Haberler

Haberler (104)

سْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيم

                                                  

Dönüşüme uğrayan bir insana dönüştüğünü anlatmak çok zorludur. İçinde bulunduğun toplum dönüşüme uğradığında ise o toplumda yaban kaldığın gibi “marjinal… diye tabir olunan” bir isimlendirme ile olumsuzlanan bir insan oluverirsin. Çünkü işleyişe ve inanç sistemlerine aykırı bir duruş ve önermelerin vardır. Nedense “Ya inandığın gibi yaşarsın ya da yaşadığın gibi inanmaya başlarsın” zemininde “yaşadığı gibi inanmaya başlayan” insanlara dönüştüklerini anlatmak zor olduğu gibi kendi değişimleri doğrultusunda dayatma yapmaya çalışmaları ise ayrı bir garabettir. Yanlış yolu doğru görmeyi sağlayacak bir sürece maruz kalmış insan ve topluluklar elbette şıp diye ortaya çıkmıyor. Toplum dönüştürme mühendisliği (odakları) “alt akıl!” boş durmuyor.

 İslam’ın toplumsal bir hayat olarak egemen olmadığı toplumlar, şirk sistemi esaretinde hayat sürerler. Şirk toplumu[1] genel itibariyle dönüşüm sorası ortaya çıkan toplumdur. Dönüşüm öncesi toplumsal inançları Adem (a.s.) babamız ve onu takip eden elçilerin izlediği yoldur. Yalnızca bir tek ilâha boyun eğmek, itaat etmek (ibadet) doğrultusunda, siyasal, sosyal, iktisadi ve ahlaki hayatta yaratılış gayesine uygunluk esas alınmıştır.  Sonrasın da üretilen "Sezar’ın hakkı Sezar'a, Tanrının hakkı Tanrıya" şeklindeki toplumsal yaşam ve inançlar dönüşüm geçirmiş toplumların ortak özelliği olarak karşımıza çıkmaktadır. “Üstün sınıf- üstün ırk-tanrısal yetkinlik-üstün özellikler… ” gibi temellendirmeler ile toplumun inancına yön verecek bir yol takib edildi ve ediliyor. Akabinde yaşadığı gibi inanmaya başlayan çoğunluklar ile karşı karşıya kalındı/kaldık.

Bu çoğunlukların, arzularını, konforu, makamları, şehvetleri ve iştahlarını dizginleyecek bir otoriteyi istememeleri işin arka planında olan asıl gerçekliktir. Yani “Hevayı ilâh edinme” durumudur. Tüm çaba ve hırçınlıkların temelinde olan da budur.

Birde bunun farklı bir boyutu olarak atalar yolu diye tabir edeceğimiz, İslam’a aykırı oluşturulmuş örf ve adetler ile ilgili ortaya konan ” ben mevcut verili olana karşı duramam!” örnekliğindeki edilgen kişiliklerin yaklaşımları sebebiyle “doğruların yerine ikame dilen yanlışlar” şeklinde, batıl olan sistem ve rejimlerin eli güçlendirmekte. Tıpkı Ebu Talib örnekliğinde anlatıldığı gibi, Muhammed (a.s.) amcasından vefat öncesi İslam üzere son nefesini vermesini arzular ve Risalet gereği şehadet getirmesini istediğinde, Ebu Talib’in Kavminin kendisini ayıplamasından korktuğunu/utandığını… söylemesi gibi… Dönüşen toplumlar korunup kollanmış olurlar…

“Alt akıl”  toplum mühendisleri boş durmuyor. Dönüştürme projeleri devam etmekte, sinsi, sinsi ve bir birini takib eden adımlar ile acele etmeden hareket etmekteler. Çünkü acele ettiklerinde baskı ve basınçla yol almak zorunda kalırlar bu da elde etmek istedikleri gönüllü bir dönüştürmenin tabiatına aykırıdır. Zor ve baskı ile elde edilen dönüşüm görünümlü hallerin arkasında bitmez tükenmez bir nefret ve direnç vardır. İşte bu nedenle sevdirerek dönüştürmek yolunu tercih etmekteler. Severek dönüşüme kucak açanlar sonrasında bu dönüşümün yılmaz bekçileri kesilivereceklerinden “her doğru çağrı ve uyarıyı duyduklarında şüphe ile yanaşacak” ve karşıt duracaklardır. Ta ki aralarından akl-ı selim sahibleri çıkınca ya dek.

“Alt akıl” boş durmuyor. Genç kuşaklardan başlayarak onların gönüllerini çalacak hamleler atmak işlerini hızlandıracağından… En etkili yolu kullanmaktalar. Bu yol aynı evin(ulusun) büyükleri! “Evin içinden evi dönüştürmeleridir…” Eğer ilahi bir yasanın iz düşümü olarak “(Ey Mekkeliler!) Sizin kâfirleriniz onlardan daha mı hayırlı?”[2]  uyarısının oluşturduğu bilince sahip olunmaz ise,  Evet, bu ayırımı yapacak kadar uyanık olunmaz ise dönüşüm  ve yıkılış kaçınılmazdır.

Dönüşümü hızlandıran, sorgulanmayı düşüren ve sorgulanmaz kılan “hastalık” en ağır olanıdır. “Evin içinden evi dönüştürme ve ya bahçemizin zehirli bitkilerine kayıtsız kalma hastalığıdır.”

Ormana giren balta misali gibi;  “Ormana bir balta girer! Genç yaşlı demeden önüne gelen ağacı yıkar, devirir. Genç olan ağaçlar bu durum karşısında endişeye kapılır ne yapalım diye çözüm ararlar böylece çözüm için yaşlı olan bilge ağaca başvururlar ve olayı anlatırlar. Bilge ağaç sorar, nasıl bir şeydir bu neye benziyor!. Cevaben, keskin bir metal ve bir sap! Bilge sapı neydendir diye sorar, ağaçtandır derler. Bilge olan yaşlı ağaç; “Sapı bizden ise yapacak bir şeyiniz yoktur der! Şu saplar! baş belası saplar!. Dünyamızı rezil ahretimizi zelil kılmaya çalışan şu saplar! Sorgulanmaz kılan, sorgulamayı düşüren bu hastalığa karşı “Müslüman en uyanık olması gerekendir.” bundan gaflet ise dini bilmemekten başka bir şey değildir.

Ağaçlar! Ya bozgun yardımcılığından vazgeçer ormanı ihya ederler! Veyahut orman kendisini yıkacak ağaçlar yetiştirmemenin yollarına başvurur. Diğer bir ifade ile evet aynı gemide olabiliriz! Ama bu gemi ya Nuh’un gemisine dönüşür veyahut kendi gemimizi (Nuh’un gemisini) inşaa etmeliyiz. İlahi rızaya, cennete, klavuzlamayan tüm gemiler Allah’a isyana, cehenneme doğru yol aldıran, klavuzlayan gemilerdir.

Batının dönüştürme arzusu ile yaptığı savaş hangi kılıf ile olursa olsun temelde İman/İnanç savaşıdır. Osmanlı bakiyesi Türkiye’den günümüze doğru zihinsel bir yolculuk yapıldığın da ortaya çıkan değişimin batının arzularına eriştiğini resmetmektedir. Ve gün geçtikçe olumsuz anlamda daha da hızlı bir çözülme ve “Kimliği oluşturan kişilik sıfırlanması” değersizleşme şeklinde devam etmektedir. Bu, 1980 ve 2000 sonrası siyasi rejimler eliyle daha da hızlanmıştır. Osmanlı bakiyesi diğer ulus ve krallıklarında bu dönüşüm ve dönüştürme projelerindeki misyonları “Evin içinden evi dönüştürme” rolleri hakkında uyanık olunmalı.

Toplumsal görüntüsü (baskın olarak) İslam’i görünen Arabistan, giyim kuşam ve muamelatta bakıldığın da İslam’i ölçülerin görülebildiği boşanmadan miras hukukuna,… Şer’i mahkemelerine… İşte böyle olan bir yerde bu görüntünün de tarihe karışması için dönüşümün hızlanması adına ardı arkası kesilmez bir şekilde… Normalleştirme (Laikleştirme) hamlelerinin açılımlarını görmekteyiz. Arabistan’dan başlayan bir dönüşümün etkisi ile uydusu niteliğinde olan Arap ülkelerindeki bir dönüşüm arasındaki fark “Baba Arabistan ve çocukları olan diğer Arap ülkeleri şeklinde ” düşünülmeli. Eğer Nebevi duruş örnekliğinde bir karşı duruş ortaya çıkmaz ise “Ümmetin geleceği açısından” içinde bulunulan zeminden daha zorlu bir tablo ile karşı karşıya kalacağımız aşikardır. (Allahu â’lem)

Surda gedikler açılmalı diye arzulayan krallık, spor; futbol ve bir sporcu üzerinden gençlerin gönülleri çelinmeli, onlara yeni bir bakış yeni bir anlayış kazandırmalı…. Mabedleri stadyumlar olan, “çift mabedli olmada sorun yokmuşçasına oluşturulacak bir öğretiMesele İslam’ın koyduğu, koyabileceği sınırları aşarak İslamsız bir spor değil! İslamî  ölçülere sahip olmayan bir spor faaliyetin, İslama aykırı olmadığına inandırarak gençlik üzerinde yeni bir tahribat kapısı açmak.  Katarda, bir Müslüman Ülkesinde! dünya kupası maçlarının düzenlenmesi “Atası Müslüman” olan toplumların gönlüne, küresel futbol korosuna katılmanın meşruiyet tohumunu serpti. Surda gedikler açıldığında ardı arkası kesilmez hamleler devam eder… Ve Arabistan takımlarından birine “Filistin konusuna yaklaşımı sıcak olan Ronaldo[3]” transfer edilir.

Dönüşüme etkisi çok yönlü olarak ele alınabilecek bir olay ve olgudur bu transfer. Öncelikli olarak bende merak uyandırdı! Acep Mekke şehrinin futbol kulübü var mı? Stadı var mı? Ya Medine’nin? Evet varmış. Pekala stadyumları harem sınırlarında mı? öyleyse sözüm ona atası Müslüman olduğundan dolayı Müslüman diye anılanların dışında gayr-i müslim futbolcuları da var mı?  Bu takımlar Arabistan premir liginde mi? Evet! Meğerse sporla ilgili gedikler çoktan açılmışta haberimiz yokmuş… bunları zikrederken batıda “İslamafobi” diri ve canlı kalsın diye bu krallık ve kendisine babacan gibi davranan özellikle Amerika ile saman altında su yürüten işbirliği ile teşvik ettiği şiddetten ve işbirliğinden bi haber değiliz. Veya İslam’dan ödün vermeyen Alimleri cezalandırma ve hapse atmalarından da elbette habersiz değiliz… Meseleleri, elde kalanı da tahrip edip geri dönüşü zor olan bir yol ile baş başa bırakmaktır.

İslam’a karşı atılan hamleler çeşitlilik arz etmekte ve bir hali çoktur. Filistin ile ilgili işgalci ile yakınlaşma için atılan hamle gibi…  Lakin bu kadar pervasızca ve açıktan hamleler inşallah ümmetin neferlerini yek vücut kılacaktır. İşledikleri cürümlerin sarhoşluğu geçtiğinde halleri nasıl olacak…! Merak etmiyoruz, biliyoruz. Çünkü evvelkilerin kıssalarında görüldüğü gibi, dünyaları da zelil, ahiretleri de rezil olacaktır.

Mekke’si ve Medine’si olan bir ümmetin dağınık erlerine her türlü oyun oynanarak dönüştürme hamleleri atılabilir ama unutulan bir şey var; İslam’ı yeryüzünden silemedikleri müddetçe başarılı olmaları mümkün değildir. Kısa vadeli kazanımları varmış gibi gözükebilir ama “Kur’an tek bir neferimizin elinde kaldığı müddetçe”  özledikleri başarıya erişemeyeceklerdir. Ve İblisleri ile beraber burunları yerde sürüne, sürüne inkılaba uğrayacaklardır. Allah’ın görmediğini bilmediğini mi, durumun hep istedikleri gibi süreceğini mi sanıyorlar!

Yeni bir hamle Futbol ve "Ronaldo" üzerinden inşaa edilmek istenen, üretilmek istenenin neler olabileceği üzerinde yoğunlaşmak ve uyarmak gerekmekte. Birlikte yaşamanın nasıllığına ilişkin açılan gedik, evli olmayanların, çocuk sahibi olunsa dahi sevgililere sağlanacak birliktelik imkanı ile deliniyor. Bir Müslüman için, hayat tarzından dolayı örnek alınamayacağı, sevilemeyeceği bir konseptte olan bir futbolcunun, Filistin de yaşanan zulümlere sessiz kalmayan kendi yaşadığı dünyanın "değer ve ilkelerinin üstünde bir kişilik " ve gençlik üzerin de oluşturacağı etkiler... Sakın küçümsenmesin. Çünkü Spor için üretilen rol modeller “İlahçıkların”… Gençler üzerinde etkileri, gönüllere kadar işlemekte… yakın tarihlerde artık çocukların ismi Ronaldo olsa…!

Arabistan, Arap dünyası üzerindeki nüfuzu düşünüldüğünde etki alanı daha da büyük bir coğrafyayı kapsayacağı bir hakikattir. Sebebine gelince; uydusu niteliğinde hareket eden uluslar, tefekkür etmeden sorgulamadan kabul eden bir yol takip etmekteler…

Hakkaniyeti elden bırakmamak lazım.... Bu bir spor değil, bu her hangi bir ulus devlette ki futbol değil,  bunların çok ötesinde olumsuzluklar barındırmakta.

Mekke de futbol!

Medine de Futbol!

Nebi (a.s.) ve ashabın “Yaratılış amacı ile insanlık buluşabilsin diye” gecelerini gündüzlerine kattıkları, tüm varlıkları ile bu yola baş koydukları mekânlar da, yaratılış amacından uzaklaştıran her değere savaş açtıkları bir yerde, spor faaliyeti dışında “bir ibadet konsepti ” ile yumuşak bir dönüştürme hamlesi futbol.

Transfer ve para! Kaynaklarını İslam için harcamayan bir krallık... İslâm'ın doğup yeşerdiği bir Coğrafya da İslam’ı yok etme hamleleri elbette başarısızlığa mahkûmdur! Önemli olan onların başarısız olmalarında bizim duruşumuz ile elde edeceğimiz kazanımdır, kazanımlardır.

Farkındalık, duyarlılık, sorumluluk  bağlamında kulluk eksenli bir hayat için  “Ya inandığın gibi yaşarsın ya da yaşadığın gibi inanmaya başlarsın” Zemininde “İnandığı gibi yaşayanlardan olmak duası ile “ Allah’a emanet olun.

 

 

[1] İlahi belirleyiciliğin yetkinliğine ortakmışçasına, bütün ve ya parça olarak karşıt duran … veya…

[2] Kamer Suresi 55 ayet

[3] Hidayet bulması ve bulmaları duasındayız...

Kur'an Yurdu'nun organize ettiği aylık konferanslar serisinin Ocak ayı konuğu Yazar, Yakup Döğer. Modernizmin Müslümanlar Üzerindeki Etkileri konusunun konuşulacağı konferans 28 Ocak 2023 Cumartesi akşam saat 20:30'da Kur'an Yurdu merkez binasında gerçekleştirilecektir. Erkek kardeşlerimize yönelik olan programa tüm Müslümanlar dâvetlidir.

Modernizmin Müslümanlar Üzerindeki Etkisi

Merhum Ahmed Kalkan hocanın El-Esmâu'l Husnâ kitabı Kur'an Yurdu tarafından yayınlanarak okuyucuyla buluştu. Kur'an Yurdu olarak Merhum Hocamızın kitaplarını okuyucuyla buluşturmaya Rabbimizin inayetiyle davam edeceğiz. Kitap satış irtibat bigileri: 0541 727 1981

el asmaul husna ahmed kalkan cıktı 1

Kur'an Nesli İlim Mekezi'nin  "Yakın Dönem Dâvet Önderleri" üst başlıklığla organize ettiği programların 2'cisi bu ay "Ercümend Özkan'ın Hayatı ve Mücadelesi" başlığıyla yapıldı. Dr. Kürşad ATALAR'ın sunup paytığı programın video kaydını sizlerin istifadesine sunuyoruz.

 

Kur'an Nesli İlim Merkezi'nde bu hafta Cuma Sohberinde Şükrü Hüseyinoğlu, "Mü'minlerin Stratejik Birlikteliği Nasıl Oluşur?" başlıklı bir sunum yaptı. Kur'an Nesli minberinde ise hatip Rıdvan Dinçer "Bir Sınav Süreci Olarak Hayatımız" başlıklı bir hutbe okudu. Programların video kayıtlarını sizlerin istifadesine sunuyoruz.

 

İlkav Onursal Başkanı Mehmet PAMAK Hoca, bütün Rasûllerin, toplumlarını tuğyana sürükleyip en fazla yozlaştıran ifsad sebebini ıslah üzerinden tevhide davet ettiklerini vurguladı.

Seven ne yapmaz ki, sevdiğinin uğrunda. Kimi zaman geçer candan, kimi zaman terki diyar etmez mi sılayı, yurdu sevdiği uğrunda. Evet, seven ne yapmaz ki sevdiğinin uğrunda. Tek hedefi, tek amacı kavuşmak değil mi sevdiğine! Evet, tek dileği bu belki ama unuttuğumuz bir şey yok mu hayatımızda, ya bu sevgi bize mutluluk yerine acı, huzur yerine çile getirmeyeceği ne malum!

Olabilir tabi. Bunu da hesaba katmıyor değiliz der iki âşık. Hep mutluluktan dem vurmaz mı seven, evet hep bunları düşünür çünkü aklı devreden çıkmış ve sağlıklı düşünmek yerine o anki tadı veya hissettiği duyguyu her şeye değişmiştir çoktan. Yarına dair pilanlar hep mutlu olmak üzerine değil mi? Evet, hep bunlar düşünülür, bunlar hesaplanır, bunlara, hayat ve sevgi denilir. Ama unutulan bir şey yok mu dersiniz? Var tabiî ki, ama o an bunlar aklın ucundan bile geçmiyor. Peki, unutulan ne? Unutulan herkesin bir hesabı var. Tabi bu normal bir durum. Fakat Allah’ın da bir hesabı yok mu dersiniz! Tabiî ki var ama âşıkların aklına gelmeyen husus burası değil mi? Burası demek geliyor insanın içinden. Unuttuğumuz ya da unutulan taraf çok mu basit sizce, bana sorarsanız gerçekten en önemli yer unutulmuş derim. Nedeni şu; seveni yoktan var eden o değil mi? Peki sevgiyi insana veren kim ya da sevgiyi en çok hak eden kim desek ne gelir aklınıza! İki aşığa sorsanız onlar kendi sevgilerini anlatacak herhalde. Unutmayalım ki sevilmeye en çok layık olan sevgiyi kalbimize ve bize veren değil midir? Evet, o ta kendisi bunu hesaba katmadan sevgi nasıl tarif edilirse edilsin eksik olur.

Gelin sevgilerin neden azalıp ve neticede neden bittiğine bakalım. Sevgi kalbi ve en önemlisi Rahmânî bir duygu değil mi ya da ruhumuzla alakalı bir duygu değil mi? Her akıllı kişi buna evet diyecek tabi ki çünkü görünen veya ölçülen bir tarafı yok daha doğrusu madde değil manevî bir duygu. Bunun azalıp çoğalmasının en önemli faktörü bana göre sevgi denince hesap etmediğimiz bir yön vardır. Bu yön çok önemli aslında, yani azalan sevgi eksik olan sevgi maddeye bağlanan sevgi yani karşında bir varlık var sen ona o anki haline güzel diyorsun. Ama unutmayalım o varlık değişecek ya kırılacak veya bir insan için düşünsek yaşlanacak, hastalanacak ve en önemlisi kızacak. Gülen birini seviyorsunuz ama unutmayalım o üzülecekte bazen kızacakta. O zaman hemen, “ben ne aptallık etmişim” diyeceğiz “bunu nasıl sevdim” diyeceğiz. Öyle mi yapacağız yoksa “ben bunu gülen yüzüyle değil her yönüyle seviyorum. Tabi bu kadar nazı da olsun, bazen bende kızıyorum yanlış yapıyorum”. Bunları diyebilsek, inanıyorum sevginin azalması diye bir şey olmayacak. Günümüzde buna “fikir uyuşmazlığı”, “farklı karakterler” diye kılıflar kullanılıyor. Bununla da yetinilmiyor “şunun burcu şu, ötekininki bu” demiyor mu insanımız. Evet, seven iki âşık tarafından bunlar hesaplanır. Yani “ben boğa burcuyum, ben eyer seveceksem şu burcu tercih etmeliyim” deyiveriyoruz. El cevap deniliyor ama Allah hayırlısını nasip etsin ya da bu konuda bir de din ne diyor, daha doğrusu beni Yaratan ne diyor, bir de buradan bakmalıyız diyen, nadir bulunur. Bu nadir bulunanlarda genellikle şikâyetçi değildirler. Çünkü onlar en önemli yeri veya en önemli yönü düşünmüşlerdir de ondan. Onlar hesaplarına, “Allah bu konuda ne der acaba” katmışlar ve onun ölçülerini kale almışlar. Bu onlara sevdikleri kişiyi en iyi bilen merci ye danışmışlar ve kararını ona göre vermişler. Karşılığında nemi elde etmişler? Kocaman bir mutluluk sizce yetmez mi? Bu mutluluk sadece bu dünya için değil ahiret mutluluğunu da beraberinde getiriyor. Bu sevgi Yaratan rızası için yapıldığından ibadet oluyor ve yaratanın yardımına muhatap oluyor. Hem bu dünyası ihya oluyor hem ahreti ihya oluyor.

Gelin biz burada, bu sevgileri bir biriyle kıyaslayalım. Önce maddeyi sevene bakalım maddeyi seven karşısında bir şey görüyor ve onu beğeniyor, onu sevdiğini sanıyor kendince ama zamanla o aldığı haz ve sevdiği şey bozuluyor veya eşya için eskiyor peki hani çok seviyordu, onu eskiyince neden kötü oldu. Nedeni basit çünkü o, onu ilk gördüğü haliyle sevmişti ve yarın bozulacağını hesaba katmamıştı. Gelin bunu iki insan için düşünelim birbirini seven iki âşık, birbirini ne kadar çok sevdiklerini anlatır dururlar birbirlerine. Ne kadar doğru gelin birlikte tahlil edelim. Bunlar birbirini çok seviyor birbirimiz için ölürüz diyorlar. Bırakalım ölmeyi neden kavuştukları zaman bu sevgi eskisi kadar olmuyor. Ya da tam tersine dönüyor hiç düşündük mü? Nedeni çok basit! Bunlar o andaki maddeden ibaret beden veya güzelliği sevmişlerdi. Zamanla o bozulacak ve sevgi de ister istemez ya azalacak veya bitecek, bu kaçınılmaz bir son. Gelin birde öteki pencereden bakalım olaya. Manevî duygularla kendisini besleyen ve sevginin asıl sahibini bilen ne yapar. Yapacağı çok şey yok aslında! Sevgisini, kendine bu duyguyu veren zâta yöneltmiştir aslında. Seveceği zaman ölçülü sever, neyi ve neden sevdiğini çok iyi hesaba katar. Bu nasıl meydana gelecek bu kişi sevgiyi ona vereni bildiği için sevilmeye en çok layık olanda o der. Benimki bunun yanında çok az ve basit. Böyle bir sevgi büyütmenin bir anlamı yok. Eğer ben seviyorsam birini bu yaratıcının bana verdiği cüzi olanla seviyorum der. Ve eğer ki ben seviyorsam karşımdakini o zaman bunun ölçüsü ne olacak ve bu sevgi ne kadar ve neye olacak, onu hesaba katar. Yani işin gerçeği şu ben şunu seviyorum dediği zaman onu her yönüyle seviyordur. Güzelliği, yaşlılığı üzerinde barındırdığı huylarıyla seviyordur. Yok, öyle değilse o zaman kendini kandırıyor veya karşısındakini aldatıyordur. Ama unutmamalı ki karşısındaki kanar ama yarın Allah ne diyecek onu düşünüyor mu?

Eğer düşünse kandırmaz, yalan söylemez, aldatmaz. Şunu bilir ki kimse kalbini bilmese bile Allah biliyor. Ve bundan ötürü hesaba çekilecek. Gelin burada sevenlerden bir demet toplayalım.

Ashab-ı Keyf diye adlandırır onları Kur’an, mağara arkadaşları

Onlar öyle seviyorlardı ki sevdiklerini ve neden sevdiklerini de çok iyi biliyorlardı

Bu sevgi onları Dakyanusun karşısına çıkartıp hakkı haykırtı onlara

Sevgileri pak idi temizdi sevdikleri için ölümü bile göz kırpmadan göze aldılar,

Ama sevdikleri onları yalnız bırakmayacaktı tabi ki koşacaktı sevenlerinin yardımına

Hz. Meryem sevmişti saf ve temizdi, onun ona olan sevgisi kutsaldı

Bu öyle bir sevgiydi ki uğrunda geçecekti her şeyden

Bu sevgi karşılıksız mı kaldı sanıyoruz, hayır bu sevgiye sevilen karşılık veriyordu

Ona bu sevgisi ve bu bağlılığı için teşekkürdü belki bu dünyada

Bu sevgi onu Hz. İsa’ya anne yapacaktı

Düşmanları olacaktı, tabi bu sevginin kıskananları da olacaktı ama o sevgisini sevilmesi gereken yere yöneltmişti bir kere sevilen koşacaktı elbet yardıma ve koştu da.

Hz. Bilal da sevmişti, hem öyle bir sevgi ki bu sevgiden vazgeçmesi için neler yapmadı ki

Sevgisini çekemeyenler, kızgın kumların üstünde üzerine taşlar konuluyor ama Bilal ben seviyorum diyordu.

Türlü türlü işkencelerden geçirilecek ama sevgisinden değil azalma tam tersi çoğalma olacaktı

Bu sevgiydi Bilali, Bilal yapan.

Resulde sevmişti, hem öyle bir sevgi ki teklif edecekti düşmanları baş edemeyince,

Seni kral yapalım, seni zengin yapalım, seni bu memleketin en güzel kızıyla evlendirelim

Diyecekler ama o sevgi başkaydı, anlayamazlardı onu tatmayanlar.

Bir elime ayı öteki elime güneşi koysanız ben bu sevgiden vazgeçmem diyecekti o rahmet Peygamberi (s.a.s.).    

Bir başka sevgi örneği işte Hz. İbrahim! Oda sevmişti, onun sevgisi maddeye, mala-mülke değildi. Onun sevgisi en çok sevilmesi gerekene idi. Öyle bir sevgi ki eline balatayı alacak, sevdiğine eş tutulan ne varsa yıktıracaktı. Onun sevgisi temiz idi, o karşılık beklemeden sevdi. Bu sevgiyi çekemeyenler elbet boş durmadı. Nemrut ateşi yakacak ve İbrahim’i o ateşe atacaktı. İbrahim, o ateşe sevdiği için atılacak ve hiç tereddüt etmeyecek en çok sevilmesi gerekeni sevdiği için korkmayacaktı Nemrutların ateşinden. İşte siz böyle severseniz sevginize cevap gelecek sevdiğinizden, yakıp yok eden ateş sizler içinde serin selamet oluverecek. İşte size gerçek bir sevgi ve sevilenin sevdiğine olan muhabbeti, sevgisine verdiği karşılık bu olacak.

Bir başka sevgi arıyorsanız Hz. Yusuf’a bakın, size sevgiyi anlatacak. Onun sevgilisi vardı hem de öyle bir sevgi ki, kıskananlar onu kör kuyulara atacak, o kuyudan onu sevdiği çıkaracak. Köle olacak pazarlarda satılacak amma sevgisinden zerre eksilme olmayacak. Yetmez Züleyhalar onu sevdiğini söyleyecek yetmez ondan faydalanmak isteyecek. Amma o öyle bir sevmiş ki sevdiğini, her çaresiz kaldığında yardımına koşacaktı. İşte sen beni bu kadar çok seviyorsun, bende elbet bu sevgine karşılık vereceğim diyordu, onun sevdiği. İşte sevgi birde bize bakın bir makama mefkiye dünyalık bir çıkara üç kuruş elde etmek uğruna neler ve kimlerin esiri oluyoruz. Diğer bir deyişle kimi ne kadar seviyoruz, sevgimiz veya sevdiklerimiz bunlar gibi bize karşılık veriyor mu?

Alın size bir çocuk sevgisi örneği, Ashab-ı uhdud kıssasını okuyoruz. Okuyoruz da nasıl okuyoruz. Ateş çukuruna doldurulan insanlar ne için oraya atılıyorlar. Sevdikleri Yüce Yaratan için uğrunda çanlarından geçiyorlar. Tereddüt eden anne kucağında ki kundaklık bebek dile geliyor “tereddüt etme anne, atla senin sevdiğin bu dünya ve içindeki her şeyden daha çok sevilmeye değer. Buyurun size gerçek sevgilerden bir demet! Alın bunları birde kendi sevginize bakın, kimin sevgisi değerli. Kim gerçekten seviyor, kim yalan söylüyor, işte bunlarla tartın sevgininiz ve kendiniz kendi hakkınızda karar verin.

   

  

Kur'an Nesli İlim Merkezinde Haftanın Sohbetinde İsmail Hakkı Güleç "Mekke Saha ve Sahnesi ve Hicret" konusunu gündeme getirdi. Cuma Hutbesinde ise hatip Şükrü Hüseyinoğlu "Tevhide Dâvet, Dâvette Tevhid" konulu bir hutbe irad etti.

 

Dağ gibi dimdik, dağlar gibi heybetli!

Bir ucu gökte, bir ucu yerde, bir ucu ise yerin altında!

Dünya’yı dengede tutan, sarsılmayan!

Kendine sığınanı koruyan, Ashab-ı Kehf gibi!

Dağlar, bizleri düşündürüp tefekkür ettiren!

Heybetli dağlar; vahiy yükünü kaldıramayan!

Vahyi yüklenen insana, sorumluluğu hatırlatan!

O dağlar ki;  misafirini en iyi ağırlayan!

Hira dağı ki, son Nebî ile insanlığı vahiy ile tanıştıran!

 

O dağlar ki yükseklerden insana, şehrin resminin tamamını gösteren!

Kar’ı eksik olmayan, gökyüzü ile yakınlığı olan!

O dağlar ki yürürler ama, insanlar farkında bile olmazlar!

Tur-i Sina dağında, Musa (a.s.)'a talim ettirip ağırlayan; vahiy levhasını Rab'tan alan!

Allah dağa tecelli edince; dağılıp parçalanan!

Bizler sarsılmayalım diye; yerlere kazık gibi çakılan.

Heybetiyle insanları büyüleyerek kendine çeken.

 

Âdem (a.s.) cennetten Cebel-i Nur dağına inişi ile bizlere; Arafat dağı ile mahşeri hatırlatan!

Nuh (a.s.) gemisi ile Cudi dağında demir aldı!

O dağlar ki, Resûlleri bağrında barındıran!

O dağlar ki, vahye şahitlik eden!

O dağlar ki, Allah'ın emrine boyun eğen!

O dağlar ki, kıyâmet gününde renkli yünler gibi atılacaklar!

O dağlar ki, semaya en yakın olanlar onlardır!

O dağlar ki, yüksekliği ile övünmeyen, Allah'a itaat eden!

O dağlar ki, Allah'ın en güzel ayetidir onlan!

Allah’ın kitap ve peygamber göndererek ihtilaf edilebilecek temel konuların hükmünü beyan etmesine rağmen, dinin esaslarında bile nasılsa zoru başaran ve sadece ihtilafsız yapamama konusunda ihtilaf etmeyen bir karmaşayı yaşıyoruz. Televizyonlarda din programı, filan hocanın bir kanala çıkması demek, tartışma programı ve sonunda halk arasında birçok tartışılacak konu oluşturup kafaları karıştırmak demek anlamına geliyor. Cübbelilerle cübbesizlerin tartışmaları, gelenekçilerle modernistlerin tartışmaları, tüm rivayetleri kutsayanlarla tümden mirası reddedenlerin tartışmaları… derken tekfircilik ve IŞİD’çilik…

Sadece iyi niyetin yeterli olmadığı, usûl ve yöntemin büyük önemi olduğu inkâr edilemez. Bu dâvâya sadece akıllı geçinen düşmanlar değil, akılsız dostların iyi niyetli ama yanlış tavırları da büyük zararlar vermektedir. Şu kadar cemaat ve ilim adamının melekleri sevindirecek ve şeytanları ürkütecek kapsamda hayırlı faâliyetler, ses getirecek tavır ve eylemler ortaya koyamadıklarının sebebi, dine bakıştaki eksik veya yanlıştan, ihtilaf ahlâkına uymayan ve tefrikadan kurtulamayan tavırlardan ve biraz da dâvet usulü yönüyle hatalardan kaynaklanıyor.

“Ey iman edenler! Siz kendinize bakın. Siz doğru yolda olunca dalâlette olan, sapan kimse size zarar veremez. Hepinizin dönüşü Allah’adır. Artık O, size yaptıklarınızı bildirecektir.”[1] Nemelâzımcılık, vurdumduymazlık değildir istenen. Kendine gelmek, kendine bakmak, kendini düzeltmek, kendini kurtarmaktır öncelikli olan. Hizmeti putlaştırmanın alternatifi, hizmeti ihmal değildir. Neyin hizmet olduğu, bunun nasıl yapılması gerektiğinin ilkeleri kulluğun kılavuzu olan Kur’an’da belirtilmiş, yüce kul Rasûlullah tarafından hayata geçirilmiştir. Temel referans, Ankara, Washington, Danimarka kriterleri değil; mutluluk çağının Mekke ve Medine ölçüleridir. Kişi, tevhidî imanın zarûri gereği olan sâlih amellerle kendini ve çevresini ıslah gayretini hayat boyu sürdürme çabası içindeyse, başkalarının yoldan sapması ondan sorulmaz ve ona zarar vermez. Kulluk/ibâdet, iki cihanda kurtuluşumuz için temel esas. Başkalarını kurtarma iddiasıyla kendi kurtuluşunu riske atan insanlar bilmeli ki, bu yol akıllılık değildir.[2] Başkalarını kurtarmaya çalışmadan da kurtulmak mümkün değil. [3]

“Vahdet” ve “tevhid” aynı kökten gelen iki kelimedir. Tevhid, kısaca “birlemek”, vahdet ise “birleşmek” demektir. Allah’ı tevhid ederek iman etmemiş olan bir kimsenin, tevhid ehli olanlarla velayet ve kardeşlik ilişkisi içinde birliği söz konusu olamayacağı gibi; Mü’minlerin birliği, vahdeti anlayışına uzak olan birinin de gerçek bir muvahhid olduğu söylenemez. Çünkü ümmetin birliği, vahdeti, akidevî boyutu da olan bir vecibedir.[4]

Bir leş olmaktan kurtulmak için bir’leşmek, olmazsa olmaz şarttır. Bir Allah’a inanan tevhid eri müslüman, her şeyde tevhidi/birlemeyi öncelikler. Tevhidin bir tanımı da, her şeyi birbiriyle irtibatlandırmak ve her şeyin bir olan Allah’la irtibatlı olduğunu kavramaktır. Önce kendimizle, iç dinamiklerimizle birleşmek, fıtratımızla ve inancımızla kopan bağımızı yeniden sağlamlaştırmakla işe başlamalıyız. Aynı dinin, aynı dâvânın insanı olan tüm ümmetle birleşmek dünyevî ideallerimizin başında gelmeli. Bütün bunlar için de Rabbimiz’le irtibatımızı sağlamlaştırmak gerekiyor.

Dünya savaşlarında birbirleriyle iki defa savaşıp birbirlerini yok etmeye çalışan Avrupa ülkeleri, üzerinden bir asır bile geçmeden aralarındaki sınırları kaldırıp Avrupa Birliği adı altında hemen bütün güçlerini birleştirmektedir. Birleşmiş Milletler, Nato vb. ittifakların konumu ve ağırlığı göstermektedir ki bugün işbirliği ve ittifak yapan, birleşen uluslar yarınlara hâkim olabilecektir.

Zorba müstekbirlerin ittifak ve koalisyon yapmaya mecbur olduğu bir dünyada, müstaz’af mü’minlerin yaşadıkları topraklarda bile ciddi mânâda birliktelikler oluşturamayışları hangi nakil ve akılla izah edilebilir? Küresel bir yangın alanına dönen müslümanların yaşadığı ülkelerde, cehennemî yangınları söndürmek için güç birliği oluşturmayan felâketzedelerin gözyaşları, yangınları söndürmek bir tarafa, benzin görevi yapmaktadır. Hem mevcut müslümanların konumu hem de İslâm düşmanlarının tavrı vahdeti, “hemen şimdi” şiarıyla kulak zarını patlatacak sesle çağırmaktadır. Dün Irak’ın, evvelki gün Afganistan, Çeçenistan ve Bosna Hersek’in ve her gün Filistin’in insanlık düşmanları tarafından resmen işgali, Mısır ve Suriye’deki tâğutların zulmü bizi birleşip dayanışmaya zorlamıyorsa demek ki, biz de işgale uğramışız demektir. Bir ülke topraklarının işgalinden çok daha kötü olanı, gönüllerin ve kafaların işgalidir. Savaş, öncelikle, insanın içinde kazanılır veya kaybedilir. İşgal güçlerinin ajanı olarak faâliyet yapan uzaktan kumandalı medyanın, câhilî eğitimin ve çevre şartlarının oluşturduğu fitne ve fesadın mü’minlerin gönüllerini ve kafalarını işgali, onların birleşmelerinden başka çözüm yollarının olmadığını haykırıyor. Emperyalizmin Ortadoğunun kalbine hançer gibi sapladığı kan içici İsrail’in ve dünyaya yayılmış siyonizmin vahşeti, demokrasi denilen kahpe sistemin imanları hedef alan zulmü, kırıcı ve yıkıcı ihtilafların hemen ve her yerde sona erdirilmesini farz-ı ayın kılıyor.

Özlemle beklenen vahdete ve İslâmî devlete ulaşmak için, önce mü’minler arasındaki ihtilafların tefrikaya ve düşmanlığa dönüşmemesi gerekiyor. Çözülemeyen ihtilafların kardeşliğimizi çözmesine fırsat vermemeliyiz. Ümmetin en önemli problemi inandığını ve sevdiğini iddia ettiği İslâm’ı doğru bir şekilde ve yeterli tarzda bilmeyişi ve bildiği hususlarda tam bir teslimiyetle itaat etmeyişidir. İşte dünyada ve âhirette kurtuluş için itaat edilmesi gereken hususlardan birisi de tüm mü’minlerin birbirlerini kardeş kabul edip yeniden ümmet olmaya çalışmalarıdır. Buna giden yol da, ihtilaf ahlâk ve âdâbına riayet ederek ihtilafları çözmeye çalışmaktır. Ümmete ve devlete giden yolu tıkayan husus, ihtilaflar değil, nasıl ihtilaf edeceğimizi bilip uygulamayışımızdır.     

İhilâfların önemli bir kısmı eleştirme üslûbu ile ve tenkitlere karşı tavırla ilgilidir. Eleştiren Allah için eleştirmeli, İlâhî görev olan nehy-i ani’l-münker yaptığını değerlendirerek dâvet usulüne uygun davranmalıdır. Gerekli olduğu durumlarda eleştirmekten kaçınmak, yanlışlıklara göz yummak demektir. Zaafların büyümesine, yaranın kangren olmasına sebebiyet vermektir. Bununla birlikte, eleştiri usûl ve ahlâkına riâyet çok önemlidir. Kaş yaparken göz çıkarmamalı, işimizin bağcı dövmek değil üzüm yemek olduğu unutulmamalı ve karşı tarafa da bu hissettirilmelidir. Eleştirilen ise eleştiriyi saldırı kabul edip tahammülsüzlük göstermemelidir. Eleştiri ve ona verilen cevap, öncelikle kullandığı dil yönüyle ahlâk açısından olumlu not almıyorsa fayda yerine zarar verir. Eleştiriye müsaade etmeyen kendine yazık eder. Aynaya kızıp, aynanın gösterdiğine bakmayan ve kendi üzerindeki düzeltilecek şeyleri görmeyen kimse acınacak kimsedir. Hepimiz çokça zaafları olan kullar olarak bizleri rahatça eleştirecek dostlar, arkadaşlar ve istişare edeceğimiz kimselerle beraber olmalı, eğer cemaat veya talebe yetiştiriyorsak eleştirel okuyan, eleştirel dinleyen insanlar yetiştirmeliyiz; örnek olarak bizi, kendimizi eleştirmelerine giden yolları tümüyle açabilmeliyiz. Ama eleştirdiği şahsa karşı kul hakkını gözeten, eleştirisinde insaflı ve âdil davranan, eleştiri ahlâk ve âdâbına riâyet eden, soyut laf kalabalığı yerine, yanlışlara somut örnekler vererek onları tashih etmeye, doğrusunu sunmaya özen gösteren bir eleştirici…

Eleştiriler yazarlar, hocalar, dâvâ adamları için çok önemli besleyici gıdalardır. Boylarının ölçüsünü alacakları boy aynasıdır. Aynaya kızılmaz, kusurlarımızı gösterip düzeltmemize sebep olduğu için biz de aynaya kızarak çamur atıp onu kirletmeyiz; tam tersine, teşekkür kabilinden, varsa aynanın üzerindeki tozu, kiri biz temizler, onu biz düzeltiriz. Ama bir de konkav ve konveks (çukur ve tümsek) aynalar vardır, bizi olduğumuzdan çok daha çirkin gösterebilirler. Olduğumuzdan şişman, iri veya zayıf, küçük… Ben, bizi küçük gösteren aynalardan daha çok, büyük gösteren aynaların bizim açımızdan daha riskli olduğunu düşünürüm. İşte o aynalara çamur değilse de üzerine toprak atılmalı. O aynalara da gereğinden fazla önem vermek ya da kızmak doğru değildir, gülüp geçersiniz. Bilirsiniz ki, o çukur veya tümsek ayna, gerçeği yansıtmıyor. Ama ayna kendisi çukur olduğu halde, onda yansıyan sizin yanlış görüntünüzü herkese objektif görüntü olarak sunar, tek doğru olarak takdim eder ve bunda iddialı olursa, o aynaya haddini bildirmek ve iftira cezası olarak gerekirse kırmak gerekir.

 “Eleştirmek” sözcüğü genelde olumsuz yanıyla algılanır. Birini eleştirmek demek, o kişinin sadece olumsuz, kötü, kusurlu, zayıf, beğenilmeyen yanlarını ortaya dökmek demek değildir. Eleştiri türünde kişi ya da eserin hem olumlu hem de olumsuz yanları bir arada verilir. Bu nedenle, eleştiri yazılarında kişi ya da eserin kusurları yanında onun olumlu, iyi, güzel, güçlü, beğenilen yanları da ortaya çıkarılır. Eleştiri yazılarını sadece kişiyi karalayan, kötüleyen yazılar olarak değerlendirmek yanlış olur. Eleştiri türüne eskiden “tenkit”, bu türde eser veren kişilere de “münekkit” denirdi. “Tenkid” kelimesi, “paranın sağlamlığını ve çürüklüğünü gözden geçirmek” anlamına gelen Arapça “nakd” sözcüğünden türetilmiştir.

Fikrine katılmadığımız bir yazarı, görüşlerini inancımıza ters bulduğumuz bir dâvâ adamını düzeltmek, yanlışının nereden kaynaklandığını belirtmek, bilgi eksikliğini gidermek, yanlışını tashih etmek; bütün bunları nefsimizi tatmin etmek için değil; Allah rızâsı için yapmaktır bizden istenen. Ama yanlışları düzeltirken uymamız gereken en temel kural, güzel bir tavır, hayır “güzel bir tavır” da değil; “en güzel” bir tavırdır: “İyilikle kötülük bir olmaz. Sen (kötülüğü) en güzel bir tavırla önle. O zaman (görürsün ki) seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki yakın bir dost olur.”[5] İbn Kesir, bu âyeti açıklarken şöyle diyor: "Yani, başkasıyla tartışma ve mücâdeleye girme ihtiyacını duyan bir kimse, yumuşak ve güleryüzlü olsun. Bir de karşısındakine güzel söz söylesin." Kötülük, en güzel haslet ne ise onunla önlenmelidir. Meselâ öfkeye sabır, bilgisizliğe hilm, kötülüğe af ve iyilik ile karşılık verilmelidir. Güzel ahlâkın temeli şu üç şeydir: Gelmeyene gitmek, vermeyene vermek, haksızlık yapanı affetmek.

Hakk'a dâvetin en temel prensibi sevgi, zerâfet ve tatlılıktır. Tatlı söz, yılanı deliğinden çıkarır. Yumuşak söz, katı gönülleri yumuşatır. İnsan, fıtratı icabı kabalıktan hoşlanmaz. Kabalık, insanları hakka yaklaştırma şöyle dursun, tam tersine ondan uzaklaştırır.

Kaba ve katı davranmak, sert ifadeler, dâvet ve tebliğ edilenleri, hatta cemaat haline gelmiş, hem de sahâbe kalitesindeki insanları bile dağıtabilir (3/Âl-i İmrân, 159).

Bazı konularda “doğru” tek değildir; bu, özellikle beşerî doğrular için böyledir. “Doğru”nun iki kaynağı, ölçüsü vardır: İlki, bir adı da Hak olan Cenâb-ı Hakk’a ait doğru; diğeri de insan aklı, ilmi, mirası ve tecrübesine ait doğru. Birincisi, müslümana (Allah’a teslim olana) göre mutlak doğrudur. Yani, her zamanda ve her yerdeki her insana/müslümana göre doğrudur; değişmeyen, tartışılamayacak ve teslim olunacak doğru. İkincisi ise beşerî doğrudur. Yani,  göreceli, zannî, ictihâdî, yoruma dayanan, tarihe, coğrafyaya, kişiye göre değişebilecek olan doğru. Kur’an’da muhkem ve yoruma yer bırakmayacak açıklıkta verilen bilgiler, emredilen veya yasaklanan hükümler mutlak doğrudur, hak ve hakikattir. Kur’an’da farklı anlamaya müsâit yoruma açık hükümler ya da Kur’an ve sahih sünnette yer almayan doğrular ise ikinci çeşit doğrulardır. Bunlar, delillere sahip olmaya, deliller arasında tercih veya delillerin sağlamlığı konusunda iknâ olmaya göre farklılık arzedebilecek göreceli doğrular, değişken gerçeklerdir. 

Ümmetin ihtilâf edegeldiği mezhebî/ictihadî, fıkhî doğrular da bu gruba girer. Meşhur abdest örneğinde olduğu gibi. Mâlikîlere göre doğru olan başın tümünün meshedilmesidir, bu farzdır. Hanefîlere göre doğru, başın dörtte birinin meshedilmesinin farz olduğu, Şâfiîlere göre ise saçın birkaç telinin. Bu ictihâdî doğrulardan kalkarak bir mâlikî hanefîye, hanefî de şâfiîye abdestsiz, dolayısıyla namazsız diyemez veya bu gerekçe ile arkasında namaz kılınmasının câiz olmadığını ileri süremez. Yoksa, mü’minlerin kardeşliğinden bahsetmek mümkün olmaz. Ağız ve burnun Hanefîlere göre dış organ sayıldığı için gusülde yıkanmasının farz olduğu, Şâfiîlere göre ise iç organ kabul edilerek yıkanmasının gerekmediği örneği de bunun gibidir. Cuma namazının sıhhat şartları konusunda da mezheplerin doğruları birbirinden çok farklıdır. Hatta aynı mezhebin farklı müctehidlerinin de farklı ictihadları vardır. Bu ve bunun gibi ictihâdî doğruların hangisinin delili bir kimseye kuvvetli gelirse, o görüşü din kabul etmemek, farklı ictihadları suçlamamak şartıyla benimser, yaşar. Ama unutulmamalıdır ki, Kur’an’ın emrettiği bir ibâdeti hiçbir ictihad yasaklayamaz, haram kıldığını da mubah kılamaz. Çünkü, hakkında nass olan bir hüküm, ictihad konusu değildir, olamaz. “Mevrid-i nassda ictihada mesağ yoktur.”[6] Yani, âyet ve sahih hadis olan yerde ictihad yoluna gitmez câiz değildir. Unutmamak lâzımdır ki, ictihadla sâbit olan bir şeyin hükmü kesin değil; zannîdir.

         

Fili ayrı yerlerinden tutan cemaatler, sadece kendi tuttukları yerin fil olduğu iddiasına kapılmamalıdır.

Kur’an’ın istediği gibi iman edenlerin; kaynakları, niyet ve yöntemleri meşrû olduğu sürece birbirlerinin varlıklarını ve meşrûiyetlerini kabul etmeleri gerekiyor. Tabii, bunun alt yapısını da, dinin temel meselelerinde, tevhidi özümseyip ondan tâviz vermemek ve tâğuta karşı tavır gibi konularda farklılığın olmaması şarttır. Bu dinin ilâhî olduğu gibi; dinin hâkimiyetine giden yolun, yani temel metodun da rabbânî olması lâzımdır. İslâm’ın hâkimiyeti için, yalnız meşrû araçların kullanılmasının zarûrî olduğu unutulmamalıdır.

Kolaya kaçma şeklinde kendini gösteren bir yanılgı da şudur: Hep kendi dışımızda birinin bizi kurtarmasını istiyoruz/bekliyoruz. Toplumdaki bu talep, arzı üretiyor ve kurtarıcı şahıslar ve kadrolar çıkıyor. Bunlar toplumu kurtarmak istedikleri için de, önlerine çıkan engelleri ezmekte bir sakınca görmüyorlar. İmanlarında olduğu gibi, kanaatlerinde de şüpheye yer yok.

Kanaatlerimizde yanılabileceğimizi hesaba katarak ihtiyatla hareket etmek ve bu noktada öteki müslüman kardeşlerimizle, tartışmaksızın sohbet etmeyi bilmemiz gerekir. Onların yanlışlıklarını isbat etmek ve kendi yorumumuzu onlara kabul ettirmek yerine; “acaba ben yanılıyor muyum?” diye onlarla konuşmamız, belki daha doğru bir tavır olur.

İhtilaf Ahlâkı ve İhtilaf Konusuyla İlgili Problemler

  1. İhtilaf alanını, ahlâkı, edebi ve usûlünü bilmemek ve bildiklerini uygulamamak; kardeşlik hukukuna riâyet etmemek; konuşma ve diyalog kurallarına uyma mecburiyeti hissetmemek, meselâ karşısındakinin sözünü kesmek, onunla saygısızca konuşmak, bağırıp çağırmak, hakaret etmek, söz hakkı vermemek,
  1. İhtilâfla tefrikanın farkının fark edilmeyişi, fitneye ve tekfire varan mü’minler arası ihtilafın İlâhî rahmete ve dünyevî hayırlara engel olduğunun hesaba katılmaması,
  1. Çoğunlukla farkında olmadan “fırka”laşma, tefrikayı körükleme, kendi dışındaki cemaatleri yok sayma veya tümüyle dışlama, hatta tekfir etme,
  1. İtikadî olmayan farklılıkların gereksiz yere gündeme getirilmesi, muhâtaba güven ve müspet bakışın olmayışı, iyi niyetlerinin sorgulanması,
  1. Diğer cemaat ve gruplardan kendi cemaatine adam kapmaya, adam çalmaya çalışmak. Başka grup ve cemaatlerin çözülme ve yenilgilerine sevinmek,
  1. Başkanlık, liderlik ve makam hırsı; şahıslara, mezheplere ve gruplara bağlılıkta taassup; ülke, bölge, parti, cemaat ve önder tarafgirliği, fanatiklik, bağnazlık,
  1. Nefisle mağrur olup kibirlenme; düşünce ve görüşte kendini beğenme, kesin bir delil olmadan muhâtapları ithamda acele etme, bencillik,
  1. Kendini yüceltmek gibi, grubunu, liderini, ilkelerini, metodunu yüceltmenin de nefis ve gurur anlamına geldiğinin unutulması,
  1. Gıybet ve dedikodu yapmak sûretiyle aslında kendisiyle aynı derdi paylaşan kardeşlerini yaralamak, onların morallerini bozmak veya farklı cemaatler hakkında laf getirip götürenlere kulak verip onların etkisinde kalmak,
  1. Haset/kıskançlık, kibir, iktidar hırsı veya iktidar kaybı endişesi, câhillik, aklı kesin ölçü kabul edip putlaştırmak veya işlevsiz kılmak, hevâ ve hevese tâbi olmak, dünyevî basit çıkarlar peşinde koşmak,
  1. Aranınca bulunması ve ulaşılması zor bir adam olmak, randevu alınması güç olmak, etrafına aşılması zor duvarlar/şahıslar örmek,
  1. İstişare yapar gibi, miş gibi yapmak; istediği konuda, istediği kimselerle yaptığı istişareyi bağlayıcı görmeyip kendi bildiğini okumak,
  1. Kiminle vahdet oluşturulacağı, vahdet oluşturulması istenen kişiler için gerekli özelliklerin neler olduğu, herkesle birleşmenin vahdet olup olmadığı sorularının doğru cevaplanamaması,
  1. Tevhid ehli olmayan, (itikad açısından) fâsık, münâfık ve İslâmî derdi olmayan, ortak İslâmî hedefi paylaşmayan kimselerle birlikteliğin vahdet kapsamına girmeyeceğinin değerlendirilmeyişi,
  1. Vahdetin bedenlerden önce gönüllerin bir olması demek olduğuna göre, başkan, âlim, cemaat ve kanaat önderlerinin vahdeti fazla önemsemeyen tavırları, isteksizlikleri,
  1. Kendi iç dünyasında, evinde, cemaatinde vahdeti gerçekleştiremeyenlerin ümmetin vahdeti için çaba gösteremeyeceği,
  1. Vahdetin tedricî/aşamalı olduğunun, sistemli olarak zamana yayılması gerektiğinin unutulup aceleci ve ümitsizliğe sevk eden beklentilere girilmesi,
  1. Yorumları ve ictihadları akîdeleştirmek, akîdevî ayrılıkları ise ictihadî farklılıklar gibi mâzur/meşrû görmek,
  1. Şahsî görüş ve ictihadları din haline getirmek, sadece kendi gruplarını müslüman kabul edip yalnız onları “kardeş” görmek,
  1. Bunun sonucu olarak kendi gruplarına davet etmeleri, kendi yanındakiyle övünmeleri,[7] şahsî yorum ve beşerî görüşlere davet ve onları dinleştirme; Hâlbuki, Allah’a davet etmeleri, ıslah edici davranmaları ve sadece müslüman kimliğini kabullenmeleri gerekmektedir. [8]
  1. Liderlerin Bey’at ve ahit almaya kendilerini yetkili görmeleri; lider sultası, liderleri karizmatik hale getirmek (şeyh uçmaz, müritler onu uçurur vb. anlayışla liderleri yüceltmek), yani hocaya, âlime, başkana itaatin Allah’a itaat gibi olduğu vurgusu, sanki âyetler kendi grupları, metodları ve âlimlerini övmek için inmiş gibi yapmak,
  1. Grupların kendilerini “Fırka-i nâciye” saymaları, kendilerinin “Nuh’un gemisinde” olduklarını iddia etmeleri, kendilerini dinin veya ümmetin temsilcileri olarak görmeleri, grup tekebbürü,
  1. Üyeleri parmak sayısından ibaret kabul, lider adayları çıkmasına engel olmak, üyelerin yetişip rütbe atlamasının çok zor olması, üyelerin kişiliksizleştirilmesi, her şeyin liderden beklenmesi,
  1. Ayağına giden değil, bekleyen olmak; vahdeti ve katılımı kendi cemaatlerine iştirak şeklinde anlamak, “işte lider, işte cemaat! Ne duruyorsunuz, vahdet istiyorsanız bize katılın!” diye kendisine ve cemaatine çağırmak,
  1. Diğer cemaatlere ve müslüman fertlere önyargılı olmak, farklı kabul ettikleri cemaatleri yeterince tanımamak, “falan memleketten adam çıkmaz, filanın olduğu yerde ben yokum” şeklinde anlayışlar,
  1. Esas düşman olan tâğutları, İslâm düşmanlarını bırakıp Müslüman fert ve cemaatlerle uğraşmak,
  1. Farklı kesimden Müslümanlar ve cemaatler arası ziyaretleşmeye, istişareye, yardımlaşma ve işbirliğine önem vermemek,
  1. Hedeflerin net olmaması, metod farklılıklarının ne olduğunun bilinip bunların karşılıklı saygı, anlayış ve işbirliğine doğru gayretlere engel olmadığının farkına varılmaması,
  1. Çoğu Müslümanın dost ve düşmanını Kur’an’a göre belirlemeyişi, Müslümanların birçoğunun düşmanını farklı mezhep, cemaat ve düşünceye sahip Müslümanların olmaması gerektiğinin uygulamada gözükmemesi…

 

[1] 5/Mâide, 105

[2] 2/Bakara, 44

[3] 103/Asr, 1-3

[4] 10/Yunus, 19

[5] 41/Fussılet, 34

[6] Mecelle, Madde 14

[7] 30/Rûm, 32

[8] bk. 41/Fussılet, 33