MÜLTECİ SORUNU MU FAŞİZM HASTALIĞI MI?

Konumuza, öncelikle mülteci ne demek onu tanımlayarak başlayalım. Mülteci: Herhangi bir sebepten dolayı yaşadığı ülkeyi terk ederek başka bir ülkeye sığınan insanlara verilen isimdir. Tarihin hemen birçok döneminde inaanlar içerisinde yaşadıkları ülkeleri terk ederek başka ülkelere göç etmişlerdir. Bu göçlerin sebepleri, bazen ekonomik, bazen güvenlik sebebiyle, bazen de inanca dayalı sebepler olmuştur. Bazen mal güvenliğini sağlamak, bazen can güvenliğini sağlamak bazen de din güvenliği sağlamak için bu göçler yapılmıştır. Modern zamanlarda başka ülkelere göçün en büyük sebebi savaşlar olmuştur. Her ne kadar diğer sebepler için de insanlar, yaşadıkları ülkeyi terk ediyor olsalar da genellikle en büyük etken savaşlar olmuştur.

Gelin Hz. Peygamber dönemine gidelim o orada da mülteci olan insanlar var mı yok mu ona bir bakalım. Hz. Peygamberimiz risâletle görevlendirildiğinde içinde yaşadığı Mekke toplumu ona düşman kesilerek ona ve inancına yaşam hakkı tanımak istemediler. Uyguladıkları baskılar artık dayanılmaz hale geldiğinde onlarda mülteci olarak başka bir memlekete gitmek zorunda kaldılar. Tarih miladi olarak 622 yılını gösterdiğinde içerisinde efendimizde bulunduğu bir grup mülteci, Mekke’den ayrılarak Medine'ye iltica ettiler.

Kendilerini Medine’ye davet eden az sayıda Medineli bulunmasına rağmen, halkın büyük çoğunluğu memleketlerine gelen bu mültecileri bağırlarına bastılar. Medineliler, bu mültecileri düşmanlarına karşı canları pahasına korudular.

Memleketlerine gelen bu mültecilerle kardeş oldular, hem de öyle bir kardeş oldular ki sözde değil özde kardeş oldular. Hiç tereddüt etmeden mallarını onlarla paylaştılar.

Onlar sebebiyle birçok savaşa girmek zorunda kaldılar, mültecilerin düşmanlarıyla girdikleri bu savaşta birçok insanlarını kaybettiler. Hatta ve hatta Arabıyla, acemiyle tüm dünyayı karşılarına aldılar.

Medineliler şehirlerine kabul ettikleri bu mültecilere kendi şehirlerinin idaresini, gönül hoşnutluğuyla onlara teslim ettiler. Kendilerini yönetmesi için mültecilere söz ve karar verme hakkı tanıdılar.

Bu durum devlet oluşturduklarında da devam etti ve devletin de yönetimini onlara vererek araç ve amaç farkını çok iyi bir şekilde ortaya koydular. Devleti kimin yönettiğinin değil, tüm Müslümanların maslahatına uygun olarak yönetilmesi gerektiğine inandılar. Devleti yönetmenin araç, asıl amacın ise tüm insanlar üzerinde adaleti gerçekleştirecek liyakatli ve bölge insanlarının tümünün kabul etmekte zorlanamayacağı kişilerden oluşan yönetimin maslahata daha uygun olduğunu kavradılar ve kendilerini yönetme işini mültecilere vermekte tereddüt etmediler.

Medineliler içerisinde memleketlerine gelen mültecilerden rahatsız olanlar da vardı elbette. Bunlar, her fırsatta onlara zarar vermek istiyorlardı. Rahatsızlıklarını her fırsatta dillerine ve eylemlerine yansıtıyorlardı. Onları memleketlerine kabul ettikleri için hemşerilerine sitem ediyor, fırsatını bulduklarında mültecileri memleketlerinden çıkaracaklarını söylüyorlardı.

Bu insanlar, mültecilerden kaynaklı hiçbir ekonomik zorluk yaşamak istemiyorlardı. Mültecilerin bulunmasını ve mevcut ekonomik gelirlerin onlarla bölüşülmesini kabul edilmez görüyorlardı. Kısacası kendilerine ekonomik bir yük olarak görüyorlardı.

Mültecilerden dolayı rahatlarının bozulmasına tepki gösteriyorlardı. Yüzyılardır kendileriyle müttefik oldukları Yahudi kabilelerle mülteciler sebebiyle aralarının açılmasını doğru görmüyor ve buna itiraz ediyorlardı. Yine mülteciler sebebiyle eski dostlarıyla ve kabileler-devletlerle düşman etmek istemiyorlardı. Mültecilerin düşmanları olan Kureyş kabilesini karşılarına almak ve onlarla düşman olmak istemiyorlardı.

Mülteciler için candan bile geçecek kadar fedakârlık yapmak, kendi canlarını onlar için tehlikeye atmak vb. bedel ödemeyi gerektirecek bir durumla karşı karşıya kalmayı hiç mi hiç istemiyorlardı.

Fırsat bulduklarında bu mültecilerin düşmanlarıyla ittifak yaparak onları yok etmek istiyorlardı. Medine’deki mülteci düşmanlık yapan, onlara zarar vermek için her yolu deneyen, yüzlerine gülen fakat arkadan her türlü fitne ve fesadın arkasından koşan, daha nice olumsuz durumların ortaya çımasına sebebiyet veren bu kimselere, dinimizin ne dediğini bir kenara not edelim: Münafık. Bu kişilerin yaptığı en önemli husus mültecilere karşı takındıkları bu düşmanca tutumlarıydı.

Yaşadığımız çağa geldiğimizde bir zamanlar bizler tek bir ümmet idik. Ümmetin egemenlik alanı içinde bulunan tüm beldelerimizde ev sahibi olarak, istediğimiz şehre yerleşerek yaşamımızı sürdürüyorduk. Bir ucu Türkistan’da diğer ucu Hindistan kıyılarında, diğer bir ucu Güney Arabistan’da, diğer ucu Kuzey Afrika’da, diğer ucu ise Avrupa’nın içlerine kadar olan topraklarımız içinde istediğimiz yere giderek oraya yerleşebiliyorduk. Lakin, bir zaman bizler gücümüzü kaybettiğimizde düşmanlarımız geldi ve bizi bölü parçaladılar ve parçaladıkları devletimizden 57 tane devletçik oluşturarak her birimize küçük küçük toprak parçaları verdiler.

Bizler için uygun ve yeterli gördükleri o toprak parçasının kutsal olduğunu bize dayattılar ve zamanla da yutturdular. Daha düne kadar beraber olduğumuz lakin şimdi başka bir toprak parçası üzerinde yaşamak zorunda bırakılan kardeşlerimizi ise, bizden olmayan hatta düşmanlarımız gibi bize gösterdiler.

Aramıza attıkları filtre tohumları ile bizleri birbirimize düşman yaptılar. Bununla da kalmayarak bizi birbirimize kırdırdılar ve kırdırmaya devam ediyorlar. Biz birbirimizle uğraşırken, güçlerimizi birbirimize karşı kırarken onlar güçsüz buldukları bizlerin boyunlarına basarak ilerliyor, hem devletçilerimiz üzerinde söz hakkı elde ediyorlar, hem de tüm ekonomik gelirlerimizi kendi kasalarına akıtıyorlar. Bizler askeri gücümüzü birbirimizle zayıflatırken onlar ise askeri güçlerini her geçen gün güçlendiriyor ve istedikleri zaman bizlere karşı katliam yapmak için kullanıyorlar. Gerçekleştirdikleri kültürel emperyalizmle kendi dünya görüşlerini bizlere benimsettiler. Bunun neticesinde bizler de artık onların belirlediği düşünce kurallarına göre düşünüyor ve yaşıyoruz.

Kültürel emperyalizmin bir uzantısı olarak daha dünkü Bilad-i Şam vilayetimizin vatandaşları şimdi yaşadığımız bu ülkede istenmiyorlar. Bundan iki yüzyıl önce büyük dedelerimizin sırt sırta vererek düşmana karşı birbirlerini korudukları kardeşlerimizle, şimdi o dedelerin torunları olarak birbirimizi istemeyen insanlar olduk.

Şu an ülkemizde bulunan Suriyelilerin ülkemizde bulunmalarının sebebi neydi? Neden ülklerini terk ederek yaşadığımız ülkeye göç etmek sorunda kaldılar? Suriyeli kardeşlerimizin bugün ülkemizde olmalarının bir sebebi de Türkiye devleti değil miydi?

Onları bu ülkede kabul eden dolayısıyla da canlarını, namuslarını ve mallarını koruması gereken yine bu devlet değil mi?

Suriye'de iki milyona yakın insanın öldürülmesinde, bu devletin payı, hiç de azımsanmayacak kadar çok değil mi?

Suriyelileri teşvik ederek savaşın içerisine sürükleyen ve neticede onlara yardım edemeyerek onları o zalimlerle baş başa bırakan, yine bu ülkenin yöneticileri değil miydi? Batılı efendileri izin vermeden Suriye halkına yardım edemeyeceklerini bildikleri bir durumda onları savaşa teşvik edip sonrada onlara yapılan katliamlara karşı onlara hiçbir destek vermeyen bu ülkenin idarecileri değil miydi?

Sebep oldukları bu durum neticesinde, bir minnet borcu olarak olsa gerek zulme uğrayan mazlum Suriye halkının sığındığı bu ülkede, her fırsatta istenmeyen, horlanan, siyasal birtakım hesapların aracı haline getirilen Suriyeli kardeşlerimiz değiller miydi?

Türkiye'de adeta ucuz iş gücü olarak görülen insanlar Suriyeliler değiller mi? Çalıştıkları iş yerlerinde daha düşük maaşla ve zor şartlarda çalışmak zorunda bırakılanlar onlar değiller mi?

Kömürlük gibi kullanılan yerlerin kendilerine ev olarak kiraya verildiği ve bunun karşılığında yüksek kiralar kendilerinden alındığı halk Suriye halkı değiller miydi?

Yine zaman zaman katledilen, namusları kirletilen ve çeşitli baskılara maruz kalanlar yine Suriyeli mülteciler değiller miydi?

Çadır kentlerde çok zor şartlarda yaşamak zorunda bırakılan yine Suriyeli kardeşlerimiz değiller mi?

Sormak istiyoruz: Bu ülkede yaşayan insanlar olarak bizler; Müslüman değil miyiz?

Eğer ki Müslümansak -ki iddiamız da böyledir- o halde şunu sormak zorunda değil miyiz: Mekke’de gördükleri baskı yüzünden çıkarak Medine'ye sığınan mültecilere karşı, bugün içinde yaşadığımız ülkede Suriyelilere yapılanların hangisi yapılmaktaydı?

Allah'ın bütün insanlar için yaratmış olduğu yeryüzünü zalim ve tekbirlerin bölerek belirdi grupların veya devletlerin kontrolüne verdiği toprak parçalarında bazı kimselerin yaşam haklarının olduğu, lakin bazı kimselerin olmadığı noktasında karar verme merci olarak hangi şer’i delile dayanarak iddiada bulunabiliyoruz?

Yani zalim ve müstekbirlerin bölerek Suudi ailesine vermiş olduğu toprakların sadece onlara ait olduğunu, onlar izin vermediği takdirde kimselerin orada yaşam haklarının olmadığı noktasında bu hakkı onlara kim vermiştir? İslâm'a göre böyle bir haklardan olması söz konusu mudur?

Aynı şekilde zalim ve müstakillerin içinde yaşadığımız toprakları bölerek diğer Müslümanlarla aramıza sınırlar koyması neticesinde şu an başka ülkelerde yaşayan Müslümanların bu ülkede yaşam haklarının olmadığını hangi şer’i delilden dolayı söyleyebilmekteyiz?

Eğer Müslümansak -ki iddiamız böyledir- o halde dinin koymuş olduğu ölçüleri bir kenara koyarak zalim ve müstekbirlerin belirlemiş olduğu kurallar esas alınarak başka ülkelerde yaşayan Müslümanların da yaşadığımız ülkede özgürce yaşam haklarının olmadığı kabul edildiğinde bu durum dinin koyduğu ölçüleri bir kenara koymak anlamına gelmiyor mu? Bu durumun Müslüman ve İslâm kimliğimizle örtüşmeyeceğini hatırlamamız gerekmiyor mu?

Suriyeli veya diğer Müslüman ülkelerin ülkemizde mülteci olarak bulunan kardeşlerimize gösterilen tepkinin aynısı, neden batılı devletlerin vatandaşlarına gösterilmiyor? Söz gelimi batılı ülkelerin vatandaşı olan insanların özelliklede sahil kasabalarında çok ciddi manada konut ve arazi satın aldıkları bir hakikatken aynı tepki neden onlara karşıda gösterilmiyor? Onlardan birisi suça karıştığında Suriyelilere karşı gösterilen tavrın aynısı neden onlara karşı da gösterilmiyor.

Allahu Teâlâ yeryüzünü tümünü, tüm insanlar için yaşama elverişli kılmadı mı? Onu kim hangi hakla “burada şu şu insanlar yaşayabilir, fakat şu insanlar yaşayamaz” demeyebilir. O toprak parçasının sadece kendi izin verdikleri insanlara tahsis edilmiş olduğunu iddia edebilir?

Yine zalim ve müstakiller, insanlara dinlerini yaşama ve canlarını da muhafaza etmek için yaşam hakkı vermedikleri bir durumda, o zaman zulme uğrayan bu insanlar, canlarını muhafaza edebilecekleri ve dinlerini özgürce yaşayabilecekleri başka yerlere gitmeleri/hicret etmeleri gerektiğini dinimiz bizden istemiyor mu?

O halde ülkemize sığınan ve burada huzuru ve emniyeti muhafaza ederek yaşamaya çalışan tüm Müslümanları kendimizden bilmemiz gerekmiyor mu? Ülkelerinde can ve mal güvenlikleri ve ayrıca da din güvenlikleri oluncaya kadar ve ayrıca da kendileri ülkelerine dönmek isteyecekleri zamana kadar güven içinde, bu ülkede yaşama haklarının olduğunu ne zaman öğreneceğiz?

Suça karışan olduğu zaman, suçun husûsuliği üzerinden sadece suç işleyen kişiyi cezalandırmak gerekmiyor mu? Ve bu cezalandırma mercii de yetkili adli makamlar değil midir? Kayseri’de Suriyeli çocuğa tacizde bulunan Suriyeli şahıs, tâbi ki hak ettiği cezayı en üst seviyeden görmelidir. Lakin Suriyeli olduğu için değil suçlu olduğu için bu cezayı görmelidir. Peki olan adlı makamlara intikal ettiği halde ve bu ülkenin kanunlarına göre bu işle görevli adli merciler bulunduğu halde bunların dışındaki insanlara ne oluyor ki Suriyeli mültecilerin evlerini basıyor, ülkenin her tarafında Suriyelilere karşı baskı oluşturmaya, mal ve can güvenlikleri tehdit etmeye başlıyorlar?

İnsanlarımız o kadar İslâm’dan ve akli selimden uzaklaştılar ki ülkemizde sığınmacı olarak yaşayan bir Suriyeli suç işlediğinde tüm Suriyeliler suçlu görülerek onlara karşı baskı uygulanıyor, fakat, aynı suçu ve daha büyüğünü içerisinde yaşadığımız ülkenin kendi vatandaşları yaptıklarında, onlara da aynı muamele gösterilmiyor ise o zaman bu durumu öncelikli olarak Müslümanlıkla sonrasında da insanlıkla bağdaştırabilmek mümkün müdür diye sormak gerekmiyor mu?

Kayseri'de ahlaksızlık yapan Suriyeli sığınmacıya karşı gösterilen tavır neden ondan çok daha büyüğünü yapan etnik kökeni Türk, Kürt vb. Türkiye vatandaşlarına karşı gösterilmemektedir?

Almanya'da benzer bir durum Türklere karşı yapılmış olsaydı Kayseri'de Suriyeli kardeşlerimizin malına ve canına kast edenler, acaba, bu durumu makul karşılayabilecekler miydi? Suriyelilerin mekanlarını basan sözüm ona taciz karşıtları, ahlâk bekçileri, neden aynı şeyi tacizci yöneticilere, görevli memurlara, kısacası Türk vatandaşlarına da yapmamaktadırlar? Şunu da ifade etmek gerekir ki Kayseri’de ve ülkenin başka vilayetlerin de Suriyelilere baskı uygulayanlar gerçekten de o çocuğa taciz edildiği için o tepkilerini ortaya koyuyor değiller. Onların derdi, içerisine sonuna kadar saplandıkları ırkçılık bataklığı yani faşizmdir.

Kardeşlerim bizler elhamdülillah Müslümanız! Müslüman olmamız hasebiyle de dinimizin bizden istediği şekilde suça ve suçluya karşı tavır alırız. Suçu işleyen kişinin mezhebine, meşrebine, mensubu bulunduğu ülkeye, etnik kimliğine bakarak tavır almayız.

“Eğer hırsızlık yapan kızın Fatıma olsa idi onun da elini keserdim” diyen bir peygamberin ümmetiyiz. Dolayısıyla suçu kim işliyorsa o suçlunun uyruğuna, kimliğine, vesayir unsurlarına bakmadan aynı tavrı gösterebilmeliyiz. Eğer suçlular, mensubu bulundukları uyruklara göre muamele görüyorlar ise o zaman orada öncelikli olarak İslam'dan, Müslümanlıktan, sonra da insanlıktan bahsedebilmek mümkün değildir.

Kardeşlerim! İçinde yaşadığımız konjonktür zorlu süreçlerle karşı karşıya olduğumuzu bizlere haykırıyor. Gazze'de 8 aydır süren savaş neticesinde on binlerce Müslüman kardeşlerimizi yitirdik. Siyonist teröristlerin zulmü tüm şiddetiyle devam ediyor. Bölgemizde Müslümanları birbirine düşürecek çok farklı adımların atıldığına tanıklık ediyoruz. Bu sebepten dolayı bizleri düşmanımız karşısında zayıf duruma düşürecek, kolay bir şekilde yutulur lokma haline getirecek tavır ve davranışlardan şiddetle uzak durmalıyız.

Dünya üzerinde yaşayan tüm Müslümanlar olarak küfre karşı, zalimlere karşı, İslâm'ın ve Müslümanların düşmanlarına karşı tek vücut olabilmenin yollarını aramalıyız. Bu duruşumuza zarar verecek her türlü eylem ve söylemden şiddetle sakınmalıyız. Eğer buna dikkat etmezsek kafirlerin ve zalimlerin oyunlarını rahat bir şekilde oynayabilecekleri imkanları onlara sunmuş oluruz. Böylece de bölgemiz ve Müslümanlar, yaklaşık olarak 150 yıldır karşı karşıya kalmış oldukları bu zilleti ve mahrumiyetleri yaşamaya devam edecekler.

Bizler üzerinde egemenlik kuran ve adeta kanımızı bir vampir gibi emen, bizleri ekonomik olarak güçsüz durumda bırakarak kendilerine muhtaç hale getiren, yeraltı ve yer üstü kaynaklarımızı talan eden o zalimlere karşı güçsüz durumda kalmaya devam ederiz. Bu da onların zulmü altında inim inim inlemeyi devam etmemize olanak sağlar. Bu sebeple Türküyle, Kürdüyle, Arabıyla ve tüm etnik kimliklerimizle bizlerin asıl düşmanları olanlara karşı durmazsak, tek vücut gibi olmazsak, kaybedenler yine biz olmaya devam ederiz. Kayseri’de olduğu gibi provokasyonlara gelirsek bu durum bizi birbirimize düşman etmeye ve dolayısıyla düşmanımızın ekmeğine yağ sürmeye yarar. Bizleri birbirimize düşürecek olan başta ırkçılık olmak üzere her türlü tefrika sebebi olan hususlara karşı uyanık olmak zorundayız. Düşmanlarımızın içimize ektiği fitne tohumlarına karşı uyanık olmalıyız. Birbirimizle değil onlara uşaklık yapan insanlara karşı tavır takınmamız gerektiğini unutmamalıyız. Maalesef insanlıktan ve İslâm’dan nasibini almamak insanlar ister bilerek isterse de bilmeyerek düşmanlarımızın ekmeğine yağ sürüyorlar. Sebep oldukları bu olaylar bize değil düşmanlarımıza yarıyor. Gazze olayları üzerinden oluşan; Siyonistler ve onların arkasında duran batılı kafirlere karşı dünya üzerinde oluşan olumsuz algıyı kırmak için Müslümanların yaşadıkları coğrafyada fitne oluşturmaya çalışacaklardır.

Bu ülkede yaşanan Müslümanlar olarak bizler aynı ülkenin vatandaşı olduğumuz lakin insanlıktan ve hele de Müslümanlıktan nasibi olmamış insanların yaptıklarından dolayı mülteci kardeşlerimizden özür diliyoruz. Medine’de mülteci olarak bulunan Müslümanlara karşı tavır alan münafıklara karşı Medineli Müslümanların duruşu gibi duruş sergileyemediğimiz için, onlara kol-kanat geremediğimiz için bizler öncelikler kardeşlerimizden sonra da Allah’tan af diliyoruz.

Son olarak da diyorum ki; Müslümanların yaşadığı tüm ülkeleri içine alacak şekilde Allah’ın söylediklerinin belirleyici olduğu bir siyasal ve toplumsal yapı inşa edemediğimizde de bugün yaşadığımız sorunların ortadan kalkmayacağını unutmayalım. Böylesine bir bilinç, siyasal ve toplumsal yapı oluşturmak için de üzerimize çok büyük bir sorumluluk düştüğünü de unutmayalım.

Son değişiklik Cuma, 05 Temmuz 2024 15:03

Yorum yapın

(*) ile işaretlenmiş zorunlu alanların tümünü doldurduğunuzdan emin olun. HTML kodları kullanılamaz.