Kovulmuş şeytanın şerrinden Allah’a sığınırım. Rahmân ve Rahîm Allah’ın adıyla.
Hamd alemlerin rabbi olan Allah’a, salat ve selam Muhammed (s.a.v.)’in, ehlinin, tüm ashabının üzerine olsun.
Rabbim! Gönlümü genişlet, işimi kolaylaştır, dilimin düğümünü çöz ki sözümü iyi anlasınlar. Rabbim ilmimi ve anlayışımı ziyadeleştir. Beni salih kulların arasına kat.
Dünya hayatı dediğimizde, tasavvurumuza nasıl bir dünya imajı gelir? Aslında bu önemli. Tasavvur bir kavram üzerinde ilk aklımıza gelen şekli ifade eder. Mesela “dünya” dediğimizde herkesin aklına şu okullardaki küre şeklindeki şey mi geliyor yoksa daha değişik şeyler mi? Genellikle bizim kültürümüzde dünya hayatının kötülüğü, basitliği, geçiciliği; yüz çevirmemiz gerektiği şeklinde bir baskın algı var ama acaba Kur'an'da da böyle mi tarif ediliyor? Bize kötülenen şey Dünyanın kendisi midir yoksa dünyanın neyi ve neresidir?
Kelime manası olarak aslında dünya; “Edna” önceki, aşağı, yakın, beri anlamlarına geliyor. Bu tanımlara baktığımız zaman genel olarak, ahiretin öncesindeki hayatı ifade ediyor. Yani bir evvelki hayat. Ama bizim zihnimizde genellikle, nedense dünyanın kötü olduğu algısı var.
Dünya algısına yönelik değişik tasavvurlar söz konusudur. Mesela, Yahudilerin dünya tasavvuru içerisinde; hemen herşeyin kazanılacağı, cennetin de cehennemin de burada olacağı gibi bir algılamaları vardır. Onun için onların bazı mezheplerinde ahiret inancı, ahiret olgusu yoktur. Dünyalık mala ve güce son derece önem verirler.
Hıristiyanlar, bunun daha zıt tarafında yer alırlar. Onlar için dünya kötüdür. Aslî bir günah var ve bu günah olan dünyadan, kötü olan dünyadan yüz çevirmek gerekir. Manastırları, keşişleri, rahibe hayatları bunun ete kemiğe bürünmüş halidir denilebilir. Onlar süslenmiyorlar, yıkanmıyorlar, kilise duvarlarının dışına çıkmıyorlar, bedensel hazlara itibar etmiyorlar, mal-mülk de edinmiyorlar çünkü bunlar dünyalıktır, dünya da kötüdür.
Bir de bunun tam karşı tarafında seküler tasavvur vardır. Seküler dünya algısı her şeyin bu dünya hayatında olup biteceğini düşünerek ölüm çizgisinin ötesine dair hiçbir tahayyüle sahip olmaksızın hayatını yaşamaya bakar. İnsan doğar, ölür, sonrası, sonrası yoktur; o gübreye döner tabiat tekrardan evrimleşir ve bir şeyler yeniden olur. Sekülerizm bu anlayışın sonucu olarak birçok ürün vermiştir. Demokrasi, laiklik, komünizm, kapitalizm, sosyalizm ve liberalizm; hepsi bu seküler tasavvurun ürünleridir. Bunların hepsinde de her şey dünyaya göredir. Yani kapitalistler derler ki; “Sermaye serbest olsun, her şey özgür olsun, sınırı kalmasın.” Komünistler de: “Hayır. Toplum düzeni her şeydir, özel mal-mülkiyet olmasın” derler. Bunun yanında demokrasi ve sosyalizm doğmuş; aynı zamanda çıkarcılık, bireysellik öne çıkmış bu anlayışlardan. Bu zikredilen yaklaşımların ortak temel kabullerinden birisi de aklın mutlaklaştırması ve tanrılaştırmasıdır. Emanetten mülkiyet anlayışına geçiyor ve “bedenim benimdir” deniliyor. Bedeni üzerindeki her türlü tasarrufu yapma konusunda sınır tanımıyor. Onu mülk edinmiş çünkü, emaneti emanet olarak algılamıyor, dünyayı ve bedenini kendi mülkü olarak gördüğünden bunlar üzerinde her türlü tasarrufta bulunmayı kendisinin en temel hakkı olarak düşünüyor. Ve bu dünya görüşünde Allah, hayatın dışında kalıyor. Hayatın içerisinde Allah ve O’nun tasarruf hakkı yok ve O’nun yerini bilim ya da ilim dedikleri şeyle dolduruyorlar. İlim ya da bilim de sadece fiziki dünyayı ilgileniyor. Seküler dünya görüşünde bilginin ve bilimin konusu sadece fiziki alem.
Yani manevi haber, vahiy dediğimiz kutsal bir haberi Seküler dünya asla bilgi olarak kabul etmez, mutlaka fiziki bir ispat ister. Yani ne derseniz deyin onun ispatlanan laboratuvarda ispatlanmış deneysel bir sonucu olmasını ister, sekülerizm.
Onlar böyle diyorlar. Pekâlâ Kur'an-ı Kerim'de bize ne deniliyor? Dünyaya nasıl bakmamız gerekiyor? Enfâl sûresinin 28. âyetinde “Sizin için mallarınız ve çocuklarınız bir fitnedir, yani imtihandır. Allah katında olan ise daha büyük bir ecirdir.”
İslâm’da ilk kural: Dünya hayatı dediğimizde, mallar, çocuklar, bunların hepsi bir fitne/imtihan sebebidir. Niye bu dünyadayız? sorusuna din yani İslam, “imtihan için buradasınız” diyor, en net cevap olarak. Dünyada niye varız? Varlık sorusunu her felsefe sormuştur. Darwinizin bir cevap vermiş, herkes kendi zaviyesinden bir cevap veriyor. İslam'ın verdiği cevap, Allah'ın bize öğrettiği cevap ise; bu dünya hayatı bir fitne, bir imtihan olarak var edilmiştir. Yani bu âyetle birlikte bütün dünya kazanımlarının/edinimlerinin aslında birer imtihan olduğu söyleniyor. Neyi kazansak, neyi bilsek de bunun karşılığında imtihana tabi tutuluyoruz. Âyette: “Kadınlara, altına, gümüşe atlara, sağmal hayvanlara, ekinlere, zevklere düşkünlük insanlara süslü kılındı, bunlar ancak dünya hayatının geçici süsüdür” (Al-i İmrân, 14) buyruluyor. Bakın âyet süslü ve güzel olduğunu da söylüyor. Bunlar: “Süslü, güzel ama unutma, bunlar geçici zevklerdir. Asıl güzel olansa Allah’ın katında olandır”, şimdi burada dünyanın çekiciliği ne kadar cazip olsa da sonunun geçici ve bitecek olduğu söyleniyor. Bundan daha güzel bir dünya, yaşam tarzı var mı dediğimizde? Evet, var. Ahiret hayatı var. “Allah katındaki daha güzel ve bâkî olandır, kalıcı olandır” diye cevap veriyor İslâm. Burada kadına, altına, paraya, sağmal hayvanlara düşkünlüğümüz, zaafımız olduğu söyleniyor. Bu hiç kimsenin reddedemeyeceği bir şeydir. Bir şekilde insanın; kimisinde kadına, kimisinde paraya, kimisinde makama, kimisinde eğlenceye yönelik zaafları vardır. Ama mutlaka bu zaaflar hepimizde belli ölçülerde vardır.
Pekâlâ bu gerçekler karşısında Allah bizden ne istiyor? Âyet-i Kerimenin dediğine göre bazı insanlar; “Rabbim bize dünyada ver” diyorlar, böylelerinin ahiretten bir nasibi olamazdı tabii ki. İşte sekülerizmi tercih edenler fiili olarak bu duayı yapan insanlardır; onlar bu dünyayı istiyorlar ve Allah, onlara bu dünyada görece bir şeyler veriyor. Belki iktidar da veriyor ama ahiretten bir nasipleri olmayacak diyor. Bazıları da; “Rabbimiz bize bu dünyada da bir iyilik ver ahirette de bir iyilik ver” diye dua eder. Burada insanoğluna dengeli olmak, dünya için ahiretten vazgeçmemesi; ama aynı zamanda ahiret için de dünya nimetlerinden tamamen vazgeçmemek gibi orta/vasat/mutedil bir yol tutması bildiriliyor. Yani biz dünyada bir güzellik istiyoruz ama ahiretteki güzelliği unutmadan istemek durumundayız. Burada o dengeyi kaçırdığımız anda işte orada artık dünya ahiret dengesi bozulmuş oluyor ki burada aslında Kur'an'a genel olarak baktığımızda şartlar eşit olduğunda ahireti tercih etmemiz tavsiye edilir. Aksi durumda sadece dünyada verilenlerden olma tehlikesi var.
Dünyanın kötü olduğundan bahsedildiğinde, denizler, karalar, bunların kendisi mi kötüdür? Hayır, aslında dünyada mükemmel bir sistem işliyor. Fizikçiler diyor ki; bir bilardo topu veya bir bowling topunu alıp mikroskopla baksanız üzerindeki girinti-çıkıntıların oranı dünyanınkinden daha fazla. Dünya çok daha pürüzsüz. O yuvarlak küre, bu devasa dünya, çok daha pürüzsüz bir şey. Afrika'dan Amerika'ya 40 milyon ton toprağı taşımak istersek çok büyük bir masraf yapmamız gerekir. Fakat rüzgârlar Muson yağmurları olarak o miktarlarda toprağı, yağmur mevsiminde Amazona dökülüyor; o rüzgârlar ve yağmurlar bunu ekolojik bir denge içinde götürüp getiriyor, orada bitkiler dölleniyor tekrardan yeni canlılar oluşuyor. Sırf bu rüzgâr ve yağmur hareketinden dolayı bu döngüyü, o sistemi işletiliyor ve bunu hiç kimseye hissettirmeden yapıyor, Allah. Yani Dünyanın, çok mükemmel işleyen bir sistemi var. Yani kötü olan bir tarafı bu fiziki tarafı değildir. Yine enteresan bir dengeyle Dünyaya her sene aynı miktarda yağmur yağıyor. Allah nereye ne kadar takdir etmişse oraya o kadar yağıyor, bir önceki yıla göre bir yere az yağarken Rabbimizin bildiği hikmet(ler)e binaen başka yerlere daha çok yağıyor. Allah rahmetini rüzgarlarının önünde müjdeleyici olarak yollar. Dilediği yere götürür. Siz burada susuzluktan kırılırken Allah onu yakınlarınızda veya uzağınızda bir yerlere boşaltabilir ve bundan dolayı da hiçbir zorluk çekmez. Siz “kuraklık var” dersiniz oysa ki dünyanın buharlaşma sistemindeki dönen su döngüsü hep aynı. Harika bir işleyiş var.
“Allah dilediğine rızkı bollaştırır dilediğine daraltır dünya hayatı ise bir şımarma eğlencedir. Oysa ahiretin yanında dünya hayatı geçici bir zevkten başka hiçbir şey değildir.” (Ra’d, 26) Burada üzerinde durmamız gereken şey Allah dilediğine rızkı bol verir dilediğine de az verir. Dünya hayatında mutlak eşitlik yoktur. Komünizmin savunduğu şey yoktur ve imtihanın bir gereği olarak bu hiçbir zaman da olmayacak. Peygamber zamanında da olmadı, tarihin başka bir zamanında da olmadı. Çünkü Allah rızkı dilediğine çok verir. “Dilediğine bol verir, bazen de kısarım” diyor. Ve bunu sadece imtihan için yaptığını söylüyor. İşte komünizm bu temel sebepten dolayı, insanlara fıtratlarına uygun olmayan sunî bir eşitlik gömleği giydirmeye çalıştığı için varlığını sürdüremedi. Aslında Kur’an bunu çok açık söylüyor: “Biz sizi birbirinizden Üstün kıldık ki birbirinize iş gördürebilesiniz” diyor âyet. (Zuhruf, 32) Şimdi Kominizim herkese eşitlik var, herkese bir kilo patates deyince yetenekli adam: “Ben niye çalışayım ki” cevabıyla toplumun gelişmesini durdurdu ve O toplum iflas etmek zorunda kaldı. 90 yılda iflas etti. Bu insan fıtratına aykırı bir şeydi. İslâm’ın bu dünyada mutlak eşitlik vaadi yoktur. وَاَنْ لَيْسَ لِلْاِنْسَانِ اِلَّا مَا سَعٰىۙ “İnsana ancak çalıştığının karşılığı vardır.” (Necm, 39)
İslâm’ın dünya görüşü kısaca nedir? Dünya hayatı, mutlak olarak yaşanacak bir imtihan süresidir. Bu dünyada, herkesin mutlaka yaşayacağı bir süre var. Bu bir imtihan süresidir. Yani imtihan salonundayız. Bunu unutmaya “gafil olmak” deniliyor. “Zikri” aslında bir anlamda; bu imtihanı unutmamakla ilgili bir hatırlama olarak anlamamız lazım. Hatırla, zikret dediğimizde bir anlamda bunu demiş oluyoruz. Bu dünyada yaşayan insanlar, duyuları yüzünden, duyguları ve hisleri üzerinden imtihan edilecekler ve süre bittiğinde sınav salonunu terk edeceklerdir. Ama bu sınav salonunun soruları da cevapları da belli. İşin ilginç tarafı burası. Rabbimiz sınavın sorularını da soruyor, cevap anahtarını da veriyor. Nasıl bir şeydir bu? İşte o duygular dediğimiz buna rağmen hata yapmasına olanak tanıyor. Oysa insana düşen nefsinin gururuna, hırsına yenilmeyip bu cevapları kabul edebilmesinde saklıdır. Yani enaniyet duygusu, Allah'a karşı kibirlenme duygusunu yenmek! Kâfir kelimesi neyi ifade ediyordu: Bile bile inkâr etmeyi. İşte Allah bu soruların cevaplarını veriyor ama burada gurura kapılmadan, hırsa yenik düşmeden bu cevapları kabul edip bu cevaplara olumlu yaklaşmakla alakalı bir şey bu. Cevapları kabul eden, bu imtihanında soruların Allah tarafından verildiğini ve ona düşenin boyun eğmek olduğunu kabul eden insana da Allah Kur'an-ı Kerim'de; Mümin, Müslüman diyor. Teslim olan kişi, inanan kişi, güvenen kişi anlamında.
Peki bu insanların hayat tarzı nedir diye sorsak? Bu insanların hayat tarzı bir itidal, “Ümmeten vasaten” olmaktır. Bu dünyada vasat bir ümmet olmak zorundayız. İtidalli, dinde de aşırıya gitmek yok, dünyevileşmekte de yok, savaşırken de aşırıya gitmek yok, ceza verirken de. Yani severken de nefret ederken de bir itidal üzere yaşamayı ifade ediyor. Bu itidal nerelere yansır dersek? Dünya hayatının bir imtihan olduğunu kabul eden Müslüman için itidal, insanların hukuken eşit varlıklar olduğu gerçeğidir. Yani bir Müslüman, hukuken bir başkasının ikinci sınıf vatandaş, potansiyel suçlu olduğunu asla kabul edemez. Bunu söylemesi çok kolaydır ama yapması da o kadar çok kolay bir şey değildir. Yani bir insanın mutlaka köle olması gerekmiyor ikinci sınıf insan olarak görülmek için. İnsanların mutlak olarak hukuken herkesin ama herkesin Allah indinde eşit olduğunu, Allah katında değerlerinin, insanî ve İslâmî değerleriyle ve kaliteleriyle alakalı olduğunu kabul etmek gerekmektedir. Bu bir defa insan olanın vazgeçemeyeceği bir gerçekliktir.
Eğer bizler bunun aksini hâlâ içerimizde taşıyorsak, yani şu kavimden; şuradan olanlar, şu memleketten olanlar, böyle böyledir diyorsak. Bu yaklaşımlar içimizde hâlâ gizli kalmış bir duygu olarak bulunuyorsa buna peygamberin diliyle “sizden cahiliye kokusu geliyor” deniyor. Bu ifade “yani hâlâ cahiliyede kalmış, Mümin olamamış” anlamındadır.
İman eden bir dünya görüşü; hak olarak gücü değil mutlak olarak Hakkı tanır. Yani geçerli olan şey haktır güç ve çıkarlar değildir. Allah rızası öncelikli olur böyle bir dünyayı kabul eden insanda. Çıkarlarından önce Allah'ın rızası vardır. Hayatı bir rekabet olarak değil yardımlaşma olarak algılamak zorundadır. Yani “insan insanın kurdu” falan değil -o onların dünyasıdır-. Yani “acırsan acınacak hale gelirsin” gibi cümleler, İslâm’ın kabul edeceği şeyler değildir. Bir kardeşlik anlayışı vardır, İslam dünya görüşünde, düşmanlık değil. Adalet vardır ki; “Bir kavme olan düşmanlığınız, sizi adaletsizliğe sevketmesin.” “Size haksızlık yapmış olsalar dahi, size düşmanlık etmiş olsa bile haddi aşmayın, Adil davranın” der.
Ahlâkîlik prensibini üzerinde taşır İslâmî dünya görüşü. Burada ne demek istiyoruz: ahlâkîlik hukuka uygunluk değildir. Bu sorun bugün en çok yaşadığımız sorunların başında gelir. Bir şey hukukî olabilir ama ahlâkî olması farklı bir şeydir. Bunun için şu gördüğümüz “imar” denilen şey hepsi hukuka uygundur, ama ahlâka uygun mu? Bir şey yasal olabilir, ama helâl olup olmaması çok farklı bir şeydir. İslâmî dünya görüşüne sahip olan bir akıl, bir şeyin yasallığını değil ahlâkîliğini ve helâlliğini öncelemek zorundadır. İşte “İnsanların mallarını yemek için onları hakimlere vermeyin” (Bakara, 188) diyen âyet bunu söylüyor. Eğer onu hâkimlere verirseniz hâkim, onu yasal hale getirir. Allah Rasûlünden gelen bir hadiste: “Komşunun güneşini kesme” diye bir ifade vardır. “Duvarına çivi çaksa engel olma” gibi başka bir rivayet daha vardır. Şu anki şehirleşme planlarımız hukukîdir. Bazı yerlerde belediyenin birisi 25 kat veriyor, yasal oluyor, diğer birisi 3 kat vermiyor oda yasal oluyor. Yaşam tarzımız ya da kentleşmemiz nasıl bir şeydir? Ve bunların psikolojik olarak bizim sosyal hayatımıza etki edip etmediğini acaba hiç düşündük mü? Yani bu betonların içinde bu kadar sıkışık yaşamak insanları biraz cinnet haline getiriyor mu? Getiriyor. İşte o yarışmacı, çıkarcı ve rantçı seküler dünya, insanların rekabet etmesinden menfaat elde ediyor. O dünya görüşü, bizim birbirimizin kurdu olmamızı istiyor. İslâmî bir dünya görüşüne sahip insanlar, istişareye açıktırlar. Karar alırken, mekanizmaları işletirken, istişare ederler.
İslâmî dünya görüşünün bir başka yönü de insanlara merhametle davranmak hususudur. Müslümanlar sırf akılcı bir mantıkla, realist bir mantıkla davranmazlar. Aynı zamanda da merhamet üzere bir hayat taşırlar ki bir ayette öyle diniliyor: “Affedin”, niye sorusuna da “Allah’ın da sizi affetmesini istemez misiniz” (Nur, 22) Niye? Çünkü Allah'a karşı bir şekilde kusurluyuz. Pekâlâ bunları yapmak için zorluklar var mı? Varsa bu zorluklar nereden geliyor?
Birincisi: Dünyanın çekici zevkleri ve insanın imtihan alanında olmasıdır. Bununla uğraşmak gerçekten zor. Hani o kıssada anlatılır ya; iki kardeşin biri dağda yaşıyor. Orada kendisini günaha sevkedecek unsurlar olmadığı için muttaki kimliğine uygun yaşayabiliyor. Halkın tabiriyle evliya bir zât. Şehirde yaşayan kardeşini ziyarete gelirken heybesine süt koyarak şehre geliyor. Lakin şehirde karşılaştığı durumlar onun gönlüne etki ediyor ve getirdiği süt heybeden akmaya başlıyor; çünkü orada imtihanlar biraz daha farklık arzediyor. Bizler de şehirde yaşayarak haram ve hatalardan kendimizi korumamız asli vazifelerimizden birisidir.
İkincisi: Şeytanın hileleridir. “Çok aldatıcı olan sizi aldatmasın.” (Fâtır, 5) deniliyor, Kur’an-ı Kerimde. “Gurur” kelimesi aslında aldanmayı ifade ediyor. Dünya metaı bir gururdur; kazanırsın, gururlanırsın ve aldanırsın. Çünkü dünya malı en fazla 70 sene mülkiyetinde kalır. Hatta 70 yaşına vardığında çocukların senin hakkında “akl-i melekesi yoktur” raporu alabilirler. Ve ayrıca insanın peşine talip olma hastalığı vardır, insan, peşincidir. “Siz peşin olanları istiyor ahirette sonrakini unutuyorsunuz” (Kıyamet, 20) diyor, insanoğlu böyledir!
Pekâlâ bunlardan nasıl korunabiliriz? Böylesine bir dünya görüşünden nasıl sakınabilirz? Sekülerleşmekten, dünya algımızın bozulmasından kendimizi nasıl koruyabiliriz? Kur’an; “Allah’ı anmaktır, işte o en büyüktür” (وَلَذِكْرُ اللّٰهِ اَكْبَرُؕ) (Ankebût, 45) demektedir. Bazı âlimler onu genellikle “namaz kılmak” olarak çevirseler de aslında hatırlama, nasihat manasına gelmektedir. Yani “en büyük zikir” Allah'ı anmaktır, diye de anlaşılabilir. Çünkü Allah’ı anmak dediğimiz şey; eğer bu işi yapacaksak “burada Allah ne deri” akla getirmektir. “Bu işi yapacağım da bundan Allah razı mı” demek en büyük zikirdir, hatırlamaktır. Zaten neden “Besmelesiz iş güdüktür” demiş Allah resulü? Çünkü Besmele çekemeyeceğiniz bir işte hayır yoktur. Besmeleyi çektiğiniz anda da Allah'ı hatırlamışsınızdır; bir insanın Allah'ı hatırlayarak Allah'a isyan etmesi ise çok mümkün değildir. Böyle bir insanın zıvanadan çıkmış olması yani Firavunlaşması gerekir. Zikir, burada en büyük koruyucu kalkanlardan birisidir; dünya hayatına meyletme konusunda.
Ahireti gündem yapmak, sık sık hatırlatmak: Ahireti gündem yapmak da koruyucudur bir kalkandır. Burada ahireti gündem yapmak derken bir hadis aklımıza gelsin sıklıkla: “Ağızların lezzetlerini bıçak gibi kesen ölümü sıkça hatırlayınız” diyor, Allah’ın Rasûlü. Çünkü insan kendisini dünya hayatına kaptırıyor. Yani hiç ölmeyecekmiş gibi davranıyor. İşte o hadiste “ölümü sık sık hatırlayın” denmek isteniyor. Çünkü o ağızların lezzetini kesiyor. Ne olursanız olun; ister ateist, ister Firavun olun, ister Mümin olun ama ölüm deyince herkes susuyor. Bir kimse: “Allah yok” diyebiliyor, “şu yok” diyor siyaha beyaz diyebiliyor ama ölüm yok diyemiyor. Kur’an-ı Kerim’de “Madem doğru söylüyorsunuz ölümü kendinizden savsanıza?” (Al-i İmran, 168) denir. Bu çok etkili bir hatırlatmadır. Tarih boyunca hiçbir kimse, ya da hiçbir azgın ölümü yalanlayamamıştır.
Rasûllerin, özellikle de Hz. Muhammed (s.a.v.)’in hayatını ve uyarılarını dikkate almak gerekir. Ne tür bir hayat teklif etti o? Kendisi için seçtiği hayat tarzı neydi: “Bu dünyada bir garip ya da bir yolcu gibi ol” Yani gideceğini unutma, yolcu çok fazla malzeme taşıyamaz; evini sırtında taşımaz yani, alıp gideceği bir çantayla yolculuk yapar. Yükünüz ağır olursa çakılır kalırsınız ve bu konuda dünyada nasıl iyi bir insan olabileceğini, Allah’ı razı edebileceğini soran bir sahabeye Peygamber Efendimiz diyor ki: “İnsanların ellerindekilere göz dikme ki, insanlarda seni sevsin.” Yani dünyalıklara yapışma. Bir dua rivayeti de vardır. Bir duasında Allah rasûlü şöyle diyor: “Rabbim Muhammed ailesine rızkı yetecek kadar ver.” Şimdi bu “kifayet edecek kadar” yetecek kadar cümlesi herkese göre değişiyor. Peygamber bunu söylüyor ve bir hayat tarzı var. Burası hepimizin malumudur. Ama biz bu konuda o “yetecek” cümlesinin parantezini çok geniş tutabiliyoruz. Yani ne yetiyor ne kadar yetiyor, ihtiyaç dediğimiz şey nedir? Ve unutmamamız gereken, sıkça hatırlamamız gereken şey şudur; sonsuzluk karşısında dünya hayatı sadece bir parantezdir. Hani eski sinemalarda film kareleri arka arkaya kayıyor ya! İşte biz o kareler içinde bir kareyiz, Dünya hayatı içerisinde. Biz burada rolümüzü oynayıp geçeceğiz. Bu sahnede bizim rolümüz bu. Burada bir rolümüz var ve dünya hayatındaki rolümüzü biz seçiyoruz. Allah mecbur etmiyor, yani “sen kâfir, sen mümin olacaksın” diye bir zorlaması yoktur. Filmin burasında sahne bize veriliyor ve biz bu sahnede hangi rolü hangi biçimde oynarsak yarın Allah katında öyle hesap vereceğiz.
İşte bu günkü pozisyonumuzu anlatan dünyadaki bir başka halimiz; Rasûl (a.s.v.) buyuruyor: “Ahir zamanda çer çöp gibi olacağımızı” söylüyor, “Selin önündeki çer çöp gibi olacak” diyor Müslümanlar. Neden, az mıyız, güçsüz mü olacağız? Hayır bilakis çok ve zengin de olacağız ama bir hastalığımız olacak “vehen” dediğimiz. “Vehen” aslında “dünya sevgisi” anlamına geliyor. Bugün Müslümanlar olarak yaşadığımız şey, aslında bu durumu tefsir ediyor. Bir buçuk milyarın üzerindeki Müslüman dünya üç beş milyonluk İsrail'in önünde duramıyor. Neden? Çünkü onunla karşı karşıya geldiklerinde dünyalıklarının elinden gideceğini biliyorlar. Dünyalıklarının ellerinden gitmesinden korkuyorlar. Evet “bilakis çok olacaksınız ama siz dünyayı sevecek ve ölümden de korkacaksınız yani vehen hastalığınız olacak” diyor. Şu andaki dünyaya, böyle bir hastalıkla tutunmuş durumda Müslümanlar.
İnsan bu ölçüleri unutmaya başlarsa ne oluyor? Uyarıları, dünyanın geçiciliğini, azgınlıkları, ölümü, ahireti unutmamalı insan. Her şey dünyada olup bitecekmiş gibi, dünyada çakılıp kalacakmış gibi olursa insanoğlunun hali ne olur? İşte böylesi bir durumda insanoğlu dünyevileşir. Artık dünyanın adamı oluyor, dünyalık oluyor. İşte dünya hayatının kötülüğü, Kur'an'ın kötü dediği nokta burasıdır. Bizim yaşam tarzımız şayet böyle bir yaşam tarzı olursa, yani dünyevî bir yaşam tarzını seçtiğimiz anda işte bu Kur’an’ın “kötü” dediği bir hayattır ve bizler de bu durumdan sakınmalıyız.
Pekâlâ bu dünyevileşme nasıl tezahür eder? Kur’an’da bunun adı mütrefliktir. Kur’an’da dünyevileşmenin karşılığı nedir dersek? Bu sorunun cevabı mütrefliktir, “refah” kelimesinden aklımızda kalsın. Şu anki yaşantımızla, aslında baktığımızda tezat gibi bir durum söz konudur. Türkiye'deki tüm siyasî hareketler, ya da toplumsal değişimi gerçekleştirme iddiasında olan grupların söylediği şey “refah seviyemizi yükselteceğiz”. Refah seviyemizi, yani “milli gelirimizi yükselteceğiz” demek şeklinde bir tekliften başka bir şey sunmuyorlar. Bu teklif; insanın sadece zevk ve hayat standardını yükseltmek amacıyla yaşaması demektir. Yani mele ve mütreflik. Biz şu anda dünya hayatına ne olarak bakıyoruz; daha iyi bir ev, daha iyi bir araba, daha iyi bir imkân, daha çok para. Bunun içinde imtihan var mı denilse o belki çok sonra gelir aklımıza. Psikolojik olarak rahatsız olunca bir fakire sadaka verince, ahireti de kurtarmış gibi rahatlamış hissediyor insanlar.
Peygamberlerin tebliğine ilk karşı çıkanlar kimlerdi? Kur’an-ı Kerim’den hatırlayalım. “Bir beldeye uyarıcılar gönderdiğimiz zaman, oranın mele ve mütrefleri ilk önce isyan ettiler,” (Zuhruf, 23) diyor. Neden? Çünkü onlar orada hâkim durumdalar ve peygamberler gelip bu hakimiyete çomak soktukları ve “bir dakika” dedikleri anda ilk tepkiyi bu mütref takımı veriyor. Mütreflik hastalığına karşı Tâhâ sûresi 131. âyette Allah: “Sakın onları imtihan için bazılarına verdiğimiz dünya malına gözlerini dikme. Rabbinin rızkı daha hayırlı ve devamlıdır.” Evet bu insanın zaafı. Allah bunu peygamberine söylüyor. “Sakın onlara dünya imtihanı için verdiğimiz şeylere gözünü dikme.” Bugün gelişmişlik ölçüsü ne ile ölçülüyor? Bir toplumun yıllık kişi başına düşen milli gelirle ki bizim Dünya görüşümüzle ne kadar taban tabana zıt. “Akarsu kenarında da olsa suyu israf etmeyin” diyen bir dinin müntesipleri; yıllık ev, süt, su, sabun, elektrik tüketimiyle gelişmişlik ve refah seviyesini ölçülüyorlar. Zıtlık söz konusudur. Bir şeyi çok harcadığınızda, İslâmî literatüre göre “israf ettiğinizde” refah toplumu oluyorsunuz. Bugün bunun getirdiği sonuç gerçekten de dünyada çok korkunç bir durumu ortaya koymaktadır. Çöpe atılan ekmek filan, bunlar çok ufak kalıyor. 1990'larda UNESCO ve Birleşmiş Milletler açlık sorununda ne var diye yatırım yapmak için araştırma yapmışlar. Dünya üretim bantlarında bir problem mi var diye. O zaman dünya nüfusu 6,5 milyardı. Buna yatırım yapalım da bu iş bitsin şeklinde bir araştırma yapıyorlar ve çıkan sonuç aslında yatırıma gerek olmadığını gösteriyor. Dünya üretiyor. O gün kaç kişiye yetecek kadar üretiyormuş dersiniz? Evet, 45 tane dünyaya yetecek kadar malzeme üretiyoruz. Bu 270 milyar ediyor. Ama dünyanın yaklaşık 2 milyara yakın insanı açlıkla karşı karşıya. Bu ne demek? Kur'an-ı Kerim’in o insanlara, o kafirlere dediği bir söz var. “Onlar hayvanların yediği gibi yerler.” (Muhammed, 12)
Hayvanın yemesi nasıldır? Köyde yaşayanlar bilirler. Besicilik yaptıysanız, koyun beslediyseniz bilirsiniz. Müsürlere koyduğunuz yem, boynuzu kuvvetli olanlar, diğer koyunlar açlıktan ölse bile asla o yemden yemelerine müsaade etmezler. “Hayvanların yediği gibi yemek” Çünkü onlardaki merhamet duygusu bizim gibi işlemez. Sadaka gibi bir şey yoktur onlarda. Onlar, hayatta kalma içgüdüsüyle yaşarlar. Daha çok yemek peşinde olurlar. Dünyevileştiği zaman insan da böyle bir hastalığa tutuluyor ve işte bundan sebep Kur’an-ı Kerim’de dünya hayatına, onların eğlence dedikleri, zevk alacakları şeye, “gözlerini dikme” diyor ve “kalıcı olduğunu zannetme. “Sanıyorlar mı ki malı onu ebedi kılacak.” (Hümeze, 3) İnsanoğlu sanki malı çoğalınca kendisi halid/ebedî olacak. Bu insanoğlunun en büyük aldanışı. Adamın diyelim ki 100 milyon doları var veya 500 milyon doları var, hâlâ lazım olur diye biriktirmeye çalışıyor, yaşı seksenlere geldiği halde. Bu adam, kalıcılığa gerçekten iman etmemiş mi? 80-90 yaşına gelmiş hâlâ diyor ki; “lazım olur”. Şimdi bu adam gerçekten malının ve kendisinin kalıcı olacağını zannetmiyor mu? Ama eskiler bir söz söylemiş; “Bir çeşme bir adama ancak 40 yıl akar.” Yani o servet de olsa, akıntı da olsa 40 yıl sonra sizden alırlar onu, sahiplik durumu değişiverir.
Burada bir başka âyeti de hatırlamış olalım: “Dünya hayatı onları aldattı ve onlar dinlerini oyun ve eğlence edindiler.” (A’raf, 51) İşte bu durum bizim için bir başka büyük tehlikedir. Dünyaya aldandığımız anda din oyuncak haline geliyor, başlıyoruz onu sündürmeye. Ama Allah diyor ki; hani bu ahireti unuttu dünyaya daldırlar ya, inkâr ettiler ya, “işte o gün Biz de onları unutacağız” A’raf, 51). Nerede? Azabın içerisinde. İşte burada en önemli nokta ahireti unuttuğumuzda “dinin oyuncak haline geliyor oluşu” var. Yani ahiret olgusu gerçekten çok büyük bir otokontrol. Ahireti her an gözümüzün önünde tuttuğumuz zaman, daha önce o halının altına süpürdüğümüz kabahatleri acaba o kadar rahat süpürebilir miyiz? Niye çünkü o gün açılacak “diri diri toprağa gömülen o kız çocuğuna sorulacak seni hangi günah yüzünden öldürdüler.” (Tekvir, 8) O pislikler de açılıp buraya “Bizi kim doldurdu” demeyecek mi? Kur’an-ı Kerim’e ve ahirete inanıyorsak, o gün defter ortaya konulacak, büyük-küçük ne varsa hepsi sayılacaktır. Ağzınız susacak, azalarınız konuşacak, şahitlik edecektir. Ahiret inancını diri tutan bir akıl ve gönül, gerçekten çok kolay dünyaya meyledip günah işleyebilir mi? Haramlara el uzatabilir mi? İşte bizim için en büyük tehlikelerden birisi de; ahireti unutup dünyada dini oyuncak haline getirmektir. Bu çok büyük bir tehlikedir. Ama bu tehlike var diye uhrevî bir yaşam tarzı mı teklif ediyor İslâm? Hayır! Böyle bir şey yapmıyor. Ne dünya aşırılığına ne de ahiret aşırılığına müsaade ediyor ve burada “vasat ümmet” olmayı kabul eden bir dindir İslâm.
Pekâlâ bu dünya hayatına razı olup dini sündürmeye başladığımız zaman bazı tezahürler ortaya çıkıyor, bunlar nelerdir? Bu duruma tabii hemen fıkıhta deliler bulunabiliyor. Yakışıp yakışmadığı, arkaplanı da çok önemsenmeden! Mesela: “Müslüman iyisine layıktır” deyiveririz. “Kuvvetli mümin, zayıf müminden daha iyidir” denir. “İslam para kazanmaya karşı mı, mülkiyet yok mu?” denir. Biraz daha ileri gidince “Ya bir daha mı geleceğiz dünyaya” deniliyor. Ondan sonra daha dün, yanına yaklaşmadığımız şeylerin üstünde tepinmeye başlarız ve bugün olan şeyde aslında bunun bir resmidir! Biz dünyada kendimizi biraz rahata erince kalıcı gibi hissediyoruz. Dünya malı insanda sanki hiç ölmeyecekmiş gibi bir hal oluşturuyor. Bundan korunmak için hiç kimse masum değildir: Papazı da, rahibi de, hocası da, Müslümanı da, Hıristiyanı da bu hastalıktan beri değildir. Bu hastalık bütün insanlık için bir problemdir. Çünkü dünyevileşen insan, o dünyadaki diğer insanların canavarı haline geliyor. Çünkü dünyaya sahip olmak zorunda; aynı pastaya uzanan bütün ellerle rekabet etmek zorunda. Onun algısında paylaşmak gibi bir şey yoktur. Çünkü o sahip olacak ve bu dünyada kalıcı hale gelecek. İşte bu düşünceden bir şekilde kendimizi korumamız gerekiyor. Peki korumak çok kolay mı? Hani peygamberimiz bizim için nelerden korkuyordu?
“Ben sizin şirk koşmanızdan değil, dünya nimetlerinin sizin önünüze açılmasından korkuyorum” diyordu. O korkunun ne demek olduğunu işte İran fethedildiğinde Hz. Ömer'in ağlaması üzerine “Niçin alıyorsun” zafer geldi diyorlar. Hz. Ömer, “Ben o hazinelere nasıl sabredeceğimiz konusunda ümmet için ağlıyorum” diyordu. Biz yokluk sınavını verdik, lakin bu varlık sınavını verebilecek miyiz? “Sizi varlıkla da yoklukla da imtihan eder, deneriz. Sabredenleri müjdele.” (Bakara, 155) İşte burada zikir gibi sabır da bence çok önemli bir şeyi ifade ediyor. Dünyevileşmeye karşı sabır, aslında insanın bu çekici kılınan duygulara karşı, dünyanın nimetlerine karşı direnebilmesinin adıdır. İşte kadın fitnesine, para fitnesine, makam fitnesine, ilim fitnesine direnebilmek, büyüklenmemek/kibre kapılmamak için sabır nimetine tutunmalıyız. İşte “sabredenleri müjdele” derken aslında Kur’an-ı Kerim'de sık sık “o itidali ayakta tutabilen, itidal üzere direnebilen” insanlar kastediliyor. Yoksa ki acıya çok dayanıyormuş, fakirlikte hiç sesi çıkmamış gibi değildir. İtidali devam ettirebilen insanlara işaret ediliyor. Bir kelam-ı kibar da şöyle bir şey söyleniyor: “Kişi dünyaya meyil edip ona evlilik teklif ederse, dünya ondan mehir olarak dinini ister”. Bunu hiçbir zaman unutmamalıyız!
Allah, dinini doğru anlayıp ve Dünya'yı doğru yaşayanlardan eylesin! Sapmaktan, saptırmaktan bizleri muhafaza eylesin! Dinini hakkıyla yaşayan Müslümanlardan eylesin! Dünyalık olarak başarmış olan bize göre; bundan ötesi mi var diyebileceğimiz bir peygamberin diliyle bitirelim: Hz. Yusuf, Mısır’da bulunan tahtına babasını oturtarak, işte gördüğüm rüyanın yorumu bu dedikten sonra şöyle dua ediyordu: “Beni Müslüman olarak öldür ve salih kullarının arasına kat!” Bizler de bu duayla bitirelim.