
Bizler, Allah’ın kitabında bizleri isimlendirdiği Müslümanlarız! “insanları Allah’a çağırmayı” (Fussilet, 33) kendilerine dâvâ edinmiş kimseleriz!
+(532) 238-4131
bilgi@kuranyurdu.com
EVLİLİK Mİ MENFAAT Mİ?
Daha önce evli bekârlar diye bir yazı yazmıştık. Bu yazımızda, önce ki yazımızın farklı bir versiyonu olarak evliliği değerlendireceğiz. Evlilik insanlık tarihiyle beraber var olan bir kavram. Her toplumda evlilik var ve uygulanıyor. İyi veya kötü ama her toplumda var olan bir müessese. Hz Âdem a.s. ile başlayıp sonraki nesillerin tahrif edip bozmasıyla devam eden bir serüven… Hz. Peygamber (s.a.s.) ‘e kadar bozulan tahrifatı düzeltmek için uyarıcılar gelmiş ve bozulan toplumları uyarmış. İnsanlık ile beraber var olan bir kurum: Evlilik ve aile… Avrupa’ya, Amerika’ya, Afrika’ya, hangi kıtaya veya topluma giderseniz gidin evlilik ve aile kurumunu göreceksiniz. İnancı ne olursa olsun mutlaka bir evlilik ve aile yapısı göreceksiniz. Biz bu yazımızda evliliğin nasıl bir sömürü aracı haline evrildiğini anlatmaya gayret edeceğiz. İki tür evlilik vardır insanoğlunun önünde:
Gelin biz bunu kendi toplumumuzda uygulamalarıyla değerlendirelim. Bu model alındığında karşımıza çıkan görüntü şöyle oluyor. Evlilik yapacak iki karşı cinsin birbirlerine neden evlendikleri ve neden bir araya geldiklerine dair değerIendirmeleri vardır. Genelde bu değerlendirme denklik veya menfaat üzerinden kurgulanır. Kızımızın evleneceği erkekte aradığı temel vasıflardan olmazsa olmaz olanı maddi gücü yerinde olması yani varlıklı olmasıdır. İstisnalar dışında varlıklı bir kızımız fakir bir erkekle evlilik düşünmez. Bırakalım düşünmesini zaten toplum ve çevre, kültür bunun önünü kapatmış, bunu teklif etmek bile hakaret sayılır. Kendi çevremize ve topluma baktığımızda bunların sıradan olduğunu zaten göreceğiz. Bu model yaygın bizim toplumda. Müslümanı, Müslüman olmayanı her tarafta model alınan bir yöntem. Bu modelde kadın veya erkek fark etmez temel ölçüt denklik veya maddiyat yani elde edilecek mal mülk vb. konular. Bu modelde 18 yasında kızımız 40 yaşında biriyle rahatlıkla evlenir, bu hiç sorun olmaz. Bu modelde 20 yaşında delikanlımız 40-50 yaşında varlıklı bir kadınla evlenir, bu gayet normal karşılanır. Bu model çok eşliliğe kesinlikle karşıdır. Bunun söylemi bile linç sebebi sayılır. Bunu linç sebebi sayan insanımız örneğin evliyse eşi Avrupa’ya çalışmaya, para kazanmaya gidecek eşini rahatlıkla ve isteyerek boşar ki gittiği yerde evlilik yapsın ve orda vatandaşlık alsın, zengin olsun. 18-20 li yaşlarda kızımız çok evliliğe şiddetle karşıdır amma Avrupa’dan bir talip çıkınca onun oradaki yaptığı evlilik hiç sorun olmaz. Kendi ülkesinde veya toplumunda evlenip boşanan bir erkekle bekâr kızımız evlilik düşünmez çünkü kendine denk görmez. Kendisi bekâr evleneceği delikanlı da bekâr olmalı. Eğer kendisini isteyen zengin varlıklı bir bey olsa bu denklik devre dışı kalır. Çünkü istediği evlilik zaten buydu. Yani hayallerini süsleyen rahat, konfor ve zenginlik ona ulaşmak için kullanacağı tek argüman bekarlığı veya güzelliği diğer adıyla gençliği bir başka adıyla kadınlığı. Bizim toplumda bu çok yaygınlaşmaya başladı. Artık kızlarımız bu modele göre hareket ediyor. Aslında hesaplamadıkları bir şey var bu modeli kendilerine dayatan kültür veya üst akıl kendilerini yok ediyor, farkında değiller.
Bu evlilik modeli insanlık tarihi kadar eskilere dayanıyor. Okuduğumuz tarih kitapları bize bunların sayısız örneğini anlatıyor. Toplumları yıkmak için kadınların nasıl araç olarak kullanıldığı, savaşlarda bile karşılarındaki orduları kadınları kullanarak yıkmak istedikleri yeni bir durum değil. Hatırlarsınız bundan 15-20 yıl önce karadeniz bölgesinde meşhur bir toplumsal olay vardı. Rusya’dan gelen nataşalar deniliyordu adlarına. Toplumda nasıl bir refleks yaptığını yaşadık. Aslında bu Rusya’nın kendini ve kültürünü kadınları kullanarak nasıl tanıttığını göstermesi açısından önemli, dikkat edin dün onlara karşı çıkan kadınlarımız veya toplumumuzun bugün onlardan pek bir farkı kalmadı. Yani onlar amacına ulaştı, biz kaybettik. Örneğin onların toplum yapısında yalnız yaşayan kadın ve kızlar vardı. Bizde ise bu hiç hoş karşılanmazdı. Artık bizde de normalleşti, yani onlara benzedik. Yaşadığımız toplumda evlilik, devletin verdiği resmi evlilik cüzdanına indirgenmiş durumda. Genelde kadınlarımız karşılarında evlilik yaptıkları erkekten resmi evlilik cüzdanı istiyor. Neden mi dersiniz? Çünkü evlilik bahane resmi kalkan şahane! Yukarıda yazdığım bir örnekte 18 yaşında kızımız zengin beyle hiç düşünmez evlenir demiştik, peki bu kızımız resmi nikâh yani evlilik cüzdanı olmasa bunu yapar mı? Kanaatimce imkânsız çünkü amaç evlilik değil, karşısındakini sömürmek.
Bu Rahmani modelde sen ben yoktur, evlenip aile olan iki cinsin bir olması vardır. Senin hakkın benim hakkım değil, ailenin hakkı vardır. Her iki tarafta sadece kurdukları aileyi yaşatmak için mücadele eder. Bu modelde kişilerin çıkarları, menfaatleri yerine sadece Rablerinin rızasını kazanma yarışı vardır. Bu model her iki tarafa da kendileri için yaradılışına uygun mücadele alanları seçip tayin etmiştir. İki tarafta kendi alanlarında mücadele eder ve bu mücadele kendileri için ibadet olur. Çünkü insanın yaradılış amacı belli “Ben, cinleri ve insanları ancak ve yalnızca Bana ibadet etsinler (her şeyi Benden bilip, Benden isteyip, Benden beklesinler ve her konuda hükümlerimi yerine getirsinler) diye yarattım” (Zariyat, 56)
Rahmani modele uyanlar bilirler ki hayatlarının her anı, yaptıkları her iş bir ibadet olacak. İbadet olması için de kendilerini yaratan kendilerine ne emretmiş ise onu ölçü kabul ederler. Bu model evliliklerde sınıf farkı olmaz, yoksul zengin ayrımı olmaz. Bu modelde menfaat elde etmek için evlilik varsa da tek menfaat Rablerinin rızasıdır. Rahmani modelde evlilik, 1. modele kıyasla temelden farklıdır, çünkü bu modelde evli kişiler bir menfaat elde etmez. Elde edilecek menfaat varsa da o menfaat, dediğimiz gibi Rablerinin rızasıdır. Bu modelde dava evliliği vardır, bu modelde menfaat elde etmek değil, kendinden fedakârlık vardır. Bu modelde kendi konforundan feragat vardır. Bu modeli baz alarak evlilik yapanlar, kimsenin kınamasından çekinmez, tek çekinceleri Rablerinin kınamasıdır. Çünkü onlar evlenirken konfora, rahatlığa talip olmadılar, onlar Rablerinin rızasına tabi oldular ve onlar bu dünyayı geçici gördüler, Rablerinin kendilerine hazırladığı nimet yurduna talip oldular. “İman edip salih amellerde bulunanlar… Biz onları altından ırmaklar akan, içinde ebedi kalacakları cennetlere sokacağız. Bu, Allah’ın gerçek olan vâdidir. Allah’tan daha doğru sözlü kim vardır?” (Nisa, 122)
Evet, Kur’an’da bu konu da çok ayet bulmak mümkün, Hz. Peygamber’in sahih sünnetine bakıldığında da konu anlaşılmış olacak. Bütün delilleri burada yazma imkânımız yok, konuyu uzatmamak adına. Şu ince nüansı ıskalamayın, elde edeceğiniz dünya malı zenginlik vesaire hepsi Allah’ın mülkü, kimsenin kendi mülkü değil. “De ki: Allah'ım, mülkün sahibi sensin, mülkü dilediğine verirsin, dilediğinden alırsın. Dilediğini yükseltirsin, dilediğini alçaltırsın. Senin elindedir hayır, sensin her şeye gücün yeten. ” (Ali imran, 26)
Bizim uğrunda kendimizi heba ettiğimiz mülkün gerçek sahibi Allah’tır, biz ise onun kullarına verdiği geçici olana bakıyoruz.
Bütün bu değerlendirmeden sonra sömürü nerede, neden evliliği sömürü yaptılar diyeceksiniz, gelin biraz somutlaştıralım. Hep konuşurken insanlar birbirine, “duygu sömürüsü yapıyor” der. Duygu sömürülüyor da evlilik sömürü aracı olamaz mı diye hiç sormuyoruz. Dönüp kendimize, ailemize ve topluma bakalım, sonra değerIendirelim. Kadınlarımızın çoğu, ister dindar olsun ister ateist vb. evlilik müessesesini kendilerine bir sömürü alanı olarak çoktan parsellemiş. Sadece evliliği mi, keşke evlilikte kalsa, kadınlarımız, kızlarımız dişiliklerini karşılarındaki erkeği elde etmek, menfaat sağlamak için kullanmıyor mu dersiniz. Evlilikte kızlarımız neden varlıklı erkeleri tercih ediyor, biraz düşünün. Zenginliği için evlilik tercihi olmuştu, neden evlendikten sonra evlendiği kişi zengin olduğu halde boşanıyor? Çünkü evliliği kullanarak evlendiği varlıklı kişiden imkân devşirmek idi asıl amacı.
Aslında evlilik bir yaşam biçimi, bir hayat modeli. İnsanımız bunu yaşam biçimi olmaktan çıkarınca birilerinin menfaat alanına dönüştü. Evli insanımız sanki bekâr imiş gibi yaşamaya başlamış ya evliliği kavrayamamış veya yaşadığı durumu evlilik olarak düşünür olmuş. Evlilik kopya olmaz iki insanın evliliği kendi orijinal aile yapısıdır. Her aile kendi içinde orijinal bir öze sahiptir, hiçbiri diğerine benzemez, benzememeli de. İnsanımız kendi orijinalini beğenmeyince kopyalamaya başlıyor, kendini başkalarıyla kıyaslıyor. Oysa doğru olan kendini kıyaslaması değil o kıyasladığı insanlar da farkında değil beğenmediği kendisini kıyaslıyordur. Kendi beğenmediği orijinalini çevresi imrenerek izliyordur farkında değil. Eğer bugün ailenin sorunlarından yakınıyorsak, unutmayalım bunun müsebbibi biz, kendimiziz. Çünkü kendi orijinal aile yapımızı başkalarıyla kıyaslayarak müdahaleye açık hale getiriyoruz. Bu bizim ailemiz olmaktan çıkıyor müdahale eden herkesin ailesi haline geliyor. Kendi içerisinde orijinal özler barındıran ailelerden çevreye açık ailelere evrilme başlamış. Yani siz kendi yapınızı kıyaslamaya başladığınızda aslında kendi orijinal yapınızı bozuyorsunuz ve herkesin müdahalesine açık hale getiriyorsunuz. Sonra da dönüp şikâyet ediyorsunuz.
Unutmayalım Rahmani yapıda aile dokunulmaz ve mahremdir, hiçbir aile bir diğerine benzemez, kopyası olmaz. Evlenen insanımız bu mahrem olması gereken aileyi başkalarıyla kıyaslamaya başlarsa, dikkat edin kıyasladığı hep kendinden üstte gördüğü aileler olur, hiç kendini daha zor durumdaki ailelerle kıyaslayıp şükretmez, hep şikâyet eder. İnsan maalesef böyle bir varlık, Kur’an’ın tabiriyle nankör varlık. Günümüzde hiç Ebu Zer’i kendine örnek alıp kendini Ebu Zer’le kıyaslamaz. Günümüzde hiçbir kızımız Ümmü Zer’i kendine örnek ve model alıp kendini ona kıyaslamaz. Fakat bunların edebiyatını muazzam bir şekilde yapar. Günümüzde hiç kimse Hz. Ali ile Hz. Fatıma’nın r.a. kurduğu aile yapısını örnek alıp kendi ailesini onlarla kıyaslamaz. Fakat konuşurken onları öyle bir anlatır ki, dinleyenler gerçekten mest olur. Oysa yapılması gereken, güzel anlatmak değil model alıp yaşamaktı, yaşayarak model olmaktı. Tarihimiz ve kaynaklarımız bize bu Rahmani evlilik modelini o kadar çok örneklerle aktarmış ki, biz hiç dönüp bakmıyoruz buralara. Unutmayalım, güzel anlatanlar değil güzel yaşayıp örnek olanlar salih amel işlemiş olacaklar ve kurtuluşa ulaşanlar da onlar olacak.
Toplumumuzda maalesef artık kimse kimseye güvenmiyor, baba oğluna oğul babaya, kadın kocasına koca hanımına güvenmiyor, herkeste bir güvensizlik almış başını gidiyor. Güvenin olmadığı yerde kaos olur işte bugün ailelerimizi sarmalayan kargaşa tam da buradan kaynaklanıyor. Güven ortadan kalkınca menfaatler öne çıkıyor. Yarını kurtarma, kendini güvence altına alma refleksi başlayınca herkes eteğindekini dökmeye başlıyor, kim diğerinden ne koparırsa kârdır hesabı.
Toplumda şikâyet etmediğimiz hiçbir alan kalmadı, aile, ticaret vb. sayın sayabildiğinizce. Her taraf üçkâğıtçı dolu. Daha acısı, artık Müslümanlara, hocalara bile kimse güvenmiyor. Neden mi dersiniz, yaptıklarımızdan olmasın? Örnek olması gereken Müslümanlar kendi cemaatlerinde bile ne ayak oyunları yapıyor. Yapılan bu üçkâğıt oyunları bir süre sonra normalleşiyor, herkes aynı şeyleri normal görüp yapmaya başlıyor. (Kendine mürit arayan hocalara dost tavsiyesi, bu toplumdan artık mürit de çıkmaz, varsa da menfaati olduğu için mürittir. Hanımına eş olamayan, kocasına hanım olamayan, ailesine sahip olamayandan mürit hiç olmaz.) Kur’an’ın tabiriyle başınıza gelenler kendi ellerinizle yaptıklarınızdandır. Bütün bu menfaatçi ve çıkarcı insanları yetiştirenler neticede bu düzen ve bu toplumdur.
Bu yazdıklarımızı ve daha nice burada yazmadığımız konuları düşünün, sonra neden evlilikler sömürü ve menfaat alanına dönüşmüş bir muhasebe yapın. Kafamızı kuma gömmenin kimseye faydası yok, artık öz eleştiri yapmak ve yanlışları masaya yatırıp bir an önce öze dönmek zorundayız. Bunları yapamaz isek büyük bir helak kapıya dayanmış durumda. Bunun bir de Allah’ın huzurunda hesabı olacak ki orada bu menfaatperestlik hiç işe yaramayacak.
İNSANLIĞIN DÜNYA SERÜVENİ -1-
İnsanlığın serüveni; bebeklik, gençlik ve ihtiyarlık. Herkesin serüveni farklı; kiminin bebekken, kiminin gençken, kiminin de ihtiyarken dünya serüveni son buluyor.
Hangi anneden doğacağımız ve dünyaya gelip gelmeyeceğimiz insanın iradesinde değildir. Allah'ın iradesi ile oluşan bir durumdur.
Bebekken ölenin tohumu çatlamaz ve bu tohumun cennette yeşereceği umulur. Çocukken ölenin ise tohumu çatlamış, filiz vermiş ama meyve vermemiş, bu meyveleri de cennette vereceği umulur.
Asıl buluğa erenin sorumluluğu başlıyor. Meyvesini güzel mi verecek yoksa verimsiz mi olacak. Bu kendi iradesine bağlıdır. Salih amel meyvesi mi verecek yoksa bozuk haram meyvesi mi verecek, kendi iradesiyle belirleyecek.
Çocuk yeni dökülmüş betona benzer. Sen, çocuğa ne verdinse onu alır. İyi veya kötü, taze betonda iz bırakır; düzeltmek ise anne-babaya aittir.
Kişi iyi bahçıvan olacak, bitkiyi güzel yetiştirecek, Zekeriyya (as) gibi. Adayan ise Hanne olacak ve Meryem (as) gibi iffetli bir şahsiyet yetiştirecek. Maalesef böyle bilinçli çocuk yetiştirme bizden çok uzak kaldı ve kaliteli insan yetiştiremez olduk.
Küçükken ne verirsen çocukta kalıcı o olur.
İnsanın kendi iradesiyle dünya serüveni başlıyor. Yönetici kendisi, yönetilen yine kendisi, rolü alan kendisi, rolü oynayan da kendisidir. Bu yol kendisine göre uzun, aslında kısa, bu serüvenini nasıl bitireceği yine insanın kendi elindedir. Elbetteki sebeplerde faktördür, çoğunluğu kendisi belirler.
Bu serüvenin sonucuna göre ahiret hayatı da şekillenecek. Serüvenin içindeki oyuncu kendisi macerayı da kendisi belirleyecek. Ya ķüfrün önderi alkışlanan, ya da küfrün altında figüran, ya belirleyen, ya da belirlenen olacak.
İman yolunda önderlik, sorumluluk ağır, ya da iman yolunda neferlik, ölüm gelinceye kadar sorumluluk bilinci…
Bu serüven devam etmekte ve ölüm ise kovalamaca ile peşimizde. Güzel yaşayanın ölümü her daim güzel olmuştur.
Kendisini Kur’an ile terbiye etmiş, siyer ile Rasulün ahlâkıyla ahlaklanmış ve yolu da sırat-ı müstakim yolu olmuş, mü'min şahsiyet her zaman belirleyen olmuştur. Dünya serüvenini bilinçli şekilde yaşar, yön verir, yönetir, idare eder çünkü donanımlıdır.
Mü'min hangi beldede olursa olsun, hangi şartta olursa olsun isyan etmez. Verilen nimetlere şükreder ecrini alır. Musibetlere sabreder yine ecrini alır. Bulunduğu yere uymaz, kendinde olan güzelliklerin rengini verir. Yolun hakkını verir, yolda kalmışa el uzatır, ihtiyacını giderir ve dünya serüvenini de dolu dolu geçirir, yapılması gerekeni yapar.
Kafir ise küfrün karanlık serüveninde bocalar durur. Anlık hayatı önceler, çılgınlar gibi eğlenir, yer içer, oyalanıp durur. Dünyaya bir daha mı geleceğim der ve vurdumduymaz bir hayat yaşar. Dünyaya bir daha gelmeyecek doğru ama! Ahirette dirilecek ve cehennem son durağı olacak. Orada ne yaşayacak, nede ölebilecek.
Kimisi ise dünya serüveninde sürekli adrenalini yaşar, sanki ölüme meydan okur. Sürekli macera peşinde spor adına ömrünü geçirir, genelde ömrü de bu yol üzere son bulur.
Kimiside artisttir, sürekli rol yapar. Hayatı da rol yapmak ile geçer. Kimisi modeldir, sürekli güzel görünmesi gerekir; çünkü süslü basın sürekli peşinde. Kimisi makamı vardır hakkını veremez, farkındadır veya değildir. Çevresine zulmeder. Kimisi patrondur, iş sahibidir, hak yolunda cimridir; batıl yolda ise israfçıdır.
İnsanlığın dünya serüveni ölüm ile son bulur ve ahiret macerası başlar, cennet veya cehennem ile son bulur.
Rabbimiz dünya serüvenimizi razı olduğu gibi tamamlamayı bizlere nasip etsin.
Esselamu aleykum ve rahmetullah sevgili kardeşlerim!
Değerli Müslümanlar! Allah’ın izniyle bugün sizlere bir soru sorarak konumuza başlamak istiyorum. Sizlere dünyanın gelmiş geçmiş en güçlü ordusu hangi ordudur, desem sizin cevabınız ne olurdu. Her yere korku salmış kendi ülkesini uzaylılardan bile koruyabileceğini iddia eden Amerika mı? Yoksa yaşadığınız yeri çok rahat bir şekilde bombalayabilecek silahları olan Rusya mı? Milyon sayısına ulaşmış ordusuyla Çin mi? Ya da eskiden Cengiz han, İskender, Napolyon, Timur vb kişiler mi en güçlü orduları barındırıyor. Şunu da belirtelim ki sayın kardeşlerim anlatacağım kişiler bu bahsettiklerimizden hiçbiri değildir. Şu bir gerçektir ki, bu dünya da gelmiş geçmiş en güçlü ordu Hz. Süleyman aleyhiselam’ın ordusudur. Hz. Süleyman’ın cinleri, insanları, hayvanları kapsayan bir ordusu vardı. Rüzgara hükmedebiliyor, hayvanların dilinden anlıyor ve etrafında bu kadar çeşitli nimetler sayesinde bizim günümüz teknolojisinin henüz ulaşamadığı bilgiler Hz. Süleyman’ın elindeydi. Camdan saraylar emri altında işçilik yapıp heykeller binalar yapan, dalgıçlık yapan cinleri vardı. Hayvanlar sayesinde dilediği bölgelerden haberler alabiliyordu. Bütün bu nimetler Kur’an’ı kerimde sâd suresi 35. ayette geçen Hz. Süleyman’ın duasının kabul edilmesiyle mucize olarak verilmiştir. Ayetin mealinde: Ey Rabbim! Beni bağışla ve bana benden sonra kimseye layık olmayacak bir mülk (hükümranlık) bahşet.
Şüphesiz sen çok bahşedicisin. Bu yüzden Hz. Süleyman’a verilen mülk dünyada başka hiçbir hükümdara ya da topluluğa verilmeyecekti. Ama Müslümanlardan bir ordu bir topluluk var ki onlar fakirdi. Bazen yiyecek-içecek bir şey bulamazlardı. Silahları azdı. Güçlü, sağlam ve büyük silahları yoktu. Sayıları da azdı, çok büyük bir orduları yoktu. Onlar güçlü bir ırka da mensub değildiler. Lakin tüm bu yokluğa rağmen Denizin dalgaları gibi olan orduları yendiler. Tüm insanlık onların karşısındaydı. Fillerle zırhlı, teşhizatlı güçlü kale ve şehirlere sahip olan devletler karşılarında çaresiz kaldı. O devletlerin hepsinde Hazineler, servetler, zenginlikler vardı. Günümüzde Türkiye Cumhuriyeti, Amerika’yı Rusya’yı, Çin’i yendi desek muhtemelen sadece bu düşüncenin hayal olduğunu ve imkansız olduğunu söylerler ama onların zamanında böyle bir durum mümkün olmuştu. İşte o ordu Rasulullah’ın ashabıydı. Gerçekten de insanı düşündürüyor. Acaba dünyada gelmiş geçmiş en güçlü mülke sahip bir ordunun tüm dünyayı ele geçirebilmesi mi daha başarılı yoksa bir avuç insanın tüm dünyayı, karşısında aciz bırakması mı? Öyle ki zengin değiller, sayıca üstün değiller, Ad kavmi gibi dağları oyacak bir güce de sahip değiller. Nasıl peki Persler, Rumlar, Araplar hatta Türkler bile bu orduyu durdurmaktan aciz kalmışlar? Allah’a inanmayan, mantıksal boyuttan bakmak isteyen biri bu işin içinden çıkamaz, tesadüfen olmuş ya da işte o Arapların şöyle böyle strateji üstünlüğü vardı, yok diğer devletler kötüye gidiyordu, birbirleriyle savaşırken çöküş dönemindelerdi vb. bahanelerle bütün bilim adamlarının yaptığı gibi konunun aslını örtmeye çalışırdı. Ama bahsettiği konularla da alakası yok. Üç bin kişinin karşısına gelmiş, iki yüz bin kişi ama bakın ki Müslümanlardan on iki kişi ölmüş, kafirlerin ki sayılamayacak kadar fazla… Savaşın sonucunda Müslümanlar sayı azlığı dolayısıyla geri çekilmiş kafirlerde ellerinden bir şey gelmediği için kalelerine saklanmışlar. İki günlük savaşta o kadar az Müslümandan nasıl sadece 12 kişi şehit olmuş. Mantığın tıkandığı yer… Bugün iman etmiş bir Müslümanın böyle şeylere inanması zor olmamalı hatta sorana cevabı direk kendisinin vermesi lazım. Allah Rasul’ünün ashabına maddi yönden bakarsak, genelini fakirlerin ve yoksulların oluşturduğunu anlarız Ama onların peygamberi Muhammed (s.a.v.) idi. Bununla beraber onların Kur’an’ı Kerim’in ayetlerine geçecek kadar faziletli amelleri vardı.
Müslümanlar! O sahabelerin imanları vardı. Öyle bir iman ki yüzme bilmediği halde bir nehre dalacak kadar, kum taneleri gibi ordularla savaşacak kadar. Akıl almaz işkencelere maruz kalsalar da “Ehadun Ehad” diyebilecek kadar. Evinde tek kişilik yemeği çocuklarına vermek yerine evine gelen aç Müslüman kardeşine verecek kadar imanlı ve samimi. Bahsettiğimiz şeyler dile kolay gelen ama yapılması çok zor olan ameller. Müslüman olmayan İnsanlara, onların yaşamını anlatınca sanki bir masal gibi diyorlar. Çünkü onlara göre böyle olaylar sadece masallarda olur. İnsanların dışladıkları, bastırdıkları, taşlayıp alay ettikleri bir grup nasıl oldu da tüm Arap kıtasına yayıldı. Müslümanlar! Dünyanın en güçlü ordusu olup olmadıklarını söyleyemeyiz. Hz. Süleyman’ın hükümdarlığı var. Ama bahsetmiş olduğumuz Rasulullah’ın ashabı tüm Müslümanların öncüleridir. Kardeşlik, güzel ahlak, mertlik, cesaret, fedakarlık, merhamet, takva. Rasulullah s.a.s.’den sonra bizim en çok örnek aldığımız grup sahabelerdir. Biz, Hristiyanları ya da Yahudileri örnek almayız. Çünkü hepsi sapıtmışlardır. Kendi kitaplarını değiştirdiler, kendi peygamberlerini öldürdüler, kendi rahiplerini ve kendi hahamlarını ilah edindiler. Ama Rasulullah’ın döneminde sahabeler böyle yapmadı. Bir sahabenin bedir savaşından önce bir konuşması var. Sahabe: “Ya Rasulullah! Sen, bizim bir nehre dalmamızı istesen biz hiç düşünmeden seninle o denize dalarız.” Bunu demesinin nedeni kendisi ensardan yani Medineli. Medineliler genel olarak yüzme bilmezler hatta hiç bilmezler desek daha doğru. Çölün ortasında doğup büyümüşler. Ticareti de fazla yapan yok. Hayvancılık ve tarımla uğraşıyorlar. Ve böyle bir olayda vuku buldu. Rasulullah’ın vefatından sonra bir komutan aktif şekilde akan bir nehrin geçilmesi için nehre tüm Müslümanları emri ile daldırdı ama boğazlarına kadar su gelse de nehri kayıpsız sakince geçmeyi başardılar. Bir insana bu sahabenin sözünden ve bu olaydan bahsettim. O, bana dedi ki “Ama bu delilik yani bu cesaret değil, delilik” dedi. Delilik gibi gelebilir. Sahabelerin imanı gibi bir imana sahip değil ki, o insan, sahabelerin yaptıklarını anlayabilsin ya da biz o kadar imana sahip miyiz ki, onların bu kadar fethi nasıl yaptıklarını anlayabilelim. Aslında cevabı çok zor değil.
Müslümanlar! Biz, her şeyin yaratıcısı, kendisinden başka hiçbir ilah olmayan Allah’a inanmıyor muyuz? O’nun bir şeye ol deyince olmuyor mu? Bakın söylediklerimizi gayri müslimler, imanı zayıf insanlar, cahiller anlamaz. Allah en büyük güç, kudret sahibi elçisi için bütün kafirleri suda boğmadı mı? Bir salih kulun “Keşke bizim içinde bulunduğumuz nimetleri bilselerdi” dileği Kur’an’ı Kerim’de geçmiyor mu? Allah 5 ile 6 kişilik salih kulları için zaman algısını değiştirip, onları İslam’ın yaşandığı bir devre getirmedi mi? Aynısını son elçi olan Rasul’ünün ordusu için yapamaz mı? Allah’ın yardımı iman edenlerin üzerine değil mi? Allah sizden 100 kişi 200 kişiyi yenebilir buyurmuyor mu? Allah üstünlüğün takvada olduğunu, kendisi için iyi, salih ve saflar halinde birbirine kenetlenmiş bir şekilde savaşan kullarını sevdiğini belirtiyor. Burada bu, şu suredeki şu ayettir, demeyeceğim. Çünkü Kur’an’ı Kerim’i hepimiz okuduk. Allah’ın emirlerini sürekli olarak birbirimize hatırlatıyoruz ama hatırlamadıklarımızda oluyor. Bugün bütün Müslümanlar, İslamî bir devletin hayalini kuruyor. İnsanların akın akın İslam’a gireceklerinin hayalini kuruyorlar. Müslümanlar! az önce belirttiğimiz gibi mesele güç, kuvvet, zenginlik, kalabalık soy meselesi değil, mesele iman meselesi, mesele yürek meselesi. Bugün biz, Müslümanlar! Sizce imanı kuvvetli, hatta daha ileri giderek imanı tam insanlar mıyız? Az önce belirttiğimiz ayete ters düşüyoruz. Müslümanların birbirine kenetlenerek savaşmalarını Allah seviyor ama bugün bırakın savaşmayı Müslümanlar tek tek dağılmış durumdalar. Hepsi farklı dünyayı yaşıyor. Sürekli Müslümanların ayrılma ve cemaatleşme haberleri geliyor. Dünyalık şeyler yüzünden ümmetin geleceğini tehlikeye atıyoruz. Müslümanlar, sizce yeteri kadar mücadele ediyorlar mı? Piknikten, sohbetten, muhabbetten öteye geçemiyoruz.
Allah Rasulu kaç yıl gizli davet yaptı, kaç yıl savaşmadan durdu, kaç yılda peygamberlik dönemini bitirdi? Bugün Müslümanlar 100 yıldır uyuyor. Geçen 2023’e girdik ve 100 yıl tamamlanmış oldu. 100 yıldır uykudayız ve başımızdaki kafirler, belli etmeden bizi uykumuzda zehirliyor. Bütün bu durumların sebebi de bizim Müslümanların imanının zayıf olması. Bırakın savaşmayı, Müslümanlarda kardeşiyle barışacak kadar iman yok. Allah uğrunda kan dökecek imanı bırakın cebindeki 10 liradan 1 lirasını vermeyen Müslümanlar var. Bırakın gece namazını, namazı cumadan cumaya sanan var. Müslümanım dedikten sonra, atam diye puta saygı duran var. Müslümanım deyip kendi için düşündüğünü bir başka kardeşi için düşünmeyen var. Müslümanlar! Bu bahsettiklerim o , bu, şu, onlar değil, biziz. Bizleriz. Bugün bir kardeşimizle ayrışıyorsak, isteseniz de istemeseniz de kendinizden bir parçayı bırakmış oluyorsunuz. Bugün bir Müslümana iyilik yapmak kendinize iyilik yapmakla aynı. Bugün Allah rızası için bir şeyler yaptığınızda bundan ilk faydalanacak kişi, siz olursunuz. Sahabeler, Allah rızası için sevmedikleri, insanları sevdiler, birbirlerine sevgi ve muhabbetle yaklaştılar. Gerektiği zaman aç kaldılar, gerektiği zaman kanlarını ve canlarını verdiler. Allah, bakara suresinin 214. ayetinde “Sizden öncekilerin başına gelenlerin bir benzeri sizin de başınıza gelmeden önce cennete girebileceğinizi mi sandınız?” Buyurmuyor mu? Peki, biz şunu söyleyebilir miyiz? Biz, bizlerden önceki ümmetlerin yaptığı gibi yapmadan, cennete girebileceğimizi düşünebilir miyiz? Onlar gibi mücadele etmeden, fedakarlık yapmadan, bedel ödemeden, onlar gibi çalışmadan, onlar gibi iman etmeden nasıl cennete gireceğiz? Allah, onların hayatından bize dersler vermek için Kur’an’ı Kerim’i o müminlerin kıssasıyla doldurmuş. Müslümanlar şunları söylüyorlar: O zamanla bu zaman aynı değil. Biz o eski Müslümanlarla aynı değiliz. Biz, peygamber değiliz ki bunları yapalım. Evet doğru biz bir Hz. Ömer değiliz ama adalette mertlikte onu örnek alarak, onun yaşadığı gibi yaşamaya çalışarak, o insan kendi zamanının Hz. Ömer’i olamaz mı?
Ya da bir Müslüman, Hz. Osman gibi malını sürekli durmadan akıl almaz maddi miktarlarda infak etse, o Müslüman zamanımızın Hz. Osman’ı olamaz mı? Şunu bilelim, kimse kimsenin yerini alamaz. Allah, herkesi özel yaratmıştır. Müslümanlar! Şöyle bir düşünün! Biz kendi bulunduğumuz çağın sahabeleri olamaz mıyız? İslam sancağını büyük gayret ve fedakarlıklarla alıp ötelere götüremez miyiz? Denizin dalgaları gibi orduları, kafirlerin kurduğu tuzakları, onların devasa silahlarını, Allah’ın yardımıyla birbirimize kenetlenmiş bir şekilde mücadele ederek yenemez miyiz? Yeneriz. Allah bizden öncekilere yardımıyla zafer nasip etmiş, bize neden etmesin. Bizim Rabbimiz, Allah. O’ndan başka Rabbimiz yok, O’ndan başka bize yardım edecek koruyacak yok. Müslümanlar! bizim 3. bir şıkkımız yok. Ancak bizler şuan ki zayıf imanımızla bunları yapamayız. Bu zayıf imanla tek vücut olamayız, bu amellerimizle bir yere gelemeyiz. Müslümanlar! Önce kendi imanımızı kuvvetlendirmeliyiz. Şunu bilelim ki: Allah’tan korkan ve O’na güvenen birini dünyada hiçbir güç korkutamaz. Rabbimizin, Allah olduğuna iman etmiş biri insanların yasakları veya kuralları onun yapacaklarını belirleyemez. Müslümanda başka birinin emirlerine tabi olmaz. Rasülüne iman etmiş birinin tek örneği rasülüdür. Kitabına iman etmiş birinin tek ders kitabı Kur’an’ı Kerim’dir. İman etmiş biri Müslümana düşman olamaz, darılamaz. Üç günle sınırlıdır. Onunla yollarını ayırmaz, onun düşmanı nefsi, şeytan ve şeytanın yardakçılarıdır. Bizler eğer gerektiği gibi iman edersek, Allah’ın vâdi haktır. Allah, bizim saadetimizi sağlayacaktır. Müslümanlar! Dikenli yolların arkasında cennet vardır. Düz ve şaşaalı yolun arkasında da cehennem 3. bir yol yoktur. Allah, bizlere yardım etsin. Bizleri salih imanlı ve takva sahibi kullarından eylesin. Bizi hüsrana uğrayanların yolundan uzak tutsun İnşaallah! Buluşma noktamız cennet olur. Bu çektiğimiz sıkıntılara ve dertlere Allah için gülüp geçmeyi Allah bize nasip etsin ve Elhamdulillahi rabbil alemin!
سْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيم
Dönüşüme uğrayan bir insana dönüştüğünü anlatmak çok zorludur. İçinde bulunduğun toplum dönüşüme uğradığında ise o toplumda yaban kaldığın gibi “marjinal… diye tabir olunan” bir isimlendirme ile olumsuzlanan bir insan oluverirsin. Çünkü işleyişe ve inanç sistemlerine aykırı bir duruş ve önermelerin vardır. Nedense “Ya inandığın gibi yaşarsın ya da yaşadığın gibi inanmaya başlarsın” zemininde “yaşadığı gibi inanmaya başlayan” insanlara dönüştüklerini anlatmak zor olduğu gibi kendi değişimleri doğrultusunda dayatma yapmaya çalışmaları ise ayrı bir garabettir. Yanlış yolu doğru görmeyi sağlayacak bir sürece maruz kalmış insan ve topluluklar elbette şıp diye ortaya çıkmıyor. Toplum dönüştürme mühendisliği (odakları) “alt akıl!” boş durmuyor.
İslam’ın toplumsal bir hayat olarak egemen olmadığı toplumlar, şirk sistemi esaretinde hayat sürerler. Şirk toplumu[1] genel itibariyle dönüşüm sorası ortaya çıkan toplumdur. Dönüşüm öncesi toplumsal inançları Adem (a.s.) babamız ve onu takip eden elçilerin izlediği yoldur. Yalnızca bir tek ilâha boyun eğmek, itaat etmek (ibadet) doğrultusunda, siyasal, sosyal, iktisadi ve ahlaki hayatta yaratılış gayesine uygunluk esas alınmıştır. Sonrasın da üretilen "Sezar’ın hakkı Sezar'a, Tanrının hakkı Tanrıya" şeklindeki toplumsal yaşam ve inançlar dönüşüm geçirmiş toplumların ortak özelliği olarak karşımıza çıkmaktadır. “Üstün sınıf- üstün ırk-tanrısal yetkinlik-üstün özellikler… ” gibi temellendirmeler ile toplumun inancına yön verecek bir yol takib edildi ve ediliyor. Akabinde yaşadığı gibi inanmaya başlayan çoğunluklar ile karşı karşıya kalındı/kaldık.
Bu çoğunlukların, arzularını, konforu, makamları, şehvetleri ve iştahlarını dizginleyecek bir otoriteyi istememeleri işin arka planında olan asıl gerçekliktir. Yani “Hevayı ilâh edinme” durumudur. Tüm çaba ve hırçınlıkların temelinde olan da budur.
Birde bunun farklı bir boyutu olarak atalar yolu diye tabir edeceğimiz, İslam’a aykırı oluşturulmuş örf ve adetler ile ilgili ortaya konan ” ben mevcut verili olana karşı duramam!” örnekliğindeki edilgen kişiliklerin yaklaşımları sebebiyle “doğruların yerine ikame dilen yanlışlar” şeklinde, batıl olan sistem ve rejimlerin eli güçlendirmekte. Tıpkı Ebu Talib örnekliğinde anlatıldığı gibi, Muhammed (a.s.) amcasından vefat öncesi İslam üzere son nefesini vermesini arzular ve Risalet gereği şehadet getirmesini istediğinde, Ebu Talib’in Kavminin kendisini ayıplamasından korktuğunu/utandığını… söylemesi gibi… Dönüşen toplumlar korunup kollanmış olurlar…
“Alt akıl” toplum mühendisleri boş durmuyor. Dönüştürme projeleri devam etmekte, sinsi, sinsi ve bir birini takib eden adımlar ile acele etmeden hareket etmekteler. Çünkü acele ettiklerinde baskı ve basınçla yol almak zorunda kalırlar bu da elde etmek istedikleri gönüllü bir dönüştürmenin tabiatına aykırıdır. Zor ve baskı ile elde edilen dönüşüm görünümlü hallerin arkasında bitmez tükenmez bir nefret ve direnç vardır. İşte bu nedenle sevdirerek dönüştürmek yolunu tercih etmekteler. Severek dönüşüme kucak açanlar sonrasında bu dönüşümün yılmaz bekçileri kesilivereceklerinden “her doğru çağrı ve uyarıyı duyduklarında şüphe ile yanaşacak” ve karşıt duracaklardır. Ta ki aralarından akl-ı selim sahibleri çıkınca ya dek.
“Alt akıl” boş durmuyor. Genç kuşaklardan başlayarak onların gönüllerini çalacak hamleler atmak işlerini hızlandıracağından… En etkili yolu kullanmaktalar. Bu yol aynı evin(ulusun) büyükleri! “Evin içinden evi dönüştürmeleridir…” Eğer ilahi bir yasanın iz düşümü olarak “(Ey Mekkeliler!) Sizin kâfirleriniz onlardan daha mı hayırlı?”[2] uyarısının oluşturduğu bilince sahip olunmaz ise, Evet, bu ayırımı yapacak kadar uyanık olunmaz ise dönüşüm ve yıkılış kaçınılmazdır.
Dönüşümü hızlandıran, sorgulanmayı düşüren ve sorgulanmaz kılan “hastalık” en ağır olanıdır. “Evin içinden evi dönüştürme ve ya bahçemizin zehirli bitkilerine kayıtsız kalma hastalığıdır.”
Ormana giren balta misali gibi; “Ormana bir balta girer! Genç yaşlı demeden önüne gelen ağacı yıkar, devirir. Genç olan ağaçlar bu durum karşısında endişeye kapılır ne yapalım diye çözüm ararlar böylece çözüm için yaşlı olan bilge ağaca başvururlar ve olayı anlatırlar. Bilge ağaç sorar, nasıl bir şeydir bu neye benziyor!. Cevaben, keskin bir metal ve bir sap! Bilge sapı neydendir diye sorar, ağaçtandır derler. Bilge olan yaşlı ağaç; “Sapı bizden ise yapacak bir şeyiniz yoktur der! Şu saplar! baş belası saplar!. Dünyamızı rezil ahretimizi zelil kılmaya çalışan şu saplar! Sorgulanmaz kılan, sorgulamayı düşüren bu hastalığa karşı “Müslüman en uyanık olması gerekendir.” bundan gaflet ise dini bilmemekten başka bir şey değildir.
Ağaçlar! Ya bozgun yardımcılığından vazgeçer ormanı ihya ederler! Veyahut orman kendisini yıkacak ağaçlar yetiştirmemenin yollarına başvurur. Diğer bir ifade ile evet aynı gemide olabiliriz! Ama bu gemi ya Nuh’un gemisine dönüşür veyahut kendi gemimizi (Nuh’un gemisini) inşaa etmeliyiz. İlahi rızaya, cennete, klavuzlamayan tüm gemiler Allah’a isyana, cehenneme doğru yol aldıran, klavuzlayan gemilerdir.
Batının dönüştürme arzusu ile yaptığı savaş hangi kılıf ile olursa olsun temelde İman/İnanç savaşıdır. Osmanlı bakiyesi Türkiye’den günümüze doğru zihinsel bir yolculuk yapıldığın da ortaya çıkan değişimin batının arzularına eriştiğini resmetmektedir. Ve gün geçtikçe olumsuz anlamda daha da hızlı bir çözülme ve “Kimliği oluşturan kişilik sıfırlanması” değersizleşme şeklinde devam etmektedir. Bu, 1980 ve 2000 sonrası siyasi rejimler eliyle daha da hızlanmıştır. Osmanlı bakiyesi diğer ulus ve krallıklarında bu dönüşüm ve dönüştürme projelerindeki misyonları “Evin içinden evi dönüştürme” rolleri hakkında uyanık olunmalı.
Toplumsal görüntüsü (baskın olarak) İslam’i görünen Arabistan, giyim kuşam ve muamelatta bakıldığın da İslam’i ölçülerin görülebildiği boşanmadan miras hukukuna,… Şer’i mahkemelerine… İşte böyle olan bir yerde bu görüntünün de tarihe karışması için dönüşümün hızlanması adına ardı arkası kesilmez bir şekilde… Normalleştirme (Laikleştirme) hamlelerinin açılımlarını görmekteyiz. Arabistan’dan başlayan bir dönüşümün etkisi ile uydusu niteliğinde olan Arap ülkelerindeki bir dönüşüm arasındaki fark “Baba Arabistan ve çocukları olan diğer Arap ülkeleri şeklinde ” düşünülmeli. Eğer Nebevi duruş örnekliğinde bir karşı duruş ortaya çıkmaz ise “Ümmetin geleceği açısından” içinde bulunulan zeminden daha zorlu bir tablo ile karşı karşıya kalacağımız aşikardır. (Allahu â’lem)
Surda gedikler açılmalı diye arzulayan krallık, spor; futbol ve bir sporcu üzerinden gençlerin gönülleri çelinmeli, onlara yeni bir bakış yeni bir anlayış kazandırmalı…. Mabedleri stadyumlar olan, “çift mabedli olmada sorun yokmuşçasına oluşturulacak bir öğreti” Mesele İslam’ın koyduğu, koyabileceği sınırları aşarak İslamsız bir spor değil! İslamî ölçülere sahip olmayan bir spor faaliyetin, İslama aykırı olmadığına inandırarak gençlik üzerinde yeni bir tahribat kapısı açmak. Katarda, bir Müslüman Ülkesinde! dünya kupası maçlarının düzenlenmesi “Atası Müslüman” olan toplumların gönlüne, küresel futbol korosuna katılmanın meşruiyet tohumunu serpti. Surda gedikler açıldığında ardı arkası kesilmez hamleler devam eder… Ve Arabistan takımlarından birine “Filistin konusuna yaklaşımı sıcak olan Ronaldo[3]” transfer edilir.
Dönüşüme etkisi çok yönlü olarak ele alınabilecek bir olay ve olgudur bu transfer. Öncelikli olarak bende merak uyandırdı! Acep Mekke şehrinin futbol kulübü var mı? Stadı var mı? Ya Medine’nin? Evet varmış. Pekala stadyumları harem sınırlarında mı? öyleyse sözüm ona atası Müslüman olduğundan dolayı Müslüman diye anılanların dışında gayr-i müslim futbolcuları da var mı? Bu takımlar Arabistan premir liginde mi? Evet! Meğerse sporla ilgili gedikler çoktan açılmışta haberimiz yokmuş… bunları zikrederken batıda “İslamafobi” diri ve canlı kalsın diye bu krallık ve kendisine babacan gibi davranan özellikle Amerika ile saman altında su yürüten işbirliği ile teşvik ettiği şiddetten ve işbirliğinden bi haber değiliz. Veya İslam’dan ödün vermeyen Alimleri cezalandırma ve hapse atmalarından da elbette habersiz değiliz… Meseleleri, elde kalanı da tahrip edip geri dönüşü zor olan bir yol ile baş başa bırakmaktır.
İslam’a karşı atılan hamleler çeşitlilik arz etmekte ve bir hali çoktur. Filistin ile ilgili işgalci ile yakınlaşma için atılan hamle gibi… Lakin bu kadar pervasızca ve açıktan hamleler inşallah ümmetin neferlerini yek vücut kılacaktır. İşledikleri cürümlerin sarhoşluğu geçtiğinde halleri nasıl olacak…! Merak etmiyoruz, biliyoruz. Çünkü evvelkilerin kıssalarında görüldüğü gibi, dünyaları da zelil, ahiretleri de rezil olacaktır.
Mekke’si ve Medine’si olan bir ümmetin dağınık erlerine her türlü oyun oynanarak dönüştürme hamleleri atılabilir ama unutulan bir şey var; İslam’ı yeryüzünden silemedikleri müddetçe başarılı olmaları mümkün değildir. Kısa vadeli kazanımları varmış gibi gözükebilir ama “Kur’an tek bir neferimizin elinde kaldığı müddetçe” özledikleri başarıya erişemeyeceklerdir. Ve İblisleri ile beraber burunları yerde sürüne, sürüne inkılaba uğrayacaklardır. Allah’ın görmediğini bilmediğini mi, durumun hep istedikleri gibi süreceğini mi sanıyorlar!
Yeni bir hamle Futbol ve "Ronaldo" üzerinden inşaa edilmek istenen, üretilmek istenenin neler olabileceği üzerinde yoğunlaşmak ve uyarmak gerekmekte. Birlikte yaşamanın nasıllığına ilişkin açılan gedik, evli olmayanların, çocuk sahibi olunsa dahi sevgililere sağlanacak birliktelik imkanı ile deliniyor. Bir Müslüman için, hayat tarzından dolayı örnek alınamayacağı, sevilemeyeceği bir konseptte olan bir futbolcunun, Filistin de yaşanan zulümlere sessiz kalmayan kendi yaşadığı dünyanın "değer ve ilkelerinin üstünde bir kişilik " ve gençlik üzerin de oluşturacağı etkiler... Sakın küçümsenmesin. Çünkü Spor için üretilen rol modeller “İlahçıkların”… Gençler üzerinde etkileri, gönüllere kadar işlemekte… yakın tarihlerde artık çocukların ismi Ronaldo olsa…!
Arabistan, Arap dünyası üzerindeki nüfuzu düşünüldüğünde etki alanı daha da büyük bir coğrafyayı kapsayacağı bir hakikattir. Sebebine gelince; uydusu niteliğinde hareket eden uluslar, tefekkür etmeden sorgulamadan kabul eden bir yol takip etmekteler…
Hakkaniyeti elden bırakmamak lazım.... Bu bir spor değil, bu her hangi bir ulus devlette ki futbol değil, bunların çok ötesinde olumsuzluklar barındırmakta.
Mekke de futbol!
Medine de Futbol!
Nebi (a.s.) ve ashabın “Yaratılış amacı ile insanlık buluşabilsin diye” gecelerini gündüzlerine kattıkları, tüm varlıkları ile bu yola baş koydukları mekânlar da, yaratılış amacından uzaklaştıran her değere savaş açtıkları bir yerde, spor faaliyeti dışında “bir ibadet konsepti ” ile yumuşak bir dönüştürme hamlesi futbol.
Transfer ve para! Kaynaklarını İslam için harcamayan bir krallık... İslâm'ın doğup yeşerdiği bir Coğrafya da İslam’ı yok etme hamleleri elbette başarısızlığa mahkûmdur! Önemli olan onların başarısız olmalarında bizim duruşumuz ile elde edeceğimiz kazanımdır, kazanımlardır.
Farkındalık, duyarlılık, sorumluluk bağlamında kulluk eksenli bir hayat için “Ya inandığın gibi yaşarsın ya da yaşadığın gibi inanmaya başlarsın” Zemininde “İnandığı gibi yaşayanlardan olmak duası ile “ Allah’a emanet olun.
[1] İlahi belirleyiciliğin yetkinliğine ortakmışçasına, bütün ve ya parça olarak karşıt duran … veya…
[2] Kamer Suresi 55 ayet
[3] Hidayet bulması ve bulmaları duasındayız...
Kur'an Yurdu'nun organize ettiği aylık konferanslar serisinin Ocak ayı konuğu Yazar, Yakup Döğer. Modernizmin Müslümanlar Üzerindeki Etkileri konusunun konuşulacağı konferans 28 Ocak 2023 Cumartesi akşam saat 20:30'da Kur'an Yurdu merkez binasında gerçekleştirilecektir. Erkek kardeşlerimize yönelik olan programa tüm Müslümanlar dâvetlidir.
Merhum Ahmed Kalkan hocanın El-Esmâu'l Husnâ kitabı Kur'an Yurdu tarafından yayınlanarak okuyucuyla buluştu. Kur'an Yurdu olarak Merhum Hocamızın kitaplarını okuyucuyla buluşturmaya Rabbimizin inayetiyle davam edeceğiz. Kitap satış irtibat bigileri: 0541 727 1981
Kur'an Nesli İlim Mekezi'nin "Yakın Dönem Dâvet Önderleri" üst başlıklığla organize ettiği programların 2'cisi bu ay "Ercümend Özkan'ın Hayatı ve Mücadelesi" başlığıyla yapıldı. Dr. Kürşad ATALAR'ın sunup paytığı programın video kaydını sizlerin istifadesine sunuyoruz.
Kur'an Nesli İlim Merkezi'nde bu hafta Cuma Sohberinde Şükrü Hüseyinoğlu, "Mü'minlerin Stratejik Birlikteliği Nasıl Oluşur?" başlıklı bir sunum yaptı. Kur'an Nesli minberinde ise hatip Rıdvan Dinçer "Bir Sınav Süreci Olarak Hayatımız" başlıklı bir hutbe okudu. Programların video kayıtlarını sizlerin istifadesine sunuyoruz.
İlkav Onursal Başkanı Mehmet PAMAK Hoca, bütün Rasûllerin, toplumlarını tuğyana sürükleyip en fazla yozlaştıran ifsad sebebini ıslah üzerinden tevhide davet ettiklerini vurguladı.
Seven ne yapmaz ki, sevdiğinin uğrunda. Kimi zaman geçer candan, kimi zaman terki diyar etmez mi sılayı, yurdu sevdiği uğrunda. Evet, seven ne yapmaz ki sevdiğinin uğrunda. Tek hedefi, tek amacı kavuşmak değil mi sevdiğine! Evet, tek dileği bu belki ama unuttuğumuz bir şey yok mu hayatımızda, ya bu sevgi bize mutluluk yerine acı, huzur yerine çile getirmeyeceği ne malum!
Olabilir tabi. Bunu da hesaba katmıyor değiliz der iki âşık. Hep mutluluktan dem vurmaz mı seven, evet hep bunları düşünür çünkü aklı devreden çıkmış ve sağlıklı düşünmek yerine o anki tadı veya hissettiği duyguyu her şeye değişmiştir çoktan. Yarına dair pilanlar hep mutlu olmak üzerine değil mi? Evet, hep bunlar düşünülür, bunlar hesaplanır, bunlara, hayat ve sevgi denilir. Ama unutulan bir şey yok mu dersiniz? Var tabiî ki, ama o an bunlar aklın ucundan bile geçmiyor. Peki, unutulan ne? Unutulan herkesin bir hesabı var. Tabi bu normal bir durum. Fakat Allah’ın da bir hesabı yok mu dersiniz! Tabiî ki var ama âşıkların aklına gelmeyen husus burası değil mi? Burası demek geliyor insanın içinden. Unuttuğumuz ya da unutulan taraf çok mu basit sizce, bana sorarsanız gerçekten en önemli yer unutulmuş derim. Nedeni şu; seveni yoktan var eden o değil mi? Peki sevgiyi insana veren kim ya da sevgiyi en çok hak eden kim desek ne gelir aklınıza! İki aşığa sorsanız onlar kendi sevgilerini anlatacak herhalde. Unutmayalım ki sevilmeye en çok layık olan sevgiyi kalbimize ve bize veren değil midir? Evet, o ta kendisi bunu hesaba katmadan sevgi nasıl tarif edilirse edilsin eksik olur.
Gelin sevgilerin neden azalıp ve neticede neden bittiğine bakalım. Sevgi kalbi ve en önemlisi Rahmânî bir duygu değil mi ya da ruhumuzla alakalı bir duygu değil mi? Her akıllı kişi buna evet diyecek tabi ki çünkü görünen veya ölçülen bir tarafı yok daha doğrusu madde değil manevî bir duygu. Bunun azalıp çoğalmasının en önemli faktörü bana göre sevgi denince hesap etmediğimiz bir yön vardır. Bu yön çok önemli aslında, yani azalan sevgi eksik olan sevgi maddeye bağlanan sevgi yani karşında bir varlık var sen ona o anki haline güzel diyorsun. Ama unutmayalım o varlık değişecek ya kırılacak veya bir insan için düşünsek yaşlanacak, hastalanacak ve en önemlisi kızacak. Gülen birini seviyorsunuz ama unutmayalım o üzülecekte bazen kızacakta. O zaman hemen, “ben ne aptallık etmişim” diyeceğiz “bunu nasıl sevdim” diyeceğiz. Öyle mi yapacağız yoksa “ben bunu gülen yüzüyle değil her yönüyle seviyorum. Tabi bu kadar nazı da olsun, bazen bende kızıyorum yanlış yapıyorum”. Bunları diyebilsek, inanıyorum sevginin azalması diye bir şey olmayacak. Günümüzde buna “fikir uyuşmazlığı”, “farklı karakterler” diye kılıflar kullanılıyor. Bununla da yetinilmiyor “şunun burcu şu, ötekininki bu” demiyor mu insanımız. Evet, seven iki âşık tarafından bunlar hesaplanır. Yani “ben boğa burcuyum, ben eyer seveceksem şu burcu tercih etmeliyim” deyiveriyoruz. El cevap deniliyor ama Allah hayırlısını nasip etsin ya da bu konuda bir de din ne diyor, daha doğrusu beni Yaratan ne diyor, bir de buradan bakmalıyız diyen, nadir bulunur. Bu nadir bulunanlarda genellikle şikâyetçi değildirler. Çünkü onlar en önemli yeri veya en önemli yönü düşünmüşlerdir de ondan. Onlar hesaplarına, “Allah bu konuda ne der acaba” katmışlar ve onun ölçülerini kale almışlar. Bu onlara sevdikleri kişiyi en iyi bilen merci ye danışmışlar ve kararını ona göre vermişler. Karşılığında nemi elde etmişler? Kocaman bir mutluluk sizce yetmez mi? Bu mutluluk sadece bu dünya için değil ahiret mutluluğunu da beraberinde getiriyor. Bu sevgi Yaratan rızası için yapıldığından ibadet oluyor ve yaratanın yardımına muhatap oluyor. Hem bu dünyası ihya oluyor hem ahreti ihya oluyor.
Gelin biz burada, bu sevgileri bir biriyle kıyaslayalım. Önce maddeyi sevene bakalım maddeyi seven karşısında bir şey görüyor ve onu beğeniyor, onu sevdiğini sanıyor kendince ama zamanla o aldığı haz ve sevdiği şey bozuluyor veya eşya için eskiyor peki hani çok seviyordu, onu eskiyince neden kötü oldu. Nedeni basit çünkü o, onu ilk gördüğü haliyle sevmişti ve yarın bozulacağını hesaba katmamıştı. Gelin bunu iki insan için düşünelim birbirini seven iki âşık, birbirini ne kadar çok sevdiklerini anlatır dururlar birbirlerine. Ne kadar doğru gelin birlikte tahlil edelim. Bunlar birbirini çok seviyor birbirimiz için ölürüz diyorlar. Bırakalım ölmeyi neden kavuştukları zaman bu sevgi eskisi kadar olmuyor. Ya da tam tersine dönüyor hiç düşündük mü? Nedeni çok basit! Bunlar o andaki maddeden ibaret beden veya güzelliği sevmişlerdi. Zamanla o bozulacak ve sevgi de ister istemez ya azalacak veya bitecek, bu kaçınılmaz bir son. Gelin birde öteki pencereden bakalım olaya. Manevî duygularla kendisini besleyen ve sevginin asıl sahibini bilen ne yapar. Yapacağı çok şey yok aslında! Sevgisini, kendine bu duyguyu veren zâta yöneltmiştir aslında. Seveceği zaman ölçülü sever, neyi ve neden sevdiğini çok iyi hesaba katar. Bu nasıl meydana gelecek bu kişi sevgiyi ona vereni bildiği için sevilmeye en çok layık olanda o der. Benimki bunun yanında çok az ve basit. Böyle bir sevgi büyütmenin bir anlamı yok. Eğer ben seviyorsam birini bu yaratıcının bana verdiği cüzi olanla seviyorum der. Ve eğer ki ben seviyorsam karşımdakini o zaman bunun ölçüsü ne olacak ve bu sevgi ne kadar ve neye olacak, onu hesaba katar. Yani işin gerçeği şu ben şunu seviyorum dediği zaman onu her yönüyle seviyordur. Güzelliği, yaşlılığı üzerinde barındırdığı huylarıyla seviyordur. Yok, öyle değilse o zaman kendini kandırıyor veya karşısındakini aldatıyordur. Ama unutmamalı ki karşısındaki kanar ama yarın Allah ne diyecek onu düşünüyor mu?
Eğer düşünse kandırmaz, yalan söylemez, aldatmaz. Şunu bilir ki kimse kalbini bilmese bile Allah biliyor. Ve bundan ötürü hesaba çekilecek. Gelin burada sevenlerden bir demet toplayalım.
Ashab-ı Keyf diye adlandırır onları Kur’an, mağara arkadaşları
Onlar öyle seviyorlardı ki sevdiklerini ve neden sevdiklerini de çok iyi biliyorlardı
Bu sevgi onları Dakyanusun karşısına çıkartıp hakkı haykırtı onlara
Sevgileri pak idi temizdi sevdikleri için ölümü bile göz kırpmadan göze aldılar,
Ama sevdikleri onları yalnız bırakmayacaktı tabi ki koşacaktı sevenlerinin yardımına
Hz. Meryem sevmişti saf ve temizdi, onun ona olan sevgisi kutsaldı
Bu öyle bir sevgiydi ki uğrunda geçecekti her şeyden
Bu sevgi karşılıksız mı kaldı sanıyoruz, hayır bu sevgiye sevilen karşılık veriyordu
Ona bu sevgisi ve bu bağlılığı için teşekkürdü belki bu dünyada
Bu sevgi onu Hz. İsa’ya anne yapacaktı
Düşmanları olacaktı, tabi bu sevginin kıskananları da olacaktı ama o sevgisini sevilmesi gereken yere yöneltmişti bir kere sevilen koşacaktı elbet yardıma ve koştu da.
Hz. Bilal da sevmişti, hem öyle bir sevgi ki bu sevgiden vazgeçmesi için neler yapmadı ki
Sevgisini çekemeyenler, kızgın kumların üstünde üzerine taşlar konuluyor ama Bilal ben seviyorum diyordu.
Türlü türlü işkencelerden geçirilecek ama sevgisinden değil azalma tam tersi çoğalma olacaktı
Bu sevgiydi Bilali, Bilal yapan.
Resulde sevmişti, hem öyle bir sevgi ki teklif edecekti düşmanları baş edemeyince,
Seni kral yapalım, seni zengin yapalım, seni bu memleketin en güzel kızıyla evlendirelim
Diyecekler ama o sevgi başkaydı, anlayamazlardı onu tatmayanlar.
Bir elime ayı öteki elime güneşi koysanız ben bu sevgiden vazgeçmem diyecekti o rahmet Peygamberi (s.a.s.).
Bir başka sevgi örneği işte Hz. İbrahim! Oda sevmişti, onun sevgisi maddeye, mala-mülke değildi. Onun sevgisi en çok sevilmesi gerekene idi. Öyle bir sevgi ki eline balatayı alacak, sevdiğine eş tutulan ne varsa yıktıracaktı. Onun sevgisi temiz idi, o karşılık beklemeden sevdi. Bu sevgiyi çekemeyenler elbet boş durmadı. Nemrut ateşi yakacak ve İbrahim’i o ateşe atacaktı. İbrahim, o ateşe sevdiği için atılacak ve hiç tereddüt etmeyecek en çok sevilmesi gerekeni sevdiği için korkmayacaktı Nemrutların ateşinden. İşte siz böyle severseniz sevginize cevap gelecek sevdiğinizden, yakıp yok eden ateş sizler içinde serin selamet oluverecek. İşte size gerçek bir sevgi ve sevilenin sevdiğine olan muhabbeti, sevgisine verdiği karşılık bu olacak.
Bir başka sevgi arıyorsanız Hz. Yusuf’a bakın, size sevgiyi anlatacak. Onun sevgilisi vardı hem de öyle bir sevgi ki, kıskananlar onu kör kuyulara atacak, o kuyudan onu sevdiği çıkaracak. Köle olacak pazarlarda satılacak amma sevgisinden zerre eksilme olmayacak. Yetmez Züleyhalar onu sevdiğini söyleyecek yetmez ondan faydalanmak isteyecek. Amma o öyle bir sevmiş ki sevdiğini, her çaresiz kaldığında yardımına koşacaktı. İşte sen beni bu kadar çok seviyorsun, bende elbet bu sevgine karşılık vereceğim diyordu, onun sevdiği. İşte sevgi birde bize bakın bir makama mefkiye dünyalık bir çıkara üç kuruş elde etmek uğruna neler ve kimlerin esiri oluyoruz. Diğer bir deyişle kimi ne kadar seviyoruz, sevgimiz veya sevdiklerimiz bunlar gibi bize karşılık veriyor mu?
Alın size bir çocuk sevgisi örneği, Ashab-ı uhdud kıssasını okuyoruz. Okuyoruz da nasıl okuyoruz. Ateş çukuruna doldurulan insanlar ne için oraya atılıyorlar. Sevdikleri Yüce Yaratan için uğrunda çanlarından geçiyorlar. Tereddüt eden anne kucağında ki kundaklık bebek dile geliyor “tereddüt etme anne, atla senin sevdiğin bu dünya ve içindeki her şeyden daha çok sevilmeye değer. Buyurun size gerçek sevgilerden bir demet! Alın bunları birde kendi sevginize bakın, kimin sevgisi değerli. Kim gerçekten seviyor, kim yalan söylüyor, işte bunlarla tartın sevgininiz ve kendiniz kendi hakkınızda karar verin.
Kur'an Nesli İlim Merkezinde Haftanın Sohbetinde İsmail Hakkı Güleç "Mekke Saha ve Sahnesi ve Hicret" konusunu gündeme getirdi. Cuma Hutbesinde ise hatip Şükrü Hüseyinoğlu "Tevhide Dâvet, Dâvette Tevhid" konulu bir hutbe irad etti.
Dağ gibi dimdik, dağlar gibi heybetli!
Bir ucu gökte, bir ucu yerde, bir ucu ise yerin altında!
Dünya’yı dengede tutan, sarsılmayan!
Kendine sığınanı koruyan, Ashab-ı Kehf gibi!
Dağlar, bizleri düşündürüp tefekkür ettiren!
Heybetli dağlar; vahiy yükünü kaldıramayan!
Vahyi yüklenen insana, sorumluluğu hatırlatan!
O dağlar ki; misafirini en iyi ağırlayan!
Hira dağı ki, son Nebî ile insanlığı vahiy ile tanıştıran!
O dağlar ki yükseklerden insana, şehrin resminin tamamını gösteren!
Kar’ı eksik olmayan, gökyüzü ile yakınlığı olan!
O dağlar ki yürürler ama, insanlar farkında bile olmazlar!
Tur-i Sina dağında, Musa (a.s.)'a talim ettirip ağırlayan; vahiy levhasını Rab'tan alan!
Allah dağa tecelli edince; dağılıp parçalanan!
Bizler sarsılmayalım diye; yerlere kazık gibi çakılan.
Heybetiyle insanları büyüleyerek kendine çeken.
Âdem (a.s.) cennetten Cebel-i Nur dağına inişi ile bizlere; Arafat dağı ile mahşeri hatırlatan!
Nuh (a.s.) gemisi ile Cudi dağında demir aldı!
O dağlar ki, Resûlleri bağrında barındıran!
O dağlar ki, vahye şahitlik eden!
O dağlar ki, Allah'ın emrine boyun eğen!
O dağlar ki, kıyâmet gününde renkli yünler gibi atılacaklar!
O dağlar ki, semaya en yakın olanlar onlardır!
O dağlar ki, yüksekliği ile övünmeyen, Allah'a itaat eden!
O dağlar ki, Allah'ın en güzel ayetidir onlan!
Allah’ın kitap ve peygamber göndererek ihtilaf edilebilecek temel konuların hükmünü beyan etmesine rağmen, dinin esaslarında bile nasılsa zoru başaran ve sadece ihtilafsız yapamama konusunda ihtilaf etmeyen bir karmaşayı yaşıyoruz. Televizyonlarda din programı, filan hocanın bir kanala çıkması demek, tartışma programı ve sonunda halk arasında birçok tartışılacak konu oluşturup kafaları karıştırmak demek anlamına geliyor. Cübbelilerle cübbesizlerin tartışmaları, gelenekçilerle modernistlerin tartışmaları, tüm rivayetleri kutsayanlarla tümden mirası reddedenlerin tartışmaları… derken tekfircilik ve IŞİD’çilik…
Sadece iyi niyetin yeterli olmadığı, usûl ve yöntemin büyük önemi olduğu inkâr edilemez. Bu dâvâya sadece akıllı geçinen düşmanlar değil, akılsız dostların iyi niyetli ama yanlış tavırları da büyük zararlar vermektedir. Şu kadar cemaat ve ilim adamının melekleri sevindirecek ve şeytanları ürkütecek kapsamda hayırlı faâliyetler, ses getirecek tavır ve eylemler ortaya koyamadıklarının sebebi, dine bakıştaki eksik veya yanlıştan, ihtilaf ahlâkına uymayan ve tefrikadan kurtulamayan tavırlardan ve biraz da dâvet usulü yönüyle hatalardan kaynaklanıyor.
“Ey iman edenler! Siz kendinize bakın. Siz doğru yolda olunca dalâlette olan, sapan kimse size zarar veremez. Hepinizin dönüşü Allah’adır. Artık O, size yaptıklarınızı bildirecektir.”[1] Nemelâzımcılık, vurdumduymazlık değildir istenen. Kendine gelmek, kendine bakmak, kendini düzeltmek, kendini kurtarmaktır öncelikli olan. Hizmeti putlaştırmanın alternatifi, hizmeti ihmal değildir. Neyin hizmet olduğu, bunun nasıl yapılması gerektiğinin ilkeleri kulluğun kılavuzu olan Kur’an’da belirtilmiş, yüce kul Rasûlullah tarafından hayata geçirilmiştir. Temel referans, Ankara, Washington, Danimarka kriterleri değil; mutluluk çağının Mekke ve Medine ölçüleridir. Kişi, tevhidî imanın zarûri gereği olan sâlih amellerle kendini ve çevresini ıslah gayretini hayat boyu sürdürme çabası içindeyse, başkalarının yoldan sapması ondan sorulmaz ve ona zarar vermez. Kulluk/ibâdet, iki cihanda kurtuluşumuz için temel esas. Başkalarını kurtarma iddiasıyla kendi kurtuluşunu riske atan insanlar bilmeli ki, bu yol akıllılık değildir.[2] Başkalarını kurtarmaya çalışmadan da kurtulmak mümkün değil. [3]
“Vahdet” ve “tevhid” aynı kökten gelen iki kelimedir. Tevhid, kısaca “birlemek”, vahdet ise “birleşmek” demektir. Allah’ı tevhid ederek iman etmemiş olan bir kimsenin, tevhid ehli olanlarla velayet ve kardeşlik ilişkisi içinde birliği söz konusu olamayacağı gibi; Mü’minlerin birliği, vahdeti anlayışına uzak olan birinin de gerçek bir muvahhid olduğu söylenemez. Çünkü ümmetin birliği, vahdeti, akidevî boyutu da olan bir vecibedir.[4]
Bir leş olmaktan kurtulmak için bir’leşmek, olmazsa olmaz şarttır. Bir Allah’a inanan tevhid eri müslüman, her şeyde tevhidi/birlemeyi öncelikler. Tevhidin bir tanımı da, her şeyi birbiriyle irtibatlandırmak ve her şeyin bir olan Allah’la irtibatlı olduğunu kavramaktır. Önce kendimizle, iç dinamiklerimizle birleşmek, fıtratımızla ve inancımızla kopan bağımızı yeniden sağlamlaştırmakla işe başlamalıyız. Aynı dinin, aynı dâvânın insanı olan tüm ümmetle birleşmek dünyevî ideallerimizin başında gelmeli. Bütün bunlar için de Rabbimiz’le irtibatımızı sağlamlaştırmak gerekiyor.
Dünya savaşlarında birbirleriyle iki defa savaşıp birbirlerini yok etmeye çalışan Avrupa ülkeleri, üzerinden bir asır bile geçmeden aralarındaki sınırları kaldırıp Avrupa Birliği adı altında hemen bütün güçlerini birleştirmektedir. Birleşmiş Milletler, Nato vb. ittifakların konumu ve ağırlığı göstermektedir ki bugün işbirliği ve ittifak yapan, birleşen uluslar yarınlara hâkim olabilecektir.
Zorba müstekbirlerin ittifak ve koalisyon yapmaya mecbur olduğu bir dünyada, müstaz’af mü’minlerin yaşadıkları topraklarda bile ciddi mânâda birliktelikler oluşturamayışları hangi nakil ve akılla izah edilebilir? Küresel bir yangın alanına dönen müslümanların yaşadığı ülkelerde, cehennemî yangınları söndürmek için güç birliği oluşturmayan felâketzedelerin gözyaşları, yangınları söndürmek bir tarafa, benzin görevi yapmaktadır. Hem mevcut müslümanların konumu hem de İslâm düşmanlarının tavrı vahdeti, “hemen şimdi” şiarıyla kulak zarını patlatacak sesle çağırmaktadır. Dün Irak’ın, evvelki gün Afganistan, Çeçenistan ve Bosna Hersek’in ve her gün Filistin’in insanlık düşmanları tarafından resmen işgali, Mısır ve Suriye’deki tâğutların zulmü bizi birleşip dayanışmaya zorlamıyorsa demek ki, biz de işgale uğramışız demektir. Bir ülke topraklarının işgalinden çok daha kötü olanı, gönüllerin ve kafaların işgalidir. Savaş, öncelikle, insanın içinde kazanılır veya kaybedilir. İşgal güçlerinin ajanı olarak faâliyet yapan uzaktan kumandalı medyanın, câhilî eğitimin ve çevre şartlarının oluşturduğu fitne ve fesadın mü’minlerin gönüllerini ve kafalarını işgali, onların birleşmelerinden başka çözüm yollarının olmadığını haykırıyor. Emperyalizmin Ortadoğunun kalbine hançer gibi sapladığı kan içici İsrail’in ve dünyaya yayılmış siyonizmin vahşeti, demokrasi denilen kahpe sistemin imanları hedef alan zulmü, kırıcı ve yıkıcı ihtilafların hemen ve her yerde sona erdirilmesini farz-ı ayın kılıyor.
Özlemle beklenen vahdete ve İslâmî devlete ulaşmak için, önce mü’minler arasındaki ihtilafların tefrikaya ve düşmanlığa dönüşmemesi gerekiyor. Çözülemeyen ihtilafların kardeşliğimizi çözmesine fırsat vermemeliyiz. Ümmetin en önemli problemi inandığını ve sevdiğini iddia ettiği İslâm’ı doğru bir şekilde ve yeterli tarzda bilmeyişi ve bildiği hususlarda tam bir teslimiyetle itaat etmeyişidir. İşte dünyada ve âhirette kurtuluş için itaat edilmesi gereken hususlardan birisi de tüm mü’minlerin birbirlerini kardeş kabul edip yeniden ümmet olmaya çalışmalarıdır. Buna giden yol da, ihtilaf ahlâk ve âdâbına riayet ederek ihtilafları çözmeye çalışmaktır. Ümmete ve devlete giden yolu tıkayan husus, ihtilaflar değil, nasıl ihtilaf edeceğimizi bilip uygulamayışımızdır.
İhilâfların önemli bir kısmı eleştirme üslûbu ile ve tenkitlere karşı tavırla ilgilidir. Eleştiren Allah için eleştirmeli, İlâhî görev olan nehy-i ani’l-münker yaptığını değerlendirerek dâvet usulüne uygun davranmalıdır. Gerekli olduğu durumlarda eleştirmekten kaçınmak, yanlışlıklara göz yummak demektir. Zaafların büyümesine, yaranın kangren olmasına sebebiyet vermektir. Bununla birlikte, eleştiri usûl ve ahlâkına riâyet çok önemlidir. Kaş yaparken göz çıkarmamalı, işimizin bağcı dövmek değil üzüm yemek olduğu unutulmamalı ve karşı tarafa da bu hissettirilmelidir. Eleştirilen ise eleştiriyi saldırı kabul edip tahammülsüzlük göstermemelidir. Eleştiri ve ona verilen cevap, öncelikle kullandığı dil yönüyle ahlâk açısından olumlu not almıyorsa fayda yerine zarar verir. Eleştiriye müsaade etmeyen kendine yazık eder. Aynaya kızıp, aynanın gösterdiğine bakmayan ve kendi üzerindeki düzeltilecek şeyleri görmeyen kimse acınacak kimsedir. Hepimiz çokça zaafları olan kullar olarak bizleri rahatça eleştirecek dostlar, arkadaşlar ve istişare edeceğimiz kimselerle beraber olmalı, eğer cemaat veya talebe yetiştiriyorsak eleştirel okuyan, eleştirel dinleyen insanlar yetiştirmeliyiz; örnek olarak bizi, kendimizi eleştirmelerine giden yolları tümüyle açabilmeliyiz. Ama eleştirdiği şahsa karşı kul hakkını gözeten, eleştirisinde insaflı ve âdil davranan, eleştiri ahlâk ve âdâbına riâyet eden, soyut laf kalabalığı yerine, yanlışlara somut örnekler vererek onları tashih etmeye, doğrusunu sunmaya özen gösteren bir eleştirici…
Eleştiriler yazarlar, hocalar, dâvâ adamları için çok önemli besleyici gıdalardır. Boylarının ölçüsünü alacakları boy aynasıdır. Aynaya kızılmaz, kusurlarımızı gösterip düzeltmemize sebep olduğu için biz de aynaya kızarak çamur atıp onu kirletmeyiz; tam tersine, teşekkür kabilinden, varsa aynanın üzerindeki tozu, kiri biz temizler, onu biz düzeltiriz. Ama bir de konkav ve konveks (çukur ve tümsek) aynalar vardır, bizi olduğumuzdan çok daha çirkin gösterebilirler. Olduğumuzdan şişman, iri veya zayıf, küçük… Ben, bizi küçük gösteren aynalardan daha çok, büyük gösteren aynaların bizim açımızdan daha riskli olduğunu düşünürüm. İşte o aynalara çamur değilse de üzerine toprak atılmalı. O aynalara da gereğinden fazla önem vermek ya da kızmak doğru değildir, gülüp geçersiniz. Bilirsiniz ki, o çukur veya tümsek ayna, gerçeği yansıtmıyor. Ama ayna kendisi çukur olduğu halde, onda yansıyan sizin yanlış görüntünüzü herkese objektif görüntü olarak sunar, tek doğru olarak takdim eder ve bunda iddialı olursa, o aynaya haddini bildirmek ve iftira cezası olarak gerekirse kırmak gerekir.
“Eleştirmek” sözcüğü genelde olumsuz yanıyla algılanır. Birini eleştirmek demek, o kişinin sadece olumsuz, kötü, kusurlu, zayıf, beğenilmeyen yanlarını ortaya dökmek demek değildir. Eleştiri türünde kişi ya da eserin hem olumlu hem de olumsuz yanları bir arada verilir. Bu nedenle, eleştiri yazılarında kişi ya da eserin kusurları yanında onun olumlu, iyi, güzel, güçlü, beğenilen yanları da ortaya çıkarılır. Eleştiri yazılarını sadece kişiyi karalayan, kötüleyen yazılar olarak değerlendirmek yanlış olur. Eleştiri türüne eskiden “tenkit”, bu türde eser veren kişilere de “münekkit” denirdi. “Tenkid” kelimesi, “paranın sağlamlığını ve çürüklüğünü gözden geçirmek” anlamına gelen Arapça “nakd” sözcüğünden türetilmiştir.
Fikrine katılmadığımız bir yazarı, görüşlerini inancımıza ters bulduğumuz bir dâvâ adamını düzeltmek, yanlışının nereden kaynaklandığını belirtmek, bilgi eksikliğini gidermek, yanlışını tashih etmek; bütün bunları nefsimizi tatmin etmek için değil; Allah rızâsı için yapmaktır bizden istenen. Ama yanlışları düzeltirken uymamız gereken en temel kural, güzel bir tavır, hayır “güzel bir tavır” da değil; “en güzel” bir tavırdır: “İyilikle kötülük bir olmaz. Sen (kötülüğü) en güzel bir tavırla önle. O zaman (görürsün ki) seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki yakın bir dost olur.”[5] İbn Kesir, bu âyeti açıklarken şöyle diyor: "Yani, başkasıyla tartışma ve mücâdeleye girme ihtiyacını duyan bir kimse, yumuşak ve güleryüzlü olsun. Bir de karşısındakine güzel söz söylesin." Kötülük, en güzel haslet ne ise onunla önlenmelidir. Meselâ öfkeye sabır, bilgisizliğe hilm, kötülüğe af ve iyilik ile karşılık verilmelidir. Güzel ahlâkın temeli şu üç şeydir: Gelmeyene gitmek, vermeyene vermek, haksızlık yapanı affetmek.
Hakk'a dâvetin en temel prensibi sevgi, zerâfet ve tatlılıktır. Tatlı söz, yılanı deliğinden çıkarır. Yumuşak söz, katı gönülleri yumuşatır. İnsan, fıtratı icabı kabalıktan hoşlanmaz. Kabalık, insanları hakka yaklaştırma şöyle dursun, tam tersine ondan uzaklaştırır.
Kaba ve katı davranmak, sert ifadeler, dâvet ve tebliğ edilenleri, hatta cemaat haline gelmiş, hem de sahâbe kalitesindeki insanları bile dağıtabilir (3/Âl-i İmrân, 159).
Bazı konularda “doğru” tek değildir; bu, özellikle beşerî doğrular için böyledir. “Doğru”nun iki kaynağı, ölçüsü vardır: İlki, bir adı da Hak olan Cenâb-ı Hakk’a ait doğru; diğeri de insan aklı, ilmi, mirası ve tecrübesine ait doğru. Birincisi, müslümana (Allah’a teslim olana) göre mutlak doğrudur. Yani, her zamanda ve her yerdeki her insana/müslümana göre doğrudur; değişmeyen, tartışılamayacak ve teslim olunacak doğru. İkincisi ise beşerî doğrudur. Yani, göreceli, zannî, ictihâdî, yoruma dayanan, tarihe, coğrafyaya, kişiye göre değişebilecek olan doğru. Kur’an’da muhkem ve yoruma yer bırakmayacak açıklıkta verilen bilgiler, emredilen veya yasaklanan hükümler mutlak doğrudur, hak ve hakikattir. Kur’an’da farklı anlamaya müsâit yoruma açık hükümler ya da Kur’an ve sahih sünnette yer almayan doğrular ise ikinci çeşit doğrulardır. Bunlar, delillere sahip olmaya, deliller arasında tercih veya delillerin sağlamlığı konusunda iknâ olmaya göre farklılık arzedebilecek göreceli doğrular, değişken gerçeklerdir.
Ümmetin ihtilâf edegeldiği mezhebî/ictihadî, fıkhî doğrular da bu gruba girer. Meşhur abdest örneğinde olduğu gibi. Mâlikîlere göre doğru olan başın tümünün meshedilmesidir, bu farzdır. Hanefîlere göre doğru, başın dörtte birinin meshedilmesinin farz olduğu, Şâfiîlere göre ise saçın birkaç telinin. Bu ictihâdî doğrulardan kalkarak bir mâlikî hanefîye, hanefî de şâfiîye abdestsiz, dolayısıyla namazsız diyemez veya bu gerekçe ile arkasında namaz kılınmasının câiz olmadığını ileri süremez. Yoksa, mü’minlerin kardeşliğinden bahsetmek mümkün olmaz. Ağız ve burnun Hanefîlere göre dış organ sayıldığı için gusülde yıkanmasının farz olduğu, Şâfiîlere göre ise iç organ kabul edilerek yıkanmasının gerekmediği örneği de bunun gibidir. Cuma namazının sıhhat şartları konusunda da mezheplerin doğruları birbirinden çok farklıdır. Hatta aynı mezhebin farklı müctehidlerinin de farklı ictihadları vardır. Bu ve bunun gibi ictihâdî doğruların hangisinin delili bir kimseye kuvvetli gelirse, o görüşü din kabul etmemek, farklı ictihadları suçlamamak şartıyla benimser, yaşar. Ama unutulmamalıdır ki, Kur’an’ın emrettiği bir ibâdeti hiçbir ictihad yasaklayamaz, haram kıldığını da mubah kılamaz. Çünkü, hakkında nass olan bir hüküm, ictihad konusu değildir, olamaz. “Mevrid-i nassda ictihada mesağ yoktur.”[6] Yani, âyet ve sahih hadis olan yerde ictihad yoluna gitmez câiz değildir. Unutmamak lâzımdır ki, ictihadla sâbit olan bir şeyin hükmü kesin değil; zannîdir.
Fili ayrı yerlerinden tutan cemaatler, sadece kendi tuttukları yerin fil olduğu iddiasına kapılmamalıdır.
Kur’an’ın istediği gibi iman edenlerin; kaynakları, niyet ve yöntemleri meşrû olduğu sürece birbirlerinin varlıklarını ve meşrûiyetlerini kabul etmeleri gerekiyor. Tabii, bunun alt yapısını da, dinin temel meselelerinde, tevhidi özümseyip ondan tâviz vermemek ve tâğuta karşı tavır gibi konularda farklılığın olmaması şarttır. Bu dinin ilâhî olduğu gibi; dinin hâkimiyetine giden yolun, yani temel metodun da rabbânî olması lâzımdır. İslâm’ın hâkimiyeti için, yalnız meşrû araçların kullanılmasının zarûrî olduğu unutulmamalıdır.
Kolaya kaçma şeklinde kendini gösteren bir yanılgı da şudur: Hep kendi dışımızda birinin bizi kurtarmasını istiyoruz/bekliyoruz. Toplumdaki bu talep, arzı üretiyor ve kurtarıcı şahıslar ve kadrolar çıkıyor. Bunlar toplumu kurtarmak istedikleri için de, önlerine çıkan engelleri ezmekte bir sakınca görmüyorlar. İmanlarında olduğu gibi, kanaatlerinde de şüpheye yer yok.
Kanaatlerimizde yanılabileceğimizi hesaba katarak ihtiyatla hareket etmek ve bu noktada öteki müslüman kardeşlerimizle, tartışmaksızın sohbet etmeyi bilmemiz gerekir. Onların yanlışlıklarını isbat etmek ve kendi yorumumuzu onlara kabul ettirmek yerine; “acaba ben yanılıyor muyum?” diye onlarla konuşmamız, belki daha doğru bir tavır olur.
İhtilaf Ahlâkı ve İhtilaf Konusuyla İlgili Problemler
[1] 5/Mâide, 105
[2] 2/Bakara, 44
[3] 103/Asr, 1-3
[4] 10/Yunus, 19
[5] 41/Fussılet, 34
[6] Mecelle, Madde 14
[7] 30/Rûm, 32
[8] bk. 41/Fussılet, 33
“Güzel bir söz ve bağışlama, peşinden gönül kırmayı getiren bir sadakadan daha hayırlıdır. Allah her bakımdan sınırsız zengindir, Hâlimdir (hemen cezalandırmaz mühlet verir).”[1]
Çoğu zaman öneminin farkında olmadığımız söz; yeri geldiğinde nice dostlukları bitiren, yeri geldiğinde gönülleri fetheden, insana insan olma özelliği veren ve insanı diğer canlılardan ayıran bir özelliktir. Hoyratça sarfediyoruz sözlerimizi düşünmeden, ölçmeden, tartmadan. Tartışmalarımızda galip olmak pahasına sözlerimizi silah gibi doğrultuyoruz muhatabımıza, sonunu düşünmeden. Zaten yorucu olan şu dünya hayatını daha da yorucu hale getiriyoruz. Ağzımızdan çıkanlar şekillendiriyor hayatımızı, dostlarımızı, arkadaşlarımızı; eşimizle, çocuklarımızla, çevremizle olan ilişkilerimizi, ya sevgi kaynağı oluyor gönül dünyamızda veya sevgi bağlarımızın kopuşuna giden yol. Başkalarının imtihanları üzerine en üst perdeden çokça konuşuyor, bilinçsizce sözler sarfedebiliyor, iyileştirici olmak yerine, iğneleyici oluyoruz, sözlerimizle. Bazı konularda sükutun, konuşmaktan daha etkili olduğunu unutuyoruz. “Konuşmanın zamanını bilmeyen, susmanın da zamanını bilemez.” Der, Syrus.
Söz; en basit tanımıyla bir duyguyu, bir düşünceyi anlatan sözcük dizisi ve insanların birbirlerini anlamalarını sağlayan bir iletişim aracıdır. Düşünceler sözlere dökülünce somut bir anlam kazanırlar. Bir insanı tanıyabilmenin en önemli yolu o kimsenin düşüncelerini döktüğü sözlerle mümkündür. Sözlerimiz kişiliğimizi ortaya koyar.
Birbirimizin yürek hanemizde sözlerimizle onulmaz yaralar açıyoruz, itici, ötekileştirici, incitici bir dil ve üslup kullanabiliyor, muhatabımıza onur kırıcı sözler sarf edebiliyoruz, muhatabımızda bırakacağı izleri dikkate almadan. Eleştirilerimiz bile acımasız ve yaralayıcı bir niteliğe sahip. Bu üslubumuzun neticesinde, kötü duygu ve düşüncelerin mağduru olmuş bedenler ve kırgın gönüller kalıyor ortada.
Bazen karşı karşıya kaldığımız haksız bir davranış, birbirimize olan tahammülsüzlüğümüz ve kontrolsüz öfkemiz, bize o an ilâhî ölçüyü unutturabiliyor. Kimi zaman farkında olarak ya da olmayarak sergilediğimiz bir davranış, söylediğimiz bir söz, İslâmî kimliğimize gölge düşürdüğü gibi yapmış olduğumuz birçok güzel hasenatı, ateşin odunu yaktığı gibi yakıp silebiliyor. İnsanî, ailevî ilişkileri yıpratabiliyor ve çok büyük pişmanlıkları beraberinde getirebiliyor. Ne vahim bir durumdur ki kendi dilimizle kendi amellerimizi zayi edebiliyoruz. Oysa biz mü’minler, sevgi ,merhamet, hoşgörü, alçakgönüllülüğün temsilcileri olmalıydık. Sözlerimizle incitmekten imtina etmeliydik birbirimizi. Bir insanın kalbine yara olmaktansa, ateşten kaçar gibi kaçmalıydık. Umut kırıcı değil, umut verici olmalıydık. Ne oldu da bize kalplerimiz bu kadar katılaştı? Herbirimiz nefsimize öz eleştiri yapmalı, iç dünyamızda şu soruları sormalıyız kendimize: Bunu neden yaptım, bu sözü neden söyledim, gerekli miydi, hakikati belirtiyor muydu, nefsim için miydi, muhatabımı incitti mi?
Cevaplarımız; beni anlamadı, kendimi anlatamadım, yanlış anladı, yanlış anlaşıldım gibi kelimelerin arasında kaybolup gitmemeli.
Sözün insan üzerindeki tesiri çok güçlüdür ve sürekli olarak beyne komut verir, aldığı komutlar sonucunda ortaya bir takım eylemler koyar. Kulağımız, gözümüz ve tüm duyularımız ruhumuzun dışarıya açılan pencereleridir. Bu pencerelerden içeriye ne sızarsa ruhumuz onunla beslenir. Çirkinliklere maruz kalan göz, sürekli kötü sözler duyan kulak ve bu şekilde olumsuz şeylerle beslenen ruhumuz, aldığını yansıtır dışarıya. Bu sebeple gündelik hayatımızda nelerle meşgul olduğumuza ve kimlerle sıkı dostluklar kurduğumuza dikkat etmek durumundayız. “Kiminle oturup kalkarsan, onun sıfatı sana sirayet eder ve senin bundan haberin olmaz. Gafil kimselerle oturup arkadaşlık eden kimselerin tabiatı; Farkında olmadan onların tabiatından birçok günahların tohumunu alır.” der (İmam Gazali)
Gündelik hayatta maruz kaldığımız çevresel etkenler, psikolojik nedenler duygu dünyamızı etkiliyor. Duyduklarını, gördüklerini, okuduklarını kodluyor zihnimiz, zihnimizin kodladıkları duygularımızı , ruhumuzu davranışlarımızı etkisi altına alıyor.
İnsan duygu ve düşüncelerden müteşekkil bir varlıktır ve her insanın içinde iyi ve kötü duygular, düşünceler vardır. Hangi yönünü beslerse onu büyütür içinde ve o yönü tanıklık eder eylemlerine.
Öfkelendiğimizde, üzüldüğümüzde, sevindiğimizde, kızdığımızda, eleştirdiğimizde hangi yönümüz en çok aktive oluyorsa en çok o yönümüzle yüzleşmemiz gerekiyor belki de. Arınmak için, doğrulmak için o an ağzımızdan çıkan sözleri tespit etmek ve onları iyileştirmekten başlamak gerekiyor. Yüzleşemediğimiz her gerçek ertelendikçe büyüyecek, büyüyen problemin tedavisi de bir o kadar zor olacak ve insanî ilişkilerde sağlıklı bir iletişime engel teşkil edecektir. Düşünceden kelimelere, kelimelerden inançlara, inançlardan davranışlara giden upuzun bir yolculuktayız ve imtihandayız. Bazen kazanıyor, çoğu kez kaybediyoruz. Kaybedişlerimiz, Rabbani terbiyeye yeterince teslim olmayışımzdan kaynaklanıyor.
Ruhumuzu, duygularımızı, düşüncelerimizi, tüm benliğimizi Rabbimize teslim ederek, Rabbimizle ve kendimizle ilişkimizi iyi tutmalı; tekamül yolunda adımlar atmalıyız.
Rabbimiz, Kur’an-ı Kerim’in bazı ayetlerinde güzel sözün ve iyi davranışın önemini vurgulamış ve biz kullarına bu hususun önemini bildirmiştir.
ÂLEMLERİN RABBİNİN SÖZÜ
“O kullarım ki sözü dinlerler de en güzeline uyarlar. Onlar, öyle kişilerdir ki Allah, onları doğru yola sevk etmiştir ve onlardır aklı başında bulunanların ta kendileri.”
Güzel söze uymak için, güzel sözün ne olduğunu bilmek ve güzel sözün sahibine talebe olmak gerekir.
Toplum başka söylüyor, örf başka, moda başka, medya başka, nefsim başka, çevrem başka söylüyor! Hiç biri diğerine uymuyor, birbirine denk gelmiyor. Birine uysak öteki razı olmaz, hepsini razı etmekte elbette mümkün değildir. Ben hangi söze uymalıyım? Kimi razı etmeliyim? Şüphesiz ki, mutlak hakikate dayanan doğru söz tektir, o da âlemlerin Rabbinin sözüdür, bunun aksi olamaz. Zira mü’min Rabbinin sözüne tâbi olmakla mükelleftir ve mükellef olduğu bu gerçeği yaşamında tatbik ederek, sözüyle, ameliyle Allah katında değer kazanır. Mü’minin özü İslâm’dır sözü ve ameli özüne uygun olandır.
Bu sebeple özümüze uygun bir yaşam için kurtulmamız gerekiyor; ruhumuzun derinliklerine nüfuz edip bizi özümüzden uzaklaştıran bâtıl yaşam biçimlerinden, ruhumuzu sıktıkça sıkan olumsuz fısıltılardan, yanlış kodlanmış söz ve davranışların dar ve karanlık dehlizlerinden. Bizi dosdoğru yola ileten, doğru düşünmeye, doğru anlamaya, doğru konuşmaya ve doğru yaşamaya sevk eden söz, elbette âlemlerin Rabbinin sözüdür. Kelime-i tevhittir. Bizler bu sözün temsilcileri olduğumuzun hakikatini yeniden hatırlamalı ve mü’minler olarak birbirimize hatırlatmalıyız. Şüphesiz ki, hatırlatmak mü’minlere fayda verir. Bu kelimeyi yaşam tarzı edinirsek ancak sözlerimiz ve amellerimiz Allah katında değer kazanacaktır.
“ Görmedin mi, Allah güzel bir sözü nasıl misal getirdi? (Güzel bir söz), kökü sağlam, dalları göğe yükselen bir ağaç gibidir.”[2]
Güzel söz, amellerin tohumudur. Güzel sözler; önce kalplerde kök salar, sonra filiz verip gökyüzüne yükselirler. Bu nedenle İslâm, iman edenlerden “güzel söz söylemek “üzere söz alır.[3] Güzel söz yalnızca başkalarına değil sözün sahibine de fayda sağlar. Zira ağzından çıkan sözü herkesten önce kendi kulağı duyar, kişi duyduğuna önce kendi inanmalı ve tasdik etmeli.
Bütün güzelliklerin kaynağı olan Yüce Rabbimiz, yine başka bir ayette şöyle buyuruyor; “Kullarıma söyle, insanlara karşı sözün en güzelini söylesinler. Aksi halde şeytan aralarını bozar. Şüphesiz ki şeytan insanın apaçık düşmanıdır.”[4]Güzel söz söylemek için şair veya hatip olmaya gerek yoktur. Rabbimiz Fussilet sûresinin 33. Âyet-i kerimesinde; “Allah’a çağıran, sâlih amel işleyen ve “Ben Müslümanlardanım” diyenden daha güzel sözlü kim vardır?” buyurarak güzel söz ve sâlih amelin Müslümanın hayatında bütünleşmesi gerektiği hususuna dikkatlerimizi çekmektedir. İyiliği emredip kötülükleri önlemeye çalışmak da güzel sözler kapsamında değerlendirilmiştir. Şu halde güzel söz söylemek, yalnızca insanların hoşuna giden şeyleri söylemek değil, hoşlarına gitmese de hak ve hakikatle uyarmak da güzel sözlü olmak demektir. Güzel sözler insanların kalplerini yumuşatır, insanî ilişkileri geliştirir, lakin tek başına yeterli değildir.
Başkalarına öğüt ve nasihatlerde bulunurken o gerçeklerin öncelikle kendi hayatımızda ete kemiğe bürünmesi gerektiği gerçeğini çoğu kez göz ardı ediyoruz. Güzel söz söylemenin keyfiyete bağlı olmayıp Allah subhanehu ve teala‘nın emri olduğunu unutmamalıyız.
Bütün güzelliklerin kaynağı olan Rabbimiz, elinden ve dilinden emin olunan, güzel sözü hayatında şiar edinen, dünya hayatının ardından takip edilesi hoş bir seda bırakan, hakkımızda güzel sözle şahitlik edilen ve son nefesimizde sözlerin en güzeli olan Kelime-i Tevhid ile Rabbine kavuşan kullarından eylesin. Amin.
[1] (Bakara, 2/263)
[2] (İbrahim, 24)
[3] Tevhid Dergisi
[4] ( İsra,53 )