Haberler

Haberler (105)

Esselamu aleykum ve rahmetullah sevgili kardeşlerim!

Değerli Müslümanlar! Allah’ın izniyle bugün sizlere bir soru sorarak konumuza başlamak istiyorum. Sizlere dünyanın gelmiş geçmiş en güçlü ordusu hangi ordudur, desem sizin cevabınız ne olurdu. Her yere korku salmış kendi ülkesini uzaylılardan bile koruyabileceğini iddia eden Amerika mı? Yoksa yaşadığınız yeri çok rahat bir şekilde bombalayabilecek silahları olan Rusya mı? Milyon sayısına ulaşmış ordusuyla Çin mi? Ya da eskiden Cengiz han, İskender, Napolyon, Timur vb kişiler mi en güçlü orduları barındırıyor. Şunu da belirtelim ki sayın kardeşlerim anlatacağım kişiler bu bahsettiklerimizden hiçbiri değildir. Şu bir gerçektir ki, bu dünya da gelmiş geçmiş en güçlü ordu Hz. Süleyman aleyhiselam’ın ordusudur. Hz. Süleyman’ın cinleri, insanları, hayvanları kapsayan bir ordusu vardı. Rüzgara hükmedebiliyor, hayvanların dilinden anlıyor ve etrafında bu kadar çeşitli nimetler sayesinde bizim günümüz teknolojisinin henüz ulaşamadığı bilgiler Hz. Süleyman’ın elindeydi. Camdan saraylar emri altında işçilik yapıp heykeller binalar yapan, dalgıçlık yapan cinleri vardı. Hayvanlar sayesinde dilediği bölgelerden haberler alabiliyordu. Bütün bu nimetler Kur’an’ı kerimde sâd suresi 35. ayette geçen Hz. Süleyman’ın duasının kabul edilmesiyle mucize olarak verilmiştir. Ayetin mealinde: Ey Rabbim! Beni bağışla ve bana benden sonra kimseye layık olmayacak bir mülk (hükümranlık) bahşet.

Şüphesiz sen çok bahşedicisin. Bu yüzden Hz. Süleyman’a verilen mülk dünyada başka hiçbir hükümdara ya da topluluğa verilmeyecekti. Ama Müslümanlardan bir ordu bir topluluk var ki onlar fakirdi. Bazen yiyecek-içecek bir şey bulamazlardı. Silahları azdı. Güçlü, sağlam ve büyük silahları yoktu. Sayıları da azdı, çok büyük bir orduları yoktu. Onlar güçlü bir ırka da mensub değildiler. Lakin tüm bu yokluğa rağmen Denizin dalgaları gibi olan orduları yendiler. Tüm insanlık onların karşısındaydı. Fillerle zırhlı, teşhizatlı güçlü kale ve şehirlere sahip olan devletler karşılarında çaresiz kaldı. O devletlerin hepsinde Hazineler, servetler, zenginlikler vardı. Günümüzde Türkiye Cumhuriyeti, Amerika’yı Rusya’yı, Çin’i yendi desek muhtemelen sadece bu düşüncenin hayal olduğunu ve imkansız olduğunu söylerler ama onların zamanında böyle bir durum mümkün olmuştu. İşte o ordu Rasulullah’ın ashabıydı. Gerçekten de insanı düşündürüyor. Acaba dünyada gelmiş geçmiş en güçlü mülke sahip bir ordunun tüm dünyayı ele geçirebilmesi mi daha başarılı yoksa bir avuç insanın tüm dünyayı, karşısında aciz bırakması mı? Öyle ki zengin değiller, sayıca üstün değiller, Ad kavmi gibi dağları oyacak bir güce de sahip değiller. Nasıl peki Persler, Rumlar, Araplar hatta Türkler bile bu orduyu durdurmaktan aciz kalmışlar? Allah’a inanmayan, mantıksal boyuttan bakmak isteyen biri bu işin içinden çıkamaz, tesadüfen olmuş ya da işte o Arapların şöyle böyle strateji üstünlüğü vardı, yok diğer devletler kötüye gidiyordu, birbirleriyle savaşırken çöküş dönemindelerdi vb. bahanelerle bütün bilim adamlarının yaptığı gibi konunun aslını örtmeye çalışırdı. Ama bahsettiği konularla da alakası yok. Üç bin kişinin karşısına gelmiş, iki yüz bin kişi ama bakın ki Müslümanlardan on iki kişi ölmüş, kafirlerin ki sayılamayacak kadar fazla… Savaşın sonucunda Müslümanlar sayı azlığı dolayısıyla geri çekilmiş kafirlerde ellerinden bir şey gelmediği için kalelerine saklanmışlar. İki günlük savaşta o kadar az Müslümandan nasıl sadece 12 kişi şehit olmuş. Mantığın tıkandığı yer… Bugün iman etmiş bir Müslümanın böyle şeylere inanması zor olmamalı hatta sorana cevabı direk kendisinin vermesi lazım. Allah Rasul’ünün ashabına maddi yönden bakarsak, genelini fakirlerin ve yoksulların oluşturduğunu anlarız Ama onların peygamberi Muhammed (s.a.v.) idi. Bununla beraber onların Kur’an’ı Kerim’in ayetlerine geçecek kadar faziletli amelleri vardı.

Müslümanlar! O sahabelerin imanları vardı. Öyle bir iman ki yüzme bilmediği halde bir nehre dalacak kadar, kum taneleri gibi ordularla savaşacak kadar. Akıl almaz işkencelere maruz kalsalar da “Ehadun Ehad” diyebilecek kadar. Evinde tek kişilik yemeği çocuklarına vermek yerine evine gelen aç Müslüman kardeşine verecek kadar imanlı ve samimi. Bahsettiğimiz şeyler dile kolay gelen ama yapılması çok zor olan ameller. Müslüman olmayan İnsanlara, onların yaşamını anlatınca sanki bir masal gibi diyorlar. Çünkü onlara göre böyle olaylar sadece masallarda olur. İnsanların dışladıkları, bastırdıkları, taşlayıp alay ettikleri bir grup nasıl oldu da tüm Arap kıtasına yayıldı. Müslümanlar! Dünyanın en güçlü ordusu olup olmadıklarını söyleyemeyiz. Hz. Süleyman’ın hükümdarlığı var. Ama bahsetmiş olduğumuz Rasulullah’ın ashabı tüm Müslümanların öncüleridir. Kardeşlik, güzel ahlak, mertlik, cesaret, fedakarlık, merhamet, takva. Rasulullah s.a.s.’den sonra bizim en çok örnek aldığımız grup sahabelerdir. Biz, Hristiyanları ya da Yahudileri örnek almayız. Çünkü hepsi sapıtmışlardır. Kendi kitaplarını değiştirdiler, kendi peygamberlerini öldürdüler, kendi rahiplerini ve kendi hahamlarını ilah edindiler. Ama Rasulullah’ın döneminde sahabeler böyle yapmadı. Bir sahabenin bedir savaşından önce bir konuşması var. Sahabe: “Ya Rasulullah! Sen, bizim bir nehre dalmamızı istesen biz hiç düşünmeden seninle o denize dalarız.” Bunu demesinin nedeni kendisi ensardan yani Medineli. Medineliler genel olarak yüzme bilmezler hatta hiç bilmezler desek daha doğru. Çölün ortasında doğup büyümüşler. Ticareti de fazla yapan yok. Hayvancılık ve tarımla uğraşıyorlar. Ve böyle bir olayda vuku buldu. Rasulullah’ın vefatından sonra bir komutan aktif şekilde akan bir nehrin geçilmesi için nehre tüm Müslümanları emri ile daldırdı ama boğazlarına kadar su gelse de nehri kayıpsız sakince geçmeyi başardılar. Bir insana bu sahabenin sözünden ve bu olaydan bahsettim. O, bana dedi ki “Ama bu delilik yani bu cesaret değil, delilik” dedi. Delilik gibi gelebilir. Sahabelerin imanı gibi bir imana sahip değil ki, o insan, sahabelerin yaptıklarını anlayabilsin ya da biz o kadar imana sahip miyiz ki, onların bu kadar fethi nasıl yaptıklarını anlayabilelim. Aslında cevabı çok zor değil.

Müslümanlar! Biz, her şeyin yaratıcısı, kendisinden başka hiçbir ilah olmayan Allah’a inanmıyor muyuz? O’nun bir şeye ol deyince olmuyor mu? Bakın söylediklerimizi gayri müslimler, imanı zayıf insanlar, cahiller anlamaz. Allah en büyük güç, kudret sahibi elçisi için bütün kafirleri suda boğmadı mı? Bir  salih kulun “Keşke bizim içinde bulunduğumuz nimetleri bilselerdi” dileği Kur’an’ı Kerim’de geçmiyor mu? Allah 5 ile 6 kişilik salih kulları için zaman algısını değiştirip, onları İslam’ın yaşandığı bir devre getirmedi mi? Aynısını son elçi olan Rasul’ünün ordusu için yapamaz mı? Allah’ın yardımı iman edenlerin üzerine değil mi? Allah sizden 100 kişi 200 kişiyi yenebilir buyurmuyor mu? Allah üstünlüğün takvada olduğunu, kendisi için iyi, salih ve saflar halinde birbirine kenetlenmiş bir şekilde savaşan kullarını sevdiğini belirtiyor. Burada bu, şu suredeki şu ayettir, demeyeceğim. Çünkü Kur’an’ı Kerim’i hepimiz okuduk. Allah’ın emirlerini sürekli olarak birbirimize hatırlatıyoruz ama hatırlamadıklarımızda oluyor. Bugün bütün Müslümanlar, İslamî bir devletin hayalini kuruyor. İnsanların akın akın İslam’a gireceklerinin hayalini kuruyorlar. Müslümanlar! az önce belirttiğimiz gibi mesele güç, kuvvet, zenginlik, kalabalık soy meselesi değil, mesele iman meselesi, mesele yürek meselesi. Bugün biz, Müslümanlar! Sizce imanı kuvvetli, hatta daha ileri giderek imanı tam insanlar mıyız? Az önce belirttiğimiz ayete ters düşüyoruz. Müslümanların birbirine kenetlenerek savaşmalarını Allah seviyor ama bugün bırakın savaşmayı Müslümanlar tek tek dağılmış durumdalar. Hepsi farklı dünyayı yaşıyor. Sürekli Müslümanların ayrılma ve cemaatleşme haberleri geliyor. Dünyalık şeyler yüzünden ümmetin geleceğini tehlikeye atıyoruz. Müslümanlar, sizce yeteri kadar mücadele ediyorlar mı? Piknikten, sohbetten, muhabbetten öteye geçemiyoruz.

Allah Rasulu kaç yıl gizli davet yaptı, kaç yıl savaşmadan durdu, kaç yılda peygamberlik dönemini bitirdi? Bugün Müslümanlar 100 yıldır uyuyor. Geçen 2023’e girdik ve 100 yıl tamamlanmış oldu. 100 yıldır uykudayız ve başımızdaki kafirler, belli etmeden bizi uykumuzda zehirliyor. Bütün bu durumların sebebi de bizim Müslümanların imanının zayıf olması. Bırakın savaşmayı, Müslümanlarda kardeşiyle barışacak kadar iman yok. Allah uğrunda kan dökecek imanı bırakın cebindeki 10 liradan 1 lirasını vermeyen Müslümanlar var. Bırakın gece namazını, namazı cumadan cumaya sanan var. Müslümanım dedikten sonra, atam diye puta saygı duran var. Müslümanım deyip kendi için düşündüğünü bir başka kardeşi için düşünmeyen var. Müslümanlar! Bu bahsettiklerim o , bu, şu, onlar değil, biziz. Bizleriz. Bugün bir kardeşimizle ayrışıyorsak, isteseniz de istemeseniz de kendinizden bir parçayı bırakmış oluyorsunuz. Bugün bir Müslümana iyilik yapmak kendinize iyilik yapmakla aynı. Bugün Allah rızası için bir şeyler yaptığınızda bundan ilk faydalanacak kişi, siz olursunuz. Sahabeler, Allah rızası için sevmedikleri, insanları sevdiler, birbirlerine sevgi ve muhabbetle yaklaştılar. Gerektiği zaman aç kaldılar, gerektiği zaman kanlarını ve canlarını verdiler. Allah, bakara suresinin 214. ayetinde “Sizden öncekilerin başına gelenlerin bir benzeri sizin de başınıza gelmeden önce cennete girebileceğinizi mi sandınız?” Buyurmuyor mu? Peki, biz şunu söyleyebilir miyiz? Biz, bizlerden önceki ümmetlerin yaptığı gibi yapmadan, cennete girebileceğimizi düşünebilir miyiz? Onlar gibi mücadele etmeden, fedakarlık yapmadan, bedel ödemeden, onlar gibi çalışmadan, onlar gibi iman etmeden nasıl cennete gireceğiz? Allah, onların hayatından bize dersler vermek için Kur’an’ı Kerim’i o müminlerin kıssasıyla doldurmuş. Müslümanlar şunları söylüyorlar: O zamanla bu zaman aynı değil. Biz o eski Müslümanlarla aynı değiliz. Biz, peygamber değiliz ki bunları yapalım. Evet doğru biz bir Hz. Ömer değiliz ama adalette mertlikte onu örnek alarak, onun yaşadığı gibi yaşamaya çalışarak, o insan kendi zamanının Hz. Ömer’i olamaz mı?

Ya da bir Müslüman, Hz. Osman gibi malını sürekli durmadan akıl almaz maddi miktarlarda  infak etse, o Müslüman zamanımızın Hz. Osman’ı olamaz mı? Şunu bilelim, kimse kimsenin yerini alamaz. Allah, herkesi özel yaratmıştır. Müslümanlar! Şöyle bir düşünün! Biz kendi bulunduğumuz çağın sahabeleri olamaz mıyız? İslam sancağını büyük gayret ve fedakarlıklarla alıp ötelere götüremez miyiz? Denizin dalgaları gibi orduları, kafirlerin kurduğu tuzakları, onların devasa silahlarını, Allah’ın yardımıyla birbirimize kenetlenmiş bir şekilde mücadele ederek yenemez miyiz? Yeneriz. Allah bizden öncekilere yardımıyla zafer nasip etmiş, bize neden etmesin. Bizim Rabbimiz, Allah. O’ndan başka Rabbimiz yok, O’ndan başka bize yardım edecek koruyacak yok. Müslümanlar!  bizim 3. bir şıkkımız yok. Ancak bizler şuan ki zayıf imanımızla bunları yapamayız. Bu zayıf imanla tek vücut olamayız, bu amellerimizle bir yere gelemeyiz. Müslümanlar! Önce kendi imanımızı kuvvetlendirmeliyiz. Şunu bilelim ki: Allah’tan korkan ve O’na güvenen birini dünyada hiçbir güç korkutamaz. Rabbimizin, Allah olduğuna iman etmiş biri insanların yasakları veya kuralları onun yapacaklarını belirleyemez. Müslümanda başka birinin emirlerine tabi olmaz. Rasülüne iman etmiş birinin tek örneği rasülüdür. Kitabına iman etmiş birinin tek ders kitabı Kur’an’ı Kerim’dir. İman etmiş biri Müslümana düşman olamaz, darılamaz. Üç günle sınırlıdır. Onunla yollarını ayırmaz, onun düşmanı nefsi, şeytan ve şeytanın yardakçılarıdır. Bizler eğer gerektiği gibi iman edersek, Allah’ın vâdi haktır. Allah, bizim saadetimizi sağlayacaktır. Müslümanlar! Dikenli yolların arkasında cennet vardır. Düz ve şaşaalı yolun arkasında da cehennem 3. bir yol yoktur. Allah, bizlere yardım etsin. Bizleri salih imanlı ve takva sahibi kullarından eylesin. Bizi hüsrana uğrayanların yolundan uzak tutsun İnşaallah! Buluşma noktamız cennet olur. Bu çektiğimiz sıkıntılara ve dertlere Allah için gülüp geçmeyi Allah bize nasip etsin ve Elhamdulillahi rabbil alemin!

سْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيم

                                                  

Dönüşüme uğrayan bir insana dönüştüğünü anlatmak çok zorludur. İçinde bulunduğun toplum dönüşüme uğradığında ise o toplumda yaban kaldığın gibi “marjinal… diye tabir olunan” bir isimlendirme ile olumsuzlanan bir insan oluverirsin. Çünkü işleyişe ve inanç sistemlerine aykırı bir duruş ve önermelerin vardır. Nedense “Ya inandığın gibi yaşarsın ya da yaşadığın gibi inanmaya başlarsın” zemininde “yaşadığı gibi inanmaya başlayan” insanlara dönüştüklerini anlatmak zor olduğu gibi kendi değişimleri doğrultusunda dayatma yapmaya çalışmaları ise ayrı bir garabettir. Yanlış yolu doğru görmeyi sağlayacak bir sürece maruz kalmış insan ve topluluklar elbette şıp diye ortaya çıkmıyor. Toplum dönüştürme mühendisliği (odakları) “alt akıl!” boş durmuyor.

 İslam’ın toplumsal bir hayat olarak egemen olmadığı toplumlar, şirk sistemi esaretinde hayat sürerler. Şirk toplumu[1] genel itibariyle dönüşüm sorası ortaya çıkan toplumdur. Dönüşüm öncesi toplumsal inançları Adem (a.s.) babamız ve onu takip eden elçilerin izlediği yoldur. Yalnızca bir tek ilâha boyun eğmek, itaat etmek (ibadet) doğrultusunda, siyasal, sosyal, iktisadi ve ahlaki hayatta yaratılış gayesine uygunluk esas alınmıştır.  Sonrasın da üretilen "Sezar’ın hakkı Sezar'a, Tanrının hakkı Tanrıya" şeklindeki toplumsal yaşam ve inançlar dönüşüm geçirmiş toplumların ortak özelliği olarak karşımıza çıkmaktadır. “Üstün sınıf- üstün ırk-tanrısal yetkinlik-üstün özellikler… ” gibi temellendirmeler ile toplumun inancına yön verecek bir yol takib edildi ve ediliyor. Akabinde yaşadığı gibi inanmaya başlayan çoğunluklar ile karşı karşıya kalındı/kaldık.

Bu çoğunlukların, arzularını, konforu, makamları, şehvetleri ve iştahlarını dizginleyecek bir otoriteyi istememeleri işin arka planında olan asıl gerçekliktir. Yani “Hevayı ilâh edinme” durumudur. Tüm çaba ve hırçınlıkların temelinde olan da budur.

Birde bunun farklı bir boyutu olarak atalar yolu diye tabir edeceğimiz, İslam’a aykırı oluşturulmuş örf ve adetler ile ilgili ortaya konan ” ben mevcut verili olana karşı duramam!” örnekliğindeki edilgen kişiliklerin yaklaşımları sebebiyle “doğruların yerine ikame dilen yanlışlar” şeklinde, batıl olan sistem ve rejimlerin eli güçlendirmekte. Tıpkı Ebu Talib örnekliğinde anlatıldığı gibi, Muhammed (a.s.) amcasından vefat öncesi İslam üzere son nefesini vermesini arzular ve Risalet gereği şehadet getirmesini istediğinde, Ebu Talib’in Kavminin kendisini ayıplamasından korktuğunu/utandığını… söylemesi gibi… Dönüşen toplumlar korunup kollanmış olurlar…

“Alt akıl”  toplum mühendisleri boş durmuyor. Dönüştürme projeleri devam etmekte, sinsi, sinsi ve bir birini takib eden adımlar ile acele etmeden hareket etmekteler. Çünkü acele ettiklerinde baskı ve basınçla yol almak zorunda kalırlar bu da elde etmek istedikleri gönüllü bir dönüştürmenin tabiatına aykırıdır. Zor ve baskı ile elde edilen dönüşüm görünümlü hallerin arkasında bitmez tükenmez bir nefret ve direnç vardır. İşte bu nedenle sevdirerek dönüştürmek yolunu tercih etmekteler. Severek dönüşüme kucak açanlar sonrasında bu dönüşümün yılmaz bekçileri kesilivereceklerinden “her doğru çağrı ve uyarıyı duyduklarında şüphe ile yanaşacak” ve karşıt duracaklardır. Ta ki aralarından akl-ı selim sahibleri çıkınca ya dek.

“Alt akıl” boş durmuyor. Genç kuşaklardan başlayarak onların gönüllerini çalacak hamleler atmak işlerini hızlandıracağından… En etkili yolu kullanmaktalar. Bu yol aynı evin(ulusun) büyükleri! “Evin içinden evi dönüştürmeleridir…” Eğer ilahi bir yasanın iz düşümü olarak “(Ey Mekkeliler!) Sizin kâfirleriniz onlardan daha mı hayırlı?”[2]  uyarısının oluşturduğu bilince sahip olunmaz ise,  Evet, bu ayırımı yapacak kadar uyanık olunmaz ise dönüşüm  ve yıkılış kaçınılmazdır.

Dönüşümü hızlandıran, sorgulanmayı düşüren ve sorgulanmaz kılan “hastalık” en ağır olanıdır. “Evin içinden evi dönüştürme ve ya bahçemizin zehirli bitkilerine kayıtsız kalma hastalığıdır.”

Ormana giren balta misali gibi;  “Ormana bir balta girer! Genç yaşlı demeden önüne gelen ağacı yıkar, devirir. Genç olan ağaçlar bu durum karşısında endişeye kapılır ne yapalım diye çözüm ararlar böylece çözüm için yaşlı olan bilge ağaca başvururlar ve olayı anlatırlar. Bilge ağaç sorar, nasıl bir şeydir bu neye benziyor!. Cevaben, keskin bir metal ve bir sap! Bilge sapı neydendir diye sorar, ağaçtandır derler. Bilge olan yaşlı ağaç; “Sapı bizden ise yapacak bir şeyiniz yoktur der! Şu saplar! baş belası saplar!. Dünyamızı rezil ahretimizi zelil kılmaya çalışan şu saplar! Sorgulanmaz kılan, sorgulamayı düşüren bu hastalığa karşı “Müslüman en uyanık olması gerekendir.” bundan gaflet ise dini bilmemekten başka bir şey değildir.

Ağaçlar! Ya bozgun yardımcılığından vazgeçer ormanı ihya ederler! Veyahut orman kendisini yıkacak ağaçlar yetiştirmemenin yollarına başvurur. Diğer bir ifade ile evet aynı gemide olabiliriz! Ama bu gemi ya Nuh’un gemisine dönüşür veyahut kendi gemimizi (Nuh’un gemisini) inşaa etmeliyiz. İlahi rızaya, cennete, klavuzlamayan tüm gemiler Allah’a isyana, cehenneme doğru yol aldıran, klavuzlayan gemilerdir.

Batının dönüştürme arzusu ile yaptığı savaş hangi kılıf ile olursa olsun temelde İman/İnanç savaşıdır. Osmanlı bakiyesi Türkiye’den günümüze doğru zihinsel bir yolculuk yapıldığın da ortaya çıkan değişimin batının arzularına eriştiğini resmetmektedir. Ve gün geçtikçe olumsuz anlamda daha da hızlı bir çözülme ve “Kimliği oluşturan kişilik sıfırlanması” değersizleşme şeklinde devam etmektedir. Bu, 1980 ve 2000 sonrası siyasi rejimler eliyle daha da hızlanmıştır. Osmanlı bakiyesi diğer ulus ve krallıklarında bu dönüşüm ve dönüştürme projelerindeki misyonları “Evin içinden evi dönüştürme” rolleri hakkında uyanık olunmalı.

Toplumsal görüntüsü (baskın olarak) İslam’i görünen Arabistan, giyim kuşam ve muamelatta bakıldığın da İslam’i ölçülerin görülebildiği boşanmadan miras hukukuna,… Şer’i mahkemelerine… İşte böyle olan bir yerde bu görüntünün de tarihe karışması için dönüşümün hızlanması adına ardı arkası kesilmez bir şekilde… Normalleştirme (Laikleştirme) hamlelerinin açılımlarını görmekteyiz. Arabistan’dan başlayan bir dönüşümün etkisi ile uydusu niteliğinde olan Arap ülkelerindeki bir dönüşüm arasındaki fark “Baba Arabistan ve çocukları olan diğer Arap ülkeleri şeklinde ” düşünülmeli. Eğer Nebevi duruş örnekliğinde bir karşı duruş ortaya çıkmaz ise “Ümmetin geleceği açısından” içinde bulunulan zeminden daha zorlu bir tablo ile karşı karşıya kalacağımız aşikardır. (Allahu â’lem)

Surda gedikler açılmalı diye arzulayan krallık, spor; futbol ve bir sporcu üzerinden gençlerin gönülleri çelinmeli, onlara yeni bir bakış yeni bir anlayış kazandırmalı…. Mabedleri stadyumlar olan, “çift mabedli olmada sorun yokmuşçasına oluşturulacak bir öğretiMesele İslam’ın koyduğu, koyabileceği sınırları aşarak İslamsız bir spor değil! İslamî  ölçülere sahip olmayan bir spor faaliyetin, İslama aykırı olmadığına inandırarak gençlik üzerinde yeni bir tahribat kapısı açmak.  Katarda, bir Müslüman Ülkesinde! dünya kupası maçlarının düzenlenmesi “Atası Müslüman” olan toplumların gönlüne, küresel futbol korosuna katılmanın meşruiyet tohumunu serpti. Surda gedikler açıldığında ardı arkası kesilmez hamleler devam eder… Ve Arabistan takımlarından birine “Filistin konusuna yaklaşımı sıcak olan Ronaldo[3]” transfer edilir.

Dönüşüme etkisi çok yönlü olarak ele alınabilecek bir olay ve olgudur bu transfer. Öncelikli olarak bende merak uyandırdı! Acep Mekke şehrinin futbol kulübü var mı? Stadı var mı? Ya Medine’nin? Evet varmış. Pekala stadyumları harem sınırlarında mı? öyleyse sözüm ona atası Müslüman olduğundan dolayı Müslüman diye anılanların dışında gayr-i müslim futbolcuları da var mı?  Bu takımlar Arabistan premir liginde mi? Evet! Meğerse sporla ilgili gedikler çoktan açılmışta haberimiz yokmuş… bunları zikrederken batıda “İslamafobi” diri ve canlı kalsın diye bu krallık ve kendisine babacan gibi davranan özellikle Amerika ile saman altında su yürüten işbirliği ile teşvik ettiği şiddetten ve işbirliğinden bi haber değiliz. Veya İslam’dan ödün vermeyen Alimleri cezalandırma ve hapse atmalarından da elbette habersiz değiliz… Meseleleri, elde kalanı da tahrip edip geri dönüşü zor olan bir yol ile baş başa bırakmaktır.

İslam’a karşı atılan hamleler çeşitlilik arz etmekte ve bir hali çoktur. Filistin ile ilgili işgalci ile yakınlaşma için atılan hamle gibi…  Lakin bu kadar pervasızca ve açıktan hamleler inşallah ümmetin neferlerini yek vücut kılacaktır. İşledikleri cürümlerin sarhoşluğu geçtiğinde halleri nasıl olacak…! Merak etmiyoruz, biliyoruz. Çünkü evvelkilerin kıssalarında görüldüğü gibi, dünyaları da zelil, ahiretleri de rezil olacaktır.

Mekke’si ve Medine’si olan bir ümmetin dağınık erlerine her türlü oyun oynanarak dönüştürme hamleleri atılabilir ama unutulan bir şey var; İslam’ı yeryüzünden silemedikleri müddetçe başarılı olmaları mümkün değildir. Kısa vadeli kazanımları varmış gibi gözükebilir ama “Kur’an tek bir neferimizin elinde kaldığı müddetçe”  özledikleri başarıya erişemeyeceklerdir. Ve İblisleri ile beraber burunları yerde sürüne, sürüne inkılaba uğrayacaklardır. Allah’ın görmediğini bilmediğini mi, durumun hep istedikleri gibi süreceğini mi sanıyorlar!

Yeni bir hamle Futbol ve "Ronaldo" üzerinden inşaa edilmek istenen, üretilmek istenenin neler olabileceği üzerinde yoğunlaşmak ve uyarmak gerekmekte. Birlikte yaşamanın nasıllığına ilişkin açılan gedik, evli olmayanların, çocuk sahibi olunsa dahi sevgililere sağlanacak birliktelik imkanı ile deliniyor. Bir Müslüman için, hayat tarzından dolayı örnek alınamayacağı, sevilemeyeceği bir konseptte olan bir futbolcunun, Filistin de yaşanan zulümlere sessiz kalmayan kendi yaşadığı dünyanın "değer ve ilkelerinin üstünde bir kişilik " ve gençlik üzerin de oluşturacağı etkiler... Sakın küçümsenmesin. Çünkü Spor için üretilen rol modeller “İlahçıkların”… Gençler üzerinde etkileri, gönüllere kadar işlemekte… yakın tarihlerde artık çocukların ismi Ronaldo olsa…!

Arabistan, Arap dünyası üzerindeki nüfuzu düşünüldüğünde etki alanı daha da büyük bir coğrafyayı kapsayacağı bir hakikattir. Sebebine gelince; uydusu niteliğinde hareket eden uluslar, tefekkür etmeden sorgulamadan kabul eden bir yol takip etmekteler…

Hakkaniyeti elden bırakmamak lazım.... Bu bir spor değil, bu her hangi bir ulus devlette ki futbol değil,  bunların çok ötesinde olumsuzluklar barındırmakta.

Mekke de futbol!

Medine de Futbol!

Nebi (a.s.) ve ashabın “Yaratılış amacı ile insanlık buluşabilsin diye” gecelerini gündüzlerine kattıkları, tüm varlıkları ile bu yola baş koydukları mekânlar da, yaratılış amacından uzaklaştıran her değere savaş açtıkları bir yerde, spor faaliyeti dışında “bir ibadet konsepti ” ile yumuşak bir dönüştürme hamlesi futbol.

Transfer ve para! Kaynaklarını İslam için harcamayan bir krallık... İslâm'ın doğup yeşerdiği bir Coğrafya da İslam’ı yok etme hamleleri elbette başarısızlığa mahkûmdur! Önemli olan onların başarısız olmalarında bizim duruşumuz ile elde edeceğimiz kazanımdır, kazanımlardır.

Farkındalık, duyarlılık, sorumluluk  bağlamında kulluk eksenli bir hayat için  “Ya inandığın gibi yaşarsın ya da yaşadığın gibi inanmaya başlarsın” Zemininde “İnandığı gibi yaşayanlardan olmak duası ile “ Allah’a emanet olun.

 

 

[1] İlahi belirleyiciliğin yetkinliğine ortakmışçasına, bütün ve ya parça olarak karşıt duran … veya…

[2] Kamer Suresi 55 ayet

[3] Hidayet bulması ve bulmaları duasındayız...

Kur'an Yurdu'nun organize ettiği aylık konferanslar serisinin Ocak ayı konuğu Yazar, Yakup Döğer. Modernizmin Müslümanlar Üzerindeki Etkileri konusunun konuşulacağı konferans 28 Ocak 2023 Cumartesi akşam saat 20:30'da Kur'an Yurdu merkez binasında gerçekleştirilecektir. Erkek kardeşlerimize yönelik olan programa tüm Müslümanlar dâvetlidir.

Modernizmin Müslümanlar Üzerindeki Etkisi

Merhum Ahmed Kalkan hocanın El-Esmâu'l Husnâ kitabı Kur'an Yurdu tarafından yayınlanarak okuyucuyla buluştu. Kur'an Yurdu olarak Merhum Hocamızın kitaplarını okuyucuyla buluşturmaya Rabbimizin inayetiyle davam edeceğiz. Kitap satış irtibat bigileri: 0541 727 1981

el asmaul husna ahmed kalkan cıktı 1

Kur'an Nesli İlim Mekezi'nin  "Yakın Dönem Dâvet Önderleri" üst başlıklığla organize ettiği programların 2'cisi bu ay "Ercümend Özkan'ın Hayatı ve Mücadelesi" başlığıyla yapıldı. Dr. Kürşad ATALAR'ın sunup paytığı programın video kaydını sizlerin istifadesine sunuyoruz.

 

Kur'an Nesli İlim Merkezi'nde bu hafta Cuma Sohberinde Şükrü Hüseyinoğlu, "Mü'minlerin Stratejik Birlikteliği Nasıl Oluşur?" başlıklı bir sunum yaptı. Kur'an Nesli minberinde ise hatip Rıdvan Dinçer "Bir Sınav Süreci Olarak Hayatımız" başlıklı bir hutbe okudu. Programların video kayıtlarını sizlerin istifadesine sunuyoruz.

 

İlkav Onursal Başkanı Mehmet PAMAK Hoca, bütün Rasûllerin, toplumlarını tuğyana sürükleyip en fazla yozlaştıran ifsad sebebini ıslah üzerinden tevhide davet ettiklerini vurguladı.

Seven ne yapmaz ki, sevdiğinin uğrunda. Kimi zaman geçer candan, kimi zaman terki diyar etmez mi sılayı, yurdu sevdiği uğrunda. Evet, seven ne yapmaz ki sevdiğinin uğrunda. Tek hedefi, tek amacı kavuşmak değil mi sevdiğine! Evet, tek dileği bu belki ama unuttuğumuz bir şey yok mu hayatımızda, ya bu sevgi bize mutluluk yerine acı, huzur yerine çile getirmeyeceği ne malum!

Olabilir tabi. Bunu da hesaba katmıyor değiliz der iki âşık. Hep mutluluktan dem vurmaz mı seven, evet hep bunları düşünür çünkü aklı devreden çıkmış ve sağlıklı düşünmek yerine o anki tadı veya hissettiği duyguyu her şeye değişmiştir çoktan. Yarına dair pilanlar hep mutlu olmak üzerine değil mi? Evet, hep bunlar düşünülür, bunlar hesaplanır, bunlara, hayat ve sevgi denilir. Ama unutulan bir şey yok mu dersiniz? Var tabiî ki, ama o an bunlar aklın ucundan bile geçmiyor. Peki, unutulan ne? Unutulan herkesin bir hesabı var. Tabi bu normal bir durum. Fakat Allah’ın da bir hesabı yok mu dersiniz! Tabiî ki var ama âşıkların aklına gelmeyen husus burası değil mi? Burası demek geliyor insanın içinden. Unuttuğumuz ya da unutulan taraf çok mu basit sizce, bana sorarsanız gerçekten en önemli yer unutulmuş derim. Nedeni şu; seveni yoktan var eden o değil mi? Peki sevgiyi insana veren kim ya da sevgiyi en çok hak eden kim desek ne gelir aklınıza! İki aşığa sorsanız onlar kendi sevgilerini anlatacak herhalde. Unutmayalım ki sevilmeye en çok layık olan sevgiyi kalbimize ve bize veren değil midir? Evet, o ta kendisi bunu hesaba katmadan sevgi nasıl tarif edilirse edilsin eksik olur.

Gelin sevgilerin neden azalıp ve neticede neden bittiğine bakalım. Sevgi kalbi ve en önemlisi Rahmânî bir duygu değil mi ya da ruhumuzla alakalı bir duygu değil mi? Her akıllı kişi buna evet diyecek tabi ki çünkü görünen veya ölçülen bir tarafı yok daha doğrusu madde değil manevî bir duygu. Bunun azalıp çoğalmasının en önemli faktörü bana göre sevgi denince hesap etmediğimiz bir yön vardır. Bu yön çok önemli aslında, yani azalan sevgi eksik olan sevgi maddeye bağlanan sevgi yani karşında bir varlık var sen ona o anki haline güzel diyorsun. Ama unutmayalım o varlık değişecek ya kırılacak veya bir insan için düşünsek yaşlanacak, hastalanacak ve en önemlisi kızacak. Gülen birini seviyorsunuz ama unutmayalım o üzülecekte bazen kızacakta. O zaman hemen, “ben ne aptallık etmişim” diyeceğiz “bunu nasıl sevdim” diyeceğiz. Öyle mi yapacağız yoksa “ben bunu gülen yüzüyle değil her yönüyle seviyorum. Tabi bu kadar nazı da olsun, bazen bende kızıyorum yanlış yapıyorum”. Bunları diyebilsek, inanıyorum sevginin azalması diye bir şey olmayacak. Günümüzde buna “fikir uyuşmazlığı”, “farklı karakterler” diye kılıflar kullanılıyor. Bununla da yetinilmiyor “şunun burcu şu, ötekininki bu” demiyor mu insanımız. Evet, seven iki âşık tarafından bunlar hesaplanır. Yani “ben boğa burcuyum, ben eyer seveceksem şu burcu tercih etmeliyim” deyiveriyoruz. El cevap deniliyor ama Allah hayırlısını nasip etsin ya da bu konuda bir de din ne diyor, daha doğrusu beni Yaratan ne diyor, bir de buradan bakmalıyız diyen, nadir bulunur. Bu nadir bulunanlarda genellikle şikâyetçi değildirler. Çünkü onlar en önemli yeri veya en önemli yönü düşünmüşlerdir de ondan. Onlar hesaplarına, “Allah bu konuda ne der acaba” katmışlar ve onun ölçülerini kale almışlar. Bu onlara sevdikleri kişiyi en iyi bilen merci ye danışmışlar ve kararını ona göre vermişler. Karşılığında nemi elde etmişler? Kocaman bir mutluluk sizce yetmez mi? Bu mutluluk sadece bu dünya için değil ahiret mutluluğunu da beraberinde getiriyor. Bu sevgi Yaratan rızası için yapıldığından ibadet oluyor ve yaratanın yardımına muhatap oluyor. Hem bu dünyası ihya oluyor hem ahreti ihya oluyor.

Gelin biz burada, bu sevgileri bir biriyle kıyaslayalım. Önce maddeyi sevene bakalım maddeyi seven karşısında bir şey görüyor ve onu beğeniyor, onu sevdiğini sanıyor kendince ama zamanla o aldığı haz ve sevdiği şey bozuluyor veya eşya için eskiyor peki hani çok seviyordu, onu eskiyince neden kötü oldu. Nedeni basit çünkü o, onu ilk gördüğü haliyle sevmişti ve yarın bozulacağını hesaba katmamıştı. Gelin bunu iki insan için düşünelim birbirini seven iki âşık, birbirini ne kadar çok sevdiklerini anlatır dururlar birbirlerine. Ne kadar doğru gelin birlikte tahlil edelim. Bunlar birbirini çok seviyor birbirimiz için ölürüz diyorlar. Bırakalım ölmeyi neden kavuştukları zaman bu sevgi eskisi kadar olmuyor. Ya da tam tersine dönüyor hiç düşündük mü? Nedeni çok basit! Bunlar o andaki maddeden ibaret beden veya güzelliği sevmişlerdi. Zamanla o bozulacak ve sevgi de ister istemez ya azalacak veya bitecek, bu kaçınılmaz bir son. Gelin birde öteki pencereden bakalım olaya. Manevî duygularla kendisini besleyen ve sevginin asıl sahibini bilen ne yapar. Yapacağı çok şey yok aslında! Sevgisini, kendine bu duyguyu veren zâta yöneltmiştir aslında. Seveceği zaman ölçülü sever, neyi ve neden sevdiğini çok iyi hesaba katar. Bu nasıl meydana gelecek bu kişi sevgiyi ona vereni bildiği için sevilmeye en çok layık olanda o der. Benimki bunun yanında çok az ve basit. Böyle bir sevgi büyütmenin bir anlamı yok. Eğer ben seviyorsam birini bu yaratıcının bana verdiği cüzi olanla seviyorum der. Ve eğer ki ben seviyorsam karşımdakini o zaman bunun ölçüsü ne olacak ve bu sevgi ne kadar ve neye olacak, onu hesaba katar. Yani işin gerçeği şu ben şunu seviyorum dediği zaman onu her yönüyle seviyordur. Güzelliği, yaşlılığı üzerinde barındırdığı huylarıyla seviyordur. Yok, öyle değilse o zaman kendini kandırıyor veya karşısındakini aldatıyordur. Ama unutmamalı ki karşısındaki kanar ama yarın Allah ne diyecek onu düşünüyor mu?

Eğer düşünse kandırmaz, yalan söylemez, aldatmaz. Şunu bilir ki kimse kalbini bilmese bile Allah biliyor. Ve bundan ötürü hesaba çekilecek. Gelin burada sevenlerden bir demet toplayalım.

Ashab-ı Keyf diye adlandırır onları Kur’an, mağara arkadaşları

Onlar öyle seviyorlardı ki sevdiklerini ve neden sevdiklerini de çok iyi biliyorlardı

Bu sevgi onları Dakyanusun karşısına çıkartıp hakkı haykırtı onlara

Sevgileri pak idi temizdi sevdikleri için ölümü bile göz kırpmadan göze aldılar,

Ama sevdikleri onları yalnız bırakmayacaktı tabi ki koşacaktı sevenlerinin yardımına

Hz. Meryem sevmişti saf ve temizdi, onun ona olan sevgisi kutsaldı

Bu öyle bir sevgiydi ki uğrunda geçecekti her şeyden

Bu sevgi karşılıksız mı kaldı sanıyoruz, hayır bu sevgiye sevilen karşılık veriyordu

Ona bu sevgisi ve bu bağlılığı için teşekkürdü belki bu dünyada

Bu sevgi onu Hz. İsa’ya anne yapacaktı

Düşmanları olacaktı, tabi bu sevginin kıskananları da olacaktı ama o sevgisini sevilmesi gereken yere yöneltmişti bir kere sevilen koşacaktı elbet yardıma ve koştu da.

Hz. Bilal da sevmişti, hem öyle bir sevgi ki bu sevgiden vazgeçmesi için neler yapmadı ki

Sevgisini çekemeyenler, kızgın kumların üstünde üzerine taşlar konuluyor ama Bilal ben seviyorum diyordu.

Türlü türlü işkencelerden geçirilecek ama sevgisinden değil azalma tam tersi çoğalma olacaktı

Bu sevgiydi Bilali, Bilal yapan.

Resulde sevmişti, hem öyle bir sevgi ki teklif edecekti düşmanları baş edemeyince,

Seni kral yapalım, seni zengin yapalım, seni bu memleketin en güzel kızıyla evlendirelim

Diyecekler ama o sevgi başkaydı, anlayamazlardı onu tatmayanlar.

Bir elime ayı öteki elime güneşi koysanız ben bu sevgiden vazgeçmem diyecekti o rahmet Peygamberi (s.a.s.).    

Bir başka sevgi örneği işte Hz. İbrahim! Oda sevmişti, onun sevgisi maddeye, mala-mülke değildi. Onun sevgisi en çok sevilmesi gerekene idi. Öyle bir sevgi ki eline balatayı alacak, sevdiğine eş tutulan ne varsa yıktıracaktı. Onun sevgisi temiz idi, o karşılık beklemeden sevdi. Bu sevgiyi çekemeyenler elbet boş durmadı. Nemrut ateşi yakacak ve İbrahim’i o ateşe atacaktı. İbrahim, o ateşe sevdiği için atılacak ve hiç tereddüt etmeyecek en çok sevilmesi gerekeni sevdiği için korkmayacaktı Nemrutların ateşinden. İşte siz böyle severseniz sevginize cevap gelecek sevdiğinizden, yakıp yok eden ateş sizler içinde serin selamet oluverecek. İşte size gerçek bir sevgi ve sevilenin sevdiğine olan muhabbeti, sevgisine verdiği karşılık bu olacak.

Bir başka sevgi arıyorsanız Hz. Yusuf’a bakın, size sevgiyi anlatacak. Onun sevgilisi vardı hem de öyle bir sevgi ki, kıskananlar onu kör kuyulara atacak, o kuyudan onu sevdiği çıkaracak. Köle olacak pazarlarda satılacak amma sevgisinden zerre eksilme olmayacak. Yetmez Züleyhalar onu sevdiğini söyleyecek yetmez ondan faydalanmak isteyecek. Amma o öyle bir sevmiş ki sevdiğini, her çaresiz kaldığında yardımına koşacaktı. İşte sen beni bu kadar çok seviyorsun, bende elbet bu sevgine karşılık vereceğim diyordu, onun sevdiği. İşte sevgi birde bize bakın bir makama mefkiye dünyalık bir çıkara üç kuruş elde etmek uğruna neler ve kimlerin esiri oluyoruz. Diğer bir deyişle kimi ne kadar seviyoruz, sevgimiz veya sevdiklerimiz bunlar gibi bize karşılık veriyor mu?

Alın size bir çocuk sevgisi örneği, Ashab-ı uhdud kıssasını okuyoruz. Okuyoruz da nasıl okuyoruz. Ateş çukuruna doldurulan insanlar ne için oraya atılıyorlar. Sevdikleri Yüce Yaratan için uğrunda çanlarından geçiyorlar. Tereddüt eden anne kucağında ki kundaklık bebek dile geliyor “tereddüt etme anne, atla senin sevdiğin bu dünya ve içindeki her şeyden daha çok sevilmeye değer. Buyurun size gerçek sevgilerden bir demet! Alın bunları birde kendi sevginize bakın, kimin sevgisi değerli. Kim gerçekten seviyor, kim yalan söylüyor, işte bunlarla tartın sevgininiz ve kendiniz kendi hakkınızda karar verin.

   

  

Kur'an Nesli İlim Merkezinde Haftanın Sohbetinde İsmail Hakkı Güleç "Mekke Saha ve Sahnesi ve Hicret" konusunu gündeme getirdi. Cuma Hutbesinde ise hatip Şükrü Hüseyinoğlu "Tevhide Dâvet, Dâvette Tevhid" konulu bir hutbe irad etti.

 

Dağ gibi dimdik, dağlar gibi heybetli!

Bir ucu gökte, bir ucu yerde, bir ucu ise yerin altında!

Dünya’yı dengede tutan, sarsılmayan!

Kendine sığınanı koruyan, Ashab-ı Kehf gibi!

Dağlar, bizleri düşündürüp tefekkür ettiren!

Heybetli dağlar; vahiy yükünü kaldıramayan!

Vahyi yüklenen insana, sorumluluğu hatırlatan!

O dağlar ki;  misafirini en iyi ağırlayan!

Hira dağı ki, son Nebî ile insanlığı vahiy ile tanıştıran!

 

O dağlar ki yükseklerden insana, şehrin resminin tamamını gösteren!

Kar’ı eksik olmayan, gökyüzü ile yakınlığı olan!

O dağlar ki yürürler ama, insanlar farkında bile olmazlar!

Tur-i Sina dağında, Musa (a.s.)'a talim ettirip ağırlayan; vahiy levhasını Rab'tan alan!

Allah dağa tecelli edince; dağılıp parçalanan!

Bizler sarsılmayalım diye; yerlere kazık gibi çakılan.

Heybetiyle insanları büyüleyerek kendine çeken.

 

Âdem (a.s.) cennetten Cebel-i Nur dağına inişi ile bizlere; Arafat dağı ile mahşeri hatırlatan!

Nuh (a.s.) gemisi ile Cudi dağında demir aldı!

O dağlar ki, Resûlleri bağrında barındıran!

O dağlar ki, vahye şahitlik eden!

O dağlar ki, Allah'ın emrine boyun eğen!

O dağlar ki, kıyâmet gününde renkli yünler gibi atılacaklar!

O dağlar ki, semaya en yakın olanlar onlardır!

O dağlar ki, yüksekliği ile övünmeyen, Allah'a itaat eden!

O dağlar ki, Allah'ın en güzel ayetidir onlan!