DOSTLUK VE DÜŞMANLIK; VELÂ VE BERÂ

DÜŞMANLIK / ADÂVET

  • Adâvet/Düşmanlık; Anlam ve Mâhiyeti
  • Kur’an-ı Kerim’de Düşman ve Düşmanlık Kavramı
  • Hâtıb’ın Kâfirlere Dostluk Girişimi
  • Düşmanlık ve Dostluk; Tevhidin Gereğidir, İmanın Dışa Yansımasıdır
  • Düşmanlığın Zıddı; Dostluk
  • Takıyye; Düşman Kâfirlerden Gelecek Tehlikeden Dolayı Farklı Görünme
  • Dost Kabul Etmediklerimizle İlişki Çeşitleri; Savaş ve Barış
  • Müslüman Olmayan Akrabalarla Dostluk ve İlişki

“De ki: Cebrâil’e kim düşman ise şunu iyi bilsin ki Allah’ın izniyle Kur’an’ı senin kalbine bir hidâyet rehberi, önce gelen kitapları doğrulayıcı ve mü’minler için de müjdeci olarak o indirmiştir. Kim Allah’a, meleklerine, peygamberine, Cebrâil’e ve Mîkâil’e düşman olursa, bilsin ki, Allah da inkârcı kâfirlerin düşmanıdır.” [1]

 

Adâvet/Düşmanlık; Anlam ve Mâhiyeti

“Adâvet” kelimesi, zulmetmek, haklılık sınırını aşmak gibi anlamlara gelen “adv” kökünden türetilmiş olup genellikle “sadâkatin zıddı” olarak kullanılır. Râgıb el-İsfahânî, “adüv/düşman” terimini, “başkasına zarar vermek için fırsat kollayan, onun iyiliğine olan işlerin tersini yapmaya çalışan kimse” şeklinde tanımlar. Kur’ân-ı Kerim’de adâvet; meveddet, uhuvvet, velî, halîl ve takvâ kelimelerinin karşıtı anlamlar ifade edecek şekilde kullanılmıştır. Adâvet kelimesinin Türkçe karşılığı “düşmanlık”tır. Farsça’da, başkasına karşı kötü niyet besleyen, kötü kalpli kimse anlamındaki “düşman”dan (düşmen) dilimize geçmiştir.

Râgıb’a göre, gizli ve açık olmak üzere iki türlü düşman vardır. Gizli düşmanların başında şeytan gelir. Şeytan, bütün düşmanlıkların sebebi olan asıl düşmandır. İkinci gizli düşman, Kur’an’ın “Nefis, ısrarla kötülüğü emreder”[2] meâlindeki âyette “nefis” kelimesiyle ifade ettiği hevâ, yani beşerî arzu ve ihtiraslardır. İsfahânî, ölçüyü aşan öfke duygusunu da gizli düşman sayar. İnsanın açık düşmanı ise yine insandır. Her insanın tabiatında az çok saldırganlık, kıskançlık, bencillik gibi olumsuz duygular vardır. Bazı insanlar bu duyguların tesiriyle başkalarına karşı düşmanca niyet beslerler. Kur’an’ın “insan şeytanlar” [3] dediği de bunlardır.

Birtakım kimseler ise, bu kadar genel ve köklü düşmanlık duyguları taşımamakla birlikte, herhangi bir mânevî meziyet veya maddî üstünlük gördükleri kimseye karşı sırf bu noktalarda düşmanlık duyarlar. Râgıb el-Isfahânî, insanlar arasındaki düşmanlıkların daha çok ilim, servet ve mevkî farkı, akrabalık veya komşuluk ilişkileri gibi özel sebeplerden doğduğunu düşünmektedir. İnsanlar, bu şekilde, bile bile birbirinin düşmanı olabilecekleri gibi; kötü bir maksat taşımadan da bir düşmanın yapacağı kötülük ve zararlara sebep olabilirler. Bu bakımdan kişinin eşi, çocukları, hatta bizzat kendi nefsi bile kendisine zarar verebilir. Şu halde onun günah ve haksızlık yapmasına sebep olan her şey, düşman sayılır. Nitekim Kur’an’da, “Eşleriniz ve çocuklarınızdan size düşman olanlar vardır, onlardan sakının.”[4] meâlindeki âyette bu hususa dikkat çekilmiştir.

Düşmanlığın bazısı kin ve nefrete, bazısı da kıskançlığa dayanır. Birinci çeşit düşmanlık, daha köklü ve sürekli olması dolayısıyla bunlar karşısında daima ihtiyatlı davranılması gerekir. Bir düşmana karşı takınılması gereken tavır, fazilette ondan daha ileride olmaya çalışmaktır. Ayrıca, başkalarına karşı olduğundan daha çok, düşmana karşı da dürüst olmak, yalandan kaçınmak gerekir; zira kişinin yalan ve kusurları düşmanı tarafından daima aleyhinde kullanılabilir. Düşmanlıkları önlemenin en etkili yolunun sevgiyi yaygınlaştırmak olduğu âlimlerce ileri sürülür. Çünkü seven hasetçilik yapmaz. Haset ve kıskançlıktan uzak olan da düşman olmaz. Özellikle, dinin mecbur ettiği alanların dışında dostluğu düşmanlığa dönüştürmek büyük bir suçtur. Akıllı insan biraz sempatik gördüğü kimseye düşman olmaz. Başkalarının kendisine düşman olmasını istemeyen kimse için en uygun yol, kendisinin de başkasına düşmanlık yapmamasıdır. Akıllı insan, kötülüğe kötülükle karşılık vermez; sövme ve hakareti düşmana silâh olarak kullanmaz. Düşmanını küçük gören aldanır. Düşmanı olduğundan daha büyük görmek de yanlıştır. Şeytan dışında, insanın en acımasız düşmanı, yine insanlardır. Diğer bütün zararlı canlılardan korunmak mümkün olduğu halde, insanların kötülüğünden kurtulmak mümkün olmayabilir. “İnsan insanın kurdudur.” İnsanın hiç düşmanının bulunmaması da bir kusur olarak görülmüştür. Çünkü ancak meziyetleri olanın, bazı sosyal eylemler gerçekleştirenin düşmanı bulunur. Asıl iyilik, düşmanı olmamak değil; düşmana haksızlık etmemektir. Ayrıca insan, kendisinin göremediği, dostlarının da göstermediği kusurlarını düşmanların yergisi sâyesinde öğrenip düzeltmek sûretiyle düşmanından faydalanmayı bilmelidir. Düşmanın yergi ve eleştirilerinden faydalanarak ahlâkî gelişmeler sağlanabilir. [5]

 

Kur’ân-ı Kerim’de Düşman ve Düşmanlık Kavramı

Kur’ân-ı Kerim’de Arapların İslâm’dan önceki dönemde birbirinin düşmanı oldukları hatırlatılarak Allah’ın onların gönüllerini uzlaştırdığı ve böylece İslâm dini sâyesinde dost ve kardeş oldukları bildirilmiştir.[6]Kur’an’da sosyal barış ve uzlaşma, “Mü’minler ancak kardeştir”[7]; “Mü’min erkekler ve mü’min hanımlar birbirinin velîleri/dostlarıdır”[8] gibi ifadelerle hükümlere bağlandığı için müslümanlar arasında düşmanlığın zuhur etmesine yol açacak tutum ve davranışların önlenmesi, kardeşlik ve dostluğun pekişmesi için tedbirler getirilmiştir. Nitekim çeşitli maddî ve mânevî hakların korunmasına yönelik ahlâkî, hukukî ve siyasî tedbirlerin öngörülmesi yanında; toplumda düşmanlık duygularının kabarmasına yol açacak kötülükler de yasaklanmıştır. İçki ve kumarı yasaklayan âyette bunun gerekçesinin, “hiç şüphesiz şeytan içki ve kumarla aranızda düşmanlık ve kin meydana getirmek ister.”[9] şeklinde ortaya konması ilgi çekicidir.

Kur’an’da İslâm’a ve müslümanlara karşı düşmanca ve zâlimâne tavır takınanlar, insanların İslâm’dan haberdar olmasını önlemeye çalışanlar iki yerde “Allah’ın ve sizin düşmanlarınız” şeklinde nitelendirilmiştir. Bunların ilkinde bu şekilde anılmalarına, Hz. Peygamber’le anlaşmalar yapıp her defasında çekinmeden anlaşmalarını bozmaları gerekçe olarak gösterilmekte, yine de herhangi bir çatışma halinde yapacakları barış teklifinin olumlu karşılanması istenmektedir. [10]

Yeryüzünde Düşmanlık Kaçınılmazdır; İnsanların Bir Kısmı, Diğerlerine Düşman Olacaktır: “Şeytan onların ayaklarını kaydırıp haddi tecavüz ettirdi ve içinde bulundukları (cennetten) onları çıkardı. Bunun üzerine ‘bir kısmınız diğerine düşman olarak inin, sizin için yeryüzünde bir barınak ve belli bir zamana dek yaşamak vardır’ dedik.” [11]; “Allah buyurdu: ‘Birbirinize düşman olarak inin, sizin için yeryüzünde bir süreye kadar yerleşip kalma ve yaşayıp faydalanma vardır.” [12]; “Birbirinize düşman olarak oradan (cennetten) inin! Artık, Benden size hidâyet geldiğinde, kim Benim hidâyetime uyarsa, o sapmaz ve şakî/bedbaht olmaz.” [13]

İnsanın, düşmansız şekilde yaşaması, ulaşılamayacak bir hedeftir, ütopyadır. İnsan, yaratılışından itibaren çevresini Allah’ın izniyle koruyucu güçler (melekler) yanında; zararlı varlıklar (şeytanlar, mikroplar) da sarar. Her insanda nefis ve onun kötü arzuları, hevâsı vardır. Nefse, günaha meyletme ilhâmı/imkânı da verilmiştir [14] ki, imtihan ortaya çıksın. O yüzden her insanda bir parça da olsa ihtiras, güzellik ve güçlülük tutkusu, mal ve mevkî hırsı vardır.[15] Aynı şeye sahip olmak isteyen kimseler arasında başlayan yarış, sonunda düşmanlığa varabilir. Düşmanlığa yol açan pek çok sebep vardır. Eğer düşmanı olmayan insanlar olsaydı, peygamberler olurdu; hâlbuki tüm peygamberlerin hayli düşmanları, hem da azılı düşmanları vardır.[16] Önemli olan Allah’ın ve bizim gerçek düşmanlarımız dışındakileri, kendi hatalarımızdan dolayı kendimize düşman yapmamak ve düşmanlarla olan imtihanımızı kazanmaktır. Mümkün olduğu kadar düşmanlıkları azaltmağa, düşmanları dost yapmağa çalışmak da, mü’minlerin görevidir. “İyilikle kötülük bir olmaz. (Kötülüğü) en güzel olan şeyle sav. O zaman bakarsın ki seninle arasında düşmanlık olan kimse sanki sıcak bir dost olur.” [17]

 

Peygamberlere de İnsan ve Cin Şeytanları Düşman Kılınmıştır

“Böylece Biz, her peygambere insan ve cin şeytanlarını düşman kıldık. (Bunlar,) aldatmak için birbirlerine yaldızlı sözler fısıldarlar. Rabbin dileseydi onu da yapamazlardı. Artık onları uydurdukları şeylerle baş başa bırak. Âhirete inanmayanların kalpleri (o yaldızlı söze) kansın, ondan hoşlansınlar ve işledikleri suçu işlemeye devam etsinler diye böyle yaparlar.”[18]; “(Rasûlüm!) İşte Biz böylece her peygamber için günahkârlardan düşman(lar) kılarız. Hidâyet verici ve yardımcı olarak Rabbin yeter.” [19]

Allah’ın Emri ve Fıtratın Gereği Barıştır. Açık Düşman Şeytanın Yolu Barışa Giden Yola Zıttır: “Ey iman edenler! Hep birden barışa girin (barışçı olun). Sakın şeytanın peşinden gitmeyin. Çünkü o, sizin âşikâr düşmanınızdır.”[20] Allah’ın bizim için râzı olduğu dinin adı olan [21] ve bütün peygamberlerin dini olan[22] İslâm, kelime olarak, “barış” anlamına gelen “silm”, “selâm” ve “selâmet”le aynı kökü paylaşır. Dolayısıyla “İslâm”ın kelime olarak anlamlarından biri de “barış”tır. Tüm insanlar, fitneyi terk edip Allah’ın dini olan İslâm’a teslim olsalar, her taraf selâmete kavuşup tümüyle barış ve kardeşlik hüküm sürer.

Açık Bir Düşman; Şeytan: Kur’an’da şeytanın insanlar için açık bir düşman olduğu bildirilerek insanların onun peşinden gitmemesi emredilir: “Ey insanlar! Yeryüzünde bulunan gıdaların güzel ve temiz olanlarından yiyin, şeytanın peşine düşmeyin, zira şeytan sizin açık bir düşmanınızdır. O size ancak ve daima kötülüğü, çirkin işi ve Allah hakkında bilmediğiniz şeyleri söylemenizi emreder.”[23] Şeytan, insanın içinde bulunan kötü düşünce ve arzuları körükler ve insanın kötülük yapmasını vesveselerle teşvik eder ve günah yollarını kolaylaştırır.

Şeytanın açık bir düşmanımız olduğu Kur’an’da farklı yerlerde vurgulanır. “...Şeytanın adımlarına uymayın (onun peşinden gitmeyin), çünkü o, sizin için apaçık bir düşmandır.”[24]; “...Ben, ‘şeytan size apaçık bir düşmandır’ demedim mi?” [25]; “... Sakın şeytanın peşinden gitmeyin. Çünkü o, sizin açık düşmanınızdır.” [26]; “Kullarıma söyle: Sözün en güzelini konuşsunlar. Sonra şeytan aralarını bozar. Çünkü şeytan, insanın apaçık düşmanıdır.”[27]; “...Siz, Beni bırakıp da onu (şeytanı) ve onun soyunu mu dost ediniyorsunuz? Oysa onlar sizin düşmanlarınızdır. (Allah’a karşı İblis ve onun yolundan gidenleri tercih eden) zâlimler için bu, ne fena bir değişmedir!” [28]; “Gerçekten şeytanlar, dostlarına, sizinle mücâdele etmeleri için telkinde bulunurlar. Eğer onlara uyarsanız şüphesiz siz de Allah’a ortak koşan müşrikler olursunuz.” [29]

“Ey insanlar! Allah’ın vaadi haktır, sakın dünya hayatı sizi aldatmasın ve aldatıcı (şeytan) da Allah’ın affına güvendirmek sûretiyle sizi kandırmasın. Çünkü şeytan, sizin amansız bir düşmanınızdır; siz de onu düşman kabul edin. O, kendisine uyan taraftarlarını ancak ateş ehlinden olmaya çağırır.” [30]; “Ey Âdemoğlu! ‘Şeytana tapmayın, çünkü o sizin apaçık bir düşmanınızdır’ demedim mi? (Bunu size peygamberlerim vâsıtasıyla açık seçik bildirmedim mi?) Ve demedim mi: ‘Sadece Bana ibâdet ve kulluk edin; Çünkü dosdoğru yol budur.’ Şeytan, sizden pek çok kimseyi kandırıp saptırdı. Siz, bunu düşünecek, doğruyu anlayacak akla sahip değil misiniz?” [31]

Şeytanlar, İman Etmeyenlerin Dostlarıdır: “Ey Âdemoğulları! Şeytan, ana babanızı (Âdem ile Havvâ’yı), çirkin yerlerini kendilerine göstermek için elbiselerini soyarak cennetten çıkardığı gibi, sizi de şaşırtıp bir belâya düşürmesin. Çünkü o ve kabilesi, sizin onları göremeyeceğiniz yerden sizi görürler. Şüphesiz Biz şeytanları, iman etmeyenlerin dostları kıldık.” [32]

Allah’ın “Dost Olmayın!” Dediklerini Düşman Kabul Etmek Zorundayız. Allah, Düşmanlarımızı Bizden Daha İyi Bilir: “Allah, düşmanlarınızı sizden daha iyi bilir. Gerçek bir dost olarak Allah yeter, bir yardımcı olarak da Allah kâfidir.”[33] Bu âyetin bir öncesinde, Allah’ın bizim zararımızı isteyenleri haber vermekte, bize önemli düşmanlarımız olan ehl-i kitabı tanıtmaktadır: “Kendilerine Kitab’dan nasib verilenlere baksana! Sapıklığı satın alıyorlar ve sizin de yoldan çıkmanızı istiyorlar.” [34]

Kâfirler, Apaçık Düşmanımızdır: “...Şüphesiz kâfirler, sizin apaçık düşmanınızdır.” [35]

Putlar ve Putperestler Mü’minlerin Düşmanıdır: “İbrâhim dedi ki: ‘Neye taptığınızı (biraz olsun) düşündünüz mü? İyi bilin ki onlar benim düşmanımdır; ancak âlemlerin Rabbi (benim dostumdur).” [36]

Peygamber ve Onun Yolunu İzleyenler Dışındakileri Dost Kabul Edenler, Âhirette Büyük Pişmanlık Duyacaklar: “İşte o gün, gerçek hükümranlık, çok merhametli olan Allah’ındır. Kâfirler için ise, o pek çetin bir gündür. O gün, zâlim kimse ellerini ısırıp şöyle der: ‘Keşke o peygamberle birlikte bir yol tutsaydım! Yazıklar olsun bana! Keşke falancayı dost edinmeseydim! Çünkü zikir (Kur’an) bana gelmişken o, hakikaten beni ondan saptırdı. Şeytan, insanı (uçuruma sürükleyip sonra) yapayalnız ve yardımcısız bırakmakta.” [37]

O Gün Dostlar, Düşman Kesilecek: “Allah’a saygı duyup kötülükten sakınanlar (müttakîler) müstesnâ olmak üzere, (dünyada iken kötülükte) dost olanlar, o gün birbirlerine düşman kesilirler.” [38]

Mü’minlere En Fazla Düşmanlık Yapanlar Yahûdiler ve Müşriklerdir: “İnsanların iman edenlere düşmanlık bakımından en şiddetlisini, yahûdiler ile şirk koşanları bulacaksın. Onların, iman edenlere sevgi bakımından en yakın olanlarını da ‘biz hıristiyanlarız’ diyenleri bulacaksın. Çünkü onların içinde keşişler ve râhipler vardır ve onlar büyüklük taslamazlar.”[39] Şeytanın ve yahûdilerin düşmanlığıyla ilgili çeşitli ifadeler ve sakındırmalar, hadis-i şeriflerde de bir hayli yer tutar.[40] Tefsirlerde, bu âyetlerin bahis konusu ettiği hıristiyanların, Habeşistan’a göç eden müslümanları iyi karşılayan ve onlara anlayış gösteren hıristiyanlar veya Hz. Peygamber (s.a.s.) ile antlaşma yapan Necran hıristiyanları olduğu zikredilmiştir. Ancak, genel olarak da hıristiyanların, yahûdilere ve müşriklere nisbetle müslümanlara karşı daha yakın oldukları bir gerçektir. Gerçi mutaassıp hıristiyanların birleşerek tertipledikleri haçlı seferleri tarihin acı sayfalarını teşkil etmiştir. Bununla beraber dünyadan el ve eteğini çekmiş râhipler ile hıristiyan bilginlerinin ve bunların tesirinde kalan hıristiyanların İslâm’a nisbî yakınlıkları bir vâkıadır. Hz. Peygamber’in zuhûrunda birçok râhip ve keşiş O’nu sevgi ile karşılamış ve O’nun beklenen peygamber olduğunu itiraf etmişlerdir.

Münâfıklar Bizim Düşmanlarımızdır; Onlardan Sakınmamız Gerekir: “Onları (münâfıkları) gördüğün zaman kalıpları hoşuna gider, konuşurlarsa sözlerini dinlersin. Onlar sanki elbise giydirilmiş kütüklerdir. Her gürültüyü kendi aleyhlerine sanırlar. Onlar düşmandır, onlardan sakın. Allah onları kahretsin! Nasıl olup da döndürülüyorlar?” [41] Münâfıklar, düşmanlıklarını gizledikleri, hasımlıklarını sinsice yaptıklarından, hasımları en yamanıdır. [42]

Kâfirlerin Büyük Suçlarından Dolayı Aralarına Kin ve Düşmanlık Sokulmuştur: Başta hıristiyan ve yahûdiler olmak üzere kâfirler, Allah’a verdikleri sözde durmadıkları için, dünyaya karşı hırslarından ve Allah hakkında çirkin sözlerinden dolayı, aralarına düşmanlık ve kin sokulmuş, yaptıkları günahların cezası, avans olarak dünyada verilmeye başlanmıştır. “Biz hıristiyanlarız (nasârâ), diyenlerden de kesin söz almıştık, ama onlar da kendilerine zikredilenin (verilen öğütlerin veya Kitab’ın) önemli bir bölümünü unuttular. Bu sebeple kıyâmete kadar aralarına düşmanlık ve kin saldık. Yakında Allah onlara yaptıklarını haber verecektir.” [43]

İlk hıristiyanlar, yahûdilerin amansız takipleri ve işkenceleri karşısında darmadağın yaşamışlar, Allah tarafından Hz. İsa’ya vahyedilen İncil’i muhâfaza edemeyip kaybetmişlerdi. Milâdî üçüncü asrın başlarında Roma imparatoru Kostantin’in hıristiyanlığa meyletmesinden sonra rahatlayan hıristiyanlar, mukaddes kitaplarını yazmaya teşebbüs etmişler, bunun neticesinde ortaya birbirini tutmaz yüzlerce İncil çıkmıştır. Hz. İsa’nın yolundan çıkan, Allah’a verdikleri sözde durmayan hıristiyanlar böylece ihtilâfa düşmüş, asırlarca birbiriyle didişmişlerdir.

“Yahûdiler: ‘Allah’ın eli bağlıdır (sıkıdır) dediler. Hay dediği yüzünden eli bağlanası ve lânet olası! Bilâkis, Allah’ın elleri açıktır, dilediği gibi verir. Andolsun ki sana Rabbinden indirilen, onlardan çoğunun azgınlığını ve küfrünü arttırır. Aralarına, kıyâmete kadar (sürecek) düşmanlık ve kin soktuk. Ne zaman savaş için bir ateş yakmışlarsa (fitneyi uyandırmışlarsa) Allah onu söndürmüştür. Onlar yeryüzünde fesâda/bozgunculuğa koşarlar; Allah da müfsidleri/ bozguncuları sevmez.” [44]

Kâfirlerin, özellikle de yahûdilerin savaş ve fitne ateşi yakmaları hiç eksik olmamıştır. Asırlar boyu hem kendi aralarında savaşmışlar, hem de birleşerek müslümanlara saldırmışlardır. Ayrıca müslümanları birbirine düşürmek için yüzlerce, binlerce planlar yapmış, tertip ve düzenler hazırlamışlardır. Bütün bunlara rağmen Allah’ın nurunu söndürmeye güçleri yetmemiştir, yetmeyecektir. Dinleri aynı olanları bile, ayrı dinlerdenmiş gibi mezheplere ve bloklara ayrılmış, birbirlerine karşı kin ve düşmanlık duyguları beslemiş, korku ve endişe içinde yaşamış veya savaşmışlardır. “Bir zaman sonra siz o kimseler oldunuz ki, artık (verdiğiniz sözün tersine) birbirinizi öldürmeye, aranızdan bir zümreyi yurtlarından çıkarmaya, kötülük ve düşmanlıkta onlara karşı birleşmeye başladınız...” [45]

Başta Yahûdiler Olmak Üzere Ehl-i Kitab’ın Çoğu, Kâfirlerle/İnkârcı Ateistlerle Dostluk Ederler: “De ki: ‘Ey Kitab ehli! Dininizde haksız yere haddi aşmayın. Daha önceden sapan, birçoklarını saptıran ve yolun doğrusundan uzaklaşan bir topluma uymayın. İsrâiloğullarından kâfir olanlar, Dâvud ve Meryem oğlu İsa’nın diliyle lânetlenmişlerdir. Bunun sebebi, söz dinlememeleri ve sınırı aşmaları, taşkınlık yapmalarıdır. Onlar, işledikleri kötülükten, birbirini vazgeçirmeye çalışmazlardı. Andolsun yaptıkları ne kötüdür! Onlardan çoğunun, inkâr edenlerle dostluk ettiklerini görürsün. Nefislerinin onlar için (âhiret hayatları için) önceden hazırladığı şey ne kötüdür. Durum şu ki, Allah onlara gazab etmiştir ve onlar azap içinde devamlı kalıcıdırlar. Eğer onlar Allah’a, Peygamber’e ve Ona indirilene iman etmiş olsalardı, onları dost edinmezlerdi; fakat onların çoğu fâsıktır/yoldan çıkmışlardır. ” [46]

Şeytan İçki ve Kumarla, İnsanlar Arasında Düşmanlık Sokar: “Ey iman edenler! Şarap, kumar, dikili taşlar (putlar), fal ve şans okları birer şeytan işi pisliktir; bunlardan uzak durun ki kurtuluşa eresiniz. Şeytan içkide ve kumarda, ancak aranıza düşmanlık ve kin sokmak; sizi Allah’ı zikirden/anmaktan ve namazdan alıkoymak ister. Artık (bunlardan) vazgeçtiniz, değil mi?” [47] Allah Teâlâ, sarhoşluk veren içkileri içmeyi kesin olarak haram kılmıştır. Yine, câhiliyye devrinde Araplar, on adet ok sapı ile bir nevi kumar ve şans oyunu oynarlardı. Bunların yedisinde bazı paylar yazılı idi. Üçü de boştu. Emin kabul edilen bir kimse, bir torbanın içinden bunları, katılanlar adına teker teker çekerdi. Dolu çıkanlar, maldan hisselerini alır, fakirlere verirlerdi. Boş çıkanlar ise bu malın parasını öderlerdi. Kumarların belki de en ehveni olmasına rağmen İslâm bunu da yasaklamış, ortaya mal ve para konarak oynanacak hiçbir şans oyununa izin vermemiş, fakirlere yardım edilecekse bunu herkesin, helâl kazancından ayırarak vermesini istemiştir. Âyet, içki ve kumar yasağının en önemli sosyal, ahlâkî ve şer’î hikmetlerini açıklamıştır.

İçki, kumar, putçuluk ve falcılığın yasaklanmasındaki temel hikmetin, “insanlar arasında düşmanlık ve kine sebep olmak, Allah’ı hatırlamak ve anmaktan, namazdan alıkoymak” olduğu âyette vurgulanmıştır. Dolayısıyla günümüzdeki hastalık derecesindeki aşırılıklarla insanı kendisine tutsak eden müzik ve futbol fanatikliği, bağımlılık yapan bazı kötü alışkanlıklar için de bu hikmetler geçerli olduğundan, onların da içki ve kumar gibi yasak sayılmaları gerektiği değerlendirilebilir. Konumuzla ilgisi bakımından da insanları Allah’ı hatırlamaktan, namazdan alıkoyan ve düşmanlıklara sebep olan tüm davranışları Kur’an’ın eleştirdiği ve insanları birbirine düşman edecek eylemlerin kınanması da gösteriyor ki, Kur’an, sulhu/barışı, dostluk ve iyi geçinmeyi emretmekte, namaz ve Allah’ı hatırlamayı birer ölçü ve mihenk taşı veya turnusol kâğıdı kabul etmektedir. Namazı ve Allah’ın zikrini unutturan veya bunlara engel olan, insanlar arasında düşmanlığa sebep olan ilke, prensip, hüküm, inanç ve eylemlerin tümü, bu âyetin ışığında reddedilmelidir.

Allah’ın Düşmanları (Kâfirler): “Allah’ın düşmanları ateşe sürülmek üzere toplandıkları gün, hepsi bir araya getirilirler. Nihayet oraya geldikleri zaman, kulakları, gözleri ve derileri, işledikleri şeye karşı onların aleyhine şâhitlik edecektir.” [48]

“Kâfirler: ‘Bu Kur’an’ı dinlemeyin, okunurken gürültü yapın. Umulur ki gâlip gelirsiniz’ dediler. O inkâr eden kâfirlere şiddetli bir azabı tattıracağız ve onlar yaptıklarının en kötüsüyle cezalandıracağız. İşte böyle, Allah’ın düşmanlarının cezası ateştir. Âyetlerimizi bile bile inkâr etmelerinden dolayı, ceza olarak orada onlara ebedî kalma yurdu (cehennem) vardır.” [49]

Allah’ın Düşmanlarını ve Mü’minlerin Düşmanlarını Dost Edinmek: “Ey iman edenler! Benim de düşmanım, sizin de düşmanınız olanları dost edinmeyin. Onlar size gelen hakkı/gerçeği inkâr etmişken, onlara sevgi gösteriyorsunuz. Hâlbuki onlar Rabbiniz olan Allah’a inandığınızdan dolayı, Peygamber’i ve sizi yurdunuzdan çıkarıyorlar. Eğer siz Benim yolumda savaşmak ve rızâmı kazanmak için çıkmışsanız, onlara nasıl sevgi gösterirsiniz? Oysa Ben sizin gizlediğinizi de açığa vurduğunuzu da bilirim. Sizden kim bunu yaparsa, doğru yoldan sapmış olur. Şayet onlar sizi ele geçirirlerse, size düşman kesilecekler, size ellerini ve dillerini kötülükle uzatacaklardır. Zaten inkâr edip kâfir olmanızı istemektedirler.” [50]

Zâlimlerle Dostluk: Kur’an, hiç bir şekilde zâlimlerle dostluğa izin vermez. “...Zâlimler için hiç bir velî/dost ve yardımcı yoktur.” [51]; “...Onlar, Allah’a karşı sana hiçbir fayda veremezler. Doğrusu zâlimler birbirlerinin dostlarıdır. Allah da takvâ sahiplerinin dostudur.” [52]; “...Zâlimler hâriç (hiç kimseye) düşmanlık ve saldırı yoktur.” [53]

Müşriklerden ve Taptıklarından Uzak Olmak ve Onları Tanımayıp Onlara Düşman Olduğunu Açıklamak: “İbrâhim’de ve onunla beraber olanlarda, sizin için gerçekten güzel bir örnek vardır. Onlar kavimlerine demişlerdi ki, ‘biz sizden ve sizin Allah’tan başka taptıklarınızdan uzağız. Sizi tanımıyoruz. Siz bir tek Allah’a inanıncaya kadar, sizinle bizim aramızda sürekli bir düşmanlık ve öfke belirmiştir...” [54]

Müşrikler ve Allah’ın Düşmanları İçin Duâ Edilmez: “(Kâfir olarak ölüp) cehennem ehli oldukları onlara açıkça belli olduktan sonra, akraba dahi olsalar (Allah’a)şirk koşan müşrikler için af dilemek, ne peygambere yaraşır ne de mü’minlere. (Çünkü Allah müşrikleri bağışlamaz.) İbrâhim’in, babası için af dilemesi, sadece ona verdiği sözden dolayı idi. Yoksa onun Allah’ın düşmanı olduğu kendisine belli olunca, (af dilemekten vazgeçip) ondan uzaklaştı. Şüphesiz ki İbrâhim çok yumuşak huylu ve pek sabırlı idi.” [55]

Putlar, Mahşerde Kendilerine Tapanlara Düşman Kesilirler: “Allah’ı bırakıp da kıyâmet gününe kadar kendisine cevap veremeyecek şeylere tapandan daha sapık kim olabilir? Oysa onlar, bunların tapmalarından habersizdirler. İnsanlar bir araya toplandıkları zaman (bunlar) onlara düşman kesilirler ve onların, kendilerine tapınmalarını inkâr ederler.” [56]Demek ki, putlar, mahşerde kendilerine tapanların düşmanı olurlar, kendilerine tapınıldığını da tanımazlar. Tapanları inkâr ederler.

Onursuz Kâfirleri Dost Edinenler, İzzet ve Şerefi Onların Yanında mı Arıyor? “Münâfıklara, kendileri için acı bir azap olduğunu müjdele! Mü’minleri bırakıp da kâfirleri dost edinenler, onların yanında izzet (güç, onur ve şeref) mi arıyorlar? Bilsinler ki bütün izzet, yalnızca Allah’a aittir.”[57]; “Kim izzet ve şeref istiyorsa bilsin ki izzet ve şerefin hepsi Allah’ındır...”[58]; “...İzzet, üstünlük ancak Allah’ın, Peygamberinin ve mü’minlerindir. Fakat münâfıklar bunu bilmezler.” [59]

Düşmanlıkta Aşırı Gidilmemesi, Düşman Bir Toplumun Bir Gün Dost Olabileceği: “Olur ki Allah sizinle düşmanlarınız arasında yakında bir dostluk meydana getirir. Allah, gücü (her şeye) yetendir, çok bağışlayan, çok merhamet edendir.” [60] Bu âyette Allah, düşmanlıkta aşırı gidilmemesini, düşman bir toplumun, bir gün dost olabileceğini bildirmiştir. Nitekim Peygamber’in ve müslümanların can düşmanı olan Mekke ve çevresi müşriklerinin çoğu sonradan İslâm’a girmişler, onların çocukları, Allah yolunda cihad eden mü’minler olmuşlardır. Böylece âyette belirtilen ilâhî vaad gerçekleşmiştir. Bizim için de aynı uyarı geçerlidir ve aynı netice mümkündür. O yüzden müslümanlar, düşmanlarına karşı ölçülü olmaya, aşırı düşmanlıktan sakınmaya, adâlet ve insafa yöneltilir.

Peygamberimiz (s.a.s.) de bu konuda şöyle buyurur: “Sevdiğini ölçülü sev; bir gün düşmanın olabilir. Sevmediğine de ölçülü buğz et; bir gün dostun olabilir.” [61]

Allah, Bazen Dinini Düşman Eliyle Güçlendirir; Bir Mü’mini, Düşmanının Eliyle Yetiştirir: “Nihayet Fir’avn ailesi onu (Hz. Mûsâ’yı, bebekliğinde) yitik olarak aldı. Çünkü o, sonunda kendileri için bir düşman ve bir tasa olacaktı. Şüphesiz Fir’avn ile Hâmân ve askerleri yanılıyorlardı.” [62]

Evdeki Tehlike; Eşlerden ve Çocuklardan Düşman Olanlar da Vardır: İnsanın eşi, çocukları ve hatta insanın kendisi/nefsi bile kendine zarar verebilir, düşman olabilir. “Ey iman edenler! Eşlerinizden ve çocuklarınızdan size düşman olanlar da vardır. Onlardan sakının. Ama affeder, kusurlarını başlarına kakmaz, hoşgörür ve bağışlarsanız, bilin ki, Allah çok bağışlayan, çok merhamet edendir. Doğrusu mallarınız ve çocuklarınız sizin için bir imtihandır. Büyük mükâfat ise Allah’ın yanındadır.” [63] Rivâyet edildiğine göre, Mekke’den hicret arzusunda bulunan bazı müslümanların eş ve çocukları, kendilerinin perişan duruma düşeceklerini öne sürerek, babalarını hicretten alıkoymak istediler. Fakat hicretle kazanılan yüksek mertebeleri öğrenen müslümanlar, eş ve evlâtlarını cezalandırmak isteyince bu âyet inerek, onların affedilmesini ve kusurlarından geçilmesini tavsiye etti. Buna rağmen malın, çocukların ve eşin beklenmedik yer ve durumlarda kişiyi günaha sokup âhiret hazırlığından alıkoyabileceğine bu âyetlerle işaret edilmiştir.

Kişinin günah ve haksızlık yapmasına sebep olan her şey, düşman sayılır. Kişi için en tehlikeli düşman ise dost gözüken düşmandır. Allah’a yaklaştıran her şey mü’minin dostu, Haktan uzaklaştıran her şey de onun düşmanıdır. Müslüman, eşi ve çocuklarıyla ayrıca iman kardeşliği oluşturmalı ki, onlarla gönülden samimi bağlar, candan sevgi oluşsun.

Düşmanı Yakın Bir Dost Haline Getirmek İçin Güzel Tavır: “İyilikle kötülük bir olmaz. Sen (kötülüğü) en güzel bir tavırla önle. O zaman (görürsün ki) seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki yakın bir dost olur.” [64] Bu âyete göre kötülük, en güzel haslet ne ise onunla önlenmelidir. Bu davranış, her kişinin değil; er kişinin yapabileceği özelliktir: “Bu (haslete) ancak sabredenler kavuşturulur. Buna ancak (hayırdan) büyük pay sahibi olan kimse kavuşturulur.” [65] Bu âyetlere göre müslümanların hareketleri hasene (iyilik), kâfirlerinki ise seyyie (kötülük) şeklinde nitelendirilir. Fahreddin Râzî, âyette geçen “(hayırdan) büyük pay sahibi olan kimse”leri, yüksek ahlâkî erdemlere sahip kişiler olarak anlar ve bu âyetlerin, insanlara hakkı kabul ettirmeye, onları düşmanlıktan vazgeçirmeye yönelik dâvet ve irşad faâliyetlerinde sabır, sevgi ve hoşgörü ile davranmanın önemini ortaya koyduğunu belirtir. [66]

“Eğer onlar barışa yanaşırlarsa sen de ona yanaş ve Allah’a tevekkül et; çünkü O, her şeyi çok iyi işiten ve her şeyi pek iyi bilendir.” [67]

Din Konusunda Müslümanlarla Savaşan ve Savaşçı Olmayanlara Karşı Düşmanlık: “Allah, sizinle din uğrunda savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan çıkarmayanlara iyilik yapmanızı ve âdil davranmanızı yasaklamaz. Çünkü Allah, adâletli olanları sever. Allah, yalnız sizinle din konusunda savaşanları, sizi yurtlarınızdan çıkaranları ve çıkarılmanız için yardım edenleri dost edinmenizi yasaklar. Kim onlarla dost olursa işte zâlimler onlardır.” [68]

Düşmanlara Karşı Hazırlık; Onları Korkutacak İmkânlar Hazırlamak: Allah düşmana karşı kuvvet hazırlamamızı emretmektedir. Bu kuvvetten maksat, savaşta düşmana üstünlük sağlayacak her çeşit vâsıtadır. Çeşitli silâhlar, ekonomik güç ve savaş tekniği gibi şeyler, bu hazırlanması emredilen kuvvet kavramına dâhildir. “Onlara (düşmanlara) karşı gücünüz yettiği kadar kuvvet ve cihad için bağlanıp beslenen atlar hazırlayın, çünkü onunla Allah’ın düşmanını, sizin düşmanınızı ve onlardan başka sizin bilmediğiniz, Allah’ın bildiği (düşman) kimseleri korkutursunuz. Allah yolunda ne infak eder/harcarsanız size eksiksiz ödenir, siz asla haksızlığa uğratılmazsınız.” [69]

Düşmana Karşı da Adâletli ve Ölçülü Davranmak, Haddi Aşmamak: “Ey iman edenler! Allah için hakkı ayakta tutun, adâletle şâhitlik eden kimseler olun. Bir topluluğa karşı duyduğunuz kin, sizi adâletten saptırmasın. Âdil davranın; bu, takvâya, Allah korkusuna daha çok yakışır. Allah’a isyandan sakının. Allah yaptıklarınızı hakkıyla bilmektedir.”[70]; “Size karşı savaş açanlara, siz de Allah yolunda savaş açın. Sakın aşırı gitmeyin; çünkü Allah aşırı gidenleri sevmez.”[71]; “...Bir topluma karşı beslediğiniz kin, sizi haddi aşmaya, tecâvüze sevk etmesin. İyilik ve takvâ (Allah’ın yasaklarından sakınma) üzerinde yardımlaşın; günah ve düşmanlık üzerine yardımlaşmayın. Allah’tan korkun; çünkü Allah’ın cezası çetindir.” [72]

Umulur ki Allah, Bizi, Düşmanlarımıza Gâlip Kılacaktır: “...Umulur ki Rabbiniz düşmanınızı helâk edecek ve onların yerine sizi yeryüzüne hâkim kılacak da nasıl hareket edeceğinize bakacaktır.” [73]; “...Nihayet Biz iman edenleri, düşmanlarına karşı destekledik. Böylece üstün geldiler.” [74]; “Gevşeklik göstermeyin; üzüntüye kapılmayın. Eğer gerçekten iman etmiş sağlam mü’minler iseniz, üstün gelecek olan sizsiniz.” [75]; “Andolsun ki, Peygamber kullarımıza söz verdik: ‘Şüphesiz onlar, mutlak mansûr ve muzafferdirler. Bizim ordumuz şüphesiz üstün gelecektir.” [76]; “Kim Allah’ı, Rasûlünü ve iman edenleri dost edinirse (bilsin ki:) üstün/gâlip gelecek olanlar şüphesiz Allah’ın tarafını tutanlardır.” [77]; “...İyi bilin ki, kurtuluşa erecek olanlar sadece hizbullahtır, Allah’ın tarafında olanlardır.” [78]

“Fitne tümüyle yok olunca ve din de Allah için tatbik edilinceye kadar onlarla savaşın. Fitne çıkarmaktan vazgeçerlerse zâlimler hâriç (hiç kimseye) düşmanlık yoktur.” [79]

“Hep birlikte Allah’ın ipine (İslâm’a, Kur’an’a) sımsıkı yapışın; parçalanmayın. Allah’ın size olan nimetlerini hatırlayın: Hani siz birbirinize düşman kişiler idiniz de O, gönüllerinizi birleştirmiş ve O’nun nimeti sâyesinde kardeş olmuştunuz. Yine siz, bir ateş çukurunun tam kenarında iken oradan da sizi O kurtarmıştı. İşte Allah size âyetlerini böyle açıklar ki doğru yolu bulasınız.” [80]

“...İyilik ve takvâ (Allah’ın yasaklarından sakınma) üzerinde yardımlaşın; günah ve düşmanlık üzerine yardımlaşmayın. Allah’tan korkun; çünkü Allah’ın cezası çetindir.” [81]

“Yanınıza küfürle girip yine küfürle çıktıkları halde size geldiklerinde ‘inandık’ derler. Allah gizlediklerini daha iyi bilmektedir. Onlardan birçoğunun günah, düşmanlık ve haram yemede yarıştıklarını görürsün. Yaptıkları ne kadar kötüdür!” [82]

“Ey iman edenler! Aranızda gizli konuşacağınız zaman günahı, düşmanlığı ve Peygamber’e karşı gelmeyi fısıldamayın. İyilik ve takvâyı konuşun. Huzuruna toplanacağınız Allah’tan korkun.” [83]

 

Hâtıb’ın Kâfirlere Dostluk Girişimi

“Ey iman edenler” Benim de düşmanım, sizin de düşmanınız olanları dost edinmeyin. Onlar size gelen hakkı/gerçeği inkâr etmişken, onlara sevgi gösteriyorsunuz. Halbuki onlar Rabbiniz olan Allah’a inandığınızdan dolayı, Peygamber’i ve sizi yurdunuzdan çıkarıyorlar. Eğer siz Benim yolumda savaşmak ve rızâmı kazanmak için çıkmışsanız, onlara nasıl sevgi gösterirsiniz? Oysa Ben sizin gizlediğinizi de açığa vurduğunuzu da bilirim. Sizden kim bunu yaparsa, doğru yoldan sapmış olur. Şayet onlar sizi ele geçirirlerse, size düşman kesilecekler, size ellerini ve dillerini kötülükle uzatacaklardır. Zaten inkâr edip kâfir olmanızı istemektedirler.” [84]

Bu âyetlerde mü’minlere hitâben hem Allah’ın, hem de kendilerinin düşmanı olan, Allah’tan gelen hakkı inkâr edenleri dost edinmemeleri, onlara sevgi beslememeleri; şayet onlar mü’minlere gâlip gelseler, yaman düşman kesilip elleriyle, dilleriyle mü’minlere zulmedecekleri ve onların inkâr etmelerini isteyecekleri; âhirette akrabanın veya çoluk çocuğun bir faydası olmayacağı belirtilmektedir. Bu âyetlerin nüzul sebebi şu olaydır:

Rasûlullah (s.a.s.), Mekke’nin fethine hazırlanıyor, fakat Hayber’e gideceği izlenimi veriyor, niyetini gizli tutuyordu. Yalnız bazı yakın sahâbelerine maksadını söylemişti ki bunlar arasında Hâtıb bin Ebî Beltea da vardı. Hâtıb; Mekke’lilere, Allah’ın elçisinin, Mekke’ye saldırmak için hazırlanmakta olduğunu bildiren bir mektup yazdı ve bunu Mekke’ye giden bir kadınla gönderdi. Hz. Ali, bu olayı şöyle anlatıyor: “Allah’ın Rasûlü, beni, Zübeyr’i ve Mikdat’ı gönderdi: “Ravdatu Hâh’a varıncaya kadar yürüyün; orada yolcu bir kadına rastlayacaksınız. Onda bir mektup var; onu ondan alıp bana getirin” dedi. Yola çıktık. Ravda’ya varınca yolcu kadını gördük. “Mektubu çıkar!” dedik. “Bende mektup yok” dedi. “Ya mektubu çıkarırsın, ya da (mektubu aramak için) seni soyar, çırılçıplak ederiz!” dedik. Kadının, saç örgüsünün arasından çıkardığı mektubu Allah Rasûlü’ne getirdik. Bir de ne görelim? Hâtıb bin Ebî Beltea’dan Mekke’deki bazı müşriklere yazılmış olan mektup; Allah Elçisinin yapmakta olduğu bazı şeyleri, Mekke müşriklerine haber veriyor. Peygamber (s.a.s.) Hâtıb’a: “Bu nedir Hâtıb?” dedi.

Hâtıb: “Ey Allah’ın Rasûlü, benim hakkımda acele karar verme. Ben Kureyş’e yamanmış bir adamım, Kureyş’ten değilim. Senin yanında bulunan muhâcirlerin, Mekke’de akrabası var. Onlar, yakınları vâsıtasıyla Mekke’deki âilelerini ve mallarını koruyorlar. Benim Kureyş ile bir soy bağım bulunmadığı için ben de bu sûretle yakınlarımı koruyacak bir el (dost) edinmek istedim. Bunu küfürden veya dinimden dönmekten dolayı yapmadım, (ben samimi bir müslümanım)” dedi. Peygamber (s.a.s.) “Hâtıb bize doğru söyledi” buyurdu. Hz. Ömer: “Bırak beni yâ Rasûlallah! Şu münâfığın boynunu vurayım” dedi. Peygamberimiz: “O Bedir’e katıldı. Belki Allah Bedir ehline bakmış da: ‘Dilediğinizi yapın, Ben sizi bağışladım!’ demiştir” buyurdu. İşte; “Ey iman edenler! Benim de düşmanım, sizin de düşmanınız olanları dost edinmeyin...” [85] âyeti bu münâsebetle inmiştir.” [86]

Hâtıb bin Ebî Beltea’nın mektubunu götüren kadın, Hâşimoğullarının mevlâsı olup Sâre adında şarkıcı kâfir bir kadındı. Mekke’den Medine’ye gelmişti. Peygamberimiz, ona müslüman olup hicret mi ettiğini, yoksa başka bir amaçla mı geldiğini sormuş, kadın: “Bedir günü efendilerimiz ölüp gittiler, çok ihtiyaç içine düştüm, onun için geldim” demişti. Peygamber’in teşvikiyle Muttaliboğulları ona yiyecek, içecek ve giyecek verdiler. Hâtıb da kadına on dinar ve bir hırka vererek mektubu götürmesini söylemiş, kadın da mektubu alıp yola çıkmış, fakat Allah, Rasûlü’nü durumdan haberdar etmiş ve Allah Elçisi, Hz. Ali’yi ve arkadaşlarını gönderip kadını yakalatmıştır. Son derece güç duruma düşen Hâtıb: “Benim Mekke’de âilem ve malım var. Böylece Mekkelilere yakın görünüp âilemi ve malımı korumak istedim. Biliyordum ki Allah, nasıl olsa gadabını/hışmını onlara indirecektir” demiş ve Allah’ın Elçisi, Hâtıb’ı affetmiştir. Âyetlerin nüzûl sebebi bu olmakla birlikte, tüm Kur’an âyetleri gibi, konu bütün müslümanlara uyarı arz etmektedir. Zaten âyetteki ifade, çoğul sîgası ile hitap etmekte, tek kişi değil; çokluk muhâtap alınmaktadır. Dolayısıyla Hâtıb’ın şahsında bütün müslümanlar, düşmanlarına karşı uyarılmış, onları dost kabul etmemeleri, onlara sırlarını vermemeleri emredilmiştir.

“İbrâhim’de ve onunla beraber olanlarda, sizin için gerçekten güzel bir örnek vardır. Onlar kavimlerine demişlerdi ki, ‘biz sizden ve sizin Allah’tan başka taptıklarınızdan uzağız. Sizi tanımıyoruz. Siz bir tek Allah’a inanıncaya kadar, sizinle bizim aramızda sürekli bir düşmanlık ve öfke belirmiştir...”[87]; “(Kâfir olarak ölüp) cehennem ehli oldukları onlara açıkça belli olduktan sonra, akraba dahi olsalar (Allah’a)şirk koşan müşrikler için af dilemek, ne peygambere yaraşır ne de mü’minlere. (Çünkü Allah müşrikleri bağışlamaz.).” [88] Bu âyetlerde Allah, müslümanlara, Allah uğrunda kâfir kavim ve kabilesinden ayrılan ve onlara karşı yüreklerinde sevgi beslemeyen Hz. İbrâhim ile beraberindekileri örnek almalarını tavsiye etmektedir.

 

Düşmanlık ve Dostluk; Tevhidin Gereğidir, İmanın Dışa Yansımasıdır

Düşmanlık ve dostluk, “Lâ ilâhe illâllah”ın ayrılmaz bir özelliğidir. Dinin temeli ve özü olan bu kelime, aynı zamanda dost ve düşmanlığı da belirler. Dostluğun temeli sevgi, düşmanlığın temeli buğz ve kindir. Din de sevgi ve buğzdur; kabul ve reddir. Bundan dolayı, kâfirlerle dostluk; Allah’ın dostluğunu kaybettiren, O’nunla ilişiğinin kesilmesini gerektiren[89] büyük bir suç olduğu gibi, dalâlettir/doğru yoldan sapmaktır,[90] zâlimlerden olmaktır [91] ve kâfirler safına geçmek, “onlardan olmak”tır.[92] Allah’a düşmanlık yapanları, Allah’ın düşmanlarını dost kabul etmek; Allah’ın düşmanlığını kazanmak ve imanı küfre değişmektir. Kâfirleri düşman kabul edip onlardan uzak durmak, İslâm akîdesinin bir parçasıdır. “Tâğutu reddetmek, onu inkâr etmek” olmadan Allah’a iman, yeterli değildir, eksiktir, insanı kurtarmaz. “Kim tâğutu reddedip Allah’a iman ederse, o kesinlikle kopması mümkün olmayan sapasağlam bir kulpa sarılmıştır.” [93] Tâğuta küfretmeyen, yani onu inkâr edip reddetmeyen kimse, asla mü’min olamaz. Tâğut ise, Allah’tan başka, O’na alternatif olarak ortaya konan düşünce, hayat görüşü, sistem, kişi veya şeytanlardır. Allah’ın dışında ve O’na rağmen uyulan, kendisine tâbi olunan, arzulanan, ya da kendisinden çekinilip korkulan her şeydir.

Kişi, tevhid kelimesini gönülden benimseyip diliyle ikrar etmekle, câhiliyye ve şirk inançlarının tümünü reddettiğini, şuurlu bir şekilde onlardan uzaklaştığını göstermektedir. Aynı şekilde, tevhidi benimsediği için, artık câhiliyye insanından, her çeşit müşrikten de sevgi, bağlılık, itaat ilişkilerini koparması, yani onlara dostluk sayılabilecek davranışlardan kaçınma sözü vermiş olmaktadır. O, kendi safını ve cephesini belirlemiş olmaktadır. Allah’ın ve O’nun sevdiklerinin tarafını tuttuğu için; kâfirlerden yüz çevirmek ve onlarla ilişkiyi kesmek zorunluluğu hissedecektir. “Onun için sen zikrimize (Kur’an’a) iltifat etmeyip sırt çeviren ve dünya hayatından başka bir şey istemeyenlerden yüz çevir.” [94]

Sonra, örnek gösterilen İbrâhim’i (a.s.) rehber edinip onun mirasına sarılacaktır. “Bir zaman İbrâhim, babasına ve kavmine demişti ki: ‘Ben sizin taptıklarınızdan uzağım. Ben yalnız beni yaratana taparım. Çünkü O beni doğru yola iletecektir. Bu sözü, ardından geleceklere devamlı kalacak bir miras olarak bıraktı ki insanlar (dinine) dönsünler.” [95] Ve, müşriklerle muvahhidler arasındaki kesin ayrılık, uzaklaşma ve safları belirleyen yol işaretleri: “De ki: ‘Ey kâfirler! Tapmam, sizin tapmakta olduklarınıza... Sizin dininiz size, benim dinim bana!”[96]; “Onlar seni yalanlarlarsa de ki: ‘Benim işim bana, sizin işiniz de size aittir. Siz benim yaptığımdan uzaksınız; ben de sizin yaptığınızdan uzağım!” [97]

Ve birkaç hadis-i şerif: “Kim müşriklerle bir arada toplanır ve onlarla beraber oturursa, o da onun gibidir.” [98]; “Müşriklerle birlikte yaşamayın ve onlarla birlikte bir arada bulunmayın. Kim onlarla birlikte yaşar veya bir arada bulunursa o durumda o Bizden değildir.” [99]; “Ben, müşriklerin arasında ikamet eden her müslümandan uzağım!” “Ey Allah’ın rasûlü! Neden?” diye sordular. O da şöyle buyurdu: “Çünkü ateşleri (müslümanla müşriklerin ateşleri) birbirinden ayırt edilmez.” [100]

Zaten bu uzaklaşma, ayrılık ve safları belirleme olmasa, kâfirlere karşı nasıl cihad edilecektir? “Ey Peygamber! Kâfirlere ve münâfıklara karşı cihad et, onlara karşı sert davran. Onların varacakları yer cehennemdir. O ne kötü bir varış yeridir!” [101] Zihninde ve davranışlarında onlardan ayrılamamış, ilişkilerini ve bağlarını koparamamış bir kimse, eliyle onların zulümlerini nasıl engelleyecek, onların fitnelerini durdurmak için onlarla nasıl savaşacaktır? “Fitne ortadan kalkıncaya ve din tamamen Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın.” [102]

İslâm’da, düşmanlarımız olan her çeşit kâfirle cihadın amacı, yeryüzünde bir tek Allah’a ibâdeti ve O’nun hâkimiyetini sağlamaktır. Şeriatını üstün kılmak, kulları kullara kulluktan kurtarıp Allah’a kul olma hürriyetine ve mutluluğuna kavuşturmaktır. Beşerin sahte ilâhlığından ve zulümlerinden kurtarıp bir tek olan Allah’ın ulûhiyetine eriştirmek, O’nun hâkimiyeti altına sokmaktır. Cihadın bir başka hedefi de, yeryüzündeki müstaz’afları, ezilen ve sömürülenleri kurtarmaktır. “Size ne oluyor da Allah yolunda ve ‘Rabbimiz! Bizi, halkı zâlim olan bu şehirden çıkar, bize tarafından bir sahip gönder, bize katından bir yardımcı yolla’ diyen zavallı erkekler, kadınlar ve çocuklar uğrunda savaşmıyorsunuz? (Buna, böyle bir dâvete uymayıp savaşmamaya hakkınız yok!)” [103]

Allah’tan başka ilâh olmadığına dair şehâdetin ve tanıklığın gerçekleşmesi için, kişi sevdiğini sadece Allah için sevecek, buğzettiğine de Allah için buğzedecektir. Dost ve velî edindiği kimseyi Allah rızâsı için dost edinecek, düşman kabul ettiklerini de, onlar Allah’a karşı oldukları için düşman tanıyacaktır. Müslüman, Allah’ın sevdiklerini sevecek, O’nun gazab ettiklerine, buğzettiklerine de buğzedecektir. Nerede bulunursa bulunsun, her çeşit kâfire düşmanlık gösterecek, onun velâyetini tanımayacaktır. Bu kâfir, en yakını/akrabası bile olsa, onu dost kabul edip sevemeyecektir.

Rasûlullah (s.a.s.) buyurmuştur ki: “İman ipinin (kulpunun) en güçlüsü, Allah için dostluk ve Allah için düşmanlıktır. Yine Allah için sevmek ve Allah için nefret duyup buğzetmektir.” [104]

İbn Abbas şöyle der: “Kim Allah için sever, Allah için buğzeder ve Allah için dostluk ve velâyet yetkisini kullanır, Allah için düşmanlık beslerse, o kimse bu yaptıkları sâyesinde gerçekten Allah’ın dostluğuna erişir (Allah’ın dostluğunu, velîliğini kazanmış olur). Bir kimse de, bu nitelikleri taşımadığı sürece, ne kadar çok namaz kılıp oruç tutsa da, imanın hazzına ve tadına erişemez. Çünkü böyle insanlarla olan kardeşliğini (münâsebetini) sırf dünya ilişkilerine bağlamıştır. Böyle bir hal ise kişiye asla hiçbir şey kazandıramaz.” [105]

Mü’min, bazı dünyevî ilişkiler kurmak, alış-veriş yapmak mecbûriyetinde de olsa, yardımlarını da görse, hâkimiyetleri altında da bulunsa, tüm kâfirleri sevilen dostlar edinmeyecektir. Kâfirleri düşman kabul etmek, bazı görevleri yerine getirmeyi zorunlu kılar. Onları düşman kabul eden kimse, kâfir ve münâfıkları taklit edemez, onlara benzeyemez. Onlara benzeyen, onları yüceltmiş, onlardan olmuş olur.[106] Mü’min, zelîl olduğuna inandığı kâfirleri, onlara karşı davranışlarıyla bilfiil aşağılarda tutmağa çalışacaktır. Bu sebeple onların ticarî kurumlarını boykot edecek, siyasî kadrolarını onaylamayacak, onları yönetici olarak kabul etmeyecek, onların câhilî kültür veren kurumlarına karşı çıkacaktır. Mü’minin düşmanlığını isbat edebilmesi için, onlardan korkmaması gerekir. “...Eğer iman ediyorsanız onlardan korkmayın; Benden korkun.”[107]Onlardan korkuldukça onları fiilen zelîl/aşağılık görmek mümkün değildir. Mü’min bilir ki, Allah istemedikçe bütün kâfirler bir araya gelse kendisine en küçük bir zarar veremezler. O yüzden korkulmaya lâyık zat, tüm güç ve kuvveti elinde bulunduran Yüce Allah’tır. Düşman olmak, zarûretin dışındaki beraberliğe engeldir. Bir mü’min, onların emrine girip onların hizmetinde çalışmayı çok çirkin görüp reddedeceği gibi; kendi kurumlarında da onları çalıştırmayacaktır. Diğer kuruluşlarda görev alarak yüceltilmelerine kalben rızâ göstermeyecektir.

Hz. Ömer’in Hîre’li bir gencin iyi yazı bildiğini söyleyip onu kâtip olarak istihdam etmesini tavsiye edenlere: “Müslümanlardan başkasını kendime dost mu edineyim?” dediği ve bunu şiddetle reddettiği rivâyet edilir. [108]

Bir hıristiyanı memur kadrosuna alan vâlilik görevinde bulunan sahâbi Ebû Mûsâ el-Eş’arî’ye halife Hz. Ömer çok sert bir şekilde: “Canı çıkasıca adam! Yanında çalıştıracak bir mü’min bulamadın mı?” diye azarlamıştır. Ebû Mûsâ el-Eş’arî: “Yâ Ömer! Onun dini kendisine, işbirliği bizedir. Bundan ne çıkar?” deyince, Hz. Ömer şöyle cevap vermiştir: “Hayır, yanılıyorsun! Allah’ın küçülttüklerini biz yüceltemeyiz. (Sen de yapma!)” [109]

Aynı şekilde, Hz. Ömer (r.a.), vâli Ebû Hüreyre’ye (r.a.) de bir mektup yazıyor ve diyor ki: “...Müslümanların işleriyle ilgili bir işte sakın müşrik ve putperest kimselerden yararlanma. Müslümanlara ait işlerle bizzat kendin ilgilen. Çünkü sen onlardan birisin. Diğer taraftan Allah seni onların yüklerini sırtlamanla görevli kılmıştır.”[110]; “...Allah kâfir olanların sözünü alçalttı. Allah’ı sözü ise (zaten) yücedir. Çünkü Allah daima üstündür, hikmet sahibidir.” [111]; “Kim izzet ve şeref istiyorsa bilsin ki izzet ve şerefin hepsi Allah’ındır...” [112]; “...İzzet, üstünlük ancak Allah’ın, Peygamberinin ve mü’minlerindir.” [113]

Düşmanlara en azından buğz etmek imanın gereğidir. “Sizden biriniz bir kötülük gördüğü zaman onu eliyle değiştirsin. Buna gücü yetmezse diliyle (onun kötü olduğunu söyleyip kötülüğü yasaklayarak) onu değiştirsin. Buna da gücü yetmezse kalbiyle buğzetsin (o işten nefret ederek, kötü görsün). Bu sonuncusu, imanın en zayıf derecesidir.” [114]Hadisin başka bir rivâyetinde, kalbiyle buğzetmeyen için “bundan sonrasında hardal tanesi kadar iman yoktur” denilir. Düşmana şirin gözükmeye çalışmak, bizden hoşnutluğunu önemsemek, onlara dost gibi davranmak, onları taklit etmek, hele destek olmak, onların yıkılası sömürü düzenlerinin çarklarını döndürmek gibi ilişkilerin iman ve küfürle irtibatı değerlendirilmelidir. Kâfirlere niye selâm verilmez? Çünkü selâm, hayır duâdır, barış demektir, iyi ilişkiler içinde olmanın simgesidir, yani dostluk alâmetidir. Düşmana dostluk göstermek câiz olmadığından her çeşit kâfire (zarûri durumların dışında) Allah’ın selâmı olan “es-selâmü aleyküm” denilmez. İslâm’ı birinci tehlike ilân edenlere, Allah’ın hükmüne ve dinine savaş açanlara nasıl davranılması gerektiği, bir din seçme kadar önemlidir.

Her din ve ideolojinin dostluk ve düşmanlık anlayışı kendine hastır: Komünizmin, enternasyonalizmin, hümanizmin dost-düşman anlayışı kendi bâtıl dinleri, yani ideolojileriyle ilgilidir. Kendi yoldaşları onlar için sınır tanımaz dost; kendi ulusu, farklı ideolojiye mensupsa düşmandır. Nâzım Hikmet’in deyişiyle “Vatanım rûy-ı zemîn, milletim nev-i beşer” anlayışı. (Müslümanın vatanı, İslâm’ın hâkim olduğu yer, yani dâru’l-İslâm; milleti, bütün Muhammed ümmeti, yani tüm müslümanlar olmalı.) Batı dünyasının ve özellikle ABD’nin dostluğu düşmanlığı yok, çıkarları, ülke menfaatleri vardır. Ama, bununla beraber, onları bizden ve hatta onlardan iyi tanıyan Rabbimiz’in hükmü: “Onların milletine/dinine uymadıkça yahûdiler de hıristiyanlar da senden asla râzı olmayacaklardır.”[115] Batıyı örnek almaya çalıştığı halde ne batılı olabilen ne doğulu kalabilen ülkelerdeki dostluk-düşmanlık anlayışı da kaypak mı kaypaktır. Tarih kitaplarına bile bu renksiz ve kimliksiz bakış yansır. “Düşmanlar, ülkeyi işgal etti, düşmanlar şunları yaptı...” Ama düşmanların kim olduğu net değildir. Kurtarıcılar, ülkeyi düşmanlardan kurtardılarsa, düşmanların işgal ettiğinde uygulayacakları kanun, ahlâk, eğitim vb. icraat niye onlardan daha katı ve baskıcı şekilde uygulanır ve İslâm birinci tehlike ve büyük düşman ilân edilir? Bu kimliksiz yaklaşım, hangi ülkelerle dost, hangileriyle düşman olunduğu belli olmayacak zigzaglar çizen tavırları getirir... Irkçı milliyetçilere göre dostluğun ölçüsünü kan belirleyecektir. Düşman da başka ırklardır: “Türk’e Türk’ten başka dost yoktur!”, “her şey Türk için, Türk’e göre, Türk tarafından!”, “Tanrı Türkü korusun!”

Mü’min için ölçü nettir: Allah için sevgi, Allah için buğz; Allah için dostluk ve Allah için düşmanlık. Dost, gerçek Velî’ye, ölümsüz Dost’a bizi yaklaştıran; düşman da, bizi O’ndan uzaklaştırandır. Allah’ı gerçek anlamda “tek dost” kabul eden, hiç O’nun düşmanlarını, O’na dost olamayanları sevebilir mi?! “Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse (bilsin ki) Allah, sevdiği ve kendisini seven, mü’minlere karşı alçak gönüllü (şefkatli), kâfirlere karşı onurlu ve zorlu bir toplum getirecektir. (Bunlar) Allah yolunda cihad ederler ve hiçbir kınayanın kınamasından korkmazlar (hiç kimsenin kınamasına aldırmazlar). Bu, Allah’ın dilediğine verdiği lütfudur. Allah’ın lütfu ve ilmi geniştir.”[116]; “Muhammed Allah’ın rasûlü/elçisidir. Beraberinde bulunanlar da kâfirlere karşı çetin (şiddetli), kendi aralarında ise merhametlidirler...” [117]

Günümüz müslümanlarının önemli bir kesimi, dostluk ve düşmanlıktaki ölçüyü unutup farklı görüşteki müslümanlara düşman gibi davranıp onları itiyor; kendilerine şimdilik dokunmayan ılımlı kabul ettikleri kâfirlere sempati besleyerek dost gibi yaklaşabiliyor. İctihadî yorumlar ve göreceli doğrular, grup taassubundan dolayı mutlak doğru kabul edilip farklı müslümanlara düşmanca tavırlar, şiddetli eleştiriler, hatta haksız tekfirler ve onlarla dostluğa tenezzül etmemeye varan bağnazlıklar sergilenebiliyor. Bütün müslümanlarla samimi olmayabiliriz; ama samimi olduklarımız, mutlaka samimi müslümanlardan olmalı. Bütün kâfirlerle ilişkimizi koparmayabiliriz, ama onlarla gönül dostu olmamız onlardan olmak, onların dinine girmek kabul edilmeli. Dost, imandaştır, gönüldaştır, fikirdaştır çünkü. “Kişi, dostunun dini üzeredir.”[118] Ve dostluk, sevgi kuru bir iddia değil; ispat edilmesi gereken bir iddiadır.

Allah’a dost olmak, Allah’ı sevmek, davranışla isbatlanmadıkça, kuru bir iddiadan, insanı kurtarmayan bir avuntudan ibarettir. Allah’la ve müslümanlarla dost olduğumuzu, dillendirmekten öte davranışımızla göstermeliyiz. “Rasûlüm!) De ki: ‘Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın.”[119] Düşmanlık da dostluk da; bedeli olan, ispatlanması gereken bir bağlılık ya da red; ilişki veya bağları koparmaktır. “Allah size imanı sevdirmiş ve onu gönüllerinize süslemiş, sindirmiştir. Küfrü, fıskı ve isyanı da size çirkin göstermiştir. İşte doğru yolda olanlar bunlardır.” [120]; “Hep birlikte Allah)’ın ipine (Kur’an’a, İslâm’a) sımsıkı yapışın; parçalanmayın. Allah’ın size olan nimetini hatırlayın: Hani siz birbirinize düşman kişiler idiniz de O, gönüllerinizi birleştirmişti ve O’nun nimeti sâyesinde kardeş olmuştunuz. Yine siz bir ateş çukurunun tam kenarında iken oradan da sizi O kurtarmıştı.” [121]

Sevgi ve dostluğun gerekleri vardır. Bunları şöyle sayabiliriz: Allah için yardım, ikram, saygı, gerek kalple ve gerek dış görünüş ve tavırlarla kişinin sevdiğiyle beraber olması. Hayatın zorluklarına ve kâfirlerin baskılarına karşı ona destek olup moral vermek, onu küfre ve kâfirlere karşı güçlü ve hâkim kılmak, üzüntüsüne ve sevincine ortak olmak. Allah’ı sevmek ve Allah’la dost olmak demek; Allah’ın dostlarını sevmek, onlara yardımcı olmak, onların yanında yer almak, Allah’ın dinine yardım etmek demektir.

Allah için düşmanlığın da gerekleri vardır: Kalben buğz edip Allah için tavır alarak düşmanlığı açık ve net bir şekilde ortaya koymak; meselâ Allah düşmanlarına karşı cephe almak, onlarla cihad etmek, onlarla (hayatî ve zarûri olan durumların dışında) tüm ilişkilerini kesip uzak durmak, kalben muhabbet göstermediğini davranışlarına yansıtmak. Onları emîn/güvenilir görmemek,[122] onlara benzememek, onlara güler yüz göstermemek, samimiyet kurmamak, onlara ikramda bulunmamak, onların zulümlerine destekçi olmamak, onlara saygı göstermemek, onları güzel sıfat ve lâkaplarla isimlendirmemek, onlarla birlikte oturmamak. Kâfirlere şirin gözükmek için onlara müdâhane/yağcılık yapmamak, kendisine gerici gibi yaftalar vurmasınlar diye onlara şirin gözükmeye çalışmamak, onları sırdaş edinmemek şarttır. Aksine davranışlar, insanı tevhidden uzaklaştırır.

“Ey iman edenler! Kendi dışınızdaki sırdaş edinmeyin. Çünkü onlar size fenalık etmekten asla geri durmazlar, hep sıkıntıya düşmenizi isterler. Gerçekten, kin ve düşmanlıkları ağızlarından (dökülen sözlerinden) belli olmaktadır. Kalplerinde sakladıkları (düşmanlıkları) ise daha büyüktür. Eğer düşünüp anlıyorsanız âyetlerimizi size açıklamış bulunuyoruz.” [123] Ve iki hadis-i şerif: “Siz mutlaka sizden öncekilerin yollarını karış karış, arşın arşın izleyeceksiniz. Öyle ki onlar bir kelerin deliğine girseler, siz de onlara uyacaksınız.” Ashâb dedi ki: “Ey Allah’ın rasûlü! Bu (izleyeceklerimiz yahûdi ve hıristiyanlar mı?” Peygamberimiz şöyle buyurdu: “Ya kimler olacak?” [124]; “Kişi, dostunun dini üzeredir. İnsan kiminle dostluk kurduğuna dikkat etsin!” [125]

“Ben kalben buğzediyorum” diye bunu sadece kalple yaptığını söylemek, isbata muhtaç kuru bir iddiadan ibarettir. Buğzun ve düşmanlığın gerekleri ne ise, bir mü’minin onları da yerine getirmesi gerekmektedir. “İbrâhim’de ve onunla beraber olanlarda (o mü’minlerin söz ve davranışlarında) sizin için gerçekten güzel bir örnek vardır. Hani onlar kavimlerinden kâfir olanlara: ‘Muhakkak biz sizden ve Allah’tan başka ibâdet ettiğiniz şeylerden (putlardan) uzağız. Sizi inkâr ettik. Yalnızca Allah’a iman (edip şirki terk) edinceye kadar, bizimle sizin aranızda düşmanlık ve kin sürekli baş göstermiştir’ demişlerdi.” [126]

Kur’an, dostlukları ve dostları ikiye ayırır: Allah’ın dostları ve şeytanın dostları. Her insan, bu iki sınıftan birine mensuptur. Allah’ın velîsi/dostu, yani “evliyâullah” ol(a)mayan, mutlaka şeytanın velîsi/dostu, yani “evliyâu’ş-şeytan”dır; üçüncü bir grup yoktur. “Allah iman edenlerin velîsidir (dostu ve yardımcısıdır). Onları küfrün karanlıklarından (kurtarıp iman) nûr(un)a çıkarır. Küfredenlerin dostları ise tâğuttur. O da onları (insanî fıtratları olan İslâm’ın) nûrundan (ayırıp) karanlıklara çıkarır. İşte onlar ateş ashâbıdır (cehennemliktir). Onlar orada (bir daha çıkmamak üzere) ebedî kalıcıdırlar.” [127]; “İman edenler Allah yolunda savaşırlar. Kâfir olanlar da tâğut yolunda savaşırlar. (Ey mü’minler!) siz şeytanın evliyâsı (velîleri, dost ve yandaşları, ordusu olan kâfirlerle) savaşın. Şüphesiz şeytanın hilesi zayıftır.” [128]

Ashâb-ı kirâmdan Cerîr bin Abdullah Peygamberimiz’e bey’at ederken, kendisinden şu şartla bey’at yapması istenmiştir: “Her bir müslümana öğütte bulunmak ve her bir kâfirden uzak durmak.” [129]

“Eğer onlar Allah’a, Peygamber’e ve ona indirilene iman etmiş olsalardı, onları (müşrik, kâfir, hıristiyan, yahûdi ve münâfıkları) dost edinmezlerdi. Fakat onların çoğu fâsıktır, yoldan çıkmışlardır.” [130]; “...İçinizden onları dost tutanlar, onlardandır!”[131] Kâfirleri dost kabul etmek, iman ile çelişmektedir. Hem iman, hem de onları dost edinme olayı, ikisi beraber bir kalpte toplanamazlar. İman, onları dost edinmemeyi gerektirmektedir. Düşmanlık ve dostluğun imanla ilgisi değerlendirilmediğinden, bugün müslümanların çoğunluğu açısından dost-düşman karışmış, düşmanlarının oyununa gelen müslüman yığınlar, bunca zararlarına rağmen hâlâ Allah’ın düşmanlarının ve kendisinin düşman olması gerekenlerin yardımcısı, destekleyicisi, emrindeki memuru, hizmetçisi, kulu-kölesi, askeri... olabilmektedir. “Müslümanım!” diyen nice insan, kâfirlerin koyduğu küfür kanunlarına, onların ortaya attığı felsefî düşünce ve dünya görüşlerine, ideolojilerine sevgi besleyebilmekte, onlara gönül rızâsıyla uyup teslim olabilmekteler. Hanımlarını, kâfirlerin hanımlarına benzetebilmekte, onlar gibi giyinmelerini (soyunmalarını) ilericilik ve çağdaşlık kabul edebilmekteler. Allah ve Rasûlü’yle savaş demek olan fâiz [132] olmaksızın ticarî hayatı düşünememekteler...

Ve her halleriyle kâfirlere benzeyip onların yanında yer almalarına rağmen; hâlâ kendilerini müslüman saymaları düşündürücüdür. Bırakın, kâfir olanlara tavır alıp “ey kâfir!” demeyi ve Kur’an’ın emrine uyup “De ki: ‘Ey kâfirler! İbâdet edip tapmam sizin taptıklarınıza.!”[133] diye haykırmayı, Allah’ın düşmanlarından korkmak, onlara sevgi ve saygı duymak, onları ve makamlarını büyük görmek gibi imanını mahveden “şirk” adlı hastalık alabildiğince yaygınlaşmaktadır. Bazı kâfirlere, dost olmanın ötesinde, hatta hayranlık duyanlar, destekleyip alkışlayanlar, onları velî kabul ederek seçip işbaşına getiren, yetki verenler, onların izini takip eden, itaat eden, onları örnek alanlara ne demeli!? Keler deliğine girseler bile onlara imrenip taklit etmeye çalışan, onları model kabul edip modalarına uyanlara nasıl bir sıfat bulmalı!?

“(İnançta ve amelde) Bizden başkasına benzeyen Bizden değildir.” [134] diyen Rasûlün onları reddettiğini, daha doğrusu onların bu davranışlarıyla Rasûlün yolunu reddetmiş olduklarını görmek zorundayız. Bu tesbit, câhil müslümanları dışlayıp tekfir etmek, onları kendi hallerine terketmek için değil; muhâtaplarımızı tanımak, hastalığı teşhis edip tedavi için bize çok şeyler düştüğünü, görevimizin ve sorumluluğumuzun çok büyük olduğunu kabullenmek için olmalı. Bu değerlendirme, konum tesbiti açısından önemli; çevremizde bize ve yakınlarımıza da sirâyet etme ihtimali olan bulaşıcı şirk mikroplarının tanınması ve tedbir alınması için...

Gerçek mü’min, İslâm şahsiyetini ve müslüman kimliğini yüce ve aziz tanımak, bütün kâfirleri ve münâfıkları zelîl/aşağılık bilmek; bu sebeple onlara karşı onurlu ve zorlu olmak mecbûriyetindedir. “İzzet (yücelik, kuvvet ve hâkimiyet) yalnız Allah’ın, O’nun Peygamberinin ve gerçek mü’minlerindir. Ne var ki, münâfıklar bu gerçeği bilmez, anlayamazlar.”[135] Mü’min, İslâm şahsiyetinin yüceliğine inanmak zorunda olduğu gibi, bütün kâfirlerin aşağılık olduklarına, hayvanlardan daha sapık ve pislik olduklarına inanmakla da yükümlüdür. “(Ey Peygamber!) Sen onların çoğunluğunu (Hakkı) dinler, akıllarını kullanır mı sanırsın? Onlar ancak hayvanlar gibidirler; hatta yolca daha da sapıktırlar.”[136]; “Ey iman edenler! Müşrikler ancak bir pisliktir...” [137]

“Allah’a ve âhiret gününe iman eden bir toplumun -babaları, oğulları, kardeşleri yahut akrabaları da olsa- Allah’a ve Rasûlüne düşman olanlarla dostluk ettiğini göremezsin. İşte onların kalbine Allah, imanı yazmış ve katından bir ruh ile onları desteklemiştir. Onları içlerinden ırmaklar akan cennetlere sokacak, orada ebedî kalacaklardır. Allah onlardan râzı olmuş, onlar da Allah’tan hoşnut olmuşlardır. İşte onlar, hizbullahtır, Allah’ın tarafında olanlardır. İyi bilin ki, kurtuluşa erecekler de sadece Allah’ın tarafında olanlardır.”[138] Bu âyet-i kerime, Allah taraftarlarıyla şeytan yandaşları arasında tam ve kesin bir ayrılığın olması gerektiğini ortaya koymuş oluyor. Mü’minin her türlü câzibeden ve her çeşit tarafgirlikten sıyrılarak müslümanların safında yer alması, bir tek kulpa sarılması ve bir tek ipe bağlanması gerekir. İslâm’ın olduğu yerde ırkçılık, nesebcilik, akraba savunuculuğu, aile asabiyeti ve yakınlık dâvâsı yok; vatan, cins, asabiyet ve kavmiyetçilik, bölgecilik vb. bir şey yok. Allah’ın istediği şeylerin dışında hiçbir şeyi tabulaştırmak yok. Sadece ve sadece akîde ve onun bayrağı altında durmak vardır.

Kâfirlerle dostluk kurmanın tehlikesi bütün müslümanlaradır. Böyle bütün müslümanlara zarar getiren bir olay, bir kimsenin sadece kendisinin kâfir olmasından da büyük bir tehlike ortaya koyar. Birinin zararı, topyekün müslümanlara iken, diğerinin sadece kendisinedir. Kâfirlere karşı olan dostluğun özellikleri şunlardır: Kâfirlerin küfrüne rızâ göstermek, onları tekfir etmemek, onların bâtıl dünya görüşlerini tasdik etmek, onları velî, yani dost ve yönetici olarak kabul etmek, onları işbaşına geçirmek, onları sevmek, onlara uyup itaat etmek. İşte bütün bunlar, kişinin kâfirleri dost kabul ettiğini, yetkisini onlara verdiğini göstermektedir. Kişi, dostluk, sevgi ve rızâyı kâfirlere gösterirse, bu küfrü gerektirir. Şayet sevgi ve rızâ, mü’minlere karşı ise, bu da imanın gereğidir.

İnsan, dostunu ve düşmanını tanımak zorundadır. Hz. Âdem ve Havvâ’ya, yaratıldıkları ilk zamanlarda Allah düşmanlarını tanıttı, onları uyardı. “Muhakkak bu (İblis) sana ve zevcene düşmandır. Sakın sizi cennetten çıkarmasın; sonra zahmet çekersin. Çünkü senin acıkmaman ve çıplak kalmaman ancak burada mümkündür ve sen burada susamazsın ve sıcaktan bunalmazsın.” [139] İnsanın ilk yanlışı, düşmanını dost zannetmesiyle oldu; İnsanın cenneti kaybetmesinin sebebi, düşmanına karşı tedbir almayışı, onun hile ve tuzaklarına kanmasıdır. Bırakın insanı, hayvanlar bile düşmanlarını bilir; kendisini ve neslini düşmanından korumaya çalışır. Bir tavuk, özellikle yavrusunu düşmanından sakınmak için, nasıl fedâkârlık ve kahramanlık yapar, gözleyenler bilir.

Düşmanları teke indirmek, önemli bir metoddur. Rasûlullah’ın sünnetidir. Medine’ye hicretinden sonra müslüman olmayan tüm insanlarla düşmanca münâsebetlere girmeyip, yahûdilerle antlaşma yapması, onları dost yapmaya gayret etmesi ve Mekke’li müşrik düşmanlarla mücâdelesi, belirli bir aşamaya geldikten sonra, yine tek düşman olarak yahûdilerle hesaplaşması bunun tipik örneğidir. Yirminci asırda, yerli ve yabancı düşmanlarına karşı büyük zafer kazanmış bir devrim hareketinde de bu tavrı görüyoruz. Biz de değişik birçok cephede savaşmaktansa, bataklığın kaynağı durumundaki zâlim tâğutlara tavır almalı, gücümüzü gerçek ve öncelikli düşmana karşı birleştirmeliyiz. Düşmanları gereksiz yere çoğaltmak, onların hıncını artıracak sövme, zulüm, işkence, haddi aşma gibi müslümana yakışmayan tavırlar içinde bulunmak, büyük yanlışlardandır. Düşmana karşı da olsa bu hak ihlâlleri, düşmanlığı Allah için olmaktan çıkarır; nefis için düşmanlığa dönüştürür. Hz. Ali’nin öldürmek üzere olduğu bir kâfir, yüzüne tükürdüğünde, hiddetlenip öldürmekten vazgeçtiği, ancak hiddeti geçtikten sonra öldürmek istediğine dair rivâyet, güzel bir numûnedir.

Dostluk-düşmanlık konusunda hatırımızdan çıkarmamamız gereken özelliklerden biri de, “gâvurun atına binen, onun kılıcını kuşanır” atasözünün ve “bugün yardım alan, yarın emir alır” vecîzesinin gerekleridir. Hırsızı yakaladığımızı zannederken, hırsız tarafından yakalanan konumuna düşmemeli, ava giderken kendimiz avlanmamak için tedbirler almalıyız.

“Düşmanınızın silâhıyla silâhlanın” sözü, bazılarınca hadis olarak ifade edilmekte ve İslâm dışı çalışmaların, metod ve yöntemlerin delili olarak sunulmaktadır. Bu söz, kesinlikle hadis-i şerif değildir; Kur’an’a da selim akla da aykırı, yanlış ve gayr-i meşrû bir tavsiye ve yönlendirmedir. Düşmanlar, İslâm’ın cevaz vermediği araçları silâh olarak kullanırsa müslüman ne yapacaktır? Sözgelimi, bazı düşmanlar, dâvâları için kendi karılarını ve kızlarını bile fesat ögesi şeklinde silâh olarak kullanabilmektedir. Ayrıca Kur’an, düşmanları korkutacak silâhlar hazırlamayı emrediyor. “Onlara (düşmanlara) karşı gücünüz yettiği kadar kuvvet ve cihad için bağlanıp beslenen atlar hazırlayın, onunla Allah’ın düşmanını, sizin düşmanınızı ve onlardan başka sizin bilmediğiniz, Allah’’n bildiği (düşman) kimseleri korkutursunuz. Allah yolunda ne harcasanız size eksiksiz ödenir, siz asla haksızlığa uğratılmazsınız.”[140] Düşmanının silâhıyla silâhlanan bir mü’minden, kendisinde de aynı ve belki daha gelişmişi olan düşman nasıl korksun? İsrâil, kendisinin sahip olduğu cinsten benzer silâhlara sahip olduğu halde yönetimi yahûdiyle dost olan ülkelerdeki müslüman askerlerden mi, yoksa ölümden korkmayan, iman eri ve şehâdet adayı olan taştan başka silâhı olmayan çocuk yaşlardaki fedâilerden mi korkmaktadır?

Hiç düşmanı olmamak da bir kusurdur. Meziyetleri olanın, sosyal faâliyetlerde bulunan, kişiliği olan ve izzet sahibi kişilerin mutlaka düşmanları da vardır. Düşmanı bulunmayan kimse, ot gibi yaşayan kimsedir. Düşmanı olmamak fazilet olsaydı, peygamberlerin düşmanı olmazdı. Halbuki onların, diğer insanlardan daha azılı ve daha çok düşmanı vardı. “Böylece Biz, her peygambere insan ve cin şeytanlarını düşman kıldık.”[141]; “(Rasûlüm!) İşte Biz böylece her peygamber için günahkârlardan düşman(lar) kılarız.”[142] İyilik ve erdem, düşmanı olmamak değil; düşmanlarına haksızlık etmemek, haddi aşmamaktır. Onlara sövme ve çirkin hakaret düşmana bile yapmamak, bu kötü tavırları silâh olarak kullanmamaktır.

Düşmanların bazı faydaları da vardır. Mikropların alyuvarların savaşçılığını, canlılığını arttırdığı gibi. Düşmanlar, kişilere görevlerini hatırlatır, hızlarını ve derecelerini arttırır. Düşman, kişiye boyunun ölçüsünün ne kadar olduğunu gösteren iyi bir ölçüttür. Düşmanı, insanın kendi hatalarını görmesini sağlar. Cihad gibi, gazilik ve şehitlik gibi, yiğitlik ve kahramanlık gibi faziletler, düşman sâyesinde elde edilir.

 

Düşmanlığın Zıddı; Dostluk

Hepimizin bildiği gibi, düşmanlığın karşıtı, “dostluk”tur. Farsça’da “seven, sevgili, yâr” anlamındaki “dost” kelimesinden dilimize geçen dostluk, İslâmî literatürde sadâkat, uhuvvet, meveddet, sohbet gibi değişik kelimelerle ifade edilmiş, ayrıca “velî” ve “rafîk” kelimeleri başka anlamları yanında, dost mânâsında da kullanılmıştır. Kur’ân-ı Kerim’de bu anlamda en çok geçen kelime, “velî”dir. İnsanlar arasındaki samimiyet ve sevgiye dayalı bağlılık haline dostluk diyoruz. Kur’ân-ı Kerim’de dostluk, bütün mü’minlerin şiarı ve özelliği olarak gösterilir: “Mü’min erkekler ve mü’min hanımlar birbirlerinin dostudurlar.[143] Dostluk, ancak Allah içindir. İslâm dışı bir gâye için dostluk kurulmamalıdır. “Sizin dostunuz Allah, O’nun elçisi (Hz. Muhammed) ve iman edenlerdir.” [144] Dostlukların kurulmasında kan bağı yerine inanç birliğinin esas alınması gerekir: “Ey iman edenler! Eğer iman yerine küfrü beğenip tercih etmişlerse babalarınızı ve kardeşlerinizi bile velî/dost kabul etmeyin. Sizden kim onları dost edinirse, işte onlar zâlimlerin kendileridir.” [145]

Allah’ın iman edenlerin dostu olduğunu bildiren âyetlerin çoğunda “velî” kelimesinden sonra “nasîr”, “şefî’”, “vaak”, “hamîd” , “mürşid” gibi sıfatlara veya benzer mânâlar ihtivâ eden ifadelere yer verilerek dostun sevdiği için bir yardımcı, koruyucu, kurtarıcı, yüceltici, iyiliğe yöneltici olması, bu şekilde dostluğun sevgiye dayanması ve pratik ahlâkî sonuçlar doğurması gerektiğine işaret edilmiştir. Mü’minlerin kardeş olduğu,[146] vaktiyle onlar birbirine düşman iken Allah’ın gönüllerini kaynaştırmasıyla dost ve kardeş olduklarını [147] bildiren âyetler de geniş kapsamlı dostluğun önemini anlatmaktadır.

Kur’ân-ı Kerim’de yine dostluk anlamında kullanılan “hulle” kelimesi, sözlüklerde genellikle “kalbin derinliklerine nüfuz ederek kökleşen engin dostluk” şeklinde açıklanmaktadır. Allah’ın Hz. İbrâhim’i dost (halîl) edindiğini,[148] âhirette zâlimlerin “keşke falanı dost edinmeseydim!”[149] şeklindeki pişmanlığını anlatan âyetlere göre hulle kelimesi, ilgili diğer terimlerden daha dar kapsamlı, fakat daha içten ve güçlü bir dostluğu ifade etmektedir.

Hadis-i şerifteki “Kişi, dostunun (halîl) dini üzeredir.” [150] ifadesi, dostluğun ancak ahlâkî, psikolojik vb. yönlerden uyuşabilenler arasında kurulabileceği şeklindeki görüşün özlü bir ifadesidir. İnsanların farklı tabiat ve karakterlerde yaratılmış olmasının bu uyuşma ve kaynaşmadaki rolünü belirten “Ruhlar bir araya getirilmiş gruplar gibidir; tanışıp uyuşanlar birleşir, uyuşmayanlar ayrılır.”[151] meâlindeki hadis, dikkat çekicidir. [152]

Kur’an, kâfirleri dost edinmeyi yasaklar: “Mü’minler, mü’minleri bırakıp da kâfirleri dost edinmesinler. Kim böyle yaparsa Allah’tan ilişiği kesilmiş olur, artık Allah’tan hiçbir şey beklemesin. Ancak onlardan (kâfirlerden gelebilecek tehlikelerden) sakınma haliniz (takıyye) başkadır. Allah, kendisine karşı (gelmekten) sizi sakındırıyor. Dönüş, yalnızca O’nadır. De ki: ‘İçinizdekileri gizleseniz de, açığa vursanız da Allah onu bilir. Göklerde ve yerde olanları da bilir. Allah her şeye gücü yetendir.” [153] Müfessir Beyzavî, bu âyetin tefsirinde şöyle diyor: Eğer kalplerinizde kâfirlere karşı bir sevgi ve dostluk meyli varsa, onu saklasanız da, açığa vursanız da Allah bilir. Zira göklerde ve yerde olan her şeyi bilen Allah, elbette sizin gizlinizi de âşikârınızı da bilir. Ayrıca O, kâfirlere dost olmanızı yasaklamasına rağmen, yine de siz bundan vazgeçmezseniz, sizi cezalandırmaya da kadirdir. Kısaca, O’nun muttalî olmadığı ve cezalandırmaya gücünün yetmediği hiçbir kötülük ve isyan bulunmadığına göre, O’nun emrine âsi olmak cür’etini göstermeyin.

Allah düşmanlarını sevmek, mü’mine yakışmaz; zaten kâfirler de mü’minleri sevmezler: “Ey iman edenler! Sizden olmayanı dost, sırdaş edinmeyin. Onlar sizi şaşırtmaktan, size fenâlık etmekten geri kalmazlar. Sıkıntıya düşmenizi isterler. Öfkeleri ağızlarından taşmaktadır; sînelerinin gizlediği (içlerinde sakladıkları düşmanlıkları) ise daha büyüktür. Size âyetlerimizi açıkladık, eğer düşünürseniz.” [154]; “Kâfirler de birbirlerinin dostudurlar.”[155] Mü’minler, birbirlerine kızıp da kâfirlere yönelemezler: “Ey iman edenler! Mü’minleri bırakıp da, kâfirleri dost edinmeyin.”[156] Peygamber Efendimiz de şöyle buyurmuştur: “İnsan, dostunun dinindedir. Bundan dolayı dost edineceği kişiye dikkat etsin.” [157]“İnsan, sevdiği ile beraberdir.” [158] Mü’minler birbirleriyle dostluk yapmazlarsa ne olur?: “Kâfirler, inkâr edenler birbirlerinin dostlarıdır. Eğer siz aranızda dost olmazsanız yeryüzünde büyük fesat/kargaşa, büyük bozgun ve fitne çıkar.” [159]

Dünya hayatında her insanın onunla samimi olacağı, duygularını paylaşacağı, seveceği ve sevileceği, görüş birliğinde bulunacağı dostlara ihtiyacı vardır. Dostluklar, Allah rızâsı için ve çıkarsız olursa sürekli olur. Bir mü’minin genel olarak bütün mü’minlere dostluk göstermesi gerekir. Ayrıca, fert olarak her mü’minin en çok sevdiği, bağlandığı dostları, arkadaşları da bulunur. Hz. Muhammed (s.a.s.) ile Hz. Ebû Bekir arasındaki dostluk gibi...

İslâmî dostluk kavramı, batılı hayat tarzındaki dostluk kavramından apayrıdır. Çünkü bu dostluk, yüzeysel bir dostluk olmayıp sorumluluk, ahde vefâ, kendisi için istediğini kardeşi için de istemek gibi derin mânâlara sahiptir. Kur’ân-ı Kerim velâyet kelimesi ile dostluğu, kâmil anlamda tek kelimede zikreder. Dostluk, velâyetin izahıdır ve müslümanlar velâyeti müslümanlara verirler. Bunun anlamı, dostluğun getirdiği bütün maddî ve mânevî sorumluluktur, birlikteliktir, yardımdır, sevgidir, kardeşliktir.

Dostluğun ikikadî, amelî ve ahlâkî yönleri vardır. Dostluğun itikadî yönlerini, müslümanların tevhid anlayışı belirler. Amel olarak, müslümanların birbirini sevmesi ve birliktelik oluşturmaları zorunludur. Cemaat, Allah’ın rahmetine, rızâsına, af ve mağfiretine, dünya ve âhiret mutluluğuna sebep olur. Ayrılık ise, yüzleri karartır, Allah’ın azabını çağrıştırır. Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurur: “Üç konuda müslümanın kalbi kin tutmaz, hıyânet etmez: Amellerde ihlâs, devlet adamlarına nasihat, cemaatten ayrılmama.”[160] Müslümanın sorumlu olduğu haklar ikidir: Allah hakları, kul hakları. Bunlar birbiriyle içiçedir. Dostluğun temeli sevgiye dayanır. Hiç kimse Allah’tan başka bir şeyi gerçek ve mutlak anlamda sevemez ve O’ndan başkasını mevlâ ve dost edinemez. Dost olarak Allah yeter. Mü’minler birbirlerini Allah rızâsı için severler.

Kul, Allah’tan başkasına güvenirse, sonunda zararlı çıkar. Kim bir insanı bir üstünlüğünden, mevkiinden, güzelliğinden, asâletinden veya zenginliğinden dolayı seviyorsa, bu sevgi çıkar amaçlıdır. Yapılanlar Allah rızâsı için olmayınca mutlaka bir çıkar içindir ve bu, insanı kötülüklere sürükler. Hz. Peygamber (s.a.s.): “Zengine zenginliği için saygı duyan kimsenin dininin üçte biri (diğer rivâyette, üçte ikisi) gider.” buyurmuştur. O halde mü’minler, en güzel ahlâk üzere olan Rasûlullah’ı her insandan daha çok sevmedikçe tam mü’min olamazlar. Başkalarına bel bağlayan zarardadır. Allah’ın hoşuna gitmeyeceğini bildiği halde insanlara şirin gözükmeye çalışmak imanın zayıflığındandır.

Allah, sâlih kullarını dost edinir. “Kim, insanların kızması pahasına Allah’ı dost edinmekle O’nu râzı ederse Allah o kimseyi insanların nazarında yüceltir. Kim de Allah’ın gazabına rağmen insanları râzı ederse, artık onu Allah’ın azâbından hiçbir şekilde kurtarmak mümkün olmaz.” [161] Demek ki, dostluğun itikadî temeli budur. Bazen insanlar birbirlerine karşı haksız ve zâlim olurlar. “Ancak bu şeytan, dostlarını korkulu gösteriyor.” [162] Şeytana uyanlar düşmanla dostluk kurar ve münâfık olur. Oysa, dostluk için ölmek de vardır: “Nice peygamberler var ki, beraberlerinde rabbânîler savaş yaptılar da başlarına gelenlerden dolayı gevşemediler, güçsüzlük göstermediler, boyun eğmediler.” [163]

Cemaat dostluğu konusunda önemli bir konu da, isim sorunudur. Müslümanın “İslâm”dan başka bir kimliği, “müslüman”dan başka bir adı yoktur. İsimlendirmeler sebebiyle dostluk göstermek veya düşmanlık yapmak müslümana yakışmaz. Üstünlük, öncelikle takvâ ile ile olduğu gibi, Allah Kur’an’da “müslüman”, “mü’min”, “Allah’ın kulları” diye ad vermiştir. Bir başka deyişle, müslümanların cehâletleri yüzünden meydana getirdikleri ad sorunu; mezhebe, tâbi olunan imama, ırka, öndere, ideolojilere göre insanları dost-düşman diye ayırma sorunudur. Adı müslüman olmayan hiçbir inanç ve düşünce akımıyla dostluk kurulmaz; dostluk ancak akîde ve inanç birliğinde sözkonusudur.

Mü’minlerin içinde nefsine uyan öyle kimseler vardır ki, az bir menfaat karşılığında müşriklere meylederler. Müşrikler, Hz. Muhammed (s.a.s.) ile böyle câzip dünyevî tekliflerle dostluk kurmak istemişlerdi de Allah onu korumuştu: “Onlar seni sana vahyettiğimizden çevirip başka şeyi uydurmayı ve Bize atfetmeyi istediler ki, o zaman seni öz dost edineceklerdi. Biz seni sağlamlaştırmamış olsaydık, sen belki onlara biraz meyledecektin.” [164]

Müşriklerin bu metodu, her zaman İslâm dâvetçilerine uygulanmaktadır. Onlar, her zaman İslâm dâvetçilerine nüfuz edip yolundan saptırmaya, dâvânın kuvvetini bozmaya çalışırlar. Şeytan birçok mü’mini bu yolla avlar ve bazıları rahatça kendilerini aldatarak müşriklerin dostluğuna yanaşır. Ne yazık ki tevhidden çok uzaklarda bulunan çağdaş müslümanları, kâfirler tek tek avlayarak İslâm ümmetini tümüyle parçalamışlardır. Müslüman, kimle dostluk edecektir? “Dostum!” diye hakikaten gösterebileceği kim veya kimler olabilir? Kur’ân-ı Kerim’in hakiki dostun Allah olduğunu belirtmesi, bu dostluğun çerçevesini kesin olarak belirlemiştir. [165]

 

Takıyye; Düşman Kâfirlerden Gelecek Tehlikeden Dolayı Farklı Görünme

“Takıyye” canını, malını, ırzını düşmanın zararından korunmak için ondan sakınmak demektir. Takıyye, güçlü olan bir düşmandan; din, mal, can, ırz ve nâmus gibi üstün değerleri tehlikeli bir durum karşısında korumak için başvurulan bir tedbirdir. Bu gibi değerleri tehdit altında olan bir müslüman, bu tür risklerden kurtulmak, zarara uğramamak için imanını, kimliğini ve durumunu gizleyebilir. Kur’an buna izin vermektedir: “Mü’minler, mü’minleri bırakıp da kâfirleri dost edinmesinler. Kim bunu yaparsa, artık Allah’tan hiçbir şey beklemesin. Ancak kâfirlerden gelebilecek bir tehlikeden sakınmanız (takıyye yapmanız) başkadır. Allah, kendisine karşı (gelmekten) sizi sakındırıyor. Dönüş yalnızca O’nadır. De ki: ‘İçinizdekileri gizleseniz de, açığa vursanız da Allah onu bilir. Göklerde ve yerde olanları da bilir. Allah her şeye kadirdir.” [166]

İslâm, bütün hayatı kuşatan bir dindir. O yalnızca kalplerdeki bir iman, bir ahlâk ya da bir kültür değildir. O hayatı bütün yönleriyle düzenlemek, ilâhî bir nizam meydana getirmek, Yüce Allah’a teslim olmuş bir toplum oluşturmak istemektedir. İslâm’a teslim olmuş müslümanlar, bir bina gibi birbirine kenetlenerek Tevhid Kelimesinin gereğini toplu olarak yerine getirmek zorundadırlar. Bunun sağlanılabilmesi için müslümanların sürekli çaba göstermeleri gerekir. Ancak, İslâm’ın hâkimiyetini istemeyen müşrikler ve tâğutlar, müslümanlarla mücâdele edeceklerdir. Müslümanlardan bazıları bu mücâdelede düşmanın eline esir düşebilir, eziyet görebilir, işkenceye uğrayabilir, bazı hakları tehdit altına girebilir. Bu gibi durumlarda o mü’min, kendinin ve bağlı olduğu müslüman toplumun aleyhine olabilecek şeyleri söylememeli, sır vermemelidir. Böyle bir durumda kendini gizlemenin, hatta imanı açığa vurmamanın adı “takıyye”dir.

Böyle bir takıyye, takvânın gereklerindendir. Takıyye de, takvâ gibi kişinin kendini ve bağlı olduğu müslüman toplumu elem ve zarar verecek şeylerden koruyup sakınması demektir. İslâm’ın Mekke döneminde, müşriklerin işkencelerine uğrayan bazı sahâbelere takıyye izni verildiğini biliyoruz. Bunun en canlı örneği, müşrikler tarafından gözünün önünde babası ve annesi fecî şekilde öldürülen Ammar bin Yâsir’dir. Yapılan işkencelere dayanamayan Ammar (r.a.), müşriklerin istediği sözleri söyler ve ölümden kurtulur. Sonra ağlayarak Peygamberimize gelir, Peygamber hakkında kötü konuştuğunu ve müşriklerin ilâhlarını övdüğünü söyler. Peygamberimiz ona sorar: “Peki o anda kalbinde ne hissettin?” O da “kalbinin imanla dopdolu olduğunu” söyleyince, Peygamberimiz, aynı durumla karşılaştığı zaman yine öyle yapmasını tavsiye etmiştir. [167]

Şu âyet bu durumu desteklemektedir: “Kim imanından sonra Allah’a (karşı) küfre sapıp da, -kalbi imanla tatmin olduğu halde, baskı altında zorlanan hariç- küfre göğsünü açarsa, işte onların üstünde Allah’tan bir gazap vardır ve büyük azap onlarındır.” [168]

Bu konuda şu örnek de dikkat çekicidir: Yalancı peygamber Müseylime sahâbelerden iki kişiyi esir almıştı. Birine “Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şâhitlik eder misin?” diye sordu. O da “evet” dedi. Sonra kendisinin peygamberliğine şâhitlik edip etmediğini sordu. O yine “evet” deyince onu serbest bıraktı. Aynı soruyu ikinci sahâbeye de sordu. Ancak o, soruya cevap olarak “ben dilsizim!” deyince onu öldürttü. Olayı duyan Peygamberimiz, şehid olanın imanındaki doğrulukla öldüğünü (azîmeti tercih ettiğini) ve mübârek olduğunu; diğerinin ise Allah’ın ruhsatını kullandığını ve hata etmediğini söyledi. [169]

Takıyye’ye Âl-i İmrân, 28. âyetiyle de izin verilmektedir. Dikkat edilirse görülecektir ki takıyye, bir ruhsattır. Dileyen önemli bir tehlike karşısında takıyyeye başvurabilir. Ancak Kur’an’ın diğer âyetlerine baktığımız zaman kuvvetli olmayı, düşmanlara karşı hazırlıklı olmayı, cihad etmeyi, Allah yolunda canı ve malı harcamayı teşvik ettiğini, mü’minlerin önceki müslümanlar gibi deneneceklerini söylediğini görmekteyiz. Çeşitli âyetlerde kâfirlerden korkarak onlara dost olma yasaklanıyor. Asıl korkulması gereken insanlar değil; Allah’tır. Bütün bunlara rağmen zayıf kalan, işkenceye uğrayan veya müslümanlar aleyhine bir şey söylemesi istenen mü’minler bu ruhsata başvurabilirler.

Şüphesiz ki Allah uğruna katlanılan her şey, harcanan her türlü zaman ve mal, kat kat kaşılık görecektir. Allah (c.c.) kendi yolunda, kendi dini için mücâdele edenlere hem destek olacaktır, hem de onlara hesapsız ecir verip makamlarını yüceltecektir. Ancak hatırlatmak gerekir ki, takıyye ruhsatı hiç bir zaman dünyalık bir çıkar veya makam için, ikiyüzlü davranmak, kıvırmak, ciddiyetsiz ve ilkesiz olmak demek değildir. Takiyye, müslümanlara karşı kullanılan bir aldatma silâhı değil; hasımlardan gelebilecek bir tehlikeye karşı sakınma ruhsatıdır. [170]

İbn Abbas (r.a.) der ki: “Takıyye, kişinin kalbi iman ile dopdolu olduğu halde, sadece diliyle söz söylemesidir.” Takıyye yapmak yoluna, ancak öldürülmek, bir organının kesilmesi ya da ileri derecede eziyet ve işkence tehlikeleri halinde başvurulur. Mâhiyeti ise, kâfirler arasında yaşamak durumunda olan müslümanın onlarla “idâre-i kelâm” etmesidir. Aslolan, kâfirlere karşı uzlaşmaz tavrın -kalben dahi olsa- korunmasıdır, bu tavrın sürekliliğidir. Allah’a ve peygamberine iman, onlara sevgi beslemek; kâfirleri velî/dost edinmemeyi gerektirmektedir. Yine, takıyye sadece kâfirlere ve zâlimlere karşı kullanılabilir. Kişinin kendi çıkarından çok; ümmetin çıkarı dikkate alınarak uygulanması gerekir. Tehlikeli bir durum ortaya çıktığı zaman takıyye yapılıp yapılmayacağı, bu durumla karşı karşıya kalan müslümanın imanı çerçevesinde vereceği karara bağlıdır. Takıyye, ancak ölüm korkusu gibi kesin ve büyük ikrah olması ve niyetinin sağlam olması halinde câiz olur. Ancak belirli durumlarda, zarûret hallerinde uygulanabilir.

Takıyye, düşman olunması gerekenlere dostluk göstermek değildir. Düşmanın şerrinden korunmak için fiilî bir dostluğa cevaz yoktur. Onların emirlerine uyup peşlerinden gitmek değildir takıyye. Ancak mecbur kalındığı zaman sadece dille, sathî, şeklî, yapay ve sanal olarak düşmanlığın olmadığı görüntüsü vermektir. Seyyid Kutub, takıyye konusunda şunları söyler: Takıyye, sadece dilde olur; takıyye, öylesine görünmedir. Yoksa içten ve kalpten, istenilen şeye bağlılık ve dostluk gösterisi demek değildir. Takıyye, amel ve eylem bakımından da onlara dostluk beslemek ve yetki verme demek değildir. Kaldı ki, ruhsat veya izin verilen takıyye, mü’min ile kâfir arasında bir sevgi ve meveddetin doğması değildir. Herhangi bir şekilde çalışarak veya hizmet vererek mü’minin kâfire yardımcı olması da değildir. Bunların hiçbirisinin takıyye ile ilgisi yoktur. Böyle bir aldatma ile hâşâ Allah’ı kandırmaya kalkmak câiz değildir. [171]

İbn Kayyım da diyor ki: “Takıyye, kâfirleri sırdaş ve dost edinme demek değildir. Ancak Allah müslümanların kâfirleri dost ve sırdaş edinmekten uzak kalmalarını isteyince, aynı zamanda bu, onlara düşmanlığı ve onlarla ilişkiyi kesmeyi ve onlardan uzaklaşmayı gerektirir. Normal şartlarda bu kimselere düşmanlığı da açıkça gösterip ilân etmesi icap eder. Ancak bunların şerrinden korkulması halinde, takıyye yapmaları kendileri için mubah kılınmıştır.”

Takıyye öyle bir kapıdır ki, bu kapıdan şeytan gayet kolay içeri sızabilir. Hasta kalplilere ve düşük karakterlilere bu işi süslü gösterir. Böylece onların Allah’ın düşmanlarına yumuşaklık gösterip meyletmelerini sağlar. Bunun içindir ki, Rabbimiz takıyye ifadesinden hemen sonra şöyle buyurmaktadır: Âllah, kendisine karşı gelmekten sizi uyarıp sakındırıyor. Dönüş yalnızca Allah’adır. De ki: ‘İçinizdekileri gizleseniz de açığa vursanız da Allah onu bilir. Göklerde ve yerde olanları da bilir. Allah herşeye kadirdir.”[172] Eğer kalplerinizde kâfirlere karşı bir sevgi ve dostluk meyli varsa, onu saklasanız da Allah bilir.

Ayrıca O, kâfirlere dost olmanızı yasaklamasına rağmen, yine de siz bundan vazgeçmezseniz, sizi cezalandırmaya da kadirdir. Kısaca, O’nun muttalî olmadığı ve cezalandırmaya gücünün yetmediği hiçbir kötülük ve isyan bulunmadığına göre, emrine âsi olmak cür’etini göstermeyin. Kur’an, dünyada mü’minleri bu konuda uyarıyor ki, bu kapıyı kendileri için bir dayanak ve destek yapmasınlar. Olur ki, bu çok büyük ve önemli olan hususu küçük ve kolay görürler. İşte böyle yapılmaması için uyarıyor. Zira bu olay, Allah’ın düşmanlarının dost edinilmesini, takıyye adıyla böyle bir işe girilmesini, şeytan hoş ve kolay gösterebilir. Kur’an; “dönüşünüz yalnızca Allah’adır.” diyerek, gâfil olunmamasını istiyor. Dönüş Allah’a olunca, düşmanlara karşı gösterilen dostluk yüzünden Allah cezalandırır.

 

Dost Kabul Etmediklerimizle İlişki Çeşitleri; Savaş ve Barış

İslâm’ın temel hedefi barıştır. Çünkü Yüce Allah insanlığın huzurunu istemektedir. Bunun sağlanması, İslâm’ın bütün insanlara tanıdığı temel hakların verilmesiyle mümkündür. Zira bu haklar, bütün insanlara yaratılışta Allah tarafından verilmektedir. Allah Teâlâ, ilâhî temele dayalı tahrif edilmemiş bütün dinlerde (ki bütün ilâhî dinlerin aslı ve temel adı İslâm’dır) bu hakları insanlara eşit olarak vermiş, üstünlüğü de iman ve takvâya bağlamıştır.[173] İslâm dışındaki tüm dinler, haktan uzak olduğu veya tahrif edilip hakla bâtıl karıştırıldığı için, günümüzde bu temel hakları gereği gibi insana veren sadece İslâm’dır. Başka dinler, ideolojiler ve dünya görüşleri, dün olduğu gibi bugün de insanı doğru bir şekilde tanımadıkları için insan hakları konusunda da aşırılıklardan, istismar ve zulümlerden, oyalama ve kandırmacalardan kurtulamamışlardır. İslâm’a göre, bütün insanlığın temeli birdir.[174] Allah’ın bildirdiği esasları kapsamayan Ehl-i Kitab’ın içinde bulunduğu muharref dinin, istenilen huzuru ve dostluğu sağlaması da mümkün görülemez. Çünkü ilâhîlik vasfını kaybeden inançlar, insanlığın fıtratına uymamaktadır.

Kur’an’ın hedefi sulh ve barıştır. “...Sulh daha hayırlıdır.” [175] Düşmanlık ve kötülük, aslında ve temel olarak Allah’ın istemediği, şeytanın arzu ve isteklerinden ibarettir. Dolayısıyla insanlar arasında fesadın, fitnenin, kötülüğün olması, insanların Allah’ın emirlerinin dışına çıkmalarından kaynaklanır. “Ey iman edenler! Hep birden silm’e/barışa girin. Şeytana ayak uydurmayın. O sizin apaçık düşmanınızdır.” [176] Âyette geçen “silm” kelimesi, hem İslâm, hem de barış anlamına gelmektedir. Hz. Peygamber’in yaptığı savaşları incelediğimizde, savaşların hakkın önüne konulan engellerin kaldırılması amacını güttüğünü, saldırılara karşı müdâfaa özelliği taşıdığını, savaşa mecbur kalındığı için böyle bir yola başvurulduğunu görürüz. Bu savaşların birtakım haklı gerekçeleri vardır. Geçerli meşrû sebep olmadan savaşa izin verilmez. Bu sebepler şunlardır:

a- Haksızlığa Uğramak: Konuyla ilgili olarak Yüce Allah şöyle buyurur: “Zulme/haksızlığa uğratılarak kendilerine savaş açılan kimselerin karşı koyup savaşmasına izin verilmiştir. Allah onlara yardım etmeye elbette kadirdir.”[177] Dikkat edilirse, izin verilen savaş değil; savunmadır. İslâm’a göre savaş, sadece Allah için (fî sebîlillâh) ve Allah’ın kendileriyle savaşılmasına izin verdiği kimselere karşı yapılır. İslâm devletinin varlık hikmeti ve ana görevi olarak koruması gereken insanların temel hakları beş madde ile değerlendirilir. Bunlar; din (özgürce dinini yaşayıp uygulama ve tebliğ hakkı), can (yaşama hakkı), akıl, nesil (ırz, şeref ve namusun korunması, nesilleri her yönüyle sağlıklı yetiştirme hakkı) ve mal emniyetidir. Bunları ve bu gibi hakları korumak için savaş, mazlum duruma düşene yardım ederek zulme karşı koymak, bir insanlık görevidir. Savaş; hak ve hukuku korumak, adâleti tesis etmek, kötülükleri önlemek, insanların temel görevlerini rahatça yerine getirebilme ve temel haklarını koruyabilmelerini sağlamak için yapılır. Yoksa, başkasının hak ve hukukunu elinden almak için savaş yapılmasını İslâm doğru görmez.

b- Fitneyi Önlemek, Tevhîdi/Allah’ın Birliğini Ortaya Koymak: “Onlarla savaşın ki, fitne ortadan kalksın; din yalnız Allah’ın olsun. Eğer onlar (fitneden ve savaştan) vazgeçerlerse, artık zâlimlerden başkasına düşmanlık yoktur.”[178] İmtihan gereği insanların başlarına belâlar gelebilmektedir. Çünkü kalbinde Allah korkusu olmayan insanın yapamayacağı kötülük yoktur. Allah’tan korkmayan insan fitne de çıkarır, iftira da edebilir, başka insanların haklarını da çiğneyebilir. İşte Yüce Allah, insanların huzurunu temin için gerekirse savaş yapılmasını, yerine göre farz veya mubah kılmaktadır. Burada fitne kavramı, başta “Allah’a şirk koşmak, başkalarına kulluk, fesat/anarşi, öldürme, zulüm, müslümanlar arasında çıkarılan tefrika, İslâm’ın dışındaki Allah’ın râzı olmadığı dinlerin ve hayat görüşlerinin yayılması” olarak anlaşılır. Fitne, başta münâfıklar olmak üzere, müşrikler ve ehl-i kitap olanlar ve hatta bazı müslümanlar veya müslüman zannedilenler tarafından çıkarılabilir, ya da körüklenebilir. Kur’an, bütün insanları, insanlar arasında fitne/huzursuzluk çıkaranları haber vermekle kalmayıp bunun neticesinin herkesi etkilediğini belirtir: “Öyle bir fitneden sakının ki, aranızda yalnız haksızlık edenlere erişmekle kalmaz (hepinize zararı erişir). Bilin ki Allah’ın azabı çetindir.” [179]

 

Hangi Kâfirlerle Savaşmadan İyi Geçinilebilir?

Allah Teâlâ, dostlarımızı ve düşmanlarımızı sayar. Mü’minleri bırakıp kâfirleri dost kabul etmemize izin vermez. Ancak bu durum, onlarla her durumda ilişkileri kesmemizi veya savaşmamızı gerektirmez. Aksine, tüm insanlara iyilik esastır. Savaş da, muhâtaplarımızı yok etmeyi değil; onları İslâm’laştırarak kurtarmayı veya kurtulmak istemeyen o zâlimlerden diğer insanları kurtarmayı hedeflemek şartıyla meşrû görülür. İslâm, hangi inanç ve anlayıştan olursa olsun, birtakım özellikleri taşıyan insanlarla müşterek hareket etmeye engel olmaz; aksine teşvik eder. Zira, insanlar arasında barışın temini, öncelikle müslümanlarla, daha sonra diğer insanlarla karşılıklı ilişki içinde bulunmakla sağlanır.

Dünyada her insanın müslüman olması beklenilemez; bu, Allah’ın sünnetine ve sınavına aykırıdır. “Eğer Rabbin dileseydi, yeryüzündekilerin hepsi elbette iman ederlerdi. O halde sen, mü’min olmaları için insanları zorluyor musun? Allah’ın izni olmadan hiç kimse iman edemez. O, murdarlık (azabını), akıllarını kullanmayanlara verir.”[180] Kâfirlerle, iman eden insanlar, devamlı beraber yaşamak mecbûriyetinde kalabilir. Hz. Peygamber, Medine vesikasında farklı din mensuplarıyla, müşrik ve ehl-i kitap bütün insanlarla savunma anlaşması yapmıştır. [181]

Bunun için, kendileriyle bazı ilişkiler kurulabilecek, anlaşma yapılabilecek gayr-ı müslimlerde bulunması gereken, temel özellik; İslâm’a ve müslümanlara düşman olmamalarıdır. Kendi inanç, düşünce ve yaşantıları doğrultusunda hareket edip mü’minlere düşman olmayan ve müslümanların düşmanlarına yardım etmeyenlerle dünyevî bazı anlaşmalar yapabilir, onlarla bazı ilişkilere girebilir, onlarla iyi geçinebiliriz. “Allah sizinle din uğrunda savaşmayan, sizi yurdunuzdan çıkarmayanlara iyilik yapmanızı ve âdil davranmanızı yasak etmez. Allah adâletli olanları sever. Allah, yalnız sizinle din uğrunda savaşanları, sizi yurtlarınızdan çıkaranları ve çıkarılmanız için yardım edenleri dost edinmenizi yasaklar. Kim onlarla dost olursa, işte zâlimler onlardır.” [182]

Alım ve satımda, hediyeleşmede kâfirlerle muâmelede bulunmak gibi şeyler, onları velî ve dost kabul etme kapsamına girmez. Ancak, haram işlerde bunlara yardım ve gayr-ı meşrû konularda kâfirlere yararı dokunacak şeylerin alınıp satılması, meselâ, savaşta yararlanılacak silâh gibi araç gereçlerin onlara satışı câiz değildir. “İyilik ve takvâda (Allah’ın yasaklarından sakınma üzerinde) yardımlaşın; günah ve düşmanlık üzerine yardımlaşmayın. Allah’tan korkun; çünkü Allah’ın cezası çetindir.”[183] Peygamberimiz (s.a.s.) de zaman zaman müşriklerle alım satımda bulunmuştur.[184] Ancak, kâfirlerden alınan şeyler hakkında ve onlarla her türlü ilişkiler konusunda çok titiz ve ihtiyatlı davranılmalı, onların İslâm’a ve müslümanlara düşmanlıklarından dolayı verebilecek zararlar düşünülmelidir. Her türlü kültürel faâliyetler, özellikle İslâmî ilimler ve yorumlar, sanat etkinlikleri, eğlence araç ve yöntemleri gibi itikadı, toplumun ifsâdı ve salâhını, fıkhı (haram-helâlı) ilgilendiren konularda kılı kırk yaran bir tavır takınılmalıdır. Unutmayalım ki zehir, billûr kâseler içinde ve leziz gıdalar içine gizlenerek sunulur.

Bugün insanlar eliyle üretilen fikir ve düşünce sistemleri, düzenler, eğitim ve çevre şartları gibi insanları derinden etkileyen araçlar, Allah ve Rasûlüne savaş açmış durumdadır. Eğitim ve öğretim, düşünce sistemleri, fikir akımları, ırkçılık, beşerî ideolojiler, misyoner faâliyetleri, dinsizlik propagandaları, Darwinizm, materyalizm, sosyalizm, siyonizm, hümanizm, laiklik, özgürlük anlayışı, sanat faâliyetleri, sinema, tiyatro, medya, ilân ve reklâm araçları, dünya görüşleri, futbol ve müzik tutsaklığı, kapitalizm ve tüketim alışkanlıkları, insanları fıtratlarından ve Allah’ın dostu olma özelliklerinden sıyırmak için en dehşetli silâhlar ve şeytanî araçlar olarak kullanılıyor. Bu kadar çok yönlü ateş altında kalan savunmasız, câhil ve her şeyden önemlisi kâmil imandan mahrum bırakılan halk, elbette Allah’a dostluğa giden yolu bulamıyor, bilinçsiz de olsa şeytanın dostluğuna meylediyor.

Lâ ilâhe illâllah diyen bir müslümanın, İslâm akîdesi ile çelişen her türlü fikir ve akımdan uzaklaşması, Allah’ın indirdiğine aykırı her kanun, yasa, nizam, tüzük, düzenleme ve düzenden uzak olduğunu açıkça bildirmesi ve yaşayışıyla göstermesi gerekir ki, gerçekten tüm ilâhları reddetmiş olsun. Peygamber’in amcası Hz. Abbas’ın dediği gibi, lâ ilâhe illâllah diyen kimse, bu sözüyle bütün (kâfir) dünyaya savaş açmış olduğunu bilmelidir. Kâfirler bütün güçleriyle İslâm’a ve gerçek müslümanlara saldırırken, müslümanın gündelik işlerle uğraşıp savaşçı olmaması düşünülebilir mi? “İman edenler Allah yolunda savaşırlar, kâfirler ise tâğut (bâtıl dâvâlar ve şeytan) yolunda savaşırlar. O halde şeytanın dostlarına karşı savaşın; şüphe yok ki şeytanın düzeni ve tuzağı zayıftır.”[185] Çağdaş müslümanın öyle bir derdi yok. O işiyle, aşıyla ve keyfiyle meşgul. Bahâneler de çok: “İmkânlarımız yok, taşlar da bağlı...” Filistin’li çocuklardan öğrenin bağlı taşları koparıp fırlatmanın yolunu, imanın en büyük imkân olduğunu, Allah’ın tarafını seçenin direnişini...

Gayri müslimlerin ziyâret edilmeleri de, onlara dinin tebliğini amaçlıyorsa meşrûdur. Dinî bir maslahat ya da önemli mâzeret yoksa ziyaret uygun görülmemiştir. Gayri müslimlere ait küfür şiarları ve alâmetleri ile ilgili olarak kendilerini tebrik etmek, onları kutlamak, bayramlarını tebrik ittifakla haram kabul edilmiştir. Kim bir kulu, bir isyanından, haram fiilinden, bid’atinden ve küfründen ötürü tebrik eder veya kutlarsa, bu kimse Allah’ın sınırını aşmış, Allah’ın gazabını üzerine çekmiş olur. Müslüman da kabul edilseler, zâlimlerin belli bir makama gelmelerini kutlamak da böyledir; hele kutlanılan o makam tâğutî bir makamsa, bu, tâğutun kabulü anlamına gelir ki, imanla bağdaşmaz. İslâm’a aykırı davranışlarda bulunan fâsık kimselere tâzimde bulunmak, onlara “efendim, beyim, paşam!” demek de haramdır. “Münâfık olan kimseyi ‘efendim’ (sayın, saygıdeğer, paşam, beyefendi!) diye çağırmayın. Şayet o kimse efendi, bey yapılacak olursa, siz bu durumda aziz ve celil olan Rabbinizin gazabını çekmiş olursunuz.” [186] İbn Kayyım’ın belirttiği gibi, bu tür insanlara; “devlet büyüğü, ulu devlet başkanı veya ey yüce falan” diye de lakap verilip bu tür ünvanlar kullanılamaz. Sözgelimi ilköğretimde çocuklara küfrü dayatan “andımız” denilen ifadeleri bir mü’min söyleyemez, bir mü’min öğretmen söyletemez: “Ey Büyük Atatürk! Açtığın yolda, gösterdiğin hedefe durmadan yürüyeceğime ant içerim.” Bu sözler elfâz-ı küfürdür.

Bugün müslümanların kâfirler arasında bir selin içindeki köpük ve çer-çöp gibi olmasının temel sebeplerinin başında, düşman edinmeleri gereken kâfirleri dost kabul etmeleri yatmaktadır. Dünyada izzetin, onurun, devletin; âhirette cennetin bedeli, Allah’ı ve Allah taraftarlarını dost; şeytanı ve şeytanın askerlerini düşman kabul etmek ve dostluk ve düşmanlığını ispatlayacak davranışlarda bulunmaktır.

 

Müslüman Olmayan Akrabalarla Dostluk ve İlişki

İslâm’da esas bağ, din bağıdır. Hangi ırktan, hangi soydan olursa olsun sadece müslümanlar birbirlerinin kardeşidi,[187]velîsidir.[188]Bir mü’min, aralarında din bağı bulunmayan yakın akrabalarını velî/dost kabul edemez.

“Ey iman edenler! Eğer küfrü imana tercih ediyorlarsa, babalarınızı ve kardeşlerinizi velî/dost edinmeyin. Sizden kim onları dost edinirse, işte onlar zâlimlerin kendileridir.” [189]; “De ki: ‘Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, hısım akrabanız, kazandığınız mallar, kesada uğramasından korktuğunuz ticaret, hoşlandığınız meskenler (evler, konaklar, köşkler) size Allah’tan, Rasûlünden ve Allah yolunda cihad etmekten daha sevgili ise, artık Allah emrini getirinceye kadar bekleyin. Allah fâsıklar topluluğunu hidâyete erdirmez.” [190]; “Allah’a ve âhiret gününe iman eden bir toplumun -babaları, oğulları, kardeşleri veya akrabaları da olsa- Allah’a ve Rasûlüne düşman olanlarla dostluk ettiğini göremezsin. İşte onların kalbine Allah, iman yazmış ve katından bir ruh ile onları desteklemiştir. Onları içlerinden ırmaklar akan cennetlere sokacak, orada ebedî kalacaklardır. Allah onlardan râzı olmuş, onlar da Allah’tan hoşnut olmuşlardır. İşte onlar, hizbullahtır/Allah’tan yana olanlardır. İyi bilin ki hizbullah/Allah taraftarları, kuşkusuz felâha/kurtuluşa erenlerdir.” [191]

Ashâb-ı kiram, Allah ve Rasûlüne dostluğun, onların düşmanlarına düşmanlığın en güzel örneklerini vermişlerdir. Meselâ Ebû Ubeyde, Uhud’da babası Cerrah’ı öldürmüş, Hz. Ebû Bekir de savaşta oğlu Abdurrahman’a karşı çıkmak istemiş, ama Hz. Peygamber izin vermemiş, Mus’ab bin Umeyr, Uhud’da kardeşi Ubeyd bin Umeyr’i öldürmüştü. Aynı şekilde Ömer bin Hattâb, Bedir’de dayı Âs bin Hişam’ı, Hz. Ali, Hz. Hamza ve Ebû Ubeyde amcazâdeleri olan Utbe, Şeybe ve Velid bin Utbe’yi öldürmüşlerdi.

İnsanlar arasındaki yakınlığın asıl sebebi din birliğidir. Allah’ın dinine inanmış ve peygamberleri tasdik etmiş kimseler birbirlerinin mânevî akrabası, yakını ve dostudurlar. Bunların aralarında mânevî bir birlik (vahdet) vardır. Mü’minlerle kâfirler ırk ve soy bakımından birbirlerinin akrabası olsalar bile, bu akrabalığın Allah katında hiçbir değeri yoktur. Nitekim Hz. Nûh’un oğlu iman etmediği için, Allah Teâlâ onu Nûh peygamberin âilesinden saymamıştır: “Nûh Rabbine duâ edip dedi ki: ‘Ey Rabbim! Şüphesiz (boğulmuş olan) oğlum da âilemdendir. Senin vaadin ise elbette haktır. Sen hâkimler hâkimisin.’ Allah buyurdu ki: EyNûh! O asla senin âilenden değildir. Çünkü o, sâlih olmayan bir amel sahibi idi (kâfirdi). O halde hakkında ilmin olmayan bir şeyi Benden isteme. Ben sana câhillerden olmamanı tavsiye ederim.” [192]

Bütün bunlarla birlikte İslâm, âile bağlarına çok önem verir. Mü’min olmayan akrabalarla her durum ve şartta ilginin kesilmesini emretmez. Onlardan İslâm’a ve müslümanlara düşmanlık gelmez ise, İslâm onlara karşı iyilik yapmayı ve onları ziyâret etmeyi yasaklamaz. “Allah’a ibâdet edin ve O’na hiçbir şeyi şirk/ortak koşmayın. Ana babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara, yakın komşuya (eş dost ve arkadaşa), uzak komşuya, yolcuya, ellerinizin altında bulunanlara iyi davranın; Allah kendini beğenen ve daima böbürlenen kimseyi sevmez.” [193] Özellikle müşrik de olsalar, ana babaya ihsanla/iyilik ve güzellikle davranmayı, onlarla sıcak ilişkiler içine girilmesini arzular: “Biz insana ana babasına iyi davranmasını tavsiye etmişizdir. Çünkü anası onu nice sıkıntılarla taşımıştır. Sütten ayrılması da iki yıl içinde olur. (İşte bunun için) önce Bana, sonra da ana babasına şükretmesini tavsiyede bulunmuşuzdur. Dönüş ancak Banadır. Eğer onlar seni, hakkında bilgin olmayan bir şeyi (körü körüne) Bana şirk/ortak koşman için zorlarlarsa, onlara itaat etme. Onlarla dünyada iyi geçin...” [194]

Bu âyette de görüldüğü gibi, şirk konusunda ana baba dâhil hiçbir kimseye itaat edilmemesi, ama müşrik bile olsalar ana babaya iyilik yapılması emredilmektedir. Nitekim Hz. Âişe’nin kardeşi Esmâ’ya (r.a.), müşrik annesini ziyâret edip iyilik yapması için Hz. Peygamber’in izin verdiği bilinmektedir. [195]

Müslüman olmayan ebeveyne de infak vâciptir; dinleri farklı da olsa, kişi muhtaç olan anne babasına bakmakla yükümlüdür. Bir müslümanın durumu müsait iken, ana babasını sıkıntı ve zorluk içinde kıvranır vaziyette bırakması, tabii ki, bir iyilik ve ihsan sayılmaz. Halbuki Kur’an, her şartta ana babaya ihsan ve iyiliği emretmektedir.[196] Allah, akraba ile ilgisini keseni kötülemiş,[197] akrabanın haklarına riâyet etmeyenin günah işlediğini bildirmiş, yakınları kâfir de olsalar, Allah, bunların haklarını yakınlarına vâcip kılmıştır.”Akraba ile alâkayı kesen cennete giremez.” [198] Demek ki, sevgi, velî kabul etmek, onları sırdaş edinmek başka şeydir; kâfir akrabaya nafaka temin etmek, onları ziyâret etmek, onlara ihsanda bulunmak ise daha başka bir şeydir; bunlar birbirine karıştırılmamalıdır.

“Eşleriniz ve çocuklarınızdan size düşman olanlar vardır, sakının onlardan!” [199]

“Sevdiğini ölçülü sev, bakarsın bir gün düşmanın olabilir. Düşmanına ölçülü buğzet, bakarsın bir gün dostun olabilir.” [200]

“Düşmanlarınızın en güçlüsü içinizdedir, içinizdeki nefsinizdir.” [201]

“İnsanın en büyük düşmanı, doğrudan doğruya kendisidir.”

“Düşmanların en büyüğü, düşmanlığını gizleyendir.”

“Düşmanlarımla ben baş ederim; Allah’ım sen beni dost bildiklerimin şerlerinden koru!”

“Yenilmesi gereken ilk düşmanlar, öfke ile umutsuzluktur.”

“Bir kimsenin, düşmanının düşmanı olması, onu dost edinmesine kâfi sebep değildir.”

“Daima kendi yararını göz önünde tutmaya çalışan kimse, pek çabuk düşman kazanır.”

“Su uyur, düşman uyumaz.”

“Düşmanına acıyan, çoğu defa, kendine acımamış olur.”

“Düşmanlarımızı bağışlasak bile, onlara güvenmek, inanmak zorunda değiliz.”

“Sadece yaşamak, insanca - müslümanca yaşamak, düşman kazanmak için yeter.”

“Düşmanı olmayanın dostu da yoktur.”

“Dostu severim ama, düşman da işe yarar. Dost gücümü gösterir, düşman da ödevimi.”

“İyiler asla düşmansız olamazlar.”

“İki düşman arasında öyle konuş ki, barıştıkları zaman utanmayasın.”

“Akıllı düşman, akılsız dosttan hayırlıdır.”

“Dost vefalı olduktan sonra düşman ne yapabilir?”

“Dost olan ‘vah!’ der, düşman olan ‘oh!’ der.”

“Düşman düşmana rahmet okumaz.”

“Düşmana sahip çıkan düşman sayılır.”

“Düşmanın eline kılıç verilmez.”

“Bir düşman çoktur; fakat bin dost az.”

“Dost kazanırsan tut, düşman kazanırsan güt.”

“Düşmanınızın en büyük başarısı, sizi, hakkınızda söylediklerine inandırmasıdır.”

“Açık kalp ile konuşan düşman, içinden pazarlıklı dosttan çok iyidir.”

“Birini denediysen, bir defa denemek yeter. Düşmanlık gördüğün dostu yeniden sınama.”

“Kişinin yakını düşman olunca uzak sayılır; yabancı da dost olunca onun yakını olur.”

“Dost, bizi Allah’a yaklaştıran; düşman, bizi Allah’tan uzaklaştıran kimsedir.”

“Dost, bizi iyi yola öğütleyendir.”

“Dostun attığı gül onulmaz yara açar.”

“Dostun attığı taş, baş yarmaz.”

“Dost dostun ayıbını yüzüne söyler.”

“Dostuna borçlu olma!”

“Dostu olmayan insan, en yoksul insandır.”

“Birçok arkadaşımız olabilir, ancak dostlarımız azdır.”

“Dostunu medh edersen, biraz yerecek yerini koy.”

“Dostların sıkıntıda iken, onları mutlu oldukları zamankinden daha çok ara.”

“Dost sanma şanlı vaktinde dost olanı; dost bil gamlı vaktinde elinden tutanı.”

“Dost yüzünden, düşman gözünden belli olur.”

“Dosta varırız gülle; düşmana atarız gülle!”

“Dostunu hemen ölüverecekmiş gibi sev; düşmanını hiç ölmeyecekmiş gibi telâkki et.”

“Düşmanım! Sen benim ifadem ve hızımsın.

Gündüz geceye muhtaç, sen de bana lâzımsın.”

“Memleket bitti, yine bitmedi hâlâ sen ben;

Bize bu hal ile bizden büyük olmaz düşmen.”

“Aç canavara karşı sevgi, merhametini değil, iştihasını açar. Hem de diş ve tırnağının kirasını da ister.”

“Küçük düşman yoktur, büyümüş de büyük olduğunu gizlemeye çalışan, kurnaz düşman vardır.”

“Denendikten sonra dost edindiklerini bağrına bas; ama her ilk tanıştığınla, hemen dost olma.”

“Düşmanlarımıza teşekkür borçluyuz. Çünkü onları yenmek çabası olmasaydı, şimdi bulunduğumuz derecenin yarısını bile kazanamazdık.”

“Allah Teâlâ, iyiliğini murad ettiği kimseye, unuttuğunu hatırlatacak ve hatırında olanı yapmaya yardım edecek iyi ve sâlih bir dost nasib eder.” [202]

“Fenalıklardan uzak duran ve daima verdiği sözü yerine getiren insanlarla dostluk kurmalıyız.” [203]

“Dost edinin, onlar sizin için dünya ve âhiret sermayesidir. Cehennem ehlinin “Bizim için samimi bir dost da yoktur.”[204] diyeceklerini duymadınız mı?” [205]

“Düşmanlarını hoşnut etmek için dostlarını kıranlar, düşmanlarını memnun edemediği gibi, dostlarını da yitirirler.”

“İnsanın, düşmanlarını sevindirecek şekilde yaşamasındansa, şerefiyle ölmesi daha hayırlıdır.”

“İnsanlardan kendini çekmen sana düşman, herkese yakınlık göstermen ise sana kötü dostlar kazandırır.”

“Dostluk sırasında sende olmayan meziyetlerden söz eden adam, düşmanlık sırasında sende bulunmayan fenalıkları da sana yükleyebilir.”

“Dostluğun kolları birbirimizi dünyanın bir ucundan diğer ucuna kucaklayabilecek kadar uzundur.”

“Senin dindarlığını arttıran dost, her karşılaştığında eline bir altın bırakan dosttan daha hayırlıdır.”

“Faziletli olan ve faziletleri bakımından birbirine benzeyen insanlar arasındaki dostluk, mükemmel bir dostluktur.”

“Arz eyle bu pendi kendi özüne;

Dost addetme her güleni yüzüne.”

“Hoş gününde her kişi yârân bula;

Dost odur kim kem gününde yâr ola.”

“Bazı insanlar iyilik etmek, birbirini sevmek için değil; iyilik görmek, sonunda da nefret etmek için dost olurlar.”

“İnsanlarla dost ol. Çünkü kervan ne kadar kalabalık ve halkı çok olursa, yol kesenlerin beli o kadar kırılır.”

“Hiçbir şey sâdık dost kadar ucuza alınamaz. Yani ne kadar pahalıya mal olsa, gene de ucuzdur.”

“Biri gerçeği duymak istemediği, öteki yalana hazır olduğu zaman, dostluk dostluk olamaz.”

“Dostlar kavun gibidir; neden mi? Bir tane iyisini bulmak için yüzlercesini yoklarsınız da ondan.”

“Kara günlerinde senden çok üzülecek bir dostun olmasaydı, o günlere katlanmak güç olurdu.”

“Dost yüzü görmemek çetin bir iştir, ama bu hasret, onu düşmanla birlikte görmekten daha hafiftir.”

“Yastık diye başını ateşe dayayan, yatak diye yılanların üzerine yatan bir adam, güvendiği bir dostundan düşmanlık sezen bir adamdan daha rahat uyur.”

“Dosttan bol şey de yok dünyada

Dosttan bulunmaz şey de.”

“Lokman hekim sarabilmez yaramı

Dost eli değmezse çare mi olur?”

“Dostlara acılarını paylaştığını göstermek, birlikte yas tutmakla değil; onlara elbirliğiyle yardım etmekle olur.”

“Birbirlerine zıt karakterlere sahip olan insanlar, birbirlerini anlamak ve tamamlamak şartıyla iyi dost olabilirler.”

“Güller, lâleler, karanfiller, bütün çiçekler solar. Çelik ve demir kırılır, ama gerçek dostluk ne solar, ne de kırılır.”

“Gerçek dostlar, iyi günlerinizde, dâvet edince sizi ziyâret ederler; kara günlerinizde dâvetsiz gelirler.”

“Dostlarımızın sefâletine acımak iyi; fakat onların imdâdına koşmak daha iyidir.”

“Dostluk, yolu üzerinde ot bitmesine müsaade etmez.”

“Dostun kusuruna bakılmaz.”

“Dostlara itimad etmemek, onlar tarafından aldatılmaktan daha ayıptır.”

“Dostlar öyle bir ailedir ki, insan o ailenini fertlerini yalnız kendi seçer.”

“Dostuna, bir gün düşmanın olabilecekmiş gibi davran.”

“Dostluk, iki vücutta müşterek bir ruha benzer.”

“Dostsuz kalan şahsın durumu, sol elden mahrum kalan sağ elin durumu gibidir.”

“Dost, rahatlık veren bir merhemdir.”

“Dost, kötü günde belli olur. İyi günde ise binlercesi bulunur.”

“Gerçek dost, onu unutanı unutmayandır.”

“Ana babayı kader tayin eder, dostlar ise seçilir.”

“Dostları çoğaltmak, zekâ inceliğindendir.”

“Dostluk iyi kimseler arasında çabuk temellenir; güçlükle yıkılır.”

“Dost kazanmak isteyen kimse, dostluğu paylaşmayı bilmelidir.”

“Ayıpsız dost arayan, dostsuz kalır.”

“Dostluğundan fayda görmediğin kimsenin, husûmetinden de sana pek bir zarar gelmez.”

“Aklın bağlamadığı dostluğu, akılsızlık kolayca çözebilir.”

“Hiçbir dost, dostluğunu ispat edene kadar dost değildir.”

“Dostluk, kanatsız sevgidir.”

“Dost, hem iyi görünen, hem iyi olan insandır.”

“Yalnız kendi nefsini düşünerek dost arayan, hizmetçi arıyor demektir.”

“Dertlerini dökecek dostları olmayanlar, kendi yüreklerini kemiren yamyamlardır.”

“Dost, kendisiyle samimi olabildiğim ve yanında yüksek sesle düşünebildiğim kişidir.”

“Kuşun yuvası, örümceğin ağı, insanın dostları vardır.”

“Dost, sanki insanın bir ikinci kendisidir.”

“İyi insanlar, kara günde en emin dostturlar.”

“Dostlarımla beraber olunca yalnız değilim. O dakikadan sonra da iki kişi değiliz.”

“Köle misin? Senden dost olmaz. Zorba mısın? Senin dostların olmaz.”

“Dostluk, görünceye kadar değil, ölünceye kadar olmalı.”

“Dostluk o kadar kolay kurulur ki... Ama sürdürmek!”

“Dostluktan saygıyı kaldıran onun en büyük süsünü kaldırmış olur.”

“Düşüncede uyum, dostluğu doğurur.

“Kendine dost olan, bilin ki herkese de dosttur.”

“Eğer hiç dostun yoksa, sen bir dost ol!”

“Dostun olsun istiyorsan dost ol!”

“Dostun dostu dosttur; ölümsüz dost’un dostu ise en yakın dosttur.”

“O dostu bulanın kaybettiği hiçbir şey olmadığı gibi; O dost’u kaybedenin de bulacağı bir şey yoktur.”

Ne mutlu Allah’la ve O’nun dostlarıyla dost olanlara ve dostluğunu ispatlayanlara! Yazıklar olsun, Allah’ın düşmanı ve şeytanın dostlarıyla dost olup Allah’ın ve müslümanların dostluklarını kaybedenlere!

 

Dostluk – Düşmanlıkla İlgili Âyet-i Kerimeler

A- Dost ve Dostluk

Allah En Güzel Dost ve En Güzel Yardımcıdır: 22/Hacc, 78; 42/Şûrâ, 9.

Mü’minlerin Allah’tan Başka Dost ve Yardımcıları Yoktur: 2/Bakara, 107, 120, 286; 3/Âl-i İmrân, 150; 4/Nisâ, 45; 5/Mâide, 55; 6/En’âm, 51; 7/A’râf, 196; 9/Tevbe, 16, 116; 29/Ankebût, 22; 32/Secde, 4; 42/Şûrâ, 31.

Allah İman Edenlerin Yardımcısıdır: 2/Bakara, 257; 3/Âl-i İmrân, 139, 160; 6/En’âm, 127; 9/Tevbe, 40; 30/Rûm, 47; 45/Câsiye, 19; 47/muhammed, 11.

Savaşta Allah’ın Yardımı ve Dostluğu: 2/Bakara, 214; 3/Âl-i İmrân, 125-127, 139, 148; 8/Enfâl, 9-13, 17-18, 39-40; 9/Tevbe, 25; 22/Hacc, 40, 60, 47/Muhammed, 7.

Allah’ın Velîleri/Dostları Kimlerdir: 10/Yûnus, 63.

Allah’tan, Peygıamber’den ve Mü’minlerden Başka Dost Yoktur: 5/Mâide, 55; 9/Tevbe, 16.

Peygamberimiz’in Dostluğu: 5/Mâide, 55; 9/Tevbe, 16, 128.

Mü’minlerin Dostluğu: 3/Âl-i İmrân, 118; 4/Nisâ, 144; 5/Mâide, 55; 9/Tevbe, 16, 71, 119.

Sıddîklarla ve Sâlihlerle Beraber Olmak: 4/Nisâ, 69; 9/Tevbe, 119; 26/Şuarâ, 83.

Sâlihlerle Dostluk İçin Duâ: 26/Şuarâ, 83; 27/Neml, 19.

Zâlimlerin Dostluğu: 11/Hûd, 113.

Kâfirlerin Dostluğu: 2/Bakara, 105, 217; 3/Âl-i İmrân, 28, 118-120, 149-150; 4/Nisâ, 44-45, 101, 140, 144; 5/Mâide, 57; 6/E.n’âm, 68; 9/Tevbe, 23; 13/Ra’d, 37; 28/Kasas, 86; 58/Mücâdele, 22; 60/Mümtehine, 13.

Kâfir Akrabanın Dostluğu: 9/Tevbe, 23; 11/Hûd, 45-47; 58/Mücâdele, 22.

Münâfıkların Dostluğu: 2/Bakara, 204; 4/Nisâ, 89, 139-140; 5/Mâide, 41, 52; 9/Tevbe, 50-51; 58/Mücâdele, 14; 63/Mümtehine, 1-2, 6-9.

Yahûdilerin Dostluğu: 2/Bakara, 105, 120, 145; 5/Mâide, 51, 80-82; 60/Mümtehine, 13.

Hıristiyanların Dostluğu: 2/Bakara, 105, 120, 145; 5/Mâide, 51, 82.

Ehl-i Kitab’ın Dostluğu: 2/Bakara, 105, 109, 120; 3/Âl-i İmrân, 100; 4/Nisâ, 44-45; 5/Mâide, 57-59.

B- Arkadaş ve Arkadaşlık

Arkadaşa İyilik Etmek: 4/Nisâ, 36.

Peygamberlerin, Sıddîkların ve Şehidlerin Arkadaşlığı: 4/Nisâ, 69; 9/Tevbe, 119; 26/Şuarâ, 83.

Şeytanın Arkadaşlığı: 4/Nisâ, 38; 41/Fussılet, 25; 43/Zuhruf, 36, 38; 50/Kaf, 27.

Kardeşlik ve Barış

a- Din Kardeşliği Allah’ın Nimetidir: 3/Âl-i İmrân, 103.

b- Mü’minler Kardeştir: 11/Hûd, 45-47; 49/Hucurât, 10, 13.

c- Mü’minlerin Dostluğu: 3/Âl-i İmrân, 118; 4/Nisâ, 144; 9/Tevbe, 16, 71, 119.

d- Mü’min Kardeşi Kendine Tercih Etmek: 59/Haşr, 9.

e- İnsanların Arasını Düzeltmek: 4/Nisâ, 114; 8/Enfâl, 1; 49/Hucurât, 9-10.

f- Sulh (Barış) Daha Hayırlıdır: 4/Nisâ, 128.

g-Dargınları Barıştırmak: 2/Bakara, 182, 224, 228; 4/Nisâ, 35, 114, 128; 8/Enfâl, 1; 11/Hûd, 88; 49/Hucurât, 9-10.

h- Savaşan Mü’minleri Barıştırmak: 49/Hucurat, 9.

Düşman ve Düşmanlık

Bütün Peygamberlerin Düşmanları Olmuştur: 25/Furkan, 30-31.

Düşmana Karşı Kuvvet Hazırlamak: 4/Nisâ, 71; 8/Enfâl, 60; 9/Tevbe, 46; 21/Enbiyâ, 80.

Savaşan Mü’minleri Barıştırmak: 49/Hucurât, 9.

Kâfirlere Yardımcı Olmaktan Sakınmak: 28/Kasas, 86; 60/Mümtehine, 9,

Kâfirler Birbirinin Yardımcılarıdır: 8/Enfâl, 73; 33/Ahzâb, 26; 45/Câsiye, 19.

Düşmanlık, En Yakın Akraba Arasında da Geçerlidir: 22/Hacc, 19; 37/Saffat, 113; 58/Mücadele, 22; 60/Mümtehine, 3; 64/Teğâbün, 14.

Nuh (a.s)’ın Çocukları: 11/Hûd, 40, 42-47.

İbrahim (a.s)’in Babası: 6/En’âm, 74; 19/Meryem, 42-48; 21/Enbiyâ, 52-57; 26/Şuarâ, 69-82; 37/Saffat, 85-87; 43/Zuhruf, 26-27; 60/Mümtehine, 4.

Nuh (a.s)’un Karısı: 66/Tahrim, 10.

Lût (a.s.)’un Karısı: 7/A’râf, 83; 66/Tahrim, 10.

Firavun’un Karısının Teslimiyeti: 66/Tahrim, 11.

Dostluk-Düşmanlık Konusuyla İlgili Hadis-i Şerif Kaynakları

Buhârî, Salât, 80; Menâkıbu’l-Ensâr 45; Teheccüd, 33; Zekât 4; Savm 60; Enbiyâ 3; Fezâilu’l-Ashâb 5; Meğâzî 9, 83, 84; Rikak 42; Tefsîru Sûre 60: İ’tisâm 14, Enbiyâ 50; Hîbe hadis no: 2620

Müslim, Birr 159, 161; ilm 6; Fedâilu’s-Sahâbe, 161

İbn Mâce, Mukaddime 11, 18; Menâsik 56; Fiten 17

Ebû Dâvud, İlm 10; Cihad 95; 98

Tirmizî, Menâkıb 14; Zühd 45, 64; Birr 60; İlm 7; Tefsîr 60; Siyer 40

Nesâî, Sehv 19; Kasâme 27;

Müsned-i Ahmed bin Hanbel, 1/80; 3/225; 5/137; 6/357-358;16/178

Dârimî, Rikak 48; Diyât 2

Müstedrek 2/141

Riyâzu’s-Sâlihîn, 1/398

Kütüb-i Sitte: 4/47-48; 5/71-74, 157-158; 7/110; 10/137-138

(Mişkâtu’l-Mesâbih, hadis no: 5014; 5347; 3/1349, hadis no: 4780

Süyûtî, el-Câmiu’s-Sağîr, 1/69, Taberânî, El-Kebîr)

Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar

İslâm Ansiklopedisi, T. Diyanet Vakfı Y. c. 9, s.511, c. 10, s. 52

Şâmil İslâm Ansiklopedisi, (Sami Şener) Şâmil Y. c. 1, s. 414-416

Kur’an Ansiklopedisi, S. Ateş, KUBA Y. c. 5, s. 274-295, 370-375

İslâm’ın Temel Kavramları, Hüseyin K. Ece, Beyan Y. s. 747-758

İslâmî Terimler Sözlüğü, Hasan Akay, İşaret Y. s.

Kur’ânî Terimler ve Kavramlar Sözlüğü, Mustansır Mîr, İnkılâb Y. s.

Kur’an’da Ulûhiyet, Suad Yıldırım, Kayıhan Y. s. 188-191

Kur’an ve Psikoloji, Osman Necati, Fecr Y. s. 35-38

Yeryüzünün Vârisleri, Kul Sâdi Yüksel, Madve Y. s. 274-277

İman ve Tavır, M. Beşir Eryarsoy, Şafak Y. s. 272-275

Dinde Ölçülü Olmak, Abdurrahman bin el-Luveyhık, Kayıhan Y. s. 136-141

Kur’an’da Siyasî Kavramlar, Vecdi Akyüz, Kitabevi Y. s. 63-91

İslâm’ın Temel Kavramları, Hüseyin K. Ece, Beyan Y. s.

İlâhî Kanunların Hikmeti -Sünnetullah-, Abdülkerim Zeydan, İhtar Y. s. 175-211

Kur’an ve İnsan, Celâl Kırca, Marifet Y. s. 193-200

Kur’anî Kavramlar, Muhammed el-Behiy, Yöneliş Y. s. 226-228

Kur’an’da Temel Kavramlar, Harun Yahya, Vural Y. s. 130-134

İnanmak ve Yaşamak, Ercüment Özkan, Anlam Y. c. 1, s. 141-160

Kur’an’da Dostluk İlişkileri, Remzi Kaya, Ayışığı Kitapları; Kitabevi Y.

İslâm’a Göre Dost ve Düşman, Muhammed bin Said el-Kahtani, Kayıhan Y.

Kur’an’da Velî ve Velâyet, Mikdat Öccü, Suffe Y.

Dostluk Üzerine, Fethi Gemuhluoğlu, Boğaziçi Y.

Dost Kazanma ve İnsanları Etkileme Sanatı, Dale Carnegie, Timaş/Âlem/Sistem/Akış Y.

Dost Diye Diye, Emine Işınsu, Ötüken Neşriyat

Dost’tan Dosta, Ahmed Hulûsi, Kitsan Kitap Kırtasiye

Dosta Doğru, Abdurrahim Karakoç, (Dostluk Şiirleri), Ocak Y.

Dostlar Sofrası, Nâsır-ı Hüsrev, İnsan Y.

Dostunuzu Tanıyın, Barbara Schott, K. Birker, Mozaik Y.

Düşman Acımaz, M. Ertuğrul Düzdağ, İz Y.

Velâ 1-2, Hamd bin Ali bin Atik, Tevhid Y.

Velâ 2, Süleyman bin Abdullah, Tevhid Y.

Velâ 3, Abdurrahman Abdülhalık, Tevhid Y.

Velâ ve Velâyet Üzerine, Mutahhari, Kevser Y.

Velâyet-i Fakih, Muntazari, Endişe Y.

Allah’ın Velîleri ile Şeytanın Velîleri Arasındaki Fark, İbn Teymiyye, İhyâ/Birleşik Y.

Ümmet Bilinci, Atasoy Müftüoğlu, Denge Y.

İslâm Cemaatine Doğru, Abdurrahman Dilipak, Risale Y.

İslâm ve İnsan Hakları, Muhammed Umara, Denge Y.

İslâm’da Karşılıklı Haklar ve Vazifeler, Mehmet Talu, Şelâle Y.

Cihan Sulhü ve İslâm, Seyyid Kutubu, Arslan Y.

Harp mi Sulh mü, Ali Rıza Temel, Seha Neşriyat

Kur’an’da Fitne Olgusu ve Modern Fitne Odakları, Salih Asğar, Hanif Y.

Sınıfsız Dünya, Saadettin Elibol, Dergâh Y.

Yürek Devleti, Mustafa İslâmoğlu, Denge Y.

İslâm’da Sevgi ve Kardeşlik, Hüsnü Ethem Cerrar, Dünya Y.

İslâm Kardeşliği, Abdullah Ulvan, Uysal Kitabevi Y.

Kardeşlik Çağrısı, Mehmet Metiner, Risale Y.

Kardeşlik ve Hoşgörü, Muhammed Pıtchall, Akabe Y.

Sevgi Medeniyeti, Rehber Y.

Müslümanların Kaynaşması, Selâmet Y.

İslâm’da Müsamaha, İmam Gazali, Marifet Y.

İslâm’da Hoşgörü ve Sınırı, Taner Akçam, Başak Y.

Müsamahada Ölçü, Heyet, İttihad Y.

İslâm Siyasi Düşüncesinde Muhalefet,

Sulh Çizgisi, İbrahim Canan, TÖV Y. 0

Vahdet Ama Nasıl, Abdurrahman Dilipak, Risale Y.

Vahdete Yedi Adım, Mehmed Alagaş, İnsan Dergisi Y.

Tevhidin Düşmanı Tefrika, Ramazan Yılmaz, Mücahede Y.

İnsanları Tefrikaya Düşüren Faktörler, Mahmut Balcı, İhtar Y.

İslâm Tarihinde Mezhep Çatışmaları ve Taklit, Abdülcelil Candan, Denge Y.

Mezhep Meselesi ve Fıkhî İhtilâflar, Ebu’l Feth el-Beyânûnî, Risale Y.

İhtilâftan Rahmete, Ebu’l Feth el-Beyânûnî, Risale Y.

İhtilâflar Karşısında İslâmî Tavır, Yusuf el-Kardavî, İlke Y.

İslâm’da İhtilâf Usûlü, Câbir Alvânî, Risale Y.

Münakaşalar ve İhtilâf Sebepleri, Zekeriya Güler, T.D.V. Y.

 

 

 

 

VELÎ / DOST

  • Velî; Anlam ve Mâhiyeti
  • Allah’ın Velî Oluşu
  • Dostun Nitelikleri
  • Dost Olmak; Allah’a, Rasûlüne ve Mü’minlere
  • Kur’an-ı Kerim’de Velî ve Velâyet Kavramı
  • Hadis-i Şeriflerde Velâyet/Dostluk
  • Düşmanlık ve Dostluk; Tevhidin Gereğidir, İmanın Dışa Yansımasıdır
  • Velâyetin Siyasî Görüntüleri
  • Siyâsî Anlamda Velâyet-Kadın İlişkisi
  • Müslüman Olmayan Akrabalarla Dostluk ve İlişki
  • Evliyâullah / Allah’ın Velîleri Kimlerdir?
  • Tasavvuf Etkisiyle Velî ve Evliyâ Kavramlarında Anlam Kayması
  • Velî Kültü
  • Velî Kavramıyla İlgili Bazı Tasavvufî Terimler

“Bilmez misin, göklerin ve yerin mülkiyet ve hükümranlığı yalnızca Allah’ındır. Sizin için Allah’tan başka bir velî/dost ve bir yardımcı yoktur.” [206]

 

Velî; Anlam ve Mâhiyeti

“Velî” kelimesinin kökü “velâ”; bunun masdarı da ‘velâyet’tir. Velâ ve velâyet, sözlükte, arada bir şey bulunmadan bitişiklik, yanyana olma ve yaklaşma mânâsına gelir. Bu anlamdan hareketle ‘velâyet’ kavramına; arkadaşlık, yardımda, inançta tam bir yakınlık anlamları verilmektedir.

Böylece “velâyet”e nusret (yardım) ve işi üzerine alma mânâları da eklenmiştir. Aynı kökten gelen ‘vilâyet’, yardım; ‘velâyet’ ise, bir işi yüklenme, emirlik, riyâset (yönetim ve yetki) mânâsındadır. ‘Velâyet’ aynı zamanda yardım işini üzerine almak, destek olmak, yardım etmek, sevgi/dostluk ve muhabbet göstermek, yakınlık duymak, hükmü altına almak, tasarrufta bulunmak ve yönetmek anlamlarına da gelir.

Velî kelimesi, sözlük anlamlarına uygun olarak, bir kimsenin veya bir topluluğun menfaatleri ve elde etmek istedikleri amaçlar doğrultusunda her türlü işlerini üzerine alan ve bu konularda tam bir tasarruf hakkına sahip olan idareci, hâkim otorite, koruyucu, gözetici, mâlik, yardımcı, sırdaş ve dost anlamlarında kullanılan bir kavramdır.

Velâyet kavramı, sözlük anlamına uygun olarak; “bir kimsenin veya bir topluluğun bir başkasına kendisini ilgilendiren her konuda tasarruf hakkını devretmesi ve bu hakkı devralan şahsın, aralarında meydana gelen hukukî bağa dayanarak kimseden izin alma ihtiyacı duymaksızın bu hakkı kullanması ve onu kendisine tevdî edenler üzerinde, koruma, gözetme, yardım etme, işlerine müdâhale ve üzerine aldığı işi onun adına idare etme bakımından tam bir yetkiye sahip olması anlamına terim olmuştur.

Fıkıh ıstılahında velâyet; “istese de istemese de başkası üzerindeki tasarruf hakkını yerine getirmek” şeklinde tanımlanmaktadır. İslâm hukukunda ‘velâyet’, başkası üzerine ister istemez sözünü geçirmeyi, itaat edenle işi üzerine alan arasındaki ilişkiyi konu alır. İçerisinde sevgi ve yardım mânâlarını da barındıran velâyet; genel olarak, aile içerisinde akrabalık, ümmet içerisinde ise imâmet (önderlik-halifelik) sebebiyle gündeme gelmektedir. Aile içerisinde öncelikli olarak baba velâyet hakkına sahiptir. Baba yoksa diğer yakın akrabalar bu hakkı elde ederler. Ümmet içerisinde (müslümanlar arasında) ise velâyet hakkı, müslüman olup diğer müslümanlar tarafından biat ile seçilen yetkili kimsenindir.

Bu nedenle babaya, çocuğun velîsi denir. Aynı şehirde oturanların meşrû haklarını koruyan ‘veli’ye, “vâli” denmektedir ki, Türkçe’de bu anlamda kullanılmaktadır. Şehrin vâlisi, o kentte oturanların tümünün velîsidir (bu vasıfta ve liyakatte olmak zorundadır). Hukukî anlamda velî, daha çok, bir çocuğun her türlü hareket ve halinden sorumlu olan kimse demektir. Bugün Türkçe’de de bu anlamda “çocuğun velîsi” olarak baba veya babanın yerini tutan, çocuğun sorumluluğunu üstlenen kişi için kullanılır. Bu velâyet haklarıyla ana babaların, kazanmış oldukları tecrübe ile evlâtlarının geleceği hakkında karar vermesine yardımcı olmaktadırlar. Evlâtlarına fikir bazında yardım etmeleri, evlâdın müsbet ve menfî karar vermesi velâyet konusu içinde değerlendirilir. Bunlara ilâve olarak, bir de nikâhta velîlik vardır ki, bu durum, ana babanın evlâdı hakkındaki tasarrufudur.

Toplumda, halk arasında “velî” ve bu kelimenin çoğulu olan “evliyâ” kelimesi, ne lügat mânâsı, ne de Kur’an’da kullanıldığı anlam ile değil; daha çok bu kelimenin mânâsının tarihî süreç içerisinde kaydırılmasıyla oluşan şekliyle kullanılmaktadır. Geleneksel anlamda velî ve evliyâ; benliğini Allah’ta yok etmek sûretiyle birtakım üstün vasıflar kazanarak hârikulâde şeyler gösterebilen büyük insan anlamında kullanılmaktadır. Hatta daha da ileri gidilerek, Allah adına kâinatın idaresini düzenlemeye yetkili kişiler olarak algılanmaktadır.

Allah’ın Mevlâ ve Vâli Oluşu: “el-Vâlî” aynı zamanda Allah’ın güzel isimlerinden biridir. Bütün varlıklar üzerinde hükmü olan ve onları çekip çeviren anlamına gelir. Bazı tefsircilere göre ise ‘Vâlî’ velî demektir, onun taşıdığı mânâları taşır. Vâlî olan Allah, hem bütün hükümranlığı (hükmetmeyi) elinde bulundurur, hem de kullarına devamlı nimet verir. Kur’an’da bir âyette geçmektedir: “…Gerçekten Allah, kendi nefislerinden olanı değiştirip bozmadıkça, bir toplulukta olanı değiştirip bozmaz. Allah bir topluluğa kötülük istedimi, artık onu geri çevirmeye hiç bir (biçimde imkân) yoktur. Onlar için O’ndan başka bir Vâlî (yardımcı, dost veya hükmü geniş olan) yoktur.” [207]

Velâ kökünden gelen bir başka kelime de “mevlâ”dır. Mevlâ, anlam olarak ‘velâ ve velâyet’ kelimelerine yakındır. Ancak mevlâ’nın birçok anlamı vardır. Bunların içerisinde, dost, efendi, sahip, âzât edilmiş köle, Rabb, yardımcı, iyilik yapan anlamları daha yaygındır.

Kur’an’da ‘mevlâ’ kelimesinin üç anlamda kullanıldığını görmekteyiz: 1- Velî, 2- Yardımcı, ni’met veren, koruyup kollayan, işini üzerine alan, 3- Uygun, yakışan, münasip.

Velî ve mevlâ kelimeleri hemen hemen aynı anlamda kullanılmaktadırlar. Allah (c.c.) müslümanlar için ne güzel mevlâ’dır (Ni’me’l mevlâ ve ni’me’n nasîr)[208] “Allah’a sarılın, O sizin Mevlâ’nızdır, O ne güzel Mevlâ’dır.”[209] Müslümanlar; inkârcıların peşinden gider, din işinde onlara itaat ederlerse; onlar da mü’minleri kendi dinlerine çevirirler. Hâlbuki müslümanlar için en güzel mevlâ (velî) Allah’tır.[210] Mü’minler her türlü çalışmayı yaptıktan sonra yalnızca Allah’a güvenip tevekkül etmelidirler. Onlar Allah (c.c.) için; “...O bizim Mevlâmızdır...” derler. [211]

Kur’an, mevlâ sıfatını olumsuz anlamda da kullanmaktadır. Zararı faydasından çok olan ve kendisine tapınılan putlara Kur’an, “ne kötü mevlâ” sıfatını verir.[212] Kıyâmet gününde insanların ‘mevlâ’ sandıkları kimselerden hiç bir fayda gelmez.[213] Allah (c.c.) âhirette de mü’minlerin mevlâ’sıdır, kâfirlerin ise mevlâsı yoktur.[214] Kâfirlerin, kendilerine yakın ve yardımcı olacak bir mevlâları yoktur. Allah (c.c.) ise mü’minlerin mevlâsı/dostudur. [215]

Müslümanlar, ölümün Mevlâ’ya bir kesin dönüş olduğuna inanırlar.[216] ‘Mevlâ’, kendisinden yardım umulandır. Nitekim mü’minler duâlarında; “….Bizi affet, bizi bağışla, bize merhamet et. Sen bizim Mevlâ’mızsın (mevlânâ). Kafirler topluluğuna karşı bize yardım et”[217] derler. Aynı kökten gelen ‘evlâ’ ise velî anlamına geldiği gibi; en uygun, en yaraşan, dost olarak en yakın olan demektir. “Peygamber mü’minlere öz nefislerinden ‘evlâ’dır (onların mevlâsıdır).”[218] Kıyâme(t) sûresi, kırk dördüncü âyetteki ‘evlâ’yı ise, gereken şey, uygun olan şey diye ifade etmek mümkündür. [219]

 

Allah’ın Velî Oluşu

Allah’ın Sıfatı Olarak el-Velî: Allah’ın vasfı olarak el-Velî: “Yardım eden, kâinatın ve mahlûkların işlerini tekeffül eden, koruyan, sahip çıkan, seven, yardım eden” diye tanımlanır. Birine yardımcı olmak, onun işini üzerine almak, şüphe yok ki, sevgi ile yakından ilgilidir. “Velî”nin “dost, seven” anlamları dikkat çeker; Kur’an’ın da bazı kullanışları bu mânâyı desteklemektedir. Meselâ: “Allah, mü’minlerin velîsidir; onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır.”[220] âyetinin tefsirinde el-Beydavî: “Onları seven ve işlerini deruhde eden” anlamını vermektedir. Birçok âyette Velî ve Nasîr (yardım eden) vasıfları yanyana birbirine atfedilmiş olarak zikrolunmuşlardır. Bu, az da olsa bu kelimeler arasında bir farklılığı gerektirir.

Bu vasfın Kur’an’da geçtiği muhtevâlara göz atmak faydalı olacaktır. 42/Şûrâ, 28’de Allah’ın kullarını gözettiği ve O’nun nimetleri sıralandıktan sonra, ancak O’nun hamde lâyık Velî olduğu bildirilir. Allah’tan başka Velî aramanın boşuna olduğu bildirildikten sonra, ancak O’nun hamde lâyık Velî olduğu belirtilir, “hâlbuki velî ancak Allah’tır.”[221] denir. Kavminin buzağıya tapmasından sonra, Allah’ın rahmet ve bağışlamasını isteyen Hz. Mûsâ, niyazında, umduğu rahmeti “Sensin bizim Velîmiz!”[222] diye belirtir. Melekler, kendilerine tapma iddiasında olanlardan teberrî edip kaçınırken Allah’a hitâben: “Seni tenzih ederiz, Sensin bizim Velîmiz.”[223] derler. Müşriklerin velî edindiği putların aczleri belirtildikten sonra, Hz. Muhammed’in (s.a.s.) lisanından: “Benim Velî’m Kitabı indiren Allah’tır; O, iyilere sahip çıkar (dost edinir -yetevellâ-)”[224] dediği nakledilir. Allah’ın kendisine vermiş olduğu nimetlere şükreden Hz. Yûsuf: “Dünyada ve âhirette benim Velîm (yardımcım ve işimi deruhde eden) Sensin.”[225] der. Allah, mü’minlerin,[226] muttakîlerin[227] velîsidir. “Sizin velîniz, ancak Allah’tır, Rasûlüdür ve iman edenlerdir.” [228]

el- Mevlâ: Kelime anlamı olarak velî demek olan bu vasıf, Allah hakkında da, genellikle “velî” ile aynı mânâda sayılmıştır. Ancak, mânâ yönüyle değilse de, Kur’an’ın kullanışında, bu ikisi arasında şöyle bir fark gözetildiğini müşâhede ediyoruz: Velî vasfı, karşılıklı olarak hem Allah’ı, hem de kulu nitelemektedir. Birinci şık fazla, ikinci şık nâdirdir. Meselâ, 10/Yûnus, 62’de “evliyâullah -Allah’ın velîleri-” tâbiri geçmektedir. Taberî’ye göre bu; “Allah’ın, yani O’nun dininin yardımcıları olan iman ve takvâ erbâbıdır.” Yani, “velî” bazen kullar için de kullanılmıştır. Fakat “Mevlâ”, yalnız Allah’ı tavsif etmektedir. “Allah, Mevlânızdır”[229] diye vârid olduğu halde; kul hakkında “Allah’ın mevlâsı” tâbiri hiç kullanılmamıştır. Mevlâ, Rab diye de tefsir olunur. Mevlâ, kendisinden yardım umulandır; zira O mâliktir, memlûkün, mâlikinden başka sığınacağı kimsesi yoktur.”

el-Vâli: Allah hakkında, “bütün varlıkların hükümranı ve onların üzerinde mutasarrıf olan” anlamına gelir. Öyle anlaşılıyor ki, vilâye: İdare, kudret ve icraatı çağrıştırmaktadır; Kendisinde bunları toplamayana vâlî vasfı verilemez. Bazı âlimlere göre “vâlî” velî demektir; yani “idareye mâlik olandır. Bundan dolayı yetimi tekeffül eden kimseye “yetimin velîsi, emîre de vâli denmiştir. Hattâbî ise, vâlî vasfında tasarruf ve hâkimiyet kavramından başka “devamlı surette in’âm eden” mânâsını da görmektedir. Kur’an’da yalnız bir âyette zımnî bir sûrette Allah’ı tavsif eder.[230] Burada vâlî, “işlerine sahip çıkan, azabı onlardan uzaklaştıran” demektir, bazı âlimlere göre ise “Mevlâ” anlamını ifade eder. [231]

“Velî” kelimesinin; sözlükte, dost, yardımcı, birinin işini üstlenen, yönetici, yakınlık, bir şeyin sahibi anlamlarına geldiğini biliyoruz. Allah’ın güzel isimlerinden biri olan “el-Veliyy” isminin anlamı, yardım eden, insanların ve evrenin işlerini üzerine alan demektir. Kimileri bunu, seven ve yardım eden şeklinde açıklamışlardır. ‘Velî’ kelimesi doğrudan doğruya sevgi anlamı taşımasa bile sevgi velâyetin gereği sayılır. Birine yardım etmek, onun işini üzerine almak sevgi ile yakından ilgilidir.

“Velî” sözlükte bazen, seven, dost anlamıyla da kullanılır. Allah’ın isimlerinden olan Velî, birçok âyette ‘Nasîr/yardımcı’ ismi ile beraber geçmektedir. Velî kelimesinde yardım etmek, işini üzerine almak ile Nasîr/yardımcı ismi arasındaki bağlantı dikkat çekicidir. Allah (c.c.) hem Veli/insanların velâyetlerini üstlenendir, hem de onlara her açıdan yardım edendir.[232] Velî kelimesi, on üç âyette Allah’a ait olarak geçmektedir. Bazı âyetlerde ise “size veya sana Allah’tan başka velî yoktur” şeklinde yer almaktadır ki, bu da, Allah’ın velî oluşuna işarettir. Birkaç âyette ise Velî isminin mürşid (yol gösteren),[233] ‘şefí’ (şefaat eden),[234] vaak (koruyucu)[235] ve hamîd (övülen)[236] sıfatlarıyla beraber geçtiğini görmekteyiz. Şüphesiz “velî” kavramının bunlarla yakın ilişkisi vardır. Bunlar aynı zamanda gerçek dostun/velînin de belirgin nitelikleridir.

Mü’minlerin velîsi ve mevlâ’sı Allah’tır. Allah’ın mü’minlere velî oluşunun sonuçları çeşitli şekillerde görünür. O, kullarını gözetir, nimet verir. Dolaysıyla O hamd edilmeye lâyık bir velî’dir (dosttur).[237] Allah’tan başka velî aramak boştur, çünkü gerçek velî ancak O’dur.[238] O, bağışlayan ve merhamet eden bir yardımcıdır (velîdir).[239] O, mü’minleri karanlıktan nûra (aydınlığa) çıkarır.[240] Mülkünde, kudretinde ve yüceliğinde ortağı yoktur.[241] O yüce Velî, Kitab’ı indirendir ve O, sâlih kimseleri korur ve gözetir. [242]

Allah’ın velîliği diğer sıfatları gibi mutlaktır ve süreklidir. O, insan idrâkinin ötesinde bir velîliğin, dostluğun ve yardımcı olmanın kaynağıdır. İnsanlara ait, aldatma vefâsızlık, hıyânet, aldırmazlık, acımazlık gibi küçültücü sıfatlardan uzak, iman edip de kendisine “velî” olan mü’minlere her türlü nimeti ve rahmeti veren, onlara izzet, mülk, muhabbet ve Hakk’ın şâhitleri olma şerefini bağışlayan, sürekli affeden, kendisine karşı yapılan hata ve kusurları araştırmayan en yüce dosttur velîdir.

Hz. Mûsâ (a.s.), kavmi arasından seçtiği yetmiş kişiyi bir sarsıntı tutunca Rabbine, beyinsizler yüzünden kendilerini helâk etmemesini diledi, içinde bulundukları durumun bir imtihan olduğunu ve Allah’ın, dilediğini doğra yola iletebileceğini itiraf ettikten sonra; “...Bizim mevlâmız ancak Sensin. Bizi bağışla, bize merhamet et. Sen bağışlayanların en iyisisin.”[243] şeklinde duâda bulundu. Melekler de Allah’a ibâdet ederlerken; “Seni tenzih ederiz (noksanlıklardan uzak tutarız), Sen bizim Velîmizsin”[244] derler. Kur’an, Peygamberimiz Hz. Muhammed’in (s.a.s.) diliyle şöyle diyor: “Benim Velî’m Kitabı indiren Allah’tır. O, sâlihleri dost edinir, onlara yardım eder.”[245] Kendisine verdiği nimetlere şükreden Hz. Yusuf (a.s.) şöyle niyaz etmişti: “Dünyada ve âhirette benim Velî’m Sen’sin.” [246]

Velî olmak velî olunan üzerinde hak ve yetki sahibi olmayı gerektirir. Velâyetin doğasında bu vardır. Yalnız bu velî edinilen üzerinde bir baskı ve hükmetme değil; aksine her açıdan onun iyiliği için çalışma, onun için gerekli yardımı yapma yetkisidir. Allah, mü’minlerin velîsi olarak onlara hidâyet verir, onları karanlıklardan nûra (aydınlığa) çıkarır, onlara elçiler gönderir, Kitaplar indirir, yardım eder, destekler, korur, gözetir, affeder ve rahmetiyle her yönden onları kuşatır.

Allah Kimlerin Velîsidir? Allah, mü’minlerin velîsidir, yardımcı ve dostudur.[247] Mü’minler rablerine hakkıyla iman ettikten sonra O’nun râzı olacağı sâlih amel işlerler. Bundan dolayı da Allah onlara velî olur.[248] Allah sâlih kimselerin velîsi/dostudur. “Benim velîm, Kitab’ı indiren Allah’tır. O sâlih insanları velî/dost edinir (onları gözetip korur).”[249] Allah müttakîlerin de dostudur. Dünya hayatında kendilerini Allah’a muhtaç saymayan ve O’nun rabliğine saygı duymayan zâlimler birbirlerinin velîsidirler. Bazıları farklı zannetseler de aslında kulların hiç biri, Allah’tan müstağnî kalamaz (O’na muhtaç olmaksızın yaşayamaz). Zâlimler özellikle zulüm ve günah işlerinde karşılıklı dostturlar. Buna karşın Allah, kendisine karşı kulluk ve sorumluluk bilinci duyan, O’ndan hakkıyla korkup sakınan takvâ sahibi kullarının dostudur velîsidir.[250] İnsanlar için Allah eşsiz, benzersiz ve sonsuz velîdir. İnsanlar Allah’tan başka mutlak velî/dost ve yardımcı bulamazlar.[251] “Allah, mü’minlerin düşmanlarını çok iyi bilir. Allah onlara velî/dost olarak da yeter, yardımcı olarak da.” [252]

Allah Bazı Kimselere Dost Değildir: Allah (c.c.) mutlak anlamda velîdir, dost ve yardımcıdır. Ancak bu velâyet, insanlar açısından sınırlı bir velîliktir. Kur’an’ın haber verdiğine göre, kullardan bazıları Allah’ın “velîliğini” kaybederler. Onlar kendi yanlış seçimleri ve yaptıkları kötü ameller yüzünden bu ilâhî dostluğu elde edemezler.

Allah, dalâlette olanların velîsi değildir. Bazıları Allah’ın gönderdiği elçilere ve onların hak dâvetlerine rağmen sapıklıkta direnirler. Allah bu kimseleri kendi sapıklıkları ile başbaşa bırakır, onların başka bir velîsi de olmaz.[253] Allah, kendisine karşı kulluk etme noktasında büyüklük taslayan müstekbirlerin velîsi değildir.[254] Allah, kötülük yapanların, fenalıkta bulunanların dostu ve yardımcısı değildir.[255] Allah’tan gelen hakkı ve dini inkâr eden kâfirler, Allah’ın dostluğunu kaybederler ve lânete uğrarlar.[256] Kendilerine hakkı bâtıldan ayıran bir ilim, hak bir dâvet geldikten sonra hevâ ve heveslerine (tutku ve arzularına) uyanlar Allah’tan başka dost ve velî bulamazlar.[257] Allah, iman nimetinden sonra inkâra sapan ve dinde ikiyüzlü davranan münâfıkların dostu (velîsi) değildir. Onlar yeryüzünde kendileri için bir yardımcı da bulamazlar.[258] Allah, inkâr ederek ya da şirk koşarak hak dinden yüz çeviren, Allah’ın indirdikleriyle hükmetmeyen ve yeryüzünde haksızlık yapan zâlimlerin velîsi değildir. Zâlimler ancak birbirlerinin velîsi/dostudurlar.[259] Allah, zâlimlere meyledenlere, onları onaylayan, ya da destek olanlara da dostluk göstermez: “Sakın zulmedenlere en ufak bir meyil duymayın, aksi halde size ateş dokunur. Sizin Allah’tan başka velîleriniz yoktur. Sonra, (Allah tarafından da) size yardım edilmez.” [260]

 

Dostun Nitelikleri

Velâyette/Dostlukta Aranan Özellikler: Kur’an’ın haber verdiği velîde/dostta bulunan nitelikleri, Kur’an’dan yola çıkarak belirleyebiliriz. Zira dostu tanımadan istenilen hedefe ulaşmak mümkün değildir.

a- Dost, dostunun sıkıntılarını gideren ve gelecek belâları önleyebilendir. Böyle bir dost, sadece Yüce Yaratıcı’dır. Zira, bütün ümitlerin kesildiği bir anda yardım etme imkânına sahip olan sadece O’dur. [261]

b- Dost, Yüce Yaratıcı’yı tanıtan, dünya ve âhiretle ilgili doğru bilgiler veren, lehimize ve aleyhimize olanları tanıtarak doğru karar vermede yardımcı olan, insanların sıkıntıya düşmesine üzülen, yaratılanlara acıyan ve hatalarını affedendir.[262] Böyle bir dost, rahmet peygamberi ve diğer nebîler olabilir. [263]

c- Allah’a ve Peygamberine gönülden bağlı olup Allah’ın rızâsının dışına çıkmayan[264] ve her konuda örnek olarak insanların hayrını düşünen, iyiliği emredip kötülükten sakındırmaya çalışan, sevgisini ve buğzunu Allah için yapan, kötülüğü iyilikle önleyendir. Böyle insanlar Allah’ın dostluğunu kazananlardır. Zira onların hedefi, Allah’ın rızâsı ve sevgisini kazanmaktır. Bunlar, Kur’an diliyle velî olanlar, Allah’ın velî kullarıdır.

d- İmanda birlik içinde bulunarak Allah’a, Peygamber’e ve mü’minlere karşı gelebilecek tehlikeleri önlemede can ve mallarıyla yardım içinde olabilenlerdir.[265] Kur’an, bu durumda olanları mü’min olarak değerlendirir.

e- Dostun dostluğu dünya menfaati ile sınırlı olmamalıdır.[266] Dostların, birbirlerini Allah için sevmeleri gerekir. Böyle insanların birbirleriyle olan sevgileri geçici bir menfaate dayanmaz. [267]

Allah’ın velîsi/dostu olmanın da birtakım özellikleri belirtilir. Allah dostu (velî ve evliyâ) olmanın birtakım özellikleri ve şartları da vardır. Onları şöyle sayabiliriz:

a- Müslüman olmak,

b- Allah’a ve Peygamberine İslâm’ın istediği şekilde inanmak,

c- Namaz kılmak,

d- Zekât vermek,

e- Yaptıklarının hesabını verecek şekilde ihsan sahibi olmak. [268]

Bu maddelerde özetlenen müslümanın vasfı dostluktur. Ondan dosta yaraşacak hareketler beklenir. Müslümanın görevi, insanlara Allah ve Rasûlünün yaklaştığı şekilde ve ölçüde yaklaşmaktır. İslâm’ın tüm insanlara da tanıtılması gerekmektedir. Bir müslüman, Allah’a vereceği hesabı ikinci plana alarak, maddî çıkarlara öncelik verirse, Allah’ın istediği dostluğu ve kardeşliği oluşturması mümkün değildir. Âyetlerin ortaya koyduğu dostluğu ve kardeşliği sağlayacak insanlarda iman olmadan, sâlih amel ve ihsan; amel olmadan da diğerlerinin istenen şekilde olması düşünülemez. İnsanlar arasında istenilen dostluğun oluşması için, Allah’ın aradığı takvâ özelliklerinin bulunması gerekir. Bu özelliklere sahip olanların ellerinden ve dillerinden, yaratılanlara ancak fayda gelir. İslâm’ın istediği budur.

 

Dost Olmak; Allah’a, Rasûlüne ve Mü’minlere

Allah ve Rasûlüne Dost Olmak: Allah ve Rasûlü, iman edenlerin dostudur. Haliyle, iman edenler de, Allah’ı ve Paygamberini kendilerine her şeyden ve herkesten önce dost edinmiş kimselerdir. Dostun dosttan râzı olması, onu sevmesi, sevdiğini incitmemesi gerekmektedir. İman eden insan, hakiki değer ve yüceliğin Allah ve Paygamberinin dostluğunda olduğunu bilir. Onun çalışması bu doğrultuda olur. Allah’ın rızâsı ve dostluğu verilen söze bağlılıkla ve Hz. Peygamber’e tâbi olmakla oluşur. Böyle bir müslüman, Peygamber’in şu sözüne tâbi olur: “Bana uyanlarla birlikte ben, özümü Allah’a teslim ettim.”[269] Bunun aksini düşünmek, günahkâr olmak demektir. Rasûlüne tâbi olmak, Allah’ın sevmediği şeylerden uzaklaşıp, râzı olduğu şeylere yaklaşmakla olmaktadır. Nitekim Hz. Allah, yahûdilerin kendilerini Allah’ın sevgilisi ve oğulları görmelerinden, müşriklerin putları bir vâsıta kabul etmelerinden ve hıristiyanların Hz. İsa’yı peygamberlikten ilâhlığa yükseltmelerinden hoşlanmaz. Yüce Allah, sevdiği insanların böyle tehlikelerden kurtulmaları için son peygamberinin emirlerini dinlemelerini ve ona uymalarını ister: “(Rasûlüm!) De ki: ‘Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın.’ Allah son derece bağışlayıcı ve merhamet edicidir. De ki: Allah’a ve Rasûlüne itaat edin. Eğer yüz çevirirlerse bilsinler ki Allah kâfirleri sevmez.”[270] Bu âyet, aynı zamanda dostluğun ve sevginin kuru bir iddiâdan ibâret olmadığını, mutlaka bir bedel istediğini gösterir; dostsanız, seviyorsanız, dostunuzu râzı etmeye çalışacaksınız.

Hz. Peygamber’in Allah’ın râzı olmayacağı bir şeyi yapması, O’nun dostluğunun dışına çıkması mümkün değildir. İman edenlerin de, peygamberlerine tâbi olarak hem Yüce Yaratıcı’nın, hem de nebîsinin dostluğunu kazanmaları gerekmektedir. Bu da, Peygamber’e tâbi olmakla mümkündür. Bu inanış, Hz. Muhammed’in de (s.a.s.) insan olduğunu bilerek, bu çerçeve içinde O’na uymadır. Yoksa onu kulluktan soyutlayacak bir kabul değildir. Zira o, her şeyiyle bir insandır.[271] Diğer insanlardan farkı, ona vahiy gelmiş olmasıdır. [272]

Dost, dostunun devamlı iyiliğini isteyendir. Bu açıdan bakıldığında, yaratılanlara dostluğu, yardımı ve rahmeti sonsuz ve sınırsız olan sadece Allah’tır. İkinci derecede velî/dost, Hz. Peygamber ve mü’minlerdir. Allah Teâlâ, dostluğun temsilcisi olarak fıtrat dini üzerinde olanları göstermektedir. Velî kavramını imanları istikametinde değerlendirenler, Allah’ı ve Peygamberini, ana baba ve kendi evlatlarından daha çok sevmektedirler. Bu tip insanlar, Kur’an’ın emirleri doğrultusunda, Allah’ı râzı etmeye çalışırlar. [273]

Süreklilik ve geçerlilik açısından hakiki dost; Allah, Peygamber ve mü’minlerdir. Tevhid ekseni etrafında dönen velâyet/dostluk, hakiki dostluğun odak noktasıdır.

Müslümanların Birbirleriyle Dostlukları: Allah, Kur’an’da mü’minlerin kimlerle gerçek anlamda dost olabileceğini “velî” kavramıyla açıklar. Müslümanların birbirleriyle olan ilişki ve dostluklarına İslâm çok önem verir. Çünkü karşılıklı iyi ilişkiler, İslâm’ın güzel hasletlerini yaşamak için olmakta; üstünlük, Allah’ın emirlerini yerine getirmede aranmaktadır. Bu duygu ve düşünce içinde olan insanların hedefi, İslâm’ı yaşayıp tebliğ etmek ve insanlar arasında barışı, sulh ve salâhı, müslümanlar arasında da kardeşliği oluşturmaktan geçmektedir. Kardeşlik duyguları gelişmeden Allah’ın istediği dostluk meydana gelmez. Bu yüzden Kur’an, mü’minlerin karşılıklı iyi ilişkilerine çok önem vermektedir. Din kardeşliği, kan kardeşliğinin önüne geçmektedir. İslâm, bir taraftan ana baba ve akrabaların önemini belirtirken,[274] diğer taraftan küfrü imana tercih eden babayı, kardeşleri velî/dost edinmeyi yasaklar.[275] Dostluk ve kardeşliğin ancak tevhid inancı çevresinde olacağını vurgulamış olur.

Kur’an, mü’minlerin birbirleriyle dostluklarını emretmektedir. “Mü’minler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin ve Allah’tan korkun ki rahmete eresiniz.”[276]; “Mümin erkekler ve mü’min kadınlar, birbirlerinin velîsidirler. İyiliği (ma’rûfu) emrederler, kötülükten (münkerden) alıkorlar, namazı kılarlar, zekâtı verirler, Allah’a ve Rasûlüne itaat ederler. İşte Allah onlara rahmet edecektir. Allah daima Aziz’dir (üstündür), Hakim’dir (hüküm ve hikmet sahibidir).”[277]; “Ey mü’minler! Bir topluluk diğer topluluğu alaya almasın; belki de onlar, kendilerinden daha iyidirler. Kadınlar da kadınları alaya almasınlar. Belki onlar, kendilerinden daha iyidirler. Kendi kendinizi ayıplamayın., birbirinizi kötü lakaplarla çağırmayın. İmandan sonra fâsıklık ne kötü bir isimdir! Kim de tevbe etmezse işte onlar zâlimlerdir.”[278]; “Kim Allah’ı, Rasûlünü ve iman edenleri velî/dost edinirse (bilsin ki) üstün gelecek olanlar şüphesiz Allah’ın tarafını tutanlardır.”[279]; “Hep birlikte Allah’ın ipine (Kur’an’a, İslâm’a) sarılın, parçalanmayın. Allah’ın size olan nimetini hatırlayın; hani siz birbirinize düşman kişiler idiniz de O, gönüllerinizi birleştirmişti ve O’nun nimeti sâyesinde kardeşler olmuştunuz. Yine siz bir ateş çukurunun tam kenarında iken, oradan da sizi O kurtarmıştı...” [280]

Kardeş, nesep ve din bakımından olmak üzere ikiye ayrılır. Din kardeşliğinin hedefi, insanların mutluluğunu temindir. İslâm’ın istediği dostluk ve kardeşlik ise, Allah korkusu ve sevgisi etrafında odaklaşır. Bu tür kardeşliği İslâm’ın dışında başka bir dinde bulmak mümkün olmaz. Diğer taraftan Hucurât sûresinde yer alan âyetin ihtivâ ettiği kardeşlik, belirli bir bölgeyle sınırlandırılmaz. Dünyanın neresinde Allah ve Rasûlüne inanan bir müslüman varsa, doğu-batı, kuzey-güney ayrımı gözetilmeden hepsi birbirinin kardeşi ve dostudur. Zira bu kardeşlik, bütün müslümanların birleştiği Allah’a ve Hz. Peygamber’e verilen bir ahittir. Bu kardeşliğin maddî ve mânevî açıdan kuvvetli olabilmesi için, dostluğa mâni alay, gıybet, kötü lakap, zan, ayıplama, gurur, kibir ve kardeşini küçük görme gibi hallerden uzaklaşılması teşvik edilmektedir. [281]

Hz. Peygamber döneminde kurulan İslâm kardeşliği öyle bir noktaya gelmiştir ki, kendi evinde zarûret içinde kıvranan bir müslümanın, diğer müslüman kardeşini kendine tercih etmesini sağlamıştır. “Kendileri ihtiyaç/zarûret içinde bulunsalar bile onları (misâfir ve muhâcirleri) kendi nefislerine tercih ederler. Kim nefsinin cimriliğinden korunursa, işte onlar kurtuluşa erenlerdir.”[282] âyeti, müslümanın her konuda din kardeşini kendisine tercih eder duruma getirdiğinin delilini teşkil etmektedir. Bu durumdan Yüce Yaratıcı memnun olmaktadır.[283] Diğer taraftan İslâm’ın oluşturduğu kardeşlik ve dostluk, yüz yirmi yıl birbirini öldüren iki düşman kabilenin kalplerini yumuşatmış,[284] vahşîlik, yerini sevgi, merhamet ve affetmeye bırakmıştır.

Nesep bakımından olan kardeşlik, İslâm kardeşliğiyle pekiştirilirse, akrabalar arasındaki dostluk ve sevgi daha da iyi olmaktadır. Din kardeşliği olmadan meydana gelen yakınlık, tamamen maddî çıkarlar üzerine kurulmaktadır. Böyle kardeşlerin mal mülk için birbirlerine ne kadar hasım oldukları bilinmektedir. Kur’an’ın haber verdiği Evs ve Hazrec kabilelerinin aynı ırka mensup kabileler olduğu bilinir. Bunların aralarına giren düşmanlık yaklaşık 120 sene devam eder. Neticede İslâm’ı kabul etmeleri sâyesinde ırk ve din bakımından kardeş olurlar. Konuyla ilgili insanların dikkatini çeken Yüce Allah: “Sen yeryüzünde olan her şeyi toptan harcasan, yine de onların kalplerini birleştiremezdin. Fakat Allah onların aralarını bulup kaynaştırdı.”[285] buyurarak İslâm’ın nasıl bir rol oynadığını haber vermektedir. Buna göre, insanlar arasında dostluğu kurmak, yüzünü Hakk’a ve onun peygamberine çevirmekle mümkündür. Nerede dünya sevgisi birinci sırayı almışsa, orada maddî çıkarlar, kin ve düşmanlık da ilk sırayı almıştır. Kur’an’ın önemle üzerinde durduğu İslâm kardeşliğinin ve dünya barışının oluşması, İslâm’ın istediği dostluk ve kardeşliğin ilk sırayı almasıyla mümkün görülür. Konuyla ilgili Hz. Peygamber’in insanlara birtakım uyarıları bulunmaktadır. Bunlardan ilki Kur’an’ın; doğru ve yanlışı, dost ve düşmanı tanımada mihenk taşı olmasıdır. [286]

 

Kur’ân-ı Kerim’de Velî ve Velâyet (Dost ve Dostluk) Kavramı

“Velî” kelimesi, türevleriyle birlikte Kur’an’da toplam 232 yerde geçmektedir. “Velî” kelimesi, Kur’an’da 24 âyette geçer. Velî’nin çoğulu olan “evliyâ” kelimesi ise 62 yerde kullanılır. “Velâyet” kelimesi de iki âyette zikredilir. “Velî” kavramı, Kur’ân-ı Kerim’de şu mânâlara gelir: Dost,[287] yardımcı ve taraftar,[288] hâkim/vâli/yönetici/sırdaş anlamında.[289] Kur’an, bu son anlamda kullanılan velî ve evliyâ kavramlarını kullanırken; bazı âyetlerde yine hâkim/vâli/yönetici/sırdaş anlamına gelen “bitâne” ve “meveddet” gibi değişik kavramları da kullanır. [290]

Kur’ân-ı Kerim’de “velî” kelimesinin anlamlarını iki maddede toplayabiliriz. a) Yandaş, taraftar, dost, b) Başkası adına onun işlerini yöneten yetkili. “Velâyet” ve onun türevleri olan “velî” ve “mevlâ” kavramlarının Kur’an’da kullanıldığı bütün yerlerde, dostluk, sırdaş, yardımcı, taraftar, hâkim, vâli, yönetici, koruyucu, sahip ve gözeten, yol gösterici, aydınlatıcı, mürşid, şefaat eden, koruyucu ve yücelten gibi sıfatlarla birlikte kullanılarak velâyetin mutlaka ilişkili olacağı kavramlara dikkat çekilmiş olduğunu görürüz.

“Bilmez misin, göklerin ve yerin mülkiyet ve hükümranlığı yalnızca Allah’ındır. Sizin için Allah’tan başka bir velî/dost ve bir yardımcı yoktur.” [291]

“Sen onların milletine/dinine uyuncaya kadar yahûdiler de hıristiyanlar da senden asla râzı olmazlar. De ki: ‘Doğru yol, ancak Allah’ın yoludur.’ Sana gelen ilimden sonra eğer onların hevâlarına/arzularına uyacak olursan, andolsun ki, Allah’tan sana ne bir velî/dost, ne de bir yardımcı vardır.” [292]

“Allah iman edenlerin velîsi (dostu ve yardımcısı)dır. Onları küfrün karanlıklarından (kurtarıp iman) nûr(un)a çıkarır. Küfredenlerin dostları ise tâğuttur. O da onları (insanî fıtratları olan İslâm’ın) nûrundan (ayırıp) karanlıklara çıkarır. İşte onlar ateş ashâbıdır (cehennemliktir). Onlar orada (bir daha çıkmamak üzere) ebedî kalıcıdırlar.” [293]

“Mü’minler mü’minleri bırakıp da kâfirleri velî/dost edinmesinler. Kim bunu yaparsa Allah’tan ilişiği kesilmiş olur (artık O’ndan hiçbir şey beklemesin). Ancak onlardan (gelebilecek bir zarardan) korunmanız (takıyye) başkadır. Allah sizi kendisinin emirlerine karşı gelmekten sakındırıyor (Sakın hükümlerine aykırı davranıp düşmanlarını velî edinerek O’nun gazabına uğramayın). Dönüş, yalnızca O’nadır. De ki: ‘İçinizdekileri gizleseniz de, açığa vursanız da Allah onu bilir. Göklerde ve yerde olanları da bilir. Allah her şeye gücü yetendir.” [294]

“... Allah, mü’minlerin velîsi/dostudur.” [295]

“Hep birlikte Allah’ın ipine (İslâm’a, Kur’an’a) sımsıkı yapışın; parçalanmayın. Allah’ın size olan nimetlerini hatırlayın: Hani siz birbirinize düşman kişiler idiniz de O, gönüllerinizi birleştirmiş ve O’nun nimeti sâyesinde kardeş olmuştunuz. Yine siz, bir ateş çukurunun tam kenarında iken oradan da sizi O kurtarmıştı. İşte Allah size âyetlerini böyle açıklar ki doğru yolu bulasınız.” [296]

“Ey iman edenler! Sizden olmayanı dost, sırdaş edinmeyin. Onlar sizi şaşırtmaktan, size fenâlık etmekten geri kalmazlar. Sıkıntıya düşmenizi isterler. Öfkeleri ağızlarından taşmaktadır; sînelerinin gizlediği (içlerinde sakladıkları düşmanlıkları) ise daha büyüktür. Size âyetlerimizi açıkladık, eğer düşünürseniz.” [297]

“Mevlânız (Dost ve sahibiniz) Allah’tır. O, yardımcıların en hayırlısıdır.” [298]

“Allah, düşmanlarınızı sizden daha iyi bilir. Gerçek bir velî/dost olarak Allah yeter, yardımcı olarak da Allah kâfidir.” [299]

“İman edenler Allah yolunda savaşırlar. Kâfir olanlar da tâğut yolunda savaşırlar. (Ey mü’minler!) siz şeytanın evliyâsı (velîleri, dost ve yandaşları, ordusu olan kâfirler) ile savaşın. Şüphesiz şeytanın hilesi zayıftır.” [300]

“Kim Allah’ı bırakır da şeytanı velî/dost edinirse, elbette apaçık bir ziyana düşmüş olur.” [301]

“Münâfıklara, kendileri için acı bir azap olduğunu müjdele! Mü’minleri bırakıp da kâfirleri velî/dost, taraftar edinenler, onların yanında izzet (güç, onur ve şeref) mi arıyorlar? Bilsinler ki bütün izzet, yalnızca Allah’a aittir.” [302]

“Ey iman edenler! Mü’minleri bırakıp kâfirleri velîler edinmeyin. Kendi aleyhinize Allah’tan apaçık olan kesin bir delil vermek mi istersiniz?” [303]

“...İyilik ve takvâ (Allah’ın yasaklarından sakınma) üzerinde yardımlaşın; günah ve düşmanlık üzerine yardımlaşmayın. Allah’tan korkun; çünkü Allah’ın cezası çetindir.” [304]

“Ey iman edenler! Yahûdileri ve hıristiyanları velî/taraftar, dost edinmeyin, onlar birbirlerinin velîleridir/taraftarıdır. Sizden kim onları veli edinirse o da onlardandır…” [305]

“Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse (bilsin ki) Allah, sevdiği ve kendisini seven, mü’minlere karşı alçak gönüllü (şefkatli), kâfirlere karşı onurlu ve zorlu bir toplum getirecektir. (Bunlar) Allah yolunda cihad ederler ve hiçbir kınayanın kınamasından korkmazlar (hiç kimsenin kınamasına aldırmazlar). Bu, Allah’ın dilediğine verdiği lütfudur. Allah’ın lütfu ve ilmi geniştir.” [306]

“Sizin veliniz, ancak Allah, (O’nun) Rasûlü, rukû’ ediciler olarak namaz kılan ve zekâtı veren mü’minlerdir.” [307]

“Kim Allah’ı, Rasûlünü ve iman edenleri velî/dost edinirse (bilsin ki) üstün gelecek olanlar şüphesiz Allah’ın tarafını tutanlardır.” [308]

“Ey iman edenler! Sizden önce kendilerine kitap verilenlerden dininizi alay ve oyun (konusu) edinenleri ve kâfirleri velî olarak tutmayın. Ve eğer inanıyorsanız, Allah’tan ittika edin (korkup sakının).” [309]

“Onlardan (Ehl-i Kitaptan) çoğunun, inkâr eden kâfirlerle dostluk ettiklerini görürsün. Nefislerinin onlar için (âhiret hayatları için) önceden hazırladığı şey ne kötüdür. Durum şu ki, Allah onlara gazab etmiştir ve onlar azap içinde devamlı kalıcıdırlar. Eğer onlar Allah’a, Peygamber’e ve Ona indirilene iman etmiş olsalardı, onları (müşrik, kâfir, hıristiyan, yahûdi ve münâfıkları) dost edinmezlerdi; fakat onların çoğu fâsıktır/yoldan çıkmışlardır. ” [310]

“De ki: ‘Gökleri ve yeri yoktan var eden, yedirdiği halde yedirilmeyen Allah’tan başkasını mı velî/dost edineyim? De ki: ‘Bana müslüman olanların ilki olmam emrolundu.’ Ve ‘sakın Allah’a şirk/ortak koşanlardan olma!’ (denildi.)” [311]

“... Gerçekten şeytanlar velîlerine/dostlarına sizinle mücâdele etmeleri için telkinde bulunurlar. Eğer onlara uyarsanız şüphesiz siz de Allah’a şirk koşan müşrik olursunuz.” [312]

“Şüphesiz Biz şeytanları, iman etmeyenlerin velîleri/dostları kıldık.” [313]

“Sensin bizim Velîmiz! Bizi bağışla ve bize acı; Sen bağışlayanların en iyisisin.” [314]

“Şüphesiz ki benim velîm/koruyucum, Kitabı indiren Allah’tır. Ve O, bütün sâlihlere/iyilere de velîlik/koruyucu ve kollayıcılık eder.” [315]

“Kâfirler, inkâr edenler birbirlerinin dostlarıdır. Eğer siz aranızda dost olmazsanız yeryüzünde büyük fesat/kargaşa, büyük bozgun ve fitne çıkar.” [316]

“Ey iman edenler! Eğer iman yerine küfrü beğenip tercih etmişlerse babalarınızı ve kardeşlerinizi bile velî/dost kabul etmeyin. Sizden kim onları dost edinirse, işte onlar zâlimlerin kendileridir.” [317]

“De ki: ‘Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, hısım akrabanız, kazandığınız mallar, kesada uğramasından korktuğunuz ticaret, hoşlandığınız meskenler (evler, konaklar, köşkler) size Allah’tan, Rasûlünden ve Allah yolunda cihad etmekten daha sevgili ise, artık Allah emrini getirinceye kadar bekleyin. Allah fâsıklar topluluğunu hidâyete erdirmez.” [318]

“Mümin erkekler ve mü’min kadınlar, birbirlerinin velîsidirler. İyiliği (ma’rûfu) emrederler, kötülükten (münkerden) alıkorlar, namazı kılarlar, zekâtı verirler, Allah’a ve Rasûlüne itaat ederler. İşte Allah onlara rahmet edecektir. Allah daima Aziz’dir (üstündür), Hakim’dir (hüküm ve hikmet sahibidir).” [319]

“İyi bilin ki, Allah’ın velîlerine/dostlarına (evliyâullah), korku yoktur, onlar mahzun da olacak değillerdir. Onlar, iman edenler ve takvâ sahibi olanlar (Allah’tan korkup sakınanlar)dır. Müjde, dünya hayatında ve âhirette onlarındır. Allah’ın sözleri için değişiklik yoktur. Işte büyük kurtuluş budur.” [320]

“Sakın zulmedenlere en ufak bir meyil duymayın, aksi halde size ateş dokunur. Sizin Allah’tan başka velîleriniz yoktur. Sonra (Allah tarafından da) size yardım edilmez.” [321]

“Dünyada ve âhirette benim Velî’m (yardımcım ve işimi deruhde eden) Sen’sin. Beni müslüman olarak öldür ve sâlihler arasına kat.” [322]

“... Onlar için O’ndan başka bir Vâlî (yardımcı, dost veya hükmü geniş olan) yoktur.” [323]

“... Eğer sana gelen bu ilimden sonra, onların hevâlarına/arzularına uyarsan, işte o zaman Allah tarafından senin ne bir velîn/dostun, ne de bir koruyucun vardır!” [324]

“Onlar seni, sana vahyettiğimizden çevirip başka şeyi uydurmayı ve Bize atfetmeyi istediler ki, o zaman seni öz dost edineceklerdi. Biz seni sağlamlaştırmamış olsaydık, sen belki onlara biraz meyledecektin.” [325]

“... Onların (Göklerde ve yerde olanların), O’ndan başka bir velîsi/yöneticisi yoktur. O, kendi hükümranlığına kimseyi ortak etmez.” [326]

“... Siz Beni bırakıp da şeytanı ve soyunu evliyâ/dostlar mı ediniyorsunuz? Oysa onlar sizin düşmanlarınızdır.” [327]

“Kâfirler Beni bırakıp da kullarımı evliyâ/dostlar edineceklerini mi sandılar? Biz cehennemi kâfirlere bir konak olarak hazırladık.” [328]

“...Allah’a sarılın, bilin ki Allah sizin mevlânızdır (sahibinizdir). O ne güzel mevlâ (sahip) ve ne güzel yardımcıdır!” [329]

“İşte o gün, gerçek hükümranlık, çok merhametli olan Allah’ındır. Kâfirler için ise, o pek çetin bir gündür. O gün, zâlim kimse ellerini ısırıp şöyle der: ‘Keşke o peygamberle birlikte bir yol tutsaydım! Yazıklar olsun bana! Keşke falancayı dost edinmeseydim! Çünkü zikir (Kur’an) bana gelmişken o, hakikaten beni ondan saptırdı. Şeytan, insanı (uçuruma sürükleyip sonra) yapayalnız ve yardımcısız bırakmakta.” [330]

“Seni tenzih ederiz (noksanlıklardan uzak tutarız), Sen bizim Velîmizsin” [331]

“Biz, dünya hayatında da, âhirette de sizin dostlarınızız.” [332]

“İyilikle kötülük bir olmaz. Sen (kötülüğü) en güzel bir tavırla önle. O zaman (görürsün ki) seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki yakın bir dost oluverir. Bu (haslete) ancak sabredenler kavuşturulur. Buna ancak (hayırdan) büyük pay sahibi olan kimse kavuşturulur.” [333]

“... Zâlimlerin hiçbir dostu ve yardımcısı yoktur. Yoksa onlar Allah’tan başka velîler/dostlar mı edindiler? Hâlbuki velî/dost ancak Allah’tır.” [334]

“Allah’a saygı duyup kötülükten sakınanlar (müttakîler) müstesnâ olmak üzere, (dünyada iken kötülükte) dost olanlar, o gün birbirlerine düşman kesilirler.” [335]

“...Zâlimler için hiç bir velî/dost ve yardımcı yoktur.” [336]

“...Onlar, Allah’a karşı sana hiçbir fayda veremezler. Doğrusu zâlimler birbirlerinin dostlarıdır. Allah da takvâ sahiplerinin dostudur.” [337]

“Allah, iman edenlerin mevlâsı/yardımcısıdır. Kâfirlere gelince, onların mevlâsı (yardımcısı) yoktur.” [338]

“Muhammed Allah’ın Rasûlü/elçisidir. Beraberinde bulunanlar da kâfirlere karşı çetin (şiddetli), kendi aralarında ise merhametlidirler...” [339]

“Mü’minler ancak kardeştir” [340]

“Allah’a ve âhiret gününe iman eden bir toplumun -babaları, oğulları, kardeşleri yahut akrabaları da olsa- Allah’a ve Rasûlüne düşman olanlarla dostluk ettiğini göremezsin. İşte onların kalbine Allah, imanı yazmış ve katından bir ruh ile onları desteklemiştir. Onları içlerinden ırmaklar akan cennetlere sokacak, orada ebedî kalacaklardır. Allah onlardan râzı olmuş, onlar da Allah’tan hoşnut olmuşlardır. İşte onlar, hizbullahtır, Allah’ın tarafında olanlardır. İyi bilin ki, kurtuluşa erecekler de sadece Allah’ın tarafında olanlardır.” [341]

“Ey iman edenler! Benim de düşmanım, sizin de düşmanınız olanları dost edinmeyin. Onlar size gelen hakkı/gerçeği inkâr etmişken, onlara sevgi gösteriyorsunuz. Hâlbuki onlar Rabbiniz olan Allah’a inandığınızdan dolayı, Peygamber’i ve sizi yurdunuzdan çıkarıyorlar. Eğer siz Benim yolumda savaşmak ve rızâmı kazanmak için çıkmışsanız, onlara nasıl sevgi gösterirsiniz? Oysa Ben sizin gizlediğinizi de açığa vurduğunuzu da bilirim. Sizden kim bunu yaparsa, doğru yoldan sapmış olur. Şayet onlar sizi ele geçirirlerse, size düşman kesilecekler, size ellerini ve dillerini kötülükle uzatacaklardır. Zaten inkâr edip kâfir olmanızı istemektedirler.” [342]

“Olur ki Allah sizinle düşmanlarınız arasında yakında bir dostluk meydana getirir. Allah, gücü (her şeye) yetendir, çok bağışlayan, çok merhamet edendir.” [343]

Kur’ân-ı Kerim’de Arapların İslâm’dan önceki dönemde birbirinin düşmanı oldukları hatırlatılarak Allah’ın onların gönüllerini uzlaştırdığı ve böylece İslâm dini sâyesinde dost ve kardeş oldukları bildirilmiştir.[344] Kur’an’da sosyal barış ve uzlaşma, “Mü’minler ancak kardeştir,”[345]; “Mü’min erkekler ve mü’min hanımlar birbirinin velîleri/dostlarıdır.”[346] gibi ifadelerle hükümlere bağlandığı için müslümanlar arasında düşmanlığın zuhur etmesine yol açacak tutum ve davranışların önlenmesi, kardeşlik ve dostluğun pekişmesi için tedbirler getirilmiştir. Nitekim çeşitli maddî ve mânevî hakların korunmasına yönelik ahlâkî, hukukî ve siyasî tedbirlerin öngörülmesi yanında; toplumda düşmanlık duygularının kabarmasına yol açacak kötülükler de yasaklanmıştır.

İslâm, kelime olarak, “barış” anlamına gelen “silm”, “selâm” ve “selâmet”le aynı kökü paylaşır. Dolayısıyla “İslâm”ın kelime olarak anlamlarından biri de “barış”tır. Tüm insanlar, fitneyi terk edip Allah’ın dini olan İslâm’a teslim olsalar, her taraf selâmete kavuşup tümüyle barış ve kardeşlik hüküm sürer.

“Şüphesiz Biz şeytanları, iman etmeyenlerin dostları kıldık.”[347]; “Allah, düşmanlarınızı sizden daha iyi bilir. Gerçek bir dost olarak Allah yeter, bir yardımcı olarak da Allah kâfidir.” [348]

Peygamber ve Onun Yolunu İzleyenler Dışındakileri Dost Kabul Edenler, Âhirette Büyük Pişmanlık Duyacaklar: “İşte o gün, gerçek hükümranlık, çok merhametli olan Allah’ındır. Kâfirler için ise, o pek çetin bir gündür. O gün, zâlim kimse ellerini ısırıp şöyle der: ‘Keşke o peygamberle birlikte bir yol tutsaydım! Yazıklar olsun bana! Keşke falancayı dost edinmeseydim! Çünkü zikir (Kur’an) bana gelmişken o, hakikaten beni ondan saptırdı. Şeytan, insanı (uçuruma sürükleyip sonra) yapayalnız ve yardımcısız bırakmakta.” [349]

O Gün Dostlar, Düşman Kesilecek: “Allah’a saygı duyup kötülükten sakınanlar (müttakîler) müstesnâ olmak üzere, (dünyada iken kötülükte) dost olanlar, o gün birbirlerine düşman kesilirler.” [350]

Başta Yahûdiler Olmak Üzere Ehl-i Kitab’ın Çoğu, Kâfirlerle/İnkârcı Ateistlerle Dostluk Ederler: “De ki: ‘Ey Kitab ehli! Dininizde haksız yere haddi aşmayın. Daha önceden sapan, birçoklarını saptıran ve yolun doğrusundan uzaklaşan bir topluma uymayın. İsrâiloğullarından kâfir olanlar, Dâvud ve Meryem oğlu İsa’nın diliyle lânetlenmişlerdir. Bunun sebebi, söz dinlememeleri ve sınırı aşmaları, taşkınlık yapmalarıdır. Onlar, işledikleri kötülükten, birbirini vazgeçirmeye çalışmazlardı. Andolsun yaptıkları ne kötüdür! Onlardan çoğunun, inkâr edenlerle dostluk ettiklerini görürsün. Nefislerinin onlar için (âhiret hayatları için) önceden hazırladığı şey ne kötüdür. Durum şu ki, Allah onlara gazab etmiştir ve onlar azap içinde devamlı kalıcıdırlar. Eğer onlar Allah’a, Peygamber’e ve Ona indirilene iman etmiş olsalardı, onları dost edinmezlerdi; fakat onların çoğu fâsıktır/yoldan çıkmışlardır.” [351]

Tâğutları Velî/Dost Edinmek: “Allah iman edenlerin velîsi (dostu ve yardımcısı)dır. Onları küfrün karanlıklarından (kurtarıp iman) nûr(un)a çıkarır. Küfredenlerin dostları ise tâğuttur. O da onları (insanî fıtratları olan İslâm’ın) nûrundan (ayırıp) karanlıklara çıkarır. İşte onlar ateş ashâbıdır (cehennemliktir). Onlar orada (bir daha çıkmamak üzere) ebedî kalıcıdırlar.”[352] Zulumât, yani karanlıklar, gözlerin eşyayı idrâk ve onun varlığını tespite engel olduğu için küfre örnek olarak zikredilmiştir. Zira aynı şekilde küfür de kalp gözlerinin imanın hakikatini ve kendi akıl ve ruh sağlığını idrâke engel teşkil etmektedir.

Bu sebeple Allah, kullarına kendisinin mü’minlerin velîsi olduğunu, onlara imanın hakikatini, yollarını ve kaynaklarını, delillerini gösterdiğini, onları hidâyete erdirdiğini, küfrü gerektiren şeyleri giderip kalp gözlerinden karanlık perdelerini kaldırarak kendilerini şüpheleri giderecek delillere muvaffak kıldığını haber verir. Sonra, vahdâniyetini inkâr eden küfür ehlinden de haber vererek; onların velîlerinin, yardımcı ve savunucularının, Allah’ı bırakarak tapındıkları putlar ve kendisine şirk koştukları kimselerden ibaret tâğutlar olduğunu ve bu tâğutların onları iman nurundan çıkararak basîretlerini kör edip iman ışığının hakikatlerini, delil ve yollarını görmelerine engel olan küfrün şüphe karanlıklarına iteceklerini ifade ederek tâğutların velî edinilmemesini tâlim buyurmaktadır.

Tâğutlar, itikatlarına uygun olarak insanları sırât-ı müstakîmden çıkarır, karanlıklara çekerler. Çünkü onlar aydınlıkta iş yapmak istemezler. Her tuttuklarını, aksine ve tersine sürüklerler. Devamlı karanlığa, gidilmedik çıkmaz sokaklara giderler. Akıl, mantık ve ilmi sevmezler; düşünceyi suç sayarlar, tefekküre giden yolları tıkarlar, fikirleri ve irâdeleri ifsâd eder, ahlâkları bozar, ardına taktıkları kimseleri, içinden çıkılmaz belâlara sürüklerler. Allah’a iman etmeyen kâfirler, tâğutlara küfür bile etseler, yani hiçbir kulpa yapışmayıp kendi kendilerine kalmak isteseler bile yeni tâğutların tasallutundan kurtulamayacak, her durumda tâğutlara takılmaya mecbur olacaklardır. Çünkü insanın toplumsuz, emirsiz, yasaksız yaşaması mümkün olmadığından Allah’ın teklifini, Allah’ın emirlerini dinlemeyenler, kesinlikle tâğutların emirlerine mahkûm olacaklardır. İşte bu sebeple Allah Teâlâ, mü’minlerden, kendisini inkâr eden ve imanın hakikatini idrâke engel olan, dost edinmek sûretiyle peşinden gidenleri küfrün karanlıklarına çekecek olan tâğutu velî edinmemelerini istemektedir. Çünkü tâğutun velîlerinin kâfirler olduğunun haber verilmesi, mü’minlerin Allah’ın koyduğu hudûdu aşan, kendilerini veya düzenlerini Allah’ın nizamına alternatif olarak sunan tâğutları velî/dost kabul etmesi, aklın ve mantığın da mümkün görmeyeceği bir çelişkidir. Çünkü “Allah, bir insanın göğüs boşluğunda iki kalp yaratmamıştır.”[353] Kişi ya Allah’ı ve Allah’ı sevenleri, Allah tarafından sevilenleri dost kabul edecek; ya da tâğutları dost kabul ederek Allah’ın dostluğunu, yani mü’minliği kaybedecektir.

Allah’ın Düşmanlarını ve Mü’minlerin Düşmanlarını Dost Edinmek: “Ey iman edenler! Benim de düşmanım, sizin de düşmanınız olanları dost edinmeyin. Onlar size gelen hakkı/gerçeği inkâr etmişken, onlara sevgi gösteriyorsunuz. Hâlbuki onlar Rabbiniz olan Allah’a inandığınızdan dolayı, Peygamber’i ve sizi yurdunuzdan çıkarıyorlar. Eğer siz Benim yolumda savaşmak ve rızâmı kazanmak için çıkmışsanız, onlara nasıl sevgi gösterirsiniz? Oysa Ben sizin gizlediğinizi de açığa vurduğunuzu da bilirim. Sizden kim bunu yaparsa, doğru yoldan sapmış olur. Şayet onlar sizi ele geçirirlerse, size düşman kesilecekler, size ellerini ve dillerini kötülükle uzatacaklardır. Zaten inkâr edip kâfir olmanızı istemektedirler.” [354]

Zâlimlerle Dostluk: Kur’an, hiç bir şekilde zâlimlerle dostluğa izin vermez. “...Zâlimler için hiç bir velî/dost ve yardımcı yoktur.”[355]; “...Onlar, Allah’a karşı sana hiçbir fayda veremezler. Doğrusu zâlimler birbirlerinin dostlarıdır. Allah da takvâ sahiplerinin dostudur.”[356]; “...Zâlimler hâriç (hiç kimseye) düşmanlık ve saldırı yoktur.” [357]

Onursuz Kâfirleri Dost Edinenler, İzzet ve Şerefi Onların Yanında mı Arıyor? “Münâfıklara, kendileri için acı bir azap olduğunu müjdele! Mü’minleri bırakıp da kâfirleri dost edinenler, onların yanında izzet (güç, onur ve şeref) mi arıyorlar? Bilsinler ki bütün izzet, yalnızca Allah’a aittir.”[358]; “Kim izzet ve şeref istiyorsa bilsin ki izzet ve şerefin hepsi Allah’ındır...”[359]; “...İzzet, üstünlük ancak Allah’ın, Peygamberinin ve mü’minlerindir. Fakat münâfıklar bunu bilmezler.” [360]

Mü’minlerin Kâfirleri Velî/Dost Edinmesi: İslâm dini, insana, insan olma hak ve hürriyetini en doğru ve âdil şekilde veren ve herkese insanca muâmele edilmesini emreden ilâhî bir dindir. Bununla beraber bu dinin, müslümanları gayr-ı müslimlerin bâtıl inanç ve sultası altına bırakmayacağı da açıktır. Nitekim Kur’an, müslümanların, İslâmî nizama halel getirecekleri ve müslümanları doğru yoldan saptıracakları endişesiyle sırlarına vâkıf olacak şekilde gayr-ı İslâmî unsurlarla samimiyet kurup dost ve ahbap olmalarını uygun görmemiştir.

“Allah’a ve âhiret gününe iman eden bir toplumun -babaları, oğulları, kardeşleri yahut akrabaları da olsa- Allah’a ve Rasûlüne düşman olanlarla dostluk ettiğini göremezsin. İşte onların kalbine Allah, imanı yazmış ve katından bir ruh ile onları desteklemiştir...” [361] “Ey iman edenler! Eğer iman yerine küfrü beğenip tercih etmişlerse babalarınızı ve kardeşlerinizi bile velî/dost kabul etmeyin. Sizden kim onları dost edinirse, işte onlar zâlimlerin kendileridir.”[362]; “Mü’minler mü’minleri bırakıp da kâfirleri velî/dost edinmesinler. Kim bunu yaparsa Allah’tan ilişiği kesilmiş olur (artık O’ndan hiçbir şey beklemesin)...” [363]

Bu ve benzeri âyetler, çok net bir üslûpla, mü’min sayılmak için her çeşit müşrik ve kâfiri velî edinmekten kaçınmanın şart olduğunu ifade etmektedir. Allah sevgisiyle Allah düşmanlarının sevgisini kalbinde birleştirmesi mümkün olmadığından kâfirleri velî edinmek mü’mine yakışmaz. Allah’ı seven, O’nun düşmanlarına buğzetmek zorundadır. İmanla küfür arasında hiçbir yakınlık ve ilişki yoktur. Âyetler, kâfir ve müşriklere karşı muhabbet ve samimî dostluk gösterilmesine müsâade etmediği gibi, sorumluluğunu onlara bırakıp onları yönetici kabul etmelerine de izin vermez. Allah Teâlâ, mü’minleri, Allah’ın âyetlerini inkâr eden veya onlarla alay eden kâfirlerle birlikte oturmayı yasaklamakta[364] ve onların dünyadaki konforlarına ve servetlerine bakıp imrenmekten de nehyetmektedir: “Sakın kendilerini denemek için onlardan bir kesimi faydalandırdığımız dünya hayatının süsüne gözlerini dikme! Rabbinin (âhiretteki) rızkı hem daha hayırlı, hem de daha süreklidir.” [365]

Kâfirleri dost kabul etmemek, onlarla devamlı kavgalı ve savaş şartları içinde yaşamak değildir. Mü’minler, kâfirlere karşı güzel davranış, adâlet ve ihsan ile hareket etmekten men edilemezler. Çünkü kâfirleri velî edinmemek başka; onlara karşı hüsnü muâmele, adâlet ve ihsan ile hareket etmek daha başka bir şeydir. Haklara riâyet verilen sözde durmak, ciddiyet, merhamet ve imanın gereği olan her çeşit güzel huylar müslümanın şiarıdır. Fakat mü’minin her şeyden önce din ve imanında samimi olması gerekir. Allah’tan başkasına nefsini teslim etmeyecek olan mü’minin, kendisini herhangi bir sebepten dolayı kâfirlerin dostluğuna kaptırması, imanına ve ciddiyetine aykırıdır. Dünyevî hususlarda kâfirlerle zâhiren güzel davranış ve insanî ilişkilerde bulunmak haram değildir. Ama onlara meyletme, günahta yardım etme ve onlara arka çıkma mânâsında kâfirleri velî/dost edinmek, meselâ akrabalık sebebiyle bu tür yakınlık, küfrü icap ettirmese bile haram kabul edilmiştir. Çünkü bu anlamda kâfir kimseyi sevmek, bazen mü’mini onun yolunu güzel görmeye ve dinine râzı olmaya cezbedebilir. Bu da onu İslâm’dan çıkarır.

“Mü’minler mü’minleri bırakıp da kâfirleri velî/dost edinmesinler...”[366] hitâbından maksat, onlarla her türlü dünyevî ilişkileri kesip devamlı düşmanca davranmak değil; onların hükümranlıklarını ve yönetim şekillerini desteklemek, müslümanların sırlarını onlara ifşâ ve müslümanların aleyhine onlarla ittifak edecek şekilde gönül dostu olmak ve onların inançlarını benimsemekle olur.

Mü’minlerle kâfirler arasındaki velâyet ilişkisini durum ve şartlara göre mubah, haram ve küfür olmak üzere üç kategoride ele almak mümkündür:

1- Mubah sayılan ilişki: Kalben sevgi ve muhabbet beslemeksizin insan olmaları hasebiyle dünyevî hususlarda zâhiren güzel ilişkilerde bulunmak ve insan haklarına saygılı davranarak adâletle muâmele etmek.

2- Haram sayılan velâyet: Dinlerinin bâtıl olduğunu kabul etmekle birlikte akrabalık veya kişisel muhabbet sebebiyle kâfirlerle karşılıklı olarak yardımlaşmak, işbirliği yapmak ve onlara meyletmek şeklinde ortaya çıkan velâyet, yani dostluktur. İşte bu durum, küfrü gerektirmese de şer’an yasaklanmıştır. Zira bu çerçevede birbirleriyle ilişkiyi sürdürmek, bazen mü’minlerin onların yolunu benimsemesine ve dinlerine rızâ göstermesine sebep olabilir. Bu da neticede kendilerini dinlerinden çıkarabilir.

3- Küfrü gerektiren velâyet: Kâfirlerin dinlerini ve yaşantılarını benimseyip kalben onlara sevgi ve muhabbet göstermek, mü’minlerin aleyhine onlara arka çıkmak, mü’minlerin gizli ve mahrem sırlarını onlara ifşâ edecek şekilde onları velî/dost edinmektir. Bu, onların küfrünü tasvip etmek ve ona râzı olmak anlamına gelir. Küfrü tasvip ve küfre rızâ, küfür olduğundan, onlarla bu çeşit velâyet/dostluk ilişkisi kurmak küfrü gerektirir. “Ey iman edenler! Benim de düşmanım, sizin de düşmanınız olanları dost edinmeyin... Ben sizin gizlediğinizi de açığa vurduğunuzu da bilirim. Sizden kim bunu yaparsa, doğru yoldan sapmış olur.”[367]; “Sen, zikrimize iltifat etmeyen ve dünya hayatından başka bir şey istemeyenlerden yüz çevir.” [368]

İman edenler, bütün dünya görüşlerini ve hayatlarını tanzim edecekleri esasları Kur’an’dan almaları gerektiği gibi; sevgi, muhabbet, buğz ve nefret ölçülerini de Kur’an’dan almak zorundadırlar. Allah’ın dini, tevhid dini olduğuna göre mü’minin muhabbet ve dostluğu, yalnız bu dairenin içerisinde cereyan etmelidir. Hem Allah’ı, hem de O’nun düşmanlarını sevmek, mantıkî bir çelişkidir. [369]

Düşmanlıkta Aşırı Gidilmemesi, Düşman Bir Toplumun Bir Gün Dost Olabileceği: “Olur ki Allah sizinle düşmanlarınız arasında yakında bir dostluk meydana getirir. Allah, gücü (her şeye) yetendir, çok bağışlayan, çok merhamet edendir.”[370] Bu âyette Allah, düşmanlıkta aşırı gidilmemesini, düşman bir toplumun, bir gün dost olabileceğini bildirmiştir. Nitekim Peygamber’in ve müslümanların can düşmanı olan Mekke ve çevresi müşriklerinin çoğu sonradan İslâm’a girmişler, onların çocukları, Allah yolunda cihad eden mü’minler olmuşlardır. Böylece âyette belirtilen ilâhî vaad gerçekleşmiştir. Bizim için de aynı uyarı geçerlidir ve aynı netice mümkündür. O yüzden müslümanlar, düşmanlarına karşı ölçülü olmaya, aşırı düşmanlıktan sakınmaya, adâlet ve insafa yöneltilir.

Peygamberimiz (s.a.s.) de bu konuda şöyle buyurur: “Sevdiğini ölçülü sev; bir gün düşmanın olabilir. Sevmediğine de ölçülü buğz et; bir gün dostun olabilir.” [371]

Kişinin günah ve haksızlık yapmasına sebep olan her şey, düşman sayılır. Kişi için en tehlikeli düşman ise dost gözüken düşmandır. Allah’a yaklaştıran her şey mü’minin dostu, Haktan uzaklaştıran her şey de onun düşmanıdır. Müslüman, eşi ve çocuklarıyla ayrıca iman kardeşliği oluşturmalı ki, onlarla gönülden samimi bağ, candan sevgi oluşsun.

Düşmanı Yakın Bir Dost Haline Getirmek İçin Güzel Tavır: “İyilikle kötülük bir olmaz. Sen (kötülüğü) en güzel bir tavırla önle. O zaman (görürsün ki) seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki yakın bir dost olur.”[372] Bu âyete göre kötülük, en güzel haslet ne ise onunla önlenmelidir. Bu davranış, her kişinin değil; er kişinin yapabileceği özelliktir: “Bu (haslete) ancak sabredenler kavuşturulur. Buna ancak (hayırdan) büyük pay sahibi olan kimse kavuşturulur.”[373] Bu âyetlere göre müslümanların hareketleri hasene (iyilik), kâfirlerinki ise seyyie (kötülük) şeklinde nitelendirilir. Fahreddin Râzî, âyette geçen “(hayırdan) büyük pay sahibi olan kimse”leri, yüksek ahlâkî erdemlere sahip kişiler olarak anlar ve bu âyetlerin, insanlara hakkı kabul ettirmeye, onları düşmanlıktan vazgeçirmeye yönelik dâvet ve irşad faâliyetlerinde sabır, sevgi ve hoşgörü ile davranmanın önemini ortaya koyduğunu belirtir.[374]

“Hep birlikte Allah’ın ipine (İslâm’a, Kur’an’a) sımsıkı yapışın; parçalanmayın. Allah’ın size olan nimetlerini hatırlayın: Hani siz birbirinize düşman kişiler idiniz de O, gönüllerinizi birleştirmiş ve O’nun nimeti sâyesinde kardeş olmuştunuz. Yine siz, bir ateş çukurunun tam kenarında iken oradan da sizi O kurtarmıştı. İşte Allah size âyetlerini böyle açıklar ki doğru yolu bulasınız.” [375]

“...İyilik ve takvâ (Allah’ın yasaklarından sakınma) üzerinde yardımlaşın; günah ve düşmanlık üzerine yardımlaşmayın. Allah’tan korkun; çünkü Allah’ın cezası çetindir.” [376]

“Ey iman edenler” Benim de düşmanım, sizin de düşmanınız olanları dost edinmeyin. Onlar size gelen hakkı/gerçeği inkâr etmişken, onlara sevgi gösteriyorsunuz. Hâlbuki onlar Rabbiniz olan Allah’a inandığınızdan dolayı, Peygamber’i ve sizi yurdunuzdan çıkarıyorlar. Eğer siz Benim yolumda savaşmak ve rızâmı kazanmak için çıkmışsanız, onlara nasıl sevgi gösterirsiniz? Oysa Ben sizin gizlediğinizi de açığa vurduğunuzu da bilirim. Sizden kim bunu yaparsa, doğru yoldan sapmış olur. Şayet onlar sizi ele geçirirlerse, size düşman kesilecekler, size ellerini ve dillerini kötülükle uzatacaklardır. Zaten inkâr edip kâfir olmanızı istemektedirler.” [377]

Bu âyetlerde mü’minlere hitâben hem Allah’ın, hem de kendilerinin düşmanı olan, Allah’tan gelen hakkı inkâr edenleri dost edinmemeleri, onlara sevgi beslememeleri; şayet onlar mü’minlere gâlip gelseler, yaman düşman kesilip elleriyle, dilleriyle mü’minlere zulmedecekleri ve onların inkâr etmelerini isteyecekleri; âhirette akrabanın veya çoluk çocuğun bir faydası olmayacağı belirtilmektedir.

 

Hadis-i Şeriflerde Velâyet/Dostluk

“Amellerin en faziletlisi Allah için sevmek, Allah için buğzetmektir.” [378]

“Dostunu/sevdiğini ölçülü sev; bir gün düşmanın olabilir. Sevmediğine de ölçülü buğz et; bir gün dostun olabilir.” [379]

“İman ipinin (kulpunun) en güçlüsü, Allah için dostluk ve Allah için düşmanlıktır. Yine Allah için sevmek ve Allah için nefret duyup buğzetmektir.” [380]

“Kişi, dostunun dini üzeredir. İnsan kiminle dostluk kurduğuna dikkat etsin!” [381]

“İnsan, dostunun dinindedir. Bundan dolayı dost edineceği kişiye dikkat etsin.” [382]

“Ruhlar bir araya getirilmiş gruplar gibidir; tanışıp uyuşanlar birleşir, uyuşmayanlar ayrılır.” [383]

“Üç konuda müslümanın kalbi kin tutmaz, hıyânet etmez: Amellerde ihlâs, devlet adamlarına nasihat, cemaatten ayrılmama” [384]

“İnsan, sevdiği ile beraberdir.” [385]

“Kim, insanların kızması pahasına Allah’ı dost edinmekle O’nu râzı ederse Allah o kimseyi insanların nazarında yüceltir. Kim de Allah’ın gazabına rağmen insanları râzı ederse, artık onu Allah’ın azabından hiçbir şekilde kurtarmak mümkün olmaz.” [386]

“Ben, müşrikler arasında ikamet eden her müslümandan berîyim/uzağım.” Ashâb; “Niçin yâ Rasûlallah?” diye sorunca, şöyle buyurdu: “Çünkü o ikisinin ateşi birbirini görmez.” [387]

“Kim bir müşrikle ittifak yapar ve onunla birlikte ikamet ederse, o da onun gibidir.” [388]

“Sakın zanna yer vermeyin; zira zan, sözlerin en yalanıdır. Tecessüs etmeyin (gizli kusurları araştırmayın), rekabet etmeyin, hasetleşmeyin, birbirinize buğzetmeyin, birbirinize sırt çevirmeyin. Ey Allah’ın kulları, Allah’ın emrettiği şekilde kardeş olun. Müslüman müslümanın kardeşidir. Ona zulmetmez, onu mahrum bırakmaz, onu tahrik etmez. Kişiye kötülük olarak, müslüman kardeşini hakir görmesi yeterlidir. Her müslümanın canı, malı, kanı ve ırzı diğer müslümanlara haramdır. Allah sizin sûret ve kalıplarınıza bakmaz, fakat kalplerinize ve amellerinize bakar. Sakın ha, birbirinizin satışı üzerine satış yapmayın. Ey Allah’ın kulları kardeş olun. Bir müslümanın kardeşine üç günden fazla küsmesi helâl olmaz.” [389]

“Müslümanın müslüman üzerindeki hakkı beştir. Selâmını almak, hasta ziyaretine gitmek, cenâzesine katılmak, dâvetine icâbet etmek, aksırınca ‘yerhamukelllah’ demek.” [390]

“Nefsim yedinde olan Allah’a yemin ederim ki, iman etmedikçe cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe de iman etmiş olamazsınız.” [391]

“Birbirlerini sevmede, birbirlerine merhamette, birbirlerine şefkatte mü’minlerin misâli, bir bedenin misali gibidir. Ondan bir uzuv rahatsız olursa, diğer uzuvlar uykusuzluk ve harâretle ona ortak olurlar.”

“Aziz ve celil olan Allah Teâlâ, kıyâmet gününde şöyle diyecek; ‘Benim celâlim adına birbirlerini sevenler nerede? Gölgemden başka hiçbir gölgenin bulunmadığı şu günde onları gölgemde gölgelendireyim.” [392]

“Allah Teâlâ buyuruyor ki: ‘Benim celâlim adına birbirini sevenler var ya! Onlar için orada öyle minberler vardır ki, peygamberler ve şehidler bile onlara gıpta ederler.” [393]

“Allah, bir kulu sevdiğinde, o kulu meleklere de insanlara da sevdirir. Bir kula buğzedince de meleklere ve insanlara da o kula karşı buğzettirir.” [394]

“Allah’ın kulları arasında bir grup var ki, onlar ne peygamberlerdir, ne şehidlerdir. Üstelik kıyâmet günü Allah indindeki makamlarının yüceliği sebebiyle peygamberler ve şehidler onlara gıpta ederler.” Orada bulunanlar sordu: ‘Ey Allah’ın Rasûlü, onlar kimdir, bize haber verir misin?’ “Onlar, aralarında kan bağı ve dünya menfaati için birbirlerine bağlı olmadıkları halde, Allah’ın nûru (Kur’an) adına birbirlerini sevenlerdir. Allah’a yemin ederim ki onların yüzleri mutlaka nurdur. Onlar bir nur üzeredirler. Halk korkarken onlar korkmazlar; insanlar üzülürken onlar üzülmezler.” Ardından da şu âyeti okudu: “İyi bilin ki, Allah’ın velîlerine/dostlarına korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir.” [395]

“Kişi (kıyâmet gününde) sevdiğiyle beraberdir.” [396]

“Müslüman, müslümanın kardeşidir. Ona zulmetmez, onu tehlikede yalnız bırakmaz. Kim kardeşinin ihtiyacını görürse, Allah da onun ihtiyacını görür. Kim bir müslümanın sıkıntısını giderirse Allah da o sebeple onu kıyâmet gününün sıkıntısından kurtarır. Kim bir müslümanın ayıbını örterse, Allah da onun ayıbını kıyâmet gününde örter.” [397]

“Din nasihatten ibarettir!” Yanında bulunanlar; ‘kim için ey Allah’ın Rasûlü?’ diye sormaları üzerine, şöyle buyurdu: “Allah için, Peygamber için, müslümanların imanları ve hepsi için! Müslüman, müslümanın kardeşidir. Ona yardımını kesmez; ona yalan söylemez; ona zulmetmez. Her biriniz, kardeşinin aynasıdır. Onda bir rahatsızlık görürse bunu onda izâle etsin (gidersin).” [398]

 

Düşmanlık ve Dostluk; Tevhidin Gereğidir, İmanın Dışa Yansımasıdır

Düşmanlık ve dostluk, “Lâ ilâhe illâllah”ın ayrılmaz bir özelliğidir. Dinin temeli ve özü olan bu kelime, aynı zamanda dost ve düşmanlığı da belirler. Dostluğun temeli sevgi, düşmanlığın temeli buğz ve kindir. Din de sevgi ve buğzdur; kabul ve reddir. Bundan dolayı, kâfirlerle dostluk; Allah’ın dostluğunu kaybettiren, O’nunla ilişiğinin kesilmesini gerektiren[399] büyük bir suç olduğu gibi, dalâlettir/doğru yoldan sapmaktır[400], zâlimlerden olmaktır[401] ve kâfirler safına geçmek, “onlardan olmak”tır.[402] Allah’a düşmanlık yapanları, Allah’ın düşmanlarını dost kabul etmek; Allah’ın düşmanlığını kazanmak ve imanı küfre değişmektir. Kâfirleri düşman kabul edip onlardan uzak durmak, İslâm akîdesinin bir parçasıdır. “Tâğutu reddedip (yaptığı olumlu şeyleri) inkâr etmek” olmadan Allah’a iman, yeterli değildir, eksiktir, insanı kurtarmaz. “Kim tâğutu inkâr edip Allah’a iman ederse, o kesinlikle kopması mümkün olmayan sapasağlam bir kulpa sarılmıştır.”[403] Tâğuta küfretmeyen, yani onu inkâr edip reddetmeyen kimse, asla mü’min olamaz. Tâğut ise, Allah’tan başka, O’na alternatif olarak ortaya konan düşünce, hayat görüşü, sistem, kişi veya şeytanlardır. Allah’ın dışında ve O’na rağmen uyulan, kendisine tâbi olunan, arzulanan, ya da kendisinden çekinilip korkulan her şeydir.

Kişi, tevhid kelimesini gönülden benimseyip diliyle ikrar etmekle, câhiliyye ve şirk inançlarının tümünü reddettiğini, şuurlu bir şekilde onlardan uzaklaştığını göstermektedir. Aynı şekilde, tevhidi benimsediği için, artık câhiliyye insanından, her çeşit müşrikten de sevgi, bağlılık, itaat ilişkilerini koparması, yani onlara dostluk sayılabilecek davranışlardan kaçınma sözü vermiş olmaktadır. O, kendi safını ve cephesini belirlemiş olmaktadır. Allah’ın ve O’nun sevdiklerinin tarafını tuttuğu için; kâfirlerden yüz çevirmek ve onlarla ilişkiyi kesmek zorunluluğu hissedecektir. “Onun için sen zikrimize (Kur’an’a) iltifat etmeyip sırt çeviren ve dünya hayatından başka bir şey istemeyenlerden yüz çevir.” [404]

Allah’tan başka ilâh olmadığına dair şehâdetin ve tanıklığın gerçekleşmesi için, kişi sevdiğini sadece Allah için sevecek, buğzettiğine de Allah için buğzedecektir. Dost ve velî edindiği kimseyi Allah rızâsı için dost edinecek, düşman kabul ettiklerini de, onlar Allah’a karşı oldukları için düşman tanıyacaktır. Müslüman, Allah’ın sevdiklerini sevecek, O’nun gazab ettiklerine, buğzettiklerine de buğzedecektir. Nerede bulunursa bulunsun, her çeşit kâfire düşmanlık gösterecek, onun velâyetini tanımayacaktır. Bu kâfir, en yakını/akrabası bile olsa, onu dost kabul edip sevemeyecektir.

Rasûlullah (s.a.s.) buyurmuştur ki: “İman ipinin (kulpunun) en güçlüsü, Allah için dostluk ve Allah için düşmanlıktır. Yine Allah için sevmek ve Allah için nefret duyup buğzetmektir.”[405] İbn Abbas şöyle der: “Kim Allah için sever, Allah için buğzeder ve Allah için dostluk ve velâyet yetkisini kullanır, Allah için düşmanlık beslerse, o kimse bu yaptıkları sâyesinde gerçekten Allah’ın dostluğuna erişir (Allah’ın dostluğunu velîliğini kazanmış olur). Bir kimse de, bu nitelikleri taşımadığı sürece, ne kadar çok namaz kılıp oruç tutsa da, imanın hazzına ve tadına erişemez. Çünkü böyle insanlarla olan kardeşliğini (münâsebetini) sırf dünya ilişkilerine bağlamıştır. Böyle bir hal ise kişiye asla hiçbir şey kazandıramaz.” [406]

Mü’min, bazı dünyevî ilişkiler kurmak, alış-veriş yapmak mecbûriyetinde de olsa, yardımlarını da görse, hâkimiyetleri altında da bulunsa, tüm kâfirleri sevilen dostlar edinmeyecektir. Kâfirleri düşman kabul etmek, bazı görevleri yerine getirmeyi zorunlu kılar. Onları düşman kabul eden kimse, kâfir ve münâfıkları taklit edemez, onlara benzeyemez. Onlara benzeyen, onları yüceltmiş, onlardan olmuş olur. [407]

Her din ve ideolojinin dostluk ve düşmanlık anlayışı kendine hastır: Komünizmin, enternasyonalizmin, hümanizmin dost-düşman anlayışı kendi bâtıl dinleri, yani ideolojileriyle ilgilidir. Kendi yoldaşları onlar için sınır tanımaz dost; kendi ulusu, farklı ideolojiye mensupsa düşmandır. Nâzım Hikmet’in deyişiyle “Vatanım rûy-ı zemîn, milletim nev-i beşer” anlayışı. (Müslümanın vatanı, İslâm’ın hâkim olduğu yer, yani dâru’l-İslâm; milleti, bütün Muhammed ümmeti, yani tüm müslümanlar olmalı.) Batı dünyasının ve özellikle ABD’nin dostluğu düşmanlığı yok, çıkarları, ülke menfaatleri vardır. Ama, bununla beraber, onları bizden ve hatta onlardan iyi tanıyan Rabbimiz’in hükmü: “Onların milletine/dinine uymadıkça yahûdiler de hıristiyanlar da senden asla râzı olmayacaklardır.”[408] Batıyı örnek almaya çalıştığı halde ne batılı olabilen ne doğulu kalabilen ülkelerdeki dostluk-düşmanlık anlayışı da kaypak mı kaypaktır. Tarih kitaplarına bile bu renksiz ve kimliksiz bakış yansır. “Düşmanlar, ülkeyi işgal etti, düşmanlar şunları yaptı...” Ama, düşmanların kim olduğu net değildir. Kurtarıcılar, ülkeyi düşmanlardan kurtardılarsa, düşmanların işgal ettiğinde uygulayacakları kanun, ahlâk, eğitim vb. icraat niye onlardan daha katı ve baskıcı şekilde uygulanır ve İslâm birinci tehlike ve büyük düşman ilân edilir? Bu kimliksiz yaklaşım, hangi ülkelerle dost, hangileriyle düşman olunduğu belli olmayacak zikzaklar çizen tavırları getirir... Irkçı milliyetçilere göre dostluğun ölçüsünü kan belirleyecektir. Düşman da başka ırklardır: “Türk’e Türk’ten başka dost yoktur!”, “her şey Türk için, Türk’e göre, Türk tarafından!”, “Tanrı Türkü korusun!”

Mü’min için ölçü nettir: Allah için sevgi, Allah için buğz; Allah için dostluk ve Allah için düşmanlık. Dost, gerçek Velî’ye, ölümsüz Dost’a bizi yaklaştıran; düşman da, bizi O’ndan uzaklaştırandır. Allah’ı gerçek anlamda “tek dost” kabul eden, hiç O’nun düşmanlarını, O’na dost olamayanları sevebilir mi?! “Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse (bilsin ki) Allah, sevdiği ve kendisini seven, mü’minlere karşı alçak gönüllü (şefkatli), kâfirlere karşı onurlu ve zorlu bir toplum getirecektir. (Bunlar) Allah yolunda cihad ederler ve hiçbir kınayanın kınamasından korkmazlar (hiç kimsenin kınamasına aldırmazlar). Bu, Allah’ın dilediğine verdiği lütfudur. Allah’ın lütfu ve ilmi geniştir.”[409]; “Muhammed Allah’ın Rasûlü/elçisidir. Beraberinde bulunanlar da kâfirlere karşı çetin (şiddetli), kendi aralarında ise merhametlidirler...” [410]

Günümüz müslümanlarının önemli bir kesimi, dostluk ve düşmanlıktaki ölçüyü unutup farklı görüşteki müslümanlara düşman gibi davranıp onları itiyor; kendilerine şimdilik dokunmayan ılımlı kabul ettikleri kâfirlere sempati besleyerek dost gibi yaklaşabiliyor. İctihadî yorumlar ve göreceli doğrular, grup taassubundan dolayı mutlak doğru kabul edilip farklı müslümanlara düşmanca tavırlar, şiddetli eleştiriler, hatta haksız tekfirler ve onlarla dostluğa tenezzül etmemeye varan bağnazlıklar sergilenebiliyor. Bütün müslümanlarla samimi olmayabiliriz; ama samimi olduklarımız, mutlaka samimi müslümanlardan olmalı. Bütün kâfirlerle ilişkimizi koparmayabiliriz, ama onlarla gönül dostu olmamız onlardan olmak, onların dinine girmek kabul edilmeli. Dost, imandaştır, gönüldaştır, fikirdaştır çünkü. “Kişi, dostunun dini üzeredir.” [411]

Ve dostluk, sevgi kuru bir iddia değildir. Allah’a dost olmak, Allah’ı sevmek, davranışla isbatlanmadıkça, kuru bir iddiadan, insanı kurtarmayan bir avuntudan ibarettir. Allah’la ve müslümanlarla dost olduğumuzu, dillendirmekten öte davranışımızla göstermeliyiz. “Rasûlüm! De ki: ‘Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın.”[412] Düşmanlık da dostluk da; bedeli olan, ispatlanması gereken bir bağlılık ya da red; ilişki veya bağları koparmaktır. “Allah size imanı sevdirmiş ve onu gönüllerinize süslemiş, sindirmiştir. Küfrü, fıskı ve isyanı da size çirkin göstermiştir. İşte doğru yolda olanlar bunlardır.”[413]; “Hep birlikte Allah’ın ipine (Kur’an’a, İslâm’a) sımsıkı yapışın; parçalanmayın. Allah’ın size olan nimetini hatırlayın: Hani siz birbirinize düşman kişiler idiniz de O, gönüllerinizi birleştirmişti ve O’nun nimeti sâyesinde kardeş olmuştunuz. Yine siz bir ateş çukurunun tam kenarında iken oradan da sizi O kurtarmıştı.” [414]

Sevgi ve dostluğun gerekleri vardır. Bunları şöyle sayabiliriz: Allah için yardım, ikram, saygı, gerek kalple ve gerek dış görünüş ve tavırlarla kişinin sevdiğiyle beraber olması. Hayatın zorluklarına ve kâfirlerin baskılarına karşı ona destek olup moral vermek, onu küfre ve kâfirlere karşı güçlü ve hâkim kılmak, üzüntüsüne ve sevincine ortak olmak. Allah’ı sevmek ve Allah’la dost olmak demek; Allah’ın dostlarını sevmek, onlara yardımcı olmak, onların yanında yer almak, Allah’ın dinine yardım etmek demektir.

“Kişi, dostunun dini üzeredir. İnsan kiminle dostluk kurduğuna dikkat etsin!” [415]

Kur’an, dostlukları ve dostları ikiye ayırır: Allah’ın dostları ve şeytanın dostları. Her insan, bu iki sınıftan birine mensuptur. Allah’ın velîsi/dostu, yani “evliyâullah” ol(a)mayan, mutlaka şeytanın velîsi/dostu, yani “evliyâu’ş-şeytan”dır; üçüncü bir grup yoktur. “Allah iman edenlerin velîsi (dostu ve yardımcısı)dır. Onları küfrün karanlıklarından (kurtarıp iman) nûr(un)a çıkarır. Küfredenlerin dostları ise tâğuttur. O da onları (insanî fıtratları olan İslâm’ın) nûrundan (ayırıp) karanlıklara çıkarır. İşte onlar ateş ashâbıdır (cehennemliktir). Onlar orada (bir daha çıkmamak üzere) ebedî kalıcıdırlar.”[416]; “İman edenler Allah yolunda savaşırlar. Kâfir olanlar da tâğut yolunda savaşırlar. (Ey mü’minler!) siz şeytanın evliyâsı (velîleri, dost ve yandaşları, ordusu olan kâfirlerle) savaşın. Şüphesiz şeytanın hilesi zayıftır.” [417]

“Eğer onlar Allah’a, Peygamber’e ve ona indirilene iman etmiş olsalardı, onları (müşrik, kâfir, hıristiyan, yahûdi ve münâfıkları) dost edinmezlerdi. Fakat onların çoğu fâsıktır, yoldan çıkmışlardır.”[418]; “...İçinizden onları dost tutanlar, onlardandır!”[419] Kâfirleri dost kabul etmek, iman ile çelişmektedir. Hem iman, hem de onları dost edinme olayı, ikisi beraber bir kalpte toplanamazlar. İman, onları dost edinmemeyi gerektirmektedir. Düşmanlık ve dostluğun imanla ilgisi değerlendirilmediğinden, bugün müslümanların çoğunluğu açısından dost-düşman karışmış, düşmanlarının oyununa gelen müslüman yığınlar, bunca zararlarına rağmen hâlâ Allah’ın düşmanlarının ve kendisinin düşman olması gerekenlerin yardımcısı, destekleyicisi, emrindeki memuru, hizmetçisi, kulu-kölesi, askeri... olabilmektedir. “Müslümanım!” diyen nice insan, kâfirlerin koyduğu küfür kanunlarına, onların ortaya attığı felsefî düşünce ve dünya görüşlerine, ideolojilerine sevgi besleyebilmekte, onlara gönül rızâsıyla uyup teslim olabilmekteler. Hanımlarını, kâfirlerin hanımlarına benzetebilmekte, onlar gibi giyinmelerini (soyunmalarını) ilericilik ve çağdaşlık kabul edebilmekteler. Allah ve Rasûlü’yle savaş demek olan fâiz[420] olmaksızın ticarî hayatı düşünememekteler...

Bazı kâfirlere, dost olmanın ötesinde, hatta hayranlık duyanlar, destekleyip alkışlayanlar, onları velî kabul ederek seçip işbaşına getiren, yetki verenler, onların izini takip eden, itaat eden, onları örnek alanlara ne demeli!? Keler deliğine girseler bile onlara imrenip taklit etmeye çalışan, onları model kabul edip modalarına uyanlara nasıl bir sıfat bulmalı!?

“(İnançta ve amelde) Bizden başkasına benzeyen Bizden değildir.”[421] diyen Rasûl’ün onları reddettiğini, daha doğrusu onların bu davranışlarıyla Rasûl’ün yolunu reddetmiş olduklarını görmek zorundayız. Bu tesbit, câhil müslümanları dışlayıp tekfir etmek, onları kendi hallerine terketmek için değil; muhâtaplarımızı tanımak, hastalığı teşhis edip tedavi için bize çok şeyler düştüğünü, görevimizin ve sorumluluğumuzun çok büyük olduğunu kabullenmek için olmalı. Bu değerlendirme, konum tesbiti açısından önemli; çevremizde bize ve yakınlarımıza da sirâyet etme ihtimali olan bulaşıcı şirk mikroplarının tanınması ve tedbir alınması için...

Gerçek mü’min, İslâm şahsiyetini ve müslüman kimliğini yüce ve aziz tanımak, bütün kâfirleri ve münâfıkları zelîl/aşağılık bilmek; bu sebeple onlara karşı onurlu ve zorlu olmak mecbûriyetindedir. “İzzet (yücelik, kuvvet ve hâkimiyet) yalnız Allah’ın, O’nun Peygamberinin ve gerçek mü’minlerindir. Ne var ki, münâfıklar bu gerçeği bilmez, anlayamazlar.”[422] Mü’min, İslâm şahsiyetinin yüceliğine inanmak zorunda olduğu gibi, bütün kâfirlerin aşağılık olduklarına, hayvanlardan daha sapık ve pislik olduklarına inanmakla da yükümlüdür. “(Ey Peygamber!) Sen onların çoğunluğunu (Hakkı) dinler, akıllarını kullanır mı sanırsın? Onlar ancak hayvanlar gibidirler; hatta yolca daha da sapıktırlar.”[423] “Ey iman edenler! Müşrikler ancak bir pisliktir...” [424]

“Allah’a ve âhiret gününe iman eden bir toplumun -babaları, oğulları, kardeşleri yahut akrabaları da olsa- Allah’a ve Rasûlüne düşman olanlarla dostluk ettiğini göremezsin. İşte onların kalbine Allah, imanı yazmış ve katından bir ruh ile onları desteklemiştir. Onları içlerinden ırmaklar akan cennetlere sokacak, orada ebedî kalacaklardır. Allah onlardan râzı olmuş, onlar da Allah’tan hoşnut olmuşlardır. İşte onlar, hizbullahtır, Allah’ın tarafında olanlardır. İyi bilin ki, kurtuluşa erecekler de sadece Allah’ın tarafında olanlardır.”[425] Bu âyet-i kerime, Allah taraftarlarıyla şeytan yandaşları arasında tam ve kesin bir ayrılığın olması gerektiğini ortaya koymuş oluyor. Mü’minin her türlü câzibeden ve her çeşit tarafgirlikten sıyrılarak müslümanların safında yer alması, bir tek kulpa sarılması ve bir tek ipe bağlanması gerekir. İslâm’ın olduğu yerde ırkçılık, nesebcilik, akraba savunuculuğu, aile asabiyeti ve yakınlık dâvâsı yok; vatan, cins, asabiyet ve kavmiyetçilik, bölgecilik vb. bir şey yok. Allah’ın istediği şeylerin dışında hiçbir şeyi tabulaştırmak yok. Sadece ve sadece akîde ve onun bayrağı altında durmak vardır.

Kâfirlerle dostluk kurmanın tehlikesi bütün müslümanlaradır. Böyle bütün müslümanlara zarar getiren bir olay, bir kimsenin sadece kendisinin kâfir olmasından da büyük bir tehlike ortaya koyar. Birinin zararı, topyekün müslümanlara iken, diğerinin sadece kendisinedir. Kâfirlere karşı olan dostluğun özellikleri şunlardır: Kâfirlerin küfrüne rızâ göstermek, onları tekfir etmemek, onların bâtıl dünya görüşlerini tasdik etmek, onları velî, yani dost ve yönetici olarak kabul etmek, onları işbaşına geçirmek, onları sevmek, onlara uyup itaat etmek. İşte bütün bunlar, kişinin kâfirleri dost kabul ettiğini, yetkisini onlara verdiğini göstermektedir. Kişi, dostluk, sevgi ve rızâyı kâfirlere gösterirse, bu küfrü gerektirir. Şayet sevgi ve rızâ, mü’minlere karşı ise, bu da imanın gereğidir.

İman, kabul etmeye ve sözleşmeye dayalı bir dostluk simgesidir. Bunun neticesi de Yaratıcı’ya teslim olmaktır. Bu teslimiyet, ahd, mîsak ve velâ kavramlarıyla ifade edilir. İnsan, dostunu ve düşmanını tanımak zorundadır. Hz. Âdem ve Havvâ’ya, yaratıldıkları ilk zamanlarda Allah düşmanlarını tanıttı, onları uyardı. “Muhakkak bu (İblis) sana ve zevcene düşmandır. Sakın sizi cennetten çıkarmasın; sonra zahmet çekersin. Çünkü senin acıkmaman ve çıplak kalmaman ancak burada mümkündür ve sen burada susamazsın ve sıcaktan bunalmazsın.”[426] İnsanın ilk yanlışı, düşmanını dost zannetmesiyle oldu; İnsanın cenneti kaybetmesinin sebebi, düşmanına karşı tedbir almayışı, onun hile ve tuzaklarına kanmasıdır. Bırakın insanı, hayvanlar bile düşmanlarını bilir; kendisini ve neslini düşmanından korumaya çalışır. Bir tavuk, özellikle yavrusunu düşmanından sakınmak için, nasıl fedâkârlık ve kahramanlık yapar, gözleyenler bilir.

Dostluk-düşmanlık konusunda hatırımızdan çıkarmamamız gereken özelliklerden biri de, “gâvurun atına binen, onun kılıcını kuşanır” atasözünün ve “bugün yardım alan, yarın emir alır” vecîzesinin gerekleridir. Hırsızı yakaladığımızı zannederken, hırsız tarafından yakalanan konumuna düşmemeli, ava giderken kendimiz avlanmamak için tedbirler almalıyız.

Velîliği Gerekli Olanlar: Müslümanlar Allah’ı, O’nun elçisini ve mü’minleri velî/dost olarak bilmek zorundadırlar. Allah’ı, Peygamberi ve mü’minleri velî edinenler “hizbullah/Allah taraftarı” ünvânını kazanırlar ve onlar şüphesiz bâtıl taraftarlarına karşı üstün gelirler. Velâyet gerçeğini anlamış olan iman sahibi kimse, gerçek ve değişmez velî olarak Allah’ı tanır.[427] Bu şuura eren bir mü’min, Allah’ın dışındaki kimselerle kuracağı dostlukta hareket noktası Allah’a ait velîlik ölçüsüdür. Yani o, Allah’a velî olanlarla velilik bağını kurar, ama Allah’ın düşmanlarına velî gözüyle bakamaz.

Kur’an, mü’minlerin dostlarını (velîlerini) şöyle açıklıyor: “Sizin velîniz, ancak Allah, (O’nun) Rasûlü, rukû’ ediciler olarak namaz kılan ve zekâtı veren mü’minlerdir.”[428] Velâyet, her şeyden önce bir iman, duygu ve birbirine destek olma beraberliğidir. Bundan dolayı bütün müslümanlar karşılıklı velî olmak durumundadırlar. Bunun ilk örneğini sahâbe toplumunda görüyoruz. İman edip Allah için hicret eden Muhâcirler ile onlara yardım eden Ensar birbirlerinin velîsidirler. [429]

“Mümin erkekler ve mü’min kadınlar, birbirlerinin velisidirler. İyiliği (ma’rûfu) emrederler, kötülükten (münkerden) alıkorlar, namazı kılarlar, zekâtı verirler, Allah’a ve Rasûlüne itaat ederler. İşte Allah onlara rahmet edecektir. Allah daima Aziz’dir (üstündür), Hakim’dir (hüküm ve hikmet sahibidir).”[430] Müslümanlar nerede olurlarsa olsunlar, İslâm’ı ihlâsla yaşayan takvâ sahibi mü’minlerle veli/dost olmak zorundadırlar. Bu tavır imanın gereğidir.

Velî Edinilmesi Yasak Olanlar: Allah’ı bırakıp, ya da O’nun yanında özellikle kendisine kulluk yapma anlamında velîler (putlar) bulmak câiz değildir. Böyle yapanlar Allah’a şirk koşmuş olurlar. Allah’tan başkalarını velî (dost-yardımcı) tutanların hali örümceğin yuvasının durumuna benzer. Örümceğin yuvası hem çok zayıftır hem de emniyetli değildir.[431] Müslümanlar da insanlardan bazılarını veli (dost-yardımcı) edinemezler. Çünkü Rabbimiz müslümanlarla diğer insanlar arasında olması gereken velâyetin sınırlarını çiziyor, mü’minlere kimden fayda, kimden de zarar geleceğini haber veriyor.

Kur’an, İslâm’a karşı mücâdele eden ve müslümanlara düşmanlık besleyen kitap ehlinin velî/dost ve sırdaş edinilmesini yasaklıyor.[432] “Ey iman edenler! Sizden önce kendilerine kitap verilenlerden dininizi alay ve oyun (konusu) edinenleri ve kâfirleri velî olarak tutmayın. Ve eğer inanıyorsanız, Allah’tan ittika edin (korkup sakının).”[433]; “Ey iman edenler! Yahûdileri ve hıristiyanları velî edinmeyin, onlar birbirlerinin velîleridir. Sizden kim onları velî edinirse o da onlardandır…” [434]

Müslümanlar, kendi din kardeşlerini bırakıp Kur’an’ın kâfir dediği kimseleri velî/dost edinemezler.[435] Hatta mü’minler, küfrü imana tercih eden, İslâm’dan yüz çeviren ana babaları bile olsa onları velî edinemezler.[436] “Ey iman edenler! Mü’minleri bırakıp kâfirleri velîler edinmeyin. Kendi aleyhinize Allah’tan apaçık olan kesin bir delil vermek ister misiniz?” [437]

Kur’an, şeytanın da velî edinilmesini yasaklıyor. Onu velî edinen şüphesiz büyük zarara uğrar.[438] Onu velî edinenler Kıyâmet gününde ondan başka velî (yardımcı) bulamazlar.[439] Şeytan ancak iman etmeyenlerin velîsidir.[440] Üstelik şeytanlar kendi velîlerine (dostlarına) mü’minlerle mücâdele etsinler diye telkinde bulunurlar. Mü’minler, şeytanların dostlarına itaat ederlerse müşriklerden olurlar. [441]

Hiç bir faydası ve zararı olmayan putları velî haline getiren müşrikler büyük bir yanılgı içerisindedirler.[442] Putları velî edinenler, onların şefaatlerini, yardımlarını ve desteklerini beklerler.[443] Buradan hareketle denilebilir ki, putlardan ilâhî yardım, destek ve sevgi, yakınlık ve iyilik beklemek, onları tanrı haline getirmenin göstergesidir. Allah’a ‘Velî’ denilmesi, tıpkı O’na ‘Rab’ denilmesi gibidir. Çünkü ilâhî yardım, destek, dostluk, yakınlık ancak O’ndan gelir, O, bütün insanların işlerinin velîsidir. Bu anlamda velâyet hakkı sadece O’nundur.

Tapınılmak için uydurulan tanrılar, ya da kendini tanrı yerine koyan, Allah’ın hükümleri yerine kendi ilkelerini uygulayan tâğutlara veli/dost gözüyle bakılamaz. “Allah, mü’minlerin velîsidir (dostu ve yardımcısıdır). Onları karanlıklardan nûra çıkarır. Küfredenlerin velîleri ise tâğuttur. O da onları nûrdan karanlıklara çıkarır. İşte onlar ateşin (cehennemin) arkadaşıdırlar, orada devamlı kalıcıdırlar.” [444]

Allah’ın gazap ettiği topluluklarla da velâyet bağı kurulamaz. Çünkü onlar yaptıkları büyük hatalarla yoldan çıkmışlardır ve Allah’ın gazabını hak etmişlerdir.[445] Müslümanların düşmanı oldukları gibi, Yüce Allah’ın ve O’nun dininin de düşmanı olan müşrik kimselere velî olunmaz. Allah rızası için yola çıkmış mü’minler, haktan ayrılmış bu gibilere velî/dost gözüyle bakamazlar.[446] Dinde ikiyüzlü davranan münâfıklar da müslümanlara velî olamazlar. Mü’minler, çevrelerinde münâfıkların zararlı faaliyetlerini gördükleri, onların müslümanları aldatıp çıkar sağladıklarını bildikleri halde onları velî/dost edinemezler. Toplumun velâyetini, yani yönetim yetkisini bu iki dinli kimselere emanet edemezler. [447]

Farsça’da “seven, sevgili, yâr” anlamındaki “dost” kelimesinden dilimize geçen dostluk, İslâmî literatürde sadâkat, uhuvvet, meveddet, sohbet gibi değişik kelimelerle ifade edilmiş, ayrıca “velî” ve “rafîk” kelimeleri başka anlamları yanında, dost mânâsında da kullanılmıştır. Kur’ân-ı Kerim’de bu anlamda en çok geçen kelime, “velî”dir. İnsanlar arasındaki samimiyet ve sevgiye dayalı bağlılık haline dostluk diyoruz. Kur’ân-ı Kerim’de dostluk, bütün mü’minlerin şiarı ve özelliği olarak gösterilir: “Mü’min erkekler ve mü’min hanımlar birbirlerinin dostudurlar.”[448] Dostluk, ancak Allah içindir. İslâm dışı bir gâye için dostluk kurulmamalıdır. “Sizin dostunuz Allah, O’nun elçisi (Hz. Muhammed) ve iman edenlerdir.”[449] Dostlukların kurulmasında kan bağı yerine inanç birliğinin esas alınması gerekir: “Ey iman edenler! Eğer iman yerine küfrü beğenip tercih etmişlerse babalarınızı ve kardeşlerinizi bile velî/dost kabul etmeyin. Sizden kim onları dost edinirse, işte onlar zâlimlerin kendileridir.” [450]

Allah’ın iman edenlerin dostu olduğunu bildiren âyetlerin çoğunda “velî” kelimesinden sonra “nasîr”, “şefî’”, “vaak”, “hamîd” , “mürşid” gibi sıfatlara veya benzer mânâlar ihtivâ eden ifadelere yer verilerek dostun sevdiği için bir yardımcı, koruyucu, kurtarıcı, yüceltici, iyiliğe yöneltici olması, bu şekilde dostluğun sevgiye dayanması ve pratik ahlâkî sonuçlar doğurması gerektiğine işaret edilmiştir. Mü’minlerin kardeş olduğu,[451] vaktiyle onlar birbirine düşman iken Allah’ın gönüllerini kaynaştırmasıyla dost ve kardeş olduklarını[452] bildiren âyetler de geniş kapsamlı dostluğun önemini anlatmaktadır.

Kur’ân-ı Kerim’de yine dostluk anlamında kullanılan “hulle” kelimesi, sözlüklerde genellikle “kalbin derinliklerine nüfuz ederek kökleşen engin dostluk” şeklinde açıklanmaktadır. Allah’ın Hz. İbrâhim’i dost (halîl) edindiğini,[453] âhirette zâlimlerin “keşke falanı dost edinmeseydim!”[454] şeklindeki pişmanlığını anlatan âyetlere göre hulle kelimesi, ilgili diğer terimlerden daha dar kapsamlı, fakat daha içten, güçlü bir dostluğu ifade etmektedir.

Hadis-i şerifteki “Kişi, dostunun (halîl) dini üzeredir.”[455] ifadesi, dostluğun ancak ahlâkî, psikolojik vb. yönlerden uyuşabilenler arasında kurulabileceği şeklindeki görüşün özlü bir ifadesidir. İnsanların farklı tabiat ve karakterlerde yaratılmış olmasının bu uyuşma ve kaynaşmadaki rolünü belirten “Ruhlar bir araya getirilmiş gruplar gibidir; tanışıp uyuşanlar birleşir, uyuşmayanlar ayrılır.”[456] meâlindeki hadis, dikkat çekicidir. [457]

Kur’an, kâfirleri dost edinmeyi yasaklar: “Mü’minler, mü’minleri bırakıp da kâfirleri dost edinmesinler. Kim böyle yaparsa Allah’tan ilişiği kesilmiş olur, artık Allah’tan hiçbir şey beklemesin. Ancak onlardan (kâfirlerden gelebilecek tehlikelerden) sakınma haliniz (takıyye) başkadır. Allah, kendisine karşı (gelmekten) sizi sakındırıyor. Dönüş, yalnızca O’nadır. De ki: ‘İçinizdekileri gizleseniz de, açığa vursanız da Allah onu bilir. Göklerde ve yerde olanları da bilir. Allah her şeye gücü yetendir.”[458] Müfessir Beyzavî, bu âyetin tefsirinde şöyle diyor: Eğer kalplerinizde kâfirlere karşı bir sevgi ve dostluk meyli varsa, onu saklasanız da, açığa vursanız da Allah bilir. Zira göklerde ve yerde olan her şeyi bilen Allah, elbette sizin gizlinizi de âşikârınızı da bilir. Ayrıca O, kâfirlere dost olmanızı yasaklamasına rağmen, yine de siz bundan vazgeçmezseniz, sizi cezalandırmaya da kadirdir. Kısaca, O’nun muttalî olmadığı ve cezalandırmaya gücünün yetmediği hiçbir kötülük ve isyan bulunmadığına göre, O’nun emrine âsi olmak cür’etini göstermeyin.

Allah düşmanlarını sevmek, mü’mine yakışmaz; zaten kâfirler de mü’minleri sevmezler: “Ey iman edenler! Sizden olmayanı dost, sırdaş edinmeyin. Onlar sizi şaşırtmaktan, size fenâlık etmekten geri kalmazlar. Sıkıntıya düşmenizi isterler. Öfkeleri ağızlarından taşmaktadır; sînelerinin gizlediği (içlerinde sakladıkları düşmanlıkları) ise daha büyüktür. Size âyetlerimizi açıkladık, eğer düşünürseniz.”[459]; “Kâfirler de birbirlerinin dostudurlar.”[460] Mü’minler, birbirlerine kızıp da kâfirlere yönelemezler: “Ey iman edenler! Mü’minleri bırakıp da, kâfirleri dost edinmeyin.”[461] Peygamber Efendimiz de şöyle buyurmuştur: “İnsan, dostunun dinindedir. Bundan dolayı dost edineceği kişiye dikkat etsin.”[462]; “İnsan, sevdiği ile beraberdir.”[463] Mü’minler birbirleriyle dostluk yapmazlarsa ne olur? “Kâfirler, inkâr edenler birbirlerinin dostlarıdır. Eğer siz aranızda dost olmazsanız yeryüzünde büyük fesat/kargaşa, büyük bozgun ve fitne çıkar.” [464]

Dünya hayatında her insanın onunla samimi olacağı, duygularını paylaşacağı, seveceği ve sevileceği, görüş birliğinde bulunacağı dostlara ihtiyacı vardır. Dostluklar, Allah rızâsı için ve çıkarsız olursa sürekli olur. Bir mü’minin genel olarak bütün mü’minlere dostluk göstermesi gerekir. Ayrıca, fert olarak her mü’minin en çok sevdiği, bağlandığı dostları, arkadaşları da bulunur. Hz. Muhammed (s.a.s.) ile Hz. Ebû Bekir arasındaki dostluk gibi...

İslâmî dostluk kavramı, batılı hayat tarzındaki dostluk kavramından apayrıdır. Çünkü bu dostluk, yüzeysel bir dostluk olmayıp sorumluluk, ahde vefâ, kendisi için istediğini kardeşi için de istemek gibi derin mânâlara sahiptir. Kur’ân-ı Kerim velâyet kelimesi ile dostluğu, kâmil anlamda tek kelimede zikreder. Dostluk velâyetin izahıdır ve müslümanlar velâyeti müslümanlara verirler. Bunun anlamı, dostluğun getirdiği bütün maddî ve mânevî sorumluluktur, birlikteliktir, yardımdır, sevgidir, kardeşliktir.

Dostluğun itikadî, amelî ve ahlâkî yönleri vardır. Dostluğun itikadî yönlerini, müslümanların tevhid anlayışı belirler. Amel olarak, müslümanların birbirini sevmesi ve birliktelik oluşturmaları zorunludur. Cemaat, Allah’ın rahmetine, rızâsına, af ve mağfiretine, dünya ve âhiret mutluluğuna sebep olur. Ayrılık ise, yüzleri karartır, Allah’ın azabını çağrıştırır. Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurur: “Üç konuda müslümanın kalbi kin tutmaz, hıyânet etmez: Amellerde ihlâs, devlet adamlarına nasihat, cemaatten ayrılmama.”[465] Müslümanın sorumlu olduğu haklar ikidir: Allah hakları, kul hakları. Bunlar birbiriyle içiçedir. Dostluğun temeli sevgiye dayanır. Hiç kimse Allah’tan başka bir şeyi gerçek ve mutlak anlamda sevemez ve O’ndan başkasını mevlâ ve dost edinemez. Dost olarak Allah yeter. Mü’minler birbirlerini Allah rızâsı için severler.

Kul, Allah’tan başkasına güvenirse, sonunda zararlı çıkar. Kim bir insanı bir üstünlüğünden, mevkiinden, güzelliğinden, asâletinden veya zenginliğinden dolayı seviyorsa, bu sevgi çıkar amaçlıdır. Yapılanlar Allah rızâsı için olmayınca mutlaka bir çıkar içindir ve bu, insanı kötülüklere sürükler. Hz. Peygamber (s.a.s.): “Zengine zenginliği için saygı duyan kimsenin dininin üçte biri (diğer rivâyette, üçte ikisi) gider.” buyurmuştur. O halde mü’minler, en güzel ahlâk üzere olan Rasûlullah’ı her insandan daha çok sevmedikçe tam mü’min olamazlar. Başkalarına bel bağlayan zarardadır. Allah’ın hoşuna gitmeyeceğini bildiği halde insanlara şirin gözükmeye çalışmak imanın zayıflığındandır.

Allah, sâlih kullarını dost edinir. “Kim, insanların kızması pahasına Allah’ı dost edinmekle O’nu râzı ederse Allah o kimseyi insanların nazarında yüceltir. Kim de Allah’ın gazabına rağmen insanları râzı ederse, artık onu Allah’ın azâbından hiçbir şekilde kurtarmak mümkün olmaz.”[466] Demek ki, dostluğun itikadî temeli budur. Bazen insanlar birbirlerine karşı haksız ve zâlim olurlar.

“Ancak bu şeytan, dostlarını korkulu gösteriyor.”[467] Şeytana uyanlar düşmanla dostluk kurar ve münâfık olur. Oysa dostluk için ölmek de vardır: “Nice peygamberler var ki, beraberlerinde rabbânîler savaş yaptılar da başlarına gelenlerden dolayı gevşemediler, güçsüzlük göstermediler, boyun eğmediler.” [468]

Cemaat dostluğu konusunda önemli bir konu da, isim sorunudur. Müslümanın “İslâm”dan başka bir kimliği, “müslüman”dan başka bir adı yoktur. İsimlendirmeler sebebiyle dostluk göstermek veya düşmanlık yapmak müslümana yakışmaz. Üstünlük, öncelikle takvâ ile ile olduğu gibi, Allah Kur’an’da “müslüman”, “mü’min”, “Allah’ın kulları” diye ad vermiştir. Bir başka deyişle, müslümanların cehâletleri yüzünden meydana getirdikleri ad sorunu; mezhebe, tâbi olunan imama, ırka, öndere, ideolojilere göre insanları dost-düşman diye ayırma sorunudur. Adı müslüman olmayan hiçbir inanç ve düşünce akımıyla dostluk kurulmaz; dostluk ancak akîde ve inanç birliğinde sözkonusudur.

Mü’minlerin içinde nefsine uyan öyle kimseler vardır ki, az bir menfaat karşılığında müşriklere meylederler. Müşrikler, Hz. Muhammed (s.a.s.) ile böyle câzip dünyevî tekliflerle dostluk kurmak istemişlerdi de Allah onu korumuştu: “Onlar seni sana vahyettiğimizden çevirip başka şeyi uydurmayı ve Bize atfetmeyi istediler ki, o zaman seni öz dost edineceklerdi. Biz seni sağlamlaştırmamış olsaydık, sen belki onlara biraz meyledecektin.” [469]

Müşriklerin bu metodu, her zaman İslâm dâvetçilerine uygulanmaktadır. Onlar, her zaman İslâm dâvetçilerine nüfuz edip yolundan saptırmaya, dâvânın kuvvetini bozmaya çalışırlar. Şeytan birçok mü’mini bu yolla avlar ve bazıları rahatça kendilerini aldatarak müşriklerin dostluğuna yanaşır. Ne yazık ki tevhidden çok uzaklarda bulunan çağdaş müslümanları, kâfirler tek tek avlayarak İslâm ümmetini tümüyle parçalamışlardır. Müslüman, kimle dostluk edecektir? “Gerçek dostum!” diye hakikaten gösterebileceği kim veya kimler olabilir? Kur’ân-ı Kerim’in hakiki dostun Allah olduğunu belirtmesi, bu dostluğun çerçevesini kesin olarak belirlemiştir. [470]

Bugün insanlar eliyle üretilen fikir ve düşünce sistemleri, düzenler, eğitim ve çevre şartları gibi insanları derinden etkileyen araçlar, Allah ve Rasûlüne savaş açmış durumdadır. Eğitim ve öğretim, düşünce sistemleri, fikir akımları, ırkçılık, beşerî ideolojiler, misyoner faâliyetleri, dinsizlik propagandaları, Darwinizm, materyalizm, sosyalizm, siyonizm, hümanizm, laiklik, özgürlük anlayışı, sanat faâliyetleri, sinema, tiyatro, medya, ilân ve reklâm araçları, dünya görüşleri, futbol ve müzik tutsaklığı, kapitalizm ve tüketim alışkanlıkları, insanları fıtratlarından ve Allah’ın dostu olma özelliklerinden sıyırmak için en dehşetli silâhlar ve şeytanî araçlar olarak kullanılıyor. Bu kadar çok yönlü ateş altında kalan savunmasız, câhil ve her şeyden önemlisi kâmil imandan mahrum bırakılan halk, elbette Allah’a dostluğa giden yolu bulamıyor, bilinçsiz de olsa şeytanın dostluğuna meylediyor.

Lâ ilâhe illâllah diyen bir müslümanın, İslâm akîdesi ile çelişen her türlü fikir ve akımdan uzaklaşması, Allah’ın indirdiğine aykırı her kanun, yasa, nizam, tüzük, düzenleme ve düzenden uzak olduğunu açıkça bildirmesi ve yaşayışıyla göstermesi gerekir ki, gerçekten tüm ilâhları reddetmiş olsun. Pyegamber’in amcası Hz. Abbas’ın dediği gibi, lâ ilâhe illâllah diyen kimse, bu sözüyle bütün (kâfir) dünyaya savaş açmış olduğunu bilmelidir. Kâfirler bütün güçleriyle İslâm’a ve gerçek müslümanlara saldırırken, müslümanın gündelik işlerle uğraşıp savaşçı olmaması düşünülebilir mi? “İman edenler Allah yolunda savaşırlar, kâfirler ise tâğut (bâtıl dâvâlar ve şeytan) yolunda savaşırlar. O halde şeytanın dostlarına karşı savaşın; şüphe yok ki şeytanın düzeni ve tuzağı zayıftır.”[471] Çağdaş müslümanın öyle bir derdi yok. O işiyle, aşıyla ve keyfiyle meşgul. Bahâneler de çok: “İmkânlarımız yok, taşlar da bağlı...” Filistin’li çocuklardan öğrenin bağlı taşları koparıp fırlatmanın yolunu, imanın en büyük imkân olduğunu, Allah’ın tarafını seçenin direnişini...

Bugün müslümanların kâfirler arasında bir selin içindeki köpük ve çer-çöp gibi olmasının temel sebeplerinin başında, düşman edinmeleri gereken kâfirleri dost kabul etmeleri yatmaktadır. Dünyada izzetin, onurun, devletin; âhirette cennetin bedeli, Allah’ı ve Allah taraftarlarını dost; şeytanı ve şeytanın askerlerini düşman kabul etmek ve dostluk ve düşmanlığını ispatlayacak davranışlarda bulunmaktır.

Velâyetin Siyasî Görüntüleri

Kur’an velîliği kan ve soy bağına değil, iman bağına bağlar. Yakın ve uzak akrabayla kurulacak olan iman ve velâyet bağı, onlar arasındaki dostluk ve sevgi atmosferi oluşturacaktır. İslâm, mü’minleri hangi renkten, hangi ülkeden ve hangi soydan olurlarsa olsunlar velî ilân eder. Onların birbirleri üzerinde velâyet hakları vardır. Onlar bu hakkını bir iman borcu olarak almaktadırlar. Bilindiği gibi mutlak velâyet yetkisi Allah’a aittir. O’nun Rasûlü Muhammed (s.a.s.) de, mü’minlere kendi öz nefislerinden daha “evlâ”dır, dostluk ve yardım bakımından daha yakındır. Peygamberimiz (s.a.s.), bütün mü’minlerin öncelikli velîsidir. O, mü’minler üzerindeki bu velâyet hakkını, peygamberlik görevini yerine getirerek, mü’minleri irşâd ederek, onlara doğru yolu göstererek kullanır.

Birbirlerinin velîsi olan mü’minlerin de birbirleri üzerinde velâyet hakları bulunmaktadır. Onlar bu hakkı, birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye ederek, ma’rûfu emrederek, münkerden alıkoyarak, birbirlerine yardım ederek, dostluğu ve sevgiyi birbirlerine göstererek, haklarını koruyarak velâyet yani yönetim makamına mü’min olanlardan başkasını geçirmeyerek, mü’minler aleyhine kâfirlere/inkârcılara ve bozgunculara destek olmayarak kullanırlar.[472] Bu âyetle, kâfirler ve ehl-i kitapla velâyeti yasaklayan âyet, yanyana düşünüldüğü zaman ‘velâyet’ kavramı ‘dostluk, koruma ve yardım’ anlamlarından, ‘temsil ve yönetme yetkisi’ anlamlarına doğru genişler. Bu anlamda velâyet ‘kamu velâyeti’dir, yani toplumun yönetimi için birine yetki vermedir. Mü’minler, bu velâyeti-yönetim yetkisini iman edip sâlih amel işleyen kimselere verirler. Müslümanlar adına tasarrufta bulunma yetkisi iman eden ve imanın getirdiği ilkelere her alanda uyan, kararları ve icraatlarıyla İslâm’a bağlılıklarını isbat etmiş kişilerde olmalıdır. [473]

Şüphesiz küfredenler, inanmamakta direnenler ve İslâm’a karşı her araca başvurarak mücadele edenler de birbirlerinin velileridir.[474] Onlar, her türlü günah işinde birbirlerine destek olurlar, yardım ederler. Dünyada iken Allah’tan başkasını velî edinenler, hem dünyada hem de Kıyâmette bir velî ve yardımcı bulamayacaklardır.[475] İslâmî yönetim sisteminde ‘ulu’l emr’in diğer adı ‘veliyyü’l emr’dir. İşin velîsi anlamındaki bu deyim, oldukça anlamlıdır. Mü’minlerin din ve dünya işlerinin emânetini yüklenen emir sahipleri, onların velâyetini almış, onların velîleri durumuna gelmiş kişilerdir. Bu velâyet hakkının da gerçek Velî olan Allah’ın hükümlerinin uygulanmasıyla elde edileceği açıktır. İman etmeyen, müslümanların gittiği yoldan gitmeyenlere bu işleri yapma velîliği (veliyyü’l emr emâneti) verilmez.

Görüldüğü gibi “velî” kavramı, Allah, peygamber, melek, mü’minler hakkında kullanıldığı gibi; şeytan, inkârcılar ve münâfıklar hakkında da kullanılmaktadır. Bütün kullanılışlardaki ortak nokta; yardım, dostluk, yakınlaşma, işini üslenme, idaresini başkasına verme anlamlarıdır. Velâyet, bu anlamda kullanıldığı gibi, İslâm kültüründe daha farklı bir mânâya da sahiptir. Velâyet, bir yönüyle siyâsî bir kavramdır ve yönetimle ilgilidir. Kelimenin sözlük anlamı, aile içinde babanın velî oluşunu, müslümanların din ve dünya işlerini emanet ettikleri yetki ve hak sahibini işaret ediyor. Mü’minler, bu velâyet hakkını kendilerinden olmayan kimselere veremezler. Yukarıda geçtiği gibi inkârcılar, bozguncu müfsitler, haddi aşanlar, münâfıklar, şeytanın dostları ve tâğutlar, mü’minlerin velîsi değildirler, olamazlar.

Öyleyse mü’minlerin, kendilerine asla velî olmayacak bu gibi kimselere, yönetim yetkilerini, dinlerine müdâhaleyi, bireysel ve sosyal hayatlarını bırakmamaları gerekir. Yalnız, şunu da hatırlatmak lâzımdır ki, mü’minlerin dışındaki insanların velî/dost edinilmemesi, asla kötü muâmele, hak ihlâli ve sürekli kavga hali demek değildir. Bilakis dinimiz, bütün insanlara iyi muâmele etmeyi emrediyor. Ancak velâyet bağı iman ile oluşan bir bağdır. Mü’minler inkârcılar ile bir arada yaşayabilirler, ama işlerini onlara emânet etmemeleri, onları sırdaş ve velî edinmemeleri şarttır.

 

Siyâsî Anlamda Velâyet-Kadın İlişkisi

İslâmî açıdan kadın, toplumun bir ferdidir. Sorumluluk bazında kadın ve erkek arasında bir fark bulunmaz. Mes’ûliyet açısından erkek hangi haklara sahipse, kadın da aynı haklara sahiptir. Sosyal, eğitim ve öğretim haklarının icrâ edilmesinde hiçbir fark yoktur. Kadın ailenin geçimi için meşrû olarak çalışabilmektedir. Yalnız bu konuda yetki, birinci derecede erkeğe aittir. Kadın, meşrû olmak kaydıyla karar verebilir.

Yüce Allah, Hz. Âdem babamız ve Havvâ vâlidemizi yaratmış, ikisine de aynı sorumluluğu vermiştir.[476] Şeytanın kandırmasıyla sorumluluğu sadece Hz. Âdem’e yüklememiştir: “Ben sizi o ağaçtan men etmedim mi?”[477] ifadesiyle bu durum açıklanmıştır. Hz. Âdem ve Havvâ’nın; “... Biz kendimize zulmettik...”[478] şeklindeki itiraflarıyla, kadın ve erkeğin suç konusunda farklı olmadığı anlaşılmaktadır.

Kur’ân-ı Kerim’de kadın ve erkek arasında sorumluluk ve görev bazında bir ayrım bulunmazken, kamu görevine katılıp katılmama hususunda değişik görüşler bulunur. Söz konusu iddiaların âyetlerden ziyâde, Hz. Peygamber’in hadisi ve örflere dayandığı anlaşılmaktadır. Buna göre, “kadınlardan idareci olur mu?” sorusuna verilecek cevap konumuzun aydınlanması açısından önem taşır. Kur’an’da, kadının böyle bir görev almasına mâni olan bir âyete rastlanmaz. Yüce Allah, idareci olacak kişide ehliyet, adâlet ve yapacağı işlerde Allah ve Peygamberini hakem tayin etme şartlarını arar.[479] Yoksa bu işleri yapacak kişinin erkek veya kadın olmasında bir sınırlamaya gitmez. Diğer taraftan, Kur’ân-ı Kerim’de Hz. Süleyman’ın muhâtap olduğu Sebe’ melîkesi Belkıs kıssası anlatılır. Adı geçen kraliçenin, yaptığı işlerde istişâre etmesi, zulümden uzak ve kararlı tutumu açıklanır. Hz. Süleyman’la tanıştıktan sonra, “Rabbim ben kendime zulmetmişim. Süleyman’la birlikte âlemlerin rabbi olan Allah’a teslim oluyorum...”[480] sözleri, onun makam ve saltanatının iman etmesine engel olmadığını hatırlatır.

Kadın hükümdarla ilgili başka bir örnek, Hz. Peygamber’in sünnetinde bulunur. Hz. Peygamber, İslâmî tebliğ çerçevesinde, İran kralına bir mektup gönderir. Fakat kral mektubu parçalar. Hz. Peygamber de buna bedduâ eder. Neticede kral ölür. Yerine kızı görevi devralır. Bunun üzerine Hz. Peygamberimiz şöyle buyurur: “İşlerini bir kadının irâdesine bırakan kavim felâh bulmayacaktır.”[481] Dikkat edilirse bu kadın, inançsız bir kadındır. Babası hangi inanç üzerinde ise kızı da aynıdır. İslâm âlimleri arasında 2/Bakara, 228 ve 4/Nisâ, 34 âyetleri ve zikredilen hadis-i şerif delil gösterilerek kadının idareci olamayacağı belirtilmektedir. [482]

Yukarıda işaret edilen âyetlere ve hadis-i şerife baktığımızda kadının idareci olamayacağı ifade edilmez. Kur’ân-ı Kerim iyi tetkik edildiğinde, gerekli bilgi, beceri ve şartları taşıyan kadından yönetici/idareci olabileceği anlaşılmaktadır. Ayrıca Tevbe sûresi 71. âyet ve Hz. Âişe vâlidemizin başkanlığını yaptığı Cemel vakası, olayın diğer boyutunu oluşturur. Nakillere mûtedil yaklaşıldığında, İslâmî açıdan gerekli kriterleri taşıyan her insandan idareci olabileceği anlaşılmaktadır. Yeter ki âdil, ehil ve insanlara yaratılıştan verilen haklara saygılı olsun. Söz konusu temel hak ve hukuklar verilip, Allah’ın istediği iyilik, adâlet ve velâyet/dostluk oluşturuluyorsa, bu işleri yapanın cinsiyeti önemli değildir. Bu işleri yapanlar erkek de kadın da olabilir.[483] Tarih boyunca birçok idareci gelip geçmiştir. İçlerinde dostluğu önemseyenler olduğu gibi, zâlim olanlar da olmuştur. Kur’ân-ı Kerim, iman eden insanları ateşte yakan idarecilerin durumunu bildirir.[484] İnsanlar arasında huzurun temini, dostluğun pekişmesiyle mümkündür. İşte İslâm, insanlara yaklaşarak, sulhun ve dostluğun kurulmasını istemektedir. Yüce Allah, iyi ilişkilerin gerçekleşmesi için müslümanlara Allah ve Rasûlünün verdiği hükme râzı olmalarını[485] ve insanlara şefkatle yaklaşmalarını istemektedir. Yoksa kadının idareci olmasını engelleyen bir hüküm bulunmamaktadır. [486]

 

Müslüman Olmayan Akrabalarla Dostluk ve İlişki

İslâm’da esas bağ, din bağıdır. Hangi ırktan, hangi soydan olursa olsun sadece müslümanlar birbirlerinin kardeşidir,[487] velîsidir.[488] Bir mü’min, aralarında din bağı bulunmayan yakın akrabalarını velî/dost kabul edemez.

“Ey iman edenler! Eğer küfrü imana tercih ediyorlarsa, babalarınızı ve kardeşlerinizi velî/dost edinmeyin. Sizden kim onları dost edinirse, işte onlar zâlimlerin kendileridir.”[489]; “De ki: ‘Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, hısım akrabanız, kazandığınız mallar, kesada uğramasından korktuğunuz ticaret, hoşlandığınız meskenler (evler, konaklar, köşkler) size Allah’tan, Rasûlünden ve Allah yolunda cihad etmekten daha sevgili ise, artık Allah emrini getirinceye kadar bekleyin. Allah fâsıklar topluluğunu hidâyete erdirmez.”[490]; “Allah’a ve âhiret gününe iman eden bir toplumun -babaları, oğulları, kardeşleri veya akrabaları da olsa- Allah’a ve Rasûlüne düşman olanlarla dostluk ettiğini göremezsin. İşte onların kalbine Allah, iman yazmış ve katından bir ruh ile onları desteklemiştir. Onları içlerinden ırmaklar akan cennetlere sokacak, orada ebedî kalacaklardır. Allah onlardan râzı olmuş, onlar da Allah’tan hoşnut olmuşlardır. İşte onlar, hizbullahtır/Allah’tan yana olanlardır. İyi bilin ki hizbullah/Allah taraftarları, kuşkusuz felâha/kurtuluşa erenlerdir.” [491]

Ashâb-ı kiram, Allah ve Rasûlüne dostluğun, onların düşmanlarına düşmanlığın en güzel örneklerini vermişlerdir. Meselâ Ebû Ubeyde, Uhud’da babası Cerrah’ı öldürmüş, Hz. Ebû Bekir de savaşta oğlu Abdurrahman’a karşı çıkmak istemiş, ama Hz. Peygamber izin vermemiş, Mus’ab bin Umeyr, Uhud’da kardeşi Ubeyd bin Umeyr’i öldürmüştü. Aynı şekilde Ömer bin Hattâb, Bedir’de dayısı Âs bin Hişam’ı, Hz. Ali, Hz. Hamza ve Ebû Ubeyde amcazâdeleri olan Utbe, Şeybe ve Velid bin Utbe’yi öldürmüşlerdi.

İnsanlar arasındaki yakınlığın asıl sebebi din birliğidir. Allah’ın dinine inanmış ve peygamberleri tasdik etmiş kimseler birbirlerinin mânevî akrabası, yakını ve dostudurlar. Bunların aralarında mânevî bir birlik (vahdet) vardır. Mü’minlerle kâfirler ırk ve soy bakımından birbirlerinin akrabası olsalar bile bu akrabalığın Allah katında hiçbir değeri yoktur. Nitekim Hz. Nûh’un oğlu iman etmediği için, Allah Teâlâ onu Nûh peygamberin âilesinden saymamıştır: “Nûh Rabbine duâ edip dedi ki: ‘Ey Rabbim! Şüphesiz (boğulmuş olan) oğlum da âilemdendir. Senin vaadin ise elbette haktır. Sen hâkimler hâkimisin.’ Allah buyurdu ki: EyNûh! O asla senin âilenden değildir. Çünkü o, sâlih olmayan bir amel sahibi idi (kâfirdi). O halde hakkında ilmin olmayan bir şeyi Benden isteme. Ben sana câhillerden olmamanı tavsiye ederim.” [492]

Bütün bunlarla birlikte İslâm, âile bağlarına çok önem verir. Mü’min olmayan akrabalarla her durum ve şartta ilginin kesilmesini emretmez. Onlardan İslâm’a ve müslümanlara düşmanlık gelmez ise, İslâm onlara karşı iyilik yapmayı ve onları ziyâret etmeyi yasaklamaz. “Allah’a ibâdet edin ve O’na hiçbir şeyi şirk/ortak koşmayın. Ana babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara, yakın komşuya (eş dost ve arkadaşa), uzak komşuya, yolcuya, ellerinizin altında bulunanlara iyi davranın; Allah kendini beğenen ve daima böbürlenen kimseyi sevmez.”[493] Özellikle müşrik de olsalar, ana babaya ihsanla/iyilik ve güzellikle davranmayı, onlarla sıcak ilişkiler içine girilmesini arzular: “Biz insana ana babasına iyi davranmasını tavsiye etmişizdir. Çünkü anası onu nice sıkıntılarla taşımıştır. Sütten ayrılması da iki yıl içinde olur. (İşte bunun için) önce Bana, sonra da ana babasına şükretmesini tavsiyede bulunmuşuzdur. Dönüş ancak Banadır. Eğer onlar seni, hakkında bilgin olmayan bir şeyi (körü körüne) Bana şirk/ortak koşman için zorlarlarsa, onlara itaat etme. Onlarla dünyada iyi geçin...” [494]

Bu âyette de görüldüğü gibi, şirk konusunda ana baba dâhil hiçbir kimseye itaat edilmemesi, ama müşrik bile olsalar ana babaya iyilik yapılması emredilmektedir. Nitekim Hz. Âişe’nin kardeşi Esmâ’ya (r.a.), müşrik annesini ziyâret edip iyilik yapması için Hz. Peygamber’in izin verdiği bilinmektedir. [495]

Müslüman olmayan ebeveyne de infak vâciptir; dinleri farklı da olsa, kişi muhtaç olan anne babasına bakmakla yükümlüdür. Bir müslümanın durumu müsait iken, ana babasını sıkıntı ve zorluk içinde kıvranır vaziyette bırakması, tabii ki, bir iyilik ve ihsan sayılmaz. Hâlbuki Kur’an, her şartta ana babaya ihsan ve iyiliği emretmektedir.[496] Allah, akraba ile ilgisini keseni kötülemiş,[497] akrabanın haklarına riâyet etmeyenin günah işlediğini bildirmiş, yakınları kâfir de olsalar, Allah, bunların haklarını yakınlarına vâcip kılmıştır.”Akraba ile alâkayı kesen cennete giremez.”[498] Demek ki, sevgi velî kabul etmek, onları sırdaş edinmek başka şeydir; kâfir akrabaya nafaka temin etmek, onları ziyâret etmek, onlara ihsanda bulunmak ise daha başka bir şeydir; bunlar birbirine karıştırılmamalıdır.

 

Evliyâullah / Allah’ın Velîleri Kimlerdir?

Velî’nin çoğulu “evliyâ”dır. Halk arasında velî veya evliyâ denilince yukarıda anlatılanlar pek akla gelmez. Kafalarda biraz daha özel bir insan grubu şekillenir. Bir taraftan evliyâ göklere uçurulur, onlara karada ve denizde, yerde ve gökte Allah’a ait nice görevler havâle edilir; fakat böyle bir anlayıştaki yanlışlıklar düşünülmez. Buna karşın Kur’an’ın şiddetli yasaklamasına rağmen kimileri inkârcıları, zâlimleri veya tâğutları veli/dost ve sırdaş edinir. Böylelerine toplumun velâyet-yönetim yetkisini seve seve verir. Hatta onların müslümanların aleyhine olan düşmanlıklarına ortak olur. Bazıları da Kur’an’a göre velâyeti caiz olmayan zorbaların İslâm ülkelerinde kurdukları gayri İslâmî düzenlere ses çıkarmazlar, onların siyasetlerinden memnun kalırlar. Onların zulüm sistemlerine destek olur ve bunun ne anlama geldiğini hiç akıllarına getirmezler.

Birçokları ömürlerini aslı astarı olmayan velî-evliyâ menkıbeleriyle (hikâyeleriyle) tüketirken, müslümanların velâyetini gasbedenlerin İslâm âlemini ne hale getirdiklerini, müslümanlara nasıl davrandıklarını hiç düşünmezler. Yanlış velî-evliyâ düşüncesi sebebiyle niceleri Tevhid dininin dışına çıkarlar da farkında bile olmazlar. Bu konuyu Kur’an’ın ve sünnetin çerçevesi dışında değerlendirenler, özel bir statü verdikleri evliyâda olağanüstü güçler ve yetkiler görürler. Onların peşine takılır, bir dediklerini iki etmezler. Ağızlarından, ya da kalemlerinden çıkan sözleri doğru mu yanlış mı diye düşünmeden benimserler. Evliyâ dedikleri kimselerde mutlaka tabiatüstü bir güç ve kerâmet görmek isterler. Göremeyince de kendileri uydururlar. Ya da önceden uydurulmuş malzemeyi kendi şeyhleri için kullanırlar.

Her konuda olduğu gibi bu konuda da şaşmaz ölçü Kur’an’dır. Öyleyse velî veya evliyâ kimdir, özellikleri nelerdir? “Haberiniz olsun; Allah’ın velîeri (evliyâullah), onlar için korku yoktur, onlar mahzun da olacak değillerdir.”[499] Onlar Allah’tan hakkıyla korkup çekindikleri için, onlara dünyada ve âhirette korku yoktur. Onların ilerisi güzel olduğu için geçmişle ilgili hüzünleri (üzüntüleri) kalmamıştır. Hesapları sebebiyle korkmayacaklar ve hesaplarının kötü olmaması sebebiyle de üzülmeyecekler.

Bu müjdeye kavuşacak olan “evliyâ” kimdir? Cevabı bu âyeti takip eden ikinci âyet veriyor: “Onlar iman edenler ve (Allah’tan) korkup sakınanlardır. Müjde, dünya hayatında ve âhirette onlarındır. Allah’ın sözleri için değişiklik yoktur. İşte büyük kurtuluş budur.”[500] Ölçü iman ve takva. Kim hakkıyla iman eder, imanını şirk veya riyâ gibi şeylere bulaştırmazsa ve arkasından da Kur’an’ın tanımladığı takvâya ulaşırsa, işte böyleleri Allah’ın velîleridir.

Yukarıda ifade edildiği gibi, Kur’an ‘velî’ kelimesini hem olumlu hem de olumsuz anlamda kullanmaktadır. Şeytanın velîsi olabildiği gibi, putların da velîsi olabilir. İnkârcılar ve zalimler her bakımdan birbirlerinin velîsidirler. Buna karşın Allah mü’minlerin velîsi/dostu ve yardımcısıdır. O, müslümanların kendi aralarında da velâyet ilişkisinin olmasını emretmektedir. Bunun yanında Rabbimiz iman edip takvâ sahibi olan kullarını kendine ‘velîler-evliyâu’llah’ olarak seçiyor. Demek ki mü’münler için sıradan bir velî olmak değil; Allah’ın velîlerinden, evliyâullahtan olmak önemlidir.

Mü’min zaten İslâm’a bütün benliği ile iman edendir. Buna bağlı olarak bütün mü’minler de takvâ üzere yaşamak zorundadırlar. İman takvâyı gerektirir. Takvâsız mü’min olunamayacağına göre, Allah’ın râzı olduğu bütün mü’minler evliyâdır, Allah’ın velîsidir. Allah da onların mevlâsıdır. Yukarıda mü’minlerin hepsinin birbirlerinin velisi olduğu açıklanmıştı. Elbette mü’min deyince, akla, Allah’tan hakkıyla korkup çekinen teslim olmuş müslüman gelir.

Peygamberimiz’den gelen bir rivâyet konuyu daha anlaşılır bir şekilde açıklıyor. Peygamberimize Allah’ın velîleri kimlerdir diye sorulmuş, O da şöyle buyurmuştur: “Onlar öyle kimselerdir ki, görüldükleri zaman Allah hatırlanır, zikredilir.”[501] Hz. Ömer’den (r.a.) rivâyet edilen bir hadiste de, kendileri şehid veya nebî olmadıkları halde nebîlerin ve şehidlerin gıpta ettiği, aralarında ticaret ve akrabalık olmadığı halde birbirlerini Allah için seven kimselerden bahsedilmektedir. [502]

Evliyâullah (Allah’ın velî kulları), Allah için severek birbirlerine dost, yârân, ahbap olurlar.[503] Ya da onlar Allah uğruna, O’nun adıyla, O’nun celâli için birbirlerini severler. Bu sevgi ile beraber birbirlerine ilgi gösterirler. [504]

Takvâ sahibi mü’minler, Hakk’ın canlı şâhitleridir. Onlar, İslâm’ın güzelliklerini pratik hayatlarında gösterirler. Onlar İslâm’ı öylesine güzel yaşarlar ki, onlara bakıldığı zaman Rabbimizin ve O’nun verdiği nimetlerin hatırlanmaması mümkün değildir. İşte Allah’ın velî kulları, müttakî mü’minlerdir. Bu gibi mü’minler özel bir sınıf değillerdir. Bu velîlik sıfatını onlar iman ettikleri ve uydukları Kur’an’dan alırlar. Ne peşlerine gelenlerden, ne de yukarılarda olduğu zannedilen ve olağanüstü şahsiyet olarak düşünülen kimselerden.

Bilindiği gibi İslâm’da ruhbanlık ve özel bir sınıf statüsü yoktur. Herkes Allah’ın önünde eşittir ve herkes Rabbine kulluk yapmakla yükümlüdür. Kimsenin Allah katında bir imtiyazı (ayrıcalığı) yoktur. Üstünlük, derece ve sevap kazanma ölçüsü yalnızca takvâdır. Kimin takvâlı olduğunu da yalnızca Allah bilir. Allah’ı râzı etmeye çalışan kullara Allah’ın pek çok yardım ettiğini, onlara çok hayırlar verdiğini, görünen ve görünmeyen nimetlerle desteklediğini, mü’min topluluklarla çeşitli yardımları ulaştırdığını Kur’an haber vermektedir. Mü’minler zaten kerem sahibi insanlardır; Allah dilerse onlara daha fazla kerâmette bulunabilir.

Kerâmet velî olmanın şartı değildir. Allah dilediği kuluna dilediği nimeti değişik şekillerde ulaştırır. Tekrar edelim ki velî olmanın, yani ‘evliyâullah’tan olmanın şartı iman ve takvâdır. Velî olmak evliyâ sayılmak için başka törenlere, şartlara, uzun boylu açıklamalara, tarîkat silsilelerine, başkaları tarafından verilecek ünvanlara ihtiyaç yoktur. Kur’an, kimin velî olduğunu açık açık anlatmaktadır. [505]

 

Tasavvuf Etkisiyle Velî ve Evliyâ Kavramlarında Anlam Kayması

Müslümanım diyenlerce tahrif edilen Kur’an kavramlarından biri, “velî” kavramıdır. Kur’an ve sünnetteki gerçek mânası yönüyle bu kavramın içi boşaltılarak tevhidî konumundan soyutlanıp velâyet, ayrıcalıklı bir sınıfa nisbet edilmiştir. Yaşadığımız toplumda, “tevhid”e zarar vermeye müsâit vesîle, şefaat ve velî anlayışları vardır. Eğer nefsimizi ve çevremizi Kur’an’ın gözlüğüyle görmeye çalışırsak, yanlışlıkların önüne geçebiliriz. Tasavvufun etkisiyle, geleneksel anlamda velî (veya evliyâ); benliğini Allah’ta yok etmek sûretiyle birtakım üstün vasıflar kazanarak, hârikulâde şeyler gösterebilen büyük insan anlamında kullanılmaktadır. Hatta daha da ileri gidilerek Allah adına kâinatın idaresini düzenlemeye yetkili kişiler olarak algılanmaktadır.

Hicretin ilk asrında başlayan zühd ve takvâ anlayışı, giderek tasavvufî bir şekle bürünmüş ve 9. yüzyıldan sonra ise geniş ve renkli bir tefekkür meydana getirmiştir. Velî kavramının, Türkler’in İslâm’a girişinden sonra, İslâm öncesi dinlerinden taşıdıkları Şamanizm, Budizm, Zerdüştlük, Mazdeizm, Maniheizm ve Hıristiyanlık gibi inançların tesiriyle ıstılahlaştığı görülmektedir. Öyle ki, Allah’a yakın olduğu kabul edilen velî diye vasfedilen bu kişilerin fevkalâde kuvvet ve kudretlerle mücehhez olduğuna ve herhangi bir konuda -sağ veya ölü iken- yardımlarının söz konusu olacağına inanılmaktadır. Böyle bir anlayış velînin takdis olmasıyla sonuçlanmaktadır. Yukarıdaki anlamıyla müslümanlar arasında yaygınlaşan bu velî kavramının menşe’ itibarıyla İslâmiyet’le ilişkisi olmadığı söylenir. Aynen hıristiyanlıktaki saint/aziz kültü gibi, müslümanlar arasında yaygınlaşan bu velî kelimesinin İslâm’dan önceki putperest kültürlerle yakın alâkası olduğu ifade edilir.[506]

Eski Türk şamanları incelendiğinde bunların Türk velî tipine çok benzediği anlaşılır. Gelecekten haber veren, hava şartlarını değiştiren, felâketleri önleyen, yahut bunları düşmanlarına Musallat eden, hastaları iyileştiren, göğe çıkıp uçabilen, ateşte yanmayan, yani bu özelliklere sahip olduklarına inanılan Türk şamanları bu hüviyetleriyle âdetâ İslâm sonrası eserlerde velî veya evliyâ olarak tanındı. Şamanist Türkler, şamanların hârikulâde insanlar olduklarına, ruhlar ve gizli güçler ile ilişki kurup onlara istediklerini yaptırabildiklerine inanırlardı. Türklerin velî telakkisinin oluşmasında eski atalar kültürünün de önemi vardır. Ata öldükten sonra onun ruhunun üstün birtakım güçleri olduğuna inanılır ve ondan şefaat beklenir. Bu üstün rûhânî güçlerle donanmış insan tipinin müslümanlıktaki velî tipiyle ilgi kurulmasında güçlük çekilmedi. Kur’ân-ı Kerim’deki çeşitli mûcizeler gösteren peygamberlerin şahsiyetini kendi din adamlığıyla benzeştirdiler. Velî ve evliyâ kültürünün oluşmasına sebep olan unsurlar şunlardır: a) Eski Türk inançları, b) Budizm ve Şamanizm, c) İslâm öncesi kültür, d) Kitab-ı Mukaddes kaynaklı inançlar, d) İslâm’ın (Kur’an ve hadisler) yanlış yorumu.

10-12. asırlarda İslâmiyet, Orta Asya’da yayılırken tekkelerin çoğu eski Budist manastırlarının yerine, yahut yakınlarına yapılıyor, zamanla manastırdaki azize ait menkıbeler, yerli halkla ilişkiler kurmada kolaylık olması için İslâmî bir hüviyete dönüştürülüyordu. Bu usûl, hem Anadolu’da, hem de Rumeli’de tatbik edildi. Meselâ, Hacı Bektaş’ın Sulucakarahöyük’te kurduğu tekke, burada yaşayan Hıristiyanların takdis ettiği Saint Charalambus’a ait kilise ve kültürü İslâmî bir havaya büründürüldü. Bu örnekler çoğaltılabilir. Bu velî veya evliyâların neler yaptıklarını Abdurrahman Câmî’ye ait, tasavvuf kitaplarının meşhurlarından olan eseri Nefehâtü’l-Üns min Hazerâti’l-Kuds isimli eserden takip edelim: 1) Yoğu var etmek, varı yok etmek, 2) Gizli şeyleri açığa çıkarmak, açıkta olanları gizlemek, 3) Ölüyü diriltmek, diriyi öldürmek, 4) Duâyı gerçekleştirmek, 5) Gıyâben söylenenleri işitmek, 6) Gaybden ve gelecekten haber vermek, 7) Su üzerinde yürümek, mekân aşmak, 8) Aynı anda muhtelif yerlerde görünmek, 9) Hayvan, bitki veya cansız maddelerin tesbih ettiklerini duymak, 10) Havada dolaşmak, 11) Vahşi hayvanları emrine almak.

Yukarıda sayılan özelliklere uygun, tarihte ve günümüzde var sayılan velîlere örnekler veren külliyât bir hayli yaygındır. Örnek olarak; Hacı Ubeydullah Ahrar denilen şahıs Semerkant’ta otururken, aynı anda İstanbul’u fetheden Fâtih’in ordusuna yardım eder şeklindeki olay, bütün klasik kaynaklarda çok rahat bir şekilde anlatılır.[507] Bazıları da “insanın kalbinden geçirdiğini bilir, gelenin sormadan cevabını verir, istemeden ihtiyaç sahibinin muhtaç olduğu şeyi bağışlardı. Gönüllere ve rüyalara tasarrufu vardı. Bereket gittiği yerlere yağardı. [508]

Bazıları da Allah ile konuşabiliyor, hatta O’nu da emri altına alıyor: “Hak Teâlâ dedi: ‘Yâ Cüneyd, ben seninim, sen benimsin. Şimdiye değin sen benim dediğimi tutardım; şimdiden sonra ben senin dediğini tutarım.”[509] Bir başkası: “Evliyâdan bazıları vardır ki, sâdık mürîde vefâtından sonra, hayattayken olduğundan daha fazla menfaat eriştirir. İsterse o velî, kabrinde meyyit olsun. Kabrindeyken müridini yetiştirir. Müridin kabrinden onun sesini işitir. Nitekim Ebu’l-Hasan Hırkani, Beyazıd Bestami’den bu şekilde feyz almıştır.[510] Bazıları işi daha da ileri götürerek; “Allah beni över, ben de onu. O bana kulluk eder, ben de O’na. Bir halde O’nu ikrar eder ve eşyadaki çokluk ve değişikliği görünce inkâr ederim.” [511]

Velî (veya şeyh) ile sohbetin usûlü: “Evvelâ mümkün ise gusl ile olmazsa taze bir abdestle iki rekât namaz kılmak, anlayamadığı bir şey varsa, onu kendi kusuruna haml etmek, hiçbir sûrette şeyhin kavl, fiil ve ahvâline kat’iyyen itiraz etmemek, şeyhin kelâmını hakdır diye itikad etmek... Sohbet bitince çok oturmayıp hemen kalkıp izin istemek ve ellerini dizlerini öpüp geri geri gitmek...”[512]; “Allahu Teâlâ’nın ism-i zâhirleri o kadar çok tecelli etti ki, her şeyde ayrı ayrı göründü, hatta nisâ (kadınlar) şeklinde, onların organları halinde ayrı ayrı zâhir oldu. Bu tâifeye o kadar bağlandım ki, nasıl bildireyim, kendimi tutamıyordum. Onların şeklindeki zuhur başka hiçbir şeyde yoktu.” [513]

Örnekleri çoğaltmak mümkün. Allah adına, din adına bu anlatılanların İslâm’la bir ilgisi olmadığı halde, bu eserlerin Kur’an rehberliğinde yeniden okunması ve yeniden değerlendirilmesi gerekir.

Yukarıda görüldüğü gibi, Kur’an-ı Kerim’e göre, gerçek velî Allah’tır, Birçok âyette Allah’ın mü’minlerin velîsi ve yardımcısı olduğunu görmekteyiz.[514] Yine Kur’an, Allah’tan başka velî edinmeyi yasaklar. “Onların Allah’ın dışında kendilerine yardım edecek velîleri yoktur.”[515]; “Yoksa O’nun dışında birtakım velîler mi edindiler? İşte Allah velî olan O’dur. Ölü olanları da diriltir. Her şeye güç yetiren O’dur.”[516]; “Haberin olsun, hâlis (katıksız) olan din, yalnızca Allah’ındır. O’ndan başka velîler edinenler (şöyle derler): ‘Biz bunlara bizi Allah’a daha fazla yaklaştırsınlar diye ibâdet ediyoruz.’ Hiç şüphesiz Allah kendi aralarında ihtilâf ettikleri şeylerden hüküm verecektir. Gerçekten Allah, yalancı kâfir olan kimseyi hidâyete eriştirmez.” [517]

Kur’an, insan vasfı olarak velî konusunda da mü’minlerin birbirlerinin velîleri olduğunu belirtir. “Mü’min erkekler ve mü’min kadınlar, birbirlerinin velîleridirler; iyiliği emreder, kötülükten sakındırırlar, namazı dosdoğru kılarlar, zekâtı verirler. Allah’a ve Rasûlüne itaat ederler. İşte Allah’ın kendilerine rahmet edeceği bunlardır.”[518]; “İyi bilin ki Allah’ın dostlarına korku yoktur, onlar üzülmeyeceklerdir. Onlar Allah’a iman etmiş ve muttakî olmuşlardır.”[519] Allah’ın dostları olduğu gibi, şeytanın da dostları vardır. “Şeytanları inanmayanların evliyâsı kıldık.”[520] Takvânın özelliklerini de Kur’an, özellikle Bakara, 3-5 ve 177. âyetlerde açıklar. Bu âyetlere göre takvâ, iman ve sâlih amellerdir. İslâm’ın yaşanması ve hayata geçirilmesidir. Kur’an’ın, Rasûlün hayatıyla örnek davranışlar haline, yaşayan Kur’an haline gelmesidir. Mü’min ve müslüman olmanın yolu velî olmanın yolu, Kur’an ve sünnete uygun yaşamaktan geçer. Kur’an, takvâ sahibi olmamızı istiyor. Hatta daha da ileri giderek, gerçek mü’minlerin, takvâ sahiplerine önderler olmasını öneriyor. Bu da yaşanan hayata yön verip İslâm’a uygun bir şekilde örneklik yapmakla mümkündür. Allah’ın dostlarının kerâmeti, ihsânı ve takvâsı; Kur’an’ı, yaşanan bir hayat haline getirmesidir. Bazılarının anladığı gibi, kâinata tasarrufta bulunma, duâlara icâbet etme, öldüklerinde geri kalanları mezardan idare etme, mezarları üzerinde kubbeler inşâ edilme şeklinde değlidir.

Kur’an, Hz. Peygamberimiz’e şöyle buyurur: “De ki: ‘Ben kendime Allah’ın dilediğinden başka ne bir yarar, ne de bir zarar verme gücüne sahibim. Eğer gaybı bilseydim, elbette çok hayır elde ederdim ve bana kötülük dokunmazdı. Ben sadece iman edenler için bir uyarıcı ve müjdeleyiciyim.”[521] Yine Kur’an’da insanların kalplerine tasarrufta bulunmak, hakka meyletmeyen kimselerin kalplerine imanı yerleştirmek ve buna benzer hususlarda peygamberlere bile yetki verilmediği[522] halde, birtakım insanlara takvâ adına Kur’an dışı ilâhî sıfatlar vermek, İslâm’ı bilmemek veya bile bile düşmanlık etmek demektir. Kur’ân-ı Kerim, peygamberlerin bile sahip olduğu bütün kudret, azamet, üstünlük ve şerefin Allah’a itaat edip tamamıyla O’nun hükümlerini uygulamada olduğunu belirtir.

Hz. Peygamber, Kur’an’dan yüzçevirir, Allah’ın kelâmını değiştirmeye kalkar ve kendi sözlerini ona ilâve edecek olursa; onun başkası üzerinde hiçbir üstünlüğe sahip olamayacağı açıklanır. “Sana gelen ilimden sonra, eğer onların hevâlarına/arzularına uyacak olursan, andolsun ki Allah’tan sana ne bir dost, ne de bir yardımcı olur.”[523]; “De ki: ‘Onu kendi tarafımdan değiştirmek benim için imkânsızdır. Ben, sadece bana vahyolunana uyarım. Şayet ben Rabbime karşı gelirsem büyük bir günün azâbından korkarım.”[524] Kur’an’da açıklanan bu tür âyetlerin hepsi, Rasûlullah’ın herhangi bir muhâlefeti, sapması veya âyetleri gizlemesinden korkulduğu için indirilmemiştir. Bu âyetlerin indirilmesinden maksat, insanlara, peygamberin Allah’a olan yakınlığının sebebinin peygamberin -hâşâ- Allah ile bazı ortak sıfatlara sahip olması veya akrabalık -hıristiyanlıktaki oğul anlayışı gibi- bağı olmadığını göstermektir. Böylece, peygamberin özelliğinin, uyarıcı, müjdeleyici olması ve Allah’ın hükümlerine kayıtsız şartsız bağlanması olduğu açıklanmaktadır.

Velî olmak, eşyanın tabiatını tersine döndürmek sûretiyle değil; bilakis eşyanın tabiatı gereğince, sünnetullahın açığa çıkması, fıtratın gelişmesi ve Allah’ın râzı edilmesiyle mümkün olmaktadır. Allah katında yalnızca takvâ ile insanlar birbirlerinden ileride olabilmektedirler. Bu da, azâbından korunmak ve rızâsını kazanmakla mümkündür. Kim Allah’a, O’nun bildirdiği gibi inanır ve sâlih amel işlerse, işte kurtulanlar yanız bunlar olacaklardır. Peygamberlerin hepsi, Allah’ın velî kullarıdır. Onlar Allah’ı râzı etmişler, tevhidi hayatlarında uygulamışlar ve en güzel şâhitler olmuşlardır. Mü’minler de Allah’ın velî kullarıdır. Allah, iman eden ve sâlih amel işleyen kullarını velî/dost edinmektedir. Velînin büyüklüğü buraya kadardır. Müslümanlar da ayrıca, birbirinin velîsidirler. Birbirine yardım eden, bağışlayan, malından yediren, koruyan, kollayan insanlardır. Muhâcir ve esârın birbirlerini velî kabul etmeleri ve uygulamaları ile elimizdeki sağlam bilgiler, bizler için örnek teşkil etmektedir.

İslâm akaidinde, bazı dinî çevrelerde bilinen anlamda kişilere kutsallık izâfe edilerek, hatta onları insanlık vasıflarının da üzerine çıkarmak gibi hayâlî ve mitolojik tipler icat etmek anlayışına yer yoktur. Kur’an’da net bir şekilde açıklanan “evliyâ”nın diğer insanlardan farkı; beşer tabiatının üzerine çıkması, fevkalâdelikler göstermesi veya günahları bağışlaması değil; tevhidî bir inanca sahip olması, münkerden kaçınması ve ma’rûfu emretmesi, her türlü şirke, zulme, haksızlığa karşı tavır sahibi olmasıdır. [525]

Velî/ermiş kabul edilen rûhânîler hakkında birçok menkabeler yazılmıştır. Bu kişilerin hayat öyküleri ve onlara mal edilen olağanüstülükler dikkat ve ibretle incelenmeye değer. Bu mitolojik hikâyeler velî kabul edilenlerle ilgili inanış biçiminin eksenini oluşturmaktadır. Bu hikâyelerde insanüstü özellikler o kadar astronomiktir ki Allah’ın kitabı ve Rasûl’ün sünnetiyle aydınlanmış aklı başında hiçbir mü’min, bunların gerçekliğini kabul edemez. Çünkü evliyâlık, ermişlik denen inanış kadar, sünnetullahı (Allah’ın evrendeki değişmez kanunlarını) kökünden inkâr eden, Allah’ın kâinat üzerindeki sınırsız egemenliğini yok sayan ve O’na açıkça kafa tutan başka bir inanış biçimi hemen hemen yoktur. Herhangi bir halifenin, kendi şeyhi hakkında rivâyet edilen bu mitolojileri hiçbir zaman yalanlamamış olması, tarîkat liderleri hakkında ciddî bir ahlâk sorununun varlığını ortaya koymaktadır. Gerçekten de hemen hiçbir şeyh, kendisini mezun etmiş olan mürşidinin göklere çıkarılmasına şimdiye kadar itiraz etmemiştir.

Aslında menkabe geleneği, yabancı kaynaklıdır. Özellikle şamanlıktaki “kam“ kültünün, budizmdeki “arhanı“ kültünün ve hıristiyanlıktaki “azizler“ kültünün etkisi altında peydahlanan velîlik/ermişlik inancına bağlı olarak bu gelenek yerleşmiş ve zamanla kurumlaşmıştır.

Tasavvuftaki Evliyâ Nasıl Bir Kişiliktir? Tasavvuftaki anlayışa göre bazı yüce ruhlu insanlar, keskin bir sezgiye, olağanüstü ve gizemli güçlere sahiptir. Bu kişilere, her dinin mistik toplulukları tarafından verilen bazı sıfatlar vardır. Evliyâ, aziz, saint, surp, ermiş gibi. Kalabalıkların çok büyük saygı ve bağlılık gösterdiği bu şahısların, çilehâne, manastır, savmia ve stupa gibi özel ve kutsal sayılan mekânlarda seyr u sülûk, mücâhede, çile riyâzet ve yoga gibi her dine göre çeşitli adlar altında mistik egzersizler yaparak günahlarından arındığına ve bir ruh temizliğine kavuştuğuna inanılır. Bunlar artık himmet, bereket ve tasarruf sahibidirler. Allah adına, kâinat ve tabiat olaylarını yönetirler (!)

Evliyâ denilen bu insanlar hakkındaki inanışlardan bazıları şöyledir: Bunlar günahsız, yüce ve yanılmaz şahsiyetlerdir; kutsal birer kişiliğe sahiptirler. Gizliyi ve özellikle gönüllerden geçenleri bilirler. Duâları makbuldür; ne dilerlerse Allah o dileği yerine getirir. Aynı anda birkaç yerde bulunabilirler. En uzak mesâfeleri en kısa bir zamanda katederler. İslâm ordularının (veya bugünkü ordunun) ön saflarında düşmana karşı çarpışır ve zafer sağlarlar... Bu inanç çerçevesinde şartlandırılmış duygusal insanlar, evliyâ diye niteledikleri kişilerin, böylesine olağanüstü güçlerine kendilerini inandırmış, onların hayalleri zorlayan mitolojik hikâyelerini kaleme almışlardır. Tarih boyunca bu konuda “menâkıbnâme“ adı altında yazılan kerâmet hikâyeleri, ciltler dolusu birikim oluşturmuştur. (Bunların bazıları, filmlere konu olmuş, “İhlâs“lı müridlerce menkabeler senaryolaşmıştır.)

Her zâtın velîlik derecesi, ona mal edilen menkabelerle ölçülmeye başlanmıştır. Mürîd, üstünlük, olağanüstülük, yücelik ve kerâmet olarak mürşidi için tasavvur edebileceği her meziyet ve olayın, eylemsel biçimde yaşanmış ve gerçekleşmiş olduğundan asla kuşkulanmaz. Ondan sonra da bunları, hayâlinin enginliği ve dilinin zenginliği oranında anlatmaya ve yaymaya başlar. İşte menkabeler böyle oluşmuştur.

Hayatta olduğu sürece “Efendi Hazretleri“, “Efendi Baba“, “Efendi“ unvânı verilen bu zatların her konuştuğunda hikmetler aranır, her sözü sayfalar dolusu yorumlara konu olur, attığı her adımdan, yaptığı her hareketten, göz atmasından, nazar etmesinden, gülümsemesinden, ya da hapşırmasından bile türlü anlamlar çıkarılır. Meselâ, bir kaza mı oldu, “Efendi Hazretleri bunu işaret buyurmuştu“, yağmur mu yağdı, “Efendi Hazretleri biraz önce duâ etmişti“, çevrelerinde sevilmeyen birinin başına bir belâ mı geldi, “Efendi onu çarptı“ vs. Öldükten sonra üzerine saltanatlı bir türbe inşâ edilir; mezarının üzerine süslü bir sanduka kurulur; adı, hayat tarzı, sözleri ve ona ait hemen her şey kurumlaşır ve kutsallaşır.

Hâlbuki İslâm’da böyle bir evliyâ telâkkisi yoktur ve olamaz. Nitekim ilk zâhidler olarak bilinen Hasan el-Basrî, Süfyan es-Sevrî, Abdullah bin el-Mübârek, Fudayl bin İyad, Şakıyk-ı Belhî, Ma’rûf el-Kerhî, Ebû Süleyman ed-Dârânî, Bişr el-Hafî, Seriyy es-Sakatî, Hâris el-Muhâsibî ve Sehl bin Abdullah et-Tüsterî gibi şahsiyetlere, yaşadıkları çağda böyle bir kişilik mal edilmemiştir. Velî kavramı, müslümanların ilk üç kuşağı tarafından tamamen Kur’an’ın tanımladığı şekilde benimsenmiştir.

Bazılarının tebliğ adına gündeme getirdikleri dinin merkezini şekiller ve hayâller cümbüşü süsler. Din onlar için âyindir, tesbihtir, sarıktır, takkedir, cübbedir, kavuktur, sakaldır, çarşaftır, türbedir, tekkedir, mezar taşlarıdır, kıssa ve menkabelerdir. Bulutlar üstünde uçuşan pembe kanatlı evliyâlardır. Halk açısından da din, yine şekilcilik ve teferruatın merkezde olduğu bir anlayış ve yaşayıştır. Halka göre de İslâm, büyük kubbeli dev câmilerdir, kandildir, mevlittir, ilâhîdir, ezgidir, mehter marşıdır, fetih kutlama törenleridir, festir, kılıçtır, tuğradır, bid’attır, hurâfedir... İslâm’ın, esas olarak Kur’an ve Sünnet’ten ibaret olduğu, dolayısıyla bu iki kaynağın, hayata geçirilmesiyle ancak İslâm’dan söz edilebileceği, hemen hiç kimsenin ilgisini çekmemektedir. Onun için eğer kutsallaştırılmış eşya ve kavramlar hakkında en ufak bir olumsuz düşünceniz varsa dindar kabul edilen toplumun ölçülerine göre belki müslüman bile sayılmazsınız, en azından sapıksınız.

Bilindiği gibi, İslâm’ın temeli imandır ve imanın da ağırlık merkezi Allah Teâlâ’ya Kur’an’da bize kendini tanıttığı sıfatlarıyla inanmaktır. Bu inancın özü ise, kâinatın yaratıcısı, yöneticisi, yönlendiricisi ve düzenleyicisi olarak Yüce Allah’ın bir, eşsiz, benzersiz, ortaksız vekilsiz, başlangıçsız, sonsuz ve ölümsüz olduğu; ezelden ebede her şeyi bildiği, gördüğü, duyduğu ve her şeye egemen olduğudur. Tevhîdin en kısa özeti budur ve bununla birlikte Allah Teâlâ’nın sonsuz ve sınırsız egemenliği üzerinde hiçbir kimsenin ve herhangi bir gücün hiçbir halde asla etkili olamayacağıdır. Dolayısıyla, yaratığın sebep olduğu herhangi bir etki, yalnızca Allah tarafından yönetilen kâinat düzeninin, birbirine bağlı disiplinleri ve kuralları çerçevesinde ancak meydana gelebilir. Gerçek bu iken, tarihin akışı içinde ve çeşitli etkenler altında zamanla “ermişlik” diye bir inanç peydahlanmış, böylece “evliyâ” diye -sözde- üstün güçlere sahip bazı kimselerin, Allah adına kâinat olaylarına yön verebileceklerine inanılmaya başlanmıştır. Bütün bu anlayışlar, Kur’an ve sahih sünnet çerçevesi içinde sorgulanmalı, inançlardan şirk kalıntıları temizlenmeli velî kavramı da, diğer İslâmî kavramlar gibi, Kur’an’la sağlaması yapılarak i’tidal içinde yeniden değerlendirilmelidir. Müslümanım diyenlerin kendilerini, inanç ve amelleriyle elden geçirmesi, sağlam teraziyle tartması gerekmektedir. [526]

Bilindiği gibi, “Velî” Allah’ın isimlerinden biridir. Allah kendisinin velî olduğunu söylemektedir; yani koruyucu, kollayıcı, dost, yardımcı, yakın, sahip, efendi mânâsında. Veliyyullah olarak kullanıldığında ise Allah’ın dinini koruyucu, O’nun dininin yardımcısı, O’nun dostu, O’nu sahip ve efendi edinen, yani özetle Allah’ı râzı eden kimse demektir. Bu durumdaki kimseyi Allah yakın edinmekte, O’nu sevmekte, O’ndan râzı olmaktadır. Kullarının arasında Allah’a yakınlığı ile mümtâz bir mevkii bulunmaktadır veliyyullahın. Bu seçkinlik, o kişinin Kur’an’ı ahlâk edişinin doğal bir sonucu olarak güzel ahlâkı sebebiyle insanlar tarafından sevilmek, beğenilmek, imrenilmek halidir. Allah’ın ona yardımı, sünnetullahı, eşyanın tabiatını tersine döndürmek sûretiyle değil; bilakis eşyanın tabiatı gereğince onun işlerinin kolay olmasının, başarıya ulaşmasının gerçekleşmesidir.

Bir müslümanın, diğer müslümanların velîsi olduğuna gelince, mesele hiç de halkın anladığı gibi değildir. Zira, âyetlerde geçen “velî” kelimesi, birbirinin yardımcısı, birbirine hak yolunda yardım eden, malından yediren, birbirini bağışlayan, bir vücudun parçaları arasındaki uyum gibi uyum içinde ve aynı vücudun sağlığını korumaya yönelik bir birliktelik kastedilmektedir. Muhâcir ve Ensâr’ın Hz. Peygamber’i velî olarak kabullenmeleri, birbirlerinin velîsi olduklarıyla ilgili uygulamalar, karşılıklı tavırları, sözleri ve Peygamber’in de onları velî/dost edinmesiyle ilgili bilgiler, bu velîliğin boyutlarını gösterir. Bu gerçek velîlerin hiç biri gaybı bilmediği gibi, hiç birinin gezdiği yerlere bereket yağdırdıklarına, kızgınlık duyduklarının ölümünü isteyip öldürdüklerine, onları çarptıklarına veya taş yaptıklarına, denizin üzerinde yürüdüklerine, kuru ağacı yeşerttiklerine ve benzeri kerâmetlerine rastlamamaktayız. O kadar rastlamamaktayız ki, Hz. Hamza, Uhud Harbinde kendisini öldürmek için fırsat kollayan ve en çok on-onbeş adım ötesinde bulunan eli mızraklı Vahşi’nin varlığından habersizdir. Hz. Ömer, iki adım gerisinde, safta namaza durarak kendisini öldürmek için hazırlanan ve hançerleyerek bunu gerçekleştiren Firuz isimli Ebû Lü’lü künyeli Zerdüştî kölenin niyetinden (kalbinden geçenden) habersizdi. Hz. Ali, kendisini öldürmek için aylardır plan kuran ve anlaştığı arkadaşlarıyla kararlarının bir parçası olarak kendisini öldürmek için namaz kıldığı câmide bulunan ve onu hançerleyerek emelinin gerçekleşmesini sağlayan Abdurrahman İbn Mülcem’in yanına kadar sokulan varlığından habersiz idi.

Rasûlullah (s.a.s.)’ın kendilerine İslâm’ı öğretmeleri için gönderilmesini istedikleri tebliğcileri tuzak kurarak yolda öldürenlerin niyetlerinden habersiz olduğu tarihî bir vâkıa olarak karşımızda durmaktadır. Peygamber’in ve Hz. Ebû Bekir (r.a.) ve Hz. Ömer (r.a.) gibi özellikle ileri gelen sahâbenin, Muhâcirlerin ve Ensârın, âyetlerle sâbit bulunduğu üzere yaptıkları amellerden ötürü Allah’ın dostluğunu kazandıklarını biliyoruz. Velâyetlerinden emin olduğumuz bu insanların hiç birinin uçtuğu, su üzerinde yürüdüğü, gaybı bildiği ile ilgili sahih mâlûmâta sahip değiliz. Müslümanlık lâfla değil; iman ve yaşayışla isbat edilir. Nasıl ki Rasûlullah, amelleriyle, örnek yaşayışıyla[527] İslâm’ı bize öğretmiştur. Rasûlullah’ın Uhud’da dişi kırılır, bu velîlere bir şey olmaz; Rasûlullah gaybı bilmez, bu velîler bilir. Rasûlullah ölüleri (meselâ amcası Hz. Hamza’yı, oğlu İbrahim’i) diriltemez, bu velîler diriltir. Rasûlullah kılıçla, kalkanla savaşır, bu velîler üfürükleriyle savaşır... [528]

“O’nun berisinden çağırdıklarınız kendilerine yardım edemezler ki size yardım etsinler.”[529]; “Belki kendilerine yardımları dokunur diye Allah’ın berisinden ilâhlar/tanrılar edindiler. Ama onların yardıma güçleri yetmez. Oysa ki kendileri onlar için hazır askerdirler.”[530]; “De ki, Allah’ın berisinden çağırdıklarınıza bakın bakalım. Gösterin bana, yeryüzünde yaratmış oldukları ne vardır? Yoksa onların göklerde bir ortaklığı mı bulunuyor? Eğer doğru iseniz, bu konuda bana, bundan önce gelmiş bir Kitap veya bir bilgi kalıntısı getirin bakalım. Allah’ın yakınından kendisine kıyâmete kadar cevap veremeyecek olanı yardıma çağırandan daha sapık kim olabilir? Oysa ki bunlar onların çağrısından habersizdirler.”[531]; “Şunu bilin ki, göklerde kim varsa ve yerde kim varsa hepsi Allah’ındır. Allah’ın dûnundan/yakınından birtakım ortaklar çağıranlar neyin peşindedirler? Bunların peşine takıldığı belli bir kuruntudan başka bir şey değildir. Onlarınkisi sadece saçmalamadır.” [532]

Bu âyetlerde geçen “dûne” kelimesine, çoğu mealde “başka, gayrı” anlamı verilmektedir. Bu mânâ, “dûne” kelimesinin anlamlarından biridir. Ama bu kelimenin asıl anlamı, “fevka”nın zıddı, yani en üst mertebeden beri, ondan aşağıca demektir. Bir şey, öbüründen biraz aşağıda olunca, bunu ifade için “dûne” kelimesi kullanılır. Buna göre, âyetlerde geçen “min dûnilâllâh”, yani “Allah’ın dûnundan” ifadesi, Allah’ın en yakınından, yani berisinden demek olur. Zaten Allah’tan başka velîlere tutananlar, hep onların Allah’a çok yakın olduğuna inanmışlardır.

Tasavvufî anlamda velî olmak için aranan şartların başında kerâmet gelmektedir. Hemen bütün tasavvuf kitaplarında velîliğin alâmetlerinden sayılan kerâmet, yani velîlerin izhar edebileceği birtakım hârikulâde olaylar dolayısıyla velîliğin, peygamberliğe benzer bir statü kazandığı dikkat çeker. Mevcut olan bu paralellik, daha 9. yüzyılda, peygamberlerin sonuncusu olması sebebiyle Hz. Muhammed (s.a.s.) için kullanılan “Hâtemu’l-Enbiyâ” terimine benzer bir “Hâtemu’l-Evliyâ” (Velîlerin mührü/sonuncusu) kavramının doğmasına sebep olmuştur.

Burada, bir de velîler arasındaki mertebeler silsilesinden bahsetmek gerekir. Velâyet kavramı, 9. yüzyılda kendi içinde bir mertebelenmeye tâbi tutulmuştur. Şüphesiz velî telâkkisindeki gelişmelerden kaynaklanan bu duruma göre velîler, bir piramid şeklinde muhtelif derecelere ayrılmışlardı. Bu piramidde en alt tabakadan başlayarak sayıları gittikçe azalmak üzere sırayla Recebiyyûn, Müfredûn, Asâib, Nukabâ, Nücebâ, Abdal, Efrâd, Evtâd, İmâmân yer alır ve tepede ise, hepsinin başı olan Kutb bulunur. Dolayısıyla Kutb, bir devirde yeryüzünde mevcut bütün velîlerin en büyüğü olup kâinat, onun otoritesi altında, zikredilen tabakaları oluşturan velîler tarafından yönetilir. Velî kavramındaki, Kur’an’daki anlamdan sapma ve gelişme, sonraki bazı mistik etkilerin, meselâ Yeni Eflâtunculuk’un ve Gnostisizm’in rolüne dikkat çekmek gerekir. Aynı etkilere mâruz kalan hıristiyan mistisizmindeki “saint (aziz)” telâkkisiyle, tasavvuftaki “velî” telâkkisi arasında benzer noktalar hayli fazladır. Meselâ, hıristiyan mistisizminde “saint”, “Allah adamı” ve “Allah dostu”dur. Genel mânâda da, bütün dürüst hıristiyanlar Allah dostudur. Fakat özel anlamda asıl Allah dostu olan, saint/aziz, yani bütün dünyevî zevk ve bağlardan kurtularak birtakım riyâzet ve mücâhede usûlleriyle kendini Allah’a adayan, Ona ulaşabilen hıristiyandır. Hıristiyan mistisizmindeki bu telâkki, tasavvuftaki “velâyet-i âmme” (bütün müslümanların genel mânâda velî olduğu) ve “velâyet-i hâssa” (dar mânâsıyla tasavvuftaki velî) telâkkisini andırmaktadır. Ayrıca, tasavvufta olduğu gibi “saint” (aziz)in kerâmet (miracle) kavramıyla sıkı ilişkisi de dikkat çeker.

Velî telâkkisindeki bu farklı statünün, ilk zamanlarda İslâm ulemâsı muhitlerinde ve onlara bağlı halk çevrelerinde birden bire kabul görmeyip tepki ile karşılandığını biliyoruz. Özellikle sûfî çevrelerin bütün gayretlerine rağmen, peygamberlik ile velîlik arasındaki paralel noktalar şiddetle reddedilmiştir. Aynı şekilde mu’tezile mezhebi, birtakım üstün vasıflarla techiz edilmiş böyle bir insan telâkkisini, dinin esasına aykırı olduğu düşüncesiyle asla benimsememiştir. Fakat zamanla bu tepkilerin mutasavvıflar tarafından değerlendirilip hesaba katılması sonucu, uyuşma için gösterilen gayretler boşa çıkmadı. İlk tepkilerin giderek şiddetini kaybettiği ve hatta sünnîliğin velîlik telâkkisini sadece benimsemekle kalmayıp savunduğu bile görüldü. Hiç şüphesiz bu değişmede İmam Gazâlî’nin (öl. 1111) unutulmaz çabasının büyük rolü olmuştur. Artık günümüzde, halkın büyük çoğunluğu, tasavvufî anlamdaki velî telâkkisini kabul etmeyenleri, eksik (sapık) müslüman sayar; bazı çevrelerde ise bunlar müslüman bile kabul olunmaz.

Türklerin İslâmiyet’e girişinden sonra tasavvufun velî telâkkisi, Türk mutasavvıflarınca da aynen benimsenerek devam ettirilmiştir. Velînin peygambere denk tutulduğu ve onun gibi, söylediği her sözün mutlak kabul gördüğü sözkonusu olmuştur. [533]

 

Velî Kültü

Velî kültünün kaynağı ve mâhiyeti: A. Yaşar Ocak, Türk Halk İnançlarında ve Edebiyatında Evliya Menkabeleri adlı eserinde velî kültü ve kaynağı hakkında şu bilgileri verir: Velî kültünü, kısaca, fevkalâde kuvvet ve kudretlerle mücehhez olup Allah’a yakın kabul edilen bir şahsiyetin herhangi bir konuda -sağ veya ölü iken- yardımının dokunacağına inanılması ve bunu temin için belli yollara başvurulmasıdır, şeklinde tarif edebiliriz. Bu anlayış velînin takdis olunmasıyla sonuçlanmaktadır. Din sosyolojisi bilginleri, pek çok yerde, halk müslümanlığının bu anlayış etrafında geliştiği kanaatini ileri sürerler.

Velî kültünün, dinler tarihi araştırmalarına göre, Budizm, hıristiyanlık ve İslâmiyet gibi büyük dinlerin hâkim olduğu sahalarda benzerlikler gösterdiği dikkati çekiyor. Fakat böyle bir kültün Budizm’de ötekilerden daha eski olduğu muhakkaktır. Uzmanlar, gerek hıristiyanlık, gerekse müslümanlıktaki aziz, yahut velî kültünün kaynağını, bu dinlerin ortaya çıktığı ve yayıldığı sahalarda eskiden mevcut birtakım kültlere bağlamaktadırlar. Genellikle hıristiyanlıktaki aziz kültünün, eski çağlardaki çeşitli tabiat kültleriyle, mitolojik tanrı ya da kahraman kültlerinden geliştiğini meydana koyan araştırmalar vardır. Hıristiyanlık için burada bir fikir beyan edecek durumda bulunmamakla beraber, müslümanlıktaki velî kültünün menşe’ (kaynak) itibarıyla İslâmiyet’le bir ilgisi olmadığı rahatça söylenebilir. Zira dikkatle bakılırsa, hıristiyanlıktaki aziz kültü gibi, müslümanlıkta da velî kültünün İslâm’dan önceki putperest kültlerle yakın alâkası görülecektir. Anadolu da dâhil, İslâm âleminin hemen her tarafında, İslâmiyet’in oralara girdiği devirlerden beri yaşayagelen muhtelif velî kültlerini tesbit mümkün olmaktadır. Çünkü buralarda eskiden mevcut mahallî tabiat yahut ata kültleri, tasavvufun velî telâkkisinin ister istemez yardımıyla halk çevrelerinde yorumlanıp velî kültü haline inkılâp etmiştir. Bu kültlerin çoğu, zamanımıza kadar varlıklarını sürdürme imkânına kavuşmuşlardır.

Muhtelif velî kültleri incelendiği zaman, gözden kaçırılmaması gereken bir nokta vardır: Kült konusu velîlerin, ait oldukları toplumun sosyal, dinî veya ahlâkî değerlerinin tamamının, yahut bir kısmının temsilcisi olduğu, en azından buna inanıldığı görülür. O toplum, sözkonusu değer ile takdis ettiği velîyi özdeşleştirmiştir. İşte ancak bu özdeşleştirmeye yarayacak vasıfları taşıyan, yahut bu vasıflar kendisinde olduğu kabul edilen velî, kült konusu yapılmaktadır.

Böylece o velî, o toplum için, tâbir câizse artık sade bir insan değil; inandığı değerler bütününün ta kendisidir. İşte bu safhadan sonra kerâmet unsuru ortaya çıkar. Daha yaşamakta iken o velî, bu dünyadakinden bambaşka, fevkalâde olaylarla süslü bir dünya ile kuşatılır. Velî öldükten sonra, kendisi hayatta iken sahip olduğuna inanılan insanüstü hüviyetinin, güç ve kudretinin devam ettiğine inanılır; hatta bu güç ve kudret, bir gizliliğe bürünerek daha da artar.

Bu merhaleden sonra psikolojik âmillerin işin içine girdiğini ve kültün oluşmasını tamamladığını söyleyebiliriz. Bu psikolojik âmiller şunlardır: Velî, fevkalâde rûhânî kudretlerle mücehhez olduğu için, artık toplumda ona karşı korku ile karışık bir saygı duygusu hâkim olmaya başlar. Velîye karşı yapılacak herhangi bir saygısızlığın, çarpılma, âniden veya feci bir şekilde ölüme yakalanma vs. şeklinde cezalandırılacağına inanılır. Buna paralel olarak velînin sözkonusu rûhânî kudretinden, birtakım iyiliklerin cezbedilmesi ve kötülüklerin giderilmesi yolunda faydalanma arzusu doğar (feyz ve bereket kavramı). Nihayet, dünyada bu tarzda menfaati sağlanacak olan velînin öbür dünya da Allah katında yardımcı olması için onu memnun etme çabası ortaya çıkar ve bunun sonunda bir tatmin duygusu müşâhede edilir. Bütün bu sosyal ve psikolojik faktörler kültün teşekkülünü tamamlamış olur. Ancak, burada, kültün oluşmasında âdeta bir harç vazifesi gören “kerâmet” kavramının önemine bir daha işaret etmek yerinde olacaktır. Zira kültün gelişip yayılmasını, yerine göre mahallî olmaktan çıkıp genelleşmesini sağlayacak olan da odur. Velînin bulunduğu yerin dışındaki insanları külte iştirak ettiren bu kerâmetlerdir.

Velînin mezar veya türbesinin mevcûdiyeti, bir bakıma kültün de yaygınlık derecesini gösteren bir alâmet sayılabilir. Çünkü herhangi bir yerde, zamanımızdan çok önce ve hayli itinalı yapılmış bir türbe, genellikle içindeki velînin çok itibarlı olduğuna, dolayısıyla yöresel değil; bütün bir toplumun katıldığı bir kültün varlığına delildir. Velînin mezar veya türbesi, genellikle bulunduğu yerin normal mezarlığında yer almaz; dikkati çekecek bir mevkîde, yahut yol kavşaklarında, kasaba, köy veya şehirlerin en işlek yerlerine yakın yerlerde yapılır. Çünkü buralar, kültün icrâ edildiği, yani ziyâretlerin, kendine mahsus merâsim ve kurban işlemlerinin yapıldığı yerler olması dolayısıyla halka açık vasıfta bulunması gerekir. Mezar veya türbenin bizzat kendisi, mukaddes ve mahrem bir yer olarak muâmele görür. Türbeler, çoğu zaman velînin eşyalarının da muhâfaza edildiği yerlerdir. Bu eşyalar genellikle velînin günlük hayatta kullandığı takke, tesbih, pabuç, cübbe vb. nesneler olup kudret ve kudsiyetinin bunlarda da aynen var olduğuna inanılır; ziyâretlerde bunlardan da faydalanılır. [534]

Ölen velîlerin (evliyâ kabul edilen şeyhlerin) kabirlerinde yapılan bid’at ve hurâfeler, hatta şirk unsurları da ayrı bir problemdir. Bunların türbelerine çabut/bez bağlamalar, eğilmeler, kabrin etrafını tavaf şeklinde dönmeler, secdeler, kabre karşı namaz kılmalar, mum yakma, duâ etme, kabirde yatan ölüden meded beklemek, ona adak adayıp kurban kesmeler... Şeyhlerin bir kısmının ölmeden tarîkatın devamını oğluna, damadına bırakıp aile tekelinde tutması da kendi teorileri açısından bile tuhaftır. Velî/evliyâ kabul edilen şeyhlerin kerâmeti diye öyle hikâyeler anlatılır ki; Kur’an’da anlatılan birçok peygamber mûcizesinin bile bu kerâmetler kadar olmadığı görülür. “Şeyh uçmaz, mürit uçurur“ deyimiyle halkın arasında ifadesini bulan bu gerçek, ayrı tarikatların müritlerinin birbirlerine karşı hava atma sistemleridir. En çok ve en büyük kerâmeti gösteren şeyhin müridi olmanın gururunu tatmak isteyen müridler, böylece her seferinde şeyhlerini diğer şeyhten biraz daha fazla uçurarak bu yarışı karşılıklı devam ettirirler. Hayvanları, insanları canlandıranlar, denizlerin üstünde yürüyenler, aynı anda birçok yerde gözükenler, neler, neler... Superman velîler kalplerden geçeni bilir, uzaktan kumandalı yönlendirmelerde bulunur, bir bakışıyla hidâyete erdirir, dilediğini çarpar, üfürüğüyle şifâlar saçar, dokunuşlarıyla âlemlere nurlar yağdırır, âlemlerin mülkü ellerindedir, her şeye tasarruf ederler. Bu anlayışların çoğu, akaidi ilgilendiren konulardır.

Şirk konusunda büyük tehlikelerden biri, evliyâ kültüdür. Allah’a ulaştıracak vâsıtalar halinde birilerine tanrılık vasfı verilir. Allah’ın evliyâsı konusundaki Yûnus, 62. âyette Kur’an, ilk iş olarak bir evliyâ tanımı vermektedir. Bu tanım, “gözünüzü açın, dikkat edin, sakın oyuna gelmeyin, uyanık olun!” anlamındaki “Elâ” edatıyla başlar. Bu ifade biçimi de gözden uzak tutulmaması gereken mesaj vermekte; yani “dikkatli olmazsanız ayağınız kayar, aldatılır, hüsrâna uğrarsınız” denilmiş olmaktadır. “Gözünüzü açın! Allah’ın evliyâsı için korku yoktur, onlar üzülmeyeceklerdir de. Onlar iman eden ve takvâ sahibi olanlardır... “[535] Bu âyete ve velî konusundaki diğer âyetlere göre, iman ve takvânın dışında bir evliyâ alâmeti yoktur. İman ve takvâdan tâviz verildiği, bunların yozlaştırıldığı durumda Rahmân’ın evliyâsı yok; şeytanın evliyâsı vardır.

“Gözünüzü açıp kendinize gelin! Hâlis (arı-duru) din yalnız Allah’ındır. Onun yanında birilerini daha velîler edinerek ‘Biz onlara, bizi Allah’a yaklaştırmaları dışında bir şey için kulluk-kölelik etmiyoruz’ diyenlere gelince, hiç kuşkusuz Allah onlar arasında, tartışıp durdukları konuyla ilgili hükmü verecektir. Şu bir gerçek ki Allah, yalancı ve nankör kimseyi doğru yola iletmez.”[536] Bu âyet velî kabul edilenleri “Allah ile insan arasında yakınlaştırıcı ve şefaatçı” kabul etmenin tevhid açısından yanlışlığını açıklar. Allah insana şah damarından daha yakındır[537] ve şefaat tümüyle ve sadece Allah’ın elindedir.[538] Dolayısıyla Allah ile kul arasında herhangi bir mesâfeden ve herhangi bir şefaatçıdan söz edilemez ki yaklaştırıcıya veya şefaatçıya ihtiyaç duyulsun. “Yaklaştırma” iddiası, temelden çürüktür. Çünkü Allah’ın kulundan ayrı ve uzak olduğunu iddia etmek de Kur’an’a aykırıdır. Evliyâ kültünün sosyal ve hukuksal dayanağı yapılabilecek oluşumlara da imkân verilmemiştir. Din sınıfı, din kıyafeti yoktur. Din adamı tâbiri yoktur. Aforoz ve vaftiz yoktur. Allah’a kul olmak için birilerinin tesciline, okuyup üflemesine ihtiyaç bırakılmamıştır.

Halk, tarihin her döneminde ortalama kültür seviyesinin üstüne çıkamamış, bazı dönemlerde ise içlerinde okuma ve yazma bilen insanların bile azlığı, ekonomik, sosyal ve siyasal sebeplerle zihnî olarak çocuksu vasfa daha yakın olmuştur. Halk muhayyilesi, özellikle böyle toplumlarda çocuk psikolojisi gibidir. Çocuğun masala ve kahramanlara ihtiyacı vardır. Bunu kitaptan, kulaktan, televizyondan temin edemiyorsa, kendi hayalinde üretir, diğer çocuklarla yardımlaşarak böyle bir dünya oluşturur. Çocuktaki masal kahramanlarının yerini, halk arasında destan kahramanı, efsâneleştirilmiş kahramanlar, mitler alır; bunlar hayâlî kahramanlar olabildiği gibi; daha çok eski devirlerde yaşamış, ama hayatı masallaşmış, içine hayâlî unsurlar karışmış yüce kişilikler de olabilir. Efsânelerin, destanların, masalların, mitolojik tanrıların, evliyâ menkıbelerinin, nice kıssa ve fıkraların kaynağında bu çocuksu halk muhayyilesinin zenginliği ve saflığı yatar. Halk, aynen çocuk gibi “soyut”u anlamakta zorlanır, onu somutlaştırarak benimser. “Büyük insan“ denilince, takvâ gibi daha çok, iç/gönül özelliği olan tarafı anlayamaz; onu insanüstü olarak düşünüp büyüklüğünü gözle görülür hale getirir. Büyük insan demek, normal insandan farklı olarak havada uçan, denizde yürüyen insandır. Halkın ve özellikle çocukların bu anlayışı, “Malkoçoğlu“, “superman“ filmlerine ve yarı tanrı yarı insan mitolojik figürlere (Herkül, Zeyna vb.) konu edilir.

 

Velî Kavramıyla İlgili Bazı Tasavvufî Terimler

Velî Kavramının Tasavvufî Yorumla Anlaşılmasına Yardımcı Olabilecek Bazı Tasavvufî Kavramlar: Velî kavramının başına gelenler nice Kur’ânî kavramın da başına gelmiştir. Tasavvufî anlayışla tahrife uğramış diğer kavramlara örnek olması açısından velî kavramının arka planını anlamak için, bu kavramla akrabalığı olan bazı kavramları birlikte değerlendirmek gerekmektedir. Aşağıdaki kavramların tasavvufî içerikleri velî kavramının tasavvufî anlamdaki özel mânâsını daha anlaşılır kılacaktır.

Tasavvuf, farklı inanç ve yaşayışını ifade edebilmek için kendine has terim üretmiş veya bazı Kur’ânî kavramları alarak, onların içini değişik biçimde doldurup, kendi anlayışına uygun tarzda anlamlandırmıştır. Velî kavramındaki tahrifi daha iyi anlayabilmek için, bu kavramla ilişkili bazı tasavvufî kavramları tanımanın faydası olacağı açıktır. Aşağıdaki kelime ve terimler, tasavvuf ve tasavvuf tarihi uzmanı Süleyman Uludağ’ın Tasavvuf Terimleri Sözlüğü’nden alınmıştır.[539] Uludağ, bu ansiklopedik sözlüğü, meşhur tasavvuf kitaplarına dayanarak hazırlamış, hemen tüm yorumlarla ilgili tasavvufun kaynak eserlerine atıflarda bulunmuştur. Gerekli gören okuyucu, (kelime açıklamalarının sonunda parantez içinde verilen) kitaptaki sayfa numaraları yardımıyla daha geniş bilgi alabilir, kaynaklarını öğrenebilir. Kelimelerin tasavvufî anlam ve yorumlarının bilinmesi velî kavramını olduğu kadar, tasavvufu da yakından tanımaya vesile olacaktır.

Abdal: Sayıları yedi veya yetmiş olarak gösterilen bir evliyâ zümresi. Bkz. Büdelâ.[540]

Arâis-i Hak: Hakk’ın gelinleri. (Arûs; gelin, güveyi, düğün) Tasavvufta; Başkalarından kıskandığı için Hakk’ın, kimliklerini halka açıklamadığı ve gizli tuttuğu velîleri. Hakk’ın harîm-i ilâhideki has dostları, özel ilgisine mazhar olan kulları. Gerdek gecesi gelini damaddan başkası görmediği gibi bunları da ilâhî haremde Hak’tan başkası görmez. Bunlara “arûs-i azrâ” (bâkire gelinler, dilber gelinler) ismi de verilir. [541]

Arbede: Savaşmak, kavga etmek. Tasavvufta; Cezbeli sâliklerin ve galebe halindeki bazı sûfîlerin Cenâb-ı Hak ile tartışmaları, çekişmeleri ve kavga etmeleri. Buna müşâcere ve muhâseme de denir. Bir naz ve samimiyet halidir. [542]

Ârif: Bilen, vâkıf, âşinâ, tanıyan, anlayışlı, kavrayışı mükemmel, irfan sahibi. Tasavvufta; Allah Teâlâ’nın kendi zâtını, sıfatlarını, isimlerini ve fiillerini müşâhede ettirdiği kimse. Keşf ve müşhâhede yoluyla yani mânevî ve rûhî tecrübelerle Allah hakkında zevkî ve vecdî bilgilere sahip olana “ârif” denir. Ârif, kendisi sustuğu halde diliyle Hakk’ın konuştuğu kimsedir. Ârif, kendi varlığında fâni, Hak ile bâkîdir.” İbn Arabî, ârifin dış âlemde “şeyler” (eşya) yaratma gücüne sahip olduğunu ve bu gücün onun himmeti olduğunu söyler.[543] Onun yarattığı şeye “mahluk-ı ârif” denir. Ârif, sûfîlikte kâmil insandır. [544]

Atılan ok geri dönmez: Bir velî bedduâ ettimi mutlaka hedefini bulur. Bedduânın hedefine ulaşmasına engel olmak ve onu geri almak velînin elinde değildir. Şeyhe ve velîye karşı işlenen suçun tevbesi ve affı olmaz. [545]

Azrâ: Dilber, bâkire. Tasavvufta; a- Kimsenin keşfedemediği ve sırrına vâkıf olamadığı yüce hakikat, b- Hakk’ın halktan gizli tuttuğu ve sakladığı velîsi. [546]

Bed duâ: Birinin aleyhinde yapılan duâ. Velînin yaptığı bedduâ mutlaka yerini bulur. [547]

Bekçi: Sahip, hâkim, hâmi, muhâfız. Her beldenin bir sahibi, yani mânevî bekçisi ve muhâfızı vardır; Bu da velîdir. [548]

Beşler: Cebrâil’in kalbi üzere bulunan (rûhânî his ve bilgilerini ondan alan) beş ermiş. Ruhların hükümdarı olan Cebrâil’in nefesinden ve ilminin feyzinden kalpler hayat bulduğu gibi, tarik ehlinin hükümdarları olan beşlerin nefes ve ilim feyzinden de gönüller hayata kavuşur. [549]

Bî-reng: Renksiz. Tasavvufta; dinlerin birliği (vahdet-i edyân). Bütün renklerin aslı renksizlik olduğu gibi, bütün dinlerin aslı da bir ve aynıdır. Bu da bütün insanların “elest bezmi”nde kendilerinin kul, Allah’ın Rab olmasını kabul etmelerinden ibâret olan tek ve bir dindir. Belli bir mertebeye ulaşan mutasavvıf, bütün din mensuplarına aynı gözle bakar. Çünkü hepsinin aslı birdir. Bütün dinler ve mezheplerde esas olan sözkonusu dinin renkleridir. Hallâc’a göre insanlar, kendilerinin tercih ettikleri din üzere değil; kendileri için tercih edilen din üzere bulunurlar. İbn Arabî’ye göre Allah, kendisinden başkasına ibâdet edilmemesine ferman buyurduğundan, esasen Ondan başkasına ibâdet etmek mümkün değildir, başka şeylere ibâdet edenler farkında olmadan Ona ibâdet ederler. [550]

Büdelâ: Bedel, karşılık, denk, bir şeyin halefi ve değişiği anlamına gelen “bedel”in çoğuludur. Tasavvufta; Yediler (yedi evliyâ) anlamına gelir. Bunlardan her biri gözden kaybolur, bir anda çok uzak mesafelere giderler. Gözden kayboldukları vakit, yerlerine her yönden kendilerinin tıpkısı olan canlı bir beden bırakırlar. Hâl, hareket ve şekil bakımından aslından ayırt edilmeyen bu bedene “bedel” ve “bedil” denir. Bedel bırakma gücüne sahip olan velîlere “büdelâ” denir. [551]

Cihad: Savaş. Tasavvufta; sâlikin nefsini zabt u rabt altına alması için vermiş olduğu mücâdele, bu maksatla çekilen çile. Cihâd-ı asğar: Küçük savaş. Tasavvufta; düşmana karşı cephede verilen savaş. Cihâd-ı ekber: Büyük savaş. Tasavvufta; nefse karşı verilen savaş. Nefsin kahr ve mahv edilmesi. [552]

Çaput: Türbelere bağlanan kumaş parçaları. [553]

Çarpmak: Bir ermişin veya yatırın gazabına uğramak. Velîlere, ermişlere, yatırlara veya kutsal şeylere hakaret edilip bu gibi kişiler ve nesneler aşağılanınca ermişlerin ve yatırların mâneviyâtı ve rûhâniyeti onları cezalandırır. [554]

Derviş: Fakir, yoksul, dilenci. Tasavvufta; sûfî, mutasavvıf, fakir, mürid, müntesip. Derviş kelimesi, dilenmek anlamına gelen “derviz”den gelir. Aslında derviş, dilenci demektir. [555]

Destur: İzin, ruhsat, müsâade. Tasavvufta; Bazı tarikatlarda, özellikle Mevlevîlikte ve Bektâşîlikte şeyhlerden ve tarikat büyüklerinden müsâade almak için kullanılan bir deyim. Cesâret isteyen zor bir işe girişilirken evliyânın rûhâniyetinden faydalanmak ve onlardan güç almak için “destûr!” denir. Ekseriya; “Destûr yâ pir!”, “destûr yâ Ali!” denir.[556]

Dörtler: Ricâl-i ilâhiye adı da verilen dört ermiş, evtâd-ı erbaadan başka olup onlara imdad ederler. Halleri rûhânî, kalpleri semâvî olduğundan yeryüzünde meçhul, ama semâda tanınırlar. İbn Arabî bunları Endülüs’te ve Suriye’de gördüğünü söyler.[557]

Efendi: Sözü geçen, buyruğu yürüyen, itiraz edilmeksizin kendisine uyulan kimse. Tasavvufta; şeyh, pir. Doğu geleneğinde padişah efendi, tebaa onun kullarıdır. Hükümdar, emri altındakilere: “kullarım”, onlar da sultanlarına “efendimiz (mevlânâ, seyyidenâ)” diye hitap ederler. Aslında efendi (seyyid, mevlâ) köle sahibi demektir. Buradan kalkan dervişler, şeyhlerine “efendi”, “efendimiz”, “efendi hazretleri” gibi ünvanlar verir, kendilerini de onun kulları yerine korlar. Şeyh ise müritlerinden; “bendelerim”, “kullarım” diye söz eder. Şeyhe şah ve sultan da denir. “Efendi ne isterse etmek gerek / Kuluz biz düşer mi sual eylemek” (İzzet Molla). [558]

Efrâd: Ferdler, eşsiz şahsiyetler. Tasavvufta; kutbun gözetimi dışında kalan gayb erenler. Bunların belli bir sayıları yoktur. 2, 3, 6 ve 10 olabilir. [559]

Eren: Ulaşan, varan. Tasavvufta; vâsıl, ehl-i vüsûl, vuslatı gerçekleştiren velî, ermiş, kâmil insan. Horasan erenleri: Anadolu’nun fethi sonrasında Horasan’dan gelen ermişler. [560]

Evliyâ: Velîler, dostlar. Tasavvufta; ermişler, erenler. Özel anlamda sadece Allah’ın kendilerine kerâmet ve ilham ihsan ettiği kâmil mü’minler evliyâdır. Evliyânın çeşitli varlıklar üzerinde etkli olan bir mânevî gücü vardır. Duâları Allah katında makbul olur. [561]

Evliyâiye: Allah’ın velîsi ve dostu olma seviyesine yükselenlerden mükellefiyetin ve ibâdetlerin düşeceğine inanan mutasavvıflar zümresi. [562]

Evtâd: Direkler, sütunlar. Tasavvufta; biri doğuda, diğeri batıda, üçüncüsü kuzeyde, dördüncüsü güneyde bulunan dört büyük velî. İbn Arabî, Allah bu bölgeleri bu ermiş kulları aracılığı ile korur, der. [563]

Fal: Uğur, kÂdem, meymenet; ileride yapılması düşünülen bir işin hayırlı ve faydalı sonuçlar verceğine dair bazı ipuçlarının ve işaretlerin bulunduğuna inanmak. Şeyhin hâl, hareket ve tavırlarını ileride iyi şeylerin olacağının işareti olarak kabul etmek de faldır. Fakat mutasavvıflar bu çeşit fallara “işâret”, “beşâret” gibi isimler verirler. [564]

Fenâ fillâh: Fenâ; yokluk, hiçlik demektir. Fenâ fi’l-vücûd: Varlıkta fâni olmak, her şeyi hem Allah olarak görmek, hem Allah olarak bilmek, bu hale zevkle ulaşmak. Bu mertebede bulunanlar; “lâ mevcûde illâllah (Allah’tan başka varlık yoktur; her şey Allah’tır)” derler. Fenâ fillâh; Allah’ta fâni olmak. Kulun, beşerî vasıflardan ve aşağı arzulardan sıyrılıp ilâhî vasıflarla donanması. [565]

Fenâ fişşeyh: Müridin mürşidde, dervişin, pîrinde fâni olması. Mürîdin kendi şahsî irâde ve arzularını yok edip yerine şeyhinin irâde ve arzusunu koyması. Şeyhinin hatasını kendi isâbetli fikrine tercih edecek derecede ona uyması. Şeyhte fâni olmak, Allah’ta fâni olmanın mukaddimesi ve başlangıcıdır. [566]

Feyz: Taşmak. Tasavvufta; sâlikin çalışması ve çabası sözkonusu olmaksızın Allah tarafından onun kalbine herhangi bir husûsun verilmesi. Feyz-i isnâdî: Şeyhe ve müridlerine senet ve silsile vâsıtasıyla gelen feyz, rûhânîler yoluyla ulaşan feyz, irfan. [567]

Firâset: Sezmek, hissetmek. Tasavvufta; Yakîn, keşfetme ve gaybı görme, gaybı bilme. [568]

Gavs: Sığınma, ilticâ etme demektir. Tasavvufta; kendisine sığınıldığı zaman kutba “gavs” denir (Kâşânî, Ta’rîfât). Sûfîler darda ve sıkışık durumda kaldıkları zaman: “Yetiş yâ Gavs!”, “Meded yâ Gavs!”, “İmdâd yâ pîr!” diye feryad eder ve kutbun mânevî himâyesine ilticâ ederler. “Gavs-ı a’zam”: En ulu gavs, buna “kutb-ı ekber” de denir. Hz. Peygamber’in bâtınından ibârettir. Velîliğin en yüce mertebesi budur. Abdülkadir Geylânî’ye özellikle Gavs-ı a’zam denir. [569]

Gayb erenler: Göze görünmeyen velîler. Üçler, yediler, kırklar, abdallar gibi bazı velîler vardır ki, gâiptirler, göze görünmezler; kısa zamanda uzun mesâfeler katederler. [570]

Habîbiye: “Bir kimse, yaratılmışlardan ilgisini keserek Allah’ı kendisine sevgili ve dost edinirse, ondan teklifler düşer” diyen mutasavvıflar zümresi. [571]

Hâce, hâcegân: Efendi, bey, ağa, hoca. Tasavvufta; şeyh, mürşid. Özellikle ilk nakşî şeyhleri seyyid, efendi ve şeyh gibi ünvanlar yerine “hâce” ünvanı ile anılır. Bu yüzden Abdulhalik Gucdüvânî’ye nisbet edilen bir tarîkate de hâcegân adı verilmiştir. (Hâcegân; hocalar demektir.) [572]

Hâcib-i Hak: Hakk’ın kapıcısı. Tasavvufta; Hak ile halk arasında aracı olan insan-ı kâmil ve şeyh-i vâsıl. Kâmil insan hâcib olması sıfatıyla müridi Hakk’ın huzûruna alır, Hakk’ın nâibi olması sıfatıyla da Onun mülkünde tasarrufta bulunur. İbn Sina: “Allah’ın huzûru, gelişigüzel herkesin oraya giremeyecekleri kadar ulu bir makamdır” demiştir. Bu yüce makama bir usûle göre ve bir şeyh rehberliğinde girilmesi gerektiğine inanılır. [573]

Hâtemu’l-Evliyâ: Hâtem; mühür, yüzük, son demektir. Tasavvufta; sâlikin bütün makamları kat etmesi ve nihayete ermesine hâtem denir. “Hâtemu’l-enbiyâ”: Son peygamber. “Hâtemu’l-evliyâ: Son velî veya velîlerin en ulusu, bir rivâyete göre İbn Arabî. Hatm-i velâyet görüşünü Hakim Tirmizi ortaya atmış, İbn Arabî bunu geliştirmiştir. Hatm-i nübüvvet, zamanla sınırlı olup Hz. Peygamber’le sona erdiği halde; hatm-i velâyet zaman üstüdür, ezelden ebede kadar sürer, zira nübüvvet Nebî’nin velâyet Allah’ın vasfıdır. [574]

Hatm-i Hâce: Nakşî tarikatında toplu olarak icrâ edilen bir zikir ve duâ biçimi. Umûmiyetle Pazartesi ve Cuma geceleri okunur. Abdest alınır. Kıbleye karşı diz çöküp oturulur, tevbe ve istiğfar edilir, tarikat silsilesine dâhil olan bütün şeyhlerin ruhlarına teveccüh edilip onlardan yardım ve imdad istenir. [575]

Hayâl: Mâsivâ, Allah’tan mâadâ her şey. Tasavvufta; mutasavvıflar Hak hâriç diğer tüm varlıkların gerçek bir varlığı bulunmadığı, bunların birer hayal, akis ve gölge varlıklar olduğunu söylerler. Özellikle vahdet-i vücud anlayışına bağlı olanlar bu görüştedirler. Sevgilinin zihnindeki hayâli de önemlidir. [576]

Hayzu’r-ricâl: Erkeklerin hayzı. Tasavvufta; sâlikin cezbeye kapılarak ve vecde gelerek kendinden geçmesi, bu yüzden hayız gören kadınlar gibi Allah’ın huzûruna çıkamaması, namaz kılamaması hâli. Bazı mutasavvıflar, kerâmetleri ve hârikulâde halleri de bir eksiklik olarak değerlendirir ve bu hallere erlerin hayzı derler. Henüz irşad ehliyetini kazanamadığı için kendisine uyulmayan ve örnek alınmayan sâlikler de hayız halinde sayılır. İrşad ehliyetini kazandıkları zaman artık er olurlar. [577]

Hıfz: Koruma. Tasavvufta; Evliyânın günah işlemekten ve hatada ısrar etmekten koruma hali. Peygamberimiz’in ismet sıfatına karşılık, ermişlerin hıfz sıfatı vardır. Peygamberler ma’sûm velîler mahfûzdur. Allah peygamberi günah işlemekten velîyi günahta ısrar ve devam etmekten korur. Mahfûz olmak velî olmanın şartıdır. [578]

Himmet: Ermiş kişilerin maksadı hâsıl eden, iş bitiren ve dilediklerini yerine getiren mânevî gücü. Himmet-i ricâl: Erenlerin himmeti. Erlerin himmeti dağları yerinden oynatır. Pirler, dervişlerini himmetleriyle terbiye ve idâre ederler. [579]

Hulûl: Bir şeyin diğer bir şeye girmesi. Tasavvufta; Allah’ın bazı eşyaya veya kişilere girmesi inancı. Bu inançta olan mutasavvıflara hulûl ehli adı verilir. [580]

Hulûliye: “Güzel kadınlara ve oğlanlara (tüysüzlere) bakmak helâldır, Allah’ın bazı sıfatları bize hulûl eder. Bu hal içinde iken öpüşmek ve sarmaş dolaş olmak câizdir” diyen mutasavvıflar zümresi. [581]

Hurriyye: Kendilerinden geçmiş bir halde iken cennetten gelen hûrîlerle seviştiklerini ve cinsî temas kurduklarını iddia eden mutasavvıflar zümresi. [582]

İlhâm: Bildirmek, haber vermek. Tasavvufta; a) Feyz yoluyla kalbe gelen özel bir anlam ve bilgi. Düşünmekle kazanılan bir bilgi değildir. b) Kalbe konulan iyilik hissi, hayır duygusu. İlhamın kaynağı ya Allah veya melektir. Velîler, ilhamı peygamberlere vahiy getiren meleğin aldığı kaynaktan alırlar. [583]

İmâmân: İki imam. Tasavvufta; biri kutbun sağında, diğeri solunda yer alan iki velî. Sağdaki melekût, soldaki mülk âlemine bakar. Soldakinin mertebesi daha yüksek olduğundan, kutbun halifesi olur. [584]

İnhinâ: Eğilmek, boyun eğmek. Tasavvufta; müritlerin şeyhlerini veya halifesini ya da birbirini eğilerek selâmlamaları. Bu tür selâmı secde sayıp reddedenler: “Ne senden bana rükû, ne benden sana sana kıyam; selâmün aleyküm, aleyküm selâm” derler. [585]

İnsân-ı Kâmil: Yetkin insan, kâmil insan. Tasavvufta; Allah’ın zât, sıfat, isim ve fiilleriyle en mükemmel biçimde kendisinde tecellî ettiği insan. Gavs, kutup, hakiki mürşid. İnsân-ı kâmil, Allah’ın sûreti, Allah da onun rûhu gibidir. Diğer taraftan insân-ı kâmil, âlemin rûhu; âlem de onun sûretidir. İnsân-ı kâmil, Allah’ın gözü (aynullah) dür, âlemin nûrudur. [586]

İrfân: Marifet, keşf, hads, ilham, sezgi, mânevî ve rûhî tecrübe ile elde edilen bilgi, tecrübî bilgi. [587]

İhvân: Kardeşler. Tasavvufta; Belli bir tarîkate ve şeyhe bağlı olanlar birbirinin kardeşi (ihvân), bunun dışında kalanlar ecnebî, ağyâr, digerân (başkaları)dır. Bazı hallerde yabancıların tarîkat âyinlerine alınmaları, şeyhin özel sohbetine katılmaları hiçbir tarîkatte uygun görülmemiştir. Belli bir tarîkat mensupları, bir âile gibidir. Şeyh baba ve peder (ata), şeyhin karısı ana-bacı ve vâlidedir. Müridler ise şeyhin evlâdıdır. Bu evlât, yekdiğerinin kardeşi (ihvânı, birâderi)dir. [588]

İstiğâse: Sığınmak, ilticâ etmek, meded ve yardım istemek, imdad demek. Tasavvufta; darda kalan bir tarîkat ehlinin şeyhini yardıma çağırması veya ölü ermişlerin ruhlarından imdat dilemesi. Sıkışık durumda kalan bir kimsenin Allah’tan veya peygamberin rûhâniyetinden yardım istemesi de istiğâsedir. Son dönem mutasavvıfları, şeyhlerden ve yatırlardan daima istiğâsede bulunmuşlardır. Kendisinden medet umulan en büyük velî “gavs”tır. [589]

İstimdâd: İmdat istemek, medet ummak, âcil yardım talebinde bulunmak. Tasavvufta; tarîkat ehlinin şeyhlerden veya ölü velîlerin ruhlarından yardım istemeleri. “Meded yâ şeyh!” “meded yâ gavs-ı a’zam!” demeleri. “Zikir murâd eden kimse, iki dizi üzerine oturup ağzını kapatır, gözlerini yumar, bütün his ve kuvvetlerini faâliyetten menederek şeyhin rûhâniyetine teveccüh edip ondan istimdâdda bulunur.” [590]

İstişfâ’: Şefaat istemek, bir işin görülmesi için birinin aracı (vâsıta vesîle) olmasını istemek. Tasavvufta; tarîkat ehlinin yatırlardan ve ermişlerin ruhlarından Allah katında şefaatçı ve aracı olmalarını istemeleri. [591] **

İşrâf: Bilmek, haberdar olmak, vâkıf olmak, Tasavvufta; bâtınî hallere vâkıf olmak, insanların rûhî hallerini ve kalplerinden geçirdiklerini bilmek. Firâsetten farkı, firâsetin geçici, işrâfın kalıcı olmasıdır. [592]

Keşf: Açığa çıkarma, perdenin açılması. Örtülü olanı açma, gizli olanı meydana çıkarma, sezme, tahmin etme. Tasavvufta; a) Perdenin ötesindeki gaybî hususlara ve hakiki şeylere, bunları yaşayarak ve temâşâ ederek vâkıf olmak. Mükâşefe, beden ve his perdesinin kalkması ve ruh âleminin seyr edilmesi. b) İlham. Doğrudan ve aracısız Allah’tan alınan bilgi. Bu bilgi ya ilâhî hitabı işitmek ve dinlemek veya gayb âlemini görmek sûretiyle elde edilir. c) İbn Arabîye göre velîler, bilgileri peygamberlere vahiy getiren meleğin aldığı kaynaktan doğrudan alırlar. Bazı keşifler kesin bilgi verir. Sûfîlere göre maddî ve duyulur âlemden gelen tesir, kir ve pas kalbin gayb âlemini görmesine engel olan bir perde (hicâb) oluşturur. Riyâzet ve tasfiye ile bu perde kalkınca gayb, ayân-beyân olarak görülür. Bu perdenin açılmasına, yani kalp gözünün açılmasına keşf denir. Keşf-i zamâir: Bir velînin başkalarının kalbinden ve zihninden geçen şeyleri bilmesi. Keşf-i ahvâl-i kubûr: Bir velînin mezarlarda gömülü olan ölülerin o âlemdeki hallerini bilmesi. [593]

Kırklar: Ricâlu’l-gayb veya gayb erenlerden 40 velî. [594]

Kıtmîr: Köpek. Ashâb-ı Kehf’in köpeği. Tasavvufta; sûfî olmadığı halde, sûfîlerin arasında bulunan kimseye kıtmîr denir. Dervişler ve müridler bir köpek sadâkatı ile şeyhlerinin kapısında beklemeyi ve ulumayı en büyük şeref bilirler. M. Bahâeddin Nakşbend, Abdülkadir Geylânî’nin türbesine şu ibârenin yazılmasını emretti: “Pirlerin kapısında köpek ol, / Eğer Hakk’a yakın olmak istersen. / Zira arslanlardan daha şereflidir. / Geylânî’nin kapısındaki köpek.” [595]

Kutb (kutub): Medâr, değirmenin alt taşına yerleştirilen ve üst taşın dönmesini sağlayan demir. Tasavvufta; a) En büyük velî, b) Her zaman, âlemde Allah’ın nazar kıldığı yer olan tek kişi (Kâşânî). c) Kutub, âlemin rûhu, âlem de onun bedeni gibidir. Her şey kutbun çevresinde ve onun sâyesinde hareket eder. Yani her şeyi o idare eder.[596] Kutbu’l-aktab: Kutubların kutbu, kutbu’l-ekber: En ulu kutub. Kutbu’l-irşâd: Rehber kutub. Tasavvufta; Her üç terim de halkı irşad etmek ve hidâyete erdirmek işiyle görevli velî anlamına gelir. Bu velî, arştan ferşe kadar tasarrufta bulunur. [597]

Meded: İmdad, yardım, himâye. Meded Allah’tan istenir. Tasavvufta; ermişlerin ruhlarından yardım istemeye de meded denir. Alevî-Bektâşi zümreler “yetiş yâ Ali” anlamında meded kelimesini kullanırlar. [598]

Mürid: İrâde ve talep eden, ehl-i irâde, isteyen, arzu eden. Tasavvufta; a) İrâdesi olmayan, irâdesinden soyutlanan, irâdesini kullanmayan. b) Kendisine semânın kapısı açılan ve isimle Hakk’a erenler arasına katılıp ona eren. c) Tarîkate giren ve şeyhe bağlanan, derviş, bende; efendisi olan şeyhin kulu. Cenâze, onu yıkayan kişinin önünde nasıl irâdesiz ise, mürid de şeyhinin önünde o şekilde irâdesizdir. Bir kör, kendisini yeden kişiyi uçurumun kenarında nasıl takip ederse, mürid de her hususta şeyhini öyle takip eder. Mürid kendi şahsî irâdesini şeyhinin irâdesinde yok etmiştir (Fenâ fi’ş-şeyh); onun için irâdesizdir. d) Şeyhinin emir ve irâdesini yerine getiren bir âlettir. e) Kendisi için Hakk’ın irâde ettiğinden başka bir şey irâde etmeyen, Hakk’ın irâdesi önünde ve karşısında kendi irâdesini hiçe sayan. [599]

Mürşid: Rehber, delil, kılavuz, yol gösteren. Tasavvufta; a) Sırât-ı müstakîmi gösteren, dalâletten önce hak yola ileten. b) Şeyh velî, er, eren, pîr. [600]

Nâz: Tasavvufta; a) Sevgisinin, dertli ve mahzun âşığına güç vermesi. b) Sevgilisinin âşığını kandırması, ona cilve yapması, bilmezlikten gelmesi. Nâz ehli: Hakk’a nazı geçen, Hakk’a karşı nazlanan velî. Naz ehli, Yüce Mevlâ ile gayet samimi, her türlü resmiyetten ve kayıttan uzak sohbet eder ve ona içlerini dökerler. Cüneyd Bağdâdî: “Üns ehli münâcât esnasında öyle sözler söyler ki halk bu sözleri küfür sayar” der. [601]

Nazar: Bakmak, bakış. Tasavvufta; şeyhlerin ve ermişlerin müridlere ve sülûk ehline bakışı ki bu bakış ruhlarına tesir ederek onlara yeni bir şekil verir, gönüllerini feyzle doldurur, ruhlarını olgunlaştırır. Bu nazarın eğitici ve yetiştirici bir özelliği olduğu için “velîler müridlerini kaplumbağanın yavrularını yetiştirmeleri gibi nazarla yetiştirirler” denilmiştir. Nazar-ı Hakkânî: Şeyhin nazarı ile müridin aşk ve cezbeye tutularak fenâya ermesi. “Sûfîlerin sohbeti gibi nazarları da feyz kaynağıdır. Zira onların nazarı, ayn-ı nazar-ı Hak’tır.” [602]

Niyâz: Duâ, yalvarma, tevâzu gösterme, selâm, himmet, baş kesmek. Tasavvufta niyaz: “Derviş, huzûr-ı mürşide vardıkda mürşidini hak bilerek hayır himmet talebi için yüzünü gözünü yerlere sürerek niyaz etmek âdâb-ı tarîkattandır.” “İnhinâ ederek şeyhin el, diz ve eteğini tutmak ve öpmek”. Niyâz ve niyâz âyini, bazen müridin şeyhine secde etmesi şeklini de almıştır. [603]

Nübüvvet: Peygamberlik. Tasavvufta; İbn Arabî, Son peygamber Hz. Muhammed (s.a.s.)’in getirdiği şeriat çerçevesinde evliyânın keşf ve ilham yoluyla Allah’tan aldıkları irfâna ve bilgilere umûmî ve mutlak nübüvvet adını vermektedir. [604]

Nücebâ: Seçkinler, soylular. Tasavvufta; kırklar. Bunlar halkla ilgili hususları düzeltir, onların yüklerini taşır, sadece halkın hukuku konusunda faâliyet gösterirler. [605]

Nükabâ: Nakibler, denetçiler, gözetleyenler. Tasavvufta; Bâtın ismiyle tahakkuk edip bu ismin mazharı olduklarından halkın içlerine bakıp (ruhlarını okuyup) oradaki en gizli hususları açığa çıkaran üç yüzler. Sırları örten perdeler onlar için ortadan kalktığından bu gibi hususları bilirler. Bursevî bunların sayılarının 12 olduğunu söyler. [606]

Pîr: Yaşlı kişi, ihtiyar. Tasavvufta; şeyh, mürşid. Pîr-i tarîkat: Tarîkatın ilk kurucusu, sâhib-i tarîkat. “Pîr aşkına”, “pîr hakkı için”, “pîrim hakkı için” deyimleri, yemin olarak kullanılır. Bir işe teşebbüs edildiği zaman: “Yâ Allah yâ pîr” denir. Tekkelerde ve türbelerde tarîkat kurucusu şeyhin ismi “yâ Hazret-i Pîr” diye başlar. Pîr-i hâcât: İhtiyaçları karşılayan şeyh. [607]

Râbıta: Bağ, ilişki. Tasavvufta; mürîdin, rûhaniyetinden feyz alacağına inanarak kâmil şeyhinin sûretini (şeklini) zihninde tasavvur etmesidir. Râbıta: Müridin şeyhini severek yâdetmesi ve sûretini zihninde canlandırmasıdır. Râbıta, müridin kalben şeyhi ile beraber olmasıdır. Müridin ilk hedefi, şeyhinde fâni olmaktır. Zira şeyhte fâni olmak, Allah’ta fâni olmanın mukaddimesidir. Sâlik, râbıta vâsıtasıyla önce şeyhi ile sonra Allah ile mânevî ve bâtınî bir ilişki kurar. [608] ***

Racül, ricâlü’l gayb: Racül: Adam, merd, kişi. Tasavvufta; İster erkek ister kadın olsun Hakk’ın dostluğunu kazanmış faal, hakşinas, âdil ve faziletli şahsiyetler. [609]

Rûhânî: Tamamen gayrı maddî ve gayri cismânî varlıklara (melek ve cin gibi) rûhânî dendiği gibi, rûh tarafı madde tarafına ağır basan varlıklara da rûhânî denilir. Gerek gayri müslimlerin azizlerine, gerekse evliyâya rûhânî denilir. [610]

Sâlik: Yolcu. Tasavvufta; a) Allah’a giden yolu tutana seyr halinde bulunduğu sürece müridle müntehî (vâsıl, eren) arasındaki mutavassıta (ortadakine) sâlik denir. İlmi ve tasavvuru ile değil; hâli ile makamlarda seyreden sâlik bu halde iken ayne’l-yakîn türünden bilgi sahibi olur. b) Menzil-i maksûda varmak azmi, hedefe ulaşmak kararı ile tasavvuf yolunu tutan, bu yolun gerektirdiği hususları maddî ihtiyaçlardan önde tutan, tasavvufu meslek edinen insanlar. [611]

Sekr: Sarhoşluk, mest olmak, kendini kaybetmek. Tasavvufta; a) Zâhirî ve bâtınî kayıtları bir yana bırakıp Hakk’a yönelmek. b) Kuvvetli bir vârid (tecellî) ile kendinden geçip rûhî bir haz ve zevke erme. c) Sekr vecd ehline hastır. Sekr halindeki sâlik, şer’î hükümlere aykırı sözler söyleyebilir, davranışlarda bulunabilir. [612]

Sekizler: Gayb erenlerden olan sekiz evliyâ. Bunlara kahr ricâli, kuvvet ricâli de denir. Şiddetli ve hiddetli velîlerdir, himmetleri faal ve tesirlidir. Teveccüh ettikleri ruhları etkileri altına alırlar. Tasarruf sahibidirler, murad ettikleri nesneler vücuda gelir, teveccühlerinin semeresi hâsıl olur. Bunlara hürmet edilir, ama yakınlarında olmaktan sakınmak lâzımdır. [613]

Selâm secdesi: Sûfîlere göre, ibâdet secdesinin dışında secde-i tahiyyât denen, saygı ve sevgi duyulan bir insana selâm secdesi vardır. Sonraki bazı mutasavvıflar selâm secdesini câiz görmüşlerdir. Mevlevî şeyhleri ve dervişleri, baş keserek birbirine secde ederler. Secdeyi Hz. Mevlânâ teşrî etmiştir (meşrû kılmıştır). Bazı tarîkatlarda dervişler şeyhlerinin eteklerini öper, ayak bastıkları yere yüz sürer. Hükümdarlara ve din ulularına secde etmek, öteden beri şark kavimlerinde âdettir. [614]

Şeyh: Çoğulu; Meşâyih, şüyûh, eşyâh. Yaşlı, ihtiyar, pîr, bey, önder, kabile başkanı. Tasavvufta; a) Nefsinden fâni Hak’ta bâki velî, Hak dostu. b) Tâliplere rehberlik etmek ve onları irşâd etmek ehliyetine ve liyâkatine sahip olan insan-ı kâmil, rehber, delil, mürşid. Şeyh, kâmil ve mükemmildir; başkalarını da kemâle erdirir. Şeyh-i tarikat: Mürid ve müntesiblerini, bir annenin bebeğini terbiye etmesi ve yetiştirmesi gibi terbiye edip yetiştiren şeyh. Tarîkat şeyhleri böyledir. Bunlar mürid ve müntesiblerinin mal, beden ve ruhları üzerinde mutlak olarak söz sahibidirler. Mürid ne dil, ne kalb ile şeyhine itiraz edebilir. Şeyhine “hayır!” diyen bir mürid iflâh bulmaz. Şeyhe karşı işlenen günahın tevbesi olmaz. Şeyhin önündeki mürid, gassâlin önündeki cenâze gibidir, irâdesi yoktur; şeyh ona hangi şekli verirse onu muhâfaza eder, şeyhte fâni olmak Allah’ta fâni olmanın mukaddimesidir. Allah’a giden yol, şeyhten geçer. Şeyhi olmayanın şeyhi şeytandır. Şeyh keşif ve kerâmet sahibidir. Allah’ın arz üzerindeki halifesidir. Allah adına hareket eder. Şeyh, Hz. Peygamber’in nâibidir, Onun temsilcisidir. [615]

Tarîkat: Yol. Tasavvufta; Hakk’a ermek için tutulan, birtakım kuralları ve âyinleri bulunan yol. Gerçek anlamda tarîkatlar hicrî 6.; milâdî 12. asırda ortaya çıkmaya başladı. Kadiriyye, Rifâiyye, Yeseviye, Bektâşiye, Nakşbendiye, Kübreviye, Mevleviye, Halvetiye ve Şâzeliye bunların en tanınmışlarıdır. Tarîkatler arasında ortak esaslar bulunduğu gibi; birçok farklı yönler de bulunur. [616]

Tasarruf: Faâliyet göstermek, yetki kullanarak iş yapmak. Tasavvufta; Kerâmet göstermek, olağanüstü yollardan iş yapmak ve tesir etmek, insanlara ve eşyaya hükmetmek ve onları idare etmek, Allah’ın eşyayı ve bütün varlıkları velîsine Mûsâhhar kılması. Hakikatte tasarrufta bulunan (mutasarrıf) Allah’tır. Fakat velîler de himmetleriyle varlıklar üzerinde tasarrufta bulunurlar. Zira Allah her şeyi onlara Mûsâhhar kılmıştır. Velîler himmetleri ile tasarrufta bulunurlar. Fakat ism-i a’zamla tasarrufta bulunduklarına da inanılır. Bazı velîlerin öldükten sonra da tasarrufta bulunduklarına inanılır. [617]

Tayy-i mekân: Yerin dürülmesi, mesâfenin kısalması sûretiyle gerçekleşen kerâmet, uçmak. Bast-ı zaman: Zaman içinde zaman yaratmak.[618] (Tayy-ı mekân, yerin, evliyâ için katlanarak küçülmesi demektir. Evliyâ, aynı saatlerde birkaç yerde bulunabilir; yani yerin katlanmasıyla velî olan zat, aynı saatlerde dünyanın, birbirinden son derece uzak birçok yerlerinde bulunabilir. [619]

Tayy-i zaman: Zaman içinde zaman yaratmak.[620] (Tayy-ı zaman, zamanın durdurulması anlamına gelir.) Velî, bu sûretle, bir yandan bulunduğu yerde zamanı durdurarak, ya da zamanın akışını, bir diğer yerdeki zamanın akışına göre yavaşlatarak yaşar. Zamanın katlanmasıyla, -ya da durdurulmasıyla- evliyâ, örneğin birkaç saniye içinde başka bir ülkeye intikal ederek orada yıllarca kaldıktan, hatta ev, bark, çoluk çocuk sahibi olduktan sonra tekrar eski yerine döner ve hayatına, kaldığı noktadan devam eder. Öyle ki döndüğü zaman, meselâ, gitmeden önce önüne konmuş olan yemek hâlâ sıcacık durmaktadır. Onu sofrada bekleyenler sadece birkaç saniye içinde ortadan kaybolmuş olmasına hayret ederler vb. [621]

Teberrük: Bir şeyi (kutsal) sayıp ondan bir hayır, bir fayda, bir uğur, bir bereket ummak. [622]

Tecellî: Âşikâr olmak, açığa çıkmak, görünmek, zuhûr etmek. Tasavvufta; gaybden gelen ve kalbe zâhir olan nurlar. Görünmeyenin kalpte görünür hale gelmesi. [623]

Tecessüd: Cesedleşme, maddeleşme, bedenleşme. Tasavvufta; Rûhun ceset ve madde haline gelmesi, bedenleşmesi. a) Bir velînin rûhu başka bir yerde, ayrı bir beden ve madde kalıbı ile zâhir olabilir. b) Ölen bir velînin rûhu eskisinin tıpkısı olan bir beden kalıbı ile zâhir olabilir. Tecessüd, reenkarnasyon ve tenâsühten ayrı bir olaydır. [624]

Teferrüc: Seyretme, temâşâ etme. Tasavvufta; mânen yükselen sâlikin rûhî bir mi’râc yapması, ulvî-süflî, maddî-mânevî bütün âlemlerde seyahat etmesi, her şeye yukarıdan bakması. [625]

Teveccüh: Yönelme, öz alâka. Tasavvufta; a) Şeyhin Hakk’a, müridin mürşide yönelmesi, gönlünü ona bağlaması. b) Nakşîlikte muhabbet râbıtasının bir şekli. Mürid, şeyhin rûhâniyetine muhabbet yoluyla teveccüh eder, teveccüh esnâsında öyle bir istiğrak (trans) haline geçer ki, beşerî ve bedenî varlığından haberdar olmaz. Bu durumda şeyhin rûhâniyeti müridin bâtınında faâliyete geçip onun beşerî vasıflarını ortadan kaldırır, tedrîcen mürid, mürşidinin rûhânî vasıflarıyla sıfatlanır. Şeyhin müridine teveccühü, bütün mânevî gücünü ve rûhânî tesirini müridin kalbi üzerine yoğunlaştırarak ona feyz akıtması, onu büyük bir mânevî değişime uğratmasıdır. [626]

Türbe: Toprak, hâk. Tasavvufta; Bir ermişin ve yatırın kabrinin bulunduğu üstü kapalı mekân, ziyâret yeri. Buralara adaklar adanır, mumlar yakılır, dilekler dilenir, serili postlarda namaz kılınır, duâ edilir, paralar verilir, çapıtlar bağlanır. Ermişin ve yatırın sağ insanlara mânen, ama gerçekten yardımcı olacağına inanılır. [627]

Üçler: Üç büyük velî. Gayb erenlerden üç ulu ermiş. Üçler, Hak’tan istimdad eder, halka imdad eder, insanlara şiddet ve kahr ile değil; mülâyemet ve merhametle muâmele ederler. Üçler, erkeklerden de kadınlardan da olabilir. Üçlerden biri aralıksız ve kesintisiz Hak’tan aldığı feyzi halka akıtır. Üçler bir kutub, iki imamdan oluşur. Kutb veya gavs-ı a’zam, Alah adına mülk ve melekût âlemini idâre eder. Kutbun iki vezîri (yardımcısı) vardır. Bunlara imâmân denir. Pek çok yöre, türbe, mahalle, semt ve kasaba; ismini üçlerden alır. [628]

Vahdet-i şühûd: Vahdet; Birlik demektir. Vahdet-i şühûd: Tasavvufta; sâlikin her şeyi Allah olarak, Allah’ın tecellîleri olarak görmesi, O’ndan başkasını görmemesi hali. Bu hal, sekr, galebe ve gaybet gibi isimler verilen vecd ve istiğrak halinde kendini gösterir. Bu halde iken sâlik, nefsinden fâni olması sebebiyle kendini de görmediğinden Hallâc gibi: “Ene’l-Hak” der. Bayezid Bestâmî gibi, “Sübhânî mâ a’zame şânî (Bana tesbih olsun, benim şânım ne yücedir!)” der. “Cübbemin altındaki, Allah’tan başka bir şey değil” der. Yûnus gibi “Ete kemiğe büründü, Yûnus diye göründü” der. Fakat bu hal geçtikten sonra Hak ile halkı ayrı ayrı görür, yaratanı yaratılandan ayırır. [629]

Vahdet-i vücud: Bir bilme, Allah’tan başka varlık olmadığının idrâk ve şuûruna sahip olmak. Şuhûdî tevhidde, yani vahdet-i şuhûdda sâlikin her şeyi bir görmesi geçicidir; birlik, bilgide değil; görmededir. Vahdet-i vücudda ise, birlik bilgidedir. Yani sâlik gerçek varlığın bir tane olduğunu, bunun da Hakk’ın varlığından ibâret bulunduğunu, Hak ve O’nun tecellîlerinden başka hiçbir şeyin hakiki bir varlığı olmadığını bilir. Ancak, vahdet-i vücud ehli, bu bilgiye nazarî olarak değil; yaşayarak ve mânevî tecrübe ile ulaşır. Bunun böyle olduğunu başka bir yoldan bilmenin bir değeri yoktur. Vahdette kesret – kesrette vahdet: Birlikte çokluk – çoklukta birlik. Vahdet ehline göre vahdet gerçek, kesret hayaldir. Bir olan varlığın çok görünmesi sadece bir görünüş meselesidir. Gerçek sûfî, çoklukta birliği görür. “Lâ maksûde (lâ matlûbe, lâ murâde) illâllah” kusûdî, “lâ meşhûde illâllah” şuhûdî, “lâ mevcûde illâlllah” vücûdî tevhiddir. [630]

Vahiy: Hakk’ın hitâbı. Sûfîlere gelen ilhâm. İbn Arabî; “Sözlerimiz vahy-i kelâm değildir ama vahy-i ilhamdır” der. [631]

Velâdet: Doğum. Tasavvufta; Tâlibin mürşide intisab etmesi ve tarîkate girmesi. Buna velâdet-i sâniye (ikinci doğum, mânevî doğum) denir. Şeyh ile mürîdi arasında öyle bir kaynaşma (teellüf) hâsıl olur ki neticede mürîd şeyhin parçası olur, tıpkı tabiî velâdette oğul babanın parçası olduğu gibi. “İnsan iki kere doğmadan melekût âlemine yükselemez.” İlk doğumla madde âlemi ile irtibat kuran insan, ikinci doğum ile melekût âlemi ile irtibat kurar. Mürîdin babası, onun bedeninin, şeyhi ise rûhunun var oluş sebebi olduğundan, şeyh baba, mürîd onun oğludur. Mürid, babasının bel, şeyhinin yol evlâdıdır. Şeyh, bir anne bebeğini nasıl sütü ile beslerse, öylece onu irfânı ve feyzi ile besler. Buna redâ (süt emme süresi) denir. Seyr ve sülûkünü tamamlayan ve rûhen olgunlaşarak bâliğ ve reşîd olan mürîde şeyh icâzetnâme (hilâfetnâme) verir. Buna fitâm (sütten kesme) denir. Bu yüzden müridler, şeyhlerine baba (eb, vâlid, peder); şeyhler ise müridlerine evlâdları nazarıyla bakarlar. [632]

Vesîle: Vâsıta, aracı, sebep, bahâne. Tasavvufta; a) Allah’a yaklaşmak veya bir dileğin kabul edilmesini veya bir musîbetin defedilmesini sağlamak için ermişlerin türbelerine gidip onların ruhlarında ve yatırlardan meded ummak. Tasavvufî anlamda vesîle ve tevessül budur. [633]

Yatır: Ermişlerin gömülü olduğuna ve ziyâretçilerine fayda ya da (çarparak) zarar verdiğine itikad edilen mezarlar. [634]

Yediler: Yedi büyük velî, gayb erenlerden yedi ulu ermiş. Bunlara ricâl-i ûlâ da derler. Her nefeste mi’râc yapıp Allah’ın huzûrundan marifet-ilim tahsil ederler. Yediler, yedi abdal denilen Ricâlu’l-gaybden ayrıdır. Pek çok semt, türbe ve mahalle; ismini yedilerden alır. [635]

Zıllullah: Tanrı’nın gölgesi. Tasavvufta; vâhidiyet mertebesini kendi gerçeği haline getiren insan-ı kâmil. [636]

Ziyâret: Mübârek ve kudsal olduğuna inanılan ermişlere ait kabir ve türbelerin ziyâret edilmesi; Buralarda duâ ve ibâdet edilmesi, kurban kesilmesi. Ziyâret edilen yere ziyâretgâh (mezar) denir. [637]

Not: Tüm bu kavramların yukarıdaki anlamları, tasavvuf felsefesine göredir. Tasavvuf erbâbının kendi inançları doğrultusunda bu kelimelere yükledikleri anlam ve yorumları aksettirmektedir. Veli ve evliyâ kavramlarının tasavvuftaki karşılıklarını daha iyi anlayıp değerlendirme yapabilmeye yardımcı olacakları düşünüldüğünden bu tasavvufî lügatçe hazırlanmıştır.

* “Mürîdim ister doğuda olsun ister batıda / Hangi yerde olsa da yetişirim imdâda.” A. Geylâni’ye ait olan bu şiir için.[638]; “Darda kalmış kişi duâ ettiği zaman onun yardımına kim yetişiyor da sıkıntıyı gideriyor ve sizi yeryüzünün hâkimleri yapıyor? Allah ile beraber başka bir ilâh mı var? Ne kadar az düşünüyorsunuz.”[639]; “De ki: Allah’ın dışında kuruntusunu ettiklerinizi çağırın bakalım; onlar, sıkıntınızı ne gidermeye, ne de bir başka tarafa çevirmeye güç yetirebilirler.” [640]

“Yoksa onlar Allah’tan başkasını şefaatçiler mi edindiler? De ki: Onlar hiçbir şeye güç yetiremezler ve akıl erdiremezlerse de mi (şefaatçi edineceksiniz)? De ki: Bütün şefaat Allah’ındır. Göklerin ve yerin hükümranlığı O’nundur. Sonra O’na döndürüleceksiniz.”[641] “İzni olmadan O’nun katında kimmiş şefaat edecek?...” [642]

Râbıta konusunda geniş bilgi almak isteyenler, Ferit Aydın’ın Ekin yayınlarından Tarikatta Râbıta ve Nakşibendilik adlı kitabına bakabilir.

“Ve derler ki: ‘Rabbimiz biz efendilerimize, büyüklerimize itaat ettik de, böylece onlar bizi yoldan saptırdılar.” [643]

“Rabbinizden size indirilene uyun. O’ndan başka evliyânın/dostların peşlerinden gitmeyin. Ne kadar da az öğüt alıyorsunuz.” [644]

Velî kavramını özetlersek; İslâm, normal hallerdeki beşerî münâsebetleri tanzim ederken, kavramın bütün mânâları itibarıyla müslümanın velîsinin, ancak, kendisi gibi müslüman olacağını, gayri İslâmî unsurların müslümanın velîsi olamayacağını ifade etmiştir. Buna göre, ne yahûdi ve hıristiyanları ne de münâfık ve gayr-ı müslimleri, bir müslüman velî/dost edinemez. Ancak, ihtiyaç halinde insanlığın gereği olan güler yüz ve tatlı söz söylemek mânâsına gelen müdârâ ve şerlerinden korunmak için gönlündeki duygu, düşünce ve inancı saklı tutmak kaydıyla takıyye yapması câizdir.

Müslüman olmayanlarla velâyet/dostluk içinde bulunmayı yasaklayan İslâm, şerlerinden emin olunması halinde İslâm’ın ve müslümanların maslahatına olan konularda ticaret, ziraat, sanat ve müspet bilimler arasında yardımlaşmaya, ittifak ve anlaşma yapmaya müsaade etmiştir. Aynı şekilde sadece ehl-i kitap kapsamına giren gayr-ı müslimlerin yemeklerinden yiyip zinâ etmemeleri ve iffetli olmaları şartıyla bayanlarını nikâhlamaya izin vermiştir.

Allah, bütün müttakîlerin velîsidir, zâlimler ise ancak kendileri gibi zâlim ve inkârcılara velî olabilirler. Şüphesiz ki korkmadan günaha dalan ve şirk koşarak Allah’tan uzaklaşan kimseler zâlimdirler. [645]

Velî kavramı, tarihsel süreç içinde, özellikle tasavvufun etkisiyle Kur’an’daki anlamının dışına kaydırılmış, müttakî mü’minlerin vasfı olmaktan çıkarılıp, olağanüstü özellikleri bulunan insanüstü şahsiyetlerin sıfatı olarak kullanılmıştır. Velî sıfatını bütün mü’minler, Kur’an’daki şekliyle anlayıp hayatlarına geçirmeli, kâfirleri velî/yönetici kabul etmemeli, kendileri de birbirlerinin velîsi/dostu olmak için görevlerini yerine getirmeli velînin kerâmetle ve özel statülerle ilgisi olmadığını kabullenmelidir.

“Allah Teâlâ, iyiliğini murad ettiği kimseye, unuttuğunu hatırlatacak ve hatırında olanı yapmaya yardım edecek iyi ve sâlih bir dost nasib eder.” [646]

“Dostuna sevginde ölçülü ol; Belki de bir gün düşman olur. Düşmana buğzunda ölçülü davran; Belki de bir gün baş dostun olur.” [647]

“Fenalıklardan uzak duran ve daima verdiği sözü yerine getiren insanlarla dostluk kurmalıyız.” [648]

“Dost edinin, onlar sizin için dünya ve âhiret sermayesidir. Cehennem ehlinin “Bizim için samimi bir dost da yoktur.”[649] diyeceklerini duymadınız mı?” [650]

“Dostun dostu dosttur; ölümsüz Dost’un dostu ise en yakın dosttur.”

“O Dost’u bulanın kaybettiği hiçbir şey olmadığı gibi; O Dost’u kaybedenin de bulacağı bir şey yoktur.”

“Senin dindarlığını arttıran dost, her karşılaştığında eline bir altın bırakan dosttan daha hayırlıdır.”

“Faziletli olan ve faziletleri bakımından birbirine benzeyen insanlar arasındaki dostluk, mükemmel bir dostluktur.”

“Bir kimsenin, düşmanının düşmanı olması, onu dost edinmesine kâfi sebep değildir.”

“Dost vefalı olduktan sonra düşman ne yapabilir?”

“Dost kazanırsan tut, düşman kazanırsan güt.”

“Dost, bizi Allah’a yaklaştıran; düşman, bizi Allah’tan uzaklaştıran kimsedir.”

“Dost, bizi iyi yola öğütleyendir.”

“Dostun attığı gül onulmaz yara açar.”

“Dostun attığı taş, baş yarmaz.”

“Dost dostun ayıbını yüzüne söyler.”

“Dostuna borçlu olma!”

“Dostu olmayan insan, en yoksul insandır.”

“Birçok arkadaşımız olabilir, ancak dostlarımız azdır.”

“Dostunu medh edersen, biraz yerecek yerini koy.”

“Dostların sıkıntıda iken, onları mutlu oldukları zamankinden daha çok ara.”

“Dost sanma şanlı vaktinde dost olanı; dost bil gamlı vaktinde elinden tutanı.”

“Dost yüzünden, düşman gözünden belli olur.”

“Dosta varırız gülle; düşmana atarız gülle!”

“Dostunu hemen ölüverecekmiş gibi sev; düşmanını hiç ölmeyecekmiş gibi telâkki et.”

“Denendikten sonra dost edindiklerini bağrına bas; ama her ilk tanıştığınla, hemen dost olma.”

“Düşmanlarını hoşnut etmek için dostlarını kıranlar, düşmanlarını memnun edemediği gibi, dostlarını da yitirirler.”

“İnsanlardan kendini çekmen sana düşman, herkese yakınlık göstermen ise sana kötü dostlar kazandırır.”

“Dostluk sırasında sende olmayan meziyetlerden söz eden adam, düşmanlık sırasında sende bulunmayan fenalıkları da sana yükleyebilir.”

“Dostluğun kolları birbirimizi dünyanın bir ucundan diğer ucuna kucaklayabilecek kadar uzundur.”

“Arz eyle bu pendi kendi özüne;

Dost addetme her güleni yüzüne.”

“Hoş gününde her kişi yârân bula;

Dost odur kim kem gününde yâr ola.”

“Dosttan bol şey de yok dünyada

Dosttan bulunmaz şey de.”

“Lokman hekim sarabilmez yaramı

Dost eli değmezse çare mi olur?”

“Bazı insanlar iyilik etmek, birbirini sevmek için değil; iyilik görmek, sonunda da nefret etmek için dost olurlar.”

“İnsanlarla dost ol. Çünkü kervan ne kadar kalabalık ve halkı çok olursa, yol kesenlerin beli o kadar kırılır.”

“Hiçbir şey sâdık dost kadar ucuza alınamaz. Yani ne kadar pahalıya mal olsa, gene de ucuzdur.”

“Biri gerçeği duymak istemediği, öteki yalana hazır olduğu zaman, dostluk dostluk olamaz.”

“Dostlar kavun gibidir; neden mi? Bir tane iyisini bulmak için yüzlercesini yoklarsınız da ondan.”

“Kara günlerinde senden çok üzülecek bir dostun olmasaydı, o günlere katlanmak güç olurdu.”

“Dost yüzü görmemek çetin bir iştir, ama bu hasret, onu düşmanla birlikte görmekten daha hafiftir.”

“Yastık diye başını ateşe dayayan, yatak diye yılanların üzerine yatan bir adam, güvendiği bir dostundan düşmanlık sezen bir adamdan daha rahat uyur.”

“Dostlara acılarını paylaştığını göstermek, birlikte yas tutmakla değil; onlara elbirliğiyle yardım etmekle olur.”

“Birbirlerine zıt karakterlere sahip olan insanlar, birbirlerini anlamak ve tamamlamak şartıyla iyi dost olabilirler.”

“Güller, lâleler, karanfiller, bütün çiçekler solar. Çelik ve demir kırılır, ama gerçek dostluk ne solar, ne de kırılır.”

“Gerçek dostlar, iyi günlerinizde, dâvet edince sizi ziyâret ederler; kara günlerinizde dâvetsiz gelirler.”

“Dostlarımızın sefâletine acımak iyi; fakat onların imdâdına koşmak daha iyidir.”

“Dostluk, yolu üzerinde ot bitmesine müsaade etmez.”

“Dostun kusuruna bakılmaz.”

“Dostlara itimad etmemek, onlar tarafından aldatılmaktan daha ayıptır.”

“Dostlar öyle bir ailedir ki, insan o ailenin fertlerini yalnız kendi seçer.”

“Dostuna, bir gün düşmanın olabilecekmiş gibi davran.”

“Dostluk, iki vücutta müşterek bir ruha benzer.”

“Dostsuz kalan şahsın durumu, sol elden mahrum kalan sağ elin durumu gibidir.”

“Dost, rahatlık veren bir merhemdir.”

“Dost, kötü günde belli olur. İyi günde ise binlercesi bulunur.”

“Gerçek dost, onu unutanı unutmayandır.”

“Ana babayı kader tayin eder, dostlar ise seçilir.”

“Dostları çoğaltmak, zekâ inceliğindendir.”

“Dostluk iyi kimseler arasında çabuk temellenir; güçlükle yıkılır.”

“Dost kazanmak isteyen kimse, dostluğu paylaşmayı bilmelidir.”

“Ayıpsız dost arayan, dostsuz kalır.”

“Dostluğundan fayda görmediğin kimsenin, husûmetinden de sana pek bir zarar gelmez.”

“Aklın bağlamadığı dostluğu, akılsızlık kolayca çözebilir.”

“Hiçbir dost, dostluğunu ispat edene kadar dost değildir.”

“Dostluk, kanatsız sevgidir.”

“Dost, hem iyi görünen, hem iyi olan insandır.”

“Yalnız kendi nefsini düşünerek dost arayan, hizmetçi arıyor demektir.”

“Dertlerini dökecek dostları olmayanlar, kendi yüreklerini kemiren yamyamlardır.”

“Dost, kendisiyle samimi olabildiğim ve yanında yüksek sesle düşünebildiğim kişidir.”

“Kuşun yuvası, örümceğin ağı, insanın dostları vardır.”

“Dost, sanki insanın bir ikinci kendisidir.”

“İyi insanlar, kara günde en emin dostturlar.”

“Dostlarımla beraber olunca yalnız değilim. O dakikadan sonra da iki kişi değiliz.”

“Köle misin? Senden dost olmaz. Zorba mısın? Senin dostların olmaz.”

“Dostluk, görünceye kadar değil, ölünceye kadar olmalı.”

“Dostluk o kadar kolay kurulur ki... Ama sürdürmek!”

“Dostluktan saygıyı kaldıran onun en büyük süsünü kaldırmış olur.”

“Düşüncede uyum, dostluğu doğurur.”

“Kendine dost olan, bilin ki herkese de dosttur.”

“Eğer hiç dostun yoksa sen bir dost ol!”

“Dostun olsun istiyorsan dost ol!”

“Dünyada ve âhirette benim Velî’m (yardımcım ve işimi deruhde eden) Sen’sin. Beni müslüman olarak öldür ve sâlihler arasına kat.”[651]

Ne mutlu Allah’la ve O’nun dostlarıyla dost olanlara ve dostluğunu ispatlayanlara! Yazıklar olsun, Allah’ın düşmanı ve şeytanın dostlarıyla dost olup Allah’ın ve müslümanların dostluklarını kaybedenlere!

 

Velâyet/Dostluk Konusuyla İlgili Âyet-i Kerimeler

A- Velî Kelimesi ve Türevlerinin Geçtiği Âyetler (232 âyet): 2/Bakara, 64, 83, 107, 115, 120, 123, 137, 142, 144, 144, 144, 149, 150, 150, 177, 205, 246, 257, 257, 282, 286; 3/Âl-i İmrân, 20, 23, 28, 32, 32, 63, 64, 68, 68, 82, 111, 122, 150, 155, 175; 4/Nisâ, 33, 45, 75, 76, 80, 89, 89, 89, 115, 115, 119, 123, 135, 139, 144, 173; 5/Mâide, 43, 49, 51, 51, 51, 55, 56, 57, 80, 81, 92, 107; 6/En’âm, 14, 51, 62, 70, 121, 127, 128, 129; 7/A’râf, 3, 27, 30, 79, 93, 155, 196, 196; 8/Enfâl, 15, 16, 20, 23, 34, 34, 40, 40, 40, 72, 72, 73, 75; 9/Tevbe, 3, 23, 23, 25, 50, 51, 57, 71, 74, 74, 76, 92, 116, 129; 10/Yûnus, 30, 62, 72; 11/Hûd, 3, 20, 52, 57, 113; 12/Yûsuf, 48, 101; 13/Ra’d, 11, 16, 37; 16/Nahl, 63, 76, 82, 100; 17/İsrâ, 33, 46, 97, 111; 18/Kehf, 17, 18, 26, 44, 50, 102; 19/Meryem, 5, 5, 45, 70; 20/Tâhâ, 48, 60; 21/Enbiyâ, 57, 109; 22/Hacc, 4, 13, 78, 78; 24/Nûr, 11, 47, 54; 25/Furkan, 18; 27/Neml, 10, 28, 49, 80; 28/Kasas, 24, 31; 29/Ankebût, 22, 41; 30/Rûm, 52; 31/Lokman, 7; 32/Secde, 4; 33/Ahzâb, 5, 6, 6, 6, 15, 17, 65; 34/Sebe’, 41; 37/Sâffât, 90, 174; 39/Zümer, 3; 40/Mü’min, 33; 41/Fussılet, 31, 34; 42/Şûrâ, 6, 8, 9, 9, 28, 31, 44, 46; 44/Duhân, 14, 41, 41; 45/Câsiye, 10, 19, 19; 46/Ahkaf, 29, 32; 47/Muhammed, 11, 11, 20, 22, 38; 48/Fetih, 16, 16, 17, 22, 22; 51/Zâriyât, 39, 54; 53/Necm, 29, 33; 54/Kamer, 6, 45; 57/Hadîd, 15, 24; 58/Mücâdele, 14; 59/Haşr, 12; 60/Mümtehıne, 1, 6, 9, 9, 13; 62/Cum’a, 6; 64/Teğâbün, 6, 12; 66/Tahrîm, 2, 4; 70/Meâric, 17; 75/Kıyâme, 32, 34, 34, 35, 35; 80/Abese, 1; 88/Ğâşiye, 23; 92/Leyl, 16; 96/Alak, 13.

B- Dost ve Dostluk

a- Allah En Güzel Dost ve En Güzel Yardımcıdır: 22/Hacc, 78; 42/Şûrâ, 9.

b- Mü’minlerin Allah’tan Başka Dost ve Yardımcıları Yoktur: 2/Bakara, 107, 120, 286; 3/Âl-i İmrân, 150; 4/Nisâ, 45; 5/Mâide, 55; 6/En’âm, 51; 7/A’râf, 196; 9/Tevbe, 16, 116; 29/Ankebût, 22; 32/Secde, 4; 42/Şûrâ, 31.

c- Allah İman Edenlerin Yardımcısıdır: 2/Bakara, 257; 3/Âl-i İmrân, 139, 160; 6/En’âm, 127; 9/Tevbe, 40; 30/Rûm, 47; 45/Câsiye, 19; 47/muhammed, 11.

d- Savaşta Allah’ın Yardımı ve Dostluğu: 2/Bakara, 214; 3/Âl-i İmrân, 125-127, 139, 148; 8/Enfâl, 9-13, 17-18, 39-40; 9/Tevbe, 25; 22/Hacc, 40, 60, 47/Muhammed, 7.

e- Allah’ın Velîleri/Dostları Kimlerdir: 10/Yûnus, 63.

f- Allah’tan, Peygıamber’den ve Mü’minlerden Başka Dost Yoktur: 5/Mâide, 55; 9/Tevbe, 16.

g- Peygamberimiz’in Dostluğu: 5/Mâide, 55; 9/Tevbe, 16, 128.

h- Mü’minlerin Dostluğu: 3/Âl-i İmrân, 118; 4/Nisâ, 144; 5/Mâide, 55; 9/Tevbe, 16, 71, 119.

i- Sıddîklarla ve Sâlihlerle Beraber Olmak: 4/Nisâ, 69; 9/Tevbe, 119; 26/Şuarâ, 83.

k- Sâlihlerle Dostluk İçin Duâ: 26/Şuarâ, 83; 27/Neml, 19.

l- Zâlimlerin Dostluğu: 11/Hûd, 113.

m- Kâfirlerin Dostluğu: 2/Bakara, 105, 217; 3/Âl-i İmrân, 28, 118-120, 149-150; 4/Nisâ, 44-45, 101, 140, 144; 5/Mâide, 57; 6/En’âm, 68; 9/Tevbe, 23; 13/Ra’d, 37; 28/Kasas, 86; 58/Mücâdele, 22; 60/Mümtehine, 13.

n- Kâfir Akrabanın Dostluğu: 9/Tevbe, 23; 11/Hûd, 45-47; 58/Mücâdele, 22.

o- Münâfıkların Dostluğu: 2/Bakara, 204; 4/Nisâ, 89, 139-140; 5/Mâide, 41, 52; 9/Tevbe, 50-51; 58/Mücâdele, 14; 63/Mümtehine, 1-2, 6-9.

p- Yahûdilerin Dostluğu: 2/Bakara, 105, 120, 145; 5/Mâide, 51, 80-82; 60/Mümtehine, 13.

r- Hıristiyanların Dostluğu: 2/Bakara, 105, 120, 145; 5/Mâide, 51, 82.

s- Ehl-i Kitab’ın Dostluğu: 2/Bakara, 105, 109, 120; 3/Âl-i İmrân, 100; 4/Nisâ, 44-45; 5/Mâide, 57-59.

C- Arkadaş ve Arkadaşlık

a- Arkadaşa İyilik Etmek: 4/Nisâ, 36.

b- Peygamberlerin, Sıddîkların ve Şehidlerin Arkadaşlığı: 4/Nisâ, 69; 9/Tevbe, 119; 26/Şuarâ, 83.

c- Şeytanın Arkadaşlığı: 4/Nisâ, 38; 41/Fussılet, 25; 43/Zuhruf, 36, 38; 50/Kaf, 27.

D- Kardeşlik ve Barış

a- Din Kardeşliği Allah’ın Nimetidir: 3/Âl-i İmrân, 103.

b- Mü’minler Kardeştir: 11/Hûd, 45-47; 49/Hucurât, 10, 13.

c- Mü’minlerin Dostluğu: 3/Âl-i İmrân, 118; 4/Nisâ, 144; 9/Tevbe, 16, 71, 119.

d- Mü’min Kardeşi Kendine Tercih Etmek: 59/Haşr, 9.

e- İnsanların Arasını Düzeltmek: 4/Nisâ, 114; 8/Enfâl, 1; 49/Hucurât, 9-10.

f- Sulh (Barış) Daha Hayırlıdır: 4/Nisâ, 128.

g- Dargınları Barıştırmak: 2/Bakara, 182, 224, 228; 4/Nisâ, 35, 114, 128; 8/Enfâl, 1; 11/Hûd, 88; 49/Hucurât, 9-10.

h- Savaşan Mü’minleri Barıştırmak: 49/Hucurat, 9.

Velâyet/Dostluk Konusuyla İlgili Hadis-i Şerif Kaynakları

Buhârî, Salât, 80; Menâkıbu’l-Ensâr 45; Teheccüd, 33; Zekât 4; Savm 60; Enbiyâ 3; Fezâilu’l-Ashâb 5; Meğâzî 9, 83, 84; Rikak 42; Tefsîru Sûre 60: İ’tisâm 14, Enbiyâ 50; Hîbe hadis no: 2620

Müslim, Birr 38, 159, 161; ilm 6; Fedâilu’s-Sahâbe, 161

İbn Mâce, Mukaddime 11, 18; Menâsik 56; Fiten 17

Ebû Dâvud, İlm 10; Cihad 95, 98; Sünne 2

Tirmizî, Menâkıb 14; Zühd 45, 53, 64; Birr 60; İlm 7; Tefsîr 60; Siyer 40

Nesâî, Sehv 19; Kasâme 27;

Müsned-i Ahmed bin Hanbel, 1/80; 2/237, 328, 338, 370, 533, 53 3/87, 225; 4/128, 386; 5/137; 6/357-358;16/178

Dârimî, Rikak 44, 48; Diyât 2

Müstedrek 2/141

Riyâzu’s-Sâlihîn, 1/398

Kütüb-i Sitte: 4/47-48; 5/71-74, 157-158; 7/110; 10/137-138

Mişkâtu’l-Mesâbih, hadis no: 5014; 5347; 3/1349

Süyûtî, el-Câmiu’s-Sağîr, 1/69

Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar

1.            İslâm Ansiklopedisi, T. Diyanet Vakfı Y. c. 9, s. 511, c. 10, s. 52

2.            Şâmil İslâm Ansiklopedisi, (Sami Şener) Şâmil Y. c. 1, s. 414-416

3.            Kur’an Ansiklopedisi, S. Ateş, KUBA Y. c. 5, s. 274-295, 370-375

4.            İslâm’ın Temel Kavramları, Hüseyin K. Ece, Beyan Y. s. 747-758

5.            İslâmî Terimler Sözlüğü, Hasan Akay, İşaret Y. s.

6.            Kur’ânî Terimler ve Kavramlar Sözlüğü, Mustansır Mîr, İnkılâb Y. s.

7.            Kur’an’da Ulûhiyet, Suad Yıldırım, Kayıhan Y. s. 188-191

8.            Kur’an ve Psikoloji, Osman Necati, Fecr Y. s. 35-38

9.            Yeryüzünün Vârisleri, Kul Sâdi Yüksel, Madve Y. s. 274-277

10.          İman ve Tavır, M. Beşir Eryarsoy, Şafak Y. s. 272-275

11.          Dinde Ölçülü Olmak, Abdurrahman bin el-Luveyhık, Kayıhan Y. s. 136-141

12.          Kur’an’da Siyasî Kavramlar vecdi Akyüz, Kitabevi Y. s. 63-91

13.          İslâm’ın Temel Kavramları, Hüseyin K. Ece, Beyan Y. s.

14.          İlâhî Kanunların Hikmeti -Sünnetullah-, Abdülkerim Zeydan, İhtar Y. s. 175-211

15.          Kur’an ve İnsan, Celâl Kırca, Marifet Y. s. 193-200

16.          Kur’anî Kavramlar, Muhammed el-Behiy, Yöneliş Y. s. 226-228

17.          Kur’an’da Temel Kavramlar, Ali Ünal, Kırkambar Y. s. 524-531

18.          Kur’an’da Temel Kavramlar, Harun Yahya, Vural Y. s. 130-134

19.          İslâm’ın Temel Kavramları, Hüseyin K. Ece, Beyan Y. s. 747-757

20.          İnanç ve Amelde Kur’anî Kavramlar, Muhammed el-Behiy, Yöneliş Y. s.226-229

21.          Kelimeler Kavramlar, Yusuf Kerimoğlu, İnkılab Y. s. 337-342

22.          İslâm ve Sosyal Değişim, İhsan Eliaçık, Bengisu Y. s. 84-86

23.          İnanmak ve Yaşamak, Ercüment Özkan, Anlam Y. c. 1, s. 141-160

24.          Tasavvuf ve İslâm, Ercümend Özkan, Anlam Y.

25.          Tasavvuf ve İslâm, Abdurrahman el-Vekîl, Tevhid Y.

26.          Tarikatta Râbıta ve Nakşibendilik, Ferit Aydın, Ekin Y. s. 285-299

27.          Kur’an Işığında Tarikatçılığa Bakış, Abdülaziz Bayındır, Özel Y.

28.          Teorik ve Pratik Açıdan Tasavvuf ve İslâm, İbrahim Sarmış

29.          Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, Süleyman Uludağ, Marifet Y.

30.          Bektaşi Menâkıbnâmelerinde İslâm Öncesi İnanç Motifleri, Ahmet Yaşar Ocak, Enderun Kit. Y.

31.          Türk Halk İnançlarında ve Edebiyatında Evliyâ Menkabeleri, A. Yaşar Ocak, Kültür ve Tur. Bak. Y.

32.          Allah Dostları, İmam Şevkânî, Tevhid Y.

33.          Dinde Ölçülü Olmak, Abdurrahman b. El-Luveyhık, Kayıhan Y. s. 136-141

34.          Kur’an’da Dostluk İlişkileri, Remzi Kaya, Ayışığı Kitapları; Kitabevi Y.

35.          İslâm’a Göre Dost ve Düşman, Muhammed bin Said el-Kahtani, Kayıhan Y.

36.          Kur’an’da Velî ve Velâyet, Mikdat Öccü, Suffe Y.

37.          Dostluk Üzerine, Fethi Gemuhluoğlu, Boğaziçi Y.

38.          Dost Kazanma ve İnsanları Etkileme Sanatı, Dale Carnegie, Timaş/Âlem/Sistem/Akış Y.

39.          Dost Diye Diye, Emine Işınsu, Ötüken Neşriyat

40.          Dost’tan Dosta, Ahmed Hulûsi, Kitsan Kitap Kırtasiye

41.          Dosta Doğru, Abdurrahim Karakoç, (Dostluk Şiirleri), Ocak Y.

42.          Dostlar Sofrası, Nâsır-ı Hüsrev, İnsan Y.

43.          Dostunuzu Tanıyın, Barbara Schott, K. Birker, Mozaik Y.

44.          İslâm’a Göre Dost ve Düşman, Muhammed Fatih El-Murâbıt, Tevhid Y.

45.          Allah Dostları, İmam Şevkânî, Tevhid Y.

46.          Veli ve Evliya Terimleri Üzerine, Arif Çiftçi, Haksöz, sayı: 11 (Şubat 92)

47.          Velâ 1-2, Hamd bin Ali bin Atik, Tevhid Y.

48.          Velâ 2, Süleyman bin Abdullah, Tevhid Y.

49.          Velâ 3, Abdurrahman Abdülhalık, Tevhid Y.

50.          Velâ ve Velâyet Üzerine, Mutahhari, Kevser Y.

51.          Velâyet-i Fakih, Muntazari, Endişe Y.

52.          Allah’ın Velîleri ile Şeytanın Velîleri Arasındaki Fark, İbn Teymiyye, İhyâ/Birleşik Y.

53.          Ümmet Bilinci, Atasoy Müftüoğlu, Denge Y.

54.          İslâm Cemaatine Doğru, Abdurrahman Dilipak, Risale Y.

55.          İslâm ve İnsan Hakları, Muhammed Umara, Denge Y.

56.          İslâm’da Karşılıklı Haklar ve Vazifeler, Mehmet Talu, Şelâle Y.

57.          Cihan Sulhü ve İslâm, Seyyid Kutubu, Arslan Y.

58.          Sınıfsız Dünya, Saadettin Elibol, Dergâh Y.

59.          Yürek Devleti, Mustafa İslâmoğlu, Denge Y.

60.          İslâm’da Sevgi ve Kardeşlik, Hüsnü Ethem Cerrar, Dünya Y.

61.          İslâm Kardeşliği, Abdullah Ulvan, Uysal Kitabevi Y.

62.          Kardeşlik Çağrısı, Mehmet Metiner, Risale Y.

63.          Kardeşlik ve Hoşgörü, Muhammed Pıtchall, Akabe Y.

64.          Sevgi Medeniyeti, Rehber Y.

65.          Müslümanların Kaynaşması, Selâmet Y.

66.          İslâm’da Müsamaha, İmam Gazali, Marifet Y.

67.          İslâm’da Hoşgörü ve Sınırı, Taner Akçam, Başak Y.

68.          Müsamahada Ölçü, Heyet, İttihad Y.

69.          İslâm Siyasi Düşüncesinde Muhalefet,

70.          Sulh Çizgisi, İbrahim Canan, TÖV Y.

71.          Vahdet Ama Nasıl, Abdurrahman Dilipak, Risale Y.

72.          Vahdete Yedi Adım, Mehmed Alagaş, İnsan Dergisi Y.

73.          Tevhidin Düşmanı Tefrika, Ramazan Yılmaz, Mücahede Y.

74.          İnsanları Tefrikaya Düşüren Faktörler, Mahmut Balcı, İhtar Y.

75.          İslâm Tarihinde Mezhep Çatışmaları ve Taklit, Abdülcelil Candan, Denge Y.

76.          Mezhep Meselesi ve Fıkhî İhtilâflar, Ebu’l Feth el-Beyânûnî, Risale Y.

77.          İhtilâftan Rahmete, Ebu’l Feth el-Beyânûnî, Risale Y.

78.          İhtilâflar Karşısında İslâmî Tavır, Yusuf el-Kardavî, İlke Y.

79.          İslâm’da İhtilâf Usûlü, Câbir Alvânî, Risale Y.

80.          Münakaşalar ve İhtilâf Sebepleri, Zekeriya Güler, T.D.V. Y.

 

[1]      ]   2/Bakara, 97-98

[2]      ]   12/Yûsuf, 53

[3]      ]   6/En’âm, 112

[4]      ]   64/Teğâbün, 14

[5]      ]   Mustafa Çağrıcı, TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 10, s. 52-53

[6]      ]   3/Âl-i İmrân, 103

[7]      ]   49/Hucurât, 10

[8]      ]   9/Tevbe, 71

[9]      ]   5/Mâide, 91

[10]     ]   8/Enfâl, 55-61; M. Çağrıcı, a.g.e., c. 10, s. 52

[11]     ]   2/Bakara, 36

[12]     ]   7/A’râf, 24

[13]     ]   20/Tâhâ, 123

[14]     ]   91/Şems, 7-8

[15]     ]   Bk. 3/Âl-i İmrân, 14

[16]     ]   6/En’âm, 112-113; 25/Furkan, 31

[17]     ]   41/Fussılet, 34 Ve yine bk. 23/Mü’minûn, 96; 13/Ra’d, 22.

[18]     ]   6/En’âm, 112-113

[19]     ]   25/Furkan, 31

[20]     ]   2/Bakara, 208

[21]     ]   5/Mâide, 3

[22]     ]   2/Bakara, 130-133

[23]     ]   2/Bakara, 168-169

[24]     ]   6/En’âm, 142

[25]     ]   7/A’râf, 22

[26]     ]   2/Bakara, 208

[27]     ]   17/İsrâ, 53

[28]     ]   18/Kehf, 50

[29]     ]   6/En’âm, 121

[30]     ]   35/Fâtır, 5-6

[31]     ]   36/Yâsin, 60-62 Ve yine bk. 12/Yûsuf, 5; 43/Zuhruf, 62

[32]     ]   7/A’râf, 27

[33]     ]   2/Bakara, 45

[34]     ]   2/Bakara, 44

[35]     ]   4/Nisâ, 101

[36]     ]   26/Şuarâ, 75-77

[37]     ]   25/Furkan, 26-29

[38]     ]   43/Zuhruf, 67

[39]     ]   5/Mâide, 82

[40]     ]   Meselâ, bk. Nesâî, Sehv 19; İbn Mâce, Menâsik 56; Dârimî, Diyât 2 vb

[41]     ]   63/Münâfıkûn, 4

[42]     ]   2/Bakara, 204

[43]     ]   5/Mâide, 14

[44]     ]   5/Mâide, 64

[45]     ]   2/Bakara, 85

[46]     ]   5/Mâide, 77-81

[47]     ]   5/Mâide, 90-91

[48]     ]   41/Fussılet, 19-20

[49]     ]   41/Fussılet, 26-28

[50]     ]   60/Mümtehine, 1-2

[51]     ]   42/Şûrâ, 8

[52]     ]   45/Câsiye, 19

[53]     ]   2/Bakara, 193

[54]     ]   60/Mümtehine, 4

[55]     ]   9/Tevbe, 113-114

[56]     ]   46/Ahkaf, 5-6

[57]     ]   4/Nisâ, 138-139

[58]     ]   35/Fâtır, 10

[59]     ]   63/Münâfıkûn, 8 ve yine bk. 10/Yûnus, 65.

[60]     ]   60/Mümtehine, 7

[61]     ]   Tirmizî, Birr 60

[62]     ]   28/Kasas, 8

[63]     ]   64/Teğâbün, 14-15

[64]     ]   41/Fussılet, 34

[65]     ]   41/Fussılet, 35

[66]     ]   Mefâtihu’l-Gayb, 41/Fussılet, 35 âyetinin tefsiri

[67]     ]   8/Enfâl, 61

[68]     ]   60/Mümtehine, 8-9

[69]     ]   8/Enfâl, 60

[70]     ]   5/Mâide, 8

[71]     ]   2/Bakara, 190

[72]     ]   5/Mâide, 2

[73]     ]   7/A’râf, 129

[74]     ]   61/Saff, 14

[75]     ]   3/Âl-i İmrân, 139

[76]     ]   37/Sâffât, 171-173

[77]     ]   5/Mâide, 56

[78]     ]   58/Mücâdele, 22

[79]     ]   2/Bakara, 193

[80]     ]   3/Âl-i İmrân, 103

[81]     ]   5/Mâide, 2

[82]     ]   5/Mâide, 61-62

[83]     ]   58/Mücâdele, 9

[84]     ]   60/Mümtehine, 1-2

[85]     ]   60/Mümtehine, 1

[86]     ]   Buhârî, Megâzî 9, Tefsîr Sûre 60; Müslim, Fedâilu’s-Sahâbe, 161; Ebû Dâvud, Cihad 98; Tirmizî, Tefsir 60; Dârimî, Rikak 48; Ahmed bin Hanbel, 1/80

[87]     ]   60/Mümtehine, 4

[88]     ]   9/Tevbe, 113

[89]     ]   3/Âl-i İmrân, 28

[90]     ]   60/Mümtehine, 1

[91]     ]   9/Tevbe, 23; 60/Mümtehine, 9

[92]     ]   5/Mâide, 51

[93]     ]   2/Bakara, 256

[94]     ]   53/Necm, 29

[95]     ]   43/Zuhruf, 26-28

[96]     ]   109/Kâfirûn, 1-2, 6

[97]     ]   10/Yûnus, 41

[98]     ]   Tirmizî, Siyer 40

[99]     ]   Hâkim, Müstedrek 2/141

[100]   ]   Ebû Dâvud, Cihad 95; Nesâî, Kasâme 27; Tirmizî, Siyer hds no: 1654

[101]   ]   9/Tevbe, 73

[102]   ]   8/Enfâl, 39

[103]   ]   4/Nisâ, 75

[104]   ]   Mişkâtu’l-Mesâbih, hadis no: 5014; Süyûtî, el-Câmiu’s-Sağîr, 1/69, Taberânî, El-Kebîr

[105]   ]   Hilyetü’l-Evliyâ, 1/312

[106]   ]   Tirmizî, hadis no: 2696

[107]   ]   3/Âl-i İmrân, 175

[108]   ]   İbn Kesir, Tefsir, 1/398

[109]   ]   Beyhakî, es-Süneu’l-Kübrâ, Kitâbu Âdâbi’l-Kadı, 10/127; İbn Teymiyye, Sırât-ı Müstakîm, s. 50; Fahreddin Râzi, Mefâtihu’l-Gayb, 3/611

[110]   ]   İbn Kayyım, Ahkâmu Ehli’z-Zimme 1/212

[111]   ]   9/Tevbe, 40

[112]   ]   35/Fâtır, 10

[113]   ]   63/Münâfıkûn, 8 ve yine bk. 4/Nisâ, 138-139; 10/Yûnus, 65.

[114]   ]   Müslim, İman 20

[115]   ]   2/Bakara, 120

[116]   ]   5/Mâide, 54

[117]   ]   48/Fetih, 29

[118]   ]   Tirmizî, Zühd 45; Ahmed bin Hanbel, 16/178

[119]   ]   3/Âl-i İmrân, 31

[120]   ]   49/Hucurât, 7

[121]   ]   3/Âli- İmrân, 103

[122]   ]   3/Âl-i İmrân, 75

[123]   ]   3/Âl-i İmrân, 118

[124]   ]   Buhârî, İ’tisâm 14, Enbiyâ 50; Müslim, ilm 6; İbn Mâce, Fiten 17

[125]   ]   Tirmizî, Zühd hadis no: 2379; Ahmed bin Hanbel, 16/178

[126]   ]   60/Mümtehine, 4

[127]   ]   2/Bakara, 257

[128]   ]   4/Nisâ, 76

[129]   ]   Ahmed bin Hanbel, Müsned, 6/357-358

[130]   ]   5/Mâide, 81

[131]   ]   5/Mâide, 51

[132]   ]   2/Bakara, 279

[133]   ]   109/Kâfirûn, 1-2

[134]   ]   Tirmizî, hadis no: 2696; Mişkâtu’l-Mesâbih, hadis no: 5347

[135]   ]   63/Münâfıkûn, 8

[136]   ]   25/Furkan, 44

[137]   ]   9/Tevbe, 28

[138]   ]   58/Mücâdele, 22

[139]   ]   20/Tâhâ, 117-119

[140]   ]   8/Enfâl, 60

[141]   ]   6/En’âm, 112

[142]   ]   25/Furkan, 31

[143]   ]   9/Tevbe, 71

[144]   ]   5/Mâide, 55

[145]   ]   9/Tevbe, 23

[146]   ]   49/Hucurât, 10

[147]   ]   3/Âl-i İmrân, 103

[148]   ]   4/Nisâ, 125

[149]   ]   25/Furkan, 28

[150]   ]   Tirmizî, Zühd 45, hadis no: 2379; Ahmed bin Hanbel, 16/178

[151]   ]   Buhârî, Enbiyâ, 3; Müslim, Birr 159

[152]   ]   M. Çağrıcı, a.g.e., c. 10, s. 511-512

[153]   ]   3/Âl-i İmrân, 28-29

[154]   ]   3/Âl-i İmrân, 118

[155]   ]   8/Enfâl, 73

[156]   ]   4/Nisâ, 144

[157]   ]   Riyâzü’s-Sâlihîn, 1/398

[158]   ]   Müslim, Birr 161

[159]   ]   8/Enfâl, 73

[160]   ]   bn Mâce, Mukaddime, 18; Ebû Dâvud, İlim 10; Tirmizî, İlm 7; Ahmed bin Hanbel, 3/225

[161]   ]   Tirmizî, Zühd 64

[162]   ]   3/Âl-i İmrân, 175

[163]   ]   3/Âl-i İmrân, 146

[164]   ]   17/İsrâ, 73-74

[165]   ]   Sami Şener, Şâmil İslâm Ansiklopedisi, 1/414-416

[166]   ]   3/Âl-i İmrân, 28-29

[167]   ]   Hayâtü’s-Sahâbe, 1/245; Elmalılı, 5/263

[168]   ]   16/Nahl, 106

[169]   ]   nak. Elmalılı, 2/340

[170]   ]   Hüseyin K. Ece, İslâm’ın Temel Kavramları, s. 661-663

[171]   ]   Fî Zılâl, Âl-i İmrân, 28. âyetinin tefsiri

[172]   ]   3/Âl-i İmrân, 28-29

[173]   ]   49/Hucurât, 13

[174]   ]   4/Nisâ, 1

[175]   ]   4/Nisâ, 128

[176]   ]   2/Bakara, 208

[177]   ]   22/Hacc, 39

[178]   ]   2/Bakara, 193

[179]   ]   8/Enfâl, 25

[180]   ]   10/Yûnus, 99-100

[181]   ]   Remzi Kaya, Kur’an’da Dostluk İlişkileri, s. 226-228

[182]   ]   60/Mümtehine, 8-9

[183]   ]   5/Mâide, 2

[184]   ]   Buhârî, 4/410, hadis no: 2216; Ahmed bin Hanbel, 5/137, hadis no: 3409

[185]   ]   4/Nisâ, 76

[186]   ]   Ebû Dâvud, Sünen, Edeb, hadis no: 4977; Mişkâtu’l-Mesâbih, 3/1349, hadis no: 4780

[187]   ]   49/Hucurâct, 10

[188]   ]   9/Tevbe, 71; 5/Mâide, 55

[189]   ]   9/Tevbe, 23

[190]   ]   9/Tevbe, 24

[191]   ]   58/Mücâdele, 22 Ve yine bk. 64/Teğâbün, 14.

[192]   ]   11/Hûd, 45-46

[193]   ]   4/Nisâ, 36

[194]   ]   31/Lokman, 14-15

[195]   ]   Buhârî, Hîbe hadis no: 2620; Müslim, Zekât hadis no: 1003

[196]   ]   2/Bakara, 83; 4/Nisâ, 36; 6/En’âm, 151; 17/İsrâ, 23; 31/Lokman, 14-

[197]   ]   4/Nisâ, 1

[198]   ]   Buhârî, Edeb, hadis no: 5984; Müslim, Birr, hadis no: 2556

[199]   ]   64/Teğâbün, 14

[200]   ]   Hadis-i Şerif

[201]   ]   Hadis-i Şerif

[202]   ]   Hadis-i Şerif

[203]   ]   Hz. Ali r.a.

[204]   ]   26/Şûrâ 101

[205]   ]   Hz. Ali r.a.

[206]   ]   2/Bakara, 107

[207]   ]   13/Ra’d, 11

[208]   ]   8/Enfâl, 39-40

[209]   ]   22/Hacc, 78; 66/Tahrim, 2

[210]   ]   3/Âl-i İmrân, 149-150

[211]   ]   9/Tevbe, 51

[212]   ]   22/Hacc, 13

[213]   ]   44/Duhân, 41

[214]   ]   47/Muhammed, 11

[215]   ]   47/Muhammed, 11

[216]   ]   10/Yûnus, 30; Ayrıca bk. 6/En’âm, 62

[217]   ]   2/Bakara, 286

[218]   ]   33/Ahzab, 6

[219]   ]   Hüseyin K. Ece, İslâm’ın Temel Kavramları, s. 747-748

[220]   ]   2/Bakara, 257

[221]   ]   42/Şûrâ, 9

[222]   ]   7/A’râf, 155

[223]   ]   34/Sebe’, 41

[224]   ]   7/A’râf, 196

[225]   ]   12/Yûsuf, 101

[226]   ]   2/Bakara, 257; 3/Âl-i İmrân, 68

[227]   ]   45/Câsiye, 19

[228]   ]   5/Mâide, 55

[229]   ]   3/Âl-i İmrân, 150

[230]   ]   13/Ra’d, 11

[231]   ]   Suad Yıldırım, Kur’an’da Ulûhiyet, s. 188-191

[232]   ]   2/Bakara, 107, 120

[233]   ]   18/Kehf, 17

[234]   ]   6/En’âm, 51, 71; 32/Secde, 4

[235]   ]   13/Ra’d, 37

[236]   ]   42/Şûrâ, 28

[237]   ]   42/Şûrâ, 28

[238]   ]   42/Şûrâ, 8-9

[239]   ]   7/A’râf, 155

[240]   ]   2/Bakara, 257

[241]   ]   17/İsrâ, 111

[242]   ]   7/A’râf, 196

[243]   ]   7/A’râf, 155

[244]   ]   34/Sebe’, 41

[245]   ]   7/A’râf, 196

[246]   ]   12/Yusuf, 101

[247]   ]   2/Bakara, 257; 3/Âl-i İmrân, 68

[248]   ]   6 En’âm, 127

[249]   ]   7/A’râf, 196

[250]   ]   45/Câsiye, 19

[251]   ]   9/Tevbe, 116; 6/En’âm, 70; 18/Kehf, 26; 29/Ankebût, 22

[252]   ]   4/Nisâ, 45

[253]   ]   42/Şûrâ, 44; 17/İsrâ, 97

[254]   ]   4/Nisâ, 173; 45/Câsiye, 7-10

[255]   ]   4/Nisâ, 123

[256]   ]   48/Fetih, 22; 33/Ahzâb, 64-65

[257]   ]   2/Bakara, 120; 13/Ra’d, 37

[258]   ]   9/Tevbe, 74; 33/Ahzâb, 17

[259]   ]   42/Şûrâ, 8; 11/Hûd, 20

[260]   ]   11/Hûd, 113; Hüseyin K. Ece, a.g.e., s. 749-751

[261]   ]   Bk. 58/Mücâdele, 22; 2/Bakara, 107, 120, 257; 3/Âl-i İmrân, 150; 4/Nisâ, 45; 6/En’âm, 51; 7/A’râf, 196

[262]   ]   5/Mâide, 55; 9/Tevbe,16

[263]   ]   9/Tevbe, 61, 128; 21/Enbiyâ, 107; 28/Kasas, 46; 44/Duhân, 6

[264]   ]   3/Âli- İmrân, 110; 41/Fussılet, 34; 2/Bakara, 112; 6/En’âm, 4; 3/Âl-i İmrân, 150; 22/Hacc, 78

[265]   ]   60/Mümtehıne, 1, 8, 9; 8/Enfâl, 60; 9/Tevbe, 71; 3/Âl-i İmrân, 118

[266]   ]   Bk. Ebû Dâvud, Büyû’, 78; krş. 10/Yûnus, 62

[267]   ]   Remzi Kaya, Kur’an’da Dostluk İlişkileri, s. 65-66

[268]   ]   5/Mâide, 55-56; 2/Bakara, 112

[269]   ]   3/Âl-i İmrân, 20

[270]   ]   3/Âl-i İmrân, 31-32

[271]   ]   18/Kehf, 110

[272]   ]   2/Bakara, 286; Remzi Kaya, a.g.e., s. 190-191

[273]   ]   58/Mücâdele, 21-22

[274]   ]   17/İsrâ, 23-24

[275]   ]   9/Tevbe, 23-24

[276]   ]   49/Hucurât, 10

[277]   ]   9/Tevbe, 71

[278]   ]   49/Hucurât, 11

[279]   ]   5/Mâide, 56

[280]   ]   3/Âl-i İmrân, 103

[281]   ]   49/Hucurât, 11-12

[282]   ]   59/Haşr, 9

[283]   ]   Bk. S. Buhârî, Tecrîd-i Sarîh Terc. 10/15-17, hadis no 1327

[284]   ]   3/Âl-i İmrân, 103

[285]   ]   8/Enfâl, 63

[286]   ]   R. Kaya, a.g.e., s. 194-196

[287]   ]   2/Bakara, 257; 3/Âl-i İmrân, 68; 4/Nisâ, 45, 76, 119, 5/Mâide, 55 vd

[288]   ]   2/Bakara, 107; 3/Âl-i İmrân, 122; 4/Nisâ, 139; 5/Mâide, 51; 9/Tevbe, 71 vd

[289]   ]   2/Bakara, 282; 3/Âl-i İmrân, 28; 9/Tevbe, 23; 18/Kehf, 26; 60/Mümtehıne, 1 vd

[290]   ]   58/Mücâdele, 22; 3/Âl-i İmrân, 118

[291]   ]   2/Bakara, 107

[292]   ]   2/Bakara, 120

[293]   ]   2/Bakara, 257

[294]   ]   3/Âl-i İmrân, 28-29

[295]   ]   3/Âl-i İmrân, 68

[296]   ]   3/Âl-i İmrân, 103

[297]   ]   3/Âl-i İmrân, 118

[298]   ]   3/Âl-i Imrân, 150

[299]   ]   4/Nisâ, 45

[300]   ]   4/Nisâ, 76

[301]   ]   4/Nisâ, 119

[302]   ]   4/Nisâ, 138-139

[303]   ]   4/Nisâ, 144

[304]   ]   5/Mâide, 2

[305]   ]   5/Maide, 51

[306]   ]   5/Mâide, 54

[307]   ]   5 Mâide, 55

[308]   ]   5/Mâide, 56

[309]   ]   5/Mâide, 57

[310]   ]   5/Mâide, 80-81

[311]   ]   6/En’âm, 14

[312]   ]   6/Enâm, 121

[313]   ]   7/A’râf, 27

[314]   ]   7/A’râf, 155

[315]   ]   7/A’râf, 196

[316]   ]   8/Enfâl, 73

[317]   ]   9/Tevbe, 23

[318]   ]   9/Tevbe, 24

[319]   ]   9/Tevbe, 71

[320]   ]   10/Yûnus, 62-64

[321]   ]   11/Hûd, 113

[322]   ]   12/Yusuf, 101

[323]   ]   13/Ra’d, 11

[324]   ]   13/Ra’d, 37

[325]   ]   17/İsrâ, 73-74

[326]   ]   18/Kehf, 26

[327]   ]   18/Kehf, 50

[328]   ]   18/Kehf, 102

[329]   ]   22/Hacc, 78; 66/Tahrim, 2

[330]   ]   25/Furkan, 26-29

[331]   ]   34/Sebe’, 41

[332]   ]   41/Fussılet, 31

[333]   ]   41/Fussılet, 34-35

[334]   ]   42/Şûrâ, 8-9

[335]   ]   43/Zuhruf, 67

[336]   ]   42/Şûrâ, 8

[337]   ]   45/Câsiye, 19

[338]   ]   47/Muhammed, 11

[339]   ]   48/Fetih, 29

[340]   ]   49/Hucurât, 10

[341]   ]   58/Mücâdele, 22

[342]   ]   60/Mümtehine, 1-2

[343]   ]   60/Mümtehine, 7

[344]   ]   3/Âl-i İmrân, 103

[345]   ]   49/Hucurât, 10

[346]   ]   9/Tevbe, 71

[347]   ]   7/A’râf, 27

[348]   ]   2/Bakara, 45

[349]   ]   25/Furkan, 26-29

[350]   ]   43/Zuhruf, 67

[351]   ]   5/Mâide, 77-81

[352]   ]   2/Bakara, 257

[353]   ]   3/Ahzâb, 4

[354]   ]   60/Mümtehine, 1-2

[355]   ]   42/Şûrâ, 8

[356]   ]   45/Câsiye, 19

[357]   ]   2/Bakara, 193

[358]   ]   4/Nisâ, 138-139

[359]   ]   35/Fâtır, 10

[360]   ]   63/Münâfıkûn, 8 ve yine bk. 10/Yûnus, 65

[361]   ]   58/Mücâdele, 22

[362]   ]   9/Tevbe, 23

[363]   ]   3/Âl-i İmrân, 28

[364]   ]   4/Nisâ, 140

[365]   ]   20/Tâhâ, 131

[366]   ]   3/Âl-i İmrân, 28

[367]   ]   60/Mümtehine, 1

[368]   ]   53/Necm, 29

[369]   ]   Mikdat Öccü, Kur’an’da Velî ve Velâyet, s. 95-96

[370]   ]   60/Mümtehine, 7

[371]   ]   Tirmizî, Birr 60

[372]   ]   41/Fussılet, 34

[373]   ]   41/Fussılet, 35

[374]   ]   Mefâtihu’l-Gayb, 41/Fussılet, 35 âyetinin tefsiri

[375]   ]   3/Âl-i İmrân, 103

[376]   ]   5/Mâide, 2

[377]   ]   60/Mümtehine, 1-2

[378]   ]   Ebû Dâvud, 3, hadis no: 4599

[379]   ]   Tirmizî, Birr 60

[380]   ]   Mişkâtu’l-Mesâbih, hadis no: 5014; Süyûtî, el-Câmiu’s-Sağîr, 1/69, Taberânî, El-Kebîr

[381]   ]   Tirmizî, Zühd 45 hadis no: 2379; Ahmed bin Hanbel, 16/178

[382]   ]   Riyâzü’s-Sâlihîn, 1/398

[383]   ]   Buhârî, Enbiyâ, 3; Müslim, Birr 159

[384]   ]   İbn Mâce, Mukaddime, 18; Ebû Dâvud, İlim 10; Tirmizî, İlm 7; Ahmed bin Hanbel, 3/225

[385]   ]   Müslim, Birr 161

[386]   ]   Tirmizî, Zühd 64

[387]   ]   Ebû Dâvud, III/45, hadis no: 2645

[388]   ]   Ebû Dâvud, III/93, hadis no: 2787

[389]   ]   Buhârî, Nikâh 45, Edeb 57, 58, Ferâiz 2; Müslim, Birr 28-34; Ebû Dâvud, Edeb 40; Tirmizî, Birr 18

[390]   ]   Buhârî, Cenâiz 2; Müslim, Selâm 4; Ebû Dâvud, Edeb 98

[391]   ]   Buhârî, Edeb 27; Müslim, Birr 66; Kütüb-i Sitte Terc. 10/133

[392]   ]   Müslim, Birr 37, hadis no: 2566

[393]   ]   Tirmizî, Zühd 53, hadis no: 2391; Kütüb-i Sitte Terc. 10/139

[394]   ]   Buhârî, Tevhid 33, Edeb 41; Müslim, Birr 157

[395]   ]   10/Yûnus, 62, Ebû Dâvud, Büyû’ 78, hadis no: 3527; Kütüb-i Sitte Terc. 10/142

[396]   ]   Buhârî, Edeb 96; Müslim, Birr 165; Kütüb-i Sitte Terc. 10/44

[397]   ]   Ebû Dâvud, Edeb 46, hadis no: 4893; Tirmizî, Hudûd 3, hadis no: 1426; Kütüb-i Sitte Terc. 10/147; Benzer bir hadis için bk. Müslim, Zikr 38, hadis no: 2699; Kütüb-i Sitte Terc. 10/149

[398]   ]   Tirmizî, Birr 17, 18, hadis no: 1928; Müslim, İman 95

[399]   ]   3/Âl-i İmrân, 28

[400]   ]   60/Mümtehine, 1

[401]   ]   9/Tevbe, 23; 60/Mümtehine, 9

[402]   ]   5/Mâide, 51

[403]   ]   2/Bakara, 256

[404]   ]   53/Necm, 29

[405]   ]   Mişkâtu’l-Mesâbih, hadis no: 5014; Süyûtî, el-Câmiu’s-Sağîr, 1/69, Taberânî, El-Kebîr

[406]   ]   Hilyetü’l-Evliyâ, 1/312

[407]   ]   Tirmizî, hadis no: 2696

[408]   ]   2/Bakara, 120

[409]   ]   5/Mâide, 54

[410]   ]   48/Fetih, 29

[411]   ]   Tirmizî, Zühd 45; Ahmed bin Hanbel, 16/178

[412]   ]   3/Âl-i İmrân, 31

[413]   ]   49/Hucurât, 7

[414]   ]   3/Âli- İmrân, 103

[415]   ]   Tirmizî, Zühd hadis no: 2379; Ahmed bin Hanbel, 16/178

[416]   ]   2/Bakara, 257

[417]   ]   4/Nisâ, 76

[418]   ]   5/Mâide, 81

[419]   ]   5/Mâide, 51

[420]   ]   2/Bakara, 279

[421]   ]   Tirmizî, hadis no: 2696; Mişkâtu’l-Mesâbih, hadis no: 5347

[422]   ]   63/Münâfıkûn, 8

[423]   ]   25/Furkan, 44

[424]   ]   9/Tevbe, 28

[425]   ]   58/Mücâdele, 22

[426]   ]   20/Tâhâ, 117-119

[427]   ]   3/Âl-i İmrân, 68

[428]   ]   5 Mâide, 55

[429]   ]   8/Enfâl, 72

[430]   ]   9/Tevbe, 71

[431]   ]   29/Ankebût, 41

[432]   ]   5/Mâide, 80-82

[433]   ]   5/Mâide, 57

[434]   ]   5/Maide, 51

[435]   ]   3/Âl-i İmrân, 28; 18/Kehf, 102 vd.

[436]   ]   9/Tevbe, 23

[437]   ]   4/Nisâ, 144

[438]   ]   4/Nisâ, 119

[439]   ]   16/Nahl, 63

[440]   ]   7/A’râf, 27

[441]   ]   6/En’âm, 121

[442]   ]   13/Ra’d, 16

[443]   ]   22/Hacc, 13; 39/Zümer, 3

[444]   ]   2/Bakara, 257

[445]   ]   6/Mümtehıne, 13; 58/Mücâdele, 14-15

[446]   ]   60/Mümtehıne, 1-2

[447]   ]   4/Nisâ, 88-91

[448]   ]   9/Tevbe, 71

[449]   ]   5/Mâide, 55

[450]   ]   9/Tevbe, 23

[451]   ]   49/Hucurât, 10

[452]   ]   3/Âl-i İmrân, 103

[453]   ]   4/Nisâ, 125

[454]   ]   25/Furkan, 28

[455]   ]   Tirmizî, Zühd 45, hadis no: 2379; Ahmed bin Hanbel, 16/178

[456]   ]   Buhârî, Enbiyâ, 3; Müslim, Birr 159

[457]   ]   Mustafa Çağrıcı, TDV İslâm Ansiklopedisi, 9/511-512

[458]   ]   3/Âl-i İmrân, 28-29

[459]   ]   3/Âl-i İmrân, 118

[460]   ]   8/Enfâl, 73

[461]   ]   4/Nisâ, 144

[462]   ]   Riyâzü’s-Sâlihîn, 1/398

[463]   ]   Müslim, Birr 161

[464]   ]   8/Enfâl, 73

[465]   ]   İbn Mâce, Mukaddime, 18; Ebû Dâvud, İlim 10; Tirmizî, İlm 7; Ahmed bin Hanbel, 3/225

[466]   ]   Tirmizî, Zühd 64

[467]   ]   3/Âl-i İmrân, 175

[468]   ]   3/Âl-i İmrân, 146

[469]   ]   17/İsrâ, 73-74

[470]   ]   Sami Şener, Şâmil İslâm Ansiklopedisi, 1/414-416

[471]   ]   4/Nisâ, 76

[472]   ]   9/Tevbe, 71

[473]   ]   Vecdi Akyüz, Kur’an’da Siyasî Kavramlar, s. 77

[474]   ]   9/Tevbe, 73

[475]   ]   4/Nisâ, 173; 18/Kehf, 17; 33/Ahzâb, 65

[476]   ]   Bk. 7/A’Râf, 23

[477]   ]   7/A’râf, 22

[478]   ]   7/A’râf, 23

[479]   ]   Bk. 5/Mâide, 58-59

[480]   ]   27/Neml, 22-24

[481]   ]   Buhârî, meğâzî 64/82

[482]   ]   Bk. Hayreddin Karaman, Kadının Şâhitliği, Örtünmesi ve Kamu Görevi, İ. A. Der. C. 5, sayı 4, s. 284-291, Ank, 1991; Said Şimşek, Günümüz Tefsir Problemleri, s. 356-361

[483]   ]   Geniş bilgi için, H. Karaman ve Sait Şimşek, a.g.e. ve sayfalar

[484]   ]   85/Bürûc, 4

[485]   ]   33/Ahzâb, 36

[486]   ]   R. Kaya, a.g.e. s. 49-50

[487]   ]   49/Hucurâct, 10

[488]   ]   9/Tevbe, 71; 5/Mâide, 55

[489]   ]   9/Tevbe, 23

[490]   ]   9/Tevbe, 24

[491]   ]   58/Mücâdele, 22 ve yine bk. 64/Teğâbün, 14.

[492]   ]   11/Hûd, 45-46

[493]   ]   4/Nisâ, 36

[494]   ]   31/Lokman, 14-15

[495]   ]   Buhârî, Hîbe hadis no: 2620; Müslim, Zekât hadis no: 1003

[496]   ]   2/Bakara, 83; 4/Nisâ, 36; 6/En’âm, 151; 17/İsrâ, 23; 31/Lokman, 14

[497]   ]   4/Nisâ, 1

[498]   ]   Buhârî, Edeb, hadis no: 5984; Müslim, Birr, hadis no: 2556

[499]   ]   10/Yûnus, 62

[500]   ]   10/Yûnus, 63-64

[501]   ]   Dürrü’l Mensur, 4/370; naklen Elmalılı, 4/495

[502]   ]   Müstedrek, 4/170; naklen Elmalılı, 4/495

[503]   ]   Ebû Dâvud, Sünne 2, hadis no: 4596, 4/197

[504]   ]   Müslim, Birr 38, Hadis no: 2567, 4/1988; Tirmizî, Zühd 53; Dârimî, Rekaik 44, hadis no: 2760, 2/221; Ahmed bin Hanbel, 2/237, 328, 338, 370, 533; 3/87, 4/128, 386

[505]   ]   Hüseyin K. Ece, a.g.e., s. 755-757

[506]   ]   Bk. E. A. Westermarck, İslâm Medeniyetinde Puta Tapma Devrinden Artakalan İtikatlar, Ankara, s. 11, 19-20; Haksöz, sayı: 11 (Şubat 92), s.14

[507]   ]   İrfan Gündüz, Osmanlılar’da Devlet-Tekke Münâsebetleri, Sehâ Neşriyat, s. 43-44

[508]   ]   Mehmed Zâhid Kotku, Ehl-i Sünnet Akaidi, Sehâ Neşriyat, s. 7

[509]   ]   Feridüddin Attar, Tezkiretü’l-Evliyâ, Erkam Y. s. 158

[510]   ]   Es-Seyyid Abdülhakim Arvasî, Râbıta-i Şerife, Büyük Doğu Y. s. 19

[511]   ]   Muhyiddin-i Arabî, Fusûsu’l-Hikem, M.E.B. Y. s. 48

[512]   ]   M. Zâhid Kotku, Tasavvufî Ahlâk, c. 1, s. 90

[513]   ]   İmam-ı Rabbâni, Mektubat Tercümesi, 1. Mektup, Sönmez Neşriyat, s. 6

[514]   ]   2/Bakara, 257; 3/Âl-i İmrân, 68; 7/A’râf, 155; 9/Tevbe, 116

[515]   ]   42/Şûrâ, 46

[516]   ]   42/Şûrâ, 9

[517]   ]   39/Zümer, 3

[518]   ]   9/Tevbe, 71

[519]   ]   10/Yûnus, 62-63

[520]   ]   7/A’râf, 27

[521]   ]   7/A’râf, 195

[522]   ]   27/Neml, 80; 35/Fâtır, 22-24

[523]   ]   2/Bakara, 120

[524]   ]   10/Yûnus, 15

[525]   ]   Arif Çiftçi veli ve Evliya Terimleri Üzerine, Haksöz, 11

[526]   ]   Geniş bilgi için bkz. Ferit Aydın, Tarikatta Râbıta ve Nakşibendilik, s. 285-305

[527]   ]   33/Ahzâb, 21

[528]   ]   Geniş bilgi için bkz. Ercüment Özkan, Tasavvuf ve İslâm, özellikle s. 51-100

[529]   ]   7/A’râf, 197

[530]   ]   36/Yâsin, 74-75

[531]   ]   46/Ahkaf, 4-5

[532]   ]   10/Yûnus, 66

[533]   ]   A. Yaşar Ocak, Türk Halk İnançlarında ve Edebiyatında Evliyâ Menkabeleri, s. 3-4

[534]   ]   A. Yaşar Ocak, a.g.e., s. 4-7

[535]   ]   10/Yûnus, 62-63

[536]   ]   39/Zümer, 3

[537]   ]   50/Kaf, 16

[538]   ]   39/Zümer, 44

[539]   ]   Marifet y. 3. Baskı

[540]   ]   s. 14

[541]   ]   s. 50-51

[542]   ]   s. 51

[543]   ]   bk. Füsûs, 6. Fasl

[544]   ]   s. 52-53

[545]   ]   s. 64

[546]   ]   s. 78

[547]   ]   s. 90; bk. atılan ok geri dönmez;

[548]   ]   s.92

[549]   ]   s. 96

[550]   ]   s. 102-103

[551]   ]   s. 106

[552]   ]   s. 121

[553]   ]   s. 127

[554]   ]   s. 127

[555]   ]   s. 142-143

[556]   ]   s. 143

[557]   ]   s. 154

[558]   ]   s. 163-164

[559]   ]   s. 164

[560]   ]   s. 174

[561]   ]   s. 180-181

[562]   ]   s. 181

[563]   ]   s. 181

[564]   ]   s. 185

[565]   ]   s. 188

[566]   ]   s. 188-189

[567]   ]   s. 192

[568]   ]   s. 194

[569]   ]   s. 201

[570]   ]   s. 202; Bk. Ricâlu’l-gayb.

[571]   ]   s. 211

[572]   ]   s. 212

[573]   ]   s. 213

[574]   ]   s. 227

[575]   ]   s. 228

[576]   ]   s. 229-230

[577]   ]   s. 231-232

[578]   ]   s. 235-236

[579]   ]   s. 243

[580]   ]   s. 247

[581]   ]   s. 247

[582]   ]   s. 249

[583]   ]   s. 263

[584]   ]   s. 265

[585]   ]   s. 268

[586]   ]   s. 269-270

[587]   ]   s. 271

[588]   ]   s. 260

[589]   ]   s. 276

[590]   ]   s. 279

[591]   ]   s. 280

[592]   ]   s. 283

[593]   ]   s. 310-311

[594]   ]   s. 314

[595]   ]   s. 315-316

[596]   ]   Tehânevî, II/1268; İbn Arabî, Fusus, 39, 73

[597]   ]   s. 325-326

[598]   ]   s. 353

[599]   ]   s. 388

[600]   ]   s. 388-389

[601]   ]   s. 401

[602]   ]   s. 402

[603]   ]   s. 411-412

[604]   ]   s. 415

[605]   ]   s. 416

[606]   ]   s. 416

[607]   ]   s. 420-422

[608]   ]   s. 425

[609]   ]   s. 430-431

[610]   ]   s. 440

[611]   ]   s. 451

[612]   ]   s. 457-458

[613]   ]   s. 458

[614]   ]   s. 460

[615]   ]   s. 496-497

[616]   ]   s. 510-511

[617]   ]   s. 512

[618]   ]   s. 514

[619]   ]   -F. Aydın, s. 287

[620]   ]   s. 514

[621]   ]   -F. Aydın, s. 287

[622]   ]   s. 514

[623]   ]   s. 514-516

[624]   ]   s. 516

[625]   ]   s. 519

[626]   ]   s. 530-531

[627]   ]   s. 538-539

[628]   ]   s. 545

[629]   ]   s. 553

[630]   ]   s. 553-554

[631]   ]   s. 554

[632]   ]   s. 563-564

[633]   ]   s. 568

[634]   ]   s. 578

[635]   ]   s. 579

[636]   ]   s. 587

[637]   ]   s. 591

[638]  ]]   bk. S. Nursi, Sikke-i Tasdik-i Gaybî, Risâle-i Nur Külliyatı, Nesil Y. c. 2, s. 2083

[639]   ]   27/Neml, 62

[640]   ]   17/İsrâ, 56

[641]   ]   39/Zümer, 43-44

[642]   ]   2/Bakara, 255

[643]   ]   33/Ahzâb, 67

[644]   ]   7/A’râf, 3

[645]   ]   45/Câsiye, 19

[646]   ]   Hadis-i Şerif

[647]   ]   Hadis-i Şerif

[648]   ]   Hz. Ali r.a.

[649]   ]   26/Şûrâ 101

[650]   ]   Hz. Ali r.a

[651]   ]   12/Yusuf, 101

Ögeyi değerlendirin
(0 oy)

Yorum yapın

(*) ile işaretlenmiş zorunlu alanların tümünü doldurduğunuzdan emin olun. HTML kodları kullanılamaz.