“Ey iman edenler, kim Allah’ın yolundan dönerse bilsin ki Allah yakında bir toplum getirecek, O onları sever, onlar da O’nu.” (5/Mâide, 54)
İsrail sadece Filistin’i işgal etmiş değil, işgalin kapsamı çok daha geniş, zulmün boyutları çok daha derin. Haber ajansları ve medyadaki ağırlıkları, sanat ve özellikle sinemadaki etkinlikleri, Mason locaları, Rotary ve Lions klüpleri, uluslararası nice teşkilatları, kendi ideallerine hizmet eden tâğutî rejimler ve her ülkedeki işbirlikçileriyle İsrail her şeyiyle müslümanların içinde. Yahudilerden mü’min olanlara, artık nasıl yahudi denmezse, müslümanlardan yahudileşenlere de artık müslüman denilmesi yanlış olur, o artık “yahudi(leşmiş)” bir kimsedir. Kendisinde itikadî anlamda münâfıklık alâmetleri bulunanlar, hadis-i şerifteki ifadeyle nasıl hâlis/tam bir münâfık oluyorsa (Buhârî, İman 24, Mezâlim 17; Müslim, İman 106), kendisinde yahudilik alâmetleri bulunanlar da tam bir yahudi olurlar. Yoksa, yaratılış ve ırk olarak yahudi olmak, ne başlı başına bir üstünlük, ne de alçaklıktır. İnsanın, kendi elinde olmayan bir sebepten dolayı, şu veya bu ırka mensup olmasından ötürü gazab edilmesi ve lânetlenmesi Kur’an’ın bütünlüğüne uygun bir anlayış değildir. İnsan, irâdesini iyiye veya kötüye kullanmasından, kendi yaptıklarından dolayı ödül veya cezayı hak eder. Önemli olan Kur’an’da ifadesini bulan yahudi karakterine sahip olup olmamaktır. Aynen, müslüman bir anne-babadan doğmak, yani nesil olarak müslüman çocuğu olmak, müslüman sayılmak için kâfi olmadığı gibi.
Batılı kâfirlere, hıristiyan ve özellikle de yahudilere ait Kur’an’da beyan edilen nice olumsuz özellik, bugün “müslümanım” diyenlerde hiç eksiksiz bulunmaktadır. Dolayısıyla hıristiyan ve yahudilere verilecek dünyevî ve uhrevî cezalar, mü’minlerden onları örnek alan taklitçilere de verilecektir. Bu, İlâhî adâletin gereğidir. Lânete, gazaba uğrama ve dalâlet/sapıklık hükümleri/damgaları da. Bu değerlendirmeler, fertler için olduğu kadar; toplum için de geçerlidir. Toplumların, devlet ve rejimlerin, lânetli ve sapık yolu izledikleri zaman, helâkleri ve cezaları, tarihtekinden farklı olmayacaktır. Sünnetullah’ta (Allah’ın toplumsal kanunlarında) bir değişiklik olmaz. Saâdeti asra taşımak ve sahâbeleşmek mümkün olduğu gibi, İsrâil’leşmek de mümkündür. Bu tercih; mutluluk veya felâketi, cennet veya kıyâmeti seçmektir. Dışımızdaki yahudiden daha tehlikeli olan, içimizdeki yahudidir. Kalp ve kafamızdaki, el ve dilimizdeki küfürdür dünyamızı perişan, âhiretimizi zindan edecek olan. “Ey iman edenler! Siz (önce) kendinize bakın. Siz hidâyet üzere/doğru yolda olunca, dalâlette olan kimseler size zarar veremez.” (4/Nisâ, 105). Beyinlerini ve gönüllerini, yaşadıkları çevredeki topraklarını ve hatta mescidlerini her çeşit işgalden arındıramayanlar, uzaklaştıkları mübârek yerleri ve büyük mescidlerini hiç kurtaramazlar. Gönüllerdeki yahudiliğe savaş ilân edip içimizdeki işgali kaldırmadan, dıştakine tavır almak mümkün değildir.
Cihad görevinden kaçan, tâğutlardan korkan, beşerî ideolojiler peşinde koşan, gündelik işlerden dâvâya vakit ayıramayan, kâfirleri dost ve velî kabul eden dünyevîleşmiş müslümanlar kendilerine gelsin diye uyarıcı iğnedir İsrail vahşeti. “Zâlim Allah’ın kılıcıdır, Allah onunla yoldan çıkanları cezalandırır, sonra ondan da intikamını alır.” Zâlimlerden korkan, onlara karşı seyirci kalan insanlara, Allah zâlimleri musallat kılar ve onların seviyesine indirir.
Hamas’ın ve intifâdanın unutulmaz liderlerinden şehid Şeyh Ahmed Yâsin öyle diyordu: “Allahım! Filistin konusunda sessiz kalan ümmeti Sana şikâyet ediyorum.” Filistin’li kız çocuğunun sesi hâlâ kulaklarımızda çınlıyor: Ârun aleykum: Utanın!” Peki, utanılacak bu durumdan kurtulmak, orayı kurtarma gayretiyle, kendimizi kurtarmak için ne yapılması gerekiyor?
Pis temizlenir, ama pisliğin atılması, tümüyle yok edilmesi lâzımdır ki, gerçek temizlik olsun. İsrail denen terörist devleti tümüyle ortadan kaldırmadan Filistin meselesi hallolmaz. İsrail’i ortadan kaldırmak için de o küçük ülkenin sömürgesi konumundaki Amerika ile ve hatta İngiltere gibi bazı Avrupa ülkeleri ile savaşmayı göze almak gerekir. Bu da Üçüncü Dünya Savaşı ve hatta belki Kıyâmet Savaşı demektir. Bu yüzden, ümmetin her şeyden önce yeniden imanını, sosyal, ekonomik ve siyasal yapısını gözden geçirmesi gerekmekte, köklü değişikliklere aday olması icap etmektedir. Bunun için de başlanacak yer: Tevhiddir, şirkin izâlesidir.
Sonra canlı Kur’an adayları yetiştirmek, iman-amel bütünlüğüne, takvâ ve ahlâkî erdemlerle örnekliğe önem vermektir. İşte bu özelliklere sahip olan ümmetin içinde tüm ümmeti ve İslâm’ı temsil edebilecek öncü insanların, nasıl cihad edilmesini bilen ilim sahibi, muttakî ve ahlâklı mücâhidlerin cihadı, kapıları açacak ve Allah’ın yardımına muhatap olunacaktır. Allah, ancak bu aşamalardan geçmiş, kendi dinine yardım edenlere yardım edecektir. Ve Allah’ın yardımına lâyık olmadan böylesi büyük işleri başarmak ve hatta girişmek mümkün değildir.
Bildiğiniz gibi; İsrail, sadece Ortadoğu topraklarında 6-7 milyonluk bir ülkeden ibaret değil. Öyle büyük ahtapot ki, Ankara’ya, İstanbul’a kolları uzandığı gibi, başı ta Amerika’larda. Büyük kolları Avrupa’da. İsrail içimizde. Her şeyiyle; yaşam tarzıyla, ölüm korkusuyla, devlet biçimiyle, düzeniyle, yasalarıyla, eğitim tarzıyla, kıyafetiyle, medyasıyla… her şeyiyle içimizde. Ümmetin içinde, gönlünde, kafasında. Toprakları işgal eden İsrail’den daha tehlikelisi, zihinleri ve gönülleri işgal eden İsrail’dir. Ve ümmet topyekün bu faciayı yaşıyor. Ümmetin ekserisinin evleri ve işyerleri, çocukları ve gençleri, okulları ve sokakları işgal edildiği halde farkında bile değiller.
Filistinliler bunun farkında ve düşmanlarına atacak bir taşları varsa onu atmaya çalışıyor. Ümmetin fertlerinin çoğu işgalcilerine tutkun, hayran ve yardımcı durumda. Ümmet, dostunu düşmanını tanımıyor, işgalin ne olduğunu bilmiyor. Gardiyanına âşık oluyor, celladını ölesiye (öldürülesiye) seviyor. Aman Allah’ım, nasıl olur, şehid kanları bile bu durumu değiştiremiyor. “Her yer Kerbelâ” denir ya, bugün “her yer Filistin!” Her yer işgal altında. Zulmün en büyüğü, bedenlere yapılan değil; kafa ve gönüllere yapılandır. Dünyasını yok etmekten daha büyük zulüm, insanın âhiretini mahvetmektir. Kur’an öyle diyor: “…Allah’a şirk koşma! Şüphesiz şirk, gerçekten en büyük zulümdür.” (31/Lokman, 13). Filistin’den daha feci bu ülkenin insanlarının durumu. Onlar hiç olmazsa düşmanlarını tanıyorlar ve taşla da olsa onlara tavır alıyorlar. Ölüyorlar (ölümsüzleşiyorlar) ve kurtuluyorlar. Buradaki işgal sonucu ölenlerinse âhireti mahvoluyor. Biz, insanların suçsuz yere ölmemesi için mi öncelikle mücadele etmeliyiz, yoksa âhiretlerinin mahvolmaması için mi? Önceliğimiz insanların bedenleri mi, ruhları mı? Dünyaları mı, âhiretleri mi? İnsanların öncelikle karınlarını mı doyurmalıyız, gönüllerini mi?
İnsanımız o hale gelmiş ki, belâ kendi evinin kapısına dayanıncaya kadar suya-sabuna dokunmamayı tedbir sayabiliyor.
Para-pul, araç-gereç, sayı-nüfus hesabı yaptığı kadar bile Allah’ı hesaba katmıyor ve korkularının esiri olabiliyor.
Okumakla adam olacağına, namazla sadece Allah’a kulluk bilincine ulaşacağına, duayla aktifleşeceğine, sabırla direnişe geçeceğine; kitapla eşekleşebiliyor, namazla ürkekleşebiliyor, duayla pasifleşebiliyor ve sabırla zilleti kuşanabiliyor.
Elini taşın altına koyacağına, yüke omuz verip yük alacağına; yük olabiliyor.
Bir yol bulacağına, yol açacağına, yola düşeceğine; yolda düşüyor, düştüğü yerden kalkmıyor, yoldan çekilmiyor.
Yangını söndürmek için eline bir kova su alıp göreve koşmak yerine; itfaiyecileri eleştiriyor, yürüyenin önüne taş, üretenin önüne set olabiliyor.
Zihni düşünce, gönlü huzur, eli iş üreteceğine, sadece dili laf üretiyor.
Esas Filistin biziz biz! Farkında bile değiliz.
İslâm, insanları kurtarmak ister. Canla cihad, yani Allah için savaş, başkalarını öldürüp cehenneme göndermek için değil; nefsimizi ve diğer nefisleri cehennemden kurtarmak için yapılır.
Cihad, yanmaktan kurtulan merhametli insanların başkalarının imdadına koşmasının, insan kurtarma savaşının adıdır. O yüzden kurtulmayan kurtaramaz.
Canla cihadda, yani Allah için savaşta hedef, öldürmek değil; diriltmektir. Ölü kalpleri diriltmek, sönük fikirleri aydınlatmak, donuk hissiyatlara can vermek. İnsanları yurtlarından etmek değil; onlara ebediyet yurdunu kazandırma gayretidir cihad. Bu diriliş hareketinin önüne çıkanlar ölümü hak etmiş olurlar.
Çokların hayat bulması için, belli bir azgın azınlığın ölmesi gerekiyorsa, işte buna “cihad” deriz ve buna koşarız. Aksi halde çoğunluğa zulmetmiş oluruz. Bunun şartlarını da ümmetin ulemâsı belirler, birkaç gencin heyecanlı ama cahilce tavrı değil.
Cihad mekânları; mânen hastalıklı, ülkelerinde ciddi bir şey yapamayan insanların sığınağı, ucuz ve kolay yoldan cennete gitmek için kaçılacak, sığınılacak mekânlar değildir.
Maddeler halinde cihadı tahlil edelim
1) Cihad farzdır.
2) Cihad, sadece silahla veya can alıp canını vermekle sınırlandırılamaz.
3) Kur’an’da cihadı emreden hemen bütün âyetler, “malınızla ve canınızla cihad edin” der. Önce malla, yani, can dışında Allah ne tür imkân verdiyse onlarla Allah yolunda cihad…
4) Cihad emri, Kur’an’ın topluma tedricî olarak yüklediği görevlerdendir.
5) Cihad emri, öncesinde başka çalışmaları icap ettiriyorsa oradan başlamayı gerekli kılar. Namaz için önce abdestin gerekli olduğu gibi.
6) Bu topraklarında yaşayan kimselerin en önemli cihadı yine bu topraklarda olmalıdır. Çünkü bizim yaşadığımız yerlerde cihada daha büyük ihtiyaç vardır. Şirkin izale edilmesi için yapılacak ciddi çabalar için uğraş vermek, can vermekten daha zor, daha sabır isteyen, daha ilim ve olgunluk isteyen bir tavırdır.
7) Esas İsrail, bizim içimizdeki İsrail’dir. Esas Filistin biziz. Esas büyük işgal, toprakların işgali değil, bizim insanımızın gönlünün ve zihninin işgalidir.
Şeytan, yapamayacağımız büyük işleri, idealleri, boyumuzun ve gücümüzün yetmeyeceği şeyleri güya yaptırmak için, yapacağımız görevleri aksattırmayı pek sever. Şeytanın sağdan yaklaşmasıdır bu.
Tamam, İsrail mallarını ve kendini ona kayıtsız şartsız destek verme mecburiyetinde hisseden Amerika mallarını boykot edelim, ama “made in Turkey” imzası taşıyan malların ne kadarı İsrailleşmemiş, Amerikanlaşmamış firmaların malları ki!? Şu an gösterebileceğimiz en iyi boykot, hayatımızdan Yahudi yaşayışına dair yaşantıları çıkarmak, gâvurlaşmaya giden yoldan dönmek olacaktır. İsrafa yol açacak, lüks tüketim sayılabilecek tüm malları boykot etmeli değil miyiz? Olayı, bir de tersinden değerlendirelim: Kârının belirli miktarını her ay İsrail’e gönderen (tespit edilebildiği kadarıyla) yüz civarında marka var ve bunların Müslümanlarca boykot edilmesi isteniyor. Aynı şekilde İsrail devleti, kendi halkına; Filistin’e ve benzeri cihad yapılan yerlere her ay yardım eden markaları boykot etmelerini istemek için firma ismi tespit etmeye kalksa, kaç tane Müslüman markası çıkar? Hatta bulabilir mi boykot edilmeyi gerektiren bir firma? Dâvâsı için Siyonist Yahudi kadar fedâkârlık yapamayan zenginleri hangi sınıfa koyacağız? Paraya tapma özelliği yönüyle kim daha fazla Yahudi(leşmiş) dersiniz?
Ne mi yapmak lâzım? Önce durum ve konum tahlili… Akıllıca, çekinmeden. Sonra uzun vadeli programlar. Ümmetin ihyâsı, tevhidi anlayan muvahhidlerin vahdeti. Sonra öncülerin şûrâsı ve önderliği. Ulemânın beraberliği, kolektif dayanışma ve güç birliği ruhu. İlim-takva-cihad bütünlüğü. Allah’a (O’nun dinine) yardım. İlâhî rahmete paratonerlik ve liyâkatlik. Ümmet içinde öncü bir kadro, ümmet içinde ümmet. Ve, onların İslâmî değişim ve dönüşüm için planlı programlı faaliyetleri. Cihadsa, her çeşidiyle cihad; Ama niyetlerin, inançların, amellerin/eylemlerin, safların, önderliğin netliği.
“Dinde zorlama yoktur.” (2/Bakara, 256). Ancak, cennet yolunu zorla kapamak isteyenlerle de savaştan başka çare yoktur. Bizim cihadımız, muhâtaplarımızı yok etmeyi değil; onları İslâm’laştırarak kurtarmayı veya kurtulmak istemeyen o zâlimlerden diğer insanları kurtarmayı hedefler.
Bugün müslümanların kâfirler arasında bir selin içindeki köpük ve çer-çöp gibi olmasının temel sebebi, düşman edinmeleri gereken kâfirleri dost kabul etmeleridir. Dünyada izzetin, onurun, devletin; âhirette cennetin bedeli, Allah’ı ve Allah taraftarlarını dost; şeytanı ve şeytanın askerlerini düşman kabul etmek ve dostluk ve düşmanlığını ispatlayacak davranışlarda bulunmaktır.
Ortadoğudaki müslüman kıyımına bakıp “sıra bize de gelecek” diyenler de, bilsinler ki; onlar bizim kardeşimiz ve sıra bize çoktan gelmiş. Onları ümmetin parçası olduğu halde, kendimizden, bizden saymıyorsak, safımızı kontrol etmek durumundayız.
Esas acınacak insanlar, dostunu düşmanını tanımayan ve düşmanını dost zannedenlerdir. Cihadıyla, ibâdetiyle Allah’ın dinini yaşamayan, Müslüman kardeşine yardım edemeyen kimsenin, müslümanca ölmesi de çok zordur.
Yolumuzu aydınlatmak için gerektiğinde malımızı yakmak, cehennemde yanmamak için gerekirse İbrâhim gibi dünya ateşlerine atılmak, dinimizin izzeti için canımızı incitmek, Allah için gerekli zorluklara, sıkıntılara katlanmak gerek.
Zafer önce gönüllerde ve kafalarda kazanılır. Gönüllerindeki, zihinlerindeki, hayatlarındaki işgallere karşı direnenler, er-geç zafere ulaşacaktır.
Kurtulmayan kurtaramaz. Kendini fethedemeyen hiçbir şeyi fethedemez. Gönül kapısını tevhid anahtarıyla açabilen kimsenin önünde nice kapalı kapılar kolayca açılacaktır.
Allah nazarında en üstün kişi, gönlünü, bileğini ve kafasını birlikte güçlendiren ve bu dengeli gücü Allah yolunda kullanabilen kimsedir. “Allah, mallarıyla ve canlarıyla cihad edenleri, derece bakımından oturanlardan üstün kıldı... Allah mücâhidleri, oturanlardan çok büyük bir ecirle fazîletli kıldı.” (4/Nisâ, 95)
Vahdet halinde dünya müslümanları gerçekten kıblelerine yönelip kıyâma durunca, bu işgal ve zulümler, yerini fethe ve güzel bir dünyaya kısa bir anda bırakacaktır. Ümmet bilinci içinde dünya müslümanları olarak hepimiz, cihad ve fetih şuuruyla Mekke fâtihleri gibi davransak; Filistin’deki zulüm, Irak’taki vahşet, karşımızda kaç dakika dayanabilir?
Cihad, karşımızdaki, hangi dilden anlıyorsa, o dilden anlatmaktır. Dille anlıyorsa dille; elle anlıyorsa elle konuşmaktır. Şehâdet kelimesini haykırmak, bütün dünyaya meydan okumak, bütün küfür dünyasını karşısına almak, şehidliğe tâlip olmak demektir. İsrâil, T.C.’den, Arabistan’dan değil; elinde taştan başka silahı olmayan, kendini taşlayan gençten korkup üstüne tankla yürüyor.
Yarın tarih kesinlikle yazacaktır: “Sapan taşları canavar tankları yendi.” Dünkü tarihin yazdığı gibi: Ebâbil kuşlarının taşları, azgın filleri yendi. Yarınki dünya, İsrail ve Amerika karşıtlarının olacaktır, yarınki âhiretin onlar için olduğu gibi.
Yahûdi kadar, bâtıl ideoloji mensupları kadar çalışmayan, fedâkârlık yapmayan insan, Müslüman sayılamaz!
Şehidler, kendi hayatlarını fedâ etme pahasına kutsal emâneti, tevhid şiarını, İslâm sancağını bize ulaştırdılar. Bizler, bu bayrağı taşıyabiliyor muyuz? Bizden sonraki nesillere bayrağı daha yükselterek teslim edebiliyor muyuz? Cevabımız “hayır” ise, unutmayalım; hesap meleklerinden önce şehidler yakamıza yapışacaktır.
Yenmek başkadır, kazanmak başka. Yenilmek başkadır, kaybetmek başka. Allah’ın askerleri savaşı kaybetse de, zaferi kazanırlar. Fillerin tavşanlarla savaşındaki gâlibiyeti, aslında alçak bir mağlûbiyettir.
İki güzelden birine (9/Tevbe, 52) tâlip insanlar çoğaldıkça, canını, malını Allah yolunda fedâ etmeyi ve Allah Teâlâ ile yaptığı antlaşmayla cennet karşılığında canını satmayı (9/Tevbe, 111) gâye edinmiş Allah erleri çoğaldıkça; dâvânın hâkimiyeti yakın demektir.
Çilesiz, zahmetsiz, sıkıntısız, ihtiyar kadınlar gibi evlerinin köşesinde oturarak zafer beklemek, ancak cihad kaçkınlarının işidir. Şehâdete, zorluklara, sıkıntılara tâlip olmak, Allah’ın dinini hâkim kılmak için çalışmak; gerçek imanın alâmetidir. Ve bu iman sahipleri için neticede iki güzellikten biri (9/Tevbe, 52) vardır: Ya şehâdet, ya da zafer ve ganîmet; bir de Allah’ın rızâsı.
“Gâyemiz Allah, önderimiz Rasûlullah’tır. Anayasamız Kur’an, yolumuz cihaddır. En yüce temennîmiz Allah yolunda şehîd olmaktır.” (Şehid Hasan el-Bennâ)
İslâm’ın zaferinin önüne, Mûsâ’nın denizi, İbrâhim’in ateşi veya Yusuf’un hapishanesi çıkmış, hiç önemli değil; ya geçeriz ya geçeriz!
Selâm olsun tüm şehidlere, şehid gibi yaşayan ve dâvâsını yaşatan canlı şehidlere, şehâdet duâsı ve hazırlığı yapanlara!
Son vahşi olaylar bir kez daha gösteriyor ki, insanlık İsrail eliyle hızla dünya savaşına doğru sürükleniyor. Kıyâmet savaşının sirenleri çalıyor. Planlarımızı, hazırlıklarımızı buna göre yapmak, yaşantımızı ufukta gözüken bu geleceğe göre gözden geçirmek zorundayız.
Nice İslâm toprağında da ateş gibi yakıcı sıcak savaş sahneleri uyguluyor. Müslüman, dünyanın neresinde yaşarsa yaşasın, bunlara seyirci kalamaz, tarafsız olamaz. Bertaraf olmak istemeyen bîtaraflığı seçemez. Müslüman, gündelik basit işlerle oyalanamaz. İki yoldan birini seçmek zorundadır, yol ayrımına gelmiş insanımız. Ya cenneti ya cehennemi; ya izzeti ya zilleti; ya cihadı ya mağlûbiyeti; ya Allah’ı ya dünyayı… Allah’ı tercih edenlere selâm olsun!
Allah’ım! Bizi, azâba hak kazanmış kimselere senin dünyevî azâbını tattırmaya memur eyle! Ey Muntakîm olan Allah! Bizi intikamı hak edenlere karşı görevli kıl.
Dünyevîleşmeye, gâvurlaşmaya, yahudileşmeye giden yolu bırakıp, kendilerine nimet verilen peygamberlerin, sıddıkların, şehid ve sâlihlerin yolunu takip eden ve Allah için her imkânıyla cihad edenlere ne mutlu!