle zayıflatırken onlar ise askeri güçlerini her geçen gün güçlendiriyor ve istedikleri zaman bizlere karşı katliam yapmak için kullanıyorlar. Gerçekleştirdikleri kültürel emperyalizmle kendi dünya görüşlerini bizlere benimsettiler. Bunun neticesinde bizler de artık onların belirlediği düşünce kurallarına göre düşünüyor ve yaşıyoruz.

Kültürel emperyalizmin bir uzantısı olarak daha dünkü Bilad-i Şam vilayetimizin vatandaşları şimdi yaşadığımız bu ülkede istenmiyorlar. Bundan iki yüzyıl önce büyük dedelerimizin sırt sırta vererek düşmana karşı birbirlerini korudukları kardeşlerimizle, şimdi o dedelerin torunları olarak birbirimizi istemeyen insanlar olduk.

Şu an ülkemizde bulunan Suriyelilerin ülkemizde bulunmalarının sebebi neydi? Neden ülklerini terk ederek yaşadığımız ülkeye göç etmek sorunda kaldılar? Suriyeli kardeşlerimizin bugün ülkemizde olmalarının bir sebebi de Türkiye devleti değil miydi?

Onları bu ülkede kabul eden dolayısıyla da canlarını, namuslarını ve mallarını koruması gereken yine bu devlet değil mi?

Suriye'de iki milyona yakın insanın öldürülmesinde, bu devletin payı, hiç de azımsanmayacak kadar çok değil mi?

Suriyelileri teşvik ederek savaşın içerisine sürükleyen ve neticede onlara yardım edemeyerek onları o zalimlerle baş başa bırakan, yine bu ülkenin yöneticileri değil miydi? Batılı efendileri izin vermeden Suriye halkına yardım edemeyeceklerini bildikleri bir durumda onları savaşa teşvik edip sonrada onlara yapılan katliamlara karşı onlara hiçbir destek vermeyen bu ülkenin idarecileri değil miydi?

Sebep oldukları bu durum neticesinde, bir minnet borcu olarak olsa gerek zulme uğrayan mazlum Suriye halkının sığındığı bu ülkede, her fırsatta istenmeyen, horlanan, siyasal birtakım hesapların aracı haline getirilen Suriyeli kardeşlerimiz değiller miydi?

Türkiye'de adeta ucuz iş gücü olarak görülen insanlar Suriyeliler değiller mi? Çalıştıkları iş yerlerinde daha düşük maaşla ve zor şartlarda çalışmak zorunda bırakılanlar onlar değiller mi?

Kömürlük gibi kullanılan yerlerin kendilerine ev olarak kiraya verildiği ve bunun karşılığında yüksek kiralar kendilerinden alındığı halk Suriye halkı değiller miydi?

Yine zaman zaman katledilen, namusları kirletilen ve çeşitli baskılara maruz kalanlar yine Suriyeli mülteciler değiller miydi?

Çadır kentlerde çok zor şartlarda yaşamak zorunda bırakılan yine Suriyeli kardeşlerimiz değiller mi?

Sormak istiyoruz: Bu ülkede yaşayan insanlar olarak bizler; Müslüman değil miyiz?

Eğer ki Müslümansak -ki iddiamız da böyledir- o halde şunu sormak zorunda değil miyiz: Mekke’de gördükleri baskı yüzünden çıkarak Medine'ye sığınan mültecilere karşı, bugün içinde yaşadığımız ülkede Suriyelilere yapılanların hangisi yapılmaktaydı?

Allah'ın bütün insanlar için yaratmış olduğu yeryüzünü zalim ve tekbirlerin bölerek belirdi grupların veya devletlerin kontrolüne verdiği toprak parçalarında bazı kimselerin yaşam haklarının olduğu, lakin bazı kimselerin olmadığı noktasında karar verme merci olarak hangi şer’i delile dayanarak iddiada bulunabiliyoruz?

Yani zalim ve müstekbirlerin bölerek Suudi ailesine vermiş olduğu toprakların sadece onlara ait olduğunu, onlar izin vermediği takdirde kimselerin orada yaşam haklarının olmadığı noktasında bu hakkı onlara kim vermiştir? İslâm'a göre böyle bir haklardan olması söz konusu mudur?

Aynı şekilde zalim ve müstakillerin içinde yaşadığımız toprakları bölerek diğer Müslümanlarla aramıza sınırlar koyması neticesinde şu an başka ülkelerde yaşayan Müslümanların bu ülkede yaşam haklarının olmadığını hangi şer’i delilden dolayı söyleyebilmekteyiz?

Eğer Müslümansak -ki iddiamız böyledir- o halde dinin koymuş olduğu ölçüleri bir kenara koyarak zalim ve müstekbirlerin belirlemiş olduğu kurallar esas alınarak başka ülkelerde yaşayan Müslümanların da yaşadığımız ülkede özgürce yaşam haklarının olmadığı kabul edildiğinde bu durum dinin koyduğu ölçüleri bir kenara koymak anlamına gelmiyor mu? Bu durumun Müslüman ve İslâm kimliğimizle örtüşmeyeceğini hatırlamamız gerekmiyor mu?

Suriyeli veya diğer Müslüman ülkelerin ülkemizde mülteci olarak bulunan kardeşlerimize gösterilen tepkinin aynısı, neden batılı devletlerin vatandaşlarına gösterilmiyor? Söz gelimi batılı ülkelerin vatandaşı olan insanların özelliklede sahil kasabalarında çok ciddi manada konut ve arazi satın aldıkları bir hakikatken aynı tepki neden onlara karşıda gösterilmiyor? Onlardan birisi suça karıştığında Suriyelilere karşı gösterilen tavrın aynısı neden onlara karşı da gösterilmiyor.

Allahu Teâlâ yeryüzünü tümünü, tüm insanlar için yaşama elverişli kılmadı mı? Onu kim hangi hakla “burada şu şu insanlar yaşayabilir, fakat şu insanlar yaşayamaz” demeyebilir. O toprak parçasının sadece kendi izin verdikleri insanlara tahsis edilmiş olduğunu iddia edebilir?

Yine zalim ve müstakiller, insanlara dinlerini yaşama ve canlarını da muhafaza etmek için yaşam hakkı vermedikleri bir durumda, o zaman zulme uğrayan bu insanlar, canlarını muhafaza edebilecekleri ve dinlerini özgürce yaşayabilecekleri başka yerlere gitmeleri/hicret etmeleri gerektiğini dinimiz bizden istemiyor mu?

O halde ülkemize sığınan ve burada huzuru ve emniyeti muhafaza ederek yaşamaya çalışan tüm Müslümanları kendimizden bilmemiz gerekmiyor mu? Ülkelerinde can ve mal güvenlikleri ve ayrıca da din güvenlikleri oluncaya kadar ve ayrıca da kendileri ülkelerine dönmek isteyecekleri zamana kadar güven içinde, bu ülkede yaşama haklarının olduğunu ne zaman öğreneceğiz?

Suça karışan olduğu zaman, suçun husûsuliği üzerinden sadece suç işleyen kişiyi cezalandırmak gerekmiyor mu? Ve bu cezalandırma mercii de yetkili adli makamlar değil midir? Kayseri’de Suriyeli çocuğa tacizde bulunan Suriyeli şahıs, tâbi ki hak ettiği cezayı en üst seviyeden görmelidir. Lakin Suriyeli olduğu için değil suçlu olduğu için bu cezayı görmelidir. Peki olan adlı makamlara intikal ettiği halde ve bu ülkenin kanunlarına göre bu işle görevli adli merciler bulunduğu halde bunların dışındaki insanlara ne oluyor ki Suriyeli mültecilerin evlerini basıyor, ülkenin her tarafında Suriyelilere karşı baskı oluşturmaya, mal ve can güvenlikleri tehdit etmeye başlıyorlar?

İnsanlarımız o kadar İslâm’dan ve akli selimden uzaklaştılar ki ülkemizde sığınmacı olarak yaşayan bir Suriyeli suç işlediğinde tüm Suriyeliler suçlu görülerek onlara karşı baskı uygulanıyor, fakat, aynı suçu ve daha büyüğünü içerisinde yaşadığımız ülkenin kendi vatandaşları yaptıklarında, onlara da aynı muamele gösterilmiyor ise o zaman bu durumu öncelikli olarak Müslümanlıkla sonrasında da insanlıkla bağdaştırabilmek mümkün müdür diye sormak gerekmiyor mu?

Kayseri'de ahlaksızlık yapan Suriyeli sığınmacıya karşı gösterilen tavır neden ondan çok daha büyüğünü yapan etnik kökeni Türk, Kürt vb. Türkiye vatandaşlarına karşı gösterilmemektedir?

Almanya'da benzer bir durum Türklere karşı yapılmış olsaydı Kayseri'de Suriyeli kardeşlerimizin malına ve canına kast edenler, acaba, bu durumu makul karşılayabilecekler miydi? Suriyelilerin mekanlarını basan sözüm ona taciz karşıtları, ahlâk bekçileri, neden aynı şeyi tacizci yöneticilere, görevli memurlara, kısacası Türk vatandaşlarına da yapmamaktadırlar? Şunu da ifade etmek gerekir ki Kayseri’de ve ülkenin başka vilayetlerin de Suriyelilere baskı uygulayanlar gerçekten de o çocuğa taciz edildiği için o tepkilerini ortaya koyuyor değiller. Onların derdi, içerisine sonuna kadar saplandıkları ırkçılık bataklığı yani faşizmdir.

Kardeşlerim bizler elhamdülillah Müslümanız! Müslüman olmamız hasebiyle de dinimizin bizden istediği şekilde suça ve suçluya karşı tavır alırız. Suçu işleyen kişinin mezhebine, meşrebine, mensubu bulunduğu ülkeye, etnik kimliğine bakarak tavır almayız.

“Eğer hırsızlık yapan kızın Fatıma olsa idi onun da elini keserdim” diyen bir peygamberin ümmetiyiz. Dolayısıyla suçu kim işliyorsa o suçlunun uyruğuna, kimliğine, vesayir unsurlarına bakmadan aynı tavrı gösterebilmeliyiz. Eğer suçlular, mensubu bulundukları uyruklara göre muamele görüyorlar ise o zaman orada öncelikli olarak İslam'dan, Müslümanlıktan, sonra da insanlıktan bahsedebilmek mümkün değildir.

Kardeşlerim! İçinde yaşadığımız konjonktür zorlu süreçlerle karşı karşıya olduğumuzu bizlere haykırıyor. Gazze'de 8 aydır süren savaş neticesinde on binlerce Müslüman kardeşlerimizi yitirdik. Siyonist teröristlerin zulmü tüm şiddetiyle devam ediyor. Bölgemizde Müslümanları birbirine düşürecek çok farklı adımların atıldığına tanıklık ediyoruz. Bu sebepten dolayı bizleri düşmanımız karşısında zayıf duruma düşürecek, kolay bir şekilde yutulur lokma haline getirecek tavır ve davranışlardan şiddetle uzak durmalıyız.

Dünya üzerinde yaşayan tüm Müslümanlar olarak küfre karşı, zalimlere karşı, İslâm'ın ve Müslümanların düşmanlarına karşı tek vücut olabilmenin yollarını aramalıyız. Bu duruşumuza zarar verecek her türlü eylem ve söylemden şiddetle sakınmalıyız. Eğer buna dikkat etmezsek kafirlerin ve zalimlerin oyunlarını rahat bir şekilde oynayabilecekleri imkanları onlara sunmuş oluruz. Böylece de bölgemiz ve Müslümanlar, yaklaşık olarak 150 yıldır karşı karşıya kalmış oldukları bu zilleti ve mahrumiyetleri yaşamaya devam edecekler.

Bizler üzerinde egemenlik kuran ve adeta kanımızı bir vampir gibi emen, bizleri ekonomik olarak güçsüz durumda bırakarak kendilerine muhtaç hale getiren, yeraltı ve yer üstü kaynaklarımızı talan eden o zalimlere karşı güçsüz durumda kalmaya devam ederiz. Bu da onların zulmü altında inim inim inlemeyi devam etmemize olanak sağlar. Bu sebeple Türküyle, Kürdüyle, Arabıyla ve tüm etnik kimliklerimizle bizlerin asıl düşmanları olanlara karşı durmazsak, tek vücut gibi olmazsak, kaybedenler yine biz olmaya devam ederiz. Kayseri’de olduğu gibi provokasyonlara gelirsek bu durum bizi birbirimize düşman etmeye ve dolayısıyla düşmanımızın ekmeğine yağ sürmeye yarar. Bizleri birbirimize düşürecek olan başta ırkçılık olmak üzere her türlü tefrika sebebi olan hususlara karşı uyanık olmak zorundayız. Düşmanlarımızın içimize ektiği fitne tohumlarına karşı uyanık olmalıyız. Birbirimizle değil onlara uşaklık yapan insanlara karşı tavır takınmamız gerektiğini unutmamalıyız. Maalesef insanlıktan ve İslâm’dan nasibini almamak insanlar ister bilerek isterse de bilmeyerek düşmanlarımızın ekmeğine yağ sürüyorlar. Sebep oldukları bu olaylar bize değil düşmanlarımıza yarıyor. Gazze olayları üzerinden oluşan; Siyonistler ve onların arkasında duran batılı kafirlere karşı dünya üzerinde oluşan olumsuz algıyı kırmak için Müslümanların yaşadıkları coğrafyada fitne oluşturmaya çalışacaklardır.

Bu ülkede yaşanan Müslümanlar olarak bizler aynı ülkenin vatandaşı olduğumuz lakin insanlıktan ve hele de Müslümanlıktan nasibi olmamış insanların yaptıklarından dolayı mülteci kardeşlerimizden özür diliyoruz. Medine’de mülteci olarak bulunan Müslümanlara karşı tavır alan münafıklara karşı Medineli Müslümanların duruşu gibi duruş sergileyemediğimiz için, onlara kol-kanat geremediğimiz için bizler öncelikler kardeşlerimizden sonra da Allah’tan af diliyoruz.

Son olarak da diyorum ki; Müslümanların yaşadığı tüm ülkeleri içine alacak şekilde Allah’ın söylediklerinin belirleyici olduğu bir siyasal ve toplumsal yapı inşa edemediğimizde de bugün yaşadığımız sorunların ortadan kalkmayacağını unutmayalım. Böylesine bir bilinç, siyasal ve toplumsal yapı oluşturmak için de üzerimize çok büyük bir sorumluluk düştüğünü de unutmayalım.

Bizler, bir zamanlar aynı dinin müntesipleri, "sizin ümmetiniz tek bir ümmettir" (Enbiyâ, 92) ifadesinde kendisini bulan aynı ümmetin fertleri olarak hayata bakar ve düşmanlarımızı da bu inanç üzerinden beller ve tavırlarımızı da buna göre belirlerdik. Bu konuda tekbir istisnamız vardır o da kendilerini İslâm’a nispet ettikleri halde esasında kafir olan münafık karakterli insanlardı. Bu yapıya sahip olan insanlar bizden görünmeye çalıştıkları halde her zaman bizlere karşı düşmanların safında yer almak istemiş, onların başarısına sevinmiş bizlerin ise zarar görmesini beklemişlerdir. Nübüvvetin Medine döneminde ortaya çıkan bu kimseler kendi akrabalarından oldukları halde Müslümanların aleyhine Mekkelilerin ve Yahudilerin lehine hareket etmiş, çoğu zaman onların başarı kazanması için çalışmış, onlar karşısında Müslümanların zarar görmesini, hatta yok olmalarını arzu etmişlerdir.

Medine’de ortaya çıkan bu zihin yapısına sahip olan insanların günümüzdeki temsilciliğini yapan insanlarda tabi ki söz konusudur. Müslümanların yaşadıkları coğrafyada yaşadıkları halde Müslümanlara düşmanlık eden ve Müslümanların düşmanları olan devletlerin ve ideolojilerin başarı kazanması için çalışan, onların gönüllü uşaklığını yapan insanlar hep olagelmiştir. Kendi sözde dindaşları, ırkdaşları ve vatandaşlarının aleyhine olacak şekilde hareket etmekte tüm yönleriyle düşmanlıklarını Müslümanlara karşı göstermektedirler. Bu hareketlerinin temel sebebi ise Müslümanların egemen olmasını istememeleri ve kendi düşünce ve fikirlerinin egemen olmasını istemelerindedirler. Bu konudaki zaaflarını bilen Müslümanların düşmanları da her zaman bunların destekleyerek Müslümanlar arsına fitne tohumları bunlar üzerinden ekmek istemektedirler. 

Tarihin hemen her döneminde gördüğümüz bu durumun günümüzdeki izdüşümlerinin bir sonucu olarak düşmanlarımızı dost, dost olmamız gerekenler ise düşmanımız olarak bizlere belletildi. Toplumlar üzerinde egemen olan anlayışlar, kitleleri hep asıl olmayan suni birtakım meseller üzerinden ayrıştırarak -daha doğru bir ifadeyle düşmanlaştırarak- egemenliklerini korumaya veya sağlamaya çalışmışlardır. Müslümanların tarihinde en ciddi etkisi olan ve milyonlarca Müslümanın katledilmesine sebebiyet veren hususların başında şiî ve sunnî kavgalarının olduğunu görmekteyiz. Bazı yönleriyle kirlenmiş tarihimizin bir mirası olarak aldığımız kahrolası sunnî-şiî çatışmaları günümüzde de tüm çirkefliğiyle varlığını devam ettiriyor. Düşmanların fitnesi, egemenlik mücadelesi veren bölge ülkelerinin siyasî kavgaları ve maalesef iki taraftan da din üzerinden otorite elde eden sözüm ona “din adamı” sınıfının basiret ve ferasetten uzak söylemeleri sebebiyle bu kavga her geçen gün bizlere acı bedeller ödetmeye devam ediyor.

Bu kahrolası zihniyetimiz bizlerde oluşturduğu zihin kirlenmesi üzerinden asıl düşmanlarımızı bir kenara koyduk hatta onların yanında yer alarak birbirimizi katlettik, etmeye devam ediyoruz.

Gelinen noktada düşmanlarımız bizleri kendisi için tehlike gördüğünde sunnî ve şiî demeden hunharca katlederken bizler hâlâ geçmiş tarih üzerinden devraldığımız o kahrolası miras üzerinden birbirimize bakıyor, tavırlarımızı bunun üzerinden belirliyoruz. Düşmanlarımız Irak ve Suriye’de şiîlerin yanında yer alarak milyonlarca insanımızı katlettiği gibi Yemen’de de sunnîlerin yanında yer alarak bizleri katletme devam ediyor. Düşmanlarımız bölge üzerindeki egemenliğini sağlamak veya korumak için yeri geliyor şiî devlet veya grupları kullanıyor, yeri geliyor sunnî devlet veya grupları kullanıyor. Lakin neticede onlar istediklerini elde ettikleri gibi bizler ise arkasına gizlendikleri bu şiî ve sunnî kampları yüzünden ölmeye devam ediyoruz.

Geldiğimiz şu durumda maalesef nice Sunnî gruplar, tarihi süreç içerisinde şiîlerin yaptıklarını ve maalesef de hâlen Irak ve özellikle de Suriye'de yapmaya devam ettikleri üzerinden asıl düşmanın Abd, İsrail, Rusya vb. ülkeler değil de İran olduğunu kabul ederek algılarını ve hedeflerini bunun üzerinden kurgulamaktadırlar.

Şiîler de tarihi süreç içerisinde kendilerine yapılan baskılar ve hâlen Irak'ta sunnî olduğu iddiasıyla ortay çıkan grupların onlara yapıkları, Saddam'ın uyguladığı baskı siyaseti ve Suud devletinin İsrail ve Abd ile dost olması lakin İran ile düşmanlık üzerinden bir siyaset gütmesi gibi aşağılık siyasetleri yüzünden asıl düşman olarak sunnîleri görmekte ve böylece de asıl düşmanlarımız olan başta Rusya olmak üzere diğer düşmanlarımızla birlik olarak bizleri katletmekte, katledilmemize yardım ve yataklık yapabilmektedirler.

Oysa ki bizler, aynı ümmetin artısıyla-eksisiyle fertleriyiz. Eğer birbirimize düşmanlık edeceksek -ki buna inancımız izin vermemektedir- bu en son sıralarda olması gerekir. Yani dünyada bu kadar gayr-i islâmî inanç ve yaşam modeli varken birbirimize sıra gelmez. Dünyada bu kadar kafir ve zalim devlet ve gruplar varken, onların dünyamıza ödettiği bedeller ortadayken birbirimize sıra gelmez. Şu bir hakikat ki iki zarar ortadayken kaldırılmaya öncelikli olarak büyük zarardan başlanır. Yani insan bünyesine giren ve onun ölümüne sebebiyet veren bir virüs varken o geri plana itilerek hayati tehlikesi olmayan bir hastalığı yönelinmez. Böyle yapılması durumunda hastanın tamamen kaybedilmesi durumu söz konusu olabilir.

Maalesef bizler sunnîsiyle-şiîsiyle asıl düşmanlarımızı geri plana bırakmış ve hepimizin asıl düşmanları olan ve dünyayı kan gölüne çeviren zalim devletlerin bizleri katletmesine sevinir hâle gelmişiz. Sunnî cenahtan birisini İsrail veya diğer kafir devletler katlettiğinde şiîler zil takıp sevinme ahmaklığını gösteriyor, şiîlerden birisini katlettiklerinde ise sunnîler ahmakça zil takıp seviniyorlar.

Bu yaşananlar ümmetin neden kafirler karşısında bu şekilde bir zilleti dibine kadar yaşadığının acıda olsa göstergesidir. Zihin kodları bu şekilde iğdiş edilmiş sunnî ve şiîlerden oluşan "ümmetin" bundan başka bir kaderi olmaz, olamaz.

Eğer İran Cumhurbaşkanı Abd veya İsrail katlettiyse buna sevinen, Abd ve İsrail'e müteşekkil olan sözüm ona "Müslüman zihinler" var! Dün de Irak'ta Abd'nin, 2 milyona yakın insanımızı katlederken onlara destek olarak Müslümanların kanını döken ve dökülmesine sebebiyet veren, buna sevinen ve Abd'ye müteşekkil şiîler olduğu gibi!

Şunu çok rahatlıkla ifade etmek gerekir ki; "Müslüman zihin" bu şekilde sığ ve dinin özünden uzak anlayışlardan beridir. Bu şekilde ki yaklaşımlar ancak ve ancak dinden nasibini alamayan zihinlerin ürünüdür. Bu şekilde bir zihin yapısının arkasında sunnî düşünce ve şiî düşünce değil bunların arkasına gizlenmiş ve mezhebî anlayışların da ötesinde nice hedefleri olan anlayışlar vardır. Sunnîlik ve şiîlik, bu anlayışları perdeleyen bir işlev görmenin ötesinde birşey değildirler.

Tarihteki ve günümüzdeki sunnî ve şiî kavgalarının temelinde hep egemenlik kavgaları olmuştur. Bu kavgaların tarafları nedense hep sunnî ve şiî söylemlerini bir kalkan olarak kullanmışlardır. Nedense egemenlik kaygıları, şiîlere düşmanlık oluştururken hep sunnî kalkanını kullanmıştır. Egemenliği ele geçirmek için hareket eden nice unsurlar da kendilerine kalkan olarak şiîlik söylemini kullanışlardır. Dolayısıyla asıl mesele sunnî ve şiî meselesi değil, egemenlik meselesidir; güç elde etme meselesidir. Ne yazıktır ki insanların büyük bir kısmı hâlen bu geçeği görememektedirler. Bazıları da bu propagandalardan etkilenerek arkasındaki hakikati görememekte, sanki sunnîlik şiîlere düşmanlık yapmayı emrediyormuş gibi bir zihniyeti benimsiyorlar. Tersi de böyledir.

Oysa yüce dinimiz İslâm'ın temek kaynağı olan Kur'an ve onun pratikteki karşılığı olan sünnette şiîlerin asıl düşman olarak görülmesine yönelik delil olmadığı gibi asıl düşman olarak sunnîlerin görülmesi gerektiğine dair de bir emir ve tavsiye yoktur. Bu egemenlik mücadelesi veren ve bu sebeple de şiî ve sunnî düşünceyi, bunun bir maskesi kılan zihniyetlerin hortlattığı bir kavgadır. Sunnîsiyle-şiîsiyle tüm Müslümanların bu gerçeği görerek asıl düşmanları olan zihniyetlere yönelmeleri gerekmektedir.

Ayrıca egemenlik peşinde koşan zihniyetlerin ve ayrıca sunnî ve şiî mezhebî kabullerin üzerinden kendine "dini payeler biçen" kimselerin kavgalarının tarafı olmamalıyız. Bu zihniyetlerin etkisinden kurtularak doğruyu arama çabamız olmalı. Bunun için de Allah'ın Kitabı olan Kur'an-ı Kerim'i tüm mezhebî algıların üstünde tutarak dini düşüncemizi ona dayandırmalıyız. Ayrıca siyasetimizi de Efendimizin uyguladığı Nebevî siyaset üzerinden yürütmeliyiz. Hatırlayalım, Efendimiz İslâm’ın ve Müslümanların asıl ve açık düşmanları dururken antlaşmalı olan kâfirler ve kâfir oldukları halde Müslüman gözüken münafıkları hiçbir zaman mücadelede ilk sıraya koymadı. Kafirlere fayda sağlayacakları nice olayları olduğu halde: “Öncelikle içimizdeki düşmanı temizleyelim” diyerek münafıklara kılıcını çekmedi ve daha önemlisi çekilmesinde dâhi izin vermedi. Mümkün olduğu kadar öncelikli düşmanlara yöneldi.  

Sunnîlik ve şiîlik bir din değil, dini anlama biçimleri olduğunu, bu yönüyle beşerî bir muhtevaya sahip olduklarını asla unutmamalıyız. Bu beşerî çabaların isabetli olmaları söz konusu olduğu gibi olmadığı yerlerinde olabileceğini, realitede de olduğunu asla unutmamamız gerekmektedir.

Bu kavgaları dinin yasakladığını; herkesten çok bizlere zarar verdiğini; düşmanlarımızı güçlü kıldığını asla unutmamalıyız. Tarihi süreç içerisinde açılan bu yaraların bizlere ödettiği bedeller ortadayken bu yarayı daha da derinleştirmenin bizlere değil düşmanlarımıza yarayacağını asla unutmamalıyız. Müslümanların -toplumda ifsat meydana getiren durumlar hariç- fikri ve ameli olarak kabullerinin hesabını bizler değil, âlemlerin Rabbi olan Allah'ın soracağını ve bunun karşılığında da ceza veya ödül vereceğini unutmayalım.

Buradan şunu da ifade etmek gerekir ki ister sunnîliğin arkasına sığınmış olsun, isterse de şiîliğin arkasına sığınmış olsunlar sözüm ona Müslüman devletleri yöneten ve kafirlerle dostluk ilişkileri kuran, onların uşaklığını yapan, gayr-i islâmî kanunlarla insanları yöneten her yöneticiden de sistemden de beriyiz. Lakin bu şekilde olmamız bölgemizde asıl düşmanlarımızın bize ödettiği ve ödeteceği bedelleri görmemizin ve buna yönelik uyarı görevimizi görmemizin önünde de engel değildir.

Selam, Kur'an-ı Azîmüşşan'ın gölgesinde yürüyen, dostunu düşmanını buna göre belirleyen, bizleri sunî olarak ayrıştırarak düşmanlarımız karşısından güçsüz kılan her türlü anlayıştan beri olan Müslümanların üzerine olsun!

“İşte onların mükâfatı, Rableri tarafından bağışlanma ve altlarından ırmaklar akan, içinde ebedî kalacakları cennetlerdir. Böyle amel edenlerin mükâfatı ne güzeldir!” (Al-i İmrân, 136)

Dünya hayatımızı değil, tüm geleceğimizi teminat altına almalıyız.

İnsanların tüm koşuşturmalarının sebebi, yarınlarını güvence altına almak içindir.

Akıllı olan kimseler yarınlarda kendilerine fayda sağlayacak olan hususlara hayatlarında öncelikle vererek hareket ederler.

Akıllı bir öğrenci: Geleceğini teminat altına alabilecek meslek dalları ile ilgili bölümleri okuyarak yarınlarını düşünür.

İnsanlar, çalışacakları işi tercih ederken en fazla gelir elde edebilecekleri iş adamlarını tercih ederler dolayısıyla bu gelirleri ile geleceklerini teminat altına almaya çalışırlar.

Hemen her kadın ve erkek geleceğini düşünerek kendisine bir eş adayı seçer.

Akıllı tüccar yarınlarda kendisine kar getireceğine inandığı hususları önceleyerek ticaretini yapar.

Gayr-ı menkule sermayesini yatıran kişi kısa vadede oradan çok büyük kâr elde etmeyi amaçlar ve bununla da gelecekte daha müreffeh bir hayat yaşamak ister.

Sermayesini dövize, altına, faize, kripto paralara, hisse senetleri yatıran kişiler de kısa vadede bunların yükselmesi ile kısa zamanda paralarına para katmayı amaçlar.

Yine insanlar yıllarca süren ödemeler yaparak sigortalı olmaya çalışır ve bununla geleceklerini güvence altına almaya çalışırlar.

Kısacası insanlar yarınlarını düşünerek hareket eder ve yatırımlarını hep ona göre yaparlar.

Ayrıca insanlar bu yatırımlarda yaparken kısa bir zaman için kendilerine fayda sağlayacak beklentisi ile değil, hayatlardan geri kalan kısmının tümünde kendilerine fayda sağlasın diye yaparlar.

Gerçek müminler de yarınlarını düşünerek hareket eden kimselerdiler.

Lakin müminin gelecek tasavvuru ile mümin olmayanların ki aynı değildir.

Müminin gelecekte kendisine fayda sağlayacağına inandığı hususlar ile mümin olmayanın kendisine fayda getireceğine inandığı hususlar aynı değildir.

Bazen mümin için gelecekte insana fayda getireceğine inandığı hususlar mümin olmayanlar için çok büyük bir kayıptır.

Çoğunlukla mümin olmayanlar için gelecekte kendisine fayda getireceğine inanarak hareket ettiği hususlar bir mümin için asıl hüsranın ta kendisidir.

Evet mümin günün adamı değil yarınlarını düşünerek hareket eden kimsedir.

Müminin gelecek tasavvuru sadece şu kısacık dünyaya yönelik olmadığından dolayı kendisine gelecekte fayda getireceğine inandığı hususlarda bu dünya ile sınırlı değildir.

Müminin gelecek tasavvuru; bu dünyayı da içerisinde almakla beraber ölüm sonrası hayata uzanan bir boyutu söz konusudur.

İşte müminin tasavvurunda; gelecekte kendisine fayda sağlayacak nice unsurları içerisinde barındıran bir aya ulaşmış bulunuyoruz.

Kısacası karlı yatırımlar yapmak için fırsat ayağımıza gelmiş durumdadır.  

İşte hem dünyada hem de ölüm sonrası hayatta bize fayda getirecek hususları bizim gündemimize getiren, bizi böylesine uzun bir yola hazırlayacak nice kıymetli yol azıklarını içerisinde barındıran bir aya daha ulaşmış durumdayız.

Evet kıymetli Müslümanlar! Ramazan ayı geleceğimizi inşa etme noktasında diğer bir ifade ile geleceğimizi teminat altına alma noktasında bize sunulmuş önemli fırsatları içerisinde barındırmaktadır.

Eğer geleceğimizi teminat altına almak istiyor isek o zaman Ramazan'ın bizim gündemimize getirdiği fırsatlardan sonuna kadar istifade etmeye çalışmalıyız.

Ramazan'ın bizim gündemimize getirdiği ve yarınlarda bizim geleceğimizi güvence altına alan hususları şu şekilde sıralayabiliriz:

Ramazan diğer bir adıyla da Kur'an ayıdır. Kur'an'ın kendisinde indirilmeye başladı aydır. Dolayısıyla geleceğini teminat altına almak isteyen kimseler Kur'an'ın diriltici mesajlarına yönelmeliler. Zaten Kur'an'ın gönderiliş amacı da insanları hem dünyalarını hem de ahiretlerini teminat altına almak değil midir? Dolayısıyla geleceğin teminatının tüm detayları Kur'an'da bulunmaktadır.

Ramazan ayını bizim gündemimize getirdiği ve bizim geleceğimizi teminat altına alacak hususlardan bir tanesi de oruç ibadetidir.

Oruç, mümin geleceğini teminat altına alarak sonsuz mükafat yurdu olan cennetin Reyhan adındaki kapısını açan bir anahtar gibidir.

Oruçla geleceğini teminat altına almak isteyenler, orucu sadece midelerine değil, dilini yalandan, gözünü haramdan sakındırmalı ve tüm gayr-ı meşru alışkanlıklara da son vermelidirler.

Yine Ramazan'ın bizim gündemimize getirdiği ve geleceğimizi teminat altına alacak olan hususlardan bir tanesi de rabbimizle kuracağımız ünsiyettir.

Gerek her daim Rabbimize yönelik yaptığımız zikirlerle gerek nafile ibadetlerle Rabbimizle ünsiyetimizi arttırarak geleceğimizi teminat altına almaya çalışırız. Gece namazı, teravih namazı ve yaptığımız tesbih, tahmid, tekbirlerle rabbimizle olan ünsiyetimizi daha üst noktalara taşımaya çalışırız.

Yine Ramazan'la birlikte ihtiyaç sahibi olan insanların halinden anlamak ve onlara yardım etmeye çalışmak da bizim geleceğimizi teminat altına alan hususlardan bir başkasıdır. Elimizdeki imkanları bir başkalarıyla paylaştığımız oranda geleceğimizi teminat altına almış oluruz. Bir başkaları ihtiyaç sahibi iken bizlerin buna duyarsız kalarak hayatı yaşıyor olmamız bizim geleceğimizi tehlikeye sokar. Gazze’de insanlar gelecekleri için her türlü bedeli ödedikleri bir durumda bizlerin en azından maddî imkanlarımızla onların yanında olmamamız bizim geleceğimizi çok ciddi manada tehlikeye sokar.

İftar sofralarımızı ihtiyaç sahibi olan insanlar için de kurmak, gelecekte bize teminat sağlayacak amellerden olacaktır.

Yine Ramazan ayı gerek zekât, gerek infak, gerekse de fıtır sadakalarımızla ihtiyaç sahibi olan insanların yanında olmamız gereken bir aydır. Bu ameller, kendileriyle yarınlarımızı güvence altına alacağımız amellerdir.

Yine Ramazan'ın bizim gündemimize getirdiği ve yarınlarda bize fayda sağlayacak hususlardan bir başkası da i’tikaftır. Mümin kişi, imkânı ölçüsünde Ramazan'ın son on gününde Rabbi olan bağını daha ileri boyutlara taşımak için tüm zamanlarını rabbine ibadete adayarak geleceğini teminat altına almaya çalışır.

Ramazan'ın bize getirmiş olduğu ve bizlerin geleceğini teminat altına olacak hususların garantörü alemlerin rabbi olan Allah'tır.

İnsanların geleceklerini teminat altına almak için yapıp ettikleri nice durumlar onların geleceklerinin tümünü garanti altına alamamakta ve onlar için her zaman bir risk alanı söz konusu olmaktadır. Oysa Ramazan'ın getirmiş olduğu bu bizim geleceğimizi teminat altına alan hususlarda asla böyle bir risk alanı söz konusu değildir. Bunun teminatını alemlerin Rabbi olan Allah sunmaktadır. Allah'ın teminat verdiği bir geleceğin asla iflası yaşatması söz konusu değildir.

Evet Kıymetli kardeşlerim! Herkes yarınları için yatırım yapmaktadır.

Biz müminler de yarınlarımız için yatırım yapmalıyız. Lakin bizlerin yapacakları yatırımlar sadece şu kısacık dünya yönelik olmamalı bu dünya ile beraber bundan sonraki hayatımızı da içine alacak şekilde olmalıdır.

Biz müminler olarak tek dünyalı insanlar gibi sadece şu kısacak dünyaya yönelik olan ve sadece dünyada insanların geleceklerini güvence altına alan hususlara yönelmemeli aksine bize iki cihanda da güvence getirecek hususlara yönelmeliyiz.

Unutmayalım ki hemen tüm yaptığımız ibadetlerin asıl maksadı bizlerin takva sahibi olan insanlar olmamız içindir.

Takva Hz. Ömer’in (r.a.) bize öğrettiği şekilde dikenli bir yolda yürürken elbisemize dikenler batarak her attığımız adımda bize acı vermemesi için elbisemizi yukarı çekerek yürümemizdir. Dünya imtihanımızı yaşarken etrafımızda meydana gelen günahların bizlerin üzerine sirayet etmemesi için azamı gayret göstermemiz takvadır.

Dolayısıyla bizlerin geleceklerini güvence altına alacak olan husus hiç şüphesiz ki takvadır.

Takva ise Allah'ın bizim üzerimize yüklemiş olduğu tüm sorumlulukların idrakinde olarak onları bir hakkın yerine getirmek için azami gayret göstermek, bunları yaparken Allah'tan başkasının rızasını gözetmemektir.

Yine, Allah'ım emirlerine eksiksiz yerine getirmeye çalışmak, yasakladığı şeylerin tümünden şiddetle kaçınmak gerektiği gibi aynı zamanda da kendisinde şüphe bulunan hususlardan da uzak durmaktır. İşte geleceğimizi ancak bu şekilde güvence altına almış oluruz.

Kardeşlerim şunu iyi bilelim ki insanların Allah'ın nice emirlerini yerine getirmedikleri; bununla beraber nice yasak ettiğin şeylere de hayatlarında yer verdikleri bir durumda tuttukları oruçlar, onların geleceklerini teminat altına almayacaktır. Dolayısıyla bizler bu kimselerden olmamalıyız.

Tuttuğumuz oruçların, yaptığımız ibadetlerin tümünün bizim geleceğimizi güvence altına almasını istiyorsak takvanın gereği olarak Allah'ın tüm emirlerini yerine getirme çabası içerisinde olmalıyız ve yasaklamış olduğu tüm haramlardan da şeytandan kaçar gibi kaçmalıyız. Ve ayrıca şüpheli olan şeylerden de uzak durarak dinimizi ve ırzımızı korumamız gerekmektedir.

Geleceğe yatırım yapmak isteyenler için ayağımıza kadar gelen fırsatlar ayı olan ramazanı hakkıyla değerlendirerek bayrama masiyetlerden/günahlardan arınmış bir şekilde çıkacak olan Müslümanlara selam olsun!

      Allah’u Teâlâ’nın yarattığı zamanlar için bazı zamanlar vardır ki o zamanlar başka zamanlardan daha faziletlidir. Bu zamanları faziletli kılan şey zamanın kendisi değil, o zaman dilimlerinde gerçekleşen hadiseler veya eylemlerdir. İşte Ramazan ayı da böylesine faziletli bir zaman dilimdir. Ramazan ayını da faziletli kılan birtakım unsurlar vardır. Hemen akla gelenleri bu ayda Kur’an-ı Kerim’in inzâl edilmeye başlaması ile oruç ibadetidir. Bu yazımızda idrak ettiğimiz Ramazan ayını daha nitelikli bir şekilde ihya etmek için dikkat etmemiz gereken bazı hususları gündeme getireceğiz. Öncelikli olarak Rabbimizin şu sözüne kulak verelim:

     “Ramazan ayı, insanlara yol gösterici, doğrunun ve doğruyu eğriden ayırmanın açık delilleri olarak Kur'an'ın indirildiği aydır. Öyle ise sizden ramazan ayını idrak edenler onda oruç tutsun. Kim o anda hasta veya yolcu olursa (tutamadığı günler sayısınca) başka günlerde kaza etsin. Allah sizin için kolaylık ister, zorluk istemez. Bütün bunlar, sayıyı tamamlamanız ve size doğru yolu göstermesine karşılık, Allah'ı tazim etmeniz, şükretmeniz içindir.” (Bakara, 2/185)

  1. Oruç

      Kardeşim bil ki, Ramazan ayını diğer aylardan ayıran en önemli husus hiç kuşkusuz ki, bu ayda takvaya ulaşmanın en önemli unsurlarından birisi olan oruç ibadetidir. Allah’u Teala, orucu eski şeriatlerde emrettiği gibi Hz. Muhammed (s.a.s.)’in Rabbinden getirdiği şeriatte de emrederek farz kılmıştır. Kardeşim, Rabbimizin bu konudaki hitabına kulak verelim; “Ey iman edenler! Allah’a karşı gelmekten sakınmanız için Oruç, sizden öncekilere farz kılındığı gibi, size de farz kılındı.” (Bakara, 2/183) Dolayısıyla Ramazan ayını ihya derken ilk üzerinde durmamız gereken unsur, oruç ibadetini bütün boyutlarıyla en güzel şekilde yerine getirmek olmalıdır. 

     Peki kardeşim orucu en güzel şekilde bütün boyutlarıyla nasıl tutarız?

     Kardeşim! Bu konuda iki önemli husus vardır. Şimdi bunları gündeme getirmeye çalışalım:

     A) Kardeşim! Rabbimizin oruç emrine, hayatın getirdiği bütün zorluklara rağmen –mahzurlu olanlar hariç- teslimiyet göstererek başım/gözüm üzerine deyip yerine getirmeye çalışmalıyız. Sabah namazının giriş vakti olan Fecr-i Sadıktan akşam namazın vaktinin girdiği zamana kadar yemek/içmek ve cinsel ilişkiden kendimizi uzak tutarak bu ibadeti yerine getirmeliyiz. Yani kısacası kitap ve sünnete orucu bozan unsurlar olarak gündeme getirilen şeylerden uzak durmalıyız.

     B) İkinci Olarak da kardeşim! Orucu sadece midemize ve şehevi arzularımıza değil, bütün uzuvlarımıza tuttura bilmeliyiz. Nasıl ki orucu bozduğu için yemek/içmek ve cinsel ilişkiden uzak duruyorsak aynen bunun gibi, Allah’a olan kulluğumuza zarar veren, rabbimizin men ettiği her türlü işten, dinin koyduğu ahlak ilkelerine uymayan her türlü davranıştan kendimizi uzak tutmalıyız. Yani bir taraftan Rabbimiz emrettiği için oruç tutarken bir taraftan da Rabbimizin yasak ettiği işleri yapamamalı ve emrettiği diğer emirlerini de yerine getirmeliyiz. Kardeşim bil ki günümüzde, kendilerini İslam’a nispet ettikleri halde, Oruç tutuğu halde Namaz kılmayan insanlarımız olduğu gibi, oruç tuttuğu halde yalan söyleyen, gıybet eden, iftira eden, insanlara zulmeden, kafileri veli ve dost edinen şeriat düşmanlığı yapan bv. İnsanlarımız da maalesef var. Bunlar bir Müslümanın yapabileceği şeyler değildir. Ve bu insanlar Ramazanı ihya etmekten pek uzak olan insanlarıdır. Kardeşim bizler bu konularda çok hassas olmalıyız, Allah’a karşı yapmış olduğumuz kulluğumuza zarar veren her türlü davranıştan ve eylemden uzak durmalıyız. Bu konuda Peygamberimizin şu sözüne kulak verelim; “Oruçlu bir kimse yalanı ve yalanla iş yapmayı terk etmezse onun yemesini içmesini terk etmesine Allah’ın hiçbir ihtiyacı yoktur.” [Buhari, Savm, 8.]

  1. Yardımlaşma

     Kardeşim bil ki Ramazan ayını gereği gibi ihya etmek isteyen bizler, Ramazanın bir başka özelliği olan Müslümanlara arasındaki yardımlaşmayı ve dayanışmayı öne çıkaran boyutlarının da önemle üzerinde durarak yerine getirmeliyiz.

     A) Kardeşim! Ramazan’da Müslümanlar arasında yardımlaşmayı öne çıkaran uygulamalardan birisi Fıtır Sadakasıdır. Ramazan ayını gereği gibi ihya etmek isteyen bizler, Ramazan ayı bitmeden Fıtır sadakalarımızı da vermeliyiz. İslam dini Müslümanlar arsında dayanışma ve kaynaşmayı sağlamak, zengin ile fakir arasında bir köprü oluşturarak sağlıklı bir sosyal toplum oluşturmak için Fıtır Sadakasını bu ayda emretmiştir. Can sahibi olan her insan için verilmesi gerekli olan Fıtır Sadakası, tolumdaki fakirler için bir nebzede olsa kendi ihtiyaçlarını karşılamalarını sağlamaktadır. Kardeşim bu konu ile alakalı Abdullah İbn Ömer’in naklettiği şu hadise kulak verelim: “Hz. Peygamber fıtır sadakasını 1 sâ’ (ölçek) hurma ve 1 sâ’ arpa olmak üzere köle, erkek, kadın, küçük ve büyüklere farz kılmış ve insanlar (bayram) namazına çıkmadan önce verilmesini emretmiştir.” (Buhârî, Zekât, 76; Müslim, Zekât, 12 .)

     B)Kardeşim! Ramazan’da Müslümanlar arasında yardımlaşmayı öne çıkaran uygulamalardan biriside Zekât ibadetidir. Her ne kadar, zekât yılın herhangi bir ayında verilebildiği halde Müslümanların örfünde Ramazan ayında verilmektedir. Dolayısıyla ramazanı gereği gibi ihya etmeyi düşünen Müslümanlar olarak izler eğer durumumuz var ise kendi kazançlarımızın bir kısmından Allah için vaz geçerek bunu ihtiyaç sahibi olan insanlara ulaştırmalıyız. Zekât konusunda Rabbimizin şu emrine kulak verelim kardeşim; “Sadakalar, -Allah'tan bir farz olarak- yalnızca fakirler, düşkünler, (zekât) işinde görevli olanlar, kalpleri ısındırılacaklar, köleler, borçlular, Allah yolunda (olanlar) ve yolda kalmış(lar) içindir. Allah bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Tevbe Suresi, 60)

     C) Kardeşim! Ramazan’da Müslümanlar arasında yardımlaşmayı öne çıkaran uygulamalardan biriside özellikle ihtiyaç sahibi olan insanlara iftar sofrası kurmak, onlara ikram etmektir. Eğer imkanımız var ise, özelliklede yakınımızda olan ihtiyaç sahibi insanlardan başlamak üzere iftar sofralarımızda onlara da yer açmak, buna imkan yoksa hazırlayacağımız yemekleri onların evlerine götürerek ikram etmek, buna da imkan yoksa kumanya kolileri hazırlayarak bu kardeşlerimize ikram etmeliyiz. Hele de kardeşim, Suriye gibi kendi zalimine karşı baş kardırmış, izzetli bir duruş ortaya koymanın bedelini ödeyen mazlum ve müstazaf kardeşlerimizi de unutmayarak onların sofralarına da yapacağımız ikramlarla ulaşabilmeliyiz. Bu konuda ki Peygamberimizin şu ifadelerine kulak kabartalım; “Kim bir oruçluya iftar ettirirse, kendisine onun sevabı kadar sevap yazılır Üstelik bu sebeple oruçlunun sevabından hiçbir eksilme olmaz.” (Tirmizi, Savm 82, (807)

 

  1. Namaz

     Kardeşim! Ramazanı gereği gibi ihya etmek isteyen bizlerin dikkat etmesi gereken bir boyutu da, bu aya has olan namazlardır. Kardeşim bizler ramazanın manevi atmosferinden yeterince istifade etmek istiyorsak bu aya mahsus olan namazları da kılmalıyız. Tabi ki ramazana mahsus namaz deyince hemen aklımıza Teravih namazı gelmektedir. Kardeşim, teravih namazının kaç rekat olduğu ili ilgili tartışmalar her ramazanda gündeme gele dursun, biz bunlarla çok vakit kaybetmeden elimizden geldiği kadar ve gücümüzün yettiği kadar bu ibadeti yerine getirmeliyiz. Eğer zamanımız çok ise yirmi rekat, az ise de sekiz rekat kılmalıyız. Ama kesinlikle bu namazdan gafil olmamalıyız. Ve güç yetirdiğimiz oranda teravih namazını cemaatle kılmaya özen göstermeliyiz. Peygamber efendimizin şu buyruğuna kulak verelim kardeşim; "Kim ramazan namazını (teravih) inanarak ve sevabını Allah'tan bekleyerek kılarsa onun geçmiş günahtan bağışlanır" (Buhârî, "Salâtü't-terâvîh", 1; Müslim, "Salâtü'l-müsâfîrîn")

     Kardeşim! Ramazan mahsus bir ibadet olmasa da gece namazlarına da özenle devam etmeliyiz. Ramazan dışında belki de yeterince riayet edemediğimiz gece namazlarına Ramazan ayında sahura kalkmamızı vesile kılarak ihmal etmeden kılmalıyız. Ramazanda sürekli hale getirdiğimiz gece namazları belki de Ramazan dışında da sürdürebiliriz. Kardeşim zaten sahura kalkıp da gece namazını kılmadan yapmak akıllı insanın yapacağı bir iş değildir. Hani dedik ya kardeşim, Ramazan ilahi rızaya ulaşmak için bir vesile, o halde bu vesileyi en iyi şekilde değerlendirmeliyiz. Peygamberimizin  şu sözlerine kulak verelim : “Hz. Bilal (r.a.) anlatıyor: “Resulullah (s.a.s.) buyurdular ki: “Size geceleyin kalkmayı tavsiye ederim. Çünkü o, sizden önce yaşayan salihlerin âdetidir; Rabbinize yakınlık (vesîlesi)dir; günahlardan koruyucudur; kötülüklere kefarettir, bedenden hastalığı kovucudur.” |Tirmizî, Da’avât 112, (3543, 3544).

  1. Kur’an-ı Kerim

     Bil ki kardeşim! Ramazan’ı ramazan yaparak diğer aylardan daha değerli kılan şey elbette bu arda Kur’an-ı Kerim’in inzal edilmeye başlamasıdır. Kur’an’ın inzal edilmeye başladığı gece olan Kadir gecesinin bu ayda olması Ramazan ayının oruç içinde seçilmesinin bir sebebidir Allah’u âlem. Kur’an’ın indirilmesinin oruçtan daha değerli olmasının sebebi, orucun önemini, faziletini de biz Kur’an’dan öğreniyoruz. Yani Kur’an olmasaydı biz orucun ve diğer emir ve yasaklarında önemini ve faziletini anlayamazdık. İşte bunun için kardeşim, Ramazan ayı bizim Kur’an ile olan bağımızın en yüksek noktaya ulaştığı bir ay olmalıdır. Ramazan ayı dışında okuduğumuzdan çok daha fazla bir şekilde Kur’an’ı anlamaya yönelik okumalarımız olmalıdır. Arapça biliyorsak metninden, bilmiyorsak da hem metninden hem de mealinden okumalı hatta imkan varsa metin ve meal hatmi yapmalıyız. Çünkü önderimiz ve rehberimiz olan Peygamberimizde Medine döneminde her yıl Cebrail (a.s.) ile birlikte o zaman kadar inen bütün ayetleri talim yaparak hatim yapıyorlardı. Peygamberimizin bu sünnetinden biz de ilham alarak bizde Kur’an’ı anlamaya yönelik her zaman yaptığımız veya yapmamız gereken okumalarımızı artırmalıyız.

      Kardeşim! Toplumumuzda yaygın olarak yapılan yanlış hatim merasimlerine kızarak veya karşı çıkmak için Kur’an okumak ve hatim yapma uygulamalarımızdan vazgeçmemeliyiz. Ama onların yaptığı yanlışları yapmamak kaydıyla. Kardeşim maalesef onlar, Kur’an’ı anlamadan okumanın yeterli olacağını zannetmektedirler. Yine onlar, yapılan hatimlerin insanları kötülüklerden koruduğuna inanmaktadırlar. Yine onlar, yapılan hatimlerin ölen insanların ruhlarına hediye edilmesi gerektiği hatta hediye edilen ruhlara fayda verdiği gibi yanlışları yapmaktadırlar. Bizlerin Kur’an okuma amacımız hiçbir zaman böyle olamamalıdır. Bizler Kur’an’ı ancak ve ancak anlamak ve hayatımıza aktarmak vede başkalarını da bu Kur’an’ın hakikatleriyle uyarmak için okumalıyız. Birde olsa olsa bir davetçi olarak eğer yeteri düzeyde Kur’an’ı metninden okuyamıyorsak eğitim amacıyla Kur’an okumalıyız. Kardeşim bir davetçi olarak Kur’an’ı metnini de iyi bir şekilde okuyabilmeliyiz. Tecvidine, mahrecine dikkat ederek yanlışsız bir şekilde okuyabilmeliyiz. Kardeşim, Peygamberimizin şu sözlerine kulak kabartalım; "Bu Kur'ân'ı öğreniniz! Çünkü onun tilâvet edeceğiniz her harfine karşılık on hasene ile sevap verilir, mükâfatlandırılırsınız.” (Dârimî, c. 2, s. 108.)  "Kim Kur"ân okur, onu ezberler, onun helâlini helâl, haramını haram kılarsa, Allah o kimseyi bu amelinden dolayı cennete koyar …” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, c. 1, s. 149, Tirmizî, c. 5, s. 171)

 

  1. İ’tikâf

    Kardeşim! Yine bil ki, Ramazan ayını hakkıyla ihya etmek için baş vuracağımız vesilelerden biriside hiç şüphesiz ki i’tikaftır. İ’tikaf toplumumuzda pek bilinmese de Hz. Peygamberimizin Ramazanında ayı yeri olan bir sünnetidir. Hem de Ramazan orucu farz kılındıktan sonra hiç terk etmediği müekked bir sünneti. Toplum olarak bazı ibadetleri ön plana çıkartıp bazı ibadetleri de hayatımızın dışarısına atmış durumdayız. İşte itikafta bu ibadetlerden birisidir. Kardeşim bil ki itikaf, Ramazan ayında manevi olarak arınmayı amaçlayan bir Müslümanı, bu arınma ameliyesini neticeye ulaştırıp bayrama arınmış bir şekilde ulaştıran bir ibadettir. Peygamberimizin şu şekilde buyurduğunu unutma; “Ramazan girip çıktığı halde günahları affedilmemiş olan insanın burnu sürtülsün…” (Tirmizi, Daavat 110) İşte ramazanı bütün boyutlarıyla ihya ettiğimiz zaman bayrama manevi olarak arınmış bir şekilde çıkmamız mümkün olur. Buda orucuyla, namazlarıyla, Kur’an okumalarıyla, itikafıyla, infakıyla ve Kadir gecesini ihya etmesiyle mümkün olabilmektedir.

     Kardeşim bil ki! İ’tikaf, Ramazan ayının son on gününde mescitlerden birisine kişinin kendisini kapatarak ibadete adamasına denir. Tabi ki itikaf yapmak için illa on gün yapmak zorunda değiliz ama sünnet olan on gün olmasıdır. Yani kişi imkânı olduğu kadar itikafa niyet ederek bir saat veya bir gün yani zaman ayırabildiği kadar i’tikafa girmelidir.

  1. Kadir Gecesini İhya Etmek

     Kardeşim bil ki! Ramazan ayını en verimli bir şekilde ihya etmenin vesilelerinden bir tanesi de, Kur’an’ın indirildiği gece olan kadir gecesini ihya etmekten geçer.  Kardeşim kadir gecesi hakkında Rabbimiz şöyle buyurur; “Biz o (Kur'ân)nu Kadir gecesinde indirdik. Kadir gecesinin ne olduğunu sen nereden bileceksin? Kadir gecesi bin aydan daha hayırlıdır. Melekler ve Ruh (Cebrail veya Ruh adındaki melek) o gece Rablerinin izniyle, her iş için inerler. O gece, tanyeri ağarıncaya kadar süren bir selâmettir.” (Kadir, 1-5.)

     Kardeşim! Söyle diyebiliriz; Ramazan’ı faziletli kılan o ayda bin aydan daha hayırlı olan Kadir gecesinin olmasıdır, Kadir gecesini bin aydan daha hayırlı kılan ise, o gecede Kur’an’ın indirilmiş olmasıdır. O halde kardeşim, madem Kur’an indiği geceyi bin aydan daha hayırlı kılıyorsa, bizim hayatımıza indiği zamanda bizi binlerce insandan daha hayırlı kılacağına inanarak bu geceyi ve bu gecenin içerisinde bulunduğu ramazanın son on gününü çok iyi bir şekilde değerlendirmeliyiz. İ’tikafın ramazanın son on gününde olmasının sebebi de bu olsa gerekir. Ramazan’ın son on gününde olduğu kabul edilen Kadir gecesinin en güzel şekilde ihya edilmesinin yolu İ’tikafı en güzel şekilde ihya etmekten geçmektedir. Şunu da söyleyebiliriz, itikafı güzel bir şekilde ihya etmek için Ramazan ayını ihya etmek gerekir.

     Kardeşim! Bilmeliyiz ki, bir geceye Kur’an indiği zaman o geceyi bir aydan daha hayırlı kılıyorsa bizim hayatımıza da indiği zaman bizi de hayırlı kılacaktır. Kur’an’ın hayatımıza inmesi için elimizden gelen çabayı ortaya koymalıyız. Onunla ilişkimizi artırarak, onu okumalı, okuduklarımızı anlamaya çalışmalı, anladıklarımızı da hayatımıza taşımalıyız. İşte o zaman bizim de kadir gecemiz olacak ve biz binlerce geceden hayırlı olacağız.

     Kardeşim! Son olarak da şunlara da dikkat etmeliyiz. Gün içerisinde oruç tutuyoruz diye akşamını bin bir çeşit yemekler yiyerek israf bataklığına sürüklenmemeliyiz. Yani kardeşim kısacası Ramazan ayı gıda tüketiminin hayatımızda en asgariye indiği ay olmalıdır. Maalesef toplumumuz bu konuda da pek olumlu bir örneklik ortaya koyamamakta. Biz onlar gibi olmamalıyız. Kardeşim unutmadan, hele hele şu televizyon ve belediyelerin, müzik ve eğlence şölenine dönüştürdüğü boyutlarından uzak durmalıyız. Bunlar hani dedik ya “Ramazan manevi arınmayı sağlamaktadır” işte bu boyutunun altına döşenmiş bir dinamit gibidir. Bizde kendi maneviyatımızın altına dinamit döşemeyelim.

     İşte kardeşim! Ramazan’ı hakkıyla ihya etmek için dikkat etmemiz gereken unsurların üzerinde durduk. İnşaAllah bunları yerine getirme azmini gösteririz de bayrama manevî olarak arınmış ve Ramazan’ı hakkıyla ihya etmiş oluruz. Selam ve dua ile.

Tarih bize; Müslüman halklar üzerindeki egemenliği ifade eden halifeliği elde etmek için yıllarca mücadele eden bir ecdattan onu bir çırpıda kaldıran sözüm ona kahraman(!) torunlarının hikayesini anlatır. Bir zamanlar tüm Müslümanlar nezdinde meşruiyet elde etmenin vasıtası olarak görülerek elde edilmesi için birçok bedeller ödenen hilafet kurumu, batılı efendilerinin istemesi neticesinde bir gecede kaldırılarak yok edilmiştir. 1571 yılında Yavuz Sultan Süleyman tarafından Mısır’ın ele geçirilmesiyle İstanbul’a getirilen hilafet, yaklaşık olarak 350 yıl kadar varlığını sürdürmüş ve ne yazıktır ki Müslümanları birbirine bağlayan en önemli kurum olduğu halde, kıblesini Müslümanlara tarafa değil de Müslümanların düşmanlarına doğru çeviren zihniyetler tarafından 1924 varlığına son verilmiştir. Her ne kadar Hilafet kurumu asıl istenilen gücünü yitirmiş olsa da Müslümanları bir arada tutma görevini belirli oranda da olsa hâlâ muhafaza ediyordu. Ne yazıktır ki Müslümanlar için bu derece önemli ve zaman açısından da çok daha fazla ihtiyaç duydukları bir zamanda kaldıranlar kurtarıcı, hilafet makamını umdesinde bulunduranlar ise hain ilan edilerek Müslüman çocuklarına düşman gibi gösterildiler. Müslüman nesiller, Müslümanları bir arada tutan bir kurumun başında duran liderlerine hain gözüyle baktılar ve bakmaya devam ediyorlar. Oysaki asıl ihanet Müslümanları siyasî birliktelikten koparak onları emperyalistlerin kucağına parça parça atılmasıydı. Lakin bunu yapanlar, kurtarıcı olarak gösterilerek lider, ulu önder, ata, kurtarıcı gibi gösterildiler.

Oysaki Hilafeti kaldıranlar onun nimetlerinden hâlâ istifade etmeye devam ediyorlardı. Şimdilerde halan büyük bir başarı olarak toplumlara örnek gösterilen Çanakkale Savaşında hilafetin bayrağı altına yaşayan topraklardan gelerek orada küffarın başarı elde etmemesi için canını ortaya koyarak şehit olanlar, Halifenin çağrısı üzerine oraya gelmişlerdi. Yine kurtuluş savaşı olarak ifadelendirilen savaşta başarı elde edilmesi için çuvallarla paralar yine hilafet kurumunun yüzü-suyu hürmetine toplanarak hilafet merkezinin kurtarılması için gönderilmişti.

Yine Müslümanlar tarihin hiçbir döneminde hilafet makamının varlığına, hilafetin kaldırıldığı zaman ki kadar da ihtiyaç duymamışlardı. Müslümanlar, düşmanları tarafından her taraftan kuşatılarak işgal edilen topraklarını ancak bir arada durarak ve tek vücut olarak durduklarında kurtaracakları gerçeği aşikârdı. Bunu sağlayacak en önemli -belki de tek- kurum hilafet (Müslümanların siyasî birlikteliği) kurumuydu. Peki konjektör bunu gerektirdiği halde neden hilafet kaldırıldı?

Bu sorunun en temel cevabı şudur: Müslümanların düşmanlarının zaten amaçladıkları şey bunu gerçekleştirmekti. Lakin bunu kendi elleriyle yapmaları Müslümanlar tarafından bir kabule dönüşmeyecek, aksine bir tepkiye dönüşerek daha büyük mukavemetlerin oluşmasına sebebiyet verecekti. Böylesine bedeli daha ağır olarak bir sürecin içerisine girmektense Müslümanlardan olan birisi tarafından kaldırılmasının daha az tepkiyle karşılaşacağını bildiklerinden, bizden görünen birisi üzerinden kaldırtıldı. Böylece asıl düşmanları olan Müslümanları bir arada tutan ipi kesmiş olacaklar, bunun neticesi olarak Müslümanlar küçük gruplara ayrılacak ve böylece de bu gruplarla mücadele etmek çok daha mümkün olacaktı. Hatta bu şekilde olması Müslümanların, asıl düşmanların unutturacak birbirlerine düşmelerine de sebebiyet verecekti. Batılıların, yüz yıldan fazladır bu coğrafyalar üzerinde egemen olmalarının en önemli sebebi bu coğrafyada yaşayan Müslümanları gruplara ayırarak, hepsinin üzerinde egemenliklerini kurmuş olmalarıdır. Ulus devletler inşa ederek bu sınırlarla Müslümanları birbirlerinden tamamen uzaklaştırarak aralarına aşılması zor mesafeler koymuşlardır. Önce Müslümanları bir arada tutan hilafeti kaldırdılar, bunun bir sonraki adımı olarak da Müslümanlar arasında suni sınırlar koydular. Ve böylece kendilerine çizilen sınırlar içerisine hapsolan Müslümanları kontrol etmek daha kolay olacaktı. Ayrıca kendi dünya görüşlerine ve de çıkarlarına hizmet edecek kimseleri destekleyerek muhaliflerine onlar üzerinden baskı kurdular. Bu kesimleri aralarında hiç bitmeyecek bir kavganın içerisine sokup, güçlenmelerinin önünde de geçmek istediler.

Gelinen noktada ümmetin birliğinin bozulmasıyla birlikte oluşturulan devletçikler üzerinde ne büyük tesirlerinin olduğunu; Batılılardan onay almadan kendi ülkeleri üzerinde herhangi bir egemenliklerinin olmadığını, kendi yöneticilerini bile seçme haklarının bulunmadığını, ancak kendilerinin izin verdiği kimselerin yine izin verdikleri şeyleri yapmak için iktidara gelebileceklerini görmekteyiz.

Bütün küresel güçler bir araya gelerek küçücük bir yer olan Gazze’yi yerle yeksan etmek için her türlü yardımlaşmayı sağladıkları bir dönemde elli yedi tane olduğu söylenen Müslüman ülkelerinin hiçbir şey yapamamaları, hatta bırakın engel olmak için bir şeyler yapmayı küresel güçleri lojistik olarak destekleyerek yanında yer almak zorunda kaldıklarına tanıklık ediyoruz. Buda bize Müslüman olduğu söylenen ülkeler üzerinde Batılıların egemenliğinin hangi düzeyde olduğunu göstermektedir. Dolayısıyla bugün gerek Gazze’de gerekse de dünyanın diğer coğrafyalarında bu şekilde bir zilleti yaşıyorsak bunun en büyük sebebi o gün Müslümanları bir arada tutarak yardımlaşmaları sağlayan, birbirleri için gerekirse canlarını verdikleri Müslümanların siyasî birliğini ifade eden Hilafet kurumunu ortadan kaldırmalarıdır. Bugün yapacakları hamlelerin adımlarını ta o zamanlarda atmışlar. Kendilerini ta o zamandan güvence altına alacak şekilde atmaları gereken tüm adımları atmışlar. Müslümanları kendilerine karşı mukavemet gösteremeyecek şekilde baskı altına almışlar ve onlar bir araya getirerek bir güç oluşturacak her türlü değerden uzaklaştırmak istemişlerdir.

Bugün Gazze’de katledilen her bir masumun kanının akmasına sebebiyet verenlerden birileri de zamanında Müslümanlar arasındaki o ipi koparanlarındır. Batılıların, hilafeti niçin ortadan kaldırmak istediklerini şimdi Gazze’de yaşadığımız pratik bize bir kez daha göstermektedir. Acaba Hilafet kurumu hâlâ aktif bir şekilde yürürlükte olsaydı, bugün o zalimler bu şekilde pervasızca birlik olarak Müslümanları katledebilirler miydi? Veya onlar bunu yapmaya kalkıştıklarında elli yedi tane olduğu söylenen Müslüman ülkeler, bu şekilde hiçbir etkilerinin olmadığı zilleti dibine kadar yaşayan bir fotoğrafı ortaya koyabilirler miydi?

Batılılar kendi yaşadıkları ülkelerde bir araya gelerek güç oluşturmanın önemi üzerinde ısrarla durarak bunun için çok ciddi fedakârlıklarda bulunurlarken, Müslümanların yaşadığı ülkelerde ise var olan parçalanmayı daha derinlikli hale getirmek için aynı şekilde çok büyük fedakârlıklar yapmaktadırlar. Büyük büyük bütçeler ayırarak Müslümanların parçalanmalarına sebebiyet verecek oluşumları desteklemekte, Müslümanlar arasında fitne ve fesat tohumları ekmek için her fırsatı kullanmaktadırlar.

Bugün Müslümanlar arasında Batılıların bu oyunlarının farkında olan Müslümanların bir kısmı bilerek veya bilmeyerek o oyunun bir parçası olmaktadırlar. Müslümanları bir araya getirerek güç oluşturmalarına sebebiyet verecek şeylere karşı olanlar, bu unsurları yorumsal bir takım indi görüşlere indirgeyenler, temel olmayan konularda da aynileşmeyi olmazsa olmaz görenler, bir mezhebin esas alınmasını şart koşan anlayışlar, ister istemez bu oyunun bir parçası olmaya devam ediyorlar. Bilerek veya bilmeyerek Batılıların emellerine hizmet ediyorlar.

Müslümanlar olarak bu hataları yapmaya devam ettiğimiz sürece bugün Gazze’de yaşadığımız acıları yaşamaya yarında devam edeceğiz. Dün Cezayir’de, Irak’ta, Suriye’de, Libya’da, Bosna’da, Çeçenistan’da, Arakan’da ve dünden bugün Filistin’de yaşadığımız zulümleri yaşamaya devam edeceğizdir. Kafirlerin güç birliği yapığı bir zamanda bizler ise basit meselelerden dolayı ayrışarak düşmanlaştığımız bir durumda, başarılı olanlar onlar olacaklardır. Yüce kitabımız “ayrılmayın, yoksa gücünüz gider” dediği halde bizler hâlâ dağılarak güç elde edeceğimizi düşünüyoruz. Müslümanlarla ayrışımlarımızı dinin temek sabiteleri üzerinden değil de yoruma açık olan meselleler üzerinden yaptığımız bir durumda, kendileriyle birlikte aynı kaderi paylaşarak aynı coğrafyada yaşadığımız gayr-i müslimlerle birlikte olmamız gerekirken bizler maalesef kendilerini samimi bir şekilde İslâm’a nispet eden insanlarla ayrışıyoruz. Düşmanlarımızı bir kenara koyarak düşmanlığımızı birbirimize yönelik yapıyoruz. Hâlâ güç birliği oluşturmak konusunu fikrî zemin üzerinde değerlendirerek asla birleşmemizin mümkün olmayacağı bir alanda ısrar ediyoruz. Oysaki Müslümanların birlikteliği fikrî zemin üzerinde değil, siyasî zemin üzerindendir. Kafirlerle ve onların uşaklığını yapanlarla mücadele etmek için illa tüm Müslümanlarla hemen her konuda fikir birliğimizin olması gerekmiyor. Böylesine bir durum, tarihte hemen hiç yaşanmamış ve bugünden sonrada -Allahu âlem- yaşanmayacaktır. Lakin düşmana karşı siyasî birliktelik ise eğer istendiğinde hemen her zaman mümkün olacak bir şeydir.

Neden Hz. Peygamberin Medine’deki tüm kabileleri hatta münafıkları bile aynı siyasî çatı altında tutma örnekliği bizler için güncel karşılığı olan bir örnekliğe dönüşmüyor? Yüzyıldır çok büyük bedeller ödediğimiz halde ne yazıktır ki bu meselenin önemini kavramış değiliz. Münafıkların kafilerden bir zümre olduğu, çeşitli zamanlarda Müslümanlar için kafirlerden daha tehlikeli oldukları açık bir şekilde ortada olduğu halde, sırf Müslüman olduklarını deklere ettiklerinden dolayı onlara kafir muamelesi yapmamış, onları Müslümanların siyasî birlikteliği altında tutmuştur. Kavmiyetçiliğin hâkim olduğu bir coğrafyada ve zamanda, insanları bir arada tutmak için çok büyük bir örneklik ortaya koyan Efendimizin bu örnekliği, bugün çok daha fazla ihtiyaç duyduğumuz halde neden hâlâ hatada ısrar ediyor ve Müslümanların birlikteliğini değil de ayrılığını oluşturacak adımları atmaya devam ediyoruz? Kabileciliğin hâkim olduğu bir durumda çözümü dinî değerlere sarılmakta bulan ve bununlar insanları bir ve güçlü kılan örnekliği bir kenara bırakarak o gün, insanları güçsüz kılan ırkçılık veya benzeri suni anlayışlarının mahkûmu haline getirerek çözümü buralarda arıyor, Müslümanları ayrıştıracak konular üzerinde ısrar ediyoruz? Müslümanların birlikteliğini ortadan kaldıran zihniyet ve kişileri hâlâ kurtarıcı olarak görme yanlışında ısrar ediyoruz? Müslüman halklar olarak şu an yaşadığımız katliamların geçmişteki müsebbibi olanları, hak ettikleri yere konumlandırmıyor, onları insanların gözünde ve gönlünde kahramanlar olarak göstermeye çalışıyoruz? Geçmişte yaptıkları ihanetlerinin hesabını sormamız gerekirken, neden hâlâ onların bizleri şu anki duruma mahkûm eden ideolojilerini bizleri kurtaracak reçeteler olarak görmeye devam ediyoruz?

Yüce Kitabımız Müslümanlar arasındaki bağları kopararak onları birbirlerine düşman eden varlık olarak şeytanları göstermektedir. Dolayısıyla tarihte Müslümanların birlikteliğini ortadan kaldırarak onlara birbirlerine yabancılaştıran, hatta daha da ileri boyutta düşmanlaştıran kimselerin yaptıkları da aynen bu şekilde şeytanî bir uygulamadır. Müslümanlar olarak, böylesine bir durumu ortaya koyan kimselere, şeytanlara duyduğumuz kadar karşı bir duruş göstermeliyiz. Şeytanın gerçekleştirmek istediği bu şekildeki hedeflerinin gerçekleşmemesi için gösterdiğimiz çaba kadar bu kimselerin ortaya koymuş oldukları aynı amaçlarında başarılı olmaması için gayret göstermeliyiz. Şeytandan Allah'a sığındığımız gibi bu kimselerin şerrinden de Allah'a sığınmalıyız. Şeytanı kendimize düşman bildiğimiz gibi bu kimseleri ve ortaya koydukları ideolojilerini de düşman bellemeliyiz. Dünyevî kurtuluşun şeytanî olan bu yaklaşımlarda olmadığını, Yüce Kitabımızın da bizler davet ettiği Müslümanların birlikteliğinde olduğunu bir an önce kavramaları ve bunu gerçekleştirmek için üzerimize düşen sorumlulukları yerine getirmeliyiz. Bir an önce Müslümanların siyasî birlikteliğini yeniden inşa etmeliyiz. Gerek günümüzde gerekse de geçmişte bu konuda Müslümanlara ihanet edenleri tanımalı ve onlara gereken tavrı göstermeliyiz. Müslümanlar olarak bugün ödediğimiz bu büyük bedellerde onlarında parmaklarının hiçte azımsanmayacak kadar olduğunu unutmamalıyız.

İslâmî camialar arasında Şubat ayı, hemen her yıl şehitler ayı olarak kabul edilerek kutlanılması gelenekselleşmiştir. Bu ayda, şehadet geceleri düzenlenerek islâm dâvası için canlarını veren şehitler anılmakta ve şehitlerimiz üzerinden İslam'ın şehitlik ve şahitlik algısı gündemleştirilmektedir.

İslâmî camialar içerisinde her ne kadar şehit olan şahsiyetlere yönelik herkesin ortak bir kabulü söz konusu olmasa da genel itibariyle İslâm dâvasını yüceltmek için canını veren Müslümanlara, şehit denilmektedir.

Özellikle tevhidi camialar içerisinde hoca, yazar, kanaat ve cemaat önderi vb. bazı kimselerin; Şehitlik algısı üzerinden gündeme getirerek sık sık isimlerine atıfta bulundukları bazı şehitlerin sahip oldukları fikrî anlayışların günümüzdeki temsilcilerini sapkın bir yolun yolcuları oldukları kabul etmektedirler. Bu fikrî anlayışa sahip olan kimselerle de ilişkilerini, Müslümanlarla olması gereken ilişkiler üzerinden sürdürülmemekte aksine sapkın anlayışların temsilcileri olarak görülerek ötekileştirme yaklaşımı üzerinden sürdürülmektedirler.  Bu kimseleri sürekli olarak yazılarında, sohbetlerinde tenkide tabi tutulmaktadırlar. Oysaki aynı düşünceye sahip oldukları halde geçmişte ortaya koymuş oldukları eylemlerinden dolayı onlarla aynı düşünceye sahip olan -bizce şehit olan-  bazı kimseleri şehitler olarak gündeme getirerek onları andıklarına tanıklık ediyoruz.

Bugün Şeyh Said’i, Hasan el Benna'yı, Ahmet Yasin'i, Şeyh Şamil’i, Molcom X’i, İskilipli Atıf hocayı ve benzeri nice isimleri şehitler ile alakalı programlarda gündeme getiren nice sözüm ona tevhidi Müslümanların, bu kimselerin İslâm anlayışlarını günümüzde temsil eden kimselere karşı tepki ortaya koyabildiklerini, onları İslâmî olarak görmediklerini, çoğunlukla tekfir ederek onların tevhidi bir anlayışa sahip olmadıklarını gündeme getirmekte, onları kıyasıya eleştirerek ötekileştirmektedirler. Eğer bugün "şehit" olarak kendilerini andıkları o şahsiyetlerin yaşadığı zamanda yaşasalardı, onların din anlayışlarını meşru görmedikleri için öldürülmelerini hiçte şehitlik algısı üzerinden benimsemeyecek, belki de “iyi ki öldürüldüler” diyeceklerdi. Eğer üzülselerdi de bunu ancak onların Müslüman kimlikleri üzerinden değil, mazlum oldukları için yapacaklardı.

Böylesine bir durum da ister istemez bu şekilde hareket eden Müslümanların, bu yaklaşımlarında samimi olmadıklarını ortaya koymaktadır. Hamas’ı kıyasıya eleştirdikleri bir fikrî anlayışa sahip oldukları halde, Gazze’deki mücadeleden övgüyle bahsetmekte, orada ölenlere şehit dediklerine tanıklık ediyoruz. Bir taraftan Hamas'ın İslâm dâvasına ihanet ettikleri ve tevhiddet uzaklaştıkları söylemleri diğer taraftan ise Hamaslı Müslümanları ortaya kodukları destansı mücadeleden dolayı örnek ve model göstemeleri, onlar üzerinden şehitlik programları düzenlemeleri pratiğini ortaya koymaktadırlar. Tabi ki ortaya konulan bu resim bir çelişki oluşturmakta, yapılan bu organizasyonlar inanlara hiçte samimi gelmemektedir.

Oysa ki bizler, farklı İslâm anlayışlarına sahip olsalar da İslam'a ihanet etmedikleri sürece Allah'ın dini için ortaya koymuş oldukları gayretlerini takdirde karşılamalı, fikri olarak sahip oldukları anlayışlarının eğer varsa bir hesabı onu âlemlerin Rabbi olan Allah'a vermeleri gerektiğini düşünerek bu kimseleri İslâm'ın dışında görmemek gerektiğini düşünmekteyiz. Hele bir de bu kimseler -bizlerin bakış açısına göre yanlış bir din anlayışına sahip olsalar da- Allah'ın dini için canlarından bile vazgeçecekleri bir fedakarlığı ve bedeli ödemiş olmaları, onların şehitlik payesini hak ettiklerinin bir nişanesi olarak görmekteyiz. 

Tabii ki bizim, kendilerine tevhidi olarak her yönleri ile takdir ettiğimiz kimseler arasında bile bizim nazarımıza şehit oldukları halde Allah indinde şehit olmayan kimseler söz konusu olabildiği gibi bizler de aynı düşünceye sahip olmadıkları halde bizlerin kendilerine şehit demediğimiz lakin Allah indinde şehit olabilecek bazı kimseler de -Allah en doğrusunu bilir- söz konusu olabilmektedir.

Biz burada dikkate aldığımız husus; bu kimselerin Allah'ın dinini yüceltme gayesi ile mücadele içerisinde iken ölmelerinin kendilerine, şehitlik mertebesini kazandırdığına yönelik düşüncemidir.

Böylesine bir durum, yukarıda gündeme getirdiğimiz yaklaşımı sergileyen kimseler için her ne kadar tutarsız bir durumu ifade ediyor olsa da olayın birde şöyle olumlu bir yönü söz konusudur:

Müslümanlar her ne kadar çeşitli kamplara ayrılarak birbirleriyle fikrî kavgalarını içerisinde bulunsalar da hangi fikrî anlayışı benimsediğinin bir önemi olmadan Allah’ın dinini yüceltmek için canlarını veren kimselerin bu fedakârlıklarının bereketi üzerinden bir noktada buluşabiliyorlar. Ödenen bedelin büyüklüğü, bu kimselerin fikrî problemlerini geride bırakacak, göz ardı edecek bir anlayışın oluşmasına sebebiyet veriyor. Canını Allah için feda edenlerin olduğu bir durumda, bu şekilde bir bedeli henüz ödememiş birisinin onlar hakkında ileri-geri konuşmasının çok da tutarlı olmayacağı anlayışı bu noktada da belirleyici oluyor.

Selam olsun canını Allah için yeri ve zamanı geldiğinde adamaktan geri durmayanlara! Selam oslun zamanı ve yeri gediğinde seve seve canını Allah'ın dini yüce olsun diye verecek olan ve bunun için sırasını bekleyenlere!

Asrın felaketi olarak nitelendirilen 6 Şubat depremleri üzerinden tam bir yıl geçmiş oldu. Bir yönüyle depremlerin toplumlar için ilâhî ikaz yönü bulunmaktadır. 6 Şubat 2023 tarihinde gerçekleşen depremde -resmi rakamlara göre- yaklaşık olarak 60 bine yakın insanımızı kaybettik. Yaklaşık olarak 11 ilimizi etkileyen depremde şehirlerimizin -bazılarında çok büyük olmakla birlikte- çok ciddi manada yıkımlarıyla karşı karşıya kaldık. Aradan geçen bu bir yıllık süre bize gösterdi ki toplum olarak, ne yazıktır ki bu ilâhî ikazdan yeteri kadar ibret alamadık, kendimize birtakım dersler çıkaramadık.

Ateş yine düştüğü yeri yaktı. Dolayısıyla depremde yakınlarını kaybedenler, evlerini barklarını kaybedenler, işlerini ve dünyalık imkanlarını kaybedenler depremin getirmiş olduğu acılara ve mağduriyetlere katlanmak zorunda kaldılar. Acıları ve kayıpları yüreklerinin derinliklerinde onlar yaşadılar. Sevdiklerinin olmadığı bir dünyada yaşamak zorunda kalmanın kişinin yüreğinde oluşturduğu sızılara katlanmak zorunda onlar kaldılar. Dünyada yaşamanın kişide oluşturduğu dayanılması güç ızdıraplara onlar katlandılar. Bütün mahrumiyetlere rağmen dünyaya bir umutla tutunmanın ne demek olduğunu onlar yaşayarak gördüler. Yıllarca çalışıp didinerek elde etmiş oldukları evlerinin yıkıntısının altında yakınlarını aramanın ne büyük bir acı olduğunu onlar yaşadılar. Tonlarca beton yığınlarının altında bir umutla yakınları bulabilmek için günlerce beklemenin ne demek olduğunu onlar yaşadılar. Birgün önce yarınlara dair nice hayallerinin olduğu sıcacık evlerinin, bir gün sonra yakınları için mezar olduğunu onlar gördüler. Elde etmek için nice bedelleri ödedikleri ve yıllarca mahrumiyetlere katlandıkları, kredi üzerinden borçlandıkları evlerinin birgün sevdikleri kimselerin nazik bedenlerini paramparça ederek öldüreceğine onlar tanık oldular. Bir lokma ekmeğe, bir yudum suya, başlarını sokacakları sıcacık bir yuvaya muhtaç olmanın ne demek olduğunu onlar yaşayarak gördüler.  

Diğerleri ise televizyon kanallarının gündeme getirdiği kadarıyla deprem gündemi ile yaşadılar. Sonrasında ise sanki hiç böyle bir felaket yaşanmamış gibi hayatlarda kaldıkları yerden devam edenler oldu. Hatta depreme ve onun oluşturduğu mağduriyetlere aldırış etmeden oluşan mağduriyetlerden menfaat elde etmek isteyenler oldu. Yıkılan binalarda bulunan market ve benzeri yerleri yağmalayanlar oldu. Yakınları kaybeden insanların acılarıyla dalga geçen insan müsveddelerine tanık olduk. Yine, depremin oluşturduğu mağduriyetleri seçim için araca dönüştüren sözde toplumu yönetmeye talip olan “yönetici” olarak addedilen zavallıları gördük. Hata depremin mağduru olan insanlara, yaptıkları yardımların neticesi olarak kendi partilerine destek verilmediğinden dolayı gönderdikleri yardımları haram, zehir-zıkkım eden omurgasız insanlara tanıklık ettik. Depremin oluşturduğu yıkıntılar altından çıkarılan cesetleri televizyon ekranlarından seyrederken yürekleri sızlayanlar oldu, gözyaşı dökenler oldu, tüm imkanlarını seferber edenler oldu, kumbarasında biriktirdiği üç-beş lirayı onlar gönderenler oldu. Deprem haberini alır almaz oradaki mağdurların yardımına koşmaya çalışanlar oldu. Tüm ülkede yardım seferberliğinin içerisinde yer almak için koşuşturanlar oldu. Daha önce yaşanan depremlerin oluşturduğu mağduriyetleri yaşayanlar, oradaki insanların halinden en iyi kendileri anladıkları için depremzedeler neye ihtiyaç duyuyorlarsa onları toparlayarak bölgeye göndermeye çalışanlar oldu. Ülkenin her tarafından bölgeye insanî yardım taşıyan tırların oluşturduğu kuyruklara tanık olduk. Evleri-barkları yıkılan depremzedelere evlerini açan, onları misafir ederek ihtiyaçlarını karşılamak için fedakârca çırpınan insanlara tanık olundu.

Deprem bize, hiç beklenmedik bir zamanda ve beklemedik bir yerde ölümün gelebileceğini haykırdığı halde maalesef bizler, ölümün bize hâlâ çok uzaklarda olduğunu düşünerek, hayatımızı alışık olduğumuz alışkanlıklarımız üzerinden sürdürmeye devam ettik. Ölüm denilen hakikat oysaki daha öncede yakınlarımızı hiç beklemediğimiz bir zamanda kaybederek bize ansızın da gelebileceğini defaatle göstermişti. Bizler, akşam sapasağlam yatağında yattığı halde sabaha ölü olarak çıkanların olduğunu biliyorduk. Hiç beklemediğimiz biz zamanda aldığımız bir telefonla yakınlarımızdan birisinin bir trafik kazasında öldüğü haberini de almıştık. Evinde televizyon seyrederken oturduğu koltuğunda kalp krizi geçişmesi neticesinde hiç beklenmeyen biz zamanda hayata gözlerini yuman insanların oluğunu da haber kanallarından veya gazetelerden okumuştuk. Fakat bunların hiçbirisi deprem kadar büyük boyutlarda ölümün bizlere ansızın da gelebileceğini hatırlatmamıştı. Lakin depremin üzerinden zaman geçince bizler ölümün bizlere ansızın geleceği gerçeğini yeniden unuttuk, daha önce nice seferler unuttuğumuz gibi. Unutmamamız gerekirken unuttuğumuz ve bizler için en büyük kaybın ve pişmanlığın sebebi olan nice hususları daha önce çok kez unuttuğumuz gibi.

Depremle birlikte insanlarımız, bu ilâhî ikazdan nasiplenerek öncelikle bireysel hayatlarında yapmış oldukları hatalardan ve haramlardan alınarak daha iyi bir insan ve daha iyi bir Müslüman olmak için yola koyulmamız gerektiği halde maalesef bunu yine başka bir zamanlara erteleyiverdik. Müslüman olmamızın gereği olan nice sorumluluklarımızı yerine getirmeyi yine ileriki bir zamanlara erteleyiverdik. Uymamız gereken Allah’ın nice emirleri vardı ve biz onları bir an önce hayatımıza aksettirmemiz gerektiğini biliyorduk lakin yine hâlâ önümüzde uzun ömürler var yanılgısına kapılarak onları ileriki zamanlara erteleyiverdik. Terk edeceğimiz haramlar vardı ve bunları terk etmemiz gerektiğini biliyorduk ve hayatımızın ilerleyen yıllarında onları terk edecektik, deprem bize ileriki zamanlarımızın olmadığın hatırlattı lakin bizler, depremin üzerinden zaman geçince yeniden sanki Allah’tan uzun zaman yaşayacağımıza dair teminat almış gibi onları ileriki tarihlerde terk etmek için yeniden erteleyiverdik.  Yine toplum olarak hiç iyi bir noktaya gitmiyorduk. Toplumun her kademesinde ifsat ve çürümüşlük hakimdi. Siyaset başta olmak üzere, eğitim, hukuk, ekonomi, aile, sosyal hayat büyük ölçüde tükenmişliğin eşiğine gelmişti ve bir an önce oradan kurtulmamız gerekiyordu. Hiç vakit kaybetmeden sürüklenmiş olduğumuz her türlü çirkefliklerden arınarak daha erdemli ve Müslüman kimliğimize yakışır bir toplum olmamız gerekiyordu fakat ne yazık ki bizler toplum olarak deprem öncesi sürdüregeldiğimiz problemlerimizi, hatalarımızı, kusurlarımızı ve ifsatlarımızı sürdürerek daha iyi bir toplum olma hedeflerimizi de yine başka baharlara ertelemiş olduk.

Depremler bir yönüyle Allah'ın yüceliğini, kudretini, büyüklüğünü ve gücünü bize hatırlattığı halde maalesef bizler böyle bir gücün farkında olarak kendi acziyetimizi göremeyerek, kendimizi çok güçlü ve çok büyük kudrete sahip olan varlıklar olarak görmeye devam etmekteyiz. Oysa ki dünya üzerinde küçük bir bölgede meydana gelen bir sarsıntının bile, binlercemizin hayatını sonlandırdığını, o bölge üzerindeki sarsılmaz zannettiğimiz dağları parçaladığını, koca koca binaları temellerinden sarsarak bir moloz yığınına dönüştürdüğünü, daha düne kadar çok gelişmiş olarak görülen şehirlerimizi adeta bir harabeye çevirdiğini yaşayarak gördük. Lakin depremin oluşturmuş olduğu bu tahribatı ayne’l-yakîn gördüğümüz halde bir türlü kendi acziyetimizin farkına varamadığımız gibi ilâhî azametin büyüklüğünün de yine farkına varamadık.

Yine şuna bir kez daha şahit olduk ki deprem gibi bir afetin Allah'tan bağımsız bir şekilde değerlendirilerek birtakım fizik kanunları çerçevesinde anlaşılmasına sebebiyet verilmeye çalışıldığını dolayısıyla da insanların deprem hadisesinden Allah'ın kendilerine sunmak istediğim mesajı anlamalarının önüne geçilmeye çalışıldığını görmüş olduk. Evet, depremler bir takım fizik kanunları ile meydana gelmektedirler. Lakin bu fizik kanunlarını koyan ve yeri zamanı geldiğinde de o kanunları işleten ya da daha doğru bir ifadeyle işlemesine izin veren, âlemlerin rabbi olan Allah'tır. Allah dilemeden, yani izin vermeden ne deprem olabilir, ne bir yaprak dalından düşebilir, ne bir insan ölebilir ve ne de dünya üzerindeki herhangi bir olay meydana gelebilir. Hakikat bu iken maalesef yaşanan deprem olayı üzerinden Allah, gündem dışı tutulmaya çalışıldığı gibi insanların bu büyük olay üzerinden dine yönelmelerinin önüne geçilmeye çalışılmıştır. Hemen her gün haberlerde depremin meydana gelmesiyle ilgili haberler yapıldığı, konunun uzmanlarının görüşlerine yer verildiği halde ne yazıktır ki kâinata tümüyle hükmeden ve fizik kanunlarını koyan varlığın deprem gibi olaylar üzerindeki etkisine yönelik hemen hiçbir içerikli haber yapılmamıştır.

Deprem bize bir kez daha; toplumlar için büyük felaketler olan doğal afetlere karşı ne bireysel ne de devlet nazarında bir hazırlığımızın olmadığını ödediğimiz büyük bedeller üzerinden göstermiş oldu. Yaşadığımız coğrafyanın deprem kuşağında olduğu bildiğimiz halde bireysel olarak bizler; içinde yaşadığımız binaları inşa ederken depreme dayanıklı bir şekilde onları inşa etmediğimiz gibi karşılaşılması muhtemel olan doğal afetlerde hem kendimiz hem de bir başkalarının yardımına koşabilmek için arama ve kurtarma konusunda donanımlı hale gelmek için de hemen hiçbir gayretimizin olmadığını görmüş olduk. Devlet, daha önce defaatle deprem tecrübeleri yaşamasına rağmen maalesef yaşanan depremde, yeterli derecede bir tedbir almadığını bir kez daha görmüş olduk. Tedbir alması gereken kurumların, maalesef görevlerini hakkıyla yerine getirmediklerini ve bunun neticesi olarak da ödemiş olduğumuz bedellerin ne kadar büyük olduğunu görmüş olduk. Devletin deprem bölgelerine yeteri miktarda yardım ve enkaz kaldırma yardımlarını ulaştıramadığı gibi bölgelerde yapılan çalışmaları da maalesef koordine edecek bir kabiliyette olmadığını yaşayarak görmüş olduk. Depremin tüm mağduriyetlerini yaşayan insanlar için en temel gereksim olan ihtiyaç malzemelerinin bile para karşılığında satılabildiğine tanıklık ettik.

Yine deprem bize şu hakikati bir kez daha göstermiştir; topluma ait olan görev ve sorumlulukların ehil olan kimseler verilmediğinde bu durumun topluma ne tür bedeller ödettiğini göstermiş oldu. Gerek bürokraside gerekse de yerel yönetimlerde görev alan kişilerin liyakat sahibi olmamaları sebebiyle yaptıkları birtakım uygulamaların depremdeki kayıpları çok yüksek boyutlara çıkardığını hep beraber müşahede ettik.

Yine kapitalizmin temel felsefesi olan daha fazla kazanmak hırsının insanları sürüklediği ve on binlerce insanın hayatına mal olan bir neticeyi ortaya çıkardığını bir kez daha görmüş olduk. Malzemeden çalan müteahhitler, uygun olmayan zemin üzerine bina yapılmasına müsaade eden yerel yönetimlerdeki yetkililer ve yapılan binaları yeteri kadar denetlemeyen denetim firmaları yaşanan felaketin unutulmayacak mimarlarıdırlar.

Yine insanların barınma ihtiyaçlarını karşılamayan veya bu konuda onlara yardımcı olmayan devletin sebep olduğu netice olan; kişilerin denetimsiz bir şekilde ve malî bütçesi olmadığından dolayı barınma ihtiyacını karşılamak için gereken şartlara uygun hareket etmeyen veya edemeyen kimselerin sebep olduğu neticeyi yaşadığımız acı tecrübe üzerinden görmüş olduk. Bu durum bize bir kez daha göstermiştir ki; sorumluluklar, ehli olmayan kimselere verildiğinde bu durumun toplumlara ödettiği bedel de bir o kadar fazla olmaktadır.

Toplumun işlerine yönelik yapılan görevlendirmelerde en önde gelen prensip olarak; Allah'tan hakkıyla korkmak, hesap endişesi taşımak, sorumluluklarını en ufak bir şekilde aksattırdığında bunun yarın ahirette kendisi için cehenneme girme sebebi olduğunun bilincinde olan insanların bu görevlere getirilmemesi olduğunu bir kez daha görmüş olduk. Toplumun işlerine yönelik yapılan görevlendirmede Allah'tan hakkıyla sakınan insanların değil de çoğunlukla yetkililerin yakınlarının görevlendirilmesini, dolayısıyla da bu şekilde ehil olan kimseler dururken olmayan insanların bu görevlere getirilmesinin oluşturduğu faturanın çok ağır boyutlarda olduğu bir kez daha müşahede ettik. Peki buna rağmen ders çıkarıldı mı? Bir daha aynı durumla karşı karşıya kalmamak için tedbirler yeteri kadar alındı mı? Bu görevlere insanlar alınırken; başta Allah'tan hakkıyla korkmak, kişinin o görevi yapabilecek en mükemmel şekilde donanımlı halde olması, göreviyle ilgili bilinç ve yeteneklerinin olup olmadığı dikkate alınmakta mıdır? Yoksa daha önce olduğu gibi şimdi de o koltuklar ve yetkiler, seçim süreçlerinde yapandan pazarlıkların neticesi olarak yine konuyla alakalı liyakatsiz ve ehliyetsiz olan insanlara verilmekte midir? Yarın yine yaşaması muhtemel olan bir depremde yine benzer ihmallerden dolayı benzer bir akıbeti yaşayacağımız görülmekte midir?

Yine deprem bizlere kıyametin bir küçük provasını yaşattığı halde ne yazıktır ki bizler, sanki hiç kıyamet kopmayacakmış gibi, sanki hiç hesap kitap görülmeyecekmiş gibi, insanların dünya hayatlarında yapıp ettiklerinin hesabını mahşer gününde Allah’a vererek alamayacaklarmış gibi bir yanılgının içerisinde yaşamlarımızı sürdürmeye devam ediyoruz. Oysa ki deprem, bizim gündemimize, küçük de olsa bir provasını yaşatarak, kıyametin mümkün olduğunu haykırmıştı. Kıyametin vaki olacağını dair bize mesajlarını sunmuş ve kaçınılmaz olarak bizleri kuşatacak olan kıyamete karşı kendimizi hazırlamamız gerektiğini hatırlatmıştı. Bizler ise her zaman yaptığımız gibi yine çevremizde yaşanan bu tür hadiselerin bize sunmak istediği mesajları gündeminizin dışına atarak hayata nefsimizin istediği şekilde veya birilerinin bize dayatmış olduğu hayat keşmekeşi içerisinde dünyalık birtakım menfaatlerin peşinden koşarak hayatımızı yaşamaya devam etmekteyiz.

Ölüm bizler için küçük kıyamet, yeniden dirilip hesap vermeye gideceğimiz zaman ise büyük kıyamettir. Depremde hayatlarını kaybeden on binlerce insan küçük kıyametlerini yaşadılar ve şu an büyük kıyametin gerçekleşmesi için beklemekteler. Yarın bizler için de önce küçük kıyamet sonra da büyük kıyamet kopacaktır. Bizler de yapıp ettiklerimizin hesabını vermek için yeniden dirilerek Allah'ın huzuruna varacağız. Akıllı insanın yapacağı şey deprem gibi afetleri hakkıyla değerlendirerek onların bize sunmak istediği mesajları almak ve o mesajlar çerçevesinde hayatı yeniden ahiret merkezli olarak düzenlemeye çalışmak olmalıdır. Büyük kıyametle beraber Allah'ın huzuruna varıp yaptığımız en küçük iyiliklerin de kötülüklerin de hesabının sorularak bunların karşılığının kişiye tastamam verileceği o güne hazırlık yapmak olmalıdır. Bu durumdan gafil olanlar, depremlerin sunmuş olduğu bu mesajları alamayanlar ve hayatlarını Allah'tan gafil bir şekilde yaşamaya çalışanlar işte o kıyamet gününde pişmanlıkların tümünü yaşayacaklar, depremlerin kendilerine sunmuş olduğu o mesajları alamadıkları için dövünüp duracaklar, ah vah edecekler, lakin bunun kendilerine bir faydası olmayacaktır. Dolayısıyla bizlere düşen asıl vazife; ölümümüzün hangi şekilde olacağından ziyade iman üzere ölüp ölemeyeceğimizin derdinde olarak bunu başarabilmek için üzerimize düşen tüm sorumlulukları yerine getirmeye çalışmamız olmalıdır. Ne şekilde olursa olsun mutlaka ölüm bize gelecektir. Ya bir depremle, ya bir kalp krizi ile, ya da trafik kazası ile, ya bir hastalıkla veya başka bir şeyle, ama mutlaka gelecektir. Dolayısıyla her ne şekilde olursa olsun bize gelecek ölümden kaçamayacağımıza göre ve ölüm şeklimizi de çoğu zaman biz belirleyemediğimize göre, bize düşen şey bizim irademize bağlı olan, bizim başarabilme hakkına sahip olduğumuz imanlı bir şekilde ölmeye çabalamak olmalıdır. Eğer mümin olarak öldülerse depremde ölenlere ne mutlu! Eğer mümin olarak ölebilirsek ne şekilde öldüğümüzün bir kıymeti yoktur.

Dolayısıyla depremlere karşı tedbir elbette alınmalıdır ama her şeyden önce ilk tedbir imanın yaşayacağı depremlere karşı olmalıdır. Bizler öncelikli olarak Allah'a olan imanımızı sarsarak onu yok edecek saldırılara karşı onu muhafaza etmek için çabalamalıyız. Eğer o sarsıntıya uğrayarak yok olursa istediğimiz kadar depremlere karşı tedbir alalım, doğal afetlere karşı önlem alalım, ölümümüz hiçbir şekilde doğal afetlerden olmasın, lakin biz asıl felaketi yaşayan insanlar oluruz. Ölüm sonrasının bize getireceği felaketler, dünyanın getireceği felaketlerden kat ve kat üstündedir. Dünyada insanın yaşayabileceği en büyük zorluk ve felaketler, ahiretin kişiye getireceği en küçük felaketler karşısında yine de çok basit ve çok küçüktür. O halde bize düşen asıl vazife, felaketimiz olacak ahirette kaybedenlerden olmamak için öncelikli olarak bize orada kazananlardan olmamızı sağlayacak hususların peşine düşmeli, onları sarsarak yok etmeye çalışan depremlere karşı kendimizi koruma altına almalıyız.

Hz. Peygamberle birlikte başlayan tek kişilik bir mücadele, Peygamberimizin etrafında toplanan insanlarla birlikte, kısa denilecek bir zaman diliminde suya atılan bir taş misali dalga dalga genişlemiştir. Her ilerleyen gün insanların gündemine girmeye başlamış ve sunduğu mesajın kuvveti sebebiyle etrafında insanları toplamaya başlamıştır. İslâmî söylem; özellikle sorgulama yetisini kaybetmeyen, düşünen, sahip olduğu inanç ve davranış kalıplarına karşı kalbi tatmin olmamış ve gerçeği arayarak bulmaya yönelik gayret gösteren insanlar için sığındıkları bir kale olmuştur.

İslâmî dâvetin Mekke dönemi 13 yıl sürmüştür. İnsanlar yavaş yaşav İslâmî dâvet etrafında toplanmaya başladığında bu durum Mekkeli oligarşik liderler için rahatsızlık oluşturur. Mevcut durumdan istifade eden liderler, İslâmî davetin kendilerinin sahip olduğu bu menfaat ve statüleri ortadan kaldıracağını bildiklerinden menfaatlerini kaybetmemek için İslâmî davetin karşısında burmaya başladılar. Öncelikle psikolojik baskınlar şeklinde başlayan tepkiler süreç içerisinde her türlü baskıyı içine alacak şekilde genişledi. Tüm baskılara rağmen insanların İslâmî dâvet etrafında toplanmalarına mâni olamadılar. İnsanlar ile İslâmî dâvet arasına girmediler. Müslümanlar, canlarından geçtiler, şehitler verdiler lakin İslâmî dâvadan ödün vermediler. 13 yıl sonra, Mekke’de iman eden ve imanların bedelini ödeyen bu fedakâr Müslümanlarla, gönüllerini İslâm’a açan ve her türlü bedeli ödemeyi göze alan Medineli Müslümanlar Medine’de, İslâmî temeller üzerine, el birliği ederek bir devlet kurdular.

İslâmî devlet, kurulduktan 10 yıl sonra nübüvvet dönemi bittiğinde Arap yarımadasının her tarafını etkisin altına almış durumdaydı. Gerek muhacir olarak Medine’ye gelen Müslümanlar, gerekse de hicret ederek kendi memleketlerine gelen Müslümanları bağırlarına basan Medineli Müslümanlar yani Ensar, el birliği ederek yeni kurulmuş bu oluşumu yok etmek için her türlü baskılara rağmen direnerek İslâmî mücadeleden ödün vermediler. Başta Mekkeliler olmak üzere kendilerini yok etmek isteyen güçlere karşı destansı bir mücadele ortaya koydular, nice canlarını kaybettiler lakin İslâmî dâvayı daha uç noktalara taşımak için her türlü fedakârlığı ortaya koymaktan geri durmadılar. Hz. Peygamberin vefatına kadar süren bu mücadele, Hz. Peygamberin vefatından sonra da akamete uğramadan kaldığı yerden devam etti.

İlk halife döneminde bir takım iç karışıklıklar ortaya çıksa da Müslümanlar el birliği ederek kısa zamanda tekrar asayişi sağladılar. İslâmî daveti başka toplumların gündemine taşımak hedefiyle çaba ve gayretlerini azaltmadan sürdürdüler. Müslümanların birlik ve beraberlik içinde hareket ettikleri ve İslâm’ın kendilerinden istediği her türlü bedeli ödedikleri ilk iki halife döneminde sınırlar, bir tarafta Türk bölgesinin sınırlarına, bir taraftan Anadolu’ya, bir taraftan da Afrika’ya uzanmış durumdaydı.

Hz. Osman’ın halifeliğinin ortalarında başlayan huzursuzluklar büyüyerek devam etti ve büyüdü ve önü alınamaz bir boyuta oluşarak süreç içerisinde halifenin katledilmesine sebebiyet verdi. Bu süreç Müslümanlar arasındaki bağların yavaş yavaş gevşemeye başladığı dönemlere tekabül etmekteydi. Daha önce Müslümanlar, İslâmî mücadelenin gereği olan her türlü bedeli göze olan insanlar olarak süreçte yer alıyorlardı lakin daha sonra İslâmî mücadeleye katılan fakat İslâmî ahlâkın gereklerini tümüyle kuşanamayan kimselerin sürece dâhil olmaları daha önce olmayan bir takım sorunların oluşmasına sebebiyet vermeye başladı. Oluşan bu süreçler, halife Hz. Osman’ın katledilmesine sebebiyet verdiği gibi ondan halifelik bayrağını devralan Hz. Ali’yi, içerisinde Müslümanların yaşadığı şehirlerde artarak devam eden çok büyük fitnelerin bulunduğu bir sürecin içerisine itti. Nitekim Halide Hz. Ali, çok büyük gayretler göstermesine rağmen etrafında bulunan insanların büyük çoğunluğunun kendisine yeterince itaat etmemelerinin sonucu olarak bu fitneleri önleyemedi ve bu fitneler, onun da şehadetine sebebiyet verdi.

Hz. Ali’nin şehit edilmesinden sonra kurulan Emevî devleti, daha önce İslâmî temeller üzerine kurulan devleti, İslâmî olma vasfını belirli oranda korusa da saltanat temelleri üzerine kurulan başka bir devlete dönüştürdü. Kendinden önceki halifelerin sürdürdüğü siyaset anlayışını değiştirerek yönetim işini kendi ailesinin tekeline bıraktı. O zamana kadar Sasanî ve Bizans imparatorluklarının bir anlayışı olan saltanatı Müslümanların yönetim tarzı haline getirdi. İlk defa bir yönetici, kendinden sonra kendi oğluna insanlardan zorla bey’at alma yoluna gitti. Bey’at etmek istemeyenlere karşı baskı kullanarak onları bey’at etmeye zorladı. Birkaç kişi dışında hemen herkes, kerhen de olsa bey’at etmek zorunda bırakıldı.

Saltanat temelleri üzerine kurulan Emevî devleti, yaklaşık olarak 90 yıllık hükümdarlığı sonrasında Abbasiler tarafından yok edilerek tarihin sayfaların bırakıldı. Emevî devletinin varlığına son vererek tarih sahnesinde yerine alan Abbasî devleti, yaklaşık 500 yıl hükümranlığını sürdürmüştür. Emeviler gibi onlarda saltanat sistemi üzerinden yönetimi kendi tekellerine aldılar. Neticede onlarda Moğollar tarafından yıkılarak Evemiler gibi onlar da tarihin tozlu sayfalarındaki yerini aldılar.

Sonrasında bayrağı devralan Müslüman Selçuklu Türkleri, tüm Müslüman halklar üzerinde olmasa da büyükçe bir coğrafya üzerinde devlet kurdular. Sonra onlar da yıkılarak Osmanoğulları dönemi başladı. 6 yüzyıl kadar Müslümanlara ait olan toprakların çok azı hariç hepsine hükmettiler ve sınırları Avrupa içlerine kadar taşıdılar. Osmanlılarla birlikte başka Müslüman devletler de tarih sahnesinde yerlerini almışlardı. Lakin Osmanlı devleti Müslümanlara ait olan toprakların çoğunu idaresi altında tutuyordu.

Yaklaşık olarak 600 yıl hüküm süren Osmanlı devleti 19 yüzyılla birlikte, batılı devletler karşısında zayıflamaya başladı. Osmanlı karşısında güçlenen batılı devletler işbirliği yaparak Osmanlıyı yok etmek için kolları sıvadırlar. Her taraftan gücünü kaybetmiş Osmanlıya karşı saldırılar başlattılar. Neticede Osmanlı yavaş yavaş sahip olduğu toprakları kaybetmeye başladı. Neticede yüz yıllık bir yıkılış süreciyle birlikte kendi yetiştirdiği subaylar tarafından 1924’te oda kendinden önceki devletleri gibi tarihin tozlu sayfalarına bırakılmış oldu.

Dünya Müslümanları için daha önceden emperyalist işgaller sonucunda başlayan sıkıntılar, artık son noktaya varmış ve özelikle Osmanlının bakiyesi olan bu topraklarda, Müslümanlar tümüyle egemenlikleri kaybetmiş oldular. Osmanlının bakiyesi olan T.C. devleti batılıların da baskıları sonucu İslâm’a dair ne varsan ona karşı tavır almak ve Batılıların istediği şekilde bir siyasal ve toplumsal düzen inşa etmek durumunda kaldılar. Batılılar işgal ettikleri yerlerden çekilirken içinde yaşadığımız bu toprakların yarınlarda kendileri için bir problem teşkil etmemesi için her türlü tedbiri aldılar. Özellikle Müslümanları bir arada tutan en önemli unsur olan Hilafeti yok ederek Müslüman halkları birbirine bağlayan bağları yok etmiş oldular. Hem de bunu sözde Müslüman olma iddiasındaki Cumhuriyetin kurucu kadrolarına yaptırdılar. Müslümanları 50’ye yakın devlete böldüler ve aralarına bir takım fitne tohumları attılar. Müslümanlar tekrar bir araya gelerek bir güç oluşturmasınlar diye her türlü tedbiri aldılar.

Gelinen noktada Müslüman coğrafyaların bir kısmında ya kendi anlayışlarına dayanan devletler kuruldu –Türkiye, Batı Trakya ve Balkanlar örneğinde olduğu gibi- ya da başındaki yöneticilerin kendilerine bağlı olduğu krallıkların kurulmasını sağladılar. Tüm Arap bölgelerinde kurulan krallılar gibi. Neticede Batılılar, tüm Müslümanların kendi çıkarlarına hizmet edecekleri şekilde bir sürece mahkûm ettiler. Artık kendileri, işgalin getirdiği maddi külfetlere katlanmayacak, kendilerine hizmet edecek ve halklarında çok ciddi manada tepki ortaya koymayacağı –kendi kavimlerinden olan- kimselere devletler kurdurarak memleketlerine döndüler. Batılılar işgal ettikleri topraklarda Müslüman halkların kendilerini benimsemeyeceğini, dolayısıyla o halleriyle uzun zaman varlık gösteremeyeceklerini anladıklarında işgali sürdürmek yerine tüm şartlarını hazırlayarak ve tedbirleri olarak kendilerine hizmet edecek kişileri, buralarda kurdukları devletlerin başına geçirdiler. Bunu yaparken de bıraktıkları liderlere insanlar sıkı sıkıya bağlansın diye kahramanlık hikâyeleri oluşturdular, bu insanları kurtarıcı lider olarak toplumlara sundular. Halkalar, kendileri hakkında bir sürü kahramanlık hikâyeleri uydurulan bu liderleri benimsemekte çok güçlük çekmedi. Bu liderler eliyle daha önce kendilerinin yapamayacaklarını bildikleri her şeyi toplumlara aşama aşama yaptırmayı başardılar.

Batılıların en temel hedefi olan ve kendileri için tehlike gördükleri İslâm’ın, toplumlar üzerindeki egemenliğini yok etmek istediler. Yaklaşık olarak yüz yıldan beridir, -içinde yaşadığımız ülke başta olmak üzere- Allah’ın dinin egemenliği ortadan kıldırılmıştır. Daha önce Müslümanlara ait olan topraklar üzerindeki bazı bölgelerde tümüyle batılı tarzda ve laikliği esas alan bir siyasal ve toplumsal hayat inşa ettiler. Diğer bazı bölgelerde ise devletin bir ailenin tekelinde kalmasını sağlayarak Müslüman halkları kendilerine hizmet edecek bir siyasal sistemin içerisine çektiler. Batılılar kendi halkları için saltanatı kötü görerek onunla mücadele ettikleri halde Müslümanların yaşadığı nice bölgede saltanatın varlığını koruması için çalıştılar ve halen çalışıyorlar. Yönetimin kendilerine hizmet edecek kimselerin elinde kalması hiçin her türlü yardımı bu yöneticilere yapmaktadırlar. Dolaysıyla Müslümanlara ait topraklar üzerinde, -uzaktan yönetme yöntemiyle- Batılıların egemenliği gelinen noktada halen sürmektedir.

Müslümanların yaşadığı coğrafyalarda, Batılı devletler ve onların bölgedeki uşaklığını yapan yöneticiler İslâmî bir inisiyatifin ortaya çıkmasına müsaade etmemektedirler. Ortaya çıkmaya çalışan İslâmî oluşumları çok sert bir şekilde yok etmeye çalışmaktadırlar. Hangi Müslüman coğrafyaya yüzünüzü çevirirseniz çevirin orada İslâmî kesimlere karşı baskının olduğunu görürsünüz. Olanların hemen terörle ilişkilendirilerek yok edilmeye çalışıldığını görürsünüz. Dolayısıyla Kur’an ve Sahih sünnetin temel ilkelerine uygun toplumsal ve siyasal hayatı savunan tüm kesimler, terörist olarak görülerek onlara her türlü baskı yapılmaktadır. İsrail gibi bir haydutlar çetesinin Filistinlilere yönelik yaptıkları katliamları terör olarak görmezlerken, kendi topraklarını işgal eden işgalci Siyonistlerle savaşan ve İslâmî temeller üzerine hareket eden oluşumları ise terör örgütü olarak kabul etmekte ve onlara hayat hakkı tanınmamaktadır.   

Batılıların, daha önce Müslüman topluluklar olarak varlık gösteren toplumlar üzerindeki hâkimiyetlerinden ötürü, bu toplumlardaki İslâmî hassasiyetler her geçen gün yok olmakta ve batılıların kültürel “değer(sizlik)leri” egemen olmaya devam etmektedir. Müslüman toplumlar her geçen gün biraz daha artan bir ivmeyle tüm yönleriyle İslâm’dan uzaklaştırılarak batılıların izini takip eder hale getiriliyorlar. 

Bu coğrafyalarda İslâmî olma iddiasıyla ortaya çıkan bir kısım hareketler ya Batılıların araçlarını kullanarak yavaş yavaş İslâmî olma iddialarını bir kenara bırakarak demokrasi, laiklik, cumhuriyet gibi argümanları kullanmaya başladılar, diğer bazıları ise başka bir uç olan silahlı mücadele yöntemine doğru evrildiler, evriliyorlar. Türkiye’de 70’li yıllarda başlayan ve 90’lı yılların ortalarına kadar artarak, Tevhidî eksen üzerinden hareket eden İslâmî harekeler ne yazıktır ki zeminini koruyamadılar. Kimileri demokratik yöntemlere doğru savrulurken, kimisi de cihat bölgelerine yönelerek tek kurtuluşun ancak oralarda yapılan mücadeleyle mümkün olduğu anlayışını benimsediler.

Özellikle muhafazakâr bir kimliği olan Necmettin Erbakan ve onun bakiyesi olan mevcut AKP iktidarıyla birlikte İslâmî uyanış her geçen gün sistem içi mücadeleye doğru biraz daha evrildi. Her gecen gün gayr-i islâmî sistem biraz daha benimsendi. Gelinen noktada daha düne kadar İslâmî devlet söylemleri gündeme getirenler, şimdilerde mevcut sistemin varlığının devam etmesi için canhıraş bir şekilde çalışıyorlar. Daha düne kadar İslâmî temeller üzerine kurulması gereken devlet söylemini savunanlar, şimdilerde sisteme ve laikliğe methiyeler düzmeye başladılar. Mevcut sitemin içerisinde kendilerine alan bularak –ihale kapanlar, bürokraside görev alanlar-, kısacası sistemin ekmeğini yiyenler ve ortada bulunan pastadan pay alanlar, süreç içerisinde sistemi benimsemeye başladılar.

Gelinen noktada gördük ki daha düne kadar İslâmî olma iddiasındaki Müslümanlar artık bu iddialarından vaz geçerek sadece “ahlâk eksenli” bir İslâm anlayışına ve “bireysel Müslüman kimliğine” doğru bir geçiş yaptılar. Lakin sitemin içerisinde görev alan Müslümanlar ne yazık ki İslâmî ahlâk ilkelerine de bağlı kalmadılar, onlarda diğerleri gibi bozuk olan sistemin kendilerine sunduğu imkânları sonuna kadar kendi menfaatleri için kullandılar. Hak ve hukuka riayet etmeden alabildiğinde haksız menfaat sağladılar. Dolayısıyla dünün mücahitleri bu günün müteahhitleri oldular. Düne kadar sistemin kendilerine dayattığı nice hususları reddettikleri halde şimdilerde sistemle barışarak dün reddettiklerini bugün savunur hale geldiler.

Gazze’de yaklaşık olarak 100 gündür devam eden direniş bize bir kez daha gösterdi ki, beşeri sistemler içinde fayda arayan Müslümanların, bu arayışları bir netice vermemiştir. Devletin hemen her kesiminde yer aldıkları halde ne yazıktır ki Gazze’deki direniş lehine kamuoyuna yansıyacak şekilde herhangi bir adım atamamışlar, hatta Siyonist Yahudi devletiyle yapılan hiçbir anlaşma dahi sonlandıramamışlardır. Sistem içerisine girerek Müslümanlara fayda sağlayacaklarını söyleyen insanlar, bırakın İslâm’a ve Müslümanlara fayda vermeyi yaptıkları usûlsüzlüklerle ve zalimlere karşı gösterilmesi gereken tavrı göstermeyerek İslâmî kimliğe çok büyük zararlar verdiler. Maalesef Müslümanları töhmet altında bırakacak nice yanlışların içerisine düştüklerini müşahede etmekteyiz.

Yine, yaklaşık olarak 100 yıldır bize bir şiir nakaratı gibi söylenen “bağımsız devlet” dizelerinin gerçeği yansıtmadığını, devletin hiçte bağımsız olmadığını bir kez daha görmüş olduk. Hata bu sadece Türkiye için değil tüm Müslüman olduğu söylenen devlereler içinde böyle oluğunu görmüş olduk. Bir-iki istisna dışında tüm devletlerin Yahudi sermayeye yedi göbekten bağlı olduğunu görmüş olduk. Müslüman olduğu söylenen bu devletler kendi iplerini, kurulurken Batılı sahiplerinin eline vermiş durumdadırlar. Dolayısıyla sahipleri onları nereye çekerse oraya gidiyorlar, nerede otlamalarına fırsat veriyorlarsa orada otlamak zorunda bırakılıyorlar. Sahiplerinin izin verdiği kadar olaylara tepki ortaya koyuyorlar. Bunu şuradan görmek mümkün: Normal şartlarda Müslümanlar için Filistin ve Kudüs’ün işgalden kurtarılması en önemli bir vazifeyken, Filistin’in neredeyse tamamı işgal edilmiş ve Gazze’de katliam yapılmaktadır. Lakin Filistin’in ve Mescid-i Aksâ’nın işgalden kurtarılması için mücadele eden Müslümanlara yardım etmesi gereken Müslüman ülkelerin liderleri, ancak bir araya gelerek kınama mesajı yayınlayabiliyorlar. Çünkü bundan ötesini yapmalarına efendileri izin vermemektedir.  

Gelinen noktada Türkiye’de İslâmî temeller üzerine kurulacak bir hayat ve bunun için gösterilmesi gereken gayretler ne yazıktır ki “mahcur” bırakılmış durumdadır. Bırakın bu yöndeki bilinci diri tutarak mücadele etmeyi hatta İslâmî bir toplum inşa etme gayretinde direnen, mevzilerini terk etmeyen bir avuç Müslüman, kıyasıya eleştirilmekte, dışlanmakta ve tahkir edilmektedirler.

Görüyoruz ki İslâmî çalışmalara karşı ilgi ve destekler her geçen gün azalmaktadır. Buradan şunu ifade etmek gerekir ki; Allah’ın dini olan İslâm’ın bize ve bizlerin gayretlerine ihtiyacı yoktur. Tam aksine bizim İslâm’a ve o uğrunda mücadele etmeye ihtiyacımız vardır.

Eğer bizler Allah’ın bizlere verdiği hidayet nimetinin kıymetli bilerek, üzerimize düşen sorumlulukları hakkıyla yerine getirmezsek, Allah, o nimeti bizlerden alarak onu hakkıyla taşıyacak insanlara verir. Konuyla ilgili bir âyet-i kerimede şu şekilde buyurulur: يَٓا اَيُّهَا الَّذٖينَ اٰمَنُوا مَنْ يَرْتَدَّ مِنْكُمْ عَنْ دٖينِهٖ فَسَوْفَ يَأْتِي اللّٰهُ بِقَوْمٍ يُحِبُّهُمْ وَيُحِبُّونَهُٓ اَذِلَّةٍ عَلَى الْمُؤْمِنٖينَ اَعِزَّةٍ عَلَى الْكَافِرٖينَؗ يُجَاهِدُونَ فٖي سَبٖيلِ اللّٰهِ وَلَا يَخَافُونَ لَوْمَةَ لَٓائِمٍؕ ذٰلِكَ فَضْلُ اللّٰهِ يُؤْتٖيهِ مَنْ يَشَٓاءُؕ وَاللّٰهُ وَاسِعٌ عَلٖيمٌ “Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse bilsin ki Allah öyle bir kavim getirecektir ki Allah onları sever, onlar da Allah’ı severler; müminlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı vakarlıdırlar; Allah yolunda cihad ederler ve hiç kimsenin kınamasından korkmazlar. İşte bu Allah’ın dilediğine verdiği bir lütfudur. Allah’ın lütfu geniştir; O, her şeyi bilir.” (Maide, 54) âyette de ifade edildiği gibi eğer bizler İslâmî olma iddialarımızdan vazgeçersek, Allah hidayet nimetini bizden çeker alır ve İslâmî kimliğin gereklerini tümüyle üzerinde taşıyacak kimseleri meydana getirir. Aslında bu âyet Müslümanlar için çok büyük bir tehdit içermektedir. “Eğer siz dininizden önerseniz” kısmı bizler için çok büyük bir tehdittir. Din bir hayat tarzıdır. Yaşam biçimidir. Dolayısıyla eğer bir kişi İslâm’ın belirlediği  hayat tarzı ve yaşam biçimini dikkate alarak hayatını yaşamazsa, İslâm’ın kendisine yüklediği her türlü sorumluluğu umdesine almazsa o zaman bu kişi İslâmî olma iddiasından vazgeçmiş demektir. Kelime-i Şehâdet aslında bir kimsenin, Allah ve Müslümanlarla yaptığı bir antlaşmadır. Kişi bu antlaşmada dinin kendisinden istemiş olduğu her emri yerine getireceğini, yasakladığı her şeyden ise uzak duracağını ifade etmiş olur. Lakin gelinen noktada birçok Müslümanın bu antlaşmaya sadık kalmayarak İslâmî söylemlerden uzaklaşarak seküler söylemlerin takipçisi olduklarını görmekteyiz. Düne kadar İslâmî bir toplum inşâ etmek için söylem ve eylem üretenlerin bugün mevcut durumu kanıksadıklarını, dünkü söylemlerinden vaz geçerek onlara yabancılaştıklarını görmekteyiz. Dolayısıyla İslâmî mücadele her geçen gün yalnız bırakılmaktadır. İşte yukarıdaki âyette “Ey İman edenler!” diye başlayarak buna vurgu yapmaktadır.

Peki bu âyete göre İslâm’ı temsil etmek salahiyetine sahip olan Müslüman kimliğin en önemli unsurları nelerdir?

1) Allah’ın kendilerini sevdiği, onlarında Allah’ı sevdikleri ifade edilir. Allah’ı seven sevdiğinden gelenleri “başım gözüm üzerine” diyerek hayatına taşır ve onun mücadelesini verir. Allah’ın buyrukları karşısında “işittim ve itaat ettim” diyerek hayatını Allah’ın belirlediği ölçülere göre tanzim eder. Allah’ın kişiden istediği sorumlulukları yerine getirmekten kaçınan kimseleri sevmesi söz konusu olabilir mi? İslâmî mücadeledeki yerlerini almayan, İslâmî söylemlerine helal getirecek bir takım anlayışları benimseyen kimseleri Allah’ın sevmesi mümkün müdür? Dolayısıyla dinin kişiden istediği davranış ve inancı benimseyen kimseleri ancak Allah sevmektedir. Bunları hayatlarında pratize ederek uygulayan kişiler ancak o payeye ulaşırlar. Yoksa İslâmî kimliğin gereği olan davranışlardan ve inançlardan uzaklaşarak ödün veren kimseleri Allah’ın sevmesi mümkün değildir.

2) Kendisi gibi iman eden kimselere karşı zelil yani merhametli; kâfirlere karşı ise şiddetli yani sert olurlar. Gelinen noktada Müslümanların birbirleriyle olan ilişkilerinde burada ifade edilen hususun tam tersi hareket edildiği gözlemlenmektedir. Genel olarak Müslüman olma iddiasındaki kişilerin sertliklerini kendileri gibi düşünmeyen Müslümanlara yönelik ortaya koyduklarını, kâfirlere karşı ise daha müsamahakâr hareket ettiklerini görmekteyiz. Oysaki sertliğimizi -isterse bizim gibi düşünmesin- Müslümanlara yönelik değil, Allah’a, dinine ve Müslümanlara karşı düşmanlık yapan kâfirlere yönlendirmemiz bizden istenmektedir.

Gazze direnişi bize gösterdi ki, sözde Müslüman olma iddiasındakilerin, kâfirler karşısında ne kadar zillet içinde olduklarını hep birlikte müşahede ettik. İslâmî kimliğin bize kazandırdığı izzetli duruşun gereğini maalesef ortaya koyamadık, bunun tam tersi adata zelil bir duruş sergileyerek sadece dilimizle yapılanları kınadık. Hatta yer yer Siyonist kâfirlerde olduğu söylenen gücü gözümüzde çok büyüterek karşı konulması mümkün olmayacak bir güç olarak kabullendik. Gazze’li Müslümanların o güçle savaşmayı göze almalarından dolayı kendilerini kıyasıya eleştirdik. Oysaki gördük ki aslında İslâmî kimliğin gerektiği şekilde onlarla mücadele edildiğinde, hiçte korktuğumuz kadar büyük güçlerinin olmadığını anladık. Gazze’li Müslümanlar izzeti tercih etti biler ise zilleti. Bugün dünya Müslümanları olarak neden zillet içerisindeyiz, kâfirler karşısında neden suyun üzerindeki çer-çöp gibiyiz? Bütün bu durumun sebebi İslâmî kimliğin gereği olan izzetli duruşu ortaya koyamadığımızdan dolayıdır. Kendisinden korkulması gereken asıl merciinin Allah olduğunu unutup, kendilerinde güç vehmeden kimselerden korkmaya başladığımızdandır. Gazze’li Müslümanlar bu yönüyle de bizlere örnek oldular.

3) Allah’ın dininin, toplumlar üzerinde egemen olması için gereken her türlü çabayı ortaya koyarlar. Kur’an’ın üzerlerine yüklediği tüm sorumlulukları bil-hakkın yerine getirmeye çalışırlar. Gazze’deki Müslümanlar gibi gerektiğinde mallarını, canlarını ve tüm sevdiklerini Allah’ın yoluna feda etmekten geri durmazlar. Bizler, imanın bizlerden istediği bedelleri ödemeden, ayağımıza taş bile değmeden cennet hayalleri kuran kimseler haline geldik. Ne işimiz ters gitsin, ne de gelirimiz azalsın, ne sağlığımız bozulsun, ne de sevdiklerimizin başına bir musibet gelmesin istiyoruz. Bizler, istediğimiz kadar kulluk vazifelerimizi yerine getirelim ve bunun karşılığında da cennete gidelim istiyoruz. Oysaki dünya imtihan yeriydi ve bizler burada sahip olduğumuz her şeyden imtihana tâbi tutulacaktık. Maldan, candan, sevdiklerimizde kısacası tüm sahip olduklarımızdan imtihana çekilecektik. Tıpkı şu an Gazze’de her türlü bedeli ödeyen kardeşlerimiz gibi. Gazze’deki kardeşlerimiz, bedel ödemenin edebiyatı değil, ispatını yapıyorlar. Bizler ise gereğini yapmak yerine genelde edebiyatını çok iyi yapıyoruz.

Allah yolunda mücadele etmek edebiyatı yapılarak değil, İslâmî kimliğin gereğini ortaya koyarken başımıza gelecek her türlü zorluğu karşı geri adım atmadan onun uğrunda gayret göstermeyle ancak mümkündür. Allah’ın dinini önce kendi beden ülkemizde hâkim kılmak için mücadele etmekle mümkündür. Sonrasında ise çemberi genişleterek önce içinde yaşadığımız ülkede ve aşama aşama tüm dünyaya taşıyarak hâkim kılmak için gereken gayreti ortaya koymakla yerine getirebiliriz. Bu mücadeleden kaçanların dinden yüz çevirmiş olacaklarından korkulur. Allah yolunda değil de dünyevî çıkarlar peşinde mücadele edenlerin yukarıdaki ayetin tehdidine muhatap olacaklarının endişesini taşıyalım.

4) Ayrıca hiçbir kimsenin kınamasına da aldırış etmezler. İslâmî kimliğin gereklerini yerine getiren Müslümanlar şu kimselerdirler ki Allah’ın dinini hayatlarına aktarırken karşı karşıya kalacakları hiçbir tepki karşısında dâvalarından dönmez ve dinin gereği neyse onu yapmaktan geri durmazlar. Fakat gelinen noktada bugün Gazze’deki kardeşlerimizi kınayan yığınlarca sözüm ona Müslümanlar vardır. 7 Ekim’de, Batılıların arkasında durduğu İsrail gibi bir devlete saldırı düzenlediği için. Oysa yaklaşık olarak 76 yıldır kendi toprakları o zalim Siyonistler tarafından işgal edilmiş, 100 binlere varan insanları katledilmiştir. Milyonlarca Filistinli toraklarını terk etmek zorunda bırakılarak diğer ülkelerde mülteci olarak yaşamak zorunda bırakılmıştır. Böylesine bir durumdaki işgalciye karşı yapılan bir eylem mi kınanmalı yoksa Filistin’de ve diğer coğrafyalarda Batılıların egemenliğinin kabul edilmesi mi kınanmalıdır? İşgalciye karşı çıkmayan kimseler mi kınanmalıdır yoksa izzetli bir şekilde işgalciye karşı çıkarak her türlü bedeli ödeyen Müslümanlar mı kınanmalıdır. Dolayısıyla İslâmî kimliği olan İslâm ve Müslümanların hatta kendilerinden olmayan tüm insanların düşmanı olan Siyonistlerle karşı izzetli bir duruş sergilemeyen insanlar kınanması gerekirken Gazze’de İslâmî kimliğin gereğini yerine getiren Müslümanlar kınanmaktadır.

Gelinen noktada kendilerini İslâm’a nispet eden insanların büyük ekseriyeti İslâmî kimliğin gerektirdiği şekilde hareket etmemektedirler. Yukarıda gündeme getirdiğimiz âyette ise hakiki Müslümanların hasletleri gündeme getirilmiştir. Eğer bizler bu hasletleri hakkıyla kuşanmazsak ayetteki tehdit bize yönelik olduğunu unutmayalım. Biz Müslümanlar olarak İslâmî kimliği temsil etmek durumunda olan kimseleriz. Daha önce bu temsiliyet İsrailoğulları’nın üzerindeydi. Lakin onlar o temsiliyeti hakkıyla yerine getirmediklerinde onlardan alınarak bir başka topluluğa verilmiş oldu. Bizler de kendimizi İslâm’a nispet eden kimseler olarak o topluluktan olmayı umuyoruz. Konula ilgili olarak rabbimiz şu şekilde buyuru: كُنْتُمْ خَيْرَ اُمَّةٍ اُخْرِجَتْ لِلنَّاسِ تَأْمُرُونَ بِالْمَعْرُوفِ وَتَنْهَوْنَ عَنِ الْمُنْكَرِ وَتُؤْمِنُونَ بِاللّٰهِۜ “Siz, insanların iyiliği için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz; iyiliği emreder, kötülükten meneder ve Allah'a inanırsınız.” (Âl-i İmrân, 110) Görüldüğü üzere en hayırlı ümmet olmamızın gerekçesi kuşandığımız sorumluluklarla ilgili olduğu ifade edilmektedir. O sorumluluklar ise “hakiki iman” ve bunu başka insanlara taşınması ve toplumsal ifsadın önlenmesi olarak ifade edeceğimiz “iyiliği emretmek ve kötülüğü yasaklamak” olduğunu görmekteyiz. Başka bir âyette de şu şekilde buyurulur: وَكَذٰلِكَ جَعَلْنَاكُمْ اُمَّةً وَسَطًا لِتَكُونُوا شُهَدَٓاءَ عَلَى النَّاسِ وَيَكُونَ الرَّسُولُ عَلَيْكُمْ شَه۪يدًاۜ “İşte böylece sizin insanlığa şahitler olmanız, Resûl'ün de size şahit olması için sizi mutedil bir millet kıldık.” (Bakara, 143) Bu âyet-i kerimede ise bizlerin vasat ümmet olmamızın sebebi olarak İslâmî kimliği tümüyle kuşanarak diğer insanlar için model olmamız olduğu ifade edilmektedir. Peygamber nasıl ki bizler için model olduysa bizler de diğer insanlar için İslâm’ı temsil etmekte model olmak durumundayız. Eğer bu temsiliyet görevimizi hakkıyla ifa etmezsek Allah onu bizden alarak başkalarına verir. Daha önce İsrailoğlulları onu hakkıyla taşıyamadıkları için onlardan alınarak diğerlerin verildiyse şimdi de bizden alınarak başkalarına verilebilir. Bu hem ırki manada böyle olduğu gibi hem de bireysel manada olabilir.

Geldiğimiz noktada bugün batıda İslâm’a yönelişlerin arttığına şahit olmaktayız. Bütün bunlar bizler için şu soruyu sormamıza sebebiyet vermelidir: Acaba biz İslâmî kimliğe layık olmadıkta, Allah bu nimeti bizlerden alarak onlara mı verecektir? Daha önce Araplardan alarak Türklere verdiği gibi şimdide Türklerden aldı başkalarına mı verecektir? Birey olarak bizden alarak bizden daha iyi bir şekilde o kimliği temsil edecek kimselere mi verecektir?

Biz şunu biliriz ki; bir kurum, birisine bir yetki verdiğinde o kişinin kendisine verilen yetkiyi en iyi şekilde temsil etmesini ister. Eğer kişi verilen yetkileri temsil etmekte gevşeklik gösterirse, yetkilerini kötüye kullanırsa, kendisi için belirlenen kuralları ihlal ederse böyle birisinde o yetkinin bırakılması mümkün olmaz, kendisine o yetkileri verenler tarafından yetkileri elinden alınır. Söz gelimi bir kimseyi siz işveren olarak müdür olarak görevlendirirseniz ve müdürün sorumluluk alanlarını kendisine bildirirseniz o kişi de o sorumluluklarını yerine getirmezse siz böyle bir kimseyi müdür olarak çalıştırmaya devam eder misiniz? Yoksa onun iş akdine son vererek veya kendisine başka bir görev vererek onu müdürlükten azleder misiniz? O görevi daha layıkıyla yapan birisi dururken görevini ihmal eden birisini o görevde tutmaya devam eder misini? İşte bu örnekte olduğu gibi eğer biz Müslüman bireyler olarak İslâm’ın bizlere yüklediği sorumlulukları yerine getirme noktasında gevşeklik gösterir, ihmalkâr hareket edersek, İslâmî kimliğimize yakışmayacak inanç ve davranışları benimser ve uygularsak bu taktirde Allah hidayet nimetini bizde tutmaya devam etmez. Onu bizden alarak onu hakkıyla temsil edecek kişilere verir. Şunu unutmamız gerekir ki Allah’ın ve O’nun yüce dini olan İslâm’ın bizlere ihtiyacı yoktur. Aksine bizlerin Allah’a ve onun yüce dininin belirlediği şekilde mücadele etmeye ihtiyacımız vardır. Dinin bizden istediği mücadele sayesinde hem bizle hem de diğer insanlar ancak huzurlu bir şekilde dünya imtihanlarını sürdürebilirler. Bu sebepten dolayı İslâmî kimliğin gereği olan sorumluluklara azı dişlerimizle tutunmamız gerekiyor. Bu konuda kendimizi Allah’a ispat etmemiz gerekiyor. Bize verilen hidayet nimetinin kadrini kıymetini bilmemiz gerekiyor. Şükrünü eda etmek için gayret göstermemiz gerekiyor.

Unutmayalım ki Allah ancak kendi dinine yardım edenlere yardım ederek ayaklarını dini üzere sabit kılıyor: يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُٓوا اِنْ تَنْصُرُوا اللّٰهَ يَنْصُرْكُمْ وَيُثَبِّتْ اَقْدَامَكُمْ “Ey iman edenler! Eğer siz Allah'a (Allah'ın dinine) yardım ederseniz O da size yardım eder, ayaklarınızı kaydırmaz.” (Muhammed, 7)

Ey Rabbimiz! Bizleri İslâmî kimliğin ve temsiliyetin gereklerini hakkıyla kuşanan kullarından eyle! İslâmî kimliğimize zarar verecek her türlü inanç ve davranışlardan bizleri uzak eyle! Bize verdiğin hidayet nimetini ölene kadar hakkıyla koruyabilmeyi bizlere lütfeyle!

Akıl, insana verilmiş en büyük nimetlerden birisidir. İnsan bu nimet sayesinde doğru ile yanlışı kavrayabilmektedir. İnsanı diğer canlılardan farklı kılan en önemli özelliklerden bir tanesi de akıl nimetidir.

Akılın, doğru bir şekilde çalışabilmesi için bir takım donelere, köşe taşlarına ihtiyacı vardır. Bu doneler olmadan aklın kendi başına doğruyu tam olarak tespit etmesi söz konusu değildir. Tarih, aklın bir takım doneler olmadan tek başına, doğruyu bulmada yeterli olmadığının delidir.

İnsana verilen akıl ve düşünce yetileri de kirletilebilmektedir. Hatta bir kişinin aklını, yani düşüncesini/inancını kirletmesi, namusunu kirletilmesinden çok daha büyük olumsuz neticelere sebebiyet vermektedir. Namusunu kirleten birisinin o durumdan arınması, zihnini kirletmesinin sebep olduğu kirlilikten arınmasından çok daha kolaydır. Düşüncenin kirliliği, dinin şirk olarak ifadelendirdiği hususların kişinin düşüncelerine sirayet etmesi anlamına gelmektedir. Allah’a şirk koşanların pislik olması, onların düşüncelerini kirletmelerinden kaynaklanmaktadır: اِنَّمَا الْمُشْرِكُونَ نَجَسٌ “Müşrikler ancak pisliktir” (Tevbe, 28).

Kur’an’ın “kalpleri pas tutmuş” dediği kimseler akıllarını dumura uğratan kimselerdir: كَلَّا بَلْ رَانَ عَلٰى قُلُوبِهِمْ مَا كَانُوا يَكْسِبُون “Hayır! Bilakis onların kazanmış oldukları (kötülükler) kalplerini kirletmiştir.” (Mutaffifin, 14)

“Allah’ın murdar kıldığı” kimseler, akıllarını hakkıyla kullanmayarak düşüncelerini kirleten kimselerdirler:  وَيَجْعَلُ الرِّجْسَ عَلَى الَّذ۪ينَ لَا يَعْقِلُونَ “O, akıllarını kullanmayanları murdar kılar.” (Yunus, 100) Her türlü şirk anlayışı, insanın düşüncesini kirleterek onu, pislik çukurlarında ki pisliklerden daha da pis olan fikirleri benimsemesine sebebiyet verir.

Düşüncelerini kirletenlerin tüm amelleri boşa gider: وَلَقَدْ اُو۫حِيَ اِلَيْكَ وَاِلَى الَّذ۪ينَ مِنْ قَبْلِكَۚ لَئِنْ اَشْرَكْتَ لَيَحْبَطَنَّ عَمَلُكَ وَلَتَكُونَنَّ مِنَ الْخَاسِر۪ينَ “Şüphesiz sana da senden öncekilere de şöyle vahyolunmuştur ki: Andolsun (bilfarz) Allah'a ortak koşarsan, işlerin mutlaka boşa gider ve hüsranda kalanlardan olursun!” (Zümer, 65)

Allah kendilerini asla af etmez: اِنَّ اللّٰهَ لَا يَغْفِرُ اَنْ يُشْرَكَ بِه۪ وَيَغْفِرُ مَا دُونَ ذٰلِكَ لِمَنْ يَشَٓاءُۚ وَمَنْ يُشْرِكْ بِاللّٰهِ فَقَدِ افْتَرٰٓى اِثْمًا عَظ۪يمًا “Allah, kendisine ortak koşulmasını asla bağışlamaz; bundan başkasını, (günahları) dilediği kimse için bağışlar. Allah'a ortak koşan kimse büyük bir günah (ile) iftira etmiş olur.” (Nisâ, 48)

Ebedi cehennemlik olur: اِنَّهُ مَنْ يُشْرِكْ بِاللّٰهِ فَقَدْ حَرَّمَ اللّٰهُ عَلَيْهِ الْجَنَّةَ وَمَأْوٰيهُ النَّارُۜ وَمَا لِلظَّالِم۪ينَ مِنْ اَنْصَارٍ “Biliniz ki kim Allah'a ortak koşarsa muhakkak Allah ona cenneti haram kılar; artık onun yeri ateştir ve zalimler için yardımcılar yoktur» demişti.” (Mâide, 72)

Zihin dünyamıza nüfuz etmiş hastalıklar bir hayli fazladır. Bu hastalıklardan bir tanesi de ırkçılık hastalığıdır.  Irkçılık: Kendi ırkını öteki ırklardan üstün sayma ve siyasal tutumunu buna dayandırma eğilimidir. İslâm dini, tarihin birçok döneminde insanların düşüncelerini kirletmelerinin bir neticesi olarak içerisine düştükleri bu hastalıktan, insanları kurtarmak için bu anlayışı bâtıl bir yaklaşım olarak görmüş ve onunla mücadele etmiştir.

Peygamberimiz, vahiyden aldığı talimatla bu anlayışlar mücadele etmiştir. Kureyş kabilesinin kendilerini diğer kabilelerden üstün görme eğilimlerini bâtıl bir anlayış gördüğü gibi Arap olanın olmayanlardan üstün olduğu anlayışını da bâtıl görmüştür. Veda hutbesinde: "Ey insanlar! "Rabbiniz birdir. Babanızda birdir. Hepiniz Âdem’in çocuklarısınız. Âdem ise topraktandır. Arap'ın Arap olmayana Arap olmayanında Arap üzerine üstünlüğü olmadığı gibi kırmızı tenlinin siyah üzerine siyahında kırmızı tenli üzerinde bir üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takvada, yani Allahtan korkmaktadır. Allah yanında en kıymetli olanınız Ondan en çok korkanınızdır. "Azası kesik siyahi bir köle başınıza amir olarak tayin edilse sizi Allah'ın kitabı ile idare ederse onu dinleyiniz ve itaat ediniz.” Yine Yahudilerin kendilerini diğer toplumlardan üstün göreme eğilimlerini bâtıl görmüştür. İslâm üstünlük ölçüsü olarak sadece takvayı belirleyici kılmıştır: يَٓا اَيُّهَا النَّاسُ اِنَّا خَلَقْنَاكُمْ مِنْ ذَكَرٍ وَاُنْثٰى وَجَعَلْنَاكُمْ شُعُوبًا وَقَبَٓائِلَ لِتَعَارَفُواۜ اِنَّ اَكْرَمَكُمْ عِنْدَ اللّٰهِ اَتْقٰيكُمْۜ اِنَّ اللّٰهَ عَل۪يمٌ خَب۪يرٌ “Ey insanlar! Doğrusu biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Ve birbirinizle tanışmanız için sizi kavimlere ve kabilelere ayırdık. Muhakkak ki Allah yanında en değerli olanınız, O'ndan en çok korkanınızdır. Şüphesiz Allah bilendir, her şeyden haberdardır.” (Hucurât, 13)

Müslümanların tarihinde Emeviler dönemi hariç tutulursa ırkçılığın Müslümanlar arasında neşvü nema bularak toplumsal düzeni etkileyecek boyutlara ulaştığı görülmemiştir. Ta ki 19 yüzyıla gelinceye kadar.

19 yüzyılda Müslümanlar arasında ulus devlet fikri yerleşmeye başladı ve bunun içinde ulusun üstünlüğü fikri tek çözüm olarak görüldü. Bu fikir her ne kadar bazı düşünürler tarafından çözüm olarak görüldüyse de aslında Müslümanların arasındaki bağların çözülmesine hizmet eden bir anlayışa hizmet ettiği fark edilmedi. Beklenen çözüme değilse de çözülmeye hizmet etti.

Bu ülkede Cumhuriyetle birlikte, binlerce yıldır çok farklı etnik kimlikten oluşan insanları bir arada tutan İslâm’a dayalı bağlar ortadan kaldırılarak bunun yerine bir etnik kimliğin üstünlüğünü esas alan ve bunu diğer etnik kimlikler üzerinde belirleyici kılamaya çalışan bir anlayış benimsendi. Bunun neticesi olarak da, daha düne kadar dost ve kardeş olduğumuz, birbirimizi korumak için öldüğümüz bir süreçten, birbirimizi katledecek bir başka sürece evrildik.

İçinde yaşadığımız ülke İttihat ve Terakki cemiyeti ve onun bakiyesi olan cumhuriyetle birlikte üstün kimlik olarak Türk ırkına dayalı kimlik oluşturuldu ve özellikle baskı yapılan kimlikle, Kürt ve Arap kimlikler oldu. Geldiğimiz noktada da aynı zihin kirliliğini oluşturduğu erozyon devem ediyor. Bu ülkede söz gelimi Kürt diline karşı gösterilen tepkiler, batı dillerinin hangisine gösteriliyor? Arapça tabelalara gösterilen tepkilerin hangisi İngilizce, İtalyanca, Almanca tabelalara gösteriliyor? Neden bu ülkede hemen hiç batılılar yaşamadığı halde Türkçeden sonra İngilizce okutulur da en azından Kürt kardeşlerimizin yaşadığı yerlerde ikinci dil olarak Kürtçe anadil olarak öğretilmez.

Bu ülkede, zihni kirlenmiş veya kirletilmiş zihniyetin bir futbol müsabakaları üzerinden nasılda bir paradokssun içine insanları ittiğini üzülerek de olsa görmekteyiz.

İki futbol takımın ortaya koydukları yüz kızartıcı bir durumun –yapılan protokole uyulmaması, sporla alakası olmadığı halde bir sloganla maça çıkma inadının ortaya koyulması- nasılda ırkçı söylemler üzerinden adeta kahramanlığa dönüştürülmeye çalışıldığı aymazlığını hep beraber gördük.

Irkçı söylemleri kullanmanın bir gerekçesi haline getirilerek bir baskı aracına dönüştürüldüğünü gördük: Tevhid bayrağı taşıyan bir şahsın yumruklanması bu paradokssun öne çıkan görünümlerini arz etmektedir.

Doğru ile yanlışı birbirinden ayıran unsurlar birbirine karışmış durumdadır. Eğer siz insanları iyi veya kötü olarak sınıflandıracağınız ölçüler sağlam bir temele dayandıramazsanız bâtıl bir takım unsurlar üzerinden bunu yapmak zorunda kalırsınız. İslâm, insanları hak ile batıl, iman ile küfür, adalet ile zulüm, salih amel ise su-i emel üzerinden ayrıştırmaktadır. Müslümanların kırmızı çizgilerini; Allah, kitap, peygamber vb. unsurlar oluştururken, buralarda ise İslâm’a ve Müslümanlara düşmanlık yapan birisi, kırmızı çizgi olarak kabul edilmektedir. İçinde yaşadığımız bu ülkede kurulduğu günden biridir bir kişi üzerinden toplum kamplaştırılıyor. Son yıllarda bunun çok daha ileri boyutlara taşınmak istendiğine şahit oluyoruz.

Sahi bu ülke Osmanlının bakiyesi değil mi? Batılılar neden şu anki topraklar üzerinde bir Türk devletinin kurulmasına müsaade ettiler? Neden daha önce Osmanlıya bağlı oldukları halde başka toraklar üzerinde değil de şu anki toraklar üzerinde bir devlet kurulmasına müsaade ettiler? Neden Yunanlılar işgal ettikleri bu ülkenin batısından çekildiler ve İngilizler, İstanbul’dan tek kurşun atılmadan çıkıp gittiler? Bunun sebebi acaba bizlerin o gün, İngilizleri yenecek kadar büyük bir güç olduğumuzdan dolayı, bizlerden korktukları için mi çekildiler? Cevap: Tabi ki hayır. Esasında buralar, Osmanlı devletinin üzerinde kurulduğu topraklardır da ondan. Peki Türk kimliği üzerinden ismi yüceltilmesi gereken birisi varsa o Osmanlı devletinin kurucusu Osman Bey mi olmalı, yoksa Mustafa Kemal mi olmalı? Ya da Türklere Anadolu’nun kapılarını açan Sultan Alpaslan mı olmalı, yoksa Mustafa Kemal mi olmalı? Şu an içinde yaşadığımız İstanbul’u feth eden Fatih Suntan Mehmet mi olmalı, yoksa Mustafa Kemal mi? Peki neden onlar değil de Mustafa Kemal? Mustafa Kemal’in başarısının onların başarısından daha büyük olduğundan mıdır? Tabi ki hayır!

Nedenini ben size söyleyeyim: Gerek Sultan Alpaslan, gerek Osman Bey ve gerekse de Fatih Sultan Mehmet, hepsinin Müslüman kimliği, tüm kimliklerinin önünde olan birileri olduklarından dolayı onlar üzerinden insanlar ayrıştırılmıyor. Tümü, hiç mi hiç Türk kimliğini, Müslüman kimliğinin önüne geçirmemişlerdir. Mustafa Kemal’in ise İslâmî kimliği yoktur. Laiktir ve dini söylemlere karşı mesafeli hatta yer yer düşmanca tavırları olan birisidir. Kısacası dini kendine referans almadığından, bunun yerine batılıların ürettiği anlayışları tümüyle benimseyen birsisi olduğundan dolayı bu gün onun üzerinden insanlar kamplara ayrıştırılıyor.

Biz Müslümanlar olarak, eğer toplumla ayrışma yaşayacaksak ancak ve ancak dinin belirlemiş olduğu kırmızı çizgiler üzerinden yaşarız. Bizlerin kırmızı çizgilerimizi, tüm âlemlerin ve bizlerin Rabbi olan Allah belirler. Bizler suni olan bir takım kırmızı çiğiler edinerek, insanlarla, onlar üzerinden ayrışım gerçekleştirmeyiz ve geçekleştirilmesini de doğru görmeyiz. Zihnini ve düşüncelerini kirletmiş anlayışların ürettiği bu batıl anlayışları, tümüyle reddediyoruz. Bölge insanları için kurtuluşun ancak ve ancak İslâmî temeller üzerine bina edilmiş bir düşünce ve hayat nizamından geçtiğine inanıyoruz. Zihni ve düşüncesi kirlenmiş insanların, toplumu, kaosun içerisine sürüklemek dışında bir işlev görmeyeceğini yeniden hatırlatıyoruz. Hem dünyevi kurtuluşun hem de uhrevi kurtuluşun ancak ve ancak Rabbimizin biz kulları için belirlediği kırmızıçizgilerde olduğuna inanıyoruz.