T  РU T   V E   T  U  Ğ  Y    N    

  • Tuğyân; Anlam ve Mâhiyeti
  • İnsanı Tuğyana Sevkeden Şeyler
  • Siyasî Otoritenin Tuğyânı
  • İnsanlara Zulüm de Siyasî Otoritenin Tuğyanıdır
  • Tuğyâna Karşı Müslümanların ve Özellikle Âlimlerin Tavrı
  • Siyasî Otorite ve Yöneticinin Tuğyânını Başkalarına Ulaştırması/Tâğut'laşması
  • Kur’ân-ı Kerim’de Tâğut Kelimesi
  • Tâğut Kimdir?
  • Siyasî Rejimler, Hüküm ve Yetkiyi Allah'tan Almıyorsa Tâğuttur
  • Tâğut ve Tuğyan'ın Çağdaş Boyutu
  • Tâğutların Özellikleri
  • Tâğutun Mahkemelerine Müracaat
  • Şirk Toplumunda İslâmî Hayat (Tâğutun Mahkemesine Gidenin Durumu)
  • Tâğuta Küfür, Tâğutun Yaptığı İyilikleri İnkâr Edip Görmezden Gelmeyi de Kapsar

"Allah onlarla istihzâ (alay) eder, tuğyânlarında (azgınlıklarında) onlara mühlet verir, bu yüzden onlar bir müddet başıboş dolaşırlar." [1]

 

Tuğyân; Anlam ve Mâhiyeti

Tuğyân, taşkınlık, azgınlık, sınırı aşmak demektir. Fiziksel güçlerin normal sınırları aşacak şekilde faal hale gelmeleri de tuğyanla ifade edilmiştir. "Su tuğyan ettiğinde (kabarıp taştığında) sizi akıp giden (gemi)de taşıdık."[2] Bu şekilde taşan ve her yeri kaplayan şeye tâğıye denilmektedir. Kavram olarak tuğyân, isyan ve günahta, sınır tanımayacak ölçüde ileri gitmektir. İnsanın haddi ve ölçüyü aşması demektir. İnsanın haddi; Allah'ın, onun için koyduğu sınırıdır ki, kişinin onu aşması câiz değildir. İnsanın değeri, Allah'a kul olması itibariyledir; onun için Rabbine itaati ve sürekli kulluk sınırı içinde bulunması gerekir. Ne zaman, Allah'ın insan için koymuş olduğu aşılmaması gereken hududu aşar, ölçüyü kaçırırsa tuğyana düşmüş, Allah'a isyan etmiş olur.  Tuğyân kelimesi, türevleriyle birlikte Kur'an'da 39 yerde geçer. Bu türevlerden 8'i, tâğût şeklindedir. Tâğût, tuğyanı yaşayan ve yaşatan kişi veya güç anlamındadır. Tuğyan kelimesi de Kur’an’da toplam 9 yerde kullanılır.

Tuğyan, istikametten bir sapmadır.[3] Tuğyana sapmanın Mûsâllat edeceği denge bozukluğu (hastalık) İnsanı aldatır, kuruntu ve hayale esir eder. İnsan bu duruma gelince nefsinin oyuncağı olur ve karanlığı ışık zannetmeye başlar. Kur'an, bu özelliği belirtirken, inkârcıları "tuğyanları içinde oynayıp oyalanan gafiller" olarak tanıtır. [4]

İnsan, belli nimetlere kavuştuğu ve kendisini başkalarından müstağnî zannettiği, kendisinde istediğini yapabilecek bir güç, bilgi ve yetenek vehmettiği zaman, artık Allah'ı da unutur; gerçek kudret, ilim ve dilediğini yapabilme güç ve iradesine sahip olanın yalnızca Allah olduğunu aklından çıkarır. Bu durum, insan için tuğyana açılan bir kapıdır; artık dilediğini yapar, hak hukuk ve hiçbir sınır tanımaz. Allah'a ortak koşmaya, nefsini O'nun yerine geçirip hevâ ve heveslerinin peşinden gitmeğe girişir. İşte, bu hal tuğyan halidir. Bu tür İnsanlar da Kur'an diliyle tâğîdir.

Kur'an, bozgunculuk yapmayı, kendi izinleri olmadan halkın, yoksulların din değiştirmelerine ve dinlerini yaşamalarına rıza göstermemeyi, kendi üstünlüklerini tartışmasız kabul etmeyi, sadece kendi kuvvetlerine güvenmeyi, bu nedenlerden dolayı şımarıp böbürlenmeyi, yeryüzünde çalım satıp gösteriş yaparak yürümeyi, kısacası velî edindikleri şeytanın taraftarı (hizbi) olmayı, tuğyana kalkışanların vasıflarından sayar. [5]

Âyetlerden anlaşıldığına göre tuğyan, hak hukuk ve sınır tanımamak, inatçı ve zorba bir tavır içerisinde olmak, böbürlenmek, kibir göstermek ve zulmetmek, İnsanlığı ezmek, mallarını gasbetmek, insanlara acımamak ve dolayısıyla Allah'ı bir ve gerçek Rab olarak tanımayarak O'na ortak koşmak, kısacası nefsinin, heva ve hevesinin peşinde gitmek ve bâtıl ile hüküm vermektir.

Yalancılık, isyan ve şerefsizlik etmek tuğyan olarak belirtilir.[6] Tuğyan, istikametten bir sapma olarak değerlendirilir. "Sen, beraberindeki tevbe edenlerle birlikte, emrolunduğun gibi dosdoğru ol. Aşırı gitmeyin. Doğrusu Allah, yaptıklarınızı bilir." [7]   

Aşırı tüketim ve yemekte sınırı aşmak da bir tuğyandır. İsrail oğullarına verilen dünyevî nimetler belirtildikten sonra, aşırı gıda tüketiminin yasaklandığı anlatılır: "Size verdiğimiz rızıkların temizlerinden yiyin. Bunda aşırı (ölçüsüz) gitmeyin ki gazabıma çarpılmayasınız. Gazabımı hak eden, şüphesiz mahvolur." [8]     

Dengeyi bozmak, tartı ve ölçüde adaletsizlik de tuğyandır. "Sakın dengeyi bozmayın. Ölçüyü adaletle tutun ve eksik tartmayın."[9] Buradaki ölçü ve tartıya riâyet, doğruluk ve haklılık ölçüsünden şaşmamak biçiminde de anlaşılmıştır.  

Kur'an; Firavun'un, Nuh kavminin, Semud kavminin ve daha başka üzerlerine Allah'ın gazabının hak olduğu kavimlerin durumlarını tuğyan kelimesiyle açıklar. Bunlar, kendilerini yeryüzünün en büyük ve istediklerini istedikleri biçimde yapabilecek gücü olarak görüp tam bir istiğnanın içine girmişler, tuğyanın içine dalmışlardır. Semud kavmi bağlarda, bahçelerde, çeşme başlarında ve hurmalıklar arasında zevk ve safa içinde yaşayıp müsriflerin emrine itaat etmekle ve Salih’in (a.s.) uyarmalarına kulak tıkayarak Allah'ın âyetlerine yüz çevirip O'na şirk koştukları yetmiyormuş gibi bir de kendilerinin istedikleri bir mûcize olan deveyi boğazlamakla[10] tuğyankâr olmuşlardı. Âd kavmi, ebedî hayat umuduyla köşkler dikip boş şeylerle uğraşırken, yakaladıklarını zorbaca yakalar ve yeryüzünde fesat çıkarırken Hûd’un (a.s.) çağrısına uymayarak Allah'a şirk koşmaya devam etmekle tuğyan içine batmışlardı. [11]

En zâlim ve en tuğyankâr olarak nitelendirilen Hz. Nuh'un kavmi[12] kendilerini üstün görüşlü ve mü'minleri de ayak takımı olarak değerlendirmeleri, Hz. Nuh'u taşlamakla tehdit etmeleri ve bir an önce kaçınmaya çağırdığı azabı getirmesini istemeleri, çağrısına kulaklarını tıkayıp kibirli kibirli ayak diremeleri, büyük büyük tuzaklar kurup taptıkları sahte tanrıları bırakmamalarıyla[13] şehirlerde tuğyanda bulunmuş ve fesadı artırmış oluyorlardı.[14] Aynı şekilde Firavun da İsrailoğullarına akla gelmedik zulümler yapıyor, erkeklerini boğazlatıp kadınlarını kirletiyor, Hz. Mûsâ'nın çağrısına sağır kesilip Allah'a şirk koşuyor ve kendisini İnsanların en büyük Rabbi ilan ediyordu.

Kur'an, Nuh tufanı sırasında suların köpürüp azmasını tuğyan kökünden bir fiille (tağâ = tuğyan etti) ifade etmektedir. İlginçtir ki, suların tuğyanı ile boğulan Nuh devrinin zâlimlerini Kur'an, "zulme sapan, tuğyan edip azan" bir kavim olarak anmaktadır. "Ceza, amel cinsindendir" prensibi bu olayda net olarak kendini göstermekte ve insanın tuğyanını tabiatın tuğyanı ile cezalandıran sünnetullaha bu âyetler dikkatimizi çekmektedir. Yine benzer bir durum Semud kavmi için de söz konusu edilmiştir. Haakka sûresi 5. âyette, Semud kavmi azgınlarının  "tâğıye"  ile helak edildikleri belirtilmektedir. Bu "tâğıye" de tuğyan kökünden türeyen bir isim olup, tuğyan eden İnsanları cezalandırmak için Allah tarafından devreye sokulan tuğyan edici bir tabiat kuvvetini ifade etmektedir. Bu âyette cümle o şekilde düzenlenmiştir ki, tâğıye, hem Semud kavmini helak eden kuvveti, hem de bu kavmin helakine sebep olan tavrı aynı anda ifade etmektedir: "Semud kavmine gelince, onlar tâğıye (tuğyan eden, azan) bir topluluk oldukları için tâğıye ile (yani azıp kuduran bir tabiat kuvvetiyle) mahvedildiler." [15]

Esas ceza âhirette olduğu halde, özellikle eski kavimlerden haddi aşıp isyan eden, azarak kendinden başka güç tanımayan İnsana, Allah'ın emrine boyun eğen tabiî hadiseler (tufan, fırtına, zelzele vb.) yoluyla haddi bildirilir. Akıl sahibi ve şerefli olarak yaratıldığı halde baş kaldırıp isyan eden, her istediğini yapabileceğini zanneden azgın insan, akıl sahibi olmadığı halde her emre boyun eğen "Allah'ın askerleri"[16] olan tabiat güçleri, yani doğal âfetler tarafından mağlup ve perişan edilir. 

 

İnsanı Tuğyana Sevkeden Şeyler

Tuğyan, insanın tabiatında vardır: "İnsan gerçekten azar."[17] Âyetin hemen devamında, insanın tuğyanının temel sebebi gösterilir: İstiğnâ; yani insanın kendini kendine yeterli görmesi, kendisini hiç kimseye muhtaç olmayan bir konumda zannetmesi ve okumaması, vahiyden/ilimden uzak olması.[18] İnsanı istiğnâya,  dolayısıyla tuğyâna sürükleyen en büyük etken, ya malının çokluğu veya nüfuzlu otoritesidir. Birincisi malın tuğyânıdır; ikincisi ise otoritenin. Siyasî otoritenin tuğyânı tâğut kavramıyla ifade edilir. Tuğyanın her iki türü de değişmez sünnetullah gereği, helâk edicidir.

Allah, İnsanların azıp sapmamaları için her şeyi ölçü ile yaratmış, rızkı da belli bir ölçü ile insanlara vermiştir: "Eğer Allah rızkı kullarının hepsine bol bol verseydi yeryüzünde azgınlık ederlerdi. Ama O, (rızkı) dilediği ölçüde indirir."[19] "İnsanın açık bir düşmanı olan şeytan"[20] ve "kötülüğü çok emreden nefis"[21] insanı azgınlığa ve sapıklığa teşvik eder. Bunun için Kur'an, nefis ve şeytana karşı İnsanı sık sık uyarır ve onların vesvese ve saptırmalarına karşı uyanık bulunmayı emreder. Allah'ın bu uyarısı, insanlara olan lütuf ve merhametinin bir eseridir. Allah İnsanı başıboş bırakmamıştır.[22] Başıboş bıraksaydı, insanın aleyhine olurdu; ademoğlu azıp sapardı. Bununla beraber, İnsanların çoğu bilgisizlikleri ve akılsızlıklar yüzünden iman etmemişlerdir.  

Tuğyan, insan egosunun, kendini ilâhlaştırması, her şeyin, herkesin üstünde görmesi halinde ortaya çıktığında doruk noktadır. Kur'an'a göre, bu doruk noktanın tipik temsilcisi Firavun'dur.[23] Firavun, bütün gücün kendi elinde olduğunu vehmediyor, İnsanları küçük görüyor, onları öldürüyor ve en kötü işkenceye maruz bırakıyordu.[24] Firavun mantığına göre bütün İnsanlar onun kulu kölesi; Mısır ve başta Nil olmak üzere tüm nehirler onun mülkü idi: “Firavun, milletine şöyle seslendi: Ey milletim! Mısır hükümdarlığı ve memleketimde akan bu ırmaklar benim değil mi? Görmüyor musunuz?”[25] Firavunlar medeniyeti bir tuğyan medeniyeti idi; batışları bu yüzden olmuştur: "Görmedin mi Rabbin ne yaptı? sütunlar, saraylar sahibi Firavunlara. Onlar ki, ülkeler boyunca tuğyan sergilediler (azgınlık ettiler) ve oraları fesada boğdular. Sonunda Rabbin onların üzerine azap kamçısı yağdırdı." [26]

Sünnetullah gereklerinden birini Kur'an belirtir: Bütün uygarlık ve saltanatların çöküşü tuğyan (azgınlık) yüzündendir. Bu, daha çok, maddî değerlere aldanarak azmaktır. Her çöküşün altında bu yatar. Tuğyana sapanların cezaları, bir tabiat tuğyanı olan ateşle verilecektir. Cehennem, tabiat kuvvetleri tuğyanının çok güçlü bir belirişidir.

Tuğyancı zâlimlerin cezalandırılmasında en uygun yol, cehennemle ceza yoludur.[27] Cehennem, bir gözetleme yeridir, tuğyana sapmışlar için bir dönüş/varış yeridir.[28] Böyle olduğu içindir ki, cehennem ehli, birbirlerini suçlarken sürekli:  "seni tuğyana ben itmedim"  şeklinde konuşacaklar; "tuğyana sapmış bir topluluk idiniz, haydi görün sonunuzu!" hitabını duyacaklardır. [29]        

 

Siyasî Otoritenin Tuğyânı

Siyasî otoritenin tuğyânı, insanın kendisine verilen emretme ve yasaklama yetkisi ve gerektiğinde başkalarına zorla yaptırımı sebebiyle ölçü ve haddini aşması, Allah'ın koyduğu hükümlerle belirtilen hududullahın dışına çıkmasıdır. Bu tuğyan türü, genelde yönetici ve emir sahiplerinde olur. Çünkü onların güç ve yetkileri ve bu konulardaki azgınlık ve taşkınlıkları İnsanların genelini ilgilendirir. Siyasî otoritenin tuğyânı, bazan İnsanı rububiyet iddiasına kadar götürür. Bu, ya Firavun'un yaptığı gibi lisan-ı kaliyle (konuşma diliyle) veya nice tâğutun yaptığı gibi lisan-ı haliyle rablık iddia etmekle olur. "(Adamlarını) topladı ve (onlara) bağırdı: 'Ben sizin en yüce rabbinizim'  dedi." [30]

Siyasî otoritenin tuğyânına baş örnek Firavun'un tuğyanıdır. Onun haddini aşması ve ölçüyü kaçırmasının bir  görüntüsü,  rububiyet  dâvâsı  güdecek  kadar  gerçek  Rabb'e;  haklarını küçümseyecek, zulmedecek ve köleleştirecek kadar da insanlara karşı büyüklenmesidir.  Nitekim Allah, birçok âyetinde ibret ve öğüt almak için, Firavun'un tuğyanını ve bu azgınlığı yüzünden başına gelenleri tekrar tekrar anlatmıştır. Bu da İnsanların çoğunun otorite tuğyânıyla imtihana tâbi tutulduğunu gösterir. "Mûsâ'nın haberi sana geldi mi? Hani Rabbi ona Kutsal Vadi'de Tuvâ'da seslenmişti: 'Firavun'a git, çünkü o tuğyan etti (azdı)."[31] Buradaki tuğyanı, hem Yaratıcı'ya karşı, hem yaratılanlara karşı haddi aşmak olarak anlayabiliriz. Yani Firavun, küfürle Yaratıcı'ya karşı baş kaldırdı; halkı köleleştirmek ve onlara zulmetmek suretiyle de yaratılanlara büyüklük tasladı.

Firavun, rubûbiyet (rablik) iddia ederek tuğyanın zirvesine ulaştı. O, bu bâtıl iddiasıyla, yöneticiliğini yaptığı vatandaşların kendisine, kendi kanunlarına uymalarını; Allah da olsa, kendi ilkelerine ters düşenlere itaat etmelerini yasaklıyor, bu mutlak itaat edilmeye kendini yetkili görüyordu. Fahreddin Râzî'nin yorumuna göre Firavun, rablik iddiasıyla şunları diyordu: "Ben, sizin terbiye eden, büyütüp geliştiren, ihsan eden Rabbinizim. Size âlemde emredecek ve yasak koyacak da ancak benim!"

 

İnsanlara Zulüm de Siyasî Otoritenin Tuğyanıdır

"Görmedin mi Rabbin ne yaptı Âd kavmine? Yüksek sütunlarla dolu İrem'e? Ki şehirler arasında onun eşi yaratılmamıştı. Vâdide kayaları oyan Semûd'a? Ve kazıklar sahibi Firavun'a? Bunlar ülkelerde azmışlardı. Oralarda çok kötülük etmişlerdi. Bu yüzden Rabbin onların üzerine azap kırbacını çarptı. Elbette Rabbin her an gözetlemededir."[32] Bunlar ülkelerinde azmışlardı; yani isyan edip günah işlediler. İnsanlara eziyetle ve yeryüzünü fesâda uğratmakla haddi aştılar. Kazıklar sahibi Firavun denilmesi: Firavun, yere dört kazık çaktırır, işkence edeceği kimseleri ellerinden ve ayaklarından bu kazıklara bağlatır, o şekilde işkence ederdi. Bunun için veya kazık gibi askerleri çok olduğundan böyle nitelenmiştir. Âyetlerde ifade edilen azdıkları ve çok kötülük ettikleri de gösteriyor ki, bu azgın ve zâlim yöneticiler, Allah'a isyan edip baş kaldırdıkları gibi; zulüm ve düşmanlıkta da haddi ve ölçüyü aşmışlar, halklarına işkence ve eziyeti çoğaltmışlardı.

 

Tuğyâna Karşı Müslümanların ve Özellikle Âlimlerin Tavrı

Tuğyanın temelinde "kibir"  ve  "benlik"  yatar. Tâğutlardan biri olan Şeytanın azgınlığının sebebi de kibir ve benlik idi. Tuğyan, küfür, şirk ve zulüm olarak insanlara yansır. "Doğrusu şirk, büyük bir zulümdür."[33] Çünkü şirk, bile bile hakkı inkâr etmek, nimeti görmemek ve onu verene isyan etmektir. Bu, iman noktasından bir tuğyandır. İman açısından tuğyan içinde bulunan kimsenin, uygulama bakımından da zâlim olması doğaldır. Firavun'un tuğyanı buna örnektir. Uygulama açısından tuğyan ise, zulüm ve haksızlıktır. Özellikle yetki sahibi bir kimsenin, kendisini haklı gösterecek bazı gerekçelerle(!) adaletten ayrılması ve emri altındakilere zulmetmesidir. Zaten, Allah'ın indirdiğiyle hükmetmeyen yöneticinin zâlim olmaması beklenemez.[34] Böyle kişilerin, hakkı korkusuzca söyleyen müslümanlar, özellikle de âlimler tarafından uyarılması gerekir. Tâğutlaşan yöneticiye (sultanun câirun) karşı hakkı söylemek, mazlumları savunmak ve zulme engel olmaya çalışmak, en önemli ibâdetlerdendir. "Cihadın en üstünü, zâlim yöneticiye karşı hak sözü söylemektir." [35]

İslâm tarihi, zâlim sultanlara ve kötü yöneticilere karşı gelen güçlü bilginlerle doludur. Çoğu kez bu muhalefet, dil ve kalemden mızrak ve kılıca dönüştü. Tıpkı Abdurrahman b. el-İş'as ve beraberindeki  fakih  ve  muhaddislerin,  Haccac'ın  tuğyanına  ve Emevî devletinin sapmasına baş kaldırmaları gibi. Medine'nin ünlü fakihi Said bin Müseyyeb, Hulefa-i Raşidin'in yolundan gitmeyen, mal-mevki ve nüfuz peşinde koşan Emevî emîr ve valilerinin, kendi itibarından yararlanmak için yaptıkları mal ve mevki tekliflerini reddediyor ve onların kötü emellerine âlet olmuyordu. Velid bin Abdülmelik'e biatı reddeden Said bin Müseyyeb'e 60 değnek ceza vuruldu. Tâbiin dönemi âlimlerinden Said bin Cübeyr, Haccac'ın zulmünü önce vaaz ve nasihatle önlemeye çalıştı, bu fayda vermeyince ona karşı ayaklandı ve şehid edildi. (Yusuf el-Kardavi, bu destansı mücadeleyi tiyatro eseri şeklinde Âlim ve Tâğut adıyla kitaplaştırmıştır.)

Halife Mansur'un zulmüne boyun eğmeyerek onun isteklerine âlet olmamak için teklif edilen kadılık görevini reddeden Ebu Hanife de işkenceyle şehid edilmiştir. Diğer bir mezheb imamı Malik bin Enes de Halife Mansur'dan haksızlık ve zulüm gördü. Hz. Ali (r.a.) taraftarlarının isyanına fetva vermesi üzerine ona da işkenceler yapıldı. Her dönem, tâğutî düzenler tarafından zulüm ve işkence gören, hatta idam edilen âlimler çok sayıda âlim vardır. Bu konuda son dönemdeki âlimleri göz önüne getirirsek, hemen meşhur bütün âlimlerin isimlerini saymak gerekecektir: Şeyh Said, İskilipli Âtıf Hoca, Said Nursi, Süleyman Efendi, Ali Haydar Efendi, Hasan el-Bennâ, Seyyid Kutub, Abdülkadir Udeh, Mevdudi, Ali Şeriati, İmam Humeyni, Muhammed Bâkır es-Sadr...

     

Örneklerden de anlaşıldığı gibi tuğyan (zulüm), ister mü'min geçinsin, ister kâfir, maddî gücü ve siyasî iktidarı elinde bulunduran yöneticilerin yakalandıkları bulaşıcı bir hastalıktır. Yöneticiler, bu hastalıktan ancak hiç taviz vermeden Allah'ın kitabıyla hükmederek adalete sarılmak suretiyle ve yanlarına müttakî âlim yardımcılar (müşavirler) alarak kurtulabilirler. Bunun gerçekleşmesi için de, öncelikle sistemin tâğutî olmayıp İslâmî olması gerekir. Adaletin gerçekleşmesi buna bağlıdır. Çünkü Allah'ın hükmü adalet; onun zıddı ise zulümdür. "Kim Allah'ın indirdiği ile hükmetmezse, işte onlar zâlimlerin ta kendileridir." [36]       

 

Siyasî Otorite ve Yöneticinin Tuğyânını Başkalarına Ulaştırması/Tâğut'laşması

Tuğyankâr İnsanların özellikle elebaşıları ve önde gelenleri, kendi tuğyanlarını haklı göstermek ve İnsanlar üzerinde rableşip onların dünya hayatlarını düzenlemek için belli hükümler koyarlar. Böylece diğer İnsanlar da bunların koydukları hükümleri kabul eder, Allah'ın hükmünü bırakır, tuğyankârların hükümleriyle muhâkeme olunmak ister ve böylece tuğyankârlara hem ibâdet etmiş, hem de onları velî edinmiş olurlar. İşte, Kur'an, bunlardan birinci tür, yani tuğyankâr olan ve başkaları üzerinde rableşip tuğyanlarını haklı çıkarmaya, dünya hayatını yönlendirip vatandaşlarının rabbi kesilmeye girişen insanlara tâğut der. Bu kelimenin tekili de çoğulu da aynıdır; yani tâğut bir yerde bir tane olabildiği gibi, işbirliği içinde birden fazla da olabilir. Tâğut, kendisini velî/dost edinenleri nurdan zulümâta çıkarır. Kendisi zulümât, yani karanlıklar içinde olduğu için kendi peşinden gidenleri de baş aşağı bu karanlıkların içine yuvarlar.[37] Böylece, tâğutun peşinden gidenler, onu velî/dost edinmekle ona ibâdet etmiş[38] olurlar. Allah'a imandan önce  'lâ/hayır'  silâhıyla tâğuta küfretmeleri, onu tanımamaları gerekirken onun koyduğu hükümlerle muhâkeme olunmak istemekle Allah'a küfretmiş ve tâğuta iman etmiş olurlar.[39] Artık, karanlıkları yırtıcı birer ışık olan Kur'an âyetleri böylelerinin ancak tuğyan ve küfrünü arttırır.[40] Böylelikle, şirk toplumunun üzerine oturduğu üçlü de (tâğut, onun tanrısı olan nefsi, yani heva ve hevesi ile yardımcılarıyla tâğuta ibâdet edenler) tamamlanmış olur; tevhid toplumunun yerini alır veya karşısına geçer. [41]    

 

Kur’ân-ı Kerim’de Tâğut Kelimesi

Tâğut kelimesi, Kur’an-ı Kerim’de toplam 8 yerde kullanılmıştır: 2/Bakara, 256, 257; 4/Nisâ, 51, 60, 76; 5/Mâide, 60; 16/Nahl, 36; 39/Zümer, 17.

 “Dinde zorlama yoktur. Artık doğrulukla eğrilik birbirinden ayrılmıştır. O halde kim tâğuta küfredip (onu inkâr edip reddederek) Allah’a iman ederse, kopmayan sağlam bir kulpa yapışmış olur. Allah (her şeyi) işitir ve bilir.” [42]

 

“Allah, iman edenlerin dostudur, onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır. Kâfirlere (inkâr edenlere) gelince, onların dostları da tâğuttur, onları aydınlıktan alıp karanlıklara götürür. İşte bunlar cehennemliklerdir. Onlar orada devamlı kalırlar.” [43]

 

“Kendilerine Kitap’tan nasip verilenleri görmedin mi? Cibte ve tâğuta (putlara ve bâtıl tanrılara) iman ediyorlar, sonra da kâfirler için ‘bunlar, Allah’a iman edenlerden daha doğru yoldadır’ diyorlar.” [44]

 

“Sana indirilen Kur'an'a ve senden önce indirilen kitaplara iman ettik diye boş iddialarda bulunanlara bakmaz mısın? Onlar tâğutun huzurunda muhakeme olmak (hükümlerine boyun eğmek) istiyorlar. Hâlbuki ona küfretmekle (tâğutu inkâr etmekle, tekfir etmek, lanetlemekle) emrolunmuşlardır.” [45]

 

“İman edenler Allah yolunda savaşır; küfredenler de tâğut yolunda savaşırlar. O halde, şeytanın dostlarıyla savaşın; çünkü şeytanın hilesi zayıftır.” [46]    

 

“De ki: Allah katında yeri bundan daha kötü olanı size haber vereyim mi? Allah’ın lânetlediği ve gazap ettiği, aralarından maymunlar, domuzlar ve tâğuta tapanlar çıkardığı kimseler. İşte bunlar, yeri (durumu) daha kötü olan ve doğru yoldan daha çok sapmış bulunanlardır.” [47]

 

“Andolsun ki, Biz her kavme; 'Allah'a ibâdet edin, tâğuttan (tâğuta kulluktan) kaçının'  diye (tebliğat yapması için) bir peygamber gönderdik.” [48]

 

“Tâğuta kulluk etmekten kaçınıp Allah'a yönelenlere müjde vardır. (Ey Muhammed!) Dinleyip de sözün en güzeline uyan kullarımı müjdele. İşte Allah'ın doğru yola ilettiği kimseler onlardır. Gerçek akıl sahipleri de onlardır.” [49]    

Tâğut Kimdir?

Tâğut, kelime olarak haddi aşan, azan, hakikatten sapan, taşkınlık gösteren ve her sapıklığın başı gibi anlamlara gelir; İstılâhta ise Allah'a isyan eden anlamında kullanılır. Allah'ın indirdiği hükümlere alternatif olmak ve onların yerine geçmek üzere hükümler koyan her varlık tâğuttur. Bunun insan olması, put, şeytan veya bunların dışında herhangi bir şey olması farketmez. Kur'an-ı Kerim'de: "Andolsun ki, Biz her kavme; 'Allah'a ibâdet edin, tâğuta kulluktan kaçının'  diye (tebliğat yapması için) bir peygamber gönderdik."[50] İnsanlar, sadece Allah'a kul olma, yalnız O'na ibâdet etme hususunda istisnasız uyarılmışlardır. "İman edenler Allah yolunda savaşırlar; küfredenler ise tâğut yolunda savaşırlar."[51] Yani insanlar ya Allah'a ibâdet edecekler veya tâğuta kul olacaklardır; bu iki yolun dışında üçüncü bir hal yoktur.

Kur'an-ı Kerim'de: "Sana indirilen Kur'an'a ve senden önce indirilen kitaplara iman ettik diye boş iddialarda bulunanlara bakmaz mısın? Onlar tâğutun huzurunda muhakeme olmak (hükümlerine boyun eğmek) istiyorlar. Hâlbuki tâğutu inkâr etmekle (tekfir etmek, lanetlemekle) emrolunmuşlardır." [52] buyrulmaktadır. Kur'an'daki bütün bu âyetleri dikkate alarak şu hususu belirtmekte fayda vardır: Tâğutun hükümlerine râzı olanlar ve boyun eğenler, kâfirlerdir. Nitekim İbn Kesir, bu hususta şunları kaydediyor: "Bu âyet-i kerimede[53] Hz. Muhammed’e (s.a.s.) ve diğer peygamberlere iman ettiklerini söylemekle beraber, ihtilâf ettikleri hususlarda, Allah'ın kitabından ve Peygamber'in sünnetinden kaçınıp, insanların kendi akıllarına göre (beşerî kanunlarla) hüküm vermesini isteyen kişinin iman iddiasını Allah reddetmektedir." [54]

Bugün dünyada; vahyi inkâr ederek, insanların çoğunluğunun rızasına göre kurulduğu iddia olunan bütün demokratik sistemler, Allah'ın hükümlerine mukabil ve onların yerine geçmek üzere hükümler icad etmektedir. Dolayısıyla bütün demokratik sistemler, bu noktada "tâğutî"  özellikler taşırlar. Bu, bir anlamda bütün ideolojik sistemler için de geçerlidir. Daha genel bir ifade ile, İslâm'ın dışındaki bütün sistemler tâğutîdir. Tâğutların hükümlerine göre yönetilen bütün yerlerde yaşayan mü'minlerin, Allah'ın indirdiği hükümlerin galip gelmesi uğruna cihad etmeleri farz-ı ayndır. Şurası unutulmamalıdır ki, tâğutun hükümlerine  "evet"  diyenler, Allah'ın dinine  "hayır "  demiş, küfretmiş durumundadırlar. Bunu ister bilerek, ister bilmeyerek yapsınlar durum asla değişmez. Çünkü bütün peygamberlerin insanlara; "Allah'a ibâdet edin, tâğuta kulluktan kaçının" diye tebliğat yaptıkları âyetlerle sabittir. Tâğutun hükümlerini inkâr etmeyen ve tâğutî güçlerle mücadele vermeyen kimse, ne kadar âlim olursa olsun,  "müsteşrik"  çizgisini asla geçemez. [55]    

 

Tâğut, Hakkı tanımayıp azan ve sapan her kişi ve güce verilen addır. Şeytana da bu yüzden tâğut denmiştir. Tâğut, hakka, hakikate ve imana karşı gelen, Allah'ın kulları için çizdiği nizamı ve sınırları aşan her şeyi ifade eder. Tâğut, bir şahıs olabileceği gibi, Allah nizamından alınmamış her türlü sistem, Allah'a bağlanmayan her çeşit fikir, düşünce, âdet ve alışkanlık da olabilir. Kim bütün bunları ne şekilde olursa olsun reddeder ve yalnız Allah'a iman edip bağlanır, sadece Allah'ın kanun ve nizamlarını kabul eder ve tüm yaşantısını buna göre düzenlerse, sağlam bir kulpa bağlanmış, yani kurtulmuş olur.[56] Tâğutu reddetmeden iman eksiktir, yarımdır; böyle bir iman geçerli olmaz. Bu durum, aynen müşriklerin Allah'a inanması gibidir. Tâğut, Allah'a ibâdetten alıkoyan, Allah'a giden yolu tıkayan, dini Allah'a has kılmayı, Allah ve Rasülü'ne tâbi olmayı önleyendir. Bu, cinnî ve insî şeytan olabileceği gibi, ağaç, beton, tunç, taş, mezar, inek, para, ateş, âdet ve sistem de olabilir. Günümüzdeki medya araçlarının çoğunu da bu kavramın içine koyabiliriz.

Mevdudi'ye göre tâğut kelimesi, sözlük anlamıyla, sınırları aşan herkes için kullanılır. Kur'an bu kelimeyi Allah'a isyan eden, Allah'ın kullarının hâkimi olduğunu iddia eden ve onları kendi kulu olmaya zorlayan kimse için kullanır. Eğer bir kimse Allah'a isyan eder ve O'nun kullarını kendisine  boyun  eğmeye  zorlarsa,  o zaman  tâğuttur.  Böyle bir kimse; şeytan, rahip, dinî veya politik lider, kral veya bir devlet olabilir. Bu nedenle bir kimse tâğutu reddetmedikçe Allah'a inanmış sayılamaz. Tâğutun, tekil ve çoğul anlamı birlikte kullanılır.  Çünkü Allah'ı inkâr eden kimse, sadece bir tek değil; binlerce tâğutun kölesi olur.[57] Tâğut, ilâhî olmayan hükümlere göre kararlar veren otorite demektir. Tâğut kelimesiyle, aynı zamanda, Allah'ı tek hâkim / egemen ve Rasülü'nü nihâî otorite olarak tanımayan hüküm sistemleri de kastedilir. [58]

Seyyid Kutub da tâğutu şu şekilde tanımlar: Allah'ın emri dışındaki her çeşit sistem, Allah'ın şeriatına dayanmayan her türlü nizam tâğuttur. Tâğut, Allah'ın şeriatından başka bütün idare şekilleridir. Zira insan, ülûhiyet özelliklerinden birisini kendisine mal edip, adaletin ve hakkın ta kendisi olan şeriatın hudutlarını aşarak kendi egemenliğini ileri sürerse tuğyan etmiş ve kendi haddini aşmış demektir. Böyle bir şey, tuğyandır ve böyle iddialar ileri sürenler tâğî denilen haddini aşmış âsilerdir.  Bunlara inananlar, bunlara tâbi olanlar şirk içerisindedirler, küfür içerisindedirler. [59]

Yusuf el-Karadavi'ye göre, Allah'ın şeriatı ile çatışan bütün gelenekler, rejimler, zâtında güç görülen eşya, insan ve putlar tâğuttur. Tâğut, kulun haddi tecavüz ederek, ibâdet ettiği, tâbi olduğu ve itaat ettiği şeydir. Her kavmin tâğutu, kendisine hüküm götürdükleri, huzurunda muhakemeleştikleri, ibâdet ettikleri, tâbi oldukları, yalnız Allah'a itaat edilmesi gerektiği yerde itaat ettikleri kimse veya varlıklardır. Bunların ve bunlarla ilişkisi olan insanların durumlarını düşündüğümüz zaman, insanların çoğunu Allah'a ibâdet ve itaatten yüz çevirmiş, tâğutlara ibâdet ve itaat eder halde görürüz.[60] 

Nisa, 76. âyetine göre tâğut, Allah'a karşı olanların, uğruna savaştığı şey, nesne, İnsan, dâvâ, ideoloji olarak anlaşılmaktadır. Tâğut, itaatte Allah'a ortak koşulan her şeydir. Kendisine kayıtsız şartsız itaat edilecek tek merci Allah'tır. O'nun dışındakilere O'ndan dolayı itaat edilir. Bu tür itaatler, meşruiyetini Allah'tan alırlar. Kur'an, Allah'tan başkasına itaati, tâğuta itaat ve ibâdet olarak nitelemektedir.[61] İtaat edilen şey, Allah'ın hükümlerine aykırı olursa, itaat tâğuta itaatin ta kendisi olmaktadır. [62]

Tâğut bir semboldür; küfrün, zulmün, şerrin, haksızlığın, adaletsizliğin, putçuluğun, azgınlığın, sapkınlığın ve daha aklınıza gelen tüm kötülüklerin sembolü. Bu sembol, bazan kendini Firavun ilan eden antik ya da çağdaş bir yönetici, bazan cansız bir eşya, bazan bir ideoloji, bazan da şeytan, uğur, şans, talih gibi soyut şeylerdir. Tâğut, insanoğlunun ilâhlaştırdığı her şeydir. Daha doğrusu tâğut, İnsanla Allah arasına gerilen şeylerin tümüne verilen ortak isimdir. Allah'ın koyduğu sınırları çiğneyen insan tuğyan etmiştir. İşte tâğut, o İnsana bu sınırları çiğneten şeydir. Eğer o şey insansa ve kâfirse ona itaat eden de kâfir olur; yok eğer insanın itaat ettiği tâğut münâfıksa ona itaat eden de münâfık olur. Tabii fâsıksa fâsık; zâlimse zâlim olur. [63]          

Bütün bu açıklamalar çerçevesinde tâğut, her türlü azgınlık, sapkınlık, aşırılık ve bâtıl inanç ve davranışları sembolize eder. Tâğut, tuğyanı yaşayan ve yaşatmaya çalışan kişi ve güçtür.

Tâğut, her devirde Firavun ruhlu kişilerle, onların yardakçıları olan grubun genel adı, cins ismidir. Her devirde birden çok tâğut bulunur. Tâğutların, kabile çapında, millet çapında olanları yanında bölgesel ve enternasyonal olanları da bulunacaktır. Bunlar, birbirlerinden habersiz olabilecekleri gibi, organize de olabilirler. Hatta, İblisler parlamentosu (hizbu'ş-şeytan, evliyâu'ş-şeytan) gibi birlikler, beraberlikler vücuda getirebilirler. Tâğutlar, aralarında hiyerarşik bir düzen kurabilir, paralellik veya entegrasyona gidebilirler. Böyle olunca tâğutî sistemler, parlamentolar, prensipler geliştirilebilir. Meselâ, Muhammed İkbal, emperyalist batılıların oluşturdukları sömürü düzeninin temsilcilerinin vücut verdikleri organizasyonu, İblisler parlamentosu diye anmıştır. Aynen bunun gibi tâğutlar parlamentosu deyimini de kullanabiliriz.  Kur'an, bu noktada evliyâu't-tâğut (tâğutun dostları, görev arkadaşları, destekçileri) deyimini kullanıyor. [64]    

Bir kimse, Allah'a, meleklerine... inandığını ikrar etse, buna mukabil, tâğutî rejimleri (demokratik, laik, hümanist, kapitalist, sosyalist vs.) çağdaş devlet modelleri adı altında benimsese, doğruluklarına itikat etse, irtidat etmiş olur, yani dinden çıkar. Kim, insanların maslahat ve iyiliklerini Allah'tan daha iyi bildiğini iddia ederek, insanlar üzerinde hükümler koymaya ve bunları tatbik etmeye gayret ederse  "ilâhlık"  iddiasına girişmiş olur. Her kim de bunların bu iddialarını doğrulayarak onlarla işbirliği yaparsa, tevhid akidesini parçalamış, ilâhlara iman etmiş, kâfirler zümresine dâhil olmuş demektir. Bu açıdan "çağdaş devlet modelleri"  iyi değerlendirilmeli, isimleri milliyetçi-mukaddesatçı dahi olsa, Allah'ın indirdiği hükümlere mukabil olmak ve onların yerine geçmek üzere doktrinler imal eden, bu doktrinleri İnsanların hayatına tatbik edeceğini ilân eden İnsanların tâğut olduğu gerçeği unutulmamalıdır. Bu gün dünyada İnsanların beşikten mezara hayatlarını düzenlemek iddiasındaki meclisler, konsüller, krallar, kavimlerarası kuruluşlar, İnsanları teslim almış görünmektedirler. [65]

Hz. Adem'den günümüze kadar, genel anlamda İnsanlığın iki tanrısı var olagelmiştir: Allah ve tâğut... Tarih boyunca insanoğlu ya tevhid dinine mensup olmuş ve bu dinin tanrısı olan Allah'ı kendisi için yegâne ilâh edinmiş; ya da şirk dinine mensup olmuş ve bu dinin çok çeşitli olan tanrı veya tanrılarına ittiba etmiştir. İşte Kur'an, şirk dininin tanrı veya tanrılarına genel olarak tâğut demektedir.

Günümüzde müslümanlık iddiasında bulunanların birçoğu bu bakımdan profan / bölmeli bir kafa yapısına sahip bulunmaktadır. Bu kimseler, bir yandan Allah'a iman ettikleri iddiasında bulunurken, diğer yandan İslâm'ın açıkça emrettiği ve yasakladığı şeylere ters düşebilmekte ve tâğutların yasalarına kabulleri arasında yer verebilmektedirler. Oysa bir kalpte hem imana, hem de küfre yer verilmesi İslâm'a göre açık bir paradoks, gerçek bir çelişkidir. "Yoksa siz Kitab'ın bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Sizden bunu yapanın cezası, dünya hayatında rezil ve rüsvaylıktır. Kıyamet gününde de azabın en şiddetlisine itilirler. Allah, yaptıklarınızı bilmez değildir." [66]

Bir kalpte hem iman ve hem de aynı zamanda küfür bulunamaz. Bu iki olgu, ateş ile barut gibi yanyana bulunamazlar. Birisinin yerleştiği kalpte bir diğerine yer yoktur. Mü'min, kâfir ve münâfıktan farklıdır; kendisine İslâm ile beraber bir veya birkaç dünya görüşünden veya ideolojiden sentezler yapan, bukalemun bir şahsiyete sahip olamaz. Çünkü tevhidi, şirkten farklı kılan; başka felsefelere, herhangi bir dünya görüşüne veya ideolojiye ihtiyaç duymaması, mü'minin bütün bir hayatını kuşatan yetkin bir inanç, bir pratik; kısacası bir sistem, bir yaşam biçimi olmasıdır. Bugün beşeriyet, Tevhid dininden uzaklaşarak, yeryüzünde egemen olan tâğutların dinine sapmış bulunuyor. Müslümanlık iddiasında bulunan yığınların Allah'a değil; tâğutlara ibâdet ettikleri su götürmez bir gerçektir. Bu gerçekten hareketle Kur'an'ı öğrenmek, mânâsının derinliklerine dalmak ve onu pratik hayatlarına indirgemek isteyen her müslümanın, tâğut kavramının gerçek anlamını kavraması ve kavradığı tâğutu tüm kuralları ve kurumlarıyla birlikte reddetmesi, bu reddi davranışlarıyla göstermesi itikadî bir sorumluluktur.          

 

Siyasî Rejimler, Hüküm ve Yetkiyi Allah'tan Almıyorsa Tâğuttur

 

Bugün yeryüzünde yürürlükte olan rejimlerin hemen hepsi, beşerî rejimlerdir ve hükümlerini kendileri koymakta; dolayısıyla da Allah'ın hükümlerine muhalefet etmektedirler. O yüzden bu rejimlerin hepsi "tâğut" olarak isimlenir.

Bir kimse; Allah'a, ahirete ve inanılacak hususlara inandığını açıklasa; fakat demokratik, laik, sosyalist, kapitalist vb. rejimlerden herhangi birinin hükümlerini kabul edip itaat etse, böyle bir kimsenin irtidadına hükmedilir. Zira İnsanları yaratan Allah'tan başkası, İnsanların nasıl idare olunacağı hususunda ve onların sosyal yaşamlarına yönelik hükümler koyma yetkisine sahip değildir. Çükün hüküm koyan insan, o hükme tâbi olmasını istediği İnsanlardan üstün ve herhangi bir ayrıcalığa sahip değildir. Allah katında üstünlük, sadece takvâ iledir.[67] Kendisinde böyle yetkiler gördükten sonra, Allah'ın indirdikleriyle hükmetmeyip, heva ve hevesleri doğrultusunda hükümler koyanlar aynı zamanda "ilâhlık" iddiâsı içindedirler. Dolayısıyla Allah'ın hükümleri dışında hüküm koyanlar ve o hükümlere tâbi olanlar da, tevhid akidesinin dışına çıkarlar. Tâğut, müslümanın en büyük düşmanıdır. Tâğut, devlet sistemlerini, ahlakî değerleri ele geçirmiş ve onları müslümana zarar verecek bir hale dönüştürmüştür. Kısaca tâğut, müslümanı dört yanından kuşatmış bulunmakta ve müslümana müslümanca hayat hakkı tanımamaktadır. Tâğutî güçler, Allah'ın arzında, O'nun hükümlerine karşı tuğyan eden ve İnsanların üzerinde ilâhlık iddiasında bulunan otoritelerdir. Bunlarla sürekli olarak savaşmak farzdır. [68]

Günümüzde Allah'ın indirdiği hükümleri bir kenara bırakarak,  "hakimiyet kayıtsız ve şartsız insanındır" sloganına sarılan ve İnsanların çoğunun rızasına göre kurulduğu iddia edilen siyasî otoriteler, iktidar haline gelmişlerdir. Bu siyasî otoritelerin tâğut hükmünde olduğu unutulmamalıdır. Daha açık bir ifade ile İslâm nizamının dışındaki bütün sistemler "tâğutî"  özellikleri taşırlar. Kelime-i şehadet getirerek, başka ilâhları ve tâğutları reddeden müslümanlar, bu sözlerini davranışlarıyla da ispatlamak zorundadırlar.       

 

Allah, zâlim yöneticilere yardım etmeyi de haram kılmış, onlara küçük çapta meyil ve yardım anlamı taşıyan sözlerden, davranış veya tasvipten nehyetmiştir: "Sakın zulmedenlere en ufak bir meyil duymayın; sonra size ateş dokunur (cehennemde yanarsınız). Sizin Allah'tan başka evliyânız/dostlarınız yoktur. Sonra (O'ndan da) yardım göremezsiniz." [69]

 

İnsanlara zulmeden tâğutî siyasal otorite konusunda, unutulmaması gereken hususlardan biri, zâlim yöneticilerin, yardımcıları olmasa, zulmetmeye güçlerinin yetmeyeceğidir. Tâğutî yönetim ve kurumlardaki bu yardımcılar, zulüm ve tuğyanda yöneticinin kullandığı malzemeleridir. Zulüm ve tuğyan çarklarının dönmesi için bir taraftan ezen ve diğer taraftan ezilen dişlilerdir. Bu sebeple, onlar da aynen o zâlim tuğyankâr gibi suçlu ve zulmünün cezasında ortaktırlar. Bundan dolayı Allah, Firavun ve avanelerini aynı vasıfla anmıştır: "Gerçekten Firavun, Hâmân ve askerleri yanlış yolda idiler."[70] Allah, Firavun'u helak edince, onları da helak ettiğini açıklar: "Firavun, askerleriyle birlikte onların peşine düştü. Deniz onları gömüp boğuverdi."[71]; "Biz de onu (Firavun'u) ve askerlerini yakalayıp denize atıverdik. Bak, işte zâlimlerin sonu nasıl oldu!" [72]   

Tâğut tanımına girenler şunlardır:

a- Arzuları mâbudlaştırılan nefis, tâğuttur.

b- Allah'ın emir ve yasaklarını tanımayan, İslâm nizamı ile çatışan düzen ve düsturlara çağıran her fert ve önder tâğuttur.

c- Allah'tan gayrı, zâtında güç görülen eşya, insan ve putlar tâğuttur.

d- Şeytan tâğuttur.

e- Allah'ın şeriatı ile çatışan bütün gelenekler, esas alınan bütün rejimler tâğuttur. [73] 

Tâğutları destekleyen, onları ölçü alan, onlara sevgi besleyen her insan, Allah'a ibâdet ve kulluktan vazgeçip tâğutun kulluğunu kabullenen şeytan askeridir. Allah'ın emirleri ve yasaklarıyla çatışan nefsi, fertleri, önderleri, rejimleri ve ilkeleri reddetmedikçe, hâkimiyetin yalnız Allah'a ve O'nun nizamı İslâm nizamına ait olduğunu tasdik etmedikçe, tevhid kulpuna yapışılamaz.[74] Müslüman olmak için şart olan tâğutun şiddetle reddedil-mesi, sadece sözle yeterli değildir. Ruhun derinliklerinde kasırgalaşan ve amelî hayatta neticeler doğuran fiilî bir red gerekir. Bunun için de tâğutla savaşmak lazımdır. Bu savaşın gerekleri:

            a-  Allah'ın emir ve yasaklarına tâbi oluncaya kadar tâğut olan nefisle savaşmak,

 b- Kişisel ve toplumsal hayatımızı Allah'a döndürmemize engel olan ve tâğut olan cahiliyye düzenleri ve tâğutî fikir babaları ile savaşmak.

İslâm'da emrolunan cihad, işte bu tâğutlara karşı verilmesi gerekli olan mücadeledir. Tâğutla çatışmak, hakkı getirmek ve bâtılı gidermek için olacağından, her kesimden ve her iş yapanlardan bütün mü'minler, tâğutla mücadele edeceklerdir. Bu, farz bir görevdir. Rabbimiz, mü'minleri tâğuta karşı kendi nizamının savaşçıları olarak takdim ediyor.[75] Tâğuta ve ondan yana olanlara karşı mücadele vermeyenler mü'min kalamazlar. Bunun içindir ki, Peygamberimiz: "Her kim (tâğuta karşı) cihad etmeden ve onunla mücadele (ederek Hakkı hâkim kılma) arzusunu ruhunda duymadan ölürse nifaktan bir şube üzerinde ölür." [76] buyurmuşlardır. Tâğutu kalben reddetseler dahi, fiilen onunla vuruşmayanlar, amelî hayatın icabı onunla anlaşma ve dostluk kurma yoluna gitmeye mecbur kalırlar. Bu da Allah ve tâğut dostluğunu bir araya getirmek olan nifakın ilk tezahürü olur. Hâlbuki Allah, tâğuta ancak kâfirlerin dostluk gösterebileceğini açık bir şekilde belirtmiştir. [77]

Müslümanlar, bugün Allah ve tâğut hâkimiyetini, dostluğunu bir arada yaşatmaya çalışmak gibi sonu zulmet ve ateş olan çıkmaz bir yolun üzerindedirler. Namazı, orucu... kabul edip, hatta yerine getiren niceleri, İslâm'ın asrımızın yaşayan bir toplumsal ve siyasal düzeni olmasını lüzumlu bulmayanlar, Allah ve tâğut hâkimiyetini bir arada tanımış oluyorlar. İslâm insanının yetiştirilmesini isteyen niceleri, materyalist eğitim sistemine mücadele etmeksizin rızâ göstermekle tâğut dostluğuna sine açıyorlar. Ferdî mülkiyeti, Allah'ın mülk vb. hâkimiyetini kabul eden niceleri, faiz düzenini zaruri görmekle, tâğut egemenliğine baş eğiyorlar. Ahlâk ve fazilet ölçülerinin yaşanmasını isteyen niceleri, kişisel çıkarları uğruna çeşitli çirkinlik ve kötülükleri yapmakla tâğut dostluğunu açığa vuruyorlar. Bütün bu durumlar, kendisinden râzı olundukça veya tâğuta karşı bir iman ve amel harbi açılmadıkça bir küfürdür. [78]

Yaşadığımız toplum düzeni, fikir putlarıyla, cahiliyye örfü ve sistemleri ile ve sapıttırdığı öz nefsimizle, bizleri kuşatmış, tâğutu hâkim ve dost tanımak sapıklığı ile karşı karşıya getirmiştir. Öyle ki, fert, aile, cemiyet, sanat, ticaret, memuriyet, eğitim ve politika hayatının her bölümü bir kavşak noktası olmuştur. Bu kavşakta bir tek yol İslâm nizamına; diğer yollar tâğuta gidiyor: Abdullah bin Mes'ud anlatıyor: Hz. Peygamber bize bir hat çizdi ve sonra, "bu Allah'ın yoludur"  dedi. Bu hattın sağına ve soluna da birçok hatlar (çizgiler) çizdi ve "bunlar, birtakım yollardır ki her biri üzerinde kendisine çağıran bir tâğut vardır." buyurdu ve şu âyeti okudu: "Şüphesiz ki bu (İslâm) benim dosdoğru yolumdur. Ona uyun. (Tâğuta ait) yollara tâbi olmayın ki, sizi O'nun yolundan saptırıp parçalamasınlar. İşte Allah (tâğutun kötülüklerinden) sakınasınız diye size bunları emretti." [79]

Bugün Kur’anî kavramlar içerisinde kendisinden bütünüyle habersiz kalınan ve aynı zamanda büyük bir tahrif ve istismara uğrayan kavramlardan bir tanesi de hiç şüphesiz tâğut kavramıdır. Öyle ki; kendilerini Müslüman olarak isimlendiren İnsanların büyük bir kısmı tâğut kavramını hayatlarında bir kere dahi olsa hiç duymamışlardır. Çok küçük bir kesim ise, tâğut kavramını duymakla beraber, ya bu kavram hakkında hiçbir bilgiye sahip değiller, ya da azda olsa bu noktada bilgi sahibi olsalar bile bu bilginin pratiğe nasıl aktarılacağı hususunda büyük bir cehalet içerisindedirler. Bu cehaletin doğal bir sonucu olarak, hayatlarının her alanında tâğutlara ibâdet etmektedirler. Hâlbuki tâğut kavramı Kur’ani kavramlar içerisinde en önemli kavramlardan bir tanesidir. Çünkü bütün resullerin getirmiş olduğu tek hak din olan İslâm dininin ilk şartı, tâğutu reddetme şartıdır. Allahu Teâlâ fertlerin ya da toplumların İslâm dairesi içerisine girebilmelerini öncelikle tâğutu reddetme şartına bağlamıştır. Tâğutun reddi olmadan Müslüman ismine sahip olabilmek bu noktada asla mümkün gözükmemektedir. Nitekim Allahu Teâlâ Bakara Sûresi’nin 256. âyetinde şöyle buyurmaktadır: “Dinde zorlama yoktur. Çünkü doğruluk sapıklıktan iyice ayrılmıştır. O halde kim tâğûtu tanımayıp Allah’a inanırsa, kopmak bilmeyen sapasağlam bir kulpa yapışmıştır. Allah, hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir.”

Yine aynı şekilde tâğutu reddetme şartı, tüm resullerin gönderilme ve kitapların indirilme gayesidir. Tüm resuller öncelikle Allah’a ibâdet etme ve tâğutu reddetme gerekliliğini insanlara tebliğ etmek için gönderilmişlerdir. Allahu Teâlâ şöyle buyurmaktadır: “Andolsun biz, her ümmete, “Allah’a kulluk edin, tâğûttan kaçının” diye peygamber gönderdik. Allah onlardan kimini doğru yola iletti, onlardan kimine de (kendi iradeleri sebebiyle) sapıklık hak oldu. Şimdi yeryüzünde dolaşın da peygamberleri yalanlayanların sonunun ne olduğunu görün.” [80]

Tâğutun her türlüsünü reddedebilmek ve hâlis bir tevhid inancına sahip olabilmek için ise, tâğut kavramının ve özellikle zamanımızın tâğutlarının en iyi şekilde bilinmesi gerekmektedir.

Lisanu’l Arab’da tâğut kelimesi hakkında şu bilgiler yer almaktadır: Tâğut: küfürde haddini aşan mânâsına da gelmektedir. Allah’tan başka ibâdet edilen her şey tâğuttur. Tâğut, putlardan olabildiği gibi cin ve insanlardan da olabilir.

İbn Cerir Et-Taberî tâğut kelimesi hakkında şöyle demektedir: “Tâğut; Allah’a karşı isyankar olup zorla, zorlama ile veya gönül rızasıyla kendisine tapınılıp mabud tutulan, gerek insan, gerek şeytan, gerek put, gerek dikili taş ve gerekse diğer herhangi bir şey demektir.

Bunun tefsirinde şeytan veya sihirbaz, yahut kâhin ya da İnsanların ve cinlerin, inat edip büyüklük taslayanları veya Allah’a karşı mabut tanınıp buna razı olan Firavun ve Nemrud gibiler veya putlar diye çeşitli rivâyetlere rastlanır.”

Müfessirlerden Kurtubî ise bu kavram hakkında şunları söylemektedir: “Tâğutu reddedin demek, şeytan, kahin, put, ve bunlar gibi Allah’tan başka ibâdet edilen ve sapıklığa çağıran her şeyi terk edin demektir.”

Yine tâğut kavramı hakkında Mücahid şunları demektedir: “Tâğut kendisine muhakeme oldukları ve emirlerine itaat ettikleri insan görünümündeki şeytanlardır.”

İbn Kayyim el-Cevziyye ise şunları söylemektedir: “Tâğut; kendisine ibâdet edilme, bağlanılma ve itaat edilme noktasında haddini aşan kul demektir. İnsanların tâğutu, Allah ve Resulü’nün kanunlarıyla hükmetmeyen, Allah’tan başka kendisine muhakeme olunan, ibâdet edilen ve Allah’ın emrine dayanmaksızın, Allah’a itaat etmeksizin kendisine tabii olunanlardır. Bunları düşünür ve İnsanların durumlarına bakarsan, İnsanların çoğunun Allah’a değil tâğutlara ibâdet ettiğini, Allah ve Resulü’nün hükümlerine değil tâğutların hükümlerine muhakeme olduklarını, Allah ve Resulüne değil, tâğuta itaat edip tabii olduklarını görürsün.”

Seyyid Kutub ise tâğut kavramı hakkında şunları söylemektedir: “Tâğut, sağduyuya ters düşen, gerçeği çiğneyen, Allah’ın kulları için çizdiği sınırı aşan düşünce, sistem ve ideoloji anlamına gelir. Bu düşüncenin, sistemin ve ideolojinin Allah’a inanmaktan, O’nun koyduğu şeriatından kaynaklanan bağlayıcı bir kuralı bulunmaz. İlkelerini yüce Allah’ın direktiflerine dayandırmayan her sosyal sistem, yüce Allah’ın buyruklarından kaynaklanmayan her kurum, her düşünce, her edep kuralı ve her gelenek bu kategoriye girer, bu kavramın kapsamına girer.”

Bilinmelidir ki, tâğut Allah’tan başka ibâdet edilen her şey olduğuna göre tâğutların sayısını belirli bir şekilde ifade etmek kesinlikle mümkün değildir. Buna karşılık İslâm âlimleri tâğutları şu beş kısımda incelemişlerdir:

1- Şeytan: Tâğutların başı ve en büyüğü, Allah’ın kullarını kıyamete kadar Allah’tan başkasına ibâdet ettirmek için nefsine yemin eden şeytandır. Şeytan tüm fitnelerin müsebbibidir ve kişiyi Allah’a ibâdetten men etmesi itibarıyla tâğutların başıdır. Şeytan insanoğlunun ebedi düşmanıdır. Kıyamet gününe kadar insanoğluna Allah’tan başkasına ibâdet ettirmek için bütün güç ve kuvvetini harcar:

“Şeytan dedi ki: “(Öyle ise) beni azdırmana karşılık, yemin ederim ki, ben de onları saptırmak için senin dosdoğru yolunun üzerinde elbette oturacağım.” Sonra (pusu kurup) onlara önlerinden, arkalarından, sağlarından ve sollarından sokulacağım ve sen onların çoğunu şükreden (kimse)ler bulamayacaksın.” [81]; “İblis, “Rabbim! Beni azdırmana karşılık, andolsun ki yeryüzünde kötülükleri onlara güzel göstereceğim, içlerinde ihlâsa erdirilmiş kulların hariç , onların hepsini azdıracağım” dedi.” [82]

Şeytan insanoğlunu saptırmak ve Allah’a kulluktan ayırıp kullara kulluk yaptırmak için uğraş veren bir lanettir. Ve bunun için yemin etmiştir. Şeytan öncelikle muvahhid kulları küfre davet edip, iman dairesinden çıkarmak ister. Şâyet bundan ümitsiz olur, muvahhid bir kulu iman dairesinden çıkaramayacağını anlarsa o zaman “imana büyük günahlar zarar vermez” diyerek vesveseleriyle müslümanı günah bataklığına düşürmek ister. Şâyet bu hususta başarılı olamaz ise, küçük günahların ibâdetlerle silineceğine dair vesvese vererek kişiyi küçük günahlara itmeye çalışır. Bununla birlikte farz ibâdetlerden yoksun bırakmaya, nafile ibâdetleri yerine getirtmemeye gayret gösterir ve savaş kıyamete kadar bu şekilde devam eder durur. İşte bundan dolayı Allahu Teâlâ şöyle buyurmaktadır: “Ey insanlar! Bütün yeryüzündeki nimetlerimden helâl olmak, temiz olmak şartıyla yiyin. Fakat şeytanın adımlarına uymayın. Çünkü o size belli bir düşmandır.” [83]

2- Allah’ın Şeriatı Dışında Hüküm Koyan: Tâğutların en önde gelenlerinden bir tanesi de Allah’ın indirdiği hükümleri bir kenara bırakarak yasamada bulunanlar, Allah’ın helallerini haram, haramlarını helal yapanlardır. Bu ister tek kişi olsun, isterse de bir grup, parti ya da devlet olsun fark etmez. Kim Allah’ın indirdiği hükümleri terk ederek yasamada bulunursa haddini aşmış ve tâğutlaşmıştır. Zira teşride bulunmak, kanun ve hüküm çıkarmak ilâhlığın en belirgin vasıflarındandır. Allah’ın indirdiği hükümleri terk ederek yeni kanun ve hükümler çıkaranlar bu yaptıklarıyla Allahu Teâlâ’nın hakkını gasbederek tâğutlaşmışlardır.

Böyle bir eylem aynı zamanda Yahudi ve Hıristiyan âlimlerinin yaptıklarının aynısıdır. Zira onlar da Allah’ın kendilerine indirmiş olduğu şeriatı terk ederek, Allah’ın kendileri için haram kıldıklarını helal, helal kıldıklarını ise haram yapmışlardır. Allahu Teâlâ şöyle buyurur: “Onlar, Allah'dan başka bilginlerini ve rahiplerini de kendilerine Rab edindiler, Meryem oğlu Mesih'i de. Oysa onlar bir olan Allah'a ibâdet etmekle emrolunmuşlardı. Allah'dan başka hiçbir ilâh yoktur. O, müşriklerin ortak koştuğu şeylerden de münezzehtir.” [84]

İmam Âlûsî bu âyetin tefsirinde şöyle demektedir: “Müfessirlerin çoğundan nakledildiğine göre din adamlarının yaratıcı olduklarına inanmıyorlardı. Bilakis onlara emir ve nehiy konusunda itaat ediyorlardı.”

3- Allah’ın İndirdiği İle Hükmetmeyen Hâkim: Allah’ın indirdiği hükümlerden başka bir hükümle hükmeden hakimde haddini aşarak tâğutlaşmıştır. Böyle bir kimse Allah’ın indirdiği hükümlerle hükmetmeyerek Allah’ın hükmünü terkedip ondan yüz çevirmiş, beşer aklına dayalı cahiliye kanunları ile hükmetmiş, İnsanları Allah’ın kulluğundan uzaklaştırıp, kendilerine kul/köle yapmaktadırlar. Yeryüzüne kendi egemenliklerini yayarak Allah’ın hükümlerini kaldırmaktadırlar. Allahu Teâlâ şöyle buyurmaktadır: “Kim Allah’ın indirdiği hükümler ile hükmetmezse; İşte onlar kâfirlerin ta kendileridir.” [85]

Şeytan insanoğlunu saptırmak ve Allah’a kulluktan ayırıp kullara kulluk yaptırmak için uğraş veren bir lanettir. Ve bunun için yemin etmiştir. Şeytan öncelikle muvahhid kulları küfre davet edip, iman dairesinden çıkarmak ister. Şâyet bundan ümitsiz olur, muvahhid bir kulu iman dairesinden çıkaramayacağını anlarsa o zaman “imana büyük günahlar zarar vermez” diyerek vesveseleriyle müslümanı günah bataklığına düşürmek ister. Şâyet bu hususta başarılı olamaz ise, küçük günahların ibâdetlerle silineceğine dair vesvese vererek kişiyi küçük günahlara itmeye çalışır. Bununla birlikte farz ibâdetlerden yoksun bırakmaya, nafile ibâdetleri yerine getirtmemeye gayret gösterir ve savaş kıyamete kadar bu şekilde devam eder durur. İşte bundan dolayı Allahu Teâlâ şöyle buyurmaktadır: “Ey insanlar! Bütün yeryüzündeki nimetlerimden helal olmak, temiz olmak şartıyla yiyin. Fakat şeytanın adımlarına uymayın. Çünkü o size belli bir düşmandır.” [86]

Câhilî hükümle hükmeden hâkim de haddini aşarak tâğutlaşmıştır. Böyle bir kimse Allah’ın indirdiği hükümlerle hükmetmeyerek Allah’ın hükmünü terkedip ondan yüz çevirmiş, beşer aklına dayalı cahiliye kanunları ile hükmetmiş, İnsanları Allah’ın kulluğundan uzaklaştırıp, kendilerine kul/köle yapmaktadırlar. Yeryüzüne kendi egemenliklerini yayarak Allah’ın hükümlerini kaldırmaktadırlar. Allahu Teâlâ şöyle buyurmaktadır: “Kim Allah’ın indirdiği hükümler ile hükmetmezse; İşte onlar kâfirlerin ta kendileridir.” [87]

4- Sihirbazlar: Sihirbazlar hakkı gizleyip batılı insanlara güzel göstermektedirler. Aynen Firavun’un sihirbazları gibi. Zira onlarda Hz. Mûsâ’nın hak davasını batıl göstermek için sihre başvurmuşlardı. Bununla beraber sihirbazların yaptığı her büyü şirk ve küfürle doludur. Bundan dolayıdır ki, Rabbimiz kitabında onlardan kendisine sığınmamızı emretmektedir: “De ki: Ben, ağaran sabahın Rabbine sığınırım, Yarattığı şeylerin şerrinden, Karanlığı çöktüğü zaman gecenin şerrinden, Ve düğümlere üfleyen büyücülerin şerrinden, Ve hased ettiği zaman hasetçinin şerrinden.” [88]

5- Kâhinler: Gaybten haber verdiği iddiasıyla İnsanları kandıran sihirbazlarda tâğuttur. Bundan dolayıdır ki, Allah Rasûlü “kim bunlara başvurursa bana nazil olanı inkâr etmiştir” diyerek bizleri ikaz etmektedir.

Bilinmesi gerekir ki, tâğut kavramının içeriği sadece bu beş kısımdan ibaret değildir. Zira aslen tâğut yukarıda da belirttiğimiz gibi Allah’tan başka ibâdet edilen her şeydir. Buna göre, bazen kişinin nefsinin ve hevasının tâğut olduğunu görürüz, Şöyle ki, kişinin nefsi her neyi emrederse kişi onu güzel görür ve ona tabii olursa nefsini tâğutlaştırmış olur. Allah’a isyan konusunda heva ve hevese itaat edilip bağlanıldığında, Allah’ın şeraitine ters düşse bile heva ve hevesin hak gördüğü hak, batıl gördüğü batıl görülerek eşyalar üzerinde hüküm verici kaynak tayin edildiğinde heva ve heves Allah’tan başka ibâdet edilen bir tâğut olmuş olur. Allahu Teâlâ şöyle buyurmaktadır: “Kendi nefsinin arzusunu kendisine ilâh edineni gördün mü? Ona sen mi vekil olacaksın?”[89]; “Hevâsını (nefsinin arzusunu) ilâh edinen, Allah’ın; (halini) bildiği için saptırdığı ve kulağını ve kalbini mühürlediği, gözüne de perde çektiği kimseyi gördün mü?” [90]

Bazı durumlarda özellikle demokrasilerde görüldüğü üzere millet iradesi tâğut olur. Zira demokrasiler de milletin, halkın yetkisi asıldır. Demokrasiye göre; İslâm’a zıt bile olsa çoğunluğun görüşü doğru ve geçerlidir.

Bazı durumlarda vatancılık ve milliyetçilik düşüncesi tâğut olarak karşımıza çıkar. Milliyetçilik düşüncesi ümmet kavramını yok etmesi sebebiyle bütün hak ve hukuku vatan anlayışı üzerine kurmaktadır. Bundan dolayıdır ki, bugün bir çok İslâm alimi “kim kâfir olsun Müslüman olsun İnsanların hukukunu vatandaşlık anlayışına göre bina ederse kâfir olur” demişlerdir. Çünkü bu düşünce akîde bağını koparmak, yerine başka bir bağ koymaktır ki, bu da İslâm’ın bütünüyle bertaraf edilmesidir. Asrımızın tâğutlarının milliyetçilik düşüncesini toplum içerisinde yaygınlaştırmaya çalışmalarının altında yatan temel esas da budur. Onlar devamlı surette vatan için mücadele etmeyi, vatan için yaşamayı ve vatan için ölmeyi telkin ederler ki bu da putperestliğin ta kendisidir.

Milliyetçilik anlayışına paralel olarak bazen ırkçılık düşüncesi tâğut olarak karşımıza çıkar. Kişi ırkçılığı kendisi için kabe edinip onun için mücadele ederse ırkçılığı tâğutlaştırmış olur. Irkçılık düşüncesi kişiyi öyle bir konuma getirir ki, kişi bütün ölçülerini bunun üzerine kurar. Dostluk ve düşmanlık gibi tevhid kelimesinin en önemli esasını akîde bağı üzerine değil ırk bağı üzerine bina eder. İnsanların dinine bakmaksızın kendi ırkından olanların hukukuna riâyet ederken, başka ırktan olanların hukukuna riâyet etmez ki bu da putperestliğin bir çeşididir.

Bazı durumlarda insanlık (Hümanizm) düşüncesi tâğut olarak karşımıza çıkar. Bu da kişinin Allah’ın şeraitini düşünmeksizin bütün fiillerini İnsanlığa yöneltmesidir. Hiçbir dini ayrım gözetmeksizin insan olması itibarıyla bütün İnsanlığı dost edinmek, bütün insanlara eşit davranmak bu düşüncenin dışa yansıyan halidir.

Burada üzülerek belirtmekte fayda görüyorum ki, bazı müfessirlerimizin tâğut kavramını şeytan olarak tefsir etmeleri üzerine günümüzün sathi düşünenleri tâğutun sadece şeytandan ibaret olduğunu zannetmişlerdir. Ve içinde yaşadıkları topluma da böyle anlatmışlardır. Bu düşünce tarzı da ister istemez toplumların, yeryüzünün bütününü kaplayan tâğutlardan habersiz kalmalarına sebep olmuştur. İnsanlar şeytana nefret beslediklerini zannederek hayatlarının bütününde tâğutlara kulluk ve kölelik etmeye başlamışlar ancak bunun farkına dahi varmamışlardır.

Sahih bir imanın gerçekleşmesi ancak Allahu Teâlâ’nın istediği şekliyle tâğutları inkâr etmekle mümkün olur. Tâğut; Allah’tan başka ibâdet edilen her şeydir. Şeytandan sonra tâğutların en tehlikelisi ise Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyen idari sistemlerdir. Bir kimsenin mü’min olabilmesi için öncelikle La ilâhe reddi ile bu tâğutları reddetmesi gerekmektedir. Hayatın hiçbir alanında tâğutlara, Allah’a muhâlif bir meselede itaat etmemeli, itaat sözü vermemeli, her 3-5 yılda bir onlara iman tazeleme anlamına gelecek tavırlara meyledilmemelidir. Tâğutların mahkemelerinin Müslüman olduğunu iddia eden bir fert için asla yetkili bir kurum ve kuruluş olmadığı değerlendirilmelidir.

 

 

Tâğut ve Tuğyan'ın Çağdaş Boyutu

"Andolsun biz, her ümmete 'Allah'a kulluk edin, Tâğut'a kulluktan kaçının' diye bir elçi gönderdik. Onlardan kimine Allah hidâyet etti. Onlardan kimine de sapıklık hak oldu. İşte yeryüzünde gezin bakın, başkaldıranların sonu nasıl olmuş?" [91]

Allah bir şeyi yaratırken onun işleyiş yasalarını, yiyeceğini, hayatını idame ettireceği rızkını da yaratır. Rabbimiz fizik âlem içinde insan toplumları için de böyle yasalar koymuştur. Bu yasalara uygun hareket etmek ilâhi dengeyi devam ettirirken, aksine hareket etmek bu dengeyi bozar.

Kur'an-ı Kerim, tufan gibi gelen yasaların bir istisnası olan taşkınlıklara da, ölçüde haksızlık yapan, ahlaki sapmalar içinde olan insan toplumlarının taşkınlıklarına da tuğyan demiştir.

İnsan topluluklarına uymaları için hayatın çeşitli alanlarına ait temel buyruklar indiren Allah, bu buyruklardan sapanları tâğut olmakla suçlamıştır, insanların tuğyanı sadece toplumda kargaşalık çıkarmaz. Fiziksel alemi, karayı, denizi, havayı, ozonu hatta atmosferin dışını dahi bozmaktan çekinmeyen bir karaktere sahiptir. O halde Allah'ın indirdiği ilkelere göre hareket etmeyen, örgütlü bir düşünce (ideoloji), ilâhi dengelere savaş açmış demektir. Bunun için tâğut, Allah'a iman edenlerin inkâr etmeleri gereken bir ilâhtır.

Tâğut, "Tağvâ" ve "Tuğyan" mastarlarının çokluğu ve büyüklüğü ifade eden bir kipinden türemiştir.' "Tağaâ kök harflerinden müştak olan "Tâğut", çokça azan, taşkınlıkta, sınırı aşmada ileri giden demektir. el-Müfredat sahibi Ragıb el-İsfehani "Tuğyan" maddesinde konu ile ilgili şu bilgileri vermektedir. "İsyan ve günahta sınır tanımayacak kadar ileri gitmek"

Tâğut'un kelime anlamı ile çokça azgın haddi aşan anlamına gelirken, terim olarak da, zorla yahut insanları şartlandırarak kendisine kulluk ettiren (Firavun gibi) küfrün önde gelenlerine denir. Ayrıca şeytan, put, sihirbaz, kâhin için de kullanılan bir nitelemedir.

Eğer bir insan Allah'a isyanda ileri gider ve insanları kendi taşkınlığına ortak yapıp boyun eğmeye zorlarsa tâğut olur. Tâğut bir kişi olabileceği gibi dini ya da siyasi bir lider, kral, padişah, devlet başkanı olabilir. Sözü edilen güçlerin dayanağı, dayanışma içersinde olduğu kurumları da tâğut olabilir. Örneğin devlet ve benzerleri gibi...

İlkelerini Allah'ın direktiflerine dayandırmayan her düşünce, her kurum ve gelenek bu kavramın kapsamına girer. Hakkı çiğneyen, ilâhi vahyin ilkelerine savaş açan her düşünce, sistem, ideoloji ve Allah'ın adını istismar ederek, dinin yerine hurafeler ikâme eden herkes, tâğut kavramının kapsamına girer.

İnsanları "küfre" düşüren her kişi, "fuhşa" sürükleyen her dünya görüşü, "fesada" saplanan ve "ifsada' yönelten her kurum, her türlü şirk önderliği tâğuttur.

Kısaca tâğut, Yüce Allah'ın onayına dayanmayan herhangi bir hukuk sistemi, Allah'ın şeriatınca desteklenmeyen her hükümranlık, otoritesinin meşruiyetini Allah'tan almayan her türlü yönetim, uygulamasını Allah'ın şeriatı ile test etmeyen her iktidar, hakka tecavüz eden her zalim düşünce tâğuttur.

 

Kur'an'da Tâğut'un Kelime ve Terim Anlamları

Türevleriyle birlikte Kırka yakın âyette geçen tâğut, suyun kabarıp taşması, yatağından çıkıp kenarlara hücum etmesi anlamında kullanılmıştır. Bu durum, yeni bir ilâhi emirle tabiatin genel işleyiş kanunlarının dışına çıkmasını ifade eder. Bu tuğyan hali insanın tuğyanını takiben bir ceza olmak üzere gerçekleşmiştir: "Sular kabarınca (Tağâ el-mâu), biz sizi akıp giden (gemi)de taşıdık." [92]

Aynı sûrenin 5. âyetinde de Semud kavminin yok eden fırtınadan "Tağiye" kelimesi ile söz edilmiştir. Nuh kavminde olduğu gibi İnsanların tuğyanı/ilâhi çizgiden çıkması fiziksel alemin tuğyanını davet etmiştir: "Bu yüzden Semûd azgın bir olay (tâğıye) ile helâk edildiler." [93]

İnsan toplumları için uyulması gereken İlahi yasalar, nebevi vahiy ile belirlenmişken, azgınlık yapan, zulmü, ifsadı yaygınlaştırarak Tâğut nitelemesini hak edenleri Rabbimizin hem dünyada hem de ahirette cezalandırması O'nun adaletinin bir gereğidir. Dikkatimizi çekmesi gereken husus, insanın tuğyanının, tuğyana geçmiş maddi bir kuvvet tarafından yetki altına alınmaya çalışılmış olmasıdır. Ancak tufan ya da fırtınanın tuğyanı yaratıcıdan izinlidir ve adaletin tekrar ikamesi için son çare olarak devreye sokulmaktadır.

Tuğyan içinde olanlar sadece kendilerini değil, tüm insanlığı etkilerler. Hatta sınırsız kalkınma ve ilerleme sloganlarıyla hareket eden günümüz Batı medeniyetinin dünyayı bir felakete sürükleyecek teknolojiler üretmesi örneğinde görüldüğü gibi, fiziksel alemin ilâhi dengelerini de bozacak bir karaktere sahiptir.

Tâğutların zulümlerine engel olmamak, bütün bir toplumun helak nedenidir. Semûd kavmi, Mısır'ın Firavunî uygarlığı hep tuğyan üzre bir yaşam tarzı sürdürdükleri için helak edilmişlerdir: "Semûd (kavmi) azgınlığı (tuğyanı) yüzünden yalanlandı. En bahtsızları (şakileri) ayaklandığı zaman, Allah'ın elçisi onlara: "Allah'ın devesine ve onun su içme hakkına dokunmayın" dedi: Onu yalanladılar, deveyi kestiler, Rableri de günahları yüzünden azabı başlarına geçirdi, orayı dümdüz etti."[94]; "Ve piramitler sahibi Firavun'a bunlar ülkelerde azmışlardı. (Tâğutluk yapmışlardı). Oralarda çok kötülük etmişlerdi. Bu yüzden Rabbin onların üzerine azab kırbacını çarptı." [95]

Tuğyânı bir yaşam tarzı haline getirenler menfaatleriyle öyle bütünleşirler ki, uyarı ve öğüt fayda vermez hale gelirler. Tuğyan hastalığı dolayısıyla adalet çağrısı yapanların öğütleri onların küfrünü ve zulmünü daha da arttırır.

"... Andolsun, Rabb'inden sana indirilen, onların, çoğunun azgınlığını (Tuğyan) ve küfrünü arttıracaktır..." [96]

Tuğyan, insanın kendisini ilâhlaştırması sonucu doğan şer bir fiildir. "Şimdi sen Firavun'a git; çünkü o azdı (tağâ) [97]; "(Firavun): "Ben size izin vermeden ona inandınız ha? O, size büyü öğreten büyüğünüzdür..." [98]

Cibt, cansız put anlamında iken, Tâğut o putu sembol olarak kullanıp zulüm düzenlerini kuran, bilinçli, azgınlıkta kararlı tavrı çağrıştırmaktadır.

Nisâ sûresi 51. âyette cibt (put) ve tâğut yanyana ve ayrı anlamlara tekabül etmek üzere kullanılmıştır. Siyak sibaktan anlaşıldığına göre ehl-i kitaptan bazı insanlar, Kur'an'ın indirildiği dönemde müslümanlarla ittifak kurmaları, Kur'an vahyine inanmaları gerekirken müşriklerle işbirliği yapmışlardır. Bunun nedeni tevhidi, üçlemeye ya da birtakım kuruntularla şirke yaklaştırmaları dolayısıyladır.

Nasıl Allah'ın indirdiği yasalara göre hareket etmemek bir taşkınlıksa, bu taşkınlığa öncülük eden din adamları, rahipler, hahamlar, kahinler, beyler, paşalar, efendiler, üstadlar da birer tâğuttur. Çünkü bu kişilere Allah'ın onayından geçmeyen yasalar koyma yetkisi tanımışlardır. Bu yetkiyi üstlenenler ise ilâhi ölçüleri çiğneyerek taşkınlık yapmışlar Allah'ın tekelindeki bir imtiyaz olan egemenliği insanlara vermişlerdir. Bu tutum bir taşkınlık ve kuralları çiğneme olayıdır. [99]

 

 

Tâğutların Özellikleri

a- Müstağnilik: Kendilerini, zengin, yeterli, üstün görmeleri, [100]

b- Zulüm: Haksızlık yapmayı bir hayat tam olarak sürdürmeleri, [101]

c- Kurdukları sömürü düzenin korumak için ellerinden gelen gayreti göstermeleri; kararlı, bilinçli olarak tuğyanı seçmiş olmaları, [102]

d- Fesadı yaygınlaştırmayı bir kazanç vesilesi saymaları, [103]

e- Maddi gücü elinde bulundurmak için her türlü haksızlığı halkına reva görebilmeleri, istikbarı sürdürebilmeleri için halkın zayıf kalmasına yönelik politikalar icra etmeleri. Örneğin nüfus kontrolü ve güç kontrolü için bebekleri kesecek kadar cânîleşebilmeleri. [104]

 

 

Tâğut'a Kulluk

Tâğuta ibâdet etmekten sakınmak, mü’minlerin temel görevleri arasındadır. Çünkü, Allah'ın dışındaki nesne, kişi, kurum vb. ibâdet etmek, Rabbani yöneliş içerisindeki kişiliklere yakışmaz.

Zümer sûresi 17-18 âyette Tâğuta kulluktan kaçınmak ile sözün en güzeline uymak arasındaki, uyma olayına dikkatimiz çekilmektedir. Böylece Tâğutun insan ruhunda dolaşan belli belirsiz bir duygu olmadığını, önemli bir tercihte somut bir şekilde karşısına alınanın mücadele alanı olduğunu öğrenmekteyiz.

Nefsini tezkiye etmek isteyenler, sözlerin en güzeli olan ilâhi bildirime uyarlar. Hayatlarını kötülükle, günahla çevrili insanlar ise Tâğutun günaha, kirliliğe çağıran sözlerine kulak verirler:

Tâğutun peşinden gidenler, onu öncü, yönetici dost (velî) olarak kabul ettikleri için, ona ibâdet etmiş olurlar. [105]

Tâğut ise kendisini velî edinenleri ateş çukuruna, nurdan zulümâta götürüp karanlıklar içinde bırakıverirler. [106]

Mâide sûresi 60. âyette "maymun ve domuz olun" denilerek Allah'ın gazabına uğrayan ehl-i kitaptan bazı kimseler, tâğuta ibâdet etmekle suçlanmaktadırlar. Somut olarak onlar din adamlarına tapmış değillerdir. Yani azgın, çizgiden sapmış ve hakka tecavüz eden otoritelere, onlar, açıkça rükû ve secde yaparak kulluk yapmıyorlardı. Fakat hahamlara kayıtsız şartsız itaat ettikleri için bu durum kulluk olarak nitelendirilmekte ve yoldan sapmak şeklinde anılmaktadır.

Kısaca tâğuta ibâdet edenler, Allah'ın indirdiklerine muhalefet ettikleri için ilâhi adalet tarafından maymun ve domuz olmakla cezalandırılmışlardır. Çünkü onlar, Allah'a düşmanlık, Allah'a "cimridir" diye iftira etmek, haram yeme konusunda yarışmak, günah işleyerek tuğyanı hayatlarında kurumlaştırmak vb. şer eylemleri işlemişlerdir. [107]

 

Tâğut'a Kulluğun Somut Tezahürü: Hâkimliğine Başvurmak

Âyetlerde sözü edilen ehl-i kitaptan olup, Allah'ın önceden indirdikleri yahut Kur'an'daki hükümler yerine başka bir sistemin başka bir hüküm merciğinin hakemliğine başvurmak isteyen yahudiler ve onların yardakçıları münafıklardır. Bu gruplar uymak istedikleri hüküm kaynağını nevalarından olmakta böylece ilâhlığın başta gelen yetkisini kendisine yakıştırdıkları için kendileri tâğut ilan etmiş olmaktadırlar.

Münafıklar Allah'ın dininden meşruiyetini almayan bir kaynağın hakemliğine başvurarak sonucu hüsranla bitecek bir maceraya atılmış oluyorlar. "Şunları görmüyor musun? kendilerinin, sana ve senden önce indirilene inandıklarını soruyorlar da, hakem olarak tâğuta başvurmak istiyorlar. Oysa kendilerine onu inkâr etmeleri emredilmişti. Şeytan onları iyice saptırmak istiyorlar." [108]

Şeytan ve tâğut kelimelerinin ayrı ayrı kullanılmasından anlıyoruz ki, tâğut şeytanın razı olacağı şekilde yeryüzünde egemenlik kuran insanlar anlamına gelmektedir. Ağızlarıyla inandıklarını söyledikleri halde, hayat tarzı olarak başvuru kaynağı olan ilâhi bildirgelere ters hareket edenler tâğuttur. Mü’minlerin görevi, bunları dost tutmamak, inkâr etmektir. "İman edenler Allah yolunda savaşırlar, inkâr edip küfredenler de tâğut yolunda savaşırlar. O halde şeytanın dostlarıyla savaşın. Çünkü şeytanın hilesi zayıftır." [109]

 

Karanlığın Dostu Tâğutların, Kendilerini Temize Çıkarma Çabası

Allah'ın şeriatını bir yana bırakıp, başka bir kaynağın hakemliğine başvuranlar, her zaman kendilerinin temiz oldukları iddiasında bulunurlar ve hatta bu konuda kendilerini temize çıkarmak için Allah'ın adını bile istismar ederler.

 

"Allah inananların dostudur. Onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır. Kâfirlerin dostları da tâğuttur. (O da) Onları aydınlıktan karanlığa çıkarır. Onlar ateş halkıdır, orada ebedi kalacaklardır." [110]

Tâğutlar karanlığa yolcu taşıdıklara halde dostlarına hayra, iyiliğe, uzlaşmaya çağırdıkları mesajını vererek aldatmaya çalışırlar: "Ya nasıl, elleriyle yaptıkları (kötülükler) yüzünden başlarına bir felaket gelince, hemen sana geldiler de: "Biz sadece iyilik etmek ve uzlaştırmak isledik" diye Allah'a yemin ediyorlar." [111]

 

İslâmî Mücadele Yöntemi Olarak Tâğut'u İnkâr

Küfrün kaynağı tâğut, imanın kaynağı ise Allah'tır. Tâğutu inkâr bir mücadelenin İslâmîliğinin garantisi aynı zamanda başarısınında teminatıdır. Çünkü, Tâğutu inkâr edip Allah'a gönülden inananlar Urvetu'l-Vuska'ya/kopmaz kulba yapışmıştır. Bu kulbun yapışanını selamet sahiline ulaştıracağından kuşku yoktur.

"Dinde ikrah yoktur. Doğruluk, sapıklıktan seçilip belli olmuştur. Kim tâğutu inkâr edip Allah'a inanırsa muhakkak ki o, kopmayan sağlam bir kulba yapışmıştır. Allah işitendir, bilendir." [112]

Tevhid ve adaleti hakim kılma mücadelesi, yeryüzünde görevlendirilmiş bütün elçilerin ve mü’minlerin uymakla yükümlü, oldukları bazı temel ilkeler üzerinde yükselir. Bu ilkelerin en başta geleni tâğutu inkâr etmektir; İslâmî kimliğin toplumsal hayata yansıyan bariz vasfı tâğuti otoriteye, bu otoriteyi temsil eden kurumlara ve şahıslara açık bir red tavrına sahip olmasıdır.

Tâğut kavramı kendini yeterli ve Allah'tan bağımsız olarak görüp azgınlaşan Allah'ın uluhiyetine (Hanlığına) ve Rabbliğine karşı tuğyan İçinde olan her tür kişi ve kurumu kapsar. Bu yönüyle açıkça şeytanın tarafında yer alan ve Allah'ın dininin yeryüzünde ortaya çıkma biçimlerine ve nişanelerine (Örneğin; başörtü zulmü, faiz yasağını alaya almak, hadleri alaya almak, ihramla, haccın rükunlanyla dalga geçmek) karşı savaş açan yerel ve evrensel dünya sistemleri birer tâğuttur. Nasıl Firavun nüfusu kontrol ederek insanların neye saygılı neye saygısız olması gerektiğini tespit ederek, eline geçirdiği güçle şirk sistemini hakim kılarak tâğutlaştıysa günümüzün Firavunları da geniş kitleleri, zayıf bırakarak, genel servetten mahrum kılarak, sömürü politikalarıyla insanları esip sindirmektedirler. Bu nitelikleriyle tâğut insan haysiyet ve onuruna aykırı olarak zalim küfre dayalı bir sistemi göğüslere vesvese vererek, şartlama yoluyla medya ve benzeri güçleri kullanarak, yahut askeri kaba kuvvete zor ve şiddete dayalı olarak mahrum kitlelere emperyalist sistemini dayatanlardır.

Tâğutu inkâr, sözde kalmaması gereken bizzat yaşamayı da içeren bir şekilde egemenliğin tümünü Allah'a hasretmeyi gerektirir. Tevhid kelimesinde Allah'tan başka tüm otoriteleri reddetmek anlamına gelen "lâ" demek nasıl Allah'a imanın bir ön şartıysa, tâğutu inkâr da Allah'a yönelmenin bir ön şartıdır.

"Tâğuta kulluk etmekten kaçınan ve Allah'a yönelenlere müjde vardır. Müjdele kullarımı. Onlar ki sözü dinlerler ve onun en güzeline uyarlar, işte onlar Allah'ın kendilerini doğru yola ilettiği kimselerdir. Ve onlar akl-ı selim sahibidirler." [113]

İslâmî kimliğin en belirgin vasıflarından biri tâğuti güçlere karşı tavır almaktır. Allah'ın değil sistemin rızasını kazanmaya çalışan sözde mukaddesatçı, muhafazakarlıkta ölçüsüz oluşumlar İslâmîlik iddiasında bulunamazlar. Günümüzde İslâmîlik iddiasındaki bir çok oluşum mevcut şirk sistemine yaklaşımda ve kurduğu yapısal ilişkilerde genelde tâğutla uzlaşmacı sentezci bir yaklaşımı benimsemektedirler.

Uzlaşmacılık, İslâmî olmak iddiasındaki bir mücadelenin esası olamaz. Devleti, "ebed-müddet" olarak görüp adeta Allah'ın hakimiyetine ortak koşarak masum telakki etmek, yaptıklarını sorgulamamak, hatta İslâm'a karşı açılmış bir savaşı sevap getiren bir "içtihad" olarak nitelemek, sorunu yöneticilerle ve yöneticilerin uygulamalarıyla sınırlıymış gibi görmek, olsa olsa safdilliktir. Devlet, şahısların iradelerinin üzerinde bir yapı ve işleyişe sahiptir. Tâğuti bir karaktere sahip olan devleti "aynı gemideyiz" edebiyatı ile koruyucu, kollâyıcı pozisyon içerisine girmek son derece yanlıştır. Bu tutum, 1960'larda İslâmî duyarlılığı olan kitleleri Missuri Zırhlısından çıkan Amerikan askerlerini koruma ve kollama görevi amacıyla, solculara karşı kışkırtan basiretsiz noktalara kadar uzanmıştır.

Mevcut şirk sistemini doğru tanımlamak, neye sahip çıkıp çıkmamamız gerektiğini belirlemek için elzemdir. Missuri Zırhlısı örneğinde görüldüğü gibi geleneksel anlayış ve yapılanmalarının olumsuz mirasına dair önemli ipuçları vermektedir. Temelinde iyi niyet bulunan bir çok muhafazakâr yapı, adeta Allah'ın değil tâğutun rızâsını kazanma kaygısıyla oluşturulmuştur.

Mevcut durumu ve câri sistemi kutsamaktan ötürü, geçmiş yıllarda Kur'ani düşünce ve Kur'ani kavramların önü kapatılmıştır. Müslüman isminin önüne sağcı, muhafazakar, mukaddesatçı, milliyetçi vb. sıfatlar eklenmiştir. Dünya sisteminde faşizmin moda olduğu yıllarda milliyetçilik sıfatı nasıl tâğutun bir dayatması ise, Körfez Savaşı'ndan sonra kurulduğu iddia edilen "Yeni Dünya Düzeni"nde de liberal, demokrat, sivil toplum gibi sıfatlar tâğutun birer dayatmasıdırlar. Müslüman kimliğinin önüne böyle bulandırıcı sıfatlar eklemek değiştirmek zorunda olduğumuz şirkin değerlerine teslimiyete yol açar.

İslâmî mücadele evrensel ya da yerel, geleneksel ya da modern tâğuti oluşumlara karşı net, tavizsiz, devrimci bir tavrı gerektirir. Çünkü tâğutu inkâr Allah'a imanın bir ön koşuludur. Bu tavır bütün peygamberlere emredilmiştir. Çünkü ilkelerin, zamanın değişmesiyle, düşmanın farklılaşmasıyla hükmü ortadan kalkmaz. Egemen şirk sistemi zamana ve zemine göre müslümanları çeşitli yerlere yama olarak eklemek isteyecektir. Bu dayatmalar karşısında tavizkar bir tutum sergilemek İslâmî ilkelerin tasfiyesine kadar gidebilecek çıkmaz bir sokaktır.

Zamanın egemen güçleri, Peygamberimizle de ilkesel uzlaşılara girmek istemiştir. Ancak Allah Teâlâ O'nun kalbini bu tür oyunlara karşı sağlamlaştırarak sapmayı önlemiştir. "Onlar istediler ki sen onlarla uzlaşasın da onlarda seninle uzlaşınlar." [114]

 

Tâğutların sonu ateş çukurlandır: "Cehennem de durmadan gözetlemektedir. Azgınlar (tâğutların) varacağı yerdir." [115]

"Bu böyledir. Fakat azgınlara (tâğutlara) da en kötü bir gelecek vardır: Cehennem. Oraya girecekler. Ne kötü bir döşektir O!" [116]

Tâğut, tuğyanın bilinçli bir yayıcısı, zulmün ele basısı, lideridir. Adaletin çağmalarına da ilkin tâğutlar karşı çıkarlar. Tâğutların tarih boyunca geçerli bir özelliklerine Rabbimiz dikkatimizi çekerek, İslâmî, mücadeleyi üstlenmek isteyen mü’minlerin işe, "tâğutu inkâr"la başlamalarını emretmektedir. [117]

 

 

Tâğutun Mahkemelerine Müracaat     

Kur’an’da şöyle buyrulur: “(Ey Muhammed!) Sana indirilen Kur'an'a ve senden önce indirilenlere inandıklarını iddia edenleri görmüyor musun? Reddetmekle emrolunmuşken tâğuta muhakeme olmak istiyorlar. Oysa şeytan onları derin bir sapıklığa saptırmak istiyor. Onlara: ‘Allah’ın indirdiğine (kitaba) ve Rasûle gelin (onlara başvuralım)’ denildiği zaman münafıkların senden iyice uzaklaştıklarını görürsün.” [118]

Tâğutun mahkemesine müracaatla ilgili bu âyetten farklı hükümler çıkarılmakta ve farklı yorumlar yapılmaktadır. Bu âyette dikkatimizi çekmesi gereken odak kelime, bana göre “yurîdûne/isterler (istiyorlar)” ifadesidir. Bir kimse İslâm devletinde bile yaşasa, sadece tâğutun hükümleriyle muhakeme olmak istese bu isteğiyle küfre girmiş olur. Tersine; bir kimse istemeden böyle bir mahkemede muhakeme olsa bu, küfür olmaz. Meselâ bir müslümanı polisler evinden alıp götürüyorlar. Sonra mahkemeye çıkartıyorlar. Bu, elbette küfür de değildir, haram da değildir. Zulmen mahkemeye çıkarılmak. Benzer şekilde bir zulümle karşı karşıya kalsa ve hakkını İslâmî bir kurum (Allah’ın hükmüne göre işleyen bir İslâm mahkemesi) olmadığı için müslümana has şekilde alamıyorsa, zulme rıza göstermenin de haram olduğunu değerlendirip bir zulmün def edilmesi için (başka alternatif bulamadığı için) istemeye istemeye mahkemeye gitmesi yukarıdaki âyetteki tehdidin içine insanı koymaz diye hükmedilebilir. Ama, bu husus kişinin gönlünün tatmin olmasına bağlıdır. Hadiste “Fetvayı alsan da kalbine danış” buyrulmaktadır. Mümkün ki, azimet-ruhsat ayrımı yapılabilir.

İslâm’ın temel ilkelerinden biri, tâğutu reddetmek olduğu kadar, bir diğeri zulme engel olmaktır. Zulüm, ancak mahkeme yoluyla engellenebiliyorsa, dinin ölçülerine uymak kaydıyla ondan yararlanılabilir. Delil, hilfu’l-fudûl kurumudur.

Hilfu’l-Fudul nedir, bu konuya açıklık getirelim:   

 

Hılfu’l-Fudûl

Hılfu’l-Fudûl; Zulme karşı İslâm öncesi Arapların yaptığı Hz. Peygamber'in de katıldığı antlaşma demektir.

Bütün cahili toplumlar gibi İslâm öncesi Arap toplumu da kuvvet sahibi zorbaların hâkim olduğu, zulüm ve haksızlığın kol gezdiği bir toplumdu. Fil olayının yirminci yılında Ficâr savaşı olarak adlandırılan kanlı kabile kavgalarından sonra Mekke'de hiçbir yabancı ve koruyucusuz kimsenin mal, can ve namus güvenliği kalmamıştı. İşler çığırından çıkmıştı. Yabancı tacirlerin malları alınır, parası ödenmezdi. Hac için gelenlerin hoşa giden kadın ve kızları zorla ellerinden alınır, kimsenin feryadına kulak asılmazdı.

Böyle bir ortamda Yemen Zebid kabilesinden bir adam Mekke'ye satmak için bir deve yük mal getirmişti. Mekke'nin ileri gelenlerinden As b. Vail, Zebidî'nin mallarını almış fakat parasını ödememişti. Zavallı Zebidî parasını almak için Mekke'nin güçlü ailelerine başvurdu ise de bir sonuç alamadı. Başvurduğu kimseler yardım etmek bir yana, aşağılayarak kovmuşlardı adamı.

Uğradığı zulümden bağrı yanan Zebidî, bir sabah Ebu Kubeys dağına çıkarak Kâbe çevresinde toplanan Mekke halkına, "ey Fihr halkı" hitabıyla uğradığı zulmü şiir biçiminde haykırdı. Bunun üzerine Hz. Peygamber'in amcası Zübeyr bir daha böyle olayların tekrarlanmasını engellemek düşüncesiyle girişimlerde bulundu. Kendisine katılan Hâşim, Muttalib, Zühre, Esed, Hâris ve Teymoğullarının ileri gelenleri ile birlikte Mekke'nin zengin ve saygı değer adamlarından Abdullah b. Cud'an'ın evinde toplandılar. Uzun görüşmelerden sonra Mekke'de hiçbir yabancı ve yerli kimsenin zulme uğramasına meydan verilmemesi, hakları alınıncaya kadar mazlumların yanında hareket edilmesi yolunda karar aldılar.

Yakubî'ye göre antlaşma şu şekilde gerçekleştirildi: Abdulmuttalib'in kızı Atike veya Beyda ortaya hazırladığı bir çanak koku koydu. Oradakiler birer birer ayağa kalkıp elini çanaktaki kokuya batırarak, "Vallahi, bundan böyle Mekke'de yerli olsun, yabancı olsun, zulme uğramış hiç bir kimse bırakmayacağız. Zulme meydan vermeyeceğiz. Mazlumlar zâlimlerden haklarını alıncaya kadar mazlumlarla birlikte hareket edeceğiz. Denizlerin bir kıl parçasını ıslatacak suları kalmayıncaya, Hira ve Sebir dağları yerlerinden silinip gidinceye, Kâbe'ye istilam ibâdeti ortadan kalkıncaya kadar bu ahdimizde sebat edeceğiz" diye and içtiler.

Bu antlaşma, daha önceki zamanlarda aynı amaçla Cürhüm ve Katura kabilesinde Fadl ve Hidayl adlı bir kaç kişinin yaptıkları andlaşmaya çok benzediği için onların adına izafe edilerek "Fadl'ların andlaşması" anlamındaki "Hıtfu'l-Fudûl" olarak adlandırılmıştır. Fudûl kelimesi "fazlalık şey" anlamına da gelmektedir. Bu antlaşmayı yapanlar zulmedenlere fazladan zulmen alınan mallarını geri vermek üzere yemin ettikleri için bu isimle anılmıştır da denilir.

Andlaşmaya katılanlar ilk iş olarak As b. Vail'in kapısı önüne dikilmiş ve ondan Zebidî'nin hakkını almışlardır. Daha sonra da benzeri olaylarda zulmün ortadan kaldırılması yolunda başarılı girişimleri olmuştur. Bunlara örnek olarak anılan iki olay şöyledir:

Has'am kabilesinden birisi kızı ile birlikte Hac için Mekke'ye gelir. Mekke'nin güçlü kişilerinden Nübeyh b. Haccac çok beğendiği kızı babasının elinden zorla alarak evine kapatır. Kızını kurtarmak için çırpınıp duran adama Hılfu'l-Fudûl'a başvurması tavsiye edilir. Adamın başvurusu üzerine hemen Nubeyh'in evi kuşatılır ve çaresiz kalan zalim, kızı babasına teslim eder.

Sumale kabilesinden bir tacir mallarını bir kısmını Mekke reislerinden Ubey b. Halef'e satar. Ancak Ubey üzerinde anlaştıkları bedeli tacire ödemez. Hılfu'l-Fudûl'a başvuran adama, "şimdi sen hemen Ubey'e git ve ona Fudulî'lerden geldiğini, ödemeyi derhal yapmazsa biıim gelişimizi beklemesini söyle" derler. Bu haber Ubey'e ulaşınca vakit geçirmeden adamın parasını öder.

"Fadl'lar Andlaşması"na, o zaman yirmi yaşlarında olan Rasûl-i Ekrem (s.a.s) de katılmıştır. Ahmed b. Hanbel'in rivâyetine göre Hazret-i Peygamber bu antlaşma hakkında şöyle demiştir: "Abdullah b. Cud'an'ın evinde yapılan And'da ben de bulundum. Bence o and kırmızı tüylü bir deve sürüsüne malik olmaktan daha sevgilidir. O zaman Haşim, Zühre ve Teym Oğulları, deniz bir kıl parçasını ıslatacak kadar suya malik oldukça mazlumlarla birlikte bulunacaklarına and içmişlerdi. Ben ona İslâm devrinde bile çağrılsam icabet ederdim." [119]

Andlaşmaya katılanlar sonradan aralarına başka kimseleri alamadıkları için onların ölümüyle "hılfu'l-fudûl" son bulmuştur. Fakat fiilen devam etmese de yıllarca sonra bile hılfu'l-Fudûl'dan söz etmek zâlimleri korkutmaya yetmiştir. Nitekim Muaviye'nin yönetimi döneminde Medine valisi Velid b. Utbe, bir meseleden dolayı kendisine zulmetmeye kalkışınca Hazreti Hüseyin, "vallahi, ya adalete riâyet eder hakkımı verirsin, yahut kılıcımı sıyırarak Rasûlullah'ın Mescidi'nin kapısına dikilir halkı Hılfu'l-Fudûl'a davet ederim." diyerek onu tehdit etmiştir. Bunu duyan Abdullah b. Zübeyr, "Vallahi, eğer Hüseyin böyle bir davette bulunacak olursa, ben de kılıcımı çeker, ona adalet üzerine hakkı verilinceye kadar onunla birlikte ayaklanırım, yahut hep ölürüz" demiş, buna daha başkaları da katılınca Velid çaresiz Hazreti Hüseyin'e hakkını teslim etmiştir. [120]

Bir müslüman, günümüz şartlarında mahkemede kendini savunabilir. Mahkemeye zorla çıkarılabilir. Çıkmak zorunda bırakılabilir. Bu konularda şirk ve haram olduğu kesin olan şeylerden sakınmak kaydıyla mahkemelerden yararlanabilir. Aynen belediyeden yararlandığı gibi. Esnafın vergi karnesini işyerine asıp ondan yararlanması (ceza gibi zararlardan korunması) gibi.

Bütün bunlar yasak kapsamına girme ihtimali olan hususlar olduğu için sonra da istiğfar ve tevbe etmesi, aynı zamanda İslâmî devlet için çalışması ve bu tür İslâm açısından riskli şeyleri zorlayan gayri İslâmî düzene tavır alması (varsa, bu konudaki) günahlarına kefaret için terk edilmemesi gereken önemdedir.

Ama, adalet bekleyerek, mecbur olmadan, çok büyük bir zararın def’i gibi bir zaruret bulunmadan tâğutların mahkemesine müracaata caiz demek çok zordur.

Sözün özü: zarar büyükse, zarardan/zulümden sakınmak için hilful fudul örnek alınabilir. Bu ifadeler, kesinlikle bir fetva mahiyeti taşımaz. Mü’minler, kalbine danışmalı ve kendileri karar vermelidir.

Şirk Toplumunda İslâmî Hayat (Tâğutun Mahkemesine Gidenin Durumu)

Özellikle devlet düzeninde şirkin hâkim olması hayata dair bir çok sorunları da gündeme getirmektedir. Zira bugün halkı yönetenler hiçbir hususta Allah’ın indirdiklerine itibar etmiyorlar. Bundan dolayı birçok noktada olumsuz şeylerle karşılaşabiliyoruz. Bunlardan biri, günümüz tâğutlarının mahkemelerinde muhakeme olmaktır. Acaba günümüz tâğutlarının mahkemelerine yapılan her türlü müracaat sahibini dinden çıkaran bir amel midir?

Müslüman bir kimse elindeki tüm imkânları kullanarak bu mahkemelere muhakeme olmaktan kaçınmalıdır. Özellikle davetçiler bu konuda çok titiz davranmalıdır. Zira onlar toplumun içinde örnek alınan sahsiyetlerdir.

Ancak, bir Müslümanın büyük bir malı gasp edilmisse ve tâğutun muhakemesine gitmeksizin uğradığı zararı kaldırma gücü yok ise bu durumda tâğutun muhakemesine başvurabilir. Çünkü bazı ihtiyaçlar zaruret durumundadır.

Bir de büyük miktardaki bir malın gasp olunması bir tür ikrah mânâsını taşır. Dolayısıyla böylesi bir durumda bu mahkemelere başvuran kisiler küfre girmezler.

Bir kişi Şeyh Abdurrazzak Afifi’ye böyle bir soru yöneltmiştir. O da cevaben şöyle demiştir: “Müslüman gücü yettiği kadar tâğutların mahkemesine başvurmasın. Şâyet başka bir alternatifi yoksa başvurabilir. Hatta Seyyid Kutup, Mısır’da Muhammed Kutub kanun dışı olarak yakalanınca mahkemeye başvurmuştur.” [121]

Fakat Şeyh Hamid bin Atik, Şeyh Süleyman bin Sehman gibi bazı âlimler “inkâr etmekle emrolundukları halde tâğuta muhakeme olmak istiyorlar”[122] âyetinin zâhirine bakarak hiçbir şekilde tâğutun mahkemelerine muhakeme olmayı caiz görmemişler.

Hâlbuki bu âyetin nüzul ortamında İslâm seriati hâkim idi ve o zamanın atmosferi ile bizim içinde bulunduğumuz ortam bir değildir. Zira bizim içinde bulunduğumuz ortamda İslâm şeriati hâkim değildir. Her iki ortamın arasındaki bu büyük farkı görmezlikten gelerek birbirine kıyas yapmak kıyas-ı maal fârıktır. (Yani ilgisiz şeylerin birbiri ile kıyaslanmasıdır.)

Ayrıca Rasûlullah (s.a.s.) mazlumların hakkını korumak için müşriklerin kurmuş olduğu müesseseye iltica etmeyi, sığınmayı caiz görmüştür.

İmam Ahmed’in Musned’inde ve Mustedrek’te geçen bir rivâyette Rasûlullah (s.a.s.) “Çocukken amcalarımla birlikte Hılfu-l Mutayyibin’e şâhit oldum. Bana kırmızı develer verilse bile bu anlaşmayı bozmam” buyurmuştur.

Yine mürsel olarak gelen bir başka rivâyette ise “Şâyet bugün o anlaşmaya çağrılsam giderdim” buyurduğu nakledilmiştir.

Konuya dair Şeyh Muhammed bin İbrahim şöyle der: “Helâlı haram, haramı helâl kılma konusu olmadığı müddetçe aşiret reislerine sulh yapmak için başvurulabilir. Fakat hüküm vermek için başvurmak caiz değildir. Zira aşiret reislerinin çoğu cahil insanlardır. Onlara tahakküm yetkisini vermek tâğuta muhakeme olmaktır.” [123]

Maalesef bu taksimatlardan habersiz olan bazı cahil kişiler mahkemeye giden herkesi tekfir ederler. Hatta bazıları işi iyice abartarak tâğutun karakollarına gidenleri de tekfir ederler. Kişinin bu karakola niçin gittiğini araştırma gereği bile duymazlar.

Dolayısıyla İslâm’ın caiz gördüğü bir şeyi yasaklar, İslâm’ın genişlettiğini darlaştırırlar. Kişinin içinde bulunduğu zamana ve zemine bakmadan kendileri gibi düşünmeyen herkesi tekfir ederler. Bu yaptıklarıyla âlimlerin içtihadına hayat hakkı tanımazlar. Kur’an’dan ve sünnetten bazı âyet ve hadisleri kendi düşüncelerini doğru göstermek uğruna istismar ederler. [124]

 

 

Tâğuta Küfür, Tâğutun Yaptığı İyilikleri İnkâr Edip

Görmezden Gelmeyi de Kapsar

Bakara 256’daki âyet: “Fe men yekfur bi’t-tâğuti / Kim tâğuta küfrederse…” diye başlıyor. Âyette geçen “tâğuta küfretmek” nasıl olur ve neleri kapsar? Bu soruyu cevaplamak için “küfür” nedir, onu tahlil etmek gerekir.   

Küfür,  “ke-fe-ra”  fiil kökünden masdar olup, lügatta ‘bir şeyi örtmek’ demektir. Bu anlamıyla tohumu toprağa eken ve böylece onu örtüp gizleyen çiftçiye küffar denildiği gibi, kılıcı örttüğü için kınına, karanlığı örttüğü için geceye, yıldızları örttüğü için buluta da kâfir denir. Bazı ibâdetler ve tevbe de birtakım günahları örttüğü için bunlara da keffare(t) denilmiştir. Kâfir kişi de Allah'ın varlığını, âyetlerini, nimetlerini veya hükümlerini görmezlikten, bilmezlikten gelip inkâra gittiğinden bu ismi almıştır. Küfür kelimesi, Türkçe’de inkâr kelimesiyle karşılanır. Küfretmek; inanmamak, inkâr etmektir.

Kur’an, imana yüklediği tüm anlamların zıtlarını küfür kelimesine yüklemiştir. Zaten küfür de, bir inançtır; olumsuz bir inanç. Göğüsler iman için açıldığı gibi, küfür için de açılır. [125]

“Küfür”, “iman”ın zıddıdır. Küfrü tanımak için zıddı olan imanı tanımak gerekir. İman, emn kökünden bir mastardır. Sözlük anlamı, birini sözünde tasdik etmek, onaylamak, kabullenmek itimat etmek, gönülden benimsemek, güvenmek/güvenilmek anlamlarına gelir. Türkçedeki inanmak kelimesi bunu aşağı yukarı karşılar. Demek ki küfür de “birini sözünde tasdik etmemek, onaylamamak, kabullenmemek ona itimat etmemek, onu gönülden benimsememek, ona güvenmemek demektir.

Küfür kelimesinin yukarıdaki anlamından yola çıkarak, “tâğuta küfretmek”, tâğutun varsa nimetlerini veya hükümlerini görmezlikten, bilmezlikten gelip inkâr etmek gerekiyor, demek zorundayız. Buraya kadar küfür kelimesinin salt lügat anlamından çıkan zarûri bilgileri aktarmış olduk. Kelimenin bu anlama geldiğinden “tâğuta küfür” kavramını bu doğrultuda şöyle açıklamamız gerekir:

Tâğuta nasıl küfredilir, tâğutun neyini, nesini inkâr edip örteceğiz, neyi yok sayacağız? Tâğutun kendisini yok saymak, görmezlikten gelmek, onun varlığını inkâr etmek kast edilmiş olabilir mi? Hayır, olamaz! Çünkü tâğutun varlığını kabul edecek ki, onun hükümlerinin veya mahkemelerinin varlığını anlasın ve kanunlarını ve mahkemelerini kabul etmesin.[126] Varlığını kabul edecek ki, ondan (tâğuta kulluktan) kaçınsın. [127]

Küfür, aynı zamanda nimetleri inkâr, iyilikleri görmezlikten gelmek, yani nankörlük demektir. Kur’ân-ı Kerim’de tam 30 âyette küfür kelimesi, nankörlük anlamında kullanılır. Nankörlük, nimete karşı küfür, iyilikleri örtmek, nimeti ve yardımı inkâr etmek, yok saymak demektir.

Nankörlük kelimesi dilimize, Farsça'dan geçerek yerleşmiş bir kelimedir. Arap dilinde nankörlük; "küfrân" ya da "küfrânü'n-nimeti" kelimeleriyle ifade edilmektedir. Nankör kimseye de "kâfirü'n-nimeti" denilir. Nankörlük; bir insanın başka bir İnsana karşı ya da Rabbine karşı nankörce davranmasına göre iki yönden ele alınabilir. İkinci tür nankörlük, insanın Rabbine karşı olan nankörlüğüdür. Zira bunda, insanın küfre girme ihtimali büyüktür. Her ne kadar küfür ile nankörlük ilk bakışta birbirlerinden tamamen farklıymış gibi görünseler de aralarında çok yakın bir benzerlik vardır. Birincisinde; Allah'ın varlığını, birliğini ya da inanmamızı emrettiği hükümlerini inkâr etme söz konusudur ki, bu açıkça küfürdür. Allah'ın verdiği nimetleri inkâr etmek, onları unutmaya çalışmak ya da unutmuş görünmek de haddi zatında küfürdür. Zira her iki durumda da, ikrar edilmesi vacib olan hakikatleri inkâr etme söz konusudur.

Kur'ân-ı Kerim'de, İnsanların Allah'a karşı nankörlüğünden söz edilirken, "nankör" ve "nankörlük" kelimelerinin, "küfr" kelimesiyle ifade edildiğini görüyoruz: “...Nankörlük ettikleri için (bimâ keferû) onları işte böyle cezalandırdık. Biz, nankör (kefûr) olandan başkasını cezalandırır mıyız?" [128]

 

"Yanında kitabdan bir ilim olan kişi; sen yerinden kalkmadan önce onu sana getirebilirim, dedi. Süleyman tahtı yanına yerleşivermiş görünce; bu, şükür mü edeceğim yoksa küfür (nankörlük) mü edeceğim diye beni sınayan Rabbimin lütfundandır. Şükreden, ancak kendisi için şükretmiş olur, nankörlük eden de (ve men kefera) bilsin ki Rabbim Ganî'dir, Kerîm'dir." [129]

 

"Allah, size güven ve huzur içinde olan bir kasabayı misâl verir; her taraftan oraya bolca rızık geliyordu. Ama Allah'ın nimetlerine nankörlük ettiler (keferat bi-enumi’llâh). Bu yüzden Allah onlara, yaptıklarına karşılık açlık ve korku belâsını tattırdı." [130]

Yukarıdaki âyet meallerinin ilkinde geçen "nankörlük ettikleri için" sözü, Kur'an'daki "bimâ keferû" kelâmının mealidir. "Nankör" kelimesi de "kefûr" sözünün mealidir. Aynı şekilde, ikinci ve üçüncü âyetlerde geçen "nankör" ile "nankörlük" kelimelerinin tümü, "küfr" kelimesinin türevleridir. [131]

İşte, Farsçadan Türkçeye geçtiği şekliyle nankörlük demek olan Kur’an ifadesi olarak “küfür” Kur’an’daki ikinci anlamıyla nimeti tanımamak demektir. Nimetleri inkâr, iyilikleri görmezlikten gelmek demektir. Kur’ân-ı Kerim’de tam 30 âyette küfür kelimesi, işte bu anlamda, nimeti görmezlikten gelme, yani nankörlük anlamında kullanılır. Dolayısıyla, Kur’an’da 30 âyette geçen “küfür” kelimesi, “nimete karşı küfür, iyilikleri örtmek, nimeti ve yardımı inkâr etmek, yok saymak” anlamında kullanılmıştır. Kur’an’ın en doğru tefsiri yine Kur’an’la yapılır. Kur’an’daki “Tâğuta küfür”[132] kelimesinin tefsiri de, Kur’an’dan yola çıkarak; “iyilikleri örtmek, nimeti ve yardımı inkâr etmek, yok saymak” olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.

“Tâğuta küfür” kavramını başka türlü izah etmek zordur. Eğer buradaki “küfür” kelimesinden “red, reddetmek” anlamı kast edilseydi, “redd” kelimesi kullanılırdı. Bilindiği gibi reddetmek anlamındaki “redd” kelimesi Arapça’dır ve Kur’an’da (türevleriyle birlikte) tam 62 yerde kullanılmıştır. Başka yerde kullanılan “redd” kelimesi, Bakara 256’da kullanılmamış, “küfür” kelimesi kullanılmıştır. Demek ki, buradaki küfür kelimesini “redd” anlamı vermek doğru değildir. Zaten Kur’an’da diğer âyetlerde de “küfür” kelimesi, redd anlamında kullanılmamıştır ki, bu âyette kullanılmış olsun. Ama küfür kelimesi, Kur’an’da tam otuz yerde “nimetleri, iyilik ve yardımları yok saymak, iyilikleri örtmek, inkâr etmek” anlamında kullanıldığına göre, bu âyette de o anlamda kullanılmıştır diyebiliyoruz.

Kur’an, bizden tâğutların iyiliklerini örtmemizi, onların yardım ve iyiliklerini görmezden gelip yok saymamızı, yani inkâr etmemizi istemektedir. Kur’an bunun örneğini de bizzat kendi tavrıyla gösterir. Meselâ Kur’an, bazı (tâğut olmayan) kâfirlerin bazı olumlu taraflarını ifadeden kaçınmaz: “Ehl-i kitaptan öylesi vardır ki, ona yüklerle mal emanet bıraksan, onu sana noksansız iâde eder...”[133] İçki ve kumar hakkında da benzer tavır takınılır: “Sana şarap ve kumar hakkında sorarlar: De ki: ‘Her ikisinde de büyük bir günah ve İnsanlar için birtakım faydalar vardır. Ancak, her ikisinin de günahı faydasından daha büyüktür...”[134] Fakat Kur’an, hiçbir âyette tâğut kategorisine giren İblis’in, şeytanın, Firavun, Nemrud, Ebû Cehil gibi şahısların olumlu taraflarından bahsetmez. Onların iyi taraflarını örter, yok sayar.

Kur’an, onların hiçbir iyiliğini görmezlikten gelerek örnek olduğu gibi, bizim de tâğutlar konusunda benzer tavır takınmamızı, onların iyiliklerini örtmemizi, yani küfredip inkâr etmemizi istiyor. Çünkü o tâğutlar, sıradan kâfir gibi değildir. Biz, tâğut olmayan kâfirlerin olumlu yönlerini anlatabiliriz. Ama tâğutların asla. Çünkü onlar, yüz binlerce belki milyonlarca insanın şirke düşmesine, Allah’a isyan etmesine ve Cehenneme doğru adım atmasına İnsanları teşvik ediyorlar, hatta zorlayıp yönlendiriyorlar. Kişileri Allah’ın indirdiği kanunlardan mahrum bırakıyor, kendi kafalarından çıkardıkları hükümlerle insanlara hükmederek onları Allah’ın azâbına sürüklüyorlar. Böyle büyük cinâyetler işleyen tâğutların insanlara dünyevî yönden bazı faydalar sağlaması gündeme getirilecek önemde midir? O küçük faydaların göz önüne getirilip inkâr edilmemesi, o tâğutların büyük cinâyetlerini örtbas etmeye götürebilir. Kanserden can çekişen bir adamın ayağındaki mantarla uğraşmak veya binlerce adam öldürmüş seri katil bir canavar kişinin bu cinâyetlerini görmezden gelip dilenciye verdiği yardımı öne çıkarmak gibi bir şeydir bu.

Kur’an, o yüzden sıradan kâfirlerden ayrı “tâğut” kavramından bahseder ve bu özellikteki insanlara karşı tavır almamızı, onları (yaptıkları iyilikleri) inkâr etmemizi emreder. Bunu iman için bir esas kabul eder. Bu imanî esası çok iyi anlayan peygamberlerden hiçbiri, kendi dönemlerindeki tâğut saydıkları yöneticileri en küçük çapta olumlu bir özellikleriyle zikretmemişler, onların hep kötülük odakları olduğunu bildirip onlarla hep mücadele etmişler. Sadece kendileri onlara tavır almakla yetinmemişler, kavimlerine onlara kulluktan, yani itaatten kaçınmaları gerektiğini ısrarla hatırlatmışlardır: “Andolsun ki, Biz her kavme; 'Allah'a ibâdet edin, tâğuttan (tâğuta kulluktan) kaçının'  diye (tebliğat yapması için) bir peygamber gönderdik.”[135] Tâğutların bazı iyi taraflarını gündeme getiren kimse, nasıl tâğuttan kaçınır? Allah’a karşı bu kadar azgınlaşan, tuğyan eden tâğutun iyi tarafı olduğu nasıl kabul edilir? Allah’ın indirdiğiyle hükmetmeyen tâğutlar, sadece kâfir değil, aynı zamanda zâlim ve fâsıktırlar. [136]

Kur’an’da iki çeşit yönetici vardır. Biri, hoşlanmadığımız durumlarda bile itaat etmek zorunda olduğumuz, Allah’ın indirdiğiyle hükmeden bizden olan yönetici, yani “ülü’l-emr.”[137] İkincisi, hiçbir halde itaat edemeyeceğimiz, onun iyi taraflarını bile kabul edemeyeceğimiz kötülük odağı, şeytanın siyasal versiyonu “tâğut”. İşte bu ikinci yöneticiyi aynı zamanda inkâr etmemiz, iyiliklerini örtmemiz iman için şart koşuluyor.[138] Güne kâfirlere ültimatomla başlamamız Peygamberimizin sünneti: Her sabah ilk işimiz namaz kılmak. Sabah namazının ilk kıldığımız sünnetinin ilk rekâtında Fâtiha’dan sonra “Kâfirûn” sûresi okumak sünnettir. Bu sûrede “De ki: ‘Ey kâfirler! Tapmam sizin taptıklarınıza… Sizin dininiz size, benim dinim bana!”[139] Günümüzü de benzer bilinçle kapatıyoruz: Gece, en son kıldığımız namaz yatsıdan sonra vitir namazı. Onun da en son rekâtında okuduğumuz kunut duası. Bu duada “ve nahlau ve netrukü men yefcuruk” diye Allah’a söz veriyoruz. Yani diyoruz ki: “(Ey Allah’ım!) Biz Sana isyan eden (fâsıklık, fâcirlik yapan) kişiyi (yönetimden, liderlikten) hal’ edip alaşağı ederiz, onu kendi haline terk ederiz.” Nahlau (hal’ ederiz) derken kullandığımız hal’ kelimesi, “ehl-i hal’ ve’l-akd” denilen yöneticiyi azletme ve yeni bir yönetici atama konusunda ehil olan şahısların yaptığı iştir. “Yöneticiyi makamından indirmeye, alaşağı etmeye” hal’ etme denir. Ve netrukü: Terk ederiz, onu yardım(cı)sız bırakır, onunla ilişkilerimizi keseriz, ona destek olmayız, onu inkâr ederiz. Dikkat edilirse, Allah’a isyan eden (fâsıklık, fâcirlik yapan) kişiyi, sadece bu vasıflarıyla hal’ etme sözü veren müslüman, yüz binlerce İnsanı Allah’a isyan etmeye sevk eden, onların fâsık ve fâcir, hatta müşrik olmasına zorlayıp yönlendiren tâğutlara karşı haydi haydi hal’ etme sözü vermiş olacaktır. İşte, bizim namazımız bile tâğutlara bir ültimatom ve onlara karşı nasıl tavır takınacağımıza dair bir ahid ve söz verme, bir siyasî bilinçtir.  

"Andolsun Biz, her toplum içinde: 'Allah'a ibâdet edin, tâğuttan kaçının'  diye bir elçi gönderdik."[140] Bu âyette "tâğut", ibâdet konusunda Allah'ın karşısına konulmuş ve ondan kaçınılması emredilmiştir. Şu âyette ise, tâğuta ibâdetten sakınan ve Allah'a yönelen kimsenin müjdelenmesi istenmiştir: "Tâğuta ibâdet etmekten kaçınan ve Allah'a yönelenlere müjde var."[141] Şu âyette de, tâğuta ibâdet edenler şiddetle kınanmaktadır: "De ki: Allah katında yeri bundan daha kötü olanı size söyleyeyim mi? Allah'ın lânetlediği ve gazap ettiği, aralarından maymun, domuz ve tâğuta tapanlar çıkardığı kimseler; işte onların yeri daha kötüdür ve onlar doğru yoldan daha çok sapmışlardır."[142] 

Nedir tâğut? "Tâğut" kelimesinin kökü "tuğyan"dır. Tuğyan, isyanda haddi aşmak, azmak, zulmetmek, sapmak, ölçüsüz şekilde hareket etmek, büyüklenmek anlamlarına gelir. Tâğut; şeytana, putlara, Allah'tan başka tapılan her varlığa, İnsanı azdıranlara, İnsanları haktan ve hidâyetten saptıranlara, hayır yolundan men edenlere, haddi aşanlara, küfür ve dalâlette önderlik edenlere, gaybdan haber verdiğini ileri süren kâhinlere/medyumlara, İnsanların Allah'a ibâdet etmelerine ve İslâm'ı yaşamalarına engel olanlara denir. Put olsun, ağaç olsun, insan veya hayvan olsun, Allah'tan başka tapınma konumunda olan her şey; kanunlarında Allah'ın dinine karşı sınırı aşan zâlim yönetici ve Allah'ın indirdiği hükümlerin gayrisiyle hükmeden idareci; İslâm şeriatine uymayan bütün metod, düşünce, fikir, ideoloji, pozisyon, âdet, gelenek ve görenekler tâğut kapsamına girer. Ayrıca tâğuttan hoşnut olup ona bağlanan, tâğuta kulluğa çağıran, tâğutun dâvet ettiği şeye sahip çıkan da kendi sapıklığı içinde tâğuttur. 

Kur’ân-ı Kerim'de tâğutla ilgili bütün âyetleri dikkate aldığımızda şu sonuca varırız: Kulu Allah'a kulluktan, dinde ihlâslı olmaktan, Allah ve Rasûlüne itaatten alıkoyan ve çeviren her şey tâğuttur. Tâğut; hakkı ezmeye çalışan, Allah'ın kulları için çizdiği sınırları çiğneyen her kimse veya her nesnedir. Allah ile bağlantısı olmayan her program ve Allah'a bağlanmayan her çeşit düşünce, sistem, edep ve alışkanlık; otoritesini Allah'ın sisteminden almayan her idare, Allah'ın otoritesine, ulûhiyetine ve hâkimiyetine düşman olan her şey tâğuttur.[143]

Allah'a isyan konusunda herhangi bir kimseye itaat eden kişi, o kimseye ibâdet etmiş olur ve bu itaat edilen kimse tâğuttur. Mevdûdi, tâğut kelimesini şöyle izah eder: "Tâğut, Allah'a karşı azan, isyan eden, kulluk haddini aşarak kendisi için ulûhiyet ve rubûbiyet iddiâsına kalkışan her şahıs, zümre ve idareye denir. Tâğut, Allah'a karşı haddi aşan ve zulmeden her türlü üstünlük, otorite, başkanlık veya komutanlıktır. Tâğut, mülkünde hükmünü yerine getirir; kullarını zorla, aldatmakla yahut kötü yollarla kendine itaate çağırır. Kişinin bu türlü otoriteye, başkanlığa, liderliğe boyun eğmesi ve ona tapması tâğut için bir ibâdettir.[144]

Kur'an'a göre tâğut; Allah'ın, dininin, elçisinin ve kitabının karşısına konulan, Allah yerine tapılan, İslâm'ın hükümleri, emir ve yasakları, helâl ve haramları yerine ikame edilen, Hz. Muhammed (s.a.s.)'in yerine önder seçilen, Kur'an düşüncesi, inanç ve hayat tarzı yerine başka düşünce, inanç, hayat ve yönetim biçimi koyan, hayata geçiren, bunlara öncülük eden ve uyulan her insanın, her sistemin ortak adı ve sembolüdür.

Buna göre tâğuta ibâdet, Allah'tan başka şeytan, insan, önder, kâhin gibi canlı ve cansız varlıklara, Allah'a isyan anlamına gelecek şekilde itaat etmek, boyun eğmek, Allah'ın hükmü yerine Allah'tan başkalarının  hükümlerini kabul edip isteyerek uygulamak demektir ki bu, insanı şirke, küfre götürür.

Bir kimse tâğutu reddetmedikçe gerçekten iman etmiş sayılamaz. Tevhid'in şartı, Allah'a imandan önce tâğutları reddetmek, onları tanımamaktır. Bu durum, Kur’an’da açıkça beyan edilmiştir: "Artık kim tâğutu inkâr edip Allah'a iman ederse, kopmayan sağlam kulpa yapışmış olur." [145]

"Sana indirilen Kur'an'a ve senden önce indirilen kitaplara iman ettik diye boş iddiâda bulunanlara bakmaz mısın? O azgın şeytana, tâğûta muhâkeme olmak, onun hükümlerini kabul etmek istiyorlar. Hâlbuki onu tanımamakla emrolunmuşlardı. Şeytan ise onları çok uzak bir sapıklığa düşürmek ister. Onlara, 'Allah'ın indirdiği Kur'an'a ve Peygamberim hükmüne gelin' denildiği zaman münâfıkları görürsün ki, senden düşmanca bir dönüşle yüzçevirirler." [146] "... Hüküm (hâkimiyet, egemenlik ve kanun koyma hakkı) ancak Allah'ındır. Ve O yalnız, sadece Kendisine kulluk ve ibâdet etmenizi emretmiştir. İşte doğru ve gerçek din budur. Fakat İnsanların çoğu bunu bilmezler." [147]    

Kur'an, peygamberlerin tavrını da, bize örnek olması için, açıkça belirtiyor: "Celâlim hakkı için, Biz, her ümmete 'Allah'a kulluk/ibâdet edin ve tâğutlardan sakının' diye bir peygamber gönderdik..."[148] Düşünelim ki, Hz. İbrâhim, devrindeki tâğutlarla nasıl mücâdele etti? Putlara ve Nemrut'a karşı nasıl tavır aldı? İnsanları bu tâğutlardan nasıl sakındırmaya gayret etti? Firavun'a karşı Hz. Mûsâ'yı ve mücâdelesini bir gözönüne getirelim. Nemrut'un, Firavun'un emrine girmek isteyen, onun sarayında, onun düzenine ve ona yardımcı olmayı düşünen bir tavır gözünüzün önüne gelebiliyorsa, bugün tâkip edilen yol meşrûdur; yoksa... Ve son peygamber, esas örnek ve liderimiz, ki hakkında "Gerçekten Allah'ı, âhiret gününü arzulayanlar ve Allah'ı çok zikredenler için size Allah'ın Rasûlünde (tâkip edeceğiniz) pek güzel örnek vardır."[149] hükmü bulunan zâtın, bize örnek olması gereken bu konudaki tavırları... Rasûlullah, her türlü düşmanca tavra rağmen açıkça Allah'a kulluğa ve tâğutlara isyana (itaat etmemeye) devam edince, Mekke müşrikleri Hz. Peygamber'le uzlaşma yolları aradılar. Bazı tâvizlerine karşılık bazı tâvizler istiyorlardı. Bu tâvizler arasında "dilersen bir sene sen hükümdar ol ve bizi yönet, bir sene de biz yönetelim" teklifi de vardı. Ama Rasûlullah, tüm bu tekliflere Kur'ân-ı Kerim'den âyetler okuyarak kesin red cevabı veriyordu. Oysa müşrikler "bizim sistemimize dokunma, ama onu gel sen yürüt" diyorlardı. Temelinde şirk ve adâletsizlik olan bir rejimin yönetimi Peygamber'in eline tümüyle veya iki yılda bir geçseydi ne değişirdi ki? Müşrikler de tekliflerinin bilincindeydiler. Çünkü "biz sana uyarsak, yerlerimizden (mevkîlerimizden) hızla çekilip alınacağız."[150] diyorlardı. Zâten Rasûlullah'ın amacı da buydu: Hâkimiyet hakkını onlardan almak, taptıkları putları ortadan kaldırmak ve şirkin yerine tevhidi, zulmün yerine İslâm adâletini ikame etmek, yani Kureyş düzenini kökünden yok etmek, darmadağın etmek, devirmekti. Yine bir defâsında amcası Ebû Tâlib aracılığıyla, müşriklerin, Efendimiz'e teklif ettikleri birkaç husustan biri de "istersen gel, seni başımıza kral yapalım" teklifi idi. Bugünkü siyasîlerin bırakın kırallığa, bakanlığa; milletvekilliği teklifine bile nasıl can attıklarını bir düşünelim. Efendimiz ise: "Vallahi, bir elime güneşi, bir elime de ayı verseniz, dâvamdan vazgeçmem" diyordu; dâvâ hiçbir tâviz ve dünyevî beklentiyi kabul etmiyordu. Efendimiz'in reddettiği anlayış, şimdilerde "bırakın birkaç sene de biz idare edelim" şeklinde hem de çok harâretli tek taraflı isteklere dönüşüvermişti. Müslümanlar çok oy oyununa gelmişlerdi: Devlete, rejime tâlip olmak ve bunun için Rabbânî mücâdele yapmak yerine; hükümete, kâfir rejimin idaresine tâlip olmuştu müslüman. Müslümanların çokça oy verdikleri partilerdeki İnsanlar yönetici olduklarında İslâm nâmına neler değişmişti acaba? Değiştiğini düşünelim: İsterse, şeriat 100 esasta toplanmış olsa, 99'unu uzlaşma veya küfürle koalisyonlarla kabul ettirerek tâviz koparsalar müslümanların 1 tek esası bile küfürden almaları, bir esasta tâviz vermeleri câiz miydi? Bu tür tâvizci sistem İslâm olabilir miydi acaba? "Yoksa siz Kitab'ın (ve ahkâmın) bir kısmına inanıp, bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Şimdi sizden bunu yapanların cezâsı, ancak, dünyada rezillik, rüsvaylık ve bayağılık; kıyâmette de en şiddetli azâba atılmaktır. Allah, sizin yaptıklarınızdan gâfil değildir."[151] Amelden tâviz vere vere Müslümanlar, inanç ve dâvâlarından da tâviz vermeye başladılar: Rejim devam etsin, küçük ıslahatlarla hatta takviye edilsin, ama yöneticiler namaz kılanlardan olsun. Hamam ve tas aynı olsun, tallâklar değişsin.

Bu anlayışlarımızı değiştirmeden Rabbimizin devlet nimeti vererek, toplumumuzu değiştireceğini beklemek İlâhî hükme, sünnetullaha ters olur: "...Muhakkak ki Allah, bir kavmi, onlar kendi nefislerini değiştirmedikleri müddetçe değiştirmez..."[152]

Kâfirler, düzenbazlar, müslümanların da ancak kendi istedikleri sahada, kendi istedikleri metotlarla mücâdele etmelerini istiyorlar. Hâlbuki İslâm'da savaşlar, kâfirlerin değil, müslümanların istediği sahalarda kabul edilir. Her çeşit İslâmî mücâdele ve hizmetlerin esasları, ancak müslümanların istediği şekillerde ve İslâmî esaslara göre tanzim edilir. Bugün ise, Firavunların tesbit ve müsâade ettiği, yönlendirdiği, sınırlarını çizdiği sahada mücâdele ve çalışmayı tercih eden müslümanlar, Firavunlara açıkça cephe almadan, onları nasıl alt edeceklerdir?

 

Demokrasi ile İslâm'a giden, bu yolla Kur’an ahkâmını tatbik eden dünyada hiçbir örnek gösterilemez; aksi ise, dâima olagelen vâkıadır. Kur'an bu gerçeğe ışık tutar mâhiyette şöyle diyordu: "Hepiniz, toptan Allah'ın ipine (dinine, şeriatına) sımsıkı sarılın. Birbirinizden ayrılıp dağılmayın, fırka fırka olmayın..." [153] Fırka fırka, hizip hizip olmak yasaklanıyordu. Bu âyetleri bilmiyor muydu bu kardeşler, biliyorlar, hatta başkalarına da okuyorlardı, ama buna rağmen kendi partilerine çağırıyorlardı İnsanları. Fırkalaşmayı reddeden âyetle, bir fırkaya dâvet ederek çelişkiler sergiliyorlardı. Osmanlı'nın son zamanlarında ve T.C.'nin ilk yıllarında parti kelimesinin Türkçe karşılığı olarak "fırka" kelimesi kullanılıyordu hatta. "İttihad ve Terakki Fırkası", "Halk Fırkası", "Serbet Fırka" gibi. Rabbimiz fırka fırka olmayın demesine rağmen fırkalar, hizipler kendi yaptıklarıyla övünüp tefrikaları hızlandırıyor, ümmetin vahdetine engel oluyordu. "Onlar ki, dinlerini parçalara ayırdılar, böylece grup grup, parti parti olmuşlardır. Her hizip (her parti), kendindekine güvenmekte, onunla övünmektedir."[154] Eski Türkçe'de fırka, Arapça'da hizip (hızb) diye karşılık bulan, bugünkü Türkçe'de Avrupa'daki kullanılışı gibi aynen kullanılan "parti" zâten parça demekti. Partinin bu anlamı, âileleri, samimi İnsanları bile nasıl parçalayıp birbirine düşman ediyor, müslümanlar nasıl parça parça olup, kardeşliğini unutup düşman hale geliyor, özellikle seçim atmosferinde daha berrak gözükmektedir.

İslâm ise, kelime-i tevhid'deki lâ=hayır kılıcıyla tâğutla işbirliğini, onunla yardımlaşmayı, ona tâviz vermeyi, onunla uzlaşmayı kesip atar. Bir tevhid eri için "lâ" ile isyan bayrağını çektiği küfür ve şirkle uzlaşma nasıl mümkün olabilir? Uzlaşma olursa Rabbimizin emri tebliğ ve cihad nasıl gerçekleşir? Tevhidin gereği olan, tâğutlara isyan  olmadan da İslâm devleti, İslâmî değişim ve dönüşüm hayal olur. Rabbimiz bu konuda bakın ne buyuruyor: "(Yâ Muhammed!) Az kalsın seni bile, sana vahyettiğimizden başka bir şeyi Bize karşı uydurman için fitneye düşüreceklerdi. İşte o zaman seni dost edinirler. Eğer Biz sana sebat vermemiş olsaydık, muhakkak, az da olsa sen onlara meyledecektin (tâviz verecektin). O takdirde dünya ve âhiret azâbını kat kat tattırırdık. Sonra Bize karşı kendin için hiçbir yardımcı bulamazdın." [155] Yine tâvizci anlayışa yukarıda zikrettiğimiz Bakara Sûresi âyet 85 tokat gibi inmektedir. Tâvizci bir edâ ile, hak-bâtıl karışığı dâvet, tebliğ ve hizmet yolunu Hz. Allah yasaklamaktadır: "Hakkı bâtıla karıştırmayın. Ve bile bile hakkı gizlemeyin." [156]

İslâm'ın istediği devlet olmadığında, eğer İslâm'ı temsil iddiâsındaki müslümanlarla küfür düzenleri arasında uzlaşma ve düzenin emrine ve hizmetine girme varsa, devletin istediği İslâm(!) olacak, bu tip İslâm, tâğutların yönlendirdiği, Amerikanvari özellikler taşıyacaktır, tevhîdî özellik değil. "Allah'ın indirdiği Kitap ile aralarında hükmet. Onların arzularına uyma. Allah'ın sana indirdiği Kur'an hükümlerinin bir kısmından seni şaşırtırlar, vazgeçirirler diye kendilerinden sakın. Eğer onlar, hükümleri kabulden yüzçevirirlerse bil ki Allah, onların bazı günahları sebebiyle onları cezalandırıp, başlarına bir musîbet getirmek istiyor. İnsanların çoğu gerçekten fâsıktır." [157] Tam bir açıklıkla, cesâretle tebliğ ve hizmet emredilmektedir: "Emrolunduğun şeyi çatlatırcasına (tam bir cesâretle ve hiç çekinmeden) açık açık bildir, tebliğ et. Ve müşriklerden yüzçevir (sözlerine ve tehditlerine aldırma). Muhakkak Biz, o müstehzîlere karşı sana kâfîyiz, seni korumaya Biz yeteriz." [158]

Biz, Rabbimizin gösterdiği yolda kulluk vazifemizi yapar, hiçbir şeyi O'na şirk/ortak koşmazsak, devlet nimetini Cenâb-ı Hak, bir meyve olarak bize Kendisinin ihsân edeceğini beyan ediyor: "Sizden iman edip sâlih ameller işleyenlere Allah vaad etti: Kendilerinden öncekileri nasıl halîfeler kıldıysa, şüphesiz onları da yeryüzünde halîfeler kılacak, onlar için seçtiği dini (İslâm'ı) kendilerine kuvvetlendirip icrâ imkânı verecek, onları korkularının ardından emniyete kavuşturacaktır. Bana ibâdet ederler ve Bana hiçbir şirk/ortak koşmazlar. Kim de bundan sonra nankörlük ederse, işte onlar fâsık olanlardır." [159] Bu âyetin tefsirinde Mevdûdî diyor ki: "Burada Allah'ın yeryüzünde halîfelik verme sözünün, adı müslüman olanlar için değil, imanda samimi, amelde müttakî, sadâkatte içten ve Allah'ın dinine uymada şirkin her türlüsünden uzak ve ihlâslı olanlar için olduğu belirtilerek münâfıklar uyarılmaktadır. Kendilerinde bu nitelikleri ve İslâm'a yalnızca dillerinin ucuyla hizmet edenler bu sözün muhâtabı ve lâyığı değildirler. O halde, bu sözde, payları olduğu ümidini beslememelidirler. Bu nimeti kazanmak için ileri sürülen şart: Mü'minlerin her türlü şirkten kaçınarak imanlarında ve Allah'a bağlılıklarında sağlam ve sarsılmaz olmaları gerektiğidir. Hakiki mânâda bu imana sahip kimseler Allah'tan bir vaad üzeredir ve Allah vaadini yerine getiren ve ordusuna yardım edendir. Allah'a karşı savaşanları Allah daha iyi bilir. Müslümanlar, çok olduklarından dolayı değil, Allah'ın nusret ve yardımıyla savaşarak gâlip gelir." [160]

Kendi nefsinde ve ailesinde... yaşayabileceğinin en son noktasına kadar Şeiratı yaşamayan, bu noktada yüzlerce tâvizler veren, devlete şeriatı nasıl uygulayacak? Biz, kendi vazifemizi (şirkin hiçbir şûbesine bulaşmayıp tâğutlardan kaçınarak, Allah'a kulluk) yapalım. Allah'ın vaadini beklemeye hakkımız olsun. Tabii ki, tâğutlardan kaçınmanın ve Allah'a kulluğun fiilî cihadsız da olmayacağını bilelim. Onun için biz Şeriat'ı getirmekle değil, zâten 1400 sene önce gelmiş olan Şeriat'ın hükümlerini yaşamakla mükellefiz. Devlet olarak halîfeliği de biz değil, Allah kendi tekeffül ederek, Nur Sûresi, 55. âyetteki şartları yerine getirenlere vaad ederek üzerine alıyor. Dokunulmazlıkları, makamları, koltukları... yani partinin imkânları olduğu halde, şeriatın adını bile anamayanlar, lâfı eveleyip gevelemek zorunda kalanlar, "İslâm Devleti istiyoruz" demeye bile güç yetiremeyenler, tâğutlardan korktukları için sloganlara bile sansür koyanlar, putları ürkütmemeye özen gösterenler, demokrasinin bir sürü geleneğini yerine getirenler, zâhiren kanunlara teslim olan, hatta kanun koyan ya da kanunları halka uygulatanlar, bu küfür kanunlarının çerçevesinde, kanunları, işgal ettikleri o makamları nasıl devirecekler?

Bir insanın veya teşkilâtın "biz peygamberlerden ve Peygamberimiz'den daha kolay, daha kestirme, daha rahat bir yol bulduk. O zâtlar İslâm devletine gitmek için memleketlerinden kovuldular, olmadık zulme, işkencelere mâruz kaldılar, tâğutlarla, maddî güçleri çok az olduğu halde savaştılar, putlara ve tâğutlara boyun eğmeyeceğiz diye nice tehlikelere atıldılar. Biz ise çok daha kolay yol biliyoruz. Onlar bilememişler. Veya bu devirdeki bu tür kolaylıkların bir benzerini onlar yapmamakla hata etmişler..." dese, bu sözleri söyleyenlere tepkiniz ne olur? Peki, bunları diliyle söylemeyip davranışlarıyla söylüyorlarsa? Öyle ya, "bugün devlete gidiş yolu ancak budur; günümüzün cihadı böyle olur" diyerek rahat koltuklarda nutuk atma, 4-5 yılda bir oy atma, sonra yan gelip yatma: Al sana modern cihad, sen de böyle yap, ol bir mücâhid, sonra bekle, gelsin kolay yoldan İslâmî sistem!

 

Din tamamlanmış, Kur'an'ın ve Sünnet'in ahkâmı Kıyâmete kadar değişmeden uygulanmayı beklemektedir. "Bugün kâfirler, dininizi söndürebilmekten ümitlerini kestiler; artık onlardan korkmayın, yalnız Ben'den korkun. Bugün sizin için dininizi kemâle erdirdim, üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve size din olarak İslâm'ı seçip ondan râzı oldum." [161] Asrımızın en büyük bid'atlerinden biri particiliktir. Kâfirler tarafından Batıdan, önce Türkiye'ye, oradan da İslâm âlemi denilen tâğutların hâkim olduğu hemen tüm memleketlere yayılma gösterdiği gibi, dine hizmet, cihad vs. diye takdim edildiğinden tehlikesi çok büyük bir bid'at olmuştur. Çünkü bid'atin târifi: Dine, Peygamberimiz'den sonra sokulan herhangi bir şeydir. Peygamberimiz (s.a.s.) şöyle buyuruyor: “(Dinde) Sonradan ortaya çıkan her şey bid’at’tır; her bid’at dalâlettir/sapıklıktır ve sapıklık insanı ateşe sürükler.”[162]; “Allah (c.c.) bid’at sahibinin, orucunu, namazını, sadakasını, haccını, umresini, cihadını, (hayır yoluna) harcamasını, şâhidliğini kabul etmez. O kılın yağdan çıktığı gibi dinden çıkar.” [163]; "Yoksa onların, dinden Allah'ın izin vermediği şeyleri dinî kaide kılan ortakları mı var? Eğer azâbı erteleme sözü olmasaydı, derhal aralarında hüküm verilir (işleri bitirilir)di. Şüphesiz zâlimler için can yakıcı bir azap vardır." [164] Bid'at ve bid'atçılara karşı fıkhî hükümleri de müslümanlar araştırıp öğrensinler.

Müslümanlar! Boş, lüzumsuz, hatta nice yönden zararlı şeylerle vakit geçirip oyalanmayı bırakalım. "Rabbimiz'in "Cihad edenlerle oturanları ayırt etmeden cennette gireceğinizi mi sanıyorsunuz?" [165] hitâbının gereğini yapalım. "(Ey mü'minler!) Yoksa siz, sizden önce gelip geçmiş kavimlerin başlarına gelenler size de gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız? Yoksulluk ve sıkıntı onlara öylesine dokundu ve öyle sarsıldılar ki, Peygamber ve onunla beraber iman edenler nihâyet 'Allah'ın yardımı ne zaman gelecek?' dediler. İşte o zaman (onlara), 'Şüphesiz Allah'ın yardımı yakın' (denildi)." [166]

Eski bir şâirin bir şiirini hatırlayalım:

"Muîni zâlimin erbâb-ı denâettir. / Köpektir zevk alan sayyâd-ı bî-insâfa hizmetten." (Zâlimlerin yardımcısı ancak alçaklar grubundandır. Çünkü insafsız avcıya hizmet etmekten zevk alan köpektir.) Bu şiirde başka şey kast edilebilir, ama siz İslâm'a göre "zâlim", "zâlime yardımcı olmak", "insafsız avcı" ve "köpek karakterliler"i değerlendirme ferâsetinde olun. "Kim Allah'ın indirdiği ile hükmetmezse işte onlar zâlimlerin tâ kendisidir." [167] "Zâlimlere az da olsa meyletmeyin. Aksi halde size ateş dokunur (cehennemde yanarsınız). Sizin Allah'tan başka dostlarınız yoktur. Sonra da size yardım edilmez." [168] Bundan önceki âyette de "Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!" [169] uyarısı yapılır.

Müslümanlar, zâhire göre değerlendirmek zorundadır. Kalpleri bilen yalnız Allah'ındır. Açıkça bâtılı savunanların sözlerine ve davranışlarına (zâhirlerine) göre bakıp müslüman-kâfir diye hüküm verenler, benzeri küfür lâfızlarını sevdikleri şahıslar söyleyince de aynı hükmü vermek zorundadır. Yoksa Efendimiz'in "kalbini yarıp baktın mı?" sözü ile muhâtap olurlar. Önce belirttiğimiz gibi, Mâide sûresi 44, 45, 47. âyetler konusunda da, sevdiklerinizi hangi şer'î ölçüye göre istisnâ edeceğinizi iyi tesbit etmeli ve araştırmalısınız.

Ya T.B.M.M. denilen yere ne dersiniz? Yine önce bir âyet-i kerimeden yola çıkalım: "Allah size kitabında (Kur'an'da) şunu da indirmiştir: Allah'ın âyetlerinin inkâr edildiğini ve onlarla eğlenildiğini işittiğiniz zaman, o kâfirlerle beraber oturmayın, tâ ki başka söze dalsınlar (başka bir söze geçmedikçe onlarla bir arada oturmayın). Yoksa, orada kalırsanız siz de onlar gibi olursunuz. Şüphe yok ki Allah, münâfıklarla kâfirlerin hepsini cehennemde toplayacaktır."[170] Ve bu âyetin bir öncesi: "Mü'minleri bırakıp, kâfirleri dost edinen münâfıkları acı bir azap ile müjdele. Şerefi, izzeti kâfirlerin yanında mı arıyorlar? Oysa bütün şeref ve izzet tamâmen Allah'a âittir." [171] Müctehid ve fukahâya göre: Meselâ kumar oynanan, bira içilen bir kahvede, içkili lokantada, içen veya oynayanların yanındaki ayrı bir masada bir müslümanın çay içmesi, yemek yemesi (yanında, aynı mecliste haramı görüp önlemeye çalışmadığı için) câiz olmuyor, haram oluyor. Bu, harama rızâ kabul ediliyor. Harama rızâ haram olur; Küfre rızâ ise küfür. Yanındaki masada içilen haram olan bira veya şaraba seyirci olmaktan çok daha kötüdür "egemenliğin kayıtsız şartsız ulusa âit olduğu" küfür ifâdesine -ki, Kur'an hükmüne tümüyle terstir: "Hüküm (egemenlik, hâkimiyet) ancak (kayıtsız şartsız) Allah'ındır."[172]- devamlı seyirci olmak. Meclis'i düşünün: Kapı gibi (belki de altından dökme) harflerle tüm milletvekillerinin gözüne sokarcasına, kafasına ve kalbine koyarcasına devamlı, tam karşısına bu hükmü diken meclis. Bu mecliste her Allah'ın günü Allah'la ve O'nun diniyle, hükümleriyle alay etmek, O'nu inkâr edip kaale bile almamak, O'nun hâkimiyetini zerre kadar tanımamanın isbâtı olarak; ilâhlık taslanacak, kanun koymaya, teklif edilmeye çalışılacak, düzenin aksayan yönlerine tedbirler alınacak, nice küfür ve şirk olan kelimeler sık sık söylenecek, müslüman da bütün bunlara rızâ gösterip seyredecek. Seyretmeyip ne yapabilir, dersiniz? Günde binlerce defa değişik ifâdelerle gündeme gelen küfür kelimelerinin hangisine, nasıl tepki gösterecek, hangisi söylenince en azından dışarı çıkacak? Küfür ahkâmının nasıl icrâ edileceği konuşulup, tâğutların Allah'a rağmen kanun koymaya kalktıkları... yerde oturmanın hükmünü müslümanlar mutlaka öğrenmek zorundadır.

Yanlış anlaşılmasın, biz hâricî de değiliz, tekfirci de. Ulu-orta tekfir müessesesinin işletilmesinin, delilsiz olarak, müslümanların birbirlerine, hele grup, hizip ve parti taassubu ile kâfir demelerine şiddetle karşıyız. Biliyoruz ki, karşımızdakine kâfir deyince, o kâfir değilse, söylediğimiz söz bize döner. Biz aşırılığa karşıyız, itidalden yanayız. Hatta mecbur olmadan, ihtilâflı meselelerin, metot tartışmalarının gündeme gelmesini esas düşmanlara karşı gücümüzü azaltacağı için, vahdeti engelleyeceği için tasvip etmeyiz. Evet, küfre düşecek kesin delil olmadan hiçbir mü'mine kâfir demenin câiz olmadığı bilinci içindeyiz. Amma, Kur'an ve hadis-i şerifler ışığında tevhidî akîde çerçevesinde tüm olayları değerlendirmek zorundayız. Bazı kimselerin hatırına veya ihtilâf çıkmasın diye açık şer'î hükümlere ters olan, küfür veya şirk kabul edilen tavırları sergilemekten çekinmenin de vebal olduğunu bilmekteyiz. Yoksa, Kur'an ve Sünnette bu hükümlerin yer almasına gerek olmazdı. Bu konuda kardeşlere tavsiyemiz; açıkça küfrüne şâhit olmadıkları hiçbir şahsı tekfir etmemeleri, ama şahıs ille de ben Kur'an'ın kâfir dediği sınıflardanım diye diliyle veya tavrıyla diyorsa, ona da mü'min demenin kimsenin hakkı olmadığı anlayışıyla hareket etmeleridir. Peygamberimiz (s.a.s.): "münâfıkların alâmeti şunlardır...", "şöyle yapan şirke düşmüştür", "şu câhiliyye alâmetidir", "şunu söyleyen bizden değildir" veya "kâfirlerdendir" gibi genelleme yapar, açık delil olmadan muayyen bir ismi tekfirden kaçınırdı. Yalnız bu konuda da aşırı gitmemeli, dost-düşman bilinmeli, tebliğ ve dâvet ona göre yapılmalı, tavırlar muhâtabın akîde durumunun bilinmesini gerektireceğinden dolayı, kâfire mü'min demenin de günahı bilinmelidir.

 

Bazı Âlimlerin Görüşleri

Şeyhul İslâm Mustafa Sabri şöyle der: “Laiklik ilkesini kabul eden bir siyası rejim İslâm hükümlerine başkaldırmış demektir. Dolayısıyla öncelikle bu hükümet irtidat etmiş sonra da buna itaat edenler mürtedleşmiş sayılır. Siyasî yönetimde görev alanlar tek tek mürted hükmünü aldıkları gibi bu hükümete itaat eden kitleler de irtidada düşmüş olur. Bu, kestirmeden toplu küfre giriş kadar korkunç bir olay tasavvur edilemez. Birimiz, fert olarak İslâm'ın herhangi bir hükmünü kabul etmediğimiz, dinin sultasını reddettiğimiz, helâl ve haramdan, emir ve nehiyden birini inkâr ettiğimiz takdirde küfre girmiş oluruz. Peki, toptan Allah’ın sultasını, emir ve nehiylerini helâl ve harama ilişkin ölçülerini reddeden dolayısıyla mürted olduğu şüphe götürmeyen bir idarenin üyeleri hakkındaki hükmünüz ne olacaktır? Cevap: Yalnızca ‘mürted olmak’, değil mi?” [173]

Şeyh Şankıtiy şöyle demektedir: “Allah hüküm koymada kendine ortak kabul etmez.” [174] âyeti ve benzeri âyetlerden anlaşılıyor ki; Kur'an ve sünnetin dışında kendi hevâ ve heveslerine göre kanun koyanlara uyanlar Allah’a şirk koşmuşlardır. Bu mânâyı destekleyen birçok âyet de vardır.  Örneğin; Şeytana ve kendi hevalarına göre teşri (kanun) koyarak, haram olan ölü hayvan etini “Allah öldürmüştür” diye helâl sayanlara uyanlar hakkında Allah (c.c.) şöyle diyor: “Üzerine Allah’ın adının anılmadığı kesilmiş hayvanları yemeyin. Bunu yapmak Allah’ın yolundan çıkmaktır. Doğrusu şeytan sizinle tartışmaları için dostlarına fısıldar. Eğer onlara itaat ederseniz şüphesiz siz müşrik olursunuz.” [175] Bu âyette Allah’ın haram kıldığı eti helâl sayanlara itaat etmenin şirk olduğu apaçık bir şekilde bildiriliyor. Bu şirk, Allah’ın kanunlarına muhâlif olan kanunlar koyanlara itaat edilerek işlenmiş bir şirktir.

“(Ey Muhammed!) Sana indirilen Kur'an'a ve senden önce indirilenlere inandıklarını iddia edenleri görmüyor musun? Tâğuta küfretmeleri (ona inanmayıp onu inkâr edip reddetmeleri) emrolunduğu halde, tâğutun önünde muhâkeme olmak, onların hükümleriyle hükmedilmek istiyorlar. Hâlbuki şeytan onları derin bir dalâlete/sapıklığa saptırmak istiyor.”[176]

Bu zikrettiğimiz âyetlere göre apaçık belli oluyor ki; şeytanın kendilerini kandırdığı ve insanların kafalarından çıkarılmış Allah’ın şeriatına muhâlif kanunlara tâbi olan kimselerin kâfir ve müşrik olduklarında şüphe edenler; hakkı görmek hususunda basireti kör olmuş kimselerden başkaları değildir. [177]

Kurtubi şöyle diyor: “Ebu Ali dedi ki: ‘Allah’ın kanunlarından yüz çevirip onların dışında başka hükümleri isteyen kâfir olur.” [178]

İbn Teymiye şöyle diyor: “Bütün âlimlerin ittifakıyla; her Müslümanın bilmesi gerekir ki; Her kim İslâm'dan başka bir dine tâbi olur veya Muhammed’in (s.a.s.) şeriatından (kanunundan) başka şeriatlara (kanunlara) tâbi olmayı serbest bırakıp câiz görürse kâfir olur.”[179]

İbn Kesir, Nisâ sûresi 65. âyetinin [180] tefsirinde şöyle diyor: “Allah (c.c.) tüm işlerde Rasûlullah’ı (s.a.s.) hakem tayin etmeyenin iman etmiş olmayacağını kendi adına yemin ederek belirtiyor. Allah’ın rasûlü (s.a.s.) hükmederse o haktır. Zâhiren ve bâtınen yalnız ona bağlanmak gerekir.” [181]

İbn Kesir, “İhtilâfa düştüğünüz her meselede hüküm verecek olan Allah’tır.” [182] âyetinin tefsiriyle ilgili şunları söyler: “Yani Allah ve rasûlünün verdiği hüküm haktır. Hakkın dışında sapıklıktan başka ne vardır? Bu sebeple Allah, bu âyetin hemen ardından: “Eğer Allah’a ve âhiret gününe iman ediyorsanız” buyurmaktadır. O zaman bu; “Allah’a ve âhiret gününe iman ediyorsanız aralarınızda olan ihtilâflarda, anlaşmazlıklarda çözümü Kur'an ve sünnetten isteyin ve o iki kaynağı hakem tayin edin,” demektir. Bu âyetler gösteriyor ki yalnız Kur'an'a ve sünnete muhâkeme olmayan kişi Allah’a ve âhiret gününe iman etmiyor demektir.” [183]  

İbn Kesir, bir başka eserinde şöyle diyor: “Kim Muhammed’e (s.a.s) inen şeriatı bırakıp bunun dışında neshedilmiş (iptal edilmiş Tevrat ve İncil gibi) şeriatlara bağlanırsa küfre girer. Kur'an ve sünnete muhakeme olmayıp da Yesak'a [184] muhâkeme olanın (onun hükmüyle hükmetmenin) hükmü nedir? Şüphesiz ittifakla küfürdür.” [185]

Bu konuda önemli bir noktaya değinmek gerekir: İslâm’la çelişmeyen idari kanunları tatbik etmek ayrı, haramı helâl, helâlı haram yapan kanunları tatbik etmek ayrıdır. Birincisi caizdir, ikincisi ise küfürdür. İslâm ile çelişmeyen idarî kanunlardan kasıt; haramı helâl, helâlı haram yapmayan, fertlerin menfaatini ve topluluğun düzenini sağlayan idarî kanunlardır. Trafik, binaların şekli, yolların şekli, su dağıtma şekli, mahallede bulunanların kaydedilmesi, işçilerin tanzimi, fabrikalar kurma vb. ve düzenleme gibi halkın genel maslahatına uygun olan ve şeriata karşı gelmeyen kanunları yapmak ve uygulamak câizdir.

Şeyh Emin Şankıtiy şöyle diyor: Hevâ ve heveslerinden kaynaklanan Kur'an'a zıt olan kanunları uygulamak (ki bu açık bir küfürdür) ile, Kur'an'a ve sünnete zıt olmayan, İnsanların hayatını düzene sokan kanunları uygulamak arasındaki farkı ayırmak lâzımdır. Kanunlar iki türlüdür: İdarî ve şer'î kanunlar. İdarî kanundan maksat; İnsanların durumlarını Kur'an ve sünnete muhâlif olmayacak şekilde düzenlemektir. Bu gibi kanunların İnsanlar tarafından konulması câizdir. Sahâbiler ve ondan sonra gelen Müslümanlar da bunu yapmışlardır. Ömer b. Hattab Rasûlullah (s.a.s.) zamanında olmayan bunun gibi idarî birçok kanunlar koymuştur. Örneğin; Askere katılanlarla katılmayanları tespit etmek için askerlerin kaydedilmesi gereken bir kuruluş kurmuştur. Hâlbuki Rasûlullah (s.a.s) böyle bir şey yapmamıştır. Dolayısıyla Kâ'b İbn Mâlik ve onun gibi Tebük savaşına katılmayan kimseleri ancak sonra öğrenebilmiştir. Ayrıca Ömer b. Hattab Saffan b. Umeyye'nin evini hapishane yapmıştır. Hâlbuki Rasûlullah (s.a.s.) ve Ebu Bekir zamanında  hapishane yoktu. İşte bu gibi İslâm'a zıt olmayan ve İnsanların hayatını düzene koyucu kanunları koymak câizdir. Şeriata muhâlif olmayan işçilerin işlerini düzenleyen kanunlar koymak da bunlardandır. Fakat gökleri ve yerleri yaratan Allah’ın şeriatına muhâlif bir kanun koymak ve bunu insanlara uygulamak bu gökleri ve yeri yaratanı inkârdır, küfürdür. Mirasta erkek ve kızın eşit tutulması, boşanma gibi hususlarda yeni kanun koymak, had cezalarını kaldırmak, hırsızların elini kesme cezasını değiştirmek ve bunun gibi şeriatta bulunan cezaları ortadan kaldırmak ve bu cezalar hakkında: ‘Artık bunlar zamanımıza uymaz’ demek gökleri ve yeri yaratanı inkâr etmek demektir. Böyle yapmak Allah’ın koyduğu nizama başkaldırmaktır. Hâlbuki Allah (c.c.) İnsanların maslahatını en iyi bilendir. Teşrî’ konusunda da Allah (c.c.) ortaktan münezzehtir.[186]

 

Tâğut, şeytanlığın, şeytânî özelliğin, yani kötülüğün örgütlenmiş, kurumsallaşmış şeklidir.

Öncelikle, bir konuda âyetler delil olarak gündeme getiriliyorsa, mü’minlere düşen husus, bu konuda alternatif olarak şahsî kanaat ve yorumlarını belirtmek olmamalı; o âyetlerin ilmî usullere göre delil olup olmadığını gündeme getirmek olmalıdır. Bu konuda söz ve yazı ile tartışmaya katılacak kişi, o âyetlerin ilgili hüküm konusunda delil olduğu tezini çürütecek ve onlar kadar sağlam başka deliller ileri sürecekse, bu konuyu ilmî olarak tartışıyor demektir. Yoksa… İmam Şafii şöyle diyor: “Kim Kur'an ve sünnetten kaynaklanan sağlam bir delile dayanmadan, kendi görüşü doğrultusunda bir fetva verirse, doğruya isabet etmiş bulunsa bile, bu yaptığından dolayı sevap alamaz ve yanlış yapmış olmaktan kurtulamaz. Eğer Kur'an ve sünnete dayanmadan yanlış fetva verirse, bu durumda da özür sahibi sayılmaz.” [187]

Kur’an, ihtilâfları gidermek için gelmiştir. “İhtilâfa/ayrılığa düştüğünüz herhangi bir şeyde hüküm vermek, Allah’a mahsustur.”[188] Kur’an, mü’minler arasında hakemdir, ölçüdür. Mü’minler, bir âyetten uluorta, ilimsiz ve aceleci yaklaşımla hüküm çıkarmamaya dikkat ederler. Ama onların hükmü Kur’an’la irtibatsız ve hele Kur’an hükümlerine ters olamaz. Kur’an’ın çok açık bir hükmü kendine ulaştığında, farklı bir yoruma, farklı bir tercihe, farklı bir alternatife gidemez. Hükmün kabulünde ve uygulamaya geçirilmesinde ertelemeye gidemez. “İşittik, itaat ettik.”[189] derler. Hele, bir âyet değil, birbirini destekleyen onlarca âyetin hükmü gündeme getirilince, Allah’ın kitabına teslim olmaları gereken mü’minlerin ne yapmaları gerekir? 

Bunun için Kur’an okumalıyız, özellikle de şu âyetleri topluca ve bütünlük içinde okuyup, ilk indiği ve inşa ettiği hayatla ve bugünkü hayatla bağını da kurarak anlamaya çalışmalıyız. (16/Nahl, 17, 35/Fâtır, 3, 7/A’râf, 3, 42/Şûrâ, 21, 42/Şûrâ, 10, 6/En’âm, 121, 4/Nisâ, 65, 24/Nûr, 47-48, 5/Mâide, 44, 5/Mâide, 50, 95/Tîn, 8, 4/Nisâ, 59, 33/Ahzâb, 36, 7/A’râf, 54, 6/En’âm, 82, 12/Yûsuf, 40, 39/Zümer, 17-18, 3/Al-i İmrân, 31-32; Yine Bak. 4/Nisâ, 60, 61, 64; 49/Hucurât, 15; 29/Ankebût, 2-3; 2/Bakara, 214; 24/Nûr, 50-54; 3/Âl-i İmrân, 142; 9/Tevbe, 16; 23/Mü’minûn, 115., 18/Kehf, 26, 17/İsrâ, 23, 12/Yûsuf, 40, 25/Furkan, 43, 6/En’âm, 153, 2/Bakara, 85, 5/Mâide, 49, 2/Bakara, 42, 2/Bakara, 257, 6/En’âm, 129

“Yoksa onların, Allah’ın izin vermediği bir şeriatı, dini getiren ortakları mı var? Eğer erteleme sözü olmasaydı, derhal aralarında hüküm verilirdi. Şüphesiz zâlimlere can yakıcı bir azap vardır.” [190]  Yani, onların önünde müşriklik, İslâm dışı sistemlere uymak, zulüm, aslı astarı olmayan ibâdet ve inançlar, kutsal kişiler, günler, mekânlar icat etmek gibi Allah’ın meşrû kılmadığı birtakım şeyleri emreden ve diledikleri gibi din yapan birileri mi var?

Adiy bin Hâtem, Rasûlullah’ın yanına girdi. Peygamberimiz şu âyeti okuyordu: “Onlar, Allah’ı bırakıp bilginlerini ve râhiplerini rabler (ilâhlar) edindiler ve Meryem oğlu Mesih’i de... Oysa onlar, tek olan bir ilâh’a ibâdet etmekten başka bir şeyle emrolunmadılar. O’ndan başka ilâh yoktur. O, bunların şirk koştukları şeylerden yücedir.” [191] Adiy: “Ya Rasûlallah, hıristiyanlar din adamlarına ibâdet etmiyorlar, onları rab ve ilâh edinmiyorlar ki” dedi. Rasûlullah şöyle buyurdu: “Onlara haramı helâl, helâlı da haram yaptılar, onlar da uymadılar mı din adamlarına?” Adiy: “Evet” dedi. Efendimiz buyurdu ki: “İşte bu, onlara ibâdettir.” [192] Evet, Allah’ın haram kıldıklarını serbest kılanlar, helâl kıldıklarını ve hatta emrettiklerini yasaklayanlar rablik iddia etmiş, onların bu durumlarını kabul edenler de onları rab kabul etmiş oluyorlar.

"Emrolunduğun şeyi çatlatırcasına (tam bir cesâretle ve hiç çekinmeden) açık açık bildir, tebliğ et. Ve müşriklerden yüzçevir (sözlerine ve tehditlerine aldırma). Muhakkak Biz, o müstehzîlere karşı sana kâfîyiz, seni korumaya Biz yeteriz." [193]

Ve bir hadis-i şerif: “Ümmetimle ilgili olarak korktuklarımın en korkutucusu Allah’a şirk/ortak koşmalarıdır. Dikkat edin; ben size ‘onlar aya, güneşe ve puta tapacaklar’ demiyorum. Fakat onlar (hâkimiyet hakkını bazı fertlerde, zümrelerde meclis ve toplumlarda görecekler), Allah’tan başkasının emirlerine ve arzularına göre iş yapacaklardır.” [194]    

Yukarıdaki nasslardan anlaşılmaktadır ki; Kim hükmetme, kanun koyma hakkını Allah’tan başkasına verirse, Allah’tan başkasını rab edinmiş olur. Bu hakkı verdiği otoriteyi Allah’a şirk koşmuş olur. İslâm'ın dışındaki tüm yönetim şekilleri, hayat sistemleri küfürdür, tâğutîdir, çağdaş tâğutları temsil etmektedir. Onları inkâr etmek, tanımamak  ve onlardan uzak durmak gerekir. Aynı şekilde onları bilinçli olarak ve doğru kabul ederek destekleyenler de iman-küfür saflaşmasında tercihini yapmış sayılır.

Kur'an ve sünneti bırakıp İnsanların hayatlarını düzenleyen beşerî kanunlar koyanlar, “tâğut” kategorisine girer. Bu tâğutî otoriteleri ikrah olmaksızın reddetmeyenler, bunların hükümlerini mutlak şekilde kabul edip tatbik edenler de saflarını belli etmiş kimselerdir.

      

Yolların ayrılış noktasındayız: İnsan, ya tâğuta tâbi olup geçici zevkler peşinde koşacak; o zaman sonuç, dünyada zillet ve kullara kulluk; tâğuta kalben teslim olmak (iman etmek) suretiyle hevâ ve heveslerine göre yaşamanın sonucu ahirette de varış, cehennem olacaktır. Veya tâğutları reddedip Allah'a dostluk; hayatını İslâm'ın hükümlerine göre tanzim edip izzetli, onurlu bir hayat ve cennet: "Tâğuta kulluk etmekten kaçınıp Allah'a yönelenlere müjde vardır. (Ey Muhammed!) Dinleyip de sözün en güzeline uyan kullarımı müjdele. İşte Allah'ın doğru yola ilettiği kimseler onlardır. Gerçek akıl sahipleri de onlardır."[195]  Bu iki inanç ve yaşama biçiminin dışında üçüncü bir durumdan söz etmek mümkün değildir!      

         

“İman edenler Allah yolunda savaşır; küfredenler de tâğut yolunda savaşırlar. O halde, şeytanın dostlarıyla savaşın; çünkü şeytanın hilesi zayıftır.” [196]                                        

                                          

Konuyla İlgili Âyet-i Kerimeler

A- Tuğyân ve Tâğut Kelimelerinin Kökü Olan T-ğ-y Kelimesi ve Türevlerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam -Hepsi- 39 Yerde): 2/Bakara, 15, 256, 257; 4/Nisâ, 51, 60, 76; 5/Mâide, 60, 64, 68; 6/En’âm, 110; 7/A’râf, 186; 10/Yûnus, 11; 11/Hûd, 112; 16/Nahl, 36; 17/İsrâ, 60; 18/Kehf, 80; 20/Tâhâ, 24, 43, 45, 81; 23/Mü’minûn, 75; 37/Sâffât, 30; 38/Sâd, 55; 39/Zümer, 17; 50/Kaf, 27; 51/Zâriyât, 53; 52/Tûr, 32; 53/Necm, 17, 52; 55/Rahmân, 8; 68/Kalem, 31; 69/Haakka, 5, 11; 78/Nebe’, 22; 79/Nâziât, 17, 37; 89/Fecr, 11; 91/Şems, 11; 96/Alak, 6. 

B- Tuğyân Kelimesinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 9 Yerde): 2/Bakara, 15; 5/Mâide, 64, 68; 6/En’âm, 110; 7/A’râf, 186; 10/Yûnus, 11; 17/İsrâ, 60; 18/Kehf, 80; 23/Mü’minûn, 75.

C- Tâğut Kelimesinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 8 Yerde): 2/Bakara, 256, 257; 4/Nisâ, 51, 60, 76; 5/Mâide, 60; 16/Nahl, 36; 39/Zümer, 17.

D- Tuğyanla Konusuyla İlgili Âyet-i Kerimeler: Bakara, 15; En'am, 110; Maide, 64, 68; A'raf, 186; Hud, 112;   Yunus, 11; Mü'minun, 75;  İsra, 60; Kehf, 80; Taha, 24, 43, 45, 81; Saffat, 30; Sat, 55; Kaf, 27; Zariyat, 53; Tur, 32; Rahman, 8; Kalem, 31; Nebe', 22;  Necm, 17, 52; Hakka, 5, 11, Naziat, 17, 37; Fecr, 11; Alak, 6; Şems, 11.

E- Tâğut Konusuyla İlgili Âyet-i Kerimeler: Bakara, 256-257; Nisa, 51, 60, 76; Maide, 60; Nahl, 36; Zümer, 17.

 

 

Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar

1.   Hak Dini Kur’an Dili, Elmalı Hamdi Yazır, Azim Y. c. 1, s. 215-216

2.   Hadislerle Kur’an Tefsiri, İbni Kesir, Çağrı Y. c. 2, s. 193-196

3.   Tefsir-i Kebir (Mefatihu'l-Gayb), Fahreddin Razi, Akçağ Y. c. 2, s. 49-51

4.   Fi Zılali'l Kur'an, Seyyid Kutub, Hikmet Y. c. 1, s. 90-91,; c 3, 269

5.   Tefhimül Kur'an, Mevdudi, İnsan Y. c. 1, 202, 375

6.   Min Vahyi'l-Kur'an, M. Hüseyin Fadlullah, Akademi Y. c. 1, s. 81-83

7.   Bakara Suresi Yorumu, Haluk Nurbaki, Damla Y. 140-141

8.   Tâğut, Ahmed Kettan,  Muhammed ez Zeyn, Esra Y.

9.   İslâm Ansiklopedisi, Şamil Y. c. 6, s. 226-228, 77-79

10. Kur'an'da Siyasi Kavramlar, Vecdi Akyüz, Kitabevi Y. s. 297-307

11. Kur'an'da Temel Kavramlar, Ali Ünal, Kırkambar Y. s. 319-321

12. Kelimeler Kavramlar, Yusuf Kerimoğlu, İnkılab Y. s. 316-317

13. Kur'an'da Günah Kavramı, Sadık Kılıç, Hibaş Y. s. 143-145

14. Tevhid ve Değişim, Celalettin Vatandaş, Pınar Y. s. 105-109

15. İlahi Kanunların Hikmetleri, Abdülkerim Zeydan, İhtar Y. s. 248-261

16. İman Risalesi, Mustafa İslâmoğlu, Denge Y. s. 166-171

17. Lâ, Mustafa Çelik, Ölçü Y. c. 1, s. 31-45, 203-211

18. Kur'an'da Tevhid, Mehmet Kubat,  Şafak Y. s. 67-70, 149-162

19. Tevhidin Hakikatı, Yusuf el-Kardavi, Saff Y. s. 55-58

20. Tevhid ve Akaid, Muhammed Karaca, Ribat Y. s. 53-57

21. Tuğyana Karşı Ulema, M. Recep el-Beyyumi, Eksen Y.

22. Alim ve Tâğut, Yusuf el-Kardavi, Bengisu Y.

23. Medeni Vahşet, Hüsnü Aktaş, Düşünce Y. s. 135-141

24. İslâm Nizamı, Ali Rıza Demircan, Eymen Y. c. 2, s. 41-46

             25. Devlet, Siyaset, İbadet Üçgeninde Cuma Namazı, Recep Çetintaş, Usûl Y.

 

 

 

 İ  R  T  İ  D    D       

  • İrtidâd; Anlam ve Mâhiyeti
  • Mürted
  • Fıkhî İctihadlara Göre Mürtedin Cezası
  • Ridde Savaşları
  • Kur'ân-ı Kerim'de İrtidâd Kavramı
  • Hadis-i Şeriflerde İrtidâd Kavramı
  • Mürtede Verilecek Dünyevî Cezânın Tahlili
  • İrtidadın Dünyevî Cezası Yoktur Diyenlerin Delilleri
  • Gizli İrtidâd
  • Şirkin Çağdaş Yansımaları; Özendirilen ve Dayatılan Mürtedlik
  • Müşrik ve Mürtedlerle Mücâdele
  • Şirk, Küfür ve İrtidaddan Korunma Yolları
  • İrtidâd, İrticâ/Gericilik Demektir; Mürted de Mürtecî/Gerici

 

 “Sana haram aydan ve onda savaşmanın doğru olup olmadığından soruyorlar. De ki: ‘Haram ayda savaşmak büyük bir günahtır. Ancak, (insanları) Allah yolundan çevirmek, Allah’ı inkâr etmek, Mescid-i Haram’ın ziyaretine mâni olmak ve halkını oradan çıkarmak; bunlar Allah katında daha büyük bir günahtır. Onlar eğer güçleri yeterse, sizi dininizden döndürünceye kadar size karşı savaşa devam ederler. Sizden kim, dininden irtidâd edip döner de kâfir olarak ölürse, onların yaptıkları işler dünyada da âhirette de geçersiz sayılmıştır. Onlar cehennemliktir ve orada devamlı kalırlar.” [197]

 

İrtidâd; Anlam ve Mâhiyeti  

İrtidâd, Arapça bir kelime olup, ridde’nin türevidir. Reddetmek, geri çevirmek ve bir işten rücû etmek gibi manalara gelir. Istılahta, iman ettikten sonra, İslâm’dan dönmeye verilen isimdir. İslâm dinini terkedip başka bir dine geçmek veya eski inancına dönmeye irtidat; bunu yapan kimseye de “mürted” denir.

Kur’an’da irtidatla ilgili şöyle buyrulur: “Sizden kim irtidat eder (dininden döner) ve kâfir olarak ölürse, işte onların dünya ve âhirette amelleri boşa çıkmıştır ve onlar cehennem ehlidir, orada ebedî kalacaklardır.”[198]; “Kim imanı küfürle değiştirirse, şüphesiz o, dümdüz yolun ortasında sapıtmıştır.” [199]  

            İrtidâd edip, dinden dönen, İslâm’ı terkedip küfrü veya şirki seçen kimseye mürde denir. İslâm’dan çıkma olayına ‘ridde’ veya ‘irtidat’ denilmektedir. Mürted, müslümanlığı kendi isteğiyle, hiç bir baskı olmadan seçtiği halde, sonradan çeşitli nedenlerle yine kendi arzusu ile terkeden, küfrünü açıkça ortaya koyan insandır. Kur’ân-ı Kerim, böylelerinin çirkin durumunu açıklayarak onları kötü bir âkıbetin/sonucun beklediğini haber veriyor. [200]

            Mürtedin Kişiliği: Mürted, kişilik zaafı olan biridir. Doğru bir bilgiye ve sağlam bir görüşe sahip olamamıştır. İnandım dediği dini yeterince benimsememiştir. Bir başka fikir veya inanç, hoşuna giden bir dünyalık onu daha çok etkilemiştir. ‘İslâm’dan çıkarsam, gayri müslimlerin safına geçersem maddî bir çıkar kazanabilirim’ diye düşünmüştür. Kendisine çok süslü gösterilen, İslâm dışı hayat şekilleri daha çok hoşuna gitmiştir. Nefsinin arzuları kabarıp taşmıştır. Çok şey istemektedir, birçok şeyden zevk alma arzusundadır, ama müslüman kaldığı müddetçe bunlara ulaşması zordur. Zaten pamuk ipliği ile bağlı olduğu İslâm bağını hemen koparıp atmaktadır.

            Mürtedlik aslında sıradan bir mesele değildir. Allah katında din seçmek insan varlığı için en önemli olaydır. Âlemlerin Rabbi, insana değer veriyor, onu kendisine muhâtap (hitap edilecek kişi) olarak kabul ediyor, deyim yerindeyse, insanı ‘adam yerine koyuyor’. Ona elçiler ve din gönderiyor, ona doğru yolu gösteriyor. Buna karşın insanların bir kısmı buna aldırmıyor yahut elçilerle gelen dâvete karşı çıkıyor, ya da onu eğlenceye alıyor. Bunun bir belirtisi olarak da bazen inandığını söylüyor, bazen de bu inandığı dini terkediyor. Kimileri de dışarıdan inanmış gibi görünüyor, ancak içinden inkârcılığa devam ediyor. Aslında pek de âciz olan ve ölünce mutlaka Rabbinin huzuruna çıkacak olan insanın bu denli cesur olması, cür’ette bulunması, korkmaması, yaptığı işin sonunu düşünmemesi ne kadar acıdır!

            Kendisine verilen değeri anlamayan ve değerini çok çok yüceltecek olan ilâhî dâvete kulak vermeyen insandan daha akılsızı, daha bedbahtı/şanssızı var mıdır? Böyleleri bile bile zararlı ve kötü olanı tercih ediyorlar, derecelerini kendi elleriyle alçaltıyorlar. Bir kısmı da kurtuluş ve mutluluğun adı olan İslâm’ı kabul ettikten sonra şu veya bu sebepten dolayı onu terkediyorlar. Onu ya beğenmiyorlar, ya küçümsüyorlar, ya da çıkarlarına engel görüyorlar.

            Hangi sebeple olursa olsun bu tavır Allah’ın sevmediği bir tavırdır. Bu davranış âlemlerin Rabbi Allah ve O’nun aziz dini İslâm ile -hâşâ- dalga geçmek gibidir. Bu bir ciddiyetsizlik, câhillik ve dönekliktir. İslâm’a göre, elbette din ve inanç hürriyeti vardır. İsteyen istediği dini ve yaşama biçimini seçebilir. Bu konudaki seçim hakkı bireyin kendisine aittir. Onu hiç bir kimse bir inanca ve ideolojiye bağlanmaya zorlayamaz. Herkesin cehenneme gitme, orayı tercih etme özgürlüğü vardır. Ancak bir kimsenin İslâm’ı din olarak seçtikten sonra onu terketmesi hem onun için çok önemli bir kayıp, hem müslüman toplum için bir sorun, hem de İslâm’ın yüceliğine gölge düşüren bir durumdur. [201]

            Günümüzde batılı ülkelerin ulaştığı zenginlik ve kalkınma, birçok zayıf imanlı müslümanı onlara hayran ediyor.  Bir kısmı da onların İslâm’a uymayan fikirlerini, hayat şekillerini benimsiyor, onlar gibi olmaya çalışıyor. Bu, İslâm’ı bilmemenin ve ona imanın zayıf olmasının bir sonucudur. Bazı müslümanlar da yönetildikleri rejimler tarafından İslâm dışı ideolojilere, uyguladıkları eğitim, medya ve devlet politikasıyla inandırılmaya, İslâm’dan koparılmaya çalışılıyor.

            Bugün yapılması gereken, ‘falanca adam küfür sözü söyledi, şu söz ve davranışıyla şirke düştü; mürted oldu, müşrik oldu, ona hangi cezayı verelim?’ diye fetvâ arayışı değil; İslâm’ın, güzellikler ve kurtuluş yolu olduğunu en güzel yolla insanlara ulaştırmak, hatayı biraz da kendimizde arayıp zayıf müslümanların dinden uzaklaşma sebeplerini azaltmaya çalışmaktır. Şirk konusu, bu bilgileri çevremizdeki düzenin kurbanı ve câhil insanlara karşı kılıç gibi kullanmak için öğrenilmez. Şirki, irtidâdı tanımak, yani tevhidî şuur, kendimizi, en küçük bir ihtimalle bile şirke düşürebilecek davranışlardan şiddetle sakınmak ve insanları bu hale getiren bataklıkla mücâdele etmek, şirk düzeni ile savaşılmadan bunun önününün alınamayacağını idrâk etmek ve insanları en büyük tehlike olan bu belâdan kurtarmanın yollarını aramak, tebliğ etmek, canlı Kur’an olmaya çalışıp tevhidi bayraklaştırdığımızı davranışlarımızla isbat etmek için olmalıdır.

           “İman edip de imanlarına herhangi bir zulüm (şirk) bulaştırmayanlar var ya, işte güven onlarındır ve onlar doğru yolu bulanlardır.” [202]

 

Mürted

Mürted; geri dönmek, geriyi istemek, eski haline dönmek anlamındaki "irtidâd" masdarının fâil ismidir, yani irtidad eden kimse demektir. Istılahta ise, müslüman olduktan sonra, İslâm'dan dönüp başka bir dine giren veya dinsizliği tercih eden kimseler için kullanılan bir akaid terimidir. Dinden çıkma olayına "riddet", İslâm’dan çıkana da “mürted” denir.

Müslümanın dinden çıkıp irtidat etmesine sebep olan şeyler şunlardır:

1- Allah Teâlâ'ya ibâdette O'na şirk koşmak: "Kim Allah'a ortak koşarsa, şüphesiz Allah ona Cenneti haram kılmıştır ve onun varacağı yer Cehennemdir. Zâlimlerin hiç bir yardımcısı da yoktur."[203] İbâdet türlerinden herhangi birini Allah'tan başkasına yönelterek işlemek, ölülerden yardım istemek, aracılık ve şefaat dileyerek ilk müşriklerin yaptığı gibi Allah'a şirk koşmak, (Mekkeli müşrikler ibâdet ettikleri ilâhlarının/putlarının, insanları yarattığına, rızıklandırdığına ve tasarruf yetkisine sahip olduğuna inanmıyorlardı. Onlar, tapındıkları putlarının Allah indinde bir makama sahip olduklarına ve insanlarla Allah arasında aracı ve şefaatçilikte bulunduklarına inanıyorlardı): "Bunlar Allah katında şefaatçilerimizdir derler."[204]; "Şüphesiz, mescidler Allah'a mahsustur. O halde orada Allah ile beraber bir başkasını anmayın."[205]; "Doğru duâ ancak Allah'a yapılandır. Allah'tan başkasından yardım istenmez. Zira Allah'tan başka diğer varlıklar duâ edenlerin ve yardım isteyenlerin hiçbir isteğine cevap veremezler. Allah'tan başkasından yardım isteyenlerin durumu ellerini tamamen açarak suya uzatan kimseye benzer. Ağzına su götürmek ister fakat götüremez. Şu halde kâfirlerin duâsı sapıklıktan başka bir şey değildir." [206]

Allah'tan başkasına duâ edip bir dilekte bulunanlar, kâfirler olarak adlandırılmaktadır. Bu konu üzerinde ulemânın icmâ'ı olup, buna muhâlif görüş beyan eden hiç bir kimse yoktur.

Allah'ın şeriatından başka kanunlarla veya Allah'ın nizamının dışındaki şirk düzenlerinin kaideleriyle hükmetmek de, Allah'a ibâdette ortaklar edinmektir: "Hüküm ancak Allah'ındır. O ancak kendisine ibâdet etmenizi emretti." [207]; "O hiç bir varlığı hükmüne ortak yapmaz." [208]

Allah'ın dışında; insan, melâike, cin, taştan heykel vb. adına kurban kesmek veya adak adamak; ayrıca, Allah'a tevekkül eder ve O'na sığınır gibi, bir başka varlığa sığınmak ve ondan medet ummak da irtidadı gerektirecek fiillerdendir.

2- Kâfirleri tekfir etmemek, kâfirler hakkında şüpheye düşmek ve uydukları İslâm dışı ideolojilerinin doğru olduğuna inanmak; anıt, mezar ve ölülere tapınmak; Yahudilik, Hristiyanlık, Komünizm, Kapitalizm, Demokrasi, Sosyal Demokrasi vb. şirk düzenlerini doğrulamak. Allah Teâlâ, bunların hepsinin küfür olduğuna hükmetmiştir. Bu, Kitap, Sünnet ve icmâ ile sabittir. Buna göre bunların küfür olduğunu kabul etmeyen, Kur'an'ı, Sünnet'i ve icmâ'ı yalanlamıştır. Müslüman olduktan sonra, bu şekilde düşünmeye başlayan kimse irtidat etmiştir.

3- Muhammed’in (s.a.s.) getirdiklerinden bir şeye kızmak ve uygunsuz görmek. Onlarla amel ediyor olsa bile durum değişmez. Allah Teâlâ bunu şöyle ifade etmektedir: "Bunun sebebi, onların, Allah'ın indirdiklerini beğenmeyip çirkin bulmalarıdır. Dolayısıyla da Allah, onların amellerini heder etmiştir." [209]

4- Rasûlullah’ın (s.a.s) dininin sevap veya günahlarından herhangi birini alaya almak, eğlence konusu yapmak: "Onlara de ki: Allah ile, âyetleri ve peygamberleriyle mi alay ediyordunuz? Özür beyan etmeyin. Çünkü iman ettikten sonra, inkâr ettiniz." [210]

5- Kâfirleri alkışlamak ve mü'minlere karşı onlara yardım etmek: "Sizden kim onları dost edinirse, şüphesiz onlardan olur. Muhakkak ki Allah zâlim kavmi hidâyete erdirmez." [211]

6- Allah'ın dininden tamamıyla veya o olmadan dinin sahih olması mümkün olmayan temel unsurlarının birinden yüz çevirmek: "Fakat kâfirler, uyarıldıkları şeylerden yüz çevirirler." [212]

7- Bazı insanların, Hz. Muhammed’in (s.a.s) şeriatini aşıp, ona bir şeyler ekleyebileceğine inanması: "İslâm'dan başka bir din arayan kimseden Allah bunu asla kabul etmez. O kimse ahirette de hüsrana uğrayanlardan olacaktır." [213]

8- Üzerine icmâ vâki olmuş İslâm'ın farzlarından birisi üzerinde tartışmaya girmek veya yine haramlığı icmayla sabit olan bir şeyi helâl saymak. İmam Suyûtî şart koşulan sahihlik şartlarını taşıyan hadisi inkâr edenin İslâm dairesinden çıkıp irtidat etmiş olduğunu ve kıyamet gününde Yahûdilerle, Hristiyanlarla veya küfür gruplarından uymayı dilediği kimselerle haşrolacağını söylemektedir. [214]

Bir kimse şehâdet getirip, namazını kılsa, orucunu tutsa ve kendisinin müslüman olduğunu iddia etse bile, bu sayılan şeylerden ve İslâm'a dair eserlerin mürted bahislerinde etraflıca zikredilen hususlardan bir tanesini işlediği zaman irtidat etmiş sayılır.

Burada şöyle bir soru sorulabilir: Bir müslüman nasıl tekfir edilebilir? Zira Rasûlullah (s.a.s.); "Bir adam kardeşine "ey kâfir" derse, bu söz ikisinden biri için mutlaka gerçekleşir."[215]; "Allah'tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed'in O'nun Rasûlü olduğuna şehâdet eden kimseye Allah ateşi haram kılmıştır."[216] buyurmaktadır. Burada tekfir edilmesi câiz olmayan müslüman, muvahhid olup, İslâm'a aykırı olan şeylerden kaçınan kimsedir. O, tevhid üzere olan kişidir. İşte Allah Teâlâ bu gibi kimseler üzerine ateşi; kendisine şirk koşanlara ise Cennet'i haram kılmıştır. Nitekim, Rasûlullah (s.a.s) şöyle buyurmaktadır: "Allah'a inanıp O'na hiç bir şeyi ortak koşmayan Cennet'e girmiştir. Allah'a inanıp da O'na şirk koşan ise Cehenneme girmiştir."[217] Bunun içindir ki ashâb, Müseylemetü'l-Kezzab ve Esvedü'l-Ansî'nin nübüvvetine iman edenleri ve ayrıca zekât vermek istemeyenleri tekfir ederek, onların mürted olduklarına hükmetmiş ve onlarla savaşmışlardı.

Akıl hastası ve çocuğun dinden dönmesi irtidat cezasını gerekli kılmaz: "Üç kişiden hesap sorma kaldırılmıştır: Aklını kaybetmiş kimse akıllanana kadar; uyuyan uyanana kadar ve çocuk, bulûğa erene kadar. Bu üç zümreden kalem kaldırılmıştır ve yaptıklarından sorumlu tutulmazlar." [218]

Bunun gibi, istemediği ve kastetmediği halde hataen küfrü getiren bir söz sarfeden kimse de mürted sayılmaz: "Allah, ümmetimden hata, unutma ve zorlanma ile yaptığı şeylerden sorumluluğu kaldırdı."[219] Kalbi imanla dolu olduğu halde, zorlama (ikrah) ile dinden döndüğünü söyleyen kimse için irtidat vâki olmaz: "Kalbi imanla dolu olduğu halde, inkâra zorlananların dışında her kim imanından sonra Allah'ı inkâr edip de küfre göğüs açarsa, işte Allah'ın gazabı o gibilerin başınadır ve onlar için büyük bir azap vardır." [220] İkrahın özür sayılmasının bir ölçüsü vardır. İçki içmek, ölü eti yemek, küfür ve malı telef etmek şeklindeki zorlama veya dövmek ve hapsetmekle tehdid edilmek, ikrah değildir ve haddi gerektirir. Sadece ölümle tehdit edilip de tehdit edenin bunu yapabilme gücüne sahip olması halinde ikrah özür sayılabilir. Kişi sabreder, dininden dönmez ve öldürülürse bunun karşılığında büyük bir mükâfat alır [221]

Zorlama olmadan (ikrah) küfrü gerektiren bir söz söyleyen veya bir iş yapan, bunu korkusundan yahut alay için yapmış olsa bile mürted sayılır. Çünkü mücerred korku özür değildir. Sarhoşların irtidadı hakkında âlimler arasında ihtilâf vardır.

İslâm'ın ilk dönemlerinde on bir fırka dönden dönmüştür. Bu vak'alardan üçü Hz. Peygamber'in hayatının sonlarına doğru meydana gelmiş, yedisi Hz. Ebû Bekir devrinde, biri de Hz. Ömer devrinde olmuştur. Ama bizim için önemli olan husus, bunları birer tarihî vak'a olarak anmak ve anlatmak değil, günümüz insanının bir irtidad keyfiyetiyle ilgisi ve bulaşıklığı olup olmadığının incelenmesidir. Bilindiği veya bilinmesi gerektiği gibi irtidâd, bir veya birkaç olaya ve belli bir zamana münhasır değildir. Yani değişik karakterler arzetse de irtidâd etme halleri, hiçbir devirde ve toplumda tümüyle ortadan kalkmamıştır. Kur'an âyetlerinin hükmü de umûmidir.

İrtidâd olayının temel illeti, sadece inkâr değil; çoğu kere İslâm otoritesine karşı gelmektir. Meselâ, bugün de zekât, İslâmî ülü'l-emr tarafından toplanacak olsa, vermeyecekler çoğunluktadır. Asr-ı saâdetteki irtidâd olaylarına baktığımızda, açıkça görülür ki, mürted olmanın temelinde biraz ekonomik, biraz da Hz. Peygamber'in (veya O'ndan sonra başa geçen Hz. Ebû Bekir'in) iktidarını kabul etmemek gibi siyasî etkenler de vardır. Bu arka plan, hemen her devirdeki irtidâd olaylarında da sözkonusudur.

Mürted, İslâmî otoriteye (âdetâ) savaş açmış bir bağî ve muhârip durumundadır.

İrtidad, bilinçli ve kasıtlı yapılan bir eylemdir. İrtidâd eden kimseye, yani bilerek, düşünerek ve karar vererek İslâm'dan çıktığını söyleyen ya da buna ilişkin kanıtlayıcı bir tavır gösteren kimseye mürted denir.

Gaflet içindeki kimselerin sorumsuzca sarfettikleri bir sözden, yaptıkları bir eylemden ya da gösterdikleri yanlış bir tavırdan dolayı küfre saptıkları, yaşanan bir olaydır. Bunların mürted olup olmadığına gelince, çoğunun demeçleri, günlük konuşmaları ve genelde tavırları, bu insanların kendilerini müslüman veya mü'min saydıklarını açıkça göstermektedir. Hâlbuki mürted böyle değildir. Mürted insan, İslâm'ı reddettiğini, Onun yerine dinsizliği, ya da başka bir dini tercih ettiğini açıkça ifade eden veya bu doğrultuda eylem yapan insandır. Örneğin vaktiyle namaz kılan, oruç tutan, benzeri İslâmî ibâdetleri yaptığı görülen bir kimsenin, daha sonra bir kiliseye girerek fiilen âyine katılması veya bir put karşısında saygı duruşu göstermesi onun mürted olduğunu kanıtlamak için yeterlidir. Öyle ise birçok gâfil insanın bir an için işledikleri küfür, genelde riddet anlamını taşımaz.

Elbette ki mürted insan da netice itibarıyla kâfirdir. Çünkü İslâm'ı açıkça reddetmiştir. Ancak onun işlediği suç, küfrün türlerinden biridir. Yani şirk nasıl ki aynı zamanda küfrün bir alt kümesi ise, irtidâd da aynen öyledir. Fakat mürtedi sıradan müşrik ve kâfir insandan ayıran ciddî çizgiler vardır. Çünkü genellikle şirk ve küfür, bir insanın hayatına yanlışlıklarla birlikte girer. Çok kere kişi, bilinçsiz bir şekilde bu suçu işler. Ama irtidâd böyle değildir. Tıpkı nifak gibi mutlaka bilinçli işlenen bir suçtur.

İrtidad olayı, daha çok bilgisizliğin ya da düşünce kaosunun sonuçlarından olan küfür ve şirkle karşılaştırıldığı takdirde görülür ki, mürted insan, sıradan kâfir ve müşrikten çok farklıdır. Çünkü irtidâd düşünüp tasarlamayı, ondan sonra karar vermeyi gerektirmektedir. Böyle bir insan ise, anca son derece bilinçle hareket eden biri olabilir. İşte bu nedenledir ki, geleneksel küfrün ve şirkin yaygın olmasına karşın, irtidâd çok ender rastlanan bir olaydır.

İrtidâd, neden küfrün en az rastlanan türüdür? Bunun nedenini iki noktada aramak gerekir:

Birincisi: Bir insanın özellikle düşünerek ve karar vererek İslâm'dan bilinçle çıkıp dinsiz olmak, ya da başka bir dini seçmek için bir haklı ve mantıklı neden bulamamasıdır. Çünkü İslâm, gerçeklerin tümünü kucaklayan en büyük gerçektir. İslâm'ı yalanlamaya, Onu çürütmeye, hiçbir mantık ve hiçbir otorite güç yetirememiştir. Aynı zamanda İslâm o kadar rahat, o kadar kolay anlaşılan bir hayat ve kâinat düzenidir ki, insan zaten Onun atmosferinden dışarıya çıkamamaktadır.

İslâm, bir anlamda fıtrat ve doğa demektir. Dolayısıyla bilgi ve kültür düzeyi ne olursa olsun her müslüman, İslâm'ı âdeta solumaktadır. Onun için de başka bir din arayışı müslümanın akıl ve hayalinden hiçbir zaman geçmez. Oysa İslâm'ın dışındaki bütün dinlerin mensuplarında, hatta onların aydınlarında, râhiplerinde ve her rütbeden din adamlarında bile bu arayış vardır.

İrtidâda ender rastlanmasının ikinci nedeni ise çok ilginçtir. Çünkü kimliğindeki "İslâm" sözcüğünden başka İslâm'la hemen hiçbir bağı olmayan, buna rağmen kendini belki de müslüman sanan birçok insan daha vardır ki, bunlar da İslâm'dan çıkıp başka bir din seçmeyi hiçbir zaman düşünmemektedirler. Çok şaşırtıcı gibi görünen bu gerçeğin arka planındaki neden şudur: Aslında çoğu pozitivist kâfir ya da müşrik olan bu insanların İslâm'dan başka bir din aramamaları, onların hemen hiçbir dine önem vermemelerinden kaynaklanmaktadır. Onlara göre; İslâm demek, mevlitler, kandiller, çelenkler, âyinler, tarikatler, fal ve büyüler gibi İslâm'la uzaktan yakından ilişkisi olmayan bir sürü gelenekler, törenler ve şarlatanlıklar demektir. Ve yine onlara göre; İslâm da aynen hıristiyanlık, yahûdilik, budizm ya da şintoizm gibi bir dindir; dolayısıyla İslâm'dan çıkıp başka bir dine girmek ya da dinsiz olduğunu söylemek anlamsızdır.

Tarihte iki kez toplu riddet olayı meydana gelmişse de bu her iki olayın temelinde o günlerin özel nedenleri yatmaktadır. Bunların birincisi, Hz. Peygamber’in (s.a.s.) vefatı üzerine henüz İslâm'a ısınmamış bulunan câhil çöl Araplarının yaşadıkları deprasyondur. İkincisi ise, yine İslâm'ı pek kavrayamamış olan Hazar Türklerinin 8. yüzyılda Kral Bulan'ın eğilimi üzerine topluca yahûdiliğe girmeleri olayıdır.

İrtidâd, imanî bir sorunun ötesinde genelin vicdanına karşı cüretkâr bir isyan, toplum düzenini sarsıcı ve anarşiyi dâvet edici sinsi bir suçtur. Bazen de organize hale dönüşür. İslâm hukukuna göre bir kimsenin mürted sayılabilmesi için onun daha önce müslüman, akıllı ve özgür olması şarttır. Şu halde hiç müslüman olmamış, ya da aklî dengesi bozuk veya zorlanarak irtidâd eden kimse için böyle bir durum sözkonusu olmaz. Kâfirlerin ve müşriklerin, diğer şirk ve küfür dinlerinden herhangi birini seçmeleri için de İslâm'a göre bir engel yoktur. Çünkü sonuç itibarıyla "ehl-i küfür bir tek millettir." [222]  

 

 

Fıkhî İctihadlara Göre Mürtedin Cezası

Bir müslümanın dinini değiştiştirip irtidâdı; görülmesi, duyulması, itiraf etmesi veya iki âdil müslüman tarafından şâhitlik edilmesi hallerinde sâbit olur.

Mürtedin cezası, eğer tevbe etmezse öldürülmektir: "Dinini değiştireni öldürün" [223]. Ulemanın çoğunluğu kadın için de aynı hükmün uygulanacağı görüşündedirler. Ancak Hanefiler bu konuda farklı görüştedirler. Kadınların öldürülmesini nehyeden hadisin [224] hükmünün geneli kapsadığını iddia ederek irtidad eden kadının öldürülmeyeceği görüşünü ileri sürmüşlerdir. [225]

Mürtede had uygulanmadan önce, tevbe edip İslâm'a dönmesi telkin edilir. Fakat bunun ne şekilde uygulanacağı hakkında ihtilâf vardır. Âlimlerin çoğunluğunun görüşüne göre, üç defa tevbe etmesi istendikten sonra öldürülür. Hz. Ömer (r.a.), irtidad edenin üç gün hapsedilip tevbe etmeye çağrılması ve bu zaman zarfında yiyecek olarak suçluya sadece ekmek verilmesi gerektiğini bildirmiştir.

Hz. Ali (r.a.), bu müddeti bir ay olarak uygulamıştır. en-Nahaî ise bunun bir zamanla sınırlandırılmaması ve tevbe edene kadar sürekli İslâm'a çağrılması gerektiği görüşünü ileri sürmüştür. Ancak, bu görüş, Sünnet ve icmâ ile sâbit olan irtidad cezasının uygulanmasını imkânsız kılacağından itibara şâyân değildir.

İmam Mâlik, Leys, İshak ve Ebû Hanîfe; zındıkın ve irtidat edip tevbe ettikten sonra tekrar dinden dönenin tevbesinin dikkate alınmayacağını ve haddin uygulanacağını kabul etmişlerdir. Çünkü zındıkın mürted sayılmasını gerektiren önceki görüşlerinden döndüğü hiç bir zaman açık olarak tesbit edilemez. Allah Teâlâ; "Ancak, tevbe edip kendilerini düzelten ve Allah'ın indirdiğini açıklayanlar müstesnâ."[226] buyurmaktadır. Dinden dönmeyi birkaç defa tekrarlayanların tevbelerinin kabul edilmeyeceğine delil olarak da şu âyet-i kerîme gösterilmektedir: "İman edip sonra inkâr eden, sonra imân edip tekrar inkâr eden, sonra da inkârlarında ileri gidenleri Allah ne bağışlayacak ne de doğru yola eriştirecektir." [227]

Müslüman anne babadan doğan ve müslüman olarak yetişen kimse irtidat edince, tevbe etmeye çağrılmadan had uygulanır. Fakat daha önce küfre girip sonra müslüman olan kimse tevbeye çağrılır. Allah'a ve Rasûlüne küfreden kimse de tevbe etmeye çağrılmadan öldürülür. Böyle bir kimse tevbe etse dahi durum değişmez. Çünkü Allah'a ve Rasûlüne küfretmek haddi gerektirir. Tevbe ise haddi düşürmez. [228]

Mürtedin irtidat etmesiyle birlikte, bütün sâlih amelleri silinir ve o ebedî olarak Cehennemde kalır: "Sizden kim, dininden döner ve kâfir olarak ölürse, işte onların dünya ve âhirette amelleri boşa gitmiştir. İşte cehennemlikler onlardır. Onlar orada ebedî olarak kalacaklardır." [229]

Bu, tevbe edilmediği takdirde böyledir. Mürted tevbe ettiği takdirde, irtidat etmeden önceki amellerinin yok olup olmayacağı hususunda İslâm âlimleri arasında görüş ayrılıkları vardır. İmam Şâfiî'ye göre irtidad edip, sonra İslâm'a dönenin haccı da dâhil hiç bir ameli düşmez. İmam Mâlik'e göre ise amellerinin tamamı, irtidad ettiği an düşer. [230]

İrtidatla birlikte evlilik akdi fesh olur. Ancak mürted tekrar İslâm'a döner ve her iki taraf evliliklerini sürdürmek isterse, yeniden bir nikâh akdi ve mehir söz konusu olmaz. Hanefîler kocanın irtidadına bağlı boşanmayı bâ'in talak olarak kabul etmişlerdir. Mürted, müslüman yakınlarına mirasçı olamadığı gibi, o öldüğünde de müslüman yakınları ona mirasçı olamazlar: "Kâfir müslümana, müslüman da kâfire mirasçı olamaz." [231]

Ancak âlimler bu konuda da ihtilaf etmişlerdir. Hz. Ali (r.a), Hasan, Şa'bi, Leys, Ebû Hanife ve İshak ibn Raheveyh müslüman yakınların mirasa sahip olacaklarını kabul ederken; Mâlik ve Şâfii'nin de içinde bulunduğu diğer bir grup âlim de mürteddin malının beytülmale intikal edeceğini söylemişlerdir. Ebû Hanîfe'ye göre, irtidad halinde kazanılan mal fey hükmündedir [232]. Ebû Hanîfe, irtidad etmeden önce sahip olunan malın mirasçılara intikal edebileceğine hükmederken, mürtedin irtidadla birlikte hukuken ölmüş olduğu prensibinden hareket etmektedir. Ebû Yusuf, Muhammed ve Şubrume her hâl u kârda mirâs olayının sözkonusu olduğunu söylemişlerdir. Kurtubî; "İki millet (mü'min ve kâfir) arasında miras yoktur." [233] hadisinin hükmünün mutlak olacağını ileri sürerek, müslümanla mürted arasında verâset olayından bahsedenlerin görüşlerini reddetmektedir. [234]

Mürted, had uygulanana kadar, malının gerçek sahibi olup, bunda dilediği gibi tasarruf etmekten alıkonulamaz. Öldürülmeyi hak etmiş olması, O'nun malındaki tasarruf hakkını düşürmez. Bu konu diğer had gerektiren cezalarda olduğu gibi değerlendirilir. Bunun gibi, kaçıp daru'l harbe sığınsa, mülkiyet hakkı yine düşmez. İslâm ülkesindeki mal varlığı yed-i emin vasıtası ile koruma altına alınır. [235]

Ayrıca mürted öldüğünde yıkanmaz, kefenlenmez, cenaze namaz kılınmaz ve müslüman mezarlığına defnedilmez. Mürted için istiğfar câiz olmadığı gibi, onu rahmetle anmak da câiz değildir: "Ne peygamberin ne de mü'minlerin cehennemlik oldukları belli olduktan sonra, yakın akrabaları da olsa, müşrikler için af dilemeleri asla doğru olmaz." [236]

Bir kimse İslâm'dan çıkıp başka bir dine girdiği zaman onun irtidadına hükmedilerek cezalandırılır. Ancak, irtidat olayı bununla sınırlı mıdır; yoksa kâfirlerin din değiştirip başka bir küfür dinine girmesi de irtidad mı sayılır? Âlimler bu konuda farklı görüşler ileri sürmüşlerdir.

Zâhiren bakıldığında bir kâfir, bâtıl olan dininden çıkıp, onun gibi bâtıl olan başka bir dine girmiş olduğundan dolayı sorgulanmaz. Çünkü küfür tek bir millettir. Ancak, İslâm'ı terkedip başka bir dine girenin durumu, hidâyetten yüz çevirip dalâleti seçtiği için farklılık arzetmektedir. Mâlikîler ve Hanefîler bu görüştedirler.

Şâfiîler'de ise bu konuda iki farklı görüş vardır. Bir kâfir, dininden döndükten sonra, ya İslâm'a girer ya da öldürülür. Taberânî İbn Abbas'tan merfû olarak şöyle bir hadis nakletmektedir: "Dininden çıkıp kendisine İslâm'dan başka bir din seçeni öldürün." [237] Ahmed ibn Hanbel'in de iştirak ettiği diğer görüş ise şöyledir: Kâfirin seçtiği yeni din, eski dininden yukarıda ise, sorgulanmaz, aksi halde irtidat cezası uygulanır; Yahûdi veya Hristiyan'ın Mecusîliği seçmesi gibi. [238]

Mürtedin öldürülmesinin hikmeti: İslâm, insan için, bütün eksikliklerden arındırılmış bir hayat programıdır. O, dindir, devlettir, ibâdettir, önderliktir, kitap ve kılıçtır, ruh ve maddedir, hem dünya hem de âhirettir. O, akıl ve mantık üzerine binâ edilmiş ve kesin bilgi ve deliller üzerinde yükseltilmiştir. Onun inanç sisteminde ve şeriatında insan fıtratıyla çatışan, ona ters düşen hiç bir şey yoktur ve o, insanın önünde diğer beşerî düşünceler gibi, onun ebedî ve maddî olgunluğa erişmesi için bir engel değil; ona ulaştıran emin bir yoldur. Kim İslâm'a girer, onun hakikatini kavrar, onun ruhî zevkini tadar ve sonra da ondan dönüp irtidad ederse apaçık delilleri inkâr ederek, hak ve mantık ölçülerinin dışına çıkmış olur.

İnsan bu duruma geldiği zaman, çöküş derecelerinin en aşağılarına düşmüştür. Böyle bir insanın hayatının korunmasının hiç bir geçerli sebebi yoktur. Çünkü onun hayatında ulaşılması gereken ne yüce bir gâye, ne de şerefli bir maksat kalmıştır.

Diğer bir açıdan bakıldığında da İslâm'ın insanın yaşayışında ihtiyaç duyduğu her şeyi kapsayan bir nizam olduğu ve bu nizamın değer ve hududlarının korunmasının mutlak anlamda gerekli olduğu görülecektir. Çünkü hiç bir nizam yoktur ki, onu yok etmeye, yeryüzünden silmeye yönelik tehditlere karşı korunmadan ayakta durabilsin, varlığını devam ettirebilsin. Bir düzenin korunmasını sağlayan en önemli şeylerden biri de, her dileyenin dilediği gibi onu inkâr ederek, dışına çıkmasını engellemektir. Bu yapılmadığı takdirde, bir düzenin korunması mümkün değildir.

İslâm'dan çıkıp irtidat etmek; ihânet ederek ona baş kaldırmak ve parçalayıp yok etmeye azmetmektir. İslâm toplumunu bu tür bir tehlikeden korumak için önlemlerin alınması kaçınılmazdır. Bunu önlemek ise, beşerî sistemlerin de uygulamak zorunda oldukları gibi ölüm cezası vermeye bağlıdır.

Komünist veya kapitalist toplumların hangisinde olursa olsun, devletin anayasal nizamının dışına çıkıp ona başkaldıran kimse, ülkesine ihânet suçuyla itham edilir ve ölüm cezası ile cezalandırılır. Bu, İslâm'ın bu konudaki uygulamasına karşı çıkanların itirazlarının gerçekte, İslâm'a karşı olan düşmanlıklarından kaynaklandığını ortaya koymaktadır. İslâm'ın mürted'e uyguladığı cezanın mantık dışı hiç bir tarafı olmadığı ortadadır. Zaten tarihe bakıldığında, müslümanları idare edenler, bu haddi, hakedenlere uygulamaktan ne zaman yüz çevirmişlerse, işte o zaman, devlet ellerinden gitmiş, İslâm toplumu İslâm dışı güçlerin baskısı altında ezilir hale gelmiştir. [239]  

Hanefî fıkhına göre İslâm’dan çıktığını açıkça gösteren söz, tutum ve davranışlarda bulunan kişi, mürted sayılır ve tevbe etmediği takdirde idam edilir. Mürted ile kâfir arasında çok önemli bir fark vardır. Şöyle ki; mürted, İslâm’ın Allah indinde yegâne din olduğunu ve kudsiyetini bildiği halde; dünya menfaati, hırs, hased, kin veya bunun gibi duygularla dinini terketmiştir. Bu duygular, mürtedi müslümanlara karşı harbî (muhârip, savaşçı) durumuna getirir. Çünkü irtidatla birlikte sahip olduğu ismet-i şahsiyetini (kişisel mâsumluk ve dokunulmazlığını) kaybetmiştir. Gayr-i müslim olan kâfir ise, dâvete muhtaçtır. İslâm hakkında doğru bir bilgiye sahip değildir.

İbn Âbidin: “İrtidat eden ve muhârip durumuna geçen kimsenin öldürülmesi, dinin muhâfazası için zarûridir. Çünkü dinin muhâfazası, maslahatların en üstünüdür” hükmünü zikreder. Hanefî fukahâsı: “irtidat eden erkeğin öldürülmesinde, kadının ise hapsedilmesinde müttefiktir. Çünkü kadın, muhârip (savaşçı) durumunda değildir.” Bu noktada şunu hatırlatmakta fayda vardır: Mürted olan erkek derhal öldürülmez; önce irtidat sebebi araştırılıp, şüpheye düştüğü husus izah edilir ve tecdîd-i imana dâvet edilir. Bütün bunlardan sonra, durum değişmezse ülü’l-emr tarafından öldürülür. Bu cezayı herhangi bir mü’min, kendi şahsî değerlendirmesiyle yapamaz. Çünkü velâyete tecâvüz câiz değildir. Ülü’l-emr, bütün ümmetin velâyetine sahiptir. [240]

İslâm dini temelde din ve vicdan hürriyetine büyük önem vermiştir. Bu yüzden hiç kimse müslüman olmaya zorlanamaz. Kur'ân-ı Kerîm'de şöyle buyurulur: "Dinde zorlama yoktur. Artık hak bâtıldan seçilip belli olmuştur. Kim tâğutu inkâr edip Allah'a iman ederse, şüphesiz ki o, kopmayan sağlam bir kulpa sarılmıştır. Allah her şeyi işiten ve her şeyi bilendir."[241] Kendi hür irâdesiyle müslüman olan kimsenin ise artık İslâm dininin esaslarına uyması gerekir.

İrtidad, bir bakıma İslâm toplumuna ve devletine karşı baş kaldırma, ciddi bir isyanda bulunma hareketidir. Bu yüzden mürtede uygulanacak müeyyideler ağır tutulmuştur. Bir hadis rivâyetinde şöyle buyurulur: "Kim dininden dönerse, onu öldürün."[242]; "Müslüman bir kimsenin öldürülmesi ancak şu üç sebepten biriyle helâl olur: İmandan sonra dinden çıkma, evlilikten sonra zina, haksız yere birini kasden öldürme."[243] İrtidad edenin öldürüleceğine dair hüküm Hanefîler'e göre, yalnız erkekleri kapsamına alır. İrtidad edene, İslâm dini arzedilerek tevbe etmesi istenir. Bu müstehaptır. Kendisine daha önce İslâm dâveti ulaştığı için, bu çağrı farz değildir. O, yeniden İslâm'a dönerse problem bitmiş olur. Eğer küfürde ısrar eder, devlet başkanı tevbe ümidi görürse veya mürted, süre istemiş bulunursa; kendisine üç gün süre verilir. Eğer devlet başkanı tevbe ümidi görmez ve mürted de bir süre talebinde bulunmamış olursa, derhal öldürülür. Bu konuya delil olarak Hz. Ömer'in uygulaması gösterilir. İslâm ordusunda irtidad edip, derhal öldürülen bir adamın durumu Hz. Ömer'e haber verilince şöyle demiştir: "Onu bir yerde üç gün hapsetmeniz her gün bir ekmek vermeniz ve tevbeye dâvet etmeniz gerekmez miydi? Umulur ki o, tevbe eder ve Allah'a dönerdi. Ey Allah'ım! Ben bu olayda hazır bulunmadım. Emir vermedim. Haber bana ulaştığı zaman rızâ da göstermedim."[244] Rivâyete göre Hz. Ali de mürtedi üç defa tevbeye dâvet eder ve şu âyeti okurdu; "İman edip sonra inkâr eden, sonra iman edip tekrar inkâr eden, sonra da inkârlarında ileri gidenleri Allah ne bağışlayacak ne de doğru yola eriştirecektir."[245] Mürted'in tevbeye dâvet edilmeden önce öldürülmesi mekruhtur. Ancak dinden dönmekte ismetini yitirdiği için, onu öldüren yetkiliye bir şey gerekmez. Mürtedin tevbesi, kelime-i şehâdet getirmesi ve girdiği dinden yeniden İslâm'a dönmesi, hangi konuyla ilgili irtidâd etmişse o konu ile ilgili İslâmî hükümleri kabul ettiğini ilân etmesidir.

Dinden dönen kadının öldürülmesi câiz değildir. Fakat o, yeniden İslâm'a girmeye zorlanır. Zorlama şöyle olur: Hapsedilir ve her gün çıkarılarak tevbe etmesi istenir. İslâm'a dönerse serbest bırakılır. Aksi halde ölünceye kadar hapiste kalır. Öldürülmeme konusunda delil şu hadistir: "Kadın ve çocukları öldürmeyin!" [246]

İmam Şâfiî'ye göre, mürted kadın da erkek gibi öldürülür. Delil: "Dinini değiştiren kimseyi öldürünüz" [247] hadisinin genel ifadesidir. Çünkü kanın mubah olmasının illeti, imandan sonra küfürdür. Mürted erkeğin öldürülmesinin sebebi budur. Aynı özellik mürted kadında da vardır. İmandan sonra küfür, aslî küfürden daha ağırdır. [248]

Mürted mânen ölmüş sayıldığı için o, kimseye mirasçı olamaz. Mürtede başkalarının mirasçı olması konusunda ise görüş ayrılıkları vardır. Ebû Yusuf ve İmam Muhammed'e göre, dinden çıkanın irtidaddan önce veya sonra kazandıkları kendi müslüman vârislerine intikal eder. Ebû Hanîfe'ye göre ise, irtidaddan önce kazandıkları kendi mirasçılarına, sonra kazandıkları ise beytülmâle gider. Şâfiî, Mâlikî ve Hanbelîlere göre ise tüm malı beytülmâle intikal eder.

Mürtedin nikâhı geçersiz olur, irtidâd eden erkek, müslüman hanımından; irtidâd eden kadın da müslüman kocasından boşanmış olur. Karı-koca birlikte irtidad etseler veya birlikte İslâm'a girseler, nikâh bağları devam eder. İmam Züfer'e göre ise bu durumlarda da nikâh akdi fâsit olur. Eşlerden biri diğerinden önce İslâm'a girerse, nikâh akdinin fâsit olacağı konusunda görüş birliği (icmâ') vardır. [249]

İman sahibi olduktan sonra İslâm'ı terkedenlerin dünya ve âhirette karşılaşacakları tehlikeleri haber veren pek çok âyet vardır. [250]

Hz. Peygamber'in vefatından sonra, Hz. Ebû Bekir'in halîfeliğinin ilk günlerinde dinden dönme olayları görüldü. Ebû Bekr’in (r.a.) onlara savaş açarak kararlı tutumuyla İslâm'ın bütünlüğü korunmuş oldu. Ebû Hureyre'den şöyle dediği nakledilmiştir: Rasûlullah vefat edip de ondan sonra Ebû Bekir halife seçildiği ve Araplardan bazıları dinden döndüğü zaman Hz. Ömer, Ebû Bekir'e şöyle dedi: "Allah Rasûlu; "İnsanlar, 'Allah'tan başka ilâh yoktur' deyinceye kadar onlarla savaşmakla emrolundum. Kim, 'Allah'tan başka ilâh yoktur' derse, malını ve canını benden korumuş olur. Ancak İslâm'ın hakkı müstesnâdır. Onun asıl hesabı ise Allah'a kalmıştır" buyurduğu halde, nasıl olur da sen insanlarla savaşırsın? Ebû Bekir şöyle cevap verdi: Allah'a yemin ederim ki namazla zekâtın arasını ayıranlarla mutlaka savaşacağım. Çünkü zekât malî bir haktır. Allah'a yemin ederim ki, Rasûlullah'a vermiş oldukları bir deve yularını bile bana vermezlerse, onlarla savaşırım" dedi. Bunun üzerine Hz. Ömer şöyle dedi: "Allah'a yemin olsun ki, Azîz ve Celîl olan Allah Ebû Bekir'in gönlünü savaş için genişletmiş ve yine anladım ki, onun görüşü doğrudur." [251]

Hz. Ebû Bekir'in zekât vermeyenlerle savaşa karar vermesinin delili, Hz. Peygamber'in şu uygulamasıdır. Allah Rasûlu, Eşca' kabilesinden birisinin zekâtını alması için bir memur göndermiş, vermeyince, ikinci defa göndermiş, üçüncüde yine vermezse boynunu vurmasını söylemiştir [252]. Diğer yandan, namaz kılmayanlarla harp edileceğine dair sahâbenin icmâ'ı vardır. Ebû Bekir burada zekâtı, namaza kıyas etmiştir. [253]

Hattâbî'ye göre, bu dönemde dinden dönenler iki sınıftır:

1. Dinden tamamen dönenler: Museylimetü'l-Kezzâb ile el-Esvedü'l Ansî'ye uyanlar. Ebû Bekir (r.a.) bunlarla savaşmış, Müseylime'yi Yemâme'de, el-Ansî'yi ise San'a'da öldürtmüştür. Onlara uyanların çoğu da öldürülmüş, kalanlar ise kaçmış ve dağılmıştır. Diğer yandan dinin bütün hükümlerini inkâr edip namaz ve orucu terkedenler de vardı. Bunlar câhiliyye devrindeki hallerine dönmüşlerdi.

2. Namazla zekâtı birbirinden ayıranlar: Bunlar namazın farz olduğunu kabul ediyor, fakat zekâtı tanımıyorlardı. İçlerinde kabile reisinden korkarak zekât vermeyenler de vardı. Meselâ; Benû Yerbu' kabilesi kendi arasında zekâtı toplamış, Hz. Ebû Bekir'e göndermek üzere iken Mâlik b. Nuveyre bunu duymuş ve toplanan zekâta el koyarak kabileye dağıtmıştır. Bazıları da; "Onların mallarından, kendilerini temizleyeceğin bir zekât al." [254] âyetini yalnız Hz. Peygamber'le ilgili görüyor ve zekât vermek istemiyordu.

İşte Hz. Ömer'in tereddüdü ve Halîfe Ebû Bekir'e itirazı bu ikinci madde ile ilgilidir. Diğer yandan Hz. Ömer'in dayandığı; "İnsanlar Allah'dan başka ilâh olmadığını söyleyinceye kadar... onlarla savaşmakla emrolundum" hadisi, başka rivâyetlerde "Hz. Muhammed'e imanı, kıblemize dönme, kestiklerimizi yeme, bizim gibi namaz kılma" gibi ilâvelerle nakledilmiştir. Hz. Ömer'in başlangıçta, bu ayrıntıları düşünmeden karşı çıkmış olması de muhtemeldir. [255] 

 

Ridde Savaşları

Rasûlullah’ın (s.a.s.) vefatından sonra dinden dönüp İslâm devletine savaş açanların isyanlarının bastırılması için yapılan askerî harekâtlara Ridde savaşları denir.

Rasûlullah’ın (s.a.s.) vefat haberini duyan Yemen ve Necid bölgelerindeki bazı kabileler özellikle zekât ödemeyi reddederek isyan ettiler. Ayrıca Rasûlullah’ın (s.a.s.) vefatı ile ortaya çıkan karışık ortamdan istifade etmek isteyen bazı kimseler de peygamberliklerini ilan etmişler ve kendilerine inandırdıkları kalabalıkları peşlerine takarak İslâm hükümranlığını tehdit etmeye başlamışlardı. Rasûlullah’ın (s.a.s.) sağlığında onun hâkimiyetine boyun eğmek zorunda kalarak müslüman olan, ancak imanın kalplerine nüfuz edip yerleşmediği bu bedevî topluluklar, onun vefatıyla cesaretlenmiş ve kalplerinde gizlediklerini açığa çıkarmışlardı. Aslında onların bu durumu bilinmiyor değildi. Zira Allah Teâlâ onlar için bir âyet-i kerimede şöyle buyurmaktadır: "Ey Muhammed! Bedeviler "İman ettik" derler. Sen onlara şöyle de: "Hayır! İman etmediniz. Siz ancak, müslüman olduk deyin. Çünkü iman henüz kalbinize girmemiştir." [256]

İrtidat hareketlerinin başlamasıyla başkent Medine her taraftan düşmanlarla kuşatılmış bir duruma geldi. Öte taraftan Yahûdi ve Hristiyanlar, ortaya çıkacak fırsatları değerlendirmek için müslümanların durumunu izlemeye başladılar. Tarihçiler müslümanların o zaman içinde bulundukları dehşet verici durumu; "Müslümanlar, peygamberlerini kaybetmeleri, sayılarının azlığı ve düşmanlarının çokluğu yüzünden sanki şiddetli soğuk, yağmurlu ve karanlık bir gecede sahrâda kaybolmuş koyun sürüsüsün durumunu andırıyordu"[257] şeklinde ifade etmektedirler. Medine'nin bu şekilde ciddi olarak tehdit altında bulunmasını ileri süren bazı kimseler, Rasûlullah’ın (s.a.s) vefatından az önce yola çıkan Usâme'nin ordusunu bu seferden alıkoyması için Ebû Bekir’e (r.a.) mürâcaat ettiler. İslâm devletinin başına henüz geçmiş olan Hz. Ebû Bekir son derece net ve kararlı bir ifade ile bu tavsiyeyi yapanlara; Bilsem ki kurtlar burada beni parçalayacak; Usâme'nin ordusu için Rasûlullah’ın (s.a.s.) emretmiş olduğu şeyi uygulayacağım" [258] dedi ve bu orduya yoluna devam etmesi için emir verdi.

İlk dinden dönme hareketi Peygamber’in (s.a.s.) sağlığında Yemen'de ortaya çıkmıştı. Kendisinin peygamber olduğunu iddia eden Esved el-Ansî, topladığı kuvvetlerle önce Necran bölgesini, peşinden de San'a’yı, vali Şehr ile yirmi beş gün savaşarak ele geçirdi. Hz. Peygamber'in âmil ve muallim olarak bölgeye gönderdiği Mu'az b. Cebel, Ma'rib'de bulunan Ebû Mûsâ el-Eşarî'ye iltihak etmiş daha sonra ikisi birlikte Hadramevt'e gitmişlerdi.[259] İbnül-Esir'in ifadesiyle, "Esved'in çıkarmış olduğu fitne bir alev gibi, Hadramevt'ten Taif, Bahreyn ve Ahsa'dan Aden'e kadar her yeri kaplamıştı."[260] Hadramevt'te toplanan müslümanlar endişeli bir şekilde beklerken, durumu haber alan Rasûlullah’ın (s.a.s.), Yemen bölgesinde bulunan müslümanların tamamına yönelik, Esved'e karşı savaşılması emri bölgeye ulaştı. Veber b. Yuhannis vasıtasıyla gönderilen mektupta; dinin korunması, mürtedlere karşı savaşılması, Esved el-Ansî'nin açıkça savaşılarak veya gizli bir tertiple ortadan kaldırılması ve bu emrin İslâm'da sebât eden bölgedeki bütün müslümanlara ulaştırılması gibi tâlimatlar yer almaktaydı. [261]

Rasûlullah’ın (s.a.s.) emri San'a'daki müslümanlara ulaştığı zaman, planlanan bir suikast ile Esved el-Ansî, Firûz adındaki biri tarafından öldürülmüş ve Kenan bölgesi tekrar İslâm'ın hâkimiyetine girmişti. Onun öldürüldüğü haberi Medine'ye Rasûlullah’ın (s.a.s.) vefat ettiği günün sabahında ulaşmıştı. [262]

Peygamber’in (s.a.s.) ölüm haberi üzerine, Müseyleme ve Tuleyha, peygamberlik iddiasıyla ortaya çıktılar, Tay ve Esed kabileleri Tuleyha'ya tâbi olarak dinden döndüler. Gatafan ise, Uyeyne b. Hısn'ın başkanlığı altında isyan etti. Uyeyne: "Esed ve Gatafandan bir peygamber, bize Kureyşten olan bir peygamberden daha sevimlidir. Muhammed öldü. Tuleyha ise hayattadır" diyerek, Tuleyha'ya tâbi oldu.[263] Havâzinliler ise zekâtlarını ödemeyeceklerini bildirdiler. Her taraftan irtidat haberleri Medine'ye ulaştığı zaman Ebû Bekir (r.a.), elçiler göndermek sûretiyle İslâm'a dönmelerini sağlamaya çalıştı ve Usame'nin ordusunun dönüşünü bekledi. Ancak, Abslar'la, Zubyanlar'ın Medine'ye saldırmaları üzerine bu tehlikeyi yok etmek için faâliyete geçmek zorunda kaldı. Bu arada diğer birtakım kabilelerin elçileri Medine'ye gelerek, namazı kılacaklarını, ancak zekât'ı ödemeyeceklerini bildirdiler. Ve bu durumun kabul edilmesini istediler.

Ebû Bekir (r.a.) elçilere; "Zekât olarak vereceğiniz hayvanların, bağlanacakları ipleri vermediğiniz takdirde bile sizinle savaşacağım" şeklinde sert bir cevap verdi.[264] Hz. Ebû Bekir (r.a.) tarafından istekleri reddedilen bu elçi heyeti dönüşlerinde, Medine'de bulunan müslümanların azlığını kabilelerine bildirerek Medine'ye yürümek için onları heveslendirdiler. Ebû Bekir (r.a.) sayılarının azlığını öğrenen mürtedlerin Medine'ye saldırabileceklerini anladığı için birtakım tedbirler aldı. Yakında olan düşman birliklerinin şehre girişini önlemek için Ali (r.a.), Talha (r.a.), Zübeyr (r.a.) ve İbn Mes'ud’u (r.a.) şehre giren yollara yerleştirdi ve herkesin mescidde toplanmasını istedi. Nitekim o, düşüncesinde yanılmamış ve üç gün sonra mürtedler gece vakti harekete geçmişlerdi. Ancak yolları bekleyen birlikler onlarla savaşarak şehre girmelerini engellediler ve durumu Hz. Ebû Bekir'e bildirdiler. Ebû Bekir (r.a.) mesciddekilerle birlikte hemen harekete geçerek onları geri püskürttü ve Zahusa'ya kadar onları takip etti. Burada mürted askerlerin uyguladıkları bir yöntemle müslümanların develeri ürkmüş ve geri dönmüşlerdi. Mürtedler, müslümanların korkarak geri döndükleri zannına kapıldılar ve Zül-Kassa'da toplananlara haber göndererek kendilerine katılmalarını bildirdiler. Öte taraftan Ebû Bekir (r.a.), geceyi savaş hazırlığı ile geçirdi ve sabaha yakın, sağ kanatta Numan b. Mukarrin, sol kanatta Abdullah b. Mukarrin, ortada Suveyd b. Mukarrin şeklinde bir tabya düzeni ile yola çıktı. Merkezinde Ebû Bekir’in (r.a.) bulunduğu ordu yaya olarak (sadece aracı birlikte süvâriler vardı) hızlı bir yürüyüş yaptı ve fecirde düşmanın bulunduğu yere geldi. Onlar olan-bitenlerden habersiz olarak dururken, müslümanların âni saldırısı karşısında çok sayıda ölü bırakarak kaçmak zorunda kaldılar. Hz. Ebû Bekir, kaçanları Zül-Kassa'ya kadar takip etti. Numan b. Mukarrin'i bir miktar askerle orada bırakarak Medine'ye döndü. İrtidat eden Absoğulları ile Zubyanoğulları, aldıkları bu yenilginin acısıyla kabileleri içerisindeki müslümanları öldürmeye ve çevrede bulunan diğer müslümanlara saldırmaya başladılar. Bu haber Ebû Bekir’e (r.a.) ulaştığı zaman o, müthiş bir şekilde hiddetlendi ve müslümanları çeşitli şekillerde öldüren mürted kâfirlerin, öldürdükleri müslümanlara karşılık olarak korkunç bir şekilde öldürüleceklerine dair yemin etti.[265] Bu olaydan sonra, müslümanların moralleri düzeldi ve kabileler içerisinde irtidat eden kimselerin bir bölümü tekrar İslâm'a dönmeye ve yeniden zekât mallarını Medine'ye göndermeye başladılar. İbnül-Esir'in kaydına göre de kırk gün sonra Usâme bin Zeyd seferden dönerek Medine'ye geldi. Hz. Ebû Bekir onları sefer yorgunluğunu üzerlerinden atmaları için Medine'de bıraktı ve tertip ettiği kuvvetlerin başına geçerek, Necd yönünde bulunan Zül-Kassa'ya doğru hareket etti. Bu nazik ortamda Hz. Ebû Bekir (r.a.)'ın bizzat savaşa çıkmasını doğru bulmayan bazı kimseler ona müracaat ederek Medine'de kalmasını istediler. Bu kimseler, eğer Halife Ebû Bekir (r.a.)'a bir şey olursa, içinde bulunulan kritik durumun müslümanlar için bir felakete dönüşmesinden endişe ediyorlardı. Ebû Bekir (r.a.); müslümanları bizzat koruyacağını söyleyerek bu teklifi reddetti. [266]

Yolda kendisine katılan komutanlarından Mukarrinoğlu Numan, Abdullah ve Suveyd kardeşlerle birlikte Rebezelilerin toplandığı Ebrak denilen yere kadar ilerledi ve burada yapılan savaşta mağlup olan ve komutanlarını kaybeden Abslar ve Benû Bekr'ler dağılarak suratli bir şekilde bölgeden uzaklaştılar. Günlerce Ebrak'da kalan Ebû Bekir (r.a.), Benû Zübyan'ları mağlup etti ve topraklarını ganimet olarak değerlendirerek bu arazileri Benû Zübyan'lar için yasak bölge ilan etti. Onun bu galibiyeti üzerine mürtedlerin çoğunluğu tekrar İslâm'a döndü. Ebû Bekir (r.a.), itaat altına aldığı bu kimselere karşı Rasûlullah (s.a.s.)'in sünnetine uyarak oldukça yumuşak davranmıştır. Öte taraftan, dağılan Abs ve Zübyan kuvvetleri peygamberlik iddiasında bulunan Tuleyha'nın yanına gittiler. Tuleyha, Sumeyra'dan hareket ederek Buzaha'ya yöneldi ve burada karargâh kurdu. Medine'ye dönen Eb" Bekir (r.a.) savaş hazırlıklarına girişti ve orduyu on bir kısma ayırarak her birine bir bayrak verip görev sahalarını belirledi. Buna göre, Halid b. Velid, Buzaha'da bulunan yalancı peygamber Tuleyha ile savaşacak, peşinden Butah'da bulunan Mâlik b. Nuveyre üzerine yürüyecek, İkrime bin Ebi Cehl Müseyleme ile mücâdele edecek, Muhâcır b. Ebî Ümeyye, Esved el-Ansî'nin bağlılarına karşı harekete geçecek, peşinden de Kays b. Makşuh ve onu destekleyen diğer Yemenliler'e karşı, Ebnalar'a yardım edecek ve sonra Kindelileri te'dip için Hadramut'a yönelecek. Halid b. Said, Suriye taraflarına; Amr b. el-As, Kuzâ'aya karşı yürüyecek; Huzeyfe b. Mıhsan, Deba halkıyla savaşacak; Arfece b. Herseme, Mehre kabilesiyle; Tureyfe b. Haciz, Benî Süleym'i ve onlarla birlikte hareket eden Havazinliler'i itaat altına alacak; Süveyd b. Mukarrın, Yemen'in Tıhame bölgesine; Alâ b. el-Hadramî, Bahreyn'e gidecekti. Halife, Şurahbil b. Hasane'yi de, İkrime bin Ebî Cehl'in arkasından göndererek, İkrime'nin Yemen'den ayrılıp Kuzâ'alılar üzerine yöneldiği zaman ona iltihak etmekle görevlendirdi. [267]

Ebû Bekir (r.a.), orduyu Zül-Kassa'da taksim etti ve görevlendirdiği komutanlar birliklerini alarak görev bölgelerine doğru harekete geçtiler. Hz. Ebu Bekir irtidat eden kabilelere elçilerle, orduların önünden mektuplar göndererek onları İslâm'a dönmeye dâvet ediyor ve tavırlarının doğuracağı sonuçlar hakkında onları uyarıyordu.[268] Öte tarafta, mürtedlere karşı gönderdiği komutanlara da, düşmanla karşılaşıldığı zaman nasıl hareket etmeleri gerektiği konusunda talimatlar verdi. Bu talimatlar; Allah'dan korkmaları, Allah'ın emri dışına çıkanlarla savaşmada gayretli olmaları; savaştan önce düşmanın İslâm'a dâvet edilmesi; karşı tarafa fayda ve zararlarına olan her şeyin açıkça izah edilmesi; emirlere uyanların açıkladıkları sözlerinin kabul edilerek iyi muâmelede bulunulması; ganimetin şer'i kurallara göre taksimi ve müslümanlara her hal ve durumda iyi davranılması gibi maddeleri içeriyordu.

Halid bin Velid'in Tuleyha Meselesini Çözümlemesi: Tuleyha, Beni Esed bin Huzeyme'ye mensup olup, Rasûlullah’ın (s.a.s.) son zamanlarında peygamberlik iddiasında bulunmuştu. O, bağlı bulunduğu Esedoğullarına kendisine Cebrail'in geldiğini söyleyerek bazı tuhaf şeyler uyduruyor ve onlardan kendisine tâbi olmalarını istiyordu. Kendisine tâbi olanlara namaz kılarken secde etmeyi yasaklıyor ve Allah'ın buna ihtiyacı olmadığını, O'nu ayakta zikretmelerini emrediyordu. İbnül-Esir; "Kabilecilik taassubundan dolayı çok sayıda Arap ona tâbi oldu" demektedir.[269] Bu yüzden ona bağlı olanların çoğu Esed, Gatafan ve Tay kabilelerine mensuptular. Fezare ve Gatafanlılar Taybe'nin güneyinde toplanmış, Tay kabilesi ise kendi topraklarının sınırında beklemekte idiler. Tuleyha'nın mensup bulunduğu Esed oğulları ise Sumeyra'da toplanmıştı. Abs, Sa'lebe ve Mürreliler ise Rebeze dolaylarında, Ebrek'de beklemekteydiler. Onların bir kısmı burada kalmış, diğer bir kısmı da Zül-Kassa'ya giderek Medine'yi tehdit etmişlerdi. Bizzat halifenin başında bulunduğu kuvvetler tarafından, önce Zül-Kassa'da sonra da Abrek'de yenilgiye uğrayan grup Sumeyra'dan ayrılıp, Gatafan ve diğer kabilelerle birleşerek Tay kabilesi arasında bir su kenarı olan Buzaha'da karargâh Kur’an Tuleyha'ya iltihak etti. Bu olay üzerine Tuleyha Tay kabilesinin Cedile ve Gavş boylarına adam göndererek kendisine iltihak etmelerini emretti. Onların bir bölümü acele olarak onun yanına hareket ettiler; arkada kalanlara da gelmelerini söylediler.

Ebû Bekir (r.a.), Hâlid bin Velid'e ilk önce Eknaf'da bulunan Taylıların üzerine yürümesi, peşinden Buzaha'da toplananlarla savaşması, sonra da Butah'a yönelmesi tâlimâtını verdi. Halid'den önce, Adiy b. Hâtem et-Taî Medine'den kabilesinin yanına giderek onları üzerlerine gelen orduyla korkuttu ve Halife'ye itaate çağırdı. Onlar, bu çağrıya uyarak, Adiy'den kendileri için Halid'den eman almasını ve kendilerine mühlet vermesini istediler. Onlar, Buzaha'da bulunan kabilenin diğer mensuplarını, Tuleyha'nın öldürmesinden korkuyorlardı. Adiy, durumu Halid'e bildirdi. O da onlara zaman tanıdı. Taylılar, Tuleyha'nın yanında bulunan akrabalarına haber gönderdiler. Onlar da oradan ayrılarak Halid'le birleştiler. Daha sonra Adiy'in teşebbüsü ile Cedileliler de İslâm'a dönüp Halid'e iltihak ettiler. Tay ve Cedilelilerden bin beşyüz kişinin iltihakıyla daha da güçlenen Halid, Buzaha'ya Tuleyha'nın üzerine yürüdü. Benu Amirliler etraftan, hangi tarafın galip geleceğini gözetlemekte idiler. Halid b. Velid Tuleyha ile savaşa tutuştu. Tuleyha'nın yanında Uyeyne b. Hısn komutasında yedi yüz kişilik Fezareli asker bulunmaktaydı. Savaşın şiddetlendiği bir sırada Uyeyne birkaç defa Tuleyha'nın yanına gidip kendisine Cebrail'in savaşın sonucu hakkında haber verip vermediğini sordu. Tuleyha sonunda ona; "Evet geldi ve bana; "bir gün düşmanlarınla karşılaşacaksın. Başlangıçta aleyhinde de olsa sonunda savaşı kazanacaksın. Değirmen gibi insan öğüten kanlı bir savaş... Ve işte unutamayacağın bir söz" diye haber getirdi" dedi. Uyeyne ona; "unutamayacağın bir sözmüş..." dedi ve askerlerine; "Ey Fezareliler! Bu adam bir yalancıdır. Savaşı bırakıp geri dönün" emrini verdiğinde adamları ona uydu. Savaşı kaybeden Tuleyha, atına binerek Suriye'ye kaçtı. Sonra da Kelb kabilesinin yanına gitti. Esed oğulları ve Gatafanlıların tekrar İslâm'a döndüğünü duyduğu zaman o da iman etti. Hz. Ebû Bekir (r.a.) vefat edinceye kadar, Kelblilerin arasında yaşamaya devam eden Tuleyha ancak onun vefatından sonra Medine'ye gitmiş ve Ömer’e (r.a.) bey'at etmişti. Tuleyha Hz. Ömer döneminde vukubulan Kadisiye ve daha sonraki savaşlarda akıl almaz kahramanlıklar göstermiş ve bu sefer gerçekten iman ettiği İslâm için hayatını sürekli tehlikelere atarak hizmet etmekten geri kalmamıştır.

Benû Âmir, Havâzin ve Suleymlilerin İrtidâdı: Benû Âmirler, Tuleyha'nın komutasında savaşan Esed ve Gatafanlıların durumunu gözetliyorlar ve tereddüt içinde bulunuyorlardı. Tuleyha mağlup olduğu zaman, Kurre b. Hubeyre, Kâ'b oğullarının; Alkame b. Ulase ise, Kilaboğullarının başına geçerek kendilerine katılan diğer kimselerle Kâ'boğulları arazisine gelerek kamp kurmuştu. Alkame, Rasûlullah (s.a.s.) zamanında müslüman olmuş, peşinden irtidat ederek Suriye'ye kaçmıştı. Onların irtidat haberi ve hazırlıkları Ebû Bekir’e (r.a.) ulaştığı zaman Ka'ka b. Amr'ı bir birlikle üzerlerine gönderdi. Ka'ka', Alkame'nin bulunduğu yere geldiği zaman, o kaçmayı tercih etti ve peşinden takip edenlerden kurtulmayı başardı. Ka'ka' ise, onun eşini, çocuklarını ve orada bulunan diğer kimseleri yakalayarak Medine'ye döndü. Onlar, Alkame'ye yardım etmediklerini, dolayısıyla irtidatla suçlanamayacaklarını ileri sürdüler. Ebû Bekir onları serbest bıraktı. Alkame de Medine'ye gelerek İslâm'a girdiğini açıkladı. [270]

Benû Âmirler ise Tuleyha'nın Buzaha bozgununu gördükleri vakit, birbirlerine; "Döndüğümüz dine girelim. Allah'a ve Rasûlüne iman edelim" dediler. Onlar Halid bin Velid'e giderek ona zekât vermek de dâhil İslâm'ın her rüknüne uyacaklarına dair bey'at ettiler. Ancak Halid, Esed, Gatafan, Tay, Suleym ve Âmirlerden, irtidat durumunda iken müslümanları yakarak öldüren, onlara müsle yapan ve İslâm'a düşmanlıkta bulunan kimselerin teslim edilmesinden önce bu kabilelere eman vermedi. Onlar Halid'in bu istediğini yerine getirip bu suçları işleyenleri ona teslim ettiler. O da müslümanlara karşı işledikleri cinâyetlerin benzerlerini onlara tatbik ederek cezalandırdı. [271]

 

 

Kur'ân-ı Kerim'de İrtidâd Kavramı

Kur'an'da irtidâd kelimesinin türediği kök olan r-d-d kelimesi ve türevleri toplam 60 yerde geçer. Kur’an’da, din hürriyeti temel hak ve özgürlüklerden kabul edilmiş, kimsenin zorla dine sokulması uygun görülmemiş, dinde zorlama olmadğı ilân edilmiştir.[272] Bunun yanında müslümanlardan, sahih bir iman ve ona yakışan sâlih amel istenmiş ve  müslümanlar olarak can vermeleri emredilmiştir.[273] Kitabın/dinin bir kısmını kabul edip bir kısmını reddetmek şirk veya irtidâd kabul edilmiştir. [274] 

İrtidâd ile ilgili âyetlerde, irtidâdın dünyevî cezasından hiçbir şekilde bahsedilmemiş, uhrevî cezalar dile getirilmiştir. İnsan, sonucuna katlanmak şartıyla dilediği dine girebilir, dilediği şekilde yaşayabilir. Hak dinden dönen kimselerin amellerinin/yaptıkları iyiliklerin dünyada da âhirette de boşa gideceği vurgulanır.[275] Bütün amelleri, İslâm inancına sahip iken yaptıkları hasenâtın hepsi, dünyada ve âhirette bâtıl olur, boşa gider; telâfîsi kabil olmayacak bir sûrette tutulur, yani bütün çalışmaları heder olur. İman ettikten sonra kâfirliğe sapıp sonra inkârcılıkta/küfürde daha da ileri gidenlerin tevbeleri, asla kabul edilmeyecektir.[276] İslâm’dan başka bir din arayan kimseden (böyle bir din) asla kabul edilmeyecek ve o, âhirette ziyan edenlerden olacaktır. Mürtedlere Allah’ın hidâyet nasip etmeyeceği vurgulanır. Bunların cezâsı olarak, Allah’ın, meleklerin ve bütün insanlığın lâneti onların üzerinedir. Onların azapları hafifletilmez; âhirette yüzlerine de bakılmaz.[277] Kâfirler ve özellikle ehl-i kitaptan çoğu, mü’minleri imanından vazgeçirip küfre döndürmek isterler.[278] O yüzden onlara uymak, mürtedliğe kapı açar.[279] Onlar eğer güçleri yeterse, mü’minleri dinlerinden döndürünceye kadar onlara karşı savaşırlar. [280]

Mürtedlere şeytan günah işlemeyi kolaylaştırmış ve onları uzun emellere, arzulara düşürmüştür.[281] Büyük günahları işlemeyi onlara önemsiz ve kolay göstermiş, emellerini ve kuruntularını çoğaltmış, kendilerinin çok ömür süreceklerini onlara telkin etmiştir. [282]

Kur’ân-ı Kerim’de irtidâd, mâhiyet ve vasıf değişikliği ile hal ifade eden dönüş mânâlarında kullanılmıştır. Küfre dönüşün acıklı sonunu tasvir eder ve gayr-ı müslimlere itaatin mü’minleri küfre ve dolayısıyla irtidâda götüreceği haber verilir. Bu, tatbik edilen sosyal nizam, ekonomik sistem ve genel kabul gören dünya görüşü için de böyledir. Eğer bir toplum, kendi dünya görüşünü, sosyal, ekonomik ve siyasal sistemini İslâm’dan seçmiyorsa, o toplum câhiliyye toplumudur ve tümüyle küfür içindedir. Eğer önceleri müslüman iken sonradan bu duruma düştüler ise mürted bir toplumdur.

“...Yoksa siz Kitab’ın bir kısmına iman edip bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Sizden öyle davrananların cezâsı, ancak, dünya hayatında rezillik/rüsvaylıktır. Kıyâmet gününde ise en şiddetli azâba itilmektir. Allah, sizin yapmakta olduklarınızdan asla gâfil değildir.” [283]

“...Kim imanı küfre değişirse, şüphesiz dümdüz yoldan sapmış olur.” [284]

“Ehl-i kitaptan çoğu, hak ve doğru olan kendilerine apaçık belli olduktan sonra sırf içlerindeki kıskançlıktan ötürü sizi imanınızdan vazgeçirip küfre döndürmek isterler...” [285]

“Sana haram aydan ve onda savaşmanın doğru olup olmadığından soruyorlar. De ki: ‘Haram ayda savaşmak büyük bir günahtır. Ancak, (insanları) Allah yolundan çevirmek, Allah’ı inkâr etmek, Mescid-i Haram’ın ziyaretine mâni olmak ve halkını oradan çıkarmak; bunlar Allah katında daha büyük bir günahtır. Onlar eğer güçleri yeterse, sizi dininizden döndürünceye kadar size karşı savaşa devam ederler. Sizden kim, dininden irtidâd edip döner de kâfir olarak ölürse, onların yaptıkları işler dünyada da âhirette de geçersiz sayılmıştır. Onlar cehennemliktir ve orada devamlı kalırlar.” [286]

“Dinde ikrâh/zorlama yoktur. Çünkü doğruluk, sapıklık ve eğrilikten ayırt edilmiştir. O halde kim tâğutu inkâr edip Allah’a iman ederse, hiçbir zaman kopmayan sağlam bir kulpa yapışmıştır. Allah (her şeyi) işitir ve bilir.” [287]

 

“Kim İslâm’dan başka bir din ararsa, bilsin ki, kendisinden (böyle bir din) asla kabul edilmeyecek ve o, âhirette ziyan edenlerden olacaktır. İman ettikten, Rasûl’ün hak olduğuna şehâdet ettikten ve kendilerine apaçık deliller geldikten sonra inkârcılığa sapıp kâfir olan bir topluluğa Allah nasıl hidâyet nasip eder? Allah zâlimler topluluğunu doğru yola iletmez. İşte onların cezâsı: Allah’ın, meleklerin ve bütün insanlığın lâneti onların üzerinedir. Bu lânette ebedî gömülüp gidecekler. Zira onların azapları hafifletilmez; yüzlerine de bakılmaz. Ancak, bundan sonra tevbe edip ıslah olanlar/yola gelenler başka. Çünkü Allah, çok bağışlayıcı ve merhametlidir. İman ettikten sonra kâfirliğe sapıp sonra inkârcılıkta/küfürde daha da ileri gidenlerin tevbeleri asla kabul edilmeyecektir. Ve işte onlar, sapıkların ta kendisidirler. Gerçekten, inkâr edip kâfir olarak ölenler var ya, onların hiçbirinden -dünya dolusu altını fidye olarak verecek olsa dahi- kabul edilmeyecektir. Onlar için acı bir azap vardır; hiç yardımcıları da yoktur.” [288]

“Ey iman edenler! Kendilerine Kitap verilenlerden bir gruba uyarsanız, imanınızdan sonra sizi çevirip (irtidat ettirip) kâfirler haline getirirler.” [289]

“Ey iman edenler! Allah’tan, O’na yaraşır şekilde, hakkıyla korkun ve ancak müslümanlar olarak can verin.” [290]

“Kendilerine apaçık deliller geldikten sonra parçalanıp ayrılığa düşenler gibi olmayın. İşte bunlar için pek büyük bir azap vardır. Nice yüzlerin ağardığı, nice yüzlerin de karardığı günü (düşünün). Şimdi, yüzleri kararanlara, ‘inanmanızdan sonra kâfir mi oldunuz? Öyleyse inkâr etmiş olmanız yüzünden tadın azâbı!’ (denilir.)” [291]

“Ey iman edenler! Eğer kâfirlere uyarsanız, sizi eski dininize geri çevirirler; o takdirde büsbütün kaybedersiniz.” [292]

 

“Alllah, kendisine şirk/ortak koşulmasını asla bağışlamaz; bundan başkasını dilediği kimse için bağışlar. Allah’a şirk/ortak koşan kimse büyük bir günah (ile) iftira etmiş olur.” [293]

“Sana indirilene ve senden önce indirilenlere inandıklarını ileri sürenleri görmedin mi? Zira tâğûta inanmamaları/küfretmeleri kendilerine emrolunduğu halde, tâğutun önünde muhâkemeleşmek, onun hükümleriyle hükmetmek istiyorlar. Hâlbuki şeytan onları büsbütün saptırmak istiyor.” [294]

“İman edip sonra inkâr edip kâfir olanları, sonra yine iman edip tekrar küfre girenleri, sonra da inkârlarını arttıranları Allah ne bağışlayacak ne de onları doğru yola iletecektir.” [295]

 

“O Kitap’ta size indirmiştir ki: Allah’ın âyetlerinin inkâr edildiğini, yahut onlarla alay edildiğini işittiğiniz zaman, onlar bundan başka bir söze dalıncaya kadar kâfirlerle beraber oturmayın; yoksa siz de onlar gibi olursunuz. Elbette Allah, münâfıkları ve kâfirleri cehennemde bir araya getirecektir.” [296]

“...Kim Allah’ın indirdiği (hükümler) ile hükmetmezse işte onlar kâfirlerin ta kendileridir.” [297]

“Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse (bilsin ki); Allah, sevdiği ve kendisini seven, mü’minlere karşı alçak gönüllü (şefkatli), kâfirlere karşı aziz/onurlu ve zorlu bir toplum getirecektir. (Bunlar) Allah yolunda cihad ederler ve hiçbir kınayanın kınamasından korkmazlar (hiçbir kimsenin kınamasına aldırmazlar). Bu, Allah’ın, dilediğine verdiği lutfudur. Allah’ın lutfu ve ilmi geniştir.” [298]

“Âyetlerimiz hakkında (ileri geri konuşmaya) dalanları gördüğünde, onlar başka bir söze geçinceye kadar onlardan uzak ol (meclislerini terk et). Eğer şeytan sana unutturursa, hatırladıktan sonra (hemen kalk) o zâlimler topluluğu ile oturma. (Allah’ın azâbından) korunanlara, inanmayanların hesabından herhangi bir sorumluluk yoktur. Lâkin onlara doğruyu hatırlatın. Umulur ki, korunurlar. Dinlerini bir oyuncak ve bir eğlence edinen, böylece kendilerini dünya hayatı aldatmış olan kimseleri (kendi hallerine) bırak. Sen yalnız Kur’an’la nasihat et ki, hiçbir kimse kazandığı (günah) yüzünden helâke sürüklenmesin. Onun Allah’tan başka ne bir dostu ne de bir şefaatçisi vardır. O, bütün varını fidye olarak verse, yine de ondan alınmaz (kabul olunmaz). Onlar kazandıkları (günahlar) yüzünden helâke sürüklenmiş kimselerdir. İnkâr etmekte oldukları gerçeklerden ötürü onlar için kaynar sudan ibâret bir içecek ve acıklı bir azap vardır. De ki: ‘Allah’ı bırakıp da bize fayda ya da zarar veremeyecek olan putlara mı tapalım? Allah bizi doğru yola ilettikten sonra, şeytanların saptırıp şaşkın olarak çöle düşürmek istedikleri, arkadaşlarının ise: ‘Bize gel!’ diye doğru yola çağırdıkları şaşkın kimse gibi ökçelerimizin üzerinde irtidat edip gerisin geri (küfür ve şaşkınlığa) mı döndürüleceğiz?’ Allah’ın (gösterdiği hidâyet) yolu, doğru yolun ta kendisidir. Ve bize âlemlerin Rabbine teslim olmamız emrolundu.” [299]

“Eğer Rabbin dileseydi, yeryüzündekilerin hepsi elbette iman ederlerdi. O halde sen, iman etmeleri için insanları zorluyor musun? Allah’ın izni olmadan hiç kimse iman etmez. O, murdarlık (azâbını), akıllarını kullanmayanlara verir.” [300]

“Sakın, Allah’ı zâlimlerin yaptıklarından habersiz sanma. Şu kadar var ki, Allah onları (cezâlandırmayı), gözlerin şaşkınlıktan bakakalacağı bir güne erteliyor.” [301]

“Kalbi iman ile mutmain olduğu halde (dinden dönmeye) ikrâh olunan/zorlanan hâriç, kim, iman ettikten sonra Allah’ı inkâr ederse (ona Allah’ın gazabı vardır). Ama kim, kâfirliğe göğüs açarsa, onların üzerine Allah’tan bir gazap ve onlara büyük bir azap vardır.” [302]

“Ve de ki: ‘Hak, Rabbinizdendir. Öyle ise dileyen iman etsin, dileyen inkâr edip kâfir olsun. Biz, zâlimlere öyle bir cehennem hazırladık ki, onun duvarları kendilerini çepeçevre kuşatmıştır...” [303]

 

“Onlar, boş söz işittikleri zaman, ondan yüz çevirirler ve ‘bizim amellerimiz/işlerimiz bize, sizin amelleriniz size; size selâm olsun. Biz kendini bilmezleri (arkadaş edinmek) istemeyiz’ derler. Sen sevdiğini hidâyete erdiremezsin; bilâkis, Allah dilediğine hidâyet verir ve hidâyete girecek olanları en iyi O bilir.” [304]  

 

“İşte onun için sen (tevhide) dâvet et ve emrolunduğun gibi dosdoğru ol. Onların kötü arzularına uyma ve de ki: ‘Ben Allah’ın Kitap’tan indirdiğine inandım ve aranızda adâleti gerçekleştirmekle emrolundum. Allah bizim de Rabbimiz, sizin de Rabbinizdir. Bizim işlediklerimiz bize, sizin işledikleriniz de sizedir. Bizimle sizin aranızda tartışmayı gerektiren bir durum yoktur. Allah hepimizi bir araya toplar, dönüş de O’nadır.” [305]

 

“Şüphesiz ki kendilerine hidâyet/doğru yol belli olduktan sonra, ona arka dönüp mürted olanları, şeytan sürüklemiş ve kendilerine ümit vermiştir. Bunun sebebi; onların, Allah’ın indirdiğinden hoşlanmayanlara ‘bazı hususlarda size itaat edeceğiz’ demeleridir. Oysa Allah, onların gizlediklerini biliyor. Ya melekler onların yüzlerine ve sırtlarına vurarak canlarını alırken durumları nasıl olacak? Ona sebep, onların Allah’ı gazaplandıran şeylerin ardınca gitmeleri ve O’nu râzı edecek şeylerden hoşlanmamalarıdır. Bu yüzden Allah onların işlerini boşa çıkarmıştır. Kalplerinde hastalık olanlar, yoksa Allah’ın kendilerine besledikleri kinlerini ortaya çıkarmayacağını mı sandılar? Biz isteseydik onları sana gösterirdik de, sen onları yüzlerinden tanırdın. Andolsun ki sen onları, konuşma üslûplarından tanırsın. Allah bütün işlediklerinizi bilir.” [306]

 

“İnkâr edip kâfir olanlar, Allah yolundan alıkoyanlar ve kendilerine doğru yol belli olduktan sonra Peygamber’e karşı gelenler, Allah’a hiçbir zarar veremezler. Hâlbuki Allah onların yaptıklarını boşa çıkaracaktır.” [307]

“İnkâr edip Allah yolundan alıkoyanları ve sonra da kâfir olarak ölenleri Allah asla bağışlamaz.” [308]

 

“...Sen onların üzerinde bir cebbâr/zorlayıcı değilsin, sadece tehdîdimden korkanlara Kur’an’la öğüt ver.” [309]

“Sizin dininiz size, benim dinim bana.” [310]

 

 

Bir Tefsirden İktibas

"Onlar yapabilseler sizi dininizden döndürünceye kadar sizinle savaşmaya devam ederler." Bu açıklama herşeyi bilen ve herşeyin içyüzünden haberdar olan Allah'tan gelen doğru bir tespittir. Burada kötülüğe ve müslümanları dinlerinden koparmaya yönelik iğrenç bir ısrar açığa vuruluyor. Bu ısrarlı çaba, İslâm düşmanlarının sürekli hedefleri olmuştur. Bu çaba nerede ve hangi zaman diliminde olursa olsun müslüman cemaatin düşmanlarının değişmez amacıdır. İslâm'ın yeryüzündeki varlığı, bu dinin düşmanları, her dönemdeki İslâm cemaatinin düşmanları için başlı başına bir kin ve korku kaynağı olmuştur. Başlı başına İslâm onları rahatsız ediyor, korkutuyor, kinlerini kabartıyor. İslâm o kadar güçlü, o kadar sağlam bir dindir ki, bütün Batı taraftarları ondan korkuyor, bütün haydutlar ondan ürküyor ve bütün bozguncular (müfsitler) ona karşı antipati duyuyor. İslâm gerek başlı başına gerek içerdiği apaçık hakk, gerek tutarlı sistemi ve gerekse sağlıklı sosyal düzeni ile doğrudan doğruya somut bir savaştır; o bütün bu nitelikleri ile batıla, haydutluğa, zulme ve bozgunculuğa karşı doğrudan doğruya somut bir savaştır. Bundan dolayı batıl taraftarları, haydutlar, bozguncular onun varlığına katlanamıyorlar. Bu yüzden müslümanların karşısında hep pusudadırlar, onları dinlerinden koparmak, kâfirliğe döndürmek için yanıp tutuşurlar. Kâfirlik olsun da hangi türü olursa olsun, onlar için fark etmez. Zira yeryüzünde bu dine inanan, bu sistemin izinden giden, bu düzeni yaşayan bir tek müslüman cemaat varken batıl düzenlerinin yaşayacağına, haydutluklarının ve bozgunculuklarının devam edebileceğine güvenemiyorlar.

Bu İslâm düşmanlarının savaş metodları ve savaş araçları zamanla farklılaşır, fakat hedef hiçbir zaman değişmez. Bu hedef, gerçek müslümanları dinlerinden döndürmektir. Ne zaman ellerindeki silâhlardan biri kırılsa, bozulsa başka bir silah çekerler. Ne zaman ellerindeki silâhlardan biri körelse, etkisini yitirse bir başkasını bilerler.

Her şeyi bilen ve her şeyden haberdar olan yüce Allah'ın vermiş olduğu bu doğru haber karşımızdadır, müslüman cemaati bu düşmanlara teslim olmamaları hususunda uyarıyor, onlara tehlikenin büyüklüğünü gösteriyor, onları düşmanların oyunları karşısında direnmeye, savaşın zorluklarına dayanmaya çağırıyor. Aksi halde karşılaşılacak sonuç dünya ve âhiret hüsranı zararıdır, hiçbir mazeretin ve hiçbir gerekçenin önleyemeyeceği bir azaptır:

"Sizden kim dininden döner de kâfir olarak ölürse böylelerinin bütün yaptıkları dünyada da âhirette de boşa gider. Bunlar Cehennemliktirler ve orada ebedi olarak kalacaklardır." Burada geçen "Hubut" kelimesi, merada otlayan bir devenin zararlı bir ot yemesi sonucunda önce şişip arkasından ölmesini anlatan bir deyimden türemedir. Kur'an-ı Kerim, burada bu kelime ile insanın işlediği amellerin önce kabarıp sonra yok oluvermeleri olayını anlatmak istiyor. Görüldüğü gibi bu kelimenin somut anlamı ile soyut anlamı arasında sıkı bir uyum var. Yani batıl amelin önce kabarması, görüntüsünün şişmesi, sonunda ise ortadan çekilip yokluğa karışması olayı ile zehirli ot yiyen devenin şişmesi ve bu şişkinlik sonunda patlayıp ölmesi olayı arasında sıkı bir çağrışım vardır.

Kim İslâm'ı taddıktan, onu tanıdıktan sonra baskı ve caydırma darbeleri altında bu dinden dönerse -uğradığı baskının ve karşılaştığı caydırma girişimlerinin çapı ne olursa olsun- yüce Allah tarafından belirlenen akıbeti budur. Yani amellerinin hem dünyada ve hem de ahirette boşa gitmesi, buna ek olarak da hiç bitmeyecek bir Cehennem azabına çarpılmasıdır.

İslâm'ın tadına varan, onu tammış olan bir kalp, gerçek anlamda asla ondan dönemez, vazgeçemez. Bu dönüşün söz konusu olabilmesi için o kalbin düzelmez, ıslâh olmaz derecede bozulması gerekir. Yalnız, insan takatını aşan ağır işkence karşısında görünüşte taviz verilerek başvurulan korunma önlemi (takıyye) bu sözümüzün dışındadır. Zira yüce Allah merhametli olduğu için insanın dayanma gücünü aşan işkence karşısında müslümana dinini bırakmış gibi davranarak canını kurtarma izni verdi. Fakat bu zor durumda müslümanın kalbi İslâm'a bağlılığını sürdürmeli, imanını seve seve korumalıdır. Başka bir deyimle bu durumda müslümana verilen müsaade, gerçekten kâfir olma, (Allah korusun) sahici bir "dininden dönme" müsaadesi değildir.

Yüce Allah'ın bu uyarısı dünyanın son anına, Kıyamet gününe kadar geçerlidir. Hiçbir müslüman işkenceye, çeşitli caydırma girişimlerine boyun eğerek dinini, Allah'a kesin bağlılığını bırakmakta, imanından ve İslâm'a bağlılığından dönmekte mazur sayılamaz. Yapılması gereken şey cihaddır, mücadeledir, yüce Allah bir çıkış yolu gösterinceye kadar sabretmek, direnmektir. Hiç kuşkusuz yüce Allah kendisine inanan ve O'nun yolunda işkencelere maruz kalan kullarını yüzüstü bırakmaz. O, onları, fedakârlıklarına karşılık olarak iki güzel sonuçtan biri ile; ya zafer ya da şehitlik ile ödüllendirecektir. [311]

 

Hadis-i Şeriflerde İrtidât Kavramı

Abdullah İbn Abbâs'ın, güvenilirliği çok tartışmalı âzâdlı kölesi İkrime'den gelen rivâyete göre, eğer doğruysa Hz. Ali, kendisine tanrı diyenleri yahut zındıkları veya gizlice putlara tapanları ateş dolu hendeklere attırıp yaktırmış. Bunu duyan Abdullah İbn Abbâs: "Ben olsaydım, onları yakmazdım. Çünkü Peygamber (s.a.s.), "Allah'ın azâbıyla azâb etmeyiniz!" buyurmuştur. Ben onları öldürürdüm. Çünkü Peygamber (s.a.s.): "Dinden döneni öldürünüz!" buyurmuştur. [312] 

“İnsanlar ‘Allah’tan başka ilâh yoktur, Muhammed O’nun rasûlüdür’  deyinceye kadar kendileriyle savaşmaya emrolundum. Ne zaman bunu söylerlerse kanlarını ve mallarını benden korumuş olurlar. Ancak dinî cezalar müstesna; iç yüzlerinin hesâbı/muhâsebesi ise Allah'a aittir.” [313]

Abdullah bin Mes’ûd dedi ki: “Rasûlullah (s.a.s.) bize karşı yaptığı bir konuşmasında dedi ki: “Kendisinden başka ilâh olmayan (Allah) hakkı için söylüyorum: Allah’tan başka hiçbir ilâh bulunmadığına, benim de Allah’ın peygamberi olduğuma şehâdet eden bir kimsenin kanı ancak şu üç şeyden biri dolayısıyla helâl olur: İslâm’ı terkedip İslâm cemaatinden ayrılan, evli olduğu halde zinâ eden ve birisini öldürdüğü için (kısas cezâsı olarak) öldürülmesi gereken.” [314] 

Hâlid bin Velîd, "Nice namaz kılan var ki, kalbinde olmayanı söylüyor (inanmış görünüyor)" gerekçesiyle kısmeti (ganimet taksimini) kabul etmeyen bir kişiyi öldürmek için izin isteyince Allah'ın Rasûlü: "Bana insanların kalbini yarıp karınlarını deşip imanlarını araştırmam emredilmedi' buyurmuştur.[315] Bir rivâyette Peygamber (s.a.s.): "Bırak şunun boynunu vurayım" diyen kimseye, "Hayır, ben ashâbımı öldürmem!" demiştir. [316] 

Ebû Mûsâ el-Eş’arî’den rivâyete göre, (Yemen’de vali iken) bir adam önce İslâm’a girmiş, sonra da yahûdiliği kabul etmişti. (Muâz bin Cebel) dedi ki: “Allah’ın ve Rasûlünün hükmü gereğince onu öldürmedikçe oturmayacağım.” [317]

 

"Kâfir müslümana, müslüman da kafire mirasçı olamaz." [318]

"İki millet (mü'min ve kâfir) arasında miras yoktur." [319]

“…Her kim ‘Lâ ilâhe illâllah’ der ve Allah’tan başka tapınılan şeyleri reddederse, onun malına ve canına haksız yere dokunmak haram olur. Hesabı Allah’a kalmıştır.” [320]

"Allah'tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed'in O'nun Rasûlü olduğuna şehâdet eden kimseye Allah ateşi haram kılmıştır." [321]

Ebû Zer’in (r.a.) rivâyet ettiğine göre Peygamberimiz (s.a.s.) şöyle buyurdu: “Cebrail (a.s.) bana gelerek; ‘Ümmetinden kim Allah’a herhangi bir şeyi şirk koşmadan ölürse cennete girer müjdesini verdi.” Ben, (hayretle) ‘zina ve hırsızlık yapsa da mı?’ diye sordum. “Evet, hırsızlık etse de, zina yapsa da” cevabını verdi. Ben tekrar: ‘Yani hırsızlık etse, zina yapsa da ha?’ dedim. “Evet, bunları yapsa da (Cennete girecektir)” buyurdu. Ben aynı soruyu dördüncü defa sorunca; “Ebû Zerr’in burnu kırılsa (patlasa) da Cennete girecektir” buyurdu. [322]        

"Allah'a inanıp, O'na hiç bir şeyi ortak koşmayan Cennet'e girmiştir. Allah'a inanıp da, O'na şirk koşan ise Cehenneme girmiştir." [323]

“Ümmetimle ilgili olarak korktuklarımın en korkutucusu Allah’a şirk/ortak koşmalarıdır. Dikkat edin; ben size ‘onlar aya, güneşe ve puta tapacaklar’ demiyorum. Fakat onlar (hâkimiyet hakkını bazı fertlerde, zümrelerde meclis ve toplumlarda görecekler), Allah’tan başkasının emirlerine ve arzularına göre iş yapacaklardır.” [324]      

"Bir adam kardeşine "ey kâfir" derse, bu söz ikisinden biri için mutlaka gerçekleşir" [325]

"Üç kişiden hesap sorma kaldırılmıştır: Aklını kaybetmiş kimse akıllanana kadar; uyuyan uyanana kadar ve çocuk, bulûğa erene kadar. Bu üç zümreden kalem kaldırılmıştır ve yaptıklarından sorumlu tutulmazlar." [326]

"Allah, ümmetimden hata, unutma ve zorlanma ile yaptığı şeylerden sorumluluğu kaldırdı." [327]

 

Mürtede Verilecek Dünyevî Cezânın Tahlili

Fıkıh bilginlerinin çoğuna ve geleneksel anlayışa göre mürtedin cezası, ölümdür. Dinden dönmenin cezâsının idam olduğuna hükmedenlerin dayandığı delilleri şöyle özetleyebiliriz: “...Sizden kim, dininden döner de kâfir olarak ölürse, onların yaptıkları işler dünyada da âhirette de geçersiz sayılmıştır. Onlar cehennemliktir ve orada devamlı kalırlar.” [328]

İbn Abbâs’tan rivâyet edilen bir hadise göre Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Men beddele dînehû fa’ktulûhu -Kim dinini değiştirirse, onu öldürün-!” [329]  

Fakîhler, yukarıdaki âyet ve hadise dayanarak mürteddin idam edilmesinin gerektiğini kabul etmişlerdir. Hanefî hukukçu Serahsî, mürteddin öldürülmesinin asıl dayanağı: “Bedevîlerden (Hudeybiye seferinden) geri kalmış olanlara de ki: ‘Siz yakında çok kuvvetli bir kavme karşı savaşmaya çağrılacaksınız. Onlarla savaşırsınız veya müslüman olurlar. Eğer itaat ederseniz, Allah size güzel bir mükâfat verir. Ama önceden döndüğünüz gibi yine dönecek olursanız sizi acıklı bir azâba uğratır.” [330]

Rahatlıkla görülebileceği gibi, bu iki âyette de dinden dönenin öldürüleceğine dair açık bir hüküm yoktur. Kur’ân-ı Kerim’de dinden dönme ile ilgili[331] yanında başka âyetler de vardır. Bunları, yukarıda gördük. Ancak bunlardan hiçbiri dünya hayatında verilmesi gereken bir cezâdan bahsetmemektedir. Sadece âhirette uğrayacakları cezâdan bahsetmektedir. Bu da, cehennem ateşi ile, ziyana uğramak ve yapılan amellerin yok olup gitmesidir.[332] Ancak bu âyetlerde de dünyevî cezâdan bahsedilmemektedir.   

Hadis rivâyeti konusunda, aşağıda belirtilecek çok önemli tenkitler yapılmış ve bunun sahih olamayacağı, en çok da bir sahâbî görüşü olduğu değerlendirmesi yapılmıştır. Hadis-i şerif, sahih olmuş olsa bile, âhad hadistir. Birçok ilim adamına göre, hadler âhad haberle sâbit olmamaktadır. Şâyet, âhad haberle hadler sâbit olsa bile, burada mürtedden kastedilen, onun mücerred olarak İslâm’dan ayrılması, küfrü benimsemesi değildir.

Abdülkerim Zeydan, bu konuda şunları söyler: “Dinden dönen kimseye uygulanan cezayı inanç özgürlüğüne getirilmiş bir kısıtlama gibi görenler yanılmaktadır. Bunun inanç hürriyeti ile hiçbir ilgisi yoktur. Çünkü irtidâd, bilindiği gibi, bir müslümanın dinden dönmesidir. Bu nedenle karşımızda suç işleyen müslüman vardır; dininden, inancından zorla çıkarılan bir hıristiyan veya yahûdi değil. Zaten kimsenin dininden zorla çıkarılamayacağı Kur'an teminatı altındadır. Eğer insanlar zorla İslâm dinine sokulabilseydi, İslâm hukukunda zimmet akdi (zimmîlerle ilgili hükümler) meşrû görülmezdi. Ayrıca, mürtedin dinden çıktığını herhangi bir şekilde ilân etmesi gerekir. Aksi takdirde onun dinden döndüğüne hükmedilemez. Çünkü o takdirde bu kişi mürted değil; münâfık sayılır. Böylece mürtedin dinden çıkışını ilân etmesi, bir başka suç teşkil eder. Çünkü bu ilânda, ümmetin inancını alaya alma vardır, İslâm nizamını hiçe sayma vardır. Ayrıca mürted, bu davranışıyla kendisi gibi olanları bu yola teşvik etmiş olur. En azından zayıf inançlı kişilerin kalplerine şüphe tohumlarını ekmiş olur. Bütün bunlar, toplumun sarsılmasına ve İslâm nizamının zedelenmesine sebebiyet verir. Bunlar büyük suçlardır. Bu suçların önlenmesi, ancak mürtede verilecek ceza ile mümkün olur. İslâm hukukunda (bu şekilde savaşçı konumunda olan) mürtede ölüm cezası öngörülmüştür. Çünkü İslâm nizamını bozucu (ve onu yıkmayı hedefleyen) davranışta bulunmak çok büyük bir suçtur.

Nitekim bazı davranışlar, çok kötü sonuçlar verdiği için cezası da ona göre ağırdır, bunda garipsenecek bir şey de yoktur. Meselâ devletle orduya erzak temin etmek üzere anlaşan bir insanın, tam savaş sırasında kasden ordunun erzâkını kesmesi, onun idamı için yeterlidir. Çünkü yaptığı hareket basit gibi görünse de korkunç sonuçlar doğuracağı için cezası da büyük olur. Bir başka örnek; bir bebeği emzirmeyi üzerine alan bir kadın kasden yavruyu emzirmez ve bundan dolayı çocuk ölürse, bazı hukukçulara göre, kadının cezası idamdır. Böyle bir durumda kadın, "önce kabul ettim, sonra fikrimi değiştirdim, fikrimi değiştirme, fikir özgürlü hakkım yok mu?" diyebilir mi? Bununla birlikte, İslâm hukuku, mürtedin suçunun büyüklüğüne rağmen, ona üç gün mühlet vermeyi gerekli görmüştür. Bu müddet içinde pişman olursa cezası düşer. Bütün bunlara rağmen "mürtedi cezalandırmada inanç hürriyetinin kısıtlanması vardır" denilebilir mi? Hayır, denilemez!” [333]

Abdülkerim Osman ise şu tesbitlerde bulunur: “Şu kadarını söylemeliyiz ki; Dinden çıkma ile, dine karşı çıkma arasında fark vardır. Dinden çıkma, genellikle fert bazında olur. Oysa dine karşı çıkma, daha çok topluca olur; tıpkı Rasûlullah dönemindeki yahûdi gruplar ile Hz. Ebûbekir dönemindeki Arap mürtedler gibi. İkinci olarak, bir fiili yasaklamak ile o fiilin karşılığında bir ceza koymak arasında fark vardır. Mürtedin cezası had değil; tâzirdir, bu cezanın şekli, veliyyü'l-emrin (İslâm devlet başkanının) kararına bırakılmıştır. İbn Kayyım'a göre, mürtedin cezasının İslâm'daki inanç hürriyeti ile ilgisi yoktur; bu, siyasî bir husustur. Bundan maksat, müslümanları ve İslâm devletinin nizamını düşman saldırılarından korumaktır.” [334]  

 

İrtidadın Dünyevî Cezası Yoktur Diyenlerin Delilleri

Günümüzde Kur'an etrafında oluşturulan problemlerin büyük bir kısmını, Kur'an dışı rivâyetlerle yanlış olarak elde edilen yorumlar teşkil eder. Örnek vermek gerekirse; Kur'an'da mürtedd'in (İslâm'dan, başka bir dine dönenin) öldürüleceğini emreden hiçbir nass mevcut değilken; bu hüküm âdeta tartışmasız bir İslâmî ceza olarak kabul edilmiştir. Oysa böyle bir hüküm, birçokları meyanında[335]; "Dinde zorlama yoktur..."[336] âyetine de aykırı düşmektedir.

Hz. Peygamber sonrası uygulama ve ictihadlardan yararlanmak gerektiği halde, dogmalaştırılıp İslâm haline getirilmesi, din anlayışlarımızla ilgili promberlerin çoğunu teşkil etmektedir. Öncelikle Kur'an dışı rivâyetleri, Kur'an'ın önüne geçirmemek, ona tahakküm ettirmemek sûretiyle birçok problem bertaraf edilmiş olur. Geriye kalan problemler ise, Kur'an'ın doğru anlaşılmasına dayanan problemlerdir. [337]   

İrtidad, büyük bir günah olmakla beraber Kur'ân-ı Kerim'de buna dinî bir cezâ (önleyici bir yaptırım) konmamıştır. Çünkü iman gönül işidir; zorlama ile olmaz. Dinden dönen, içinden inkâr ediyorsa dil ile inandığını söylese bile gerçekte mü'min değildir. Öyle ise dinden dönen kimse, zorla dine sokulamaz. "Dinde ikrâh yoktur!"[338] İrtidâd edenin öldürüleceği hakkında rivâyetler varsa da Kur'an'a ters olan bu rivâyetlerin bir değeri yoktur. 

İrtidâd Allah'a karşı işlenen bir suç olduğundan buna bir cezâ belirlenmemiş, diğer tür dinî hükümler gibi cezâsı âhirette Allah'ın hükmüne bırakılmıştır. Mürteddin öldürüleceği hakkındaki bazı görüşler dinin değil; insanların kendi kanaatleridir. Kur'an bu konuda bir cezâ belirtmemiştir.

Mürteddin öldürüleceğine dair bazı zayıf rivâyetler vardır ki, bunlar hadisten çok, sahâbî sözü (eser) olarak aktarılmıştır. Abdullah İbn Abbâs'ın, güvenilirliği çok tartışmalı âzâdlı kölesi İkrime'den gelen rivâyete göre güya Hz. Ali, kendisine tanrı diyenleri yahut zındıkları veya gizlice putlara tapanları ateş dolu hendeklere attırıp yaktırmış. Bunu duyan Abdullah İbn Abbâs: "Ben olsaydım, onları yakmazdım. Çünkü Peygamber (s.a.s.), "Allah'ın azâbıyla azâb etmeyiniz!" buyurmuştur. Ben onları öldürürdüm. Çünkü Peygamber (s.a.s.): "Dinden döneni öldürünüz!" buyurmuştur. [339] 

Bu rivâyet çelişkilerle doludur. Çünkü önce rivâyetten Peygamber döneminde henüz bir çocuk olan Abdullah İbn Abbâs'ın, mürteddin hükümlerini, Peygamber döneminde icraatın içinde yoğrulmuş Hz. Ali'den daha iyi bildiği anlaşılmaktadır. Bu, mantıklı değildir. İkinci olarak Abdullah İbn Abbâs, Hz. Ali döneminde Kûfe'de Hz. Ali'nin yanında idi. Hz. Ali'nin çukurlar eştirmesi, bu çukurlara doldurduğu yakıtları ateşleyip bu insanları ateş hendeklerine attırıp yaktırması, toplumdan gizli kalacak bir şey değildir. Abdullah da muhakkak ki orada idi ve olayı görüyordu. Eğer böyle bir uygulama olsaydı, bu konuda düşüncesini Hz. Ali'ye söyleyebilir, onu bu korkunç uygulamadan caydırabilirdi.

Ayrıca bu rivâyetlerde ateşte yakılanların kimliği de değişmektedir. Bir rivâyette Ali'nin yaktırdığı kişiler zındıklar (gizli Mani dini bağlıları), bir rivâyette gizlice putlara tapan fakat müslüman görünen kişiler, bir diğer rivâyette de Ali'nin Tanrı olduğunu söyleyen Yemen'li Abdullah İbn Sebe' ve adamlarıdır.

Aslında birçok yazarın allandıra ballandıra fitne olaylarının kaynağı olarak gördükleri bu Abdullah İbn Sebe', gerçekte efsânevî bir kişidir, tarihî bir kişi değildir. Bu olayların altında hep bir yabancı parmağı arama alışkanlığındaki kişilerin ürettiği sanal bir kişidir. Yüz elli Uydurma Sahâbî adlı kitabın yazarı, bu kişinin uydurma bir kişi olduğunu ispatlamaktadır.  

Kimi rivâyette Hz. Ali bunları yakmamış, hendeklere attırıp üstlerine duman salarak boğdurmuş; kimi rivâyette de bunları önce hapsetmiş, bunlara ne yapmak gerektiğini adamlarına danışmış. Adamları bunların öldürülmesini önermişlerse de Hz. Ali: 'Hayır, ben bunlara, babamız İbrâhim'e uygulanan cezâyı uygulayacağım!' demiş ve öyle yapmış.[340] Sanki Hz. Ali, Hz. İbrâhim'in ateşe atılmasını yerinde bir cezâ görmüş ki zorba kâfirlerin, tevhid imamına uyguladıkları o tüyler ürpertici cezâyı, bu zavallı insanlara uygulamaya heveslenmiş. Hz. Ali'den gelen başka bir rivâyette ise mürted öldürülmeden önce tevbeye çağrılır ve tevbe etmesi için kendisine bir ay süre tanınır. [341]  

Ahmed bin Hanbel'in bir rivâyetine göre Ebû Mûsâ el-Eş'arî'nin, Allah ve Elçisi'nin hükmüne göre mürtedin derhal öldürülmesini istediği söylenirken, devamı olan başka bir rivâyette ise Ebû Mûsâ'nın, kendisine gelen mürtedi yirmi gece veya buna yakın bir süre tevbeye çağırdığı, Muâz gelince hâlâ tevbe etmemiş olan bu adamın boynunun vurulduğu belirtilmektedir.

Enes'in rivâyetine göre "Hz. Ömer, yanına gelen Enes İbn Mâlik'e: Bekr İbn Vâil'den irtidât eden altı kabileye ne yaptıklarını sormuş. Enes, onların savaşta öldürüldüklerini söyleyince; Ömer, onların öldürülmesini uygun bulmadığı için 'İnnâ lillâh...' demiş. Enes: 'Onlar için öldürülmekten başka bir yol var mıydır?' diye sormuş. Ömer: 'Evet, onlara İslâm'ı arz ederim, kabul etmezlerse onları hapsederim' demiştir."[342] Hz. Ömer'in bu sözünden, mürtedin sadece hapsedileceği, fakat öldürülmeyeceği anlaşılmaktadır.

Hâlid bin Velîd, "Nice namaz kılan var ki, kalbinde olmayanı söylüyor (inanmış görünüyor)" gerekçesiyle kısmeti (ganimet taksimini) kabul etmeyen bir kişiyi öldürmek için izin isteyince Allah'ın Rasûlü: "Bana insanların kalbini yarıp karınlarını deşip imanlarını araştırmam emredilmedi' buyurmuştur.[343] Bir rivâyette Peygamber (s.a.s.): "Bırak şunun boynunu vurayım" diyen kimseye, "Hayır, ben ashâbımı öldürmem!" demiştir. [344] 

Başka olaylar saldırgan düşmanlara karşı takınılması gereken tavrı belirleyen âyetleri, derûnî (içsel) olan ve asla zor kabul etmeyen vicdânî inanca müdâhaleye dayanak yapmak, Kur'an'ın din ve vicdan özgürlüğüne tamamen aykırıdır. İman gönül işidir. İnanmadığı takdirde öldürüleceğini anlayan insan, zor karşısında inansa da mü'min sayılmaz ki. İkrâh ile ne iman, ne de küfür olur. İman serbest olarak benimsenip kabul edilen düşüncedir. "Dinde zorlama yoktur. Doğruluk, sapıklıktan seçilip belli olmuştur. Kim tâğutu inkâr edip Allah'a iman ederse, muhakkak ki o, kopmayan, sağlam bir kulpa yapışmıştır. Allah işitendir, bilendir." [345]    

İslâm'ın kimseyi zorla dine sokmayı emretmediği, herkese din ve vicdan hürriyeti tanıdığı, başka dinden insanlara dinlerini yaşama fırsatı verdiği herkesin bildiği bir gerçektir. Herşeyden önce, "Lâ ikrâhe fi'd-dîn -Dinde zorlama yoktur-."[346] âyetiyle bu hüküm ilân edilmiştir. Bir başka âyette de; "Rabbin dileseydi yeryüzündekilerin hepsi mutlaka inanırdı, o halde sen mi insanları inanmaları için zorlayacaksın?"[347] buyurulmakla, Allah'ın insanoğluna bahşettiği kendisine inanıp inanmama özgürlüğüne işaret edilmiştir. Yoksa tüm insanları, mü'min ve itaatkâr kullar olarak yaratması ve yeryüzünde hiçbir kâfir kul bırakmaması işten bile değildi. Fakat o zaman insanoğlunun yaratılmasının altında yatan hikmet, geçersiz hale gelirdi. [348]

Bazılarına göre bu hürriyet, dine girmeden öncedir. Kimse, zorla müslüman edilemez, ancak dine girdikten sonra dilediği gibi davranamaz, onun kurallarına uymak gerekir. Bu doğrudur, bir sistemi benimsemek onun kurallarına uymayı kabul etmek anlamına gelir. Aykırı davranışların müeyyideleri de olmalıdır. Ancak, İslâm'ın insanlara tanıdığı din ve vicdan hürriyetini müslüman olmadan önceki bir zamana hasretmek sadece bir izah tarzıdır ve böyle bir davranış, Hıristiyan ve Yahûdilere tanınan din ve vicdan hürriyetinin Müslümanlardan esirgenmesi demektir ki, nasslarda böyle bir sınırlama mevcut değildir. [349]

Din ve inanç hürriyeti var" diyoruz, ama İslâm dininden dönen kişinin (yani ben müslüman değilim diyen insanın) öldürülmesi gerektiği konusunda hâlâ büyük bir ittifak var. Yani, din hürriyetini hıristiyana, yahûdiye tanıyoruz, ama müslümana tanımıyoruz gibi bir kanaat var. Yani hıristiyan hıristiyan olarak, yahûdi yahûdi olarak kalacak, ama Mehmet Aydın dinden çıkarsa? Onun cevabı pek hoş değil. "Lâ ikrâhe fi'd-dîn gayi müslimler içindir, müslümanlar için değildir" diyenler, böyle anlayanlar var; hâlâ bu böyle yorumlanıyorsa ciddî bir inanç hürriyeti problemi var demektir. [350]      

Zorla iman olmaz. Gönül ferahlığı ile dinden çıkan kişinin, inandıktan sonra inkâr eden kimsenin cezası nedir? Kur'ân-ı Kerim, buna bir ceza koymamıştır. Şöyle bir kural konabilir: "Toplum hukukunu ilgilendiren, toplum haklarına dokunan suçlar işlendiği takdirde Kur'an'ın ona belirlediği cezalar vardır, ama toplumun haklarını ilgilendirmeyen, Allah ile kul arasında kalan tamamen vicdanî meselelerde suç işleyen kimselerin Kur'an'da bir cezası yoktur." Yani bir adam hırsızlık yaparsa, bu, toplumun hakkına saldırıdır. Allah katında günah ama aynı zamanda toplum hakkına da saldırıdır. Bir adam zina ederse bu, toplum hakkına saldırıdır. Allah katında suç olduğu gibi, bir de toplum düzenine saldırı var. Bunların elbette cezaları vardır. Ama oruç tutmamanın dünyada cezası var mıdır? Yoktur; cezası âhirettedir. Yani Allah ile kul arasında olan suçların cezası uhrevîdir, ama toplum düzenini ihlâl eden suçların cezası dünyevîdir. Âhirette Allah onu ya affeder veya etmez; o ayrı bir konu. İrtidad da tamamen Allah ile kul arasında olan bir meseledir. O yüzden cezası uhrevîdir. Sonradan bir ceza uygulanmış ama bu Kur'an'ın getirdiği bir ceza değil. O toplumun yaptığı ictihaddır.

Bugün biz Kur'an bağlamında düşündüğümüz zaman görürüz ki, irtidâdın cezası olmadığı gibi, dinde de zorlama yoktur. Adam "ben dine inanmıyorum, dinden çıkıyorum" derse çıksın, biz onu zorlamayız ama ikaz ederiz. Kabul eder veya etmez, o ayrı mesele. Zaten "inan!" diye zorlasak, o da "inandım" dese, acaba gerçekten inanmış mıdır? Bu, bir vicdan işidir. Hatta bir sahâbî savaşta bir insanı selâm verdiği (Lâ ilâhe illâllah dediği) halde öldürüyor. Durumu Peygamberimize iletiyorlar. Peygamberimiz onu öldüren kişiye "neden öldürdün?" diyor. O da, "sadece korkusundan, öldürüleceği endişesiyle selâm verdi (Lâ ilâhe illâllah dedi)" diyor. "Hel lâ şekakte kalbehu = kalbini yarıp da baksaydın ya" diyor. Biz, adamın zâhirine, görünüşüne değer veririz. Dinde zorlama yoktur. Ama hukukî meselelerde elbette zorlama olacaktır. Farazâ şimdi bir Alman, Türk vatandaşlığını kabul etse, bu adam T.C.'nin kanunlarına uymayı kabul etmiş demektir, ona uymak mecbûriyetindedir. T.C.'nin kanunlarına göre suç olduğu halde; "ben hırsızlık ederim, adam öldürürüm" diyebilir mi? Devlet, ona keyfî hareket etme serbestliğini verir mi? Elbette ki vermez. İslâm da hiçbir müslümana kendi kurallarını çiğneme hakkını vermez. Aksi halde nizam diye, hukuk diye bir şey kalmaz. Elbette bu konularda zorlama vardır. Ama iman meselesinde bir zorlama yoktur. [351]  

Hayreddin Karaman Hoca ise, bu konuda şunları söylemektedir: “İrtidad, bir insanın müslümanken İslâm’ı terk edip dinsiz olması yahut başka bir dine geçmesi demektir. Öyleyse şimdi müslüman değilken din değiştirse, ona irtidad demiyoruz. Dilediğine inansın, dilediğine geçsin. Müslüman olmayan bir insanın din değiştirmesi zaten serbesttir. Müslüman bir kimsenin din değiştirmesidir problem. Şimdi korkuyor ya bir kısım insanlar, “ya gelirseniz ne olacak?”

Bugün Türkiye’de yaşayanların % 99,6’sı müslüman(mış); iyi de, şimdi, bazı alevî vatandaşlarımız çıkıyor, diyorlar ki: "25 milyon alevî var." Onlara soruyoruz: “Bu alevîlik nasıl bir şeydir?” Anlatıyorlar; bir kısmının anlattığı şeyin İslâm’la alâkası yok. Zaten böyle alevîlere soruyorsun, diyorlar ki; “biz bir kere sünnî değiliz ya, bizimki İslâm da değil; apayrı bir kültürdür, vs.dir.” Bu, tüm alevîler için doğru olmadığı halde, onların sözcülüğünü üstlenen niceleri böyle diyor, en azından böyle olanlar da var. Başka birileri çıkıyor, diyor ki: “Ülkemizde şu kadar falan dinden insan var, şu kadar filan inançtan kişi var, şu kadar şu ideolojiye mensup insan var. Bunlar söyleniyor. Kaleme vuruyorsun, neticede % 99 gibi bir şey gözükmüyor. Bunların hepsini biz müslüman sayıp da, yarın adam “ben müslüman değilim” deyince, mürted sayma hakkımız var mı? Bu soru olarak ortaya atılan cümlenin cevabı içinde vardır. Yani bu tür kimseleri mürted saymaya hakkımız yok. Biz, bu kimseleri henüz müslüman olmamış ham madde olarak kabul edeceğiz. Ham madde ama ahsen-i takvîme, eşref-i mahlûkata yönelik, ona tâlip ham madde. Bütün gayretimizle onlara İslâm’ı sevdirmeye çalışacağız, öyle düşmanca, merhametsizce, kılıçla, sopayla değil. Kur’ân-ı Kerim insanları nasıl İslâm’a kazanacağımızı, nasıl dâvet edeceğimizi anlatıyor. Orada müjde vardır, sevgi vardır, merhamet vardır, paylaşma vardır. İslâm’ın güzelliklerini anlatma, gönülleri ısındırma ve kazanma vardır. Biz bunları yaparak bu insanları kazanmaya çalışacağız, mesele budur ve korkulacak bir şey yoktur.

İkincisi, diyelim ki hakikaten bir müslüman, -Allah esirgesin- nasıl olduysa bir gün İslâm’dan şüphe etti ve dini bıraktı, dinden çıktı. Müslüman iken dinsiz oldu, başka bir dine intikal etti, ama meselâ müslümanların karşısına geçip müslümanlara hiyânet etmedi, müslümanların düşmanlarıyla onlara karşı savaşmadı, sadece dinini değiştirdi, İslâm dinini terk etti. Sırf bundan dolayı bu insan öldürülür mü? Bu soruya İslâm, bir tek cevap vermiyor. Öldürülür diyen var, öldürülmez diyen de. Nitekim Ebû Hanife diyor ki: Kadın irtidad ettiğinde öldürülmez. Niye? Çünkü kadın muhârip değildir. Yani kadın bilkuvve muhârip, savaşçı değildir. Bilfiil bazı kadınlar da savaşçı olabilir, ama olsun, potansiyel olarak genellikle kadınlar düşmanlara iltihak edip müslümanları vurmayacağı için kadın öldürülmez diyor.

Eğer bir insan, sadece dinini değiştirdiği için öldürülseydi, kadının da öldürülmesi lâzım gelirdi. Çünkü kadın da insandır ve kadının Allah’a kulluk mükellefiyeti bakımından erkekten hiçbir farkı yoktur. Öyle olunca, eğer bir insan, sadece dinini değiştirdiği için öldürülseydi, sebep bu olsaydı, o zaman dinini değiştiren kadın da öldürülürdü. O halde “İslâm’da mürted öldürülür” diyen fıkıhçının gerekçesi sadece din değiştirme değildir. Böyle olunca, başta kâfir olma hürriyeti olduğu gibi, insanların sonradan kâfir olma hürriyeti de vardır. İnsanlar zorla iman ettirilemez ve zorla iman içinde tutulamaz.” [352] 

Mürtede karşı tavır konusunda dikkatli olmak mecbûriyeti vardır. Önüne gelene, ‘kâfir’ damgası vurmak demek olan “tekfir hastalığı”na düşmemek, rastgele câhil müslümanlara ‘mürted’ mührü vurmamak gerekir. İnsanların yetişme tarzı, bilgilerinin azlığı, o bilgileri kullanma tavrı, İslâm’ı öğrenme kaynakları göz önüne alınmadan ‘tekfir’ etmek çok yanlıştır. Bir müslümanı onu dinden çıkaran davranış ve söz üzerinde bulursak, onun yanlışlığını düzeltmeye çalışmamız gerekir. Rastgele ‘kâfir’ damgası vurmak hem görevimiz değil, hem de müslümanların sayısını azaltmaktır. Sayımızın azlığı ancak düşmanlarımızı sevindirir.

            Mürted’e verilecek ceza konusunda fıkıhçıların değişik görüşleri var. Bazıları, eğer toplu irtidat olmuşsa bu; İslâm toplumunun veya devletin güvenliğini ilgilendirdiği için, onlarla topluca savaşılır, zararları def edilir demektedirler.

         Günümüzde batılı ülkelerin ulaştığı zenginlik ve kalkınma, birçok zayıf imanlı müslümanı onlara hayran ediyor. Bir kısmı da onların İslâm’a uymayan fikirlerini, hayat şekillerini benimsiyor, onlar gibi olmaya çalışıyor. Bu, gerçek İslâm’ı gereği gibi bilmemenin ve ona imanın zayıf olmasının bir sonucudur. Bazı müslümanlar da, yönetildikleri rejimler tarafından İslâm dışı ideolojilere, uyguladıkları eğitim, medya ve devlet politikasıyla inandırılmaya, Islâm’dan koparılmaya çalışılıyor.

         Bugün yapılması gereken, ‘falanca adam küfür sözü söyledi ve mürted oldu, ona hangi cezayı verelim’ diye fetvâ arayışı değil; İslâm’ın, güzellikleri ve kurtuluş yolu olduğunu en güzel yolla insanlara ulaştırmak, hatayı biraz da kendimizde arayıp zayıf müslümanların dinden uzaklaşma sebeplerini azaltmaya çalışmaktır. Haksız ve gereksiz tekfîr mantığı haksız ve kolaycı bir davranıştır. Hiç bir yararı da yoktur. [353]  

Kanaatimize göre, mürtedden kasıt, İslâm nizamına, İslâm devletinin varlık ve bütünlüğüne karşı çıkıp ona baş kaldırmak için dinden dönmedir. İşte dört mezhebin ittifakıyla mürtede uygulanan idam cezâsı, bu düşünceyle dinden dönmenin cezâsıdır, yoksa kılıç zoruyla insanları dinde tutmak için değildir. Birçok âyette belirtildiği gibi, dini zorla kabul ettirmek gibi bir şey zaten yasaklanmıştır. [354]

Muhammed Hamidullah’ın şu sözleri de bu kanaatimizi desteklemektedir: “İrtidâd suçu, İslâm milletine karşı işlenen bir bağy (isyan) suçu olduğundan, hem siyasî, hem de dinî cezâ gerektirmektedir.”[355] Bilindiği gibi, bağy suçunun cezâsı, Hucurât sûresinin 9. âyetiyle sâbittir. Peygamberimiz döneminde mürted olan ve sayıları hiç de az olmayan insan çıkmıştır. Hicreti göze alamadığı için Mekke'de kalmaya devam eden ve çevre şartlarına, oradaki baskılara dayanamayıp irtidad edenler, Habeşişsatan'a hicret edip oranın şartlarına uyum sağlayıp irtidad edenler vardır. Yine, Hz. Peygamber'e vahiy kâtipliği yapmış olan Kays, sonradan mürted olup kaçmıştır. Hz. Peygamber, bu mürtedlere herhangi bir ceza uygulamamıştı. Yani Rasûlullah'ın fiilî sünnetinde mürtedlere idam cezası gibi bir hükümden bahsetmek doğru değildir. Mekke'nin fethi sırasında Hz. Peygamber'in öldürülmelerini emrettiği bazı müşrikler yanında kimi mürtedler varsa da, bunlar, salt mürted oldukları için bu cezâya çarptırılmamıştır. Mürted olduktan sonra İslâm düşmanlarını müslümanların aleyhine kışkırttıkları için, İslâm'a büyük oranda zarar vermeye çalıştıkları, savaşçı konumları için bu cezaya müstahak olmuşlardır.[356] Hatta bunlardan bir kısmı tekrar müslümanlığı kabul etmiştir.     

Özellikle Hz. Ebû Bekir (r.a.) döneminde “ridde savaşları” diye bilinen savaşlar, hele zekât gibi o dönemde devlete verilen bir vergiye itiraz edenlere karşı uygulandığı gözönüne alınınca, bunların bağî/isyankâr oldukları, meşrû İslâm devletine karşı ayaklandığı, savaşçı konumunda oldukları ve bunun cezâsı olarak kendileriyle savaşıldığı değerlendirilmelidir. Hz. Ebû Bekr'in mürtedlere ve zekât vermeyenlere karşı savaş açması, tamamen devletin düzenini yıkma girişimlerine karşı verilmiş bir savaştır. Tarihte devlet adamları, kamunun yararını dikkate alarak bazı uygulamalarda bulunmuş olabilirler, ama bunlar siyasî amaçlıdır, başkaldırılara karşı tedbirden ibârettir. Yoksa, savaşçı konumunda olmadıkları için kadınların sırf irtidad ettikleri için öldürülmemeleri gerektiği hükmü de değerlendirilmemiş olur. Dolayısıyla İslâm’la ve/veya müslümanlarla savaşçı durumunda olan ister önceden beri kâfir/müşrik, ister mürted kimselerle savaşılır, onlar öldürülür. Ama savaşçı durumunda olmayan kendi halindeki mürtedlerin öldürülmesi, Kur’an hükümlerine uygun değildir, Kur’an’ın inanç özgürlüğü ilkelerine terstir. İslâm fıkhında dört mezhebin ittifak ettiği mürtedin idamla cezalandırılması hükmü, devletin düzenine karşı başkaldırması ve bir bağy suçu işlediği içindir. Yoksa, Şeltut'un da dediği gibi; kendi kendi kendine, İslâm'ı karalayıp suçlamadan bir başka dini benimseyen kimseye idam cezası verilmez. [357]

Peygamberimiz’in (s.a.s.) müslümanlar arasında münâfıkların varlığından haberdar olduğu halde, bu insanları cezalandırmadığı, hatta onları mescidinden kovup mahcup etmediği bilinmektedir. Bu da, müslümanların ne kadar hoşgörü sahibi olduğunun bir delilidir. Bunun için diyoruz ki, mürtedin ölüm cezasına çarptırılması, İslâmî sisteme, devletin egemenliğine karşı çıkma haliyle sınırlıdır.[358] Bugün hemen hemen bütün dünyada bu suçu işleyenlerin cezası hep aynıdır; idam.         

Mürtedin dinden çıktığını herhangi bir şekilde ilân etmesi gerekir. Aksi takdirde onun dinden döndüğüne hükmedilemez. Çünkü o takdirde bu kişi mürted değil; münâfık sayılır. Bu ilân ile de İslâm nizamını hiçe saymış olur, mürted, bu davranışıyla kendisi gibi olanları bu yola teşvik etmiş, İslâm aleyhinde en azından soğuk savaş başlatmış, yıkıcı propagandaya girişmiş olur. En azından zayıf inançlı kişilerin kalplerine şüphe tohumlarını ekmiş olur. Bütün bunlar, toplumun sarsılmasına ve İslâm nizamının zedelenmesine sebebiyet verir. Bunlar büyük suçlardır. İslâm'da kimsenin gizli hallerini araştırmak, yani tecessüs câiz olmadığına göre,[359] fıkıhçılar tarafından irtidâd için öngörülen idam cezâsı, aslında bu davranışın açıkça propaganda yoluyla İslâm nizamına karşı gelinmesinden dolayıdır.

Dinden çıkma ile, dine karşı çıkma ayrı ayrı şeylerdir. Fıkıhçılara göre, idam cezasına çarptırılan mürted, dinden dönen herhangi bir kimse değil; dine karşı saldırıya geçen savaşçı kimliğindeki insandır.

İrtidâd, akıllı ve bâliğ kimsenin zorlama olmadan İslâm dinini fiil, söz veya inanç bağlamında terketmesiyle gerçekleşir. Delinin, aklı ermeyen çocuğun ve mükrehin/zorlananın dinden dönmesi geçerli değildir. Kişinin sözlü, fiilî veya itikadî olarak gerçekleştirdiği davranışının dinden çıkmayı gerektirdiğini bilmesi ve bunu bilerek yapması gerekir. Hatta Şâfiî’ye göre, kişinin bu işi bilerek yapması da yetmez, dinden çıkmaya niyetlenmesi de gerekmektedir. Çünkü ameller niyetlere göre değer kazanır. [360] 

Özellikle, günümüz câhiliyye ortamlarında insanlar, müslüman olduğunu iddiâ edenler, ya da müslümanların yaşadığı yerlerdeki insanlar, çevrelerinden İslâm’ı ne kadar, doğru bir şekilde öğrenme, güzel örneklerini görme imkânlarına sahiptir? Çoğunlukla bid’at ve hurâfelerle yer yer tahrife uğramış, medyada, okullarda, hatta kimi câmilerde tanıtılan ve yaşanılan İslâm’ın ne oranda gerçek İslâm olduğu sorulmalıdır. Ve bütün bu olumsuz şartlar içinde insanın bazen hurâfelere, zâlimlerle işbirliği yapanlara karşı çıktığını zannedip değerlendirerek hak adına hakka karşı çıkabildiğini unutmamak gerekiyor. Câhillik, bilinmeyen İslâm’a karşı çıkmayı neticelendirdiği gibi, bazen bu câhiller sevdiği(ni zannettiği) dinin gerçeklerine karşı çıkıp çıkmadığını bile bilip değerlendirmeden aklına göre bir hükmü kabul etmeyebiliyor. Nice insan İslâm için kendini belki fedâ edebilecek durumda Allah’ı ve Rasûlünü sevdiği halde, düzen ve ortamın kurbanı olarak, ilim ve amel konularında da ihmalin neticesi, bazı müslümanlarca mürted ilan edildiği için idamı hak eden duruma düşebiliyor. Acınması ve kurtarılması gereken bu zavallılara karşı görevlerini yerine getirmeyen müslümanların, bunları asılması gereken insanlar olarak ilân etmeleri ne kadar doğru olur? Bunlara ne verdik ki, ne istiyoruz? Bataklıktan, hele gübrelikten çok güzel kokulu güller mi çıkacak? Tek tük çıksa bile, gübreliğin gülistan olmasını beklemek idealizmin anormallik boyutu değil midir? Bataklık/gübrelik kurutulmadan b... böceklerinin veya sivrisineklerin önüne geçmek mümkün mü? Cehâlet, aldatmalar,  saptırmalar, akın kara, karanın da ak gösterilmesi gibi tavırlar değerlendirilmeden ve bunlara çözümler bulunmaya çalışılmadan insanların hakka tümüyle nasıl teslim olabileceğini düşünmek gerekiyor. Derdimiz bağcı dövmek değil, üzüm yemek olmalı. Yargı yerine dâvet öne çıkmalı, tekfir ve mürtedlik damgalamasıyla öldürülecek adam aramak yerine; ihyâ edilecek, hidâyetlerine sebep olunacak tavırlar gerekiyor. Mesleğimiz yargıçlık değil, itfaiyecilik ve doktorluk olmalı. Bilinçli şekilde savaşçı konumunda olmayanları öldürmeye değil, onları kurtarmaya, ihyâ etmeye koşmalıyız. Militanlık değil, merhamet fedâiliği gerekiyor ıslah için, amel-i sâlih için, hakkı ve sabrı tavsiye için. Unutmayalım ki, bir canı kurtaran/ihyâ eden, bütün insanları kurtarmış gibi; haksız yere birini öldüren de bütün insanları öldürmüş gibi olur. [361]       

 

 

Gizli İrtidâd 

İçinde bulunduğumuz toplumun önemli bir kesiminin, itikad ve fikir bakımından halleri, gizli irtidâd vak'asına uymaktadır. Bu kalabalıkları, bundan başka hiçbir kalıba oturtmak mümkün olmamaktadır.

Tanzimat denilen kökü imanın dejenere olması psikolojisiyle başlayan Meşrûtiyet ve Cumhuriyet dönemleriyle gelişen kâfirlere özenme ve her konuda onlara benzeme, batılaşma şeklindeki hâlet-i rûhiye ve bu ruh halinin sonucunda, akîde, düşünce ve sosyal yaşantıda meydana gelen değişim, öyle bir insan türü oluşturdu ki, bu insan türü, mukaddesat cümlesinden bazı şeyleri "bu benim aklıma ve çağdaş anlayışa uymuyor..." diyerek kolayca reddedebilecek, inanç bakımından zararlı olan birçok şeyi de rahatlıkla isteyerek benimseyip bir kurtuluş düsturu gibi sarılabilecek hale düşmüştür.

Batılılaşma adı altında gelişen bâtıllaşma ve değişim, diğer adıyla yabancılaşma çığırında gelinen bugünkü nokta, tam anlamıyla bir gizli irtidâd olgusunu sergilemektedir. Hem resmî, hem de özel ve sivil planda İslâmîyet'in dışlanması demek olan bu hal, gizli irtidâd hükmünden başka hiçbir şeyle izah edilemez. Çünkü bu toplum, bir zamanlar İslâmîyet'i -tam ve mükemmel olmasa da- esası itibarıyla benimsemiş bir toplumdu.

Ama sonra onu çağın gerisinde kabul ederek kendine göre çağdaş normlar edinmek gibi bâtıl bir yola saptı, daha doğrusu saptırıldı. İşte bu kültür ve bu anlayışla oluşan bir toplumun içinde fikrî ve itikadî alanda, tevhid ölçüsünde ve çizgisine göre birçok sapmaların olması ve ne idüğü belirsiz, melez, şahsiyetsiz/kimliksiz insanlardan oluşan bir toplumun ortaya çıkması kaçınılmazdır,

İlk dönemde kendini gösteren irtidâd olayları ile son dönemlerde gizli ve itikadî esaslarda da meydana gelen gelen irtidâd hallerinde, temelde yatan etkenler ve reddetmenin dışa vuruş şekilleri bakımından ortak nitelikler ve benzerlikler vardır. Meselâ, kendini mü'min saydığı halde, zekât diye bir görev tanımayan zenginler, (Hz. Ebû Bekir'in konumundaki) yetkili mercîler tarafından tahsil edilecek olsa vermeyecek durumda mü'min olduğunu iddiâ eden zenginler...  "Fâizi bankalar kendi rızâsıyla veriyor veya biz kendi isteğimizle ödüyoruz..." diyerek böyle dinî bir haramı kabul etmeyen ve bu fâizi meşrû sayan şahıs ve kurumlar... ("Alan râzı, veren râzı, bu haram olan zorla ırza geçme değildir ki, zinâ olsun" deyip kerhâneleri savunanlar, devlet eliyle işletilen kumarı, meselâ milli piyangoyu, altılıyı, sayısalı, totoyu... haram kabul etmeyip meşrû gören, önceden de müslüman olduğu bilinen kişiler...)

Yine meselâ, icabında oruç tutan, kurban kesen, Cuma namazı kılan, fakat beş vakit namaz diye bir görevi yerine getirmeyip böyle bir yükümlülüğü de âdeta kabul etmez bir tavır içinde olan kalabalıklar... Ve daha yaygın bir hastalık olarak, laik ve şeriatsız bir dindarlığa güya taraftar olanlar... (Lâ'sı olmayan, ilâh kavramına girecek çağdaş bâtıl zihniyet ve putlardan hemen reddedecek hemen hiçbir şeyi olmayan, tâğuta karşı çıkmayan, bâtılı reddetmeyen insanlar... "Biz de bir zamanlar bu yollardan geçtik, bunlar boş şeyler, çağın gereklerine, yaşanılan gerçeklere, konjönktüre uymuyor" deyip cihada, İslâmî tavırlara karşı çıkan bukalemun gibi her renge giren veya renksizleşenler...)

Bütün bunlar "ridde" ve "irtidâd" ölçüsünden başka hangi kalıba oturtulabilir? Yine bu tür düşünce sahipleri, belki de mü'min bir âileden gelmektedir ya da gençliklerinde tam müslümandılar. Dinden dönme olayının bireysel ve toplumsal düzeyde vuku bulduğunu biliyoruz. Bu durumu, müfessir Hamdi Yazır merhum da şöyle belirtiyor: "Demek oluyor ki, bu gibi televvünât (yani itikadî bakımdan değişik renklilikler göstermek) sadece efrâd (fertler) hakkında değil; cemaatler hakkında da sebeb-i felâkettir. Binâen aleyh, bir zamanlar İslâm dinine hizmet etmiş olup da bilâhere kâh küfür ve kâh iman, şuraya buraya bocalayarak sonunda küffâra istihâle etmiş (dönüşmüş, yabancılaşmış) olanların halâs ve selâmet bulmalarında asla ihtimal olmadığı da anlaşılmış oluyor." [362]

Yani bu (mürted) toplumlar iflâh olmazlar. Felâh, refah ve terakkî gibi zâhirî bakımdan iyi gibi görünen hallere rağmen, bunun gerçek bir saâdet ve iyileşme olmadığı şüphesizdir. Asıl kurtuluş, toplumların benlik ve şahsiyetlerini bulmasıdır. Bu da ancak İslâmîyet'le mümkündür. İslâm'ın dışında herhangi bir mercîye ve düzene yöneliş, durum ve derecesine göre küfür, şirk, nifak ya da irtidâd hallerinden biriyle nitelenip hükme bağlanabilir. [363]

 

Şirkin Çağdaş Yansımaları; Özendirilen ve Dayatılan Mürtedlik     

Şirk, Allah’a ait özellikleri bir anlamda gasbetmek ve onları hak etmeyenlere vermektir. Haddi aşan insanlar veya aklını iyi kullanmayanlar, Allah’ın rabliğini, melikliğini, ilâhlığını, hâkimiyetini gasbederler. Bütün bu ilâhî özellikleri bazı şeylere, insanlara veya birtakım güçlere verirler. Sonra da onların önünde şöyle veya böyle boyun eğerler, onlara mutlak anlamda itaat ederler. İnsanların şirk içinde olması Allah’ın rabliğine zarar vermez. İnsan, kendi aleyhine olarak şirke yuvarlanır. Ancak, şirkin zararı sadece müşrikle sınırlı kalmaz, topluma da yayılır.  Şirkin ve müşriklerin güçlü olduğu yerlerde fesat yaygınlaşır, toplumun huzuru bozulur. Allah’tan başka yaratıcı, öldürücü, mutlak tasarruf sahibi, sınırsız güç sahibi, sevilen ve ibâdet eder gibi itaat edilen, hükmüne -Allah’ın hükümlerine aykırı olarak- boyun eğilen her şey, şirke götüren sahte tanrılardır. Şirk içinde olanlar, şüphesiz toplum içinde, tabiatta ve insan ilişkilerinde dengeyi bozarlar. Hâlbuki Tevhid bu hayatî dengeyi kurmak ve korumak için gönderilmiştir.

            Şirke düşenler hiç bir zaman “Allah (c.c.) evreni şu kadar ortakla, yardımcı ile idare ediyor” demiyorlar. Onlar, yaptıklarının şirk olduğunu çoğunlukla kabul bile etmezler. Hatta birçoğu İslâm’a ve Kur’an’a saygı duyduklarını dahi söylerler. Ancak, şirk koşmaktan maksat, Allah’ın evren üzerindeki hâkimiyetini tanımamak, O’nun hükümlerini reddetmek ve O’na Rabliğinde ortaklar bulmak, öyle inanmaktr. Dolaysıyla hayata ait hükümleri, ilâhî ölçüleri Allah’tan almamak, kulluğu, mutlak itaati başka sahte ilâhlara yapmaktır.

            Bu anlamda çağımızda yepyeni şirk örnekleri gelişmiştir. Eskiden görülen şirk çeşitlerine yenileri de ilave olmuştur. Artık atalar dini, eskiden beri devam eden putçuluk, falcılık, kurtarıcı liderlik, siyasal güçler, mezarda yatan ölüler, spor kulüpleri, ikon (put) haline getirilen sevgililer, her bir şeyi taklit edilen sanatçılar, dünya çıkarları, makamlar, heykeller ve ölümlü kişiler birer şirk aracı haline getirilmiştir. Allah’a inandığını söyleyen niceleri, O’nun Rabliğini göklere gönderirken, O’nun yalnızca göklere karışmasını isterken, kendi hayatına ve toplum hayatına başkalarının ilkelerini daha uygun görmekte, Allah’ın peygamber aracılığıyla gönderdiği ölçüye aldırış etmemektedirler. Bir kişinin veya bir siyasal gücün ilkelerini Allah’ın hükümlerinin önüne getirebilmektedirler. Çok üstün sandıkları birtakım kişilere ve şeylere Allah’tan ve O’nun hükümlerinden daha fazla değer vermektedirler. İslâm, insanın bu sapıklıktan kurtulup Tevhidle hayat bulmasını istiyor. Allah’ı birlemek ve yanlızca O’na kulluk yapmak üzere yaratılan insanın fıtratına uygun olan da budur. İnsana düşen, Kur’an’ın “De ki O Allah tektir. O’nun eşi ve benzeri yoktur. Doğmamış, doğurulmamıştır. Hiç bir şey O’na denk/eş değildir.”[364] gerçeğine teslim olmak ve gereğini yapmaktır. [365]

İnsan, müslümanım dediği, kelime-i tevhidi söylediği halde, cehâlet ve düzenin/ortamın cahilî yapısından dolayı -Allah muhâfaza etsin- kolaylıkla şirke düşebilir. Mü’min olmak, çok zor değildir; esas önemli olan, özellikle İslâm’ın hâkim olmadığı çevrelerde mü’min kalmak ve müslüman olarak ölmektir. Günümüzde sık görülen şirk unsurlarının, tevhidi bozan durumların en yaygın olanları şunlardır:

 

Güncel Câhilî Eğitimde Şirk: Câhilî eğitim kurumlarında bilginin temel kaynağı olarak vahy kabul edilmeyip, sadece akıl ve duyu organları kabul edilir. Bu, hem eski Arap câhiliyyesinde, hem de günümüzdeki şirke dayalı düzenlerin güdümündeki modern câhiliyyede ortak şirk kaynağıdır. Dünyanın oluşumu ve insanın ortaya çıkışı konularında ortaya atılan teoriler câhilî eğitimin temelini teşkil eder. İlk insanı, tesadüf sonucu veya doğa kanunları gereği hayvanın evrim geçirmiş türü kabul eden günümüz bilimleri ve eğitim anlayışları, yaratmayı ve eğitip terbiye etmeyi (rabliği) Allah'a hiç dayandırmayan, yaratıcı ve rab olarak başka tanrılara inanan müşrik tip yetiştirmek için çabalar. Yaratma konusunda Arap müşrikleri kadar bile Allah’ı kabul etmeyen çağdaş şirk zihniyeti, dünyadaki ilk insanların yaşayışını, karanlık çağ safsatası ile başlatır. Çağ tasnifleri ve tarihe bakış, tevhidî inanıştan tümüyle farklıdır. Hz. Âdem’den beri devam eden tevhidî hayat ve hak-bâtıl mücadelesi unutturulmak istenir. Müşriklerin hâkim olduğu devlet düzenleri, ileri medeniyetler olarak tanıtılır, câhiliyye hayatı ideal toplum modelleri olarak sunulur. Câhiliye eğitiminden geçmiş ve İslâm’ı hakkıyla öğrenememiş her ırktan insanın asr-ı saâdeti; Roma, Atina ve Isparta uygarlığı, Mısır veya Bâbil medeniyetidir.

 

Günümüzde ekonomik yorumlar da baştan sona şirk anlayışı içerir. Sadece iktisat ve ekonomi eğitimi veren kurumlar değil; medyanın, hatta halkın gündemindeki ekonomik değerlendirmelerin hemen hepsinde para, ilâhların başında gelir. Tüm mülkün, para, mal ve nimetlerin Allah'a ait olduğu anlayışı olan “ekonomik tevhid” anlayışına yer yoktur. İnsanların ekonomi yönüyle de evrim geçirdiği, ilkel komünal toplumdan köleci topluma, feodal toplumdan, kapitalist ve sosyalist topluma doğru seyri ve bu çeşit tasnifi, insanların Allah’tan bağımsız olarak sürekli evrim geçirdiği iddiasını haklı çıkarmaya dayanır. İlk insanın, ilk peygamber ve ilk yaşama biçiminin vahyin ışığında tevhid olduğu gerçeği, en küçük bir teori ve ihtimal dâhilinde bile değerlendirilmez.

Siyasal şirk anlayışı da bilimsel kılıflarla takdim edilir. En iyi sistem, milyonlarca yıllık tecrübe sonunda cumhuriyet ve demokrasi olarak adlandırılır. Hakk’ın değil; halkın egemenliğini, Allah’ın indirdiğiyle hükmetmeyi alternatif bile kabul etmeyen bu câhiliyye düzenlerini neredeyse tüm insanlar canla başla savunur. Faşist, kapitalist veya sosyalist olsun her farklı grup, gerçek demokrasinin kendi savundukları ideoloji ve düzen anlayışında olduğunu iddia ederlerken, kendini müslüman sayan nice insan da bu orkestraya katılır.

Devlet yönetiminde dine yer yoktur, eğitim ve sosyal hayatın düzenlenmesi laik ve Kemalist esaslarla düzenlenmek zorundadır. Din anlayışı, din eğitimi ve din kurumları da laik düzenlemeye tâbidir. Dinlerin ortaya çıkışı, ilk insanın yapısı, konumu, evrim inancı gibi nice hususlar batı câhiliyyesinden aynen aktarılmış, zanna dayalı uydurma teorilerdir. İlk insan da, ilk peygamber Hz. Âdem değildir bu şirk anlayışında; insan, önce tabiata, totemlere tapmış, sonra çok tanrılı dinleri icad etmiş, çok sonraları da tek tanrılı din anlayışı oluşturmuştur...   

Modern câhiliyyenin sosyal ve siyasal şirk anlayışı gereği, devlet, din esaslarına -en küçük çapta bile- dayandırılamaz. Tüm kurum ve kurallarıyla şirkin dışına çıkılamaz bu devlet anlayışında. Halk da sosyal hayatta, kamu alanında tevhidî inancını sergileyemez, muvahhid bir şekilde yaşayamaz. Ama demokrasi vardır; halk şirk arasında istediği tercihi özgürce yapabilir, istediği tâğutu rab olarak seçebilir.          

 

İnsanların çoğu, aynen eski Arap câhiliyyesinde olduğu gibi, Allah’ı, göklerin hâkimi kabul ediyor, yağmuru yağdıran, insanları ve varlıkları yaratan olarak kabul ediyor; ama yeryüzüne O’nu karıştırmak istemiyor, yerin egemenliğini başka tanrılara veriyorlar. “Allah, yeryüzünde (o da beşerî kanunlara, ilke ve yönetmeliklere uygun olmak şartıyla) sadece -o da sınırlı şekilde- câmilere karışabilir, oraya hâkim olabilir. Üniversite dâhil okullara, mahkemelere, meclislere, çarşı ve pazarlara, cadde ve sokaklara, kıyafet ve kanunlara, sosyal hayatı düzenleyen anlayışlara karışamaz.” Bu anlayış ve uygulamalar, şirk değil de nedir? Çok kaypak bir içeriği olduğu halde, üzerinde ittifak edilen en belirgin anlamıyla “dinin devlete, devletin dine karışmaması” demek olan “laiklik” gereği ve dayatması olarak sadece vicdana hâkim olmasına karışıl(a)mayan Allah'ı dünya işlerine karıştırmak istemiyorlar, buralarda egemen başka güçler (tanrılar) kabul ediyorlarsa, buna herhalde tevhid ve İslâm adı verilemez. Bu anlamda laikliğin çağdaş değil, temeli çok eskilere dayanan bir şirk olduğunu söyleyebiliriz. Ve eski Arap câhiliyesinin de Allah’ı (hak dini) dünya ve devlet işlerine karıştırmak istemediklerini, Peygamberimiz’le bunun için mücâdele ettiklerini biliyoruz. Demek ki şirk cephesinde yeni hiçbir şey yok; sadece eski câhiliyenin modern görünüm ve söylemleri var; tek millet olan müşrikler, ilkel atalarını taklit etmekten başka bir şey yapıyor değiller.

İnsanlar, demokrasi ve özgürlük putlarının da etkisiyle, hevâlarını hiçbir sınır tanımadan tatmin etmek istiyor, şeytanî fesad ve ahlâksızlıklara, içki, kumar ve zina evlerine dinin müdâhale edip yasak koymasını istemiyorsa, konu şirk kavramıyla ilgilidir. Tüm sosyal, siyasal, kamusal ve hukukî alanlara Allah’ın dışında başka tanrıların egemenliği egemen güçler tarafından isteniyor, dayatılıyor ve halk tarafından buna rızâ gösteriliyorsa, bunların tümü, şirkin dışında bir şeyle izah edilemez.         

Câhiliyye Arapları, yaratıcı olarak sadece Allah’ı kesin bir şekilde kabul ediyorlardı.[366] Modern câhiliyye insanı ise, Allah'a bu kadar bile inanmıyor; ne olduğunu ve hangi vasıflara sahip olduğunu düşünmeden doğa/tabiat ve tesadüfe yaratıcılık atfediyor. Tabiatı ilâhlaştırarak çocukları, çiçekleri, güzellikleri doğanın armağanı olarak kabul ediyor. Bazen de bu “tabiat tanrısı”na kendisini ve hemcinslerini ortak koşuyor, kensinin veya başka insanların yaratıcılıklarından bahsediyor.

Tüm bunların yanında, her dönemde görülebilen şirk unsurlarını da katarsanız, muvahhid insanın, istisnalar dışında niye yetişmediği, huzursuzluk ve zilletin, kaos ve krizlerin niye artarak devam ettiğinin temel sebebi daha iyi teşhis edilecektir. 

Yalnız, burada unutulmaması gereken önemli bir husus var: Allah'a ortak koşan birisinin, şirk koştuğu şey için, “bu da bir ilâhtır” , “ben buna da tapıyorum” demesi veya böyle düşünmesi de, olayın şirk olması için şart değildir. Şirk, öncelikle kalpte yer eder, sonra düşünce ve hareketlere yansır. Şirkin temeli, Allah’tan başka herhangi bir şeyi Allah'a tercih etmektir.

 

Hızır olarak adlandırılan ölümsüz zannedilen zat, gerçekte hayatta olmayan bir kimsedir. Yine Hızır gibi bazı ilâhî vasıflara sahip olduğu zannedilen “evliyâ”nın, tanrılaştırılıp bunların her yerde hazır ve nâzır olduğuna, insanları gözetlediğine, bazen koruyup yardım ettiğine inanılır. Dünyanın varlık sebebinin bu gibi zatlar olduğu kabul edilir. Müslümanım diyen nice insan, Allah’ın dünyayı ve özellikle yaşanılan coğrafyaları onların yüzü suyu hürmetine ayakta tuttuğunu, yoksa çoktan helâk edeceğini kabul edip dillendirir. Bu tür inançların gerçekle de, temel hakikat olan tevhidle de hiçbir ilgisi yoktur. Tümüyle bâtıl itikatlardır. Allah, dünyayı kendi irâdesiyle ayakta tutmaktadır. O’nun irâdesine engel olacak veya onu değiştirecek hiçbir ölü veya diri zât olamaz. Allah, dünyanın ve evrenin işleyişi ile ilgili kanunlar koymuş, hikmetler belirlemiştir. Evren bu ilâhî kanunlarla ayakta durur. Allah’ın otoritesinde ve tasarrufunda hiçbir kimsenin ortaklığı yoktur. Dolayısıyla Allah’tan başkasına, sanki bir güce sahipmiş gibi duâ etmek şirktir. Ölülerlerden medet ummak câhiliyye sapıklıklarındandır. Muvahhid bir mü’min, bunlardan kesinlikle uzak durmalıdır. O, yalnızca Rabbinden dilekte bulunmalı, O’na yönelmeli ve O’na duâ etmelidir.    

               

İttibâ Şirki: İnsanın inanç, düşünce ve davranışları yönüyle şirki üçe ayırmak mümkündür: İtikad şirki, ibâdet şirki ve ittibâ şirki. Bırakın eğitim kurumlarını, câmiilerde bile (istisnalar dışında) tevhidden şirkten pek bahsedildiği olmaz. Olursa bile yasak savma bâbından ve fincancı katırları ürkütmemeye özen göstermek adına ve bazen de hakla bâtıl karıştırılarak veya hakkı ketmederek... Abdesti bozan şeylerin üzerinde durduğu kadar insanlar tevhidi bozan konulara önem vermez. Hâlbuki insanların kurtuluşunun yolu, Kur’an kavramlarının tashihi, boşaltılan içlerinin yeniden Kur’anî değerlendirmelerle doldurulmasıdır. Özellikle de lâ ilâhe illâllah kavramının, yani tevhid ve şirk gibi temel kavramların düzeltilmesi gerçekleşmeden dünyamızın da âhiretimizin de kurtulması mümkün değildir. Bütün şikâyet edilen olumsuzluklar, bu kavramların düzeltilmesine ve sağlam şekilde yaşanmasına bağlıdır. Filistin topraklarında siyonist yahûdiler başta olmak üzere, İslâm topraklarını işgal eden zâlim kâfirler silâhtan korkmuyor, zaten müslümanın elindeki silâhın pek korkutmaya yetecek önemi de yok. Ama onlar, eliyle (veya buna gücü yetmiyorsa) diliyle, kalemiyle kendilerini taşlayan mü’minin akîdesinden çekiniyor, korkuyor. Tevhid eri Allah’ın askerini, ölümden korkmayan canlı şehidi korkutup yıldıracak hiçbir silâhın mevcut olmadığı gibi; tevhid bilincine sahip insan da imanı oranında kâfirlerin korkulu rüyası olmaktadır.

Islah çalışmaları, ülkeyi kalkındırma planları en azından iki yüz senedir uygulanan batılı tarzdaki yaklaşımlarla iflas etmiştir. Şirk düzeninin ıslah edilmesi mümkün de değildir, doğru da olmaz. “Zulmedenler, hangi inkılâpla devrilip döndürüleceklerini yakında bileceklerdir.”[367] Çözüm, câhiliyye düzenini devirip yerine saâdet asrının anlayışını yerleştirmektir. Aynen Peygamber’in yaptığı gibi. İnsanları sahih akîdeye, tevhidî bilince, Kur’ânî eğitime, inkılâbî çizgiye yönlendirmedikçe uğraş ve gayretler, delik kabı suyla doldurmaya benzeyecektir. Siz ne kadar (sadece fazilet, ahlâk ve benzeri özellikleri teşvik ederek) delik kabı doldurursanız, o, kısa zaman içinde boşalacaktır.

Tevhid, İslâm’ın birinci ve en büyük esasıdır. Kur’an’ın en fazla önem verdiği konudur. Mekke’de inen âyetlerin hemen hepsi tevhide vurgu yapan âyetlerdir. Medine’de inen âyetler de, çoğunlukla tevhide atıfta bulunur, onu kökleştirmeye çalışır. Ahkâm âyetlerinin ekserisi “Ey iman edenler...” diye tevhide işaretle, o temeli güçlendirmek ve üstüne binâ dikmek için alt yapıya dikkat çeker.  Tevhid, bir zaman konuşulup birazcık üstünde durularak başka söze geçilecek bir konu değildir. Hemen her konu buna dayanmalı, müslümanın hayatından hiçbir zaman geri planlara atılmamalı, bu konu hiç bitmemelidir. “Ey iman edenler, İman edin! (imanınıza devam edin, yeniden ve kâmil anlamda iman edin, imanınızı yenileyin, güçlendirin, imanda sebat edin).” [368]

“Lâ ilâhe illâllah” hükmü, beşerî hayatta süreklidir. Sadece kâfirler inanmak için, müşrikler inançlarını düzeltmek için çağrılmaz ona. Mü’minler de ona çağrılır ve onlara sık sık hatırlatılır. Kalplerinde canlı ve sâbit kalması, hayatlarında etkili olması, gereklerini ihmal etmemeleri için “Ey iman edenler, İman edin!” diye uyarılır. Kur’an, insanın hayat programını çizen bir kitap olduğu için tevhide karşı bu önemi ve titizliği gösterir. Allah, tek yaratıcı, yegâne hâkim ve yönetici, rızık verici... olduğundan yalnız O’na ibâdet edilmeli, başkası O’na ortak koşulmamalıdır: Bu, Allah’ın kulları üzerindeki en büyük hakkıdır. Allah, kullarının ibâdetine muhtaç değildir, ama insan muhtaçtır ve her an mutlaka ibâdet halindedir; ya Allah'a veya Allah’ın dışındakilere. İnsan, imanla küfür arasında, sahte ilâhlarla gerçek İlâh arasında bir tercih yapmalıdır. Âdemoğlu, hem Allah'a hem de şeytana kul olarak yaşayamaz.[369] “Tâğuta kulluk/ibâdet etmekten kaçınan ve tam gönülle Allah'a yönelenlere müjdeler! Dinleyip de sözün en güzeline tâbi olan kullarımı müjdele!”[370] Bunun için insan daima “Lâ ilâhe illâllah”a muhtaçtır.

Bütün peygamberler, kavimlerine bu sözü tebliğ ediyor, “yalnız Allah'a kulluk edin, O’ndan başka ilâhınız yoktur” diyerek insanları tevhide dâvet ediyorlardı. Peygamberimiz de kavmini bu esasa çağırıyordu. Amcası Ebû Tâlib’e “Onu söyle, onunla Allah’ın yanında sana şefaatçı olmam için bir cümle: Lâ ilâhe illâllah...”  diyordu. Câhilî tavır, eski peygamberlerin kavimlerinden itibaren bu cümleyi kabullenmiyor, bu dâveti reddediyordu. Niçin? Sadece bir cümle için mi, yoksa o cümlenin anlam ve gerekleri için mi? Çağrıldıkları hayatla, yaşadıkları hayat arasında bir uçurum vardı. Dâvete karşı çıkışlarının çeşitli şekilleri ve çeşitli sebepleri vardı: Vahy olayını, yeniden dirilmeyi, hesap ve cezayı yalanlıyorlardı. İlâhın tek bir ilâh olmasını, babalarının yolundan ayrılmayı, Kitab’a uymayı, Allah’ın hudûdunu kabul etmiyorlardı. Bir de ahlâkî çıkmazları vardı: İçki, kumar, zina, zulüm... Ama bunların temeli itikad ve itaat idi;  inanç, düşünce, helâl ve haram ve ahlâkı içeren kapsamıyla Allah’tan bir din kabulünü benimsemedikleri gibi böyle bir dinin bağlayıcılığını da kabul etmiyorlardı.

Kur’an’ın önemle vurguladığı, bütün sorunları içeren iki baş sorun vardı: İbâdetin tek olan Allah'a yapılması ve helâl-haramda Allah’ın indirdiğine uyulması. Şirk, inançta Allah’tan başka ilâhların varlığına inanma, amelde ve ibâdette Allah’tan başkasına yönelme ve Allah’tan başkasının Allah'a rağmen hüküm koyması, helâl haram tayin etmesidir. İşte bunun için müşrik Araplar, kelime-i tevhidi kabul etmediler, onu söylemeye yanaşmadılar. Yığınlar, tutucudur; alıştıkları çok sayıdaki ilâhları, atalarının yolunu bırakmayı kolay kabullenmezler. Elleriyle tutabildikleri, duyu organlarıyla algıladıkları eşyaya bağlıdırlar. Mele’ (ileri gelenler, müstekbirler, tâğutlar) ise, onların ilâhlara bağlılığı gerçekçi değil; sahtedir, şeklîdir. Mevcut sahte ilâhları savunmaları, onların adıyla halk kitlesini sömürmelerinden kaynaklanır. Bu zâlimlere göre, gerçek sorun hâkimiyet sorunudur. Onlar mı, yoksa şeriatının uygulanması yoluyla Allah mı? Bütün câhiyyelerdeki müstekbirleri tevhid çağrısıyla savaşa iten gerçek sorun budur. Hakları olmayan egemenliğin ve otoritenin ellerinden çıkıp sömürünün ortadan kalkması onların işine gelmez. Hâlbuki otorite, hüküm; tek yaratıcı, rızık verici... Allah'a aittir. “...Dikkat edin, yaratmak da emretmek/hükmetmek de O’na mahsustur. Âlemlerin Rabbı Allah ne yücedir!”[371]; “...Hüküm sadece Allah’a aittir.”[372]; “Hiç yaratan, yaratmayan gibi midir? Hiç düşünmüyor musunuz?”[373]; “Allah’tan başka size gökten ve yerden rızık verecek bir yaratıcı var mı? O’ndan başka ilâh yoktur. O halde, nasıl oluyor da (tevhidden) çevriliyorsunuz (imanı istemeyip küfre dönüyorsunuz)?” [374]

Buna rağmen, toplumun üst tabakası açık veya gizli diktatörlükle yığınlar üzerindeki otoriteleri neticesinde hevâlarına, süflî arzu ve heveslerine hizmeti kaybetmek istemezler. Aslan payının ellerinden çıkmasına tepkiyi arkasına gizlendikleri, aslında kendilerinin de inanmadığı sahte putların gölgesine sığınarak, güya onlar adına sürdürürler. Yönetimi ve rantı elinde bulunduranlar, bundan dolayı, koltuklarına alternatiflerden, makamlarına aday olanlardan daha çok, tevhid çağrısından çekinirler. Bütün güçlerini tevhidle savaşa hazırlarlar. Yığınları kandırır, korkutur, tevhidi savunanları karalar, onlara komplo kurar ve halkı onlara karşı kışkırtırlar. “Firavun dedi ki: ‘Bırakın, Mûsâ’yı öldüreyim de, o Rabbine duâ etsin, yalvarsın (bakalım O Mûsâ’yı kurtaracak mı?) Çünkü ben, onun dininizi değiştireceğinden yahut yeryüzünde bir fesat/bozgunculuk çıkaracağından korkuyorum.” [375]

Mekke’deki olay da aynıydı. Mele’, Kureyş’ti orada. Düşmanlık ve savaş, onlarla Rasûlullah arasında değil; onlarla dâvet, tevhid arasındaydı. Kendilerine karışmayacak “el-emîn” Muhammed’den (s.a.s.) şikâyetçi değillerdi. Onun için, dâvetten vazgeçmesi halinde mal, mülk, dünya varlığı, hatta yöneticilik teklif ve takdim ediliyordu. Dâvetle düşmanlık, ister istemez onlarla dâvetin temsilcisi arasında bir savaşa dönüşüyordu. Putlar yalnız değildi rablik anlayışında. Şirk de tek çeşit değildi: Kabile, tapınılan bir rabdı, baba ve dedelerin örfü/töre, kamuoyu tapınılan bir rabdı. Kureyş ve diğer büyük kabileler, Araplara dediğini yaptıran ve dilediğini haram yapan rablardı.

Ve bazıları iman etti; Örnek nesil, sahâbe denilen altın nesil. Lâ ilâhe illâllah nasıl yer ediyordu onların hayatında? Ondan ne anlıyorlardı? Sadece kalple tasdikten, dille ikrardan mı ibaretti onların hayatında? Mü’minlerin nefisleri (her şeyleri) tevhidle değişince, şirkin pis renklerinden aklanınca onlarda çok büyük değişme/inkılâb oldu. Sanki yeniden doğmuşlardı... İnsanlık açısından, bir insanın bir şeye inanması, ardından da bütün tavırlarının inandığının tersi veya muhâlifi olması normal midir, mümkün müdür? Zehirli bir yılanın öldürücü olduğuna inanan ve ölmek de istemeyen bir insanın, elini yılanın ağzına hiç tedbir almadan sokması düşünülebilir mi? Ateşin yakıcı olduğuna inanan kimsenin elini ve tüm vücudunu ateşe atması?! Peki, gerçekten Allah'a iman eden tevhid eri bir mü’minin Allah'a itaat etmemesi, O’nu tek mâbud, tek rızık verici, tek otorite... kabul ettiğini davranışlarında göstermemesi nasıl olur?!

                   

İman iddiası, itaat ile isbat edilmeden insanı kurtaramaz. Bu konuda Kur’an’dan açık hükümleri görelim: Adiy bin Hâtem, Rasûlullah’ın yanına girdi. Peygamberimiz şu âyeti okuyordu: “Onlar, Allah’ı bırakıp bilginlerini ve râhiplerini rabler (ilâhlar) edindiler ve Meryem oğlu Mesih’i de... Oysa onlar, tek olan bir ilâh’a ibâdet etmekten başka bir şeyle emrolunmadılar. O’ndan başka ilâh yoktur. O, bunların şirk koştukları şeylerden yücedir.”[376] Adiy: “Ya Rasûlallah, hıristiyanlar din adamlarına ibâdet etmiyorlar, onları rab ve ilâh edinmiyorlar ki” dedi. Rasûlullah şöyle buyurdu: “Onlara haramı helâl, helâlı da haram yaptılar, onlar da uymadılar mı din adamlarına?” Adiy: “Evet” dedi. Efendimiz buyurdu ki: “İşte bu, onlara ibâdettir.” [377]

“Rabbınızdan size indirilen Kitab’a uyun. O’ndan başka dostlar edinerek onlara uymayın.”[378]; “Yoksa, Allah’ın dinde izin vermediği bir şeyi onlara meşrû kılacak ortakları mı vardır?”[379]; “Ayrılığa düştüğünüz herhangi bir şeyde hüküm vermek, Allah’a aittir.”[380]; “...Doğrusu, şeytanlar, sizinle tartışmaları için dostlarına fısıldarlar. Eğer onlara itaat ederseniz, şüphesiz siz müşrik olursunuz.”[381]; “Hayır, Rabbin hakkı için onlar aralarında çıkan çekişmeli işlerde seni hakem yapıp, sonra da senin verdiğin hükme karşı içlerinde bir burukluk duymadan tam anlamıyla teslim olmadıkça iman etmiş olmazlar.”[382]; “(Münâfıklar,) ‘Allah’a ve Rasûlüne inandık ve itaat ettik’ diyorlar. Sonra onlardan bir grup, bunun ardından dönüyor. Bunlar mü’min değillerdir. Onlar, aralarında hükmetmesi için Allah’a ve Rasûlüne çağrıldıkları zaman, hemen onlardan bir grup yüz çevirir.”[383]; “Kim Allah’ın indirdiği ile hükmetmezse, işte onlar kâfirlerin ta kendileridir.”[384]; “Yoksa câhiliyye hükmünü mü istiyorlar? İyice bilen bir toplum için Allah’tan daha güzel hüküm veren (hüküm koyan) kim olabilir?”[385]; “Allah, hüküm verenlerin en üstünü değil midir?”[386]; “Ey iman edenler, Allah’a itaat edin, Peygamber’e itaat edin ve sizden olan ülü’l-emre. Eğer bir hususta anlaşmazlığa düşerseniz, Allah’a ve âhirete gerçekten iman ediyorsanız, onu Allah’a ve Rasûlüne götürün (onların tâlimâtına göre halledin); bu hem hayırlı, hem de netice bakımından daha güzeldir.”[387]; “Allah ve Rasûlü, bir işte hüküm verdiği zaman, artık iman etmiş bir erkek ve kadına, o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur.”[388]; “...Dikkat edin, yaratmak da emretmek/hükmetmek de O’na mahsustur. Âlemlerin Rabbı Allah ne yücedir!”[389]; “İman edip de imanlarına herhangi bir zulüm (şirk) bulaştırmayanlar var ya, işte güven onlarındır ve onlar doğru yolu bulanlardır.”[390]; “...Hüküm sadece Allah’a aittir. O size kendisinden başkasına ibâdet etmemenizi emretmiştir. İşte dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.” [391]

 

Allah’a ve Rasûlüne itaat, ebedî cennete götürdüğü gibi, Allah’a ve Rasûlüne itaatsizlik/isyan da kişiyi ebedî cehenneme ulaştırır: “Bunlar Allah’ın (koyduğu) sınırlardır. Kim Allah’a ve Peygamberine itaat ederse Allah onu, zemininden ırmaklar akan cennetlere koyacaktır; orada devamlı kalıcıdırlar; işte büyük kurtuluş budur. Kim Allah’a ve Peygamberine karşı isyan eder ve O’nun sınırlarını aşarsa Allah onu devamlı kalacağı bir ateşe sokar ve onun için alçaltıcı bir azap vardır.”[392]; “Sana ganimetleri soruyorlar. De ki: ‘Ganimetler Allah ve Peygamber’e aittir. O halde siz (gerçek) mü’minler iseniz Allah’tan korkun, aranızı düzeltin, Allah ve Rasûlüne itaat edin.”[393]; “Tâğuta kulluk etmekten kaçınıp Allah’a yönelenlere müjde vardır. (Ey Muhammed!) Dinleyip de sözün en güzeline uyan kullarımı müjdele. İşte Allah’ın doğru yola ilettiği kimseler onlardır. Gerçek akıl sahipleri de onlardır.”[394]; “(Rasûlüm!) De ki: ‘Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah son derece bağışlayıcı ve merhamet edicidir. De ki: ‘Allah’a ve Rasûlüne itaat edin. Eğer yüz çevirirlerse bilsinler ki Allah kâfirleri sevmez.” [395]

                 

Ve bir hadis-i şerif: “Ümmetimle ilgili olarak korktuklarımın en korkutucusu Allah’a şirk/ortak koşmalarıdır. Dikkat edin; ben size ‘onlar aya, güneşe ve puta tapacaklar’ demiyorum. Fakat onlar (hâkimiyet hakkını bazı fertlerde, zümrelerde meclis ve toplumlarda görecekler), Allah’tan başkasının emirlerine ve arzularına göre iş yapacaklardır.” [396]      

Hüküm koyma (teşrî), “Lâ ilâhe illâllah”la direkt ve sağlam bir şekilde irtibatlıdır. Bu bağ da, hiçbir durumda kopmaz. “Allah’ın indirdiğiyle hükmetmeyenler kâfirlerdir.”[397] âyetinde fukahâ, Allah’ın indirdiğiyle hükmetmeyen kimse, bunu helâl saymadıkça tekfir edilmez, eğer helâl saymıyorsa, dinden çıkarmayan küfür (küfrün gerisinde bir küfür, yani büyük günah) demişlerdir. Taraflardan birinden rüşvet aldığından, önündeki meselede Allah’ın indirdiği dışında bir şeyle hüküm veren hâkim de bu yaptığıyla tekfir edilmez. Allah’ın gazabına uğramış bir günahkârdır. İctihad edip önündeki konuda yanılan ve Allah’ın indirdiği dışında bir şeyle hüküm vermiş olan biri ise günahkâr da değildir. Bilâkis niyeti ihlâslı oldukça ictihadına ecir de vardır. Ve sayılan diğer fıkhî hususlar...

Evet, lâkin bunların hiçbiri, Allah’ın indirdiği dışında bir şeyi teşrî ile ilgili değildir. Önündeki bir konuda, helâl saymamak şartıyla, fıkıh kitaplarında belirtilen herhangi bir nedenle Allah’ın indirdiği dışında bir şeyle hüküm vermek başka, Allah’tan ayrı olarak teşrî/hüküm koyma başka bir şeydir. Birinci durumda Allah’ın dinini kaynak olarak kabuldeki itiraf (uygulamadaki farklılığa rağmen) bozulmuyor. İkinci durumda, kendi yanından Allah’ın dinine muhâlif haramlar helâllar koyuyor. Ardından açıkça veya lisan-ı haliyle: “Allah’ın dinini değil; benim hükmümü/kurallarımı uygulayın, çünkü bu, ona denktir veya bu, Allah’ın kanunundan daha üstündür, kıymetlidir” diyor. İslâm tarihinde fıkıh âlimleri, bunun dinden çıkaran bir şirk ve küfür olduğunda ihtilâf etmemiştir. Yine, fıkıh âlimlerinin tarihten bu yana hiç ihtilâf etmeden şirk ve küfür olduğunu kabul ettikleri bir mesele de şudur: Bilmesine rağmen ve kendi irâdesiyle Allah’ın dini dışında bir teşrîe (hüküm koymaya) râzı olmak. İkrâh bunun dışındadır;[398] çünkü ikrahta rızâ yoktur.       

Şirkin ve zulmün hâkimiyeti ve egemen tâğutî güçlerin de etkisiyle insanların İslâm’dan kopukluğu arttı. Artık, kendisinin müslüman olduğunu da söyleyen nice insan, açıkça şirk olan inançlara sahip olmaya, şirk ideolojilerini kabullenmeye, elfâz-ı küfrü dilleriyle ulu orta söylemeye başladı. Allah’ın hükmüne uymak, İslâm’a teslim olmak, her konuda helâl ve haramlara dikkat etmek, Allah’ın sınırlarına riâyet etmek gibi değerler, müslüman olduğunu iddia eden nice insanın gündeminden çıktı. Bütün bunlar ve sayılması uzun sürecek şirk unsurlarına rağmen, insanlara, “lâ ilâhe illâllah” deyince müslüman olacakları, İslâm’ı yaşamasa da insanın küfre düşmeyeceği ısrarla söyleniyordu. Müstekbir oburların önüne konulmuş çanaktaki yem gibi oldu bu kelimeyi sadece diliyle söyleyenler. [399]

Tarihten bu yana, tevhîdî muhtevanın soyulmasının bazı etkenleri, sebepleri vardır. Tekliflerden kaçınma, uyarının (emr-i bi’l-ma’rûf ve nehy-i ani’l-münker) yetersizliği, aşırı bolluk (lüks ve rahata meyil, yani dünyevîleşme), siyasî istibdat ve mürcie düşüncesi, israfa ve dünyevîliğe pasif tepki şeklinde ortaya çıkan, zulümle mücâdele ve toplumsal tavır yerine kabuğuna çekilme anlayışının oluşturduğu mistisizm... bu etkenlerin başında gelir.    

Şirk ve irtidâdla ilgili bu bilgilerden sonra, içinde yaşadığımız toplumu değerlendirmeye çalışalım: Eski ümmetler gibi bu toplum da helâk olsa, deprem vb, bir âfetle yerle bir olsa, aradan uzun asırlar geçtikten sonra buralarda yaşayan insanlar, kazılarla elde edecekleri heykel ve eğlence araçlarından, tesbit ettikleri, araştırıp buldukları şeylerden bu zamanki toplumun yaşam tarzı ve dini hakkında neye hükmederler dersiniz? Ya da (hayâlî bir şey de olsa) "zaman tüneli"nden bir sahâbeyi geçirseler, bizim yaşadığımız zaman ve ülkeye misafir etseler, (meselâ bir gece klübüne, bir mahkemeye, bir okula, çarşıya, ya da bir eve) baksa, bu toplumun inancı konusunda ne tür bir yargıya varırdı? Hasan Basrî'nin daha 3. nesil müslümanlarına söylediği sözü hatırlayalım: "... Onlar sizi görseydi, müslüman demezlerdi."

Okullar, törenler, mahkemeler, meclisler, resmî kurumlar, bankalar, stadyumlar, ...hâneler, kumar ve eğlence yerleri... toplumun dinini yansıtmıyor mu? Hele yasalar ve hükümler... Seçim öncesi halkın yönetici adaylarından beklediklerinin, onların vaadlerinin hangi dinle izahı yapılabilir? Küçük Amerika hülyâları, sadece dünyevî ve fânî istekler...

Anket yapsanız, halkın kendini hangi sıfat-isimle benimseyip başkasına tanıtmak istediğini sorsanız, içinde, "Atatürkçü/Kemalist, laik, demokrat, Batıcı, Sosyalist, falancı, Avrupa Birliğine üyeliği çok önemseyen, özgürlük taraftarı, falan partili, filan takım taraftarı veya şu sanatçı hayranı gibi kelimeler sıralasanız, bu listenin sonuna da "müslüman" kelimesini ekleseniz; bunlardan birini tercih etmesini isteseniz, son kelimeyi isim-sıfat olarak tercih edenler gerçekten hâlâ bazılarının düşünmeden söyledikleri gibi % 99'ları bulur mu dersiniz?

Meselâ, Taksim'e, ya da şehrin işlek bir caddesine, meydanına çıksanız, gelip geçen gençlere teklifte bulunsanız, "alın size bin dolar, ama şurada 'falan dini seçiyorum' diye söz verecek, -meselâ- şu belgeyi de imzalayacaksınız" deseniz, nasıl bir netice ile karşılaşırsınız? Ya da "ayda 500 milyon maaşla bir Yahûdi sinegogunda Yahûdiliğe hizmetle ilgili iş vereceğim" veya "yurtdışına, meselâ Amerika'ya gönderiyoruz, ama, farklı bir dinle ilgili bazı şartlarımız var" deseniz... Bu konularda sonucu tahmin etmeden önce, Harp Okullarına, emniyete veya bir devlet kurumuna girmek için can atan gençleri, anıtkabire akın eden insanları, çok rahat elfâz-ı küfür söyleyen, hatta dine ve mukaddesâta sövebilen kışladaki subayları, kahvedeki vatandaşları... göz önüne getirmeli ve özellikle insanın para için neler yapabildiğini, nâmusunu hem de çok ucuza satan bayanları, "ne iş olursa yaparım, ağabey, sen yeter ki paradan haber ver!" diyen insanları değerlendirmelisiniz. Hele devletin emri veya yasağı olan konularda, halkın anormal görmediği durumlarda...

Diyanet'in açıklamasına göre, Adapazarı deprem bölgesinde 100 civarında insan, misyonerlerin hummalı çalışmaları sonucu İslâm'ı bırakıp resmen Hıristiyanlığı seçmiş. Her gün dininden kopan, farklı ideoloji ve hayat görüşlerini benimseyen ama resmen farklı bir dine geçtiği değerlendirilmeyen insanların sayısını kimse bilmiyor. Medya, okullar, resmî kurumlar devamlı mürted yetiştiren programlarıyla ha bire müslümanları adı konulmamış farklı dinlere çekmekteler. 2 Ocak 1976'da çıkan Sebil adlı Haftalık gazetenin kapaktan sorup, sayfalarında işlediği konu şöyleydi: "Nasıl Hristiyan Olacaktık?" Kâzım Karabekir Paşa'nın hâtıralarından alıntılar yapılıyor, TBMM'de ilk yılında meclis başkanının riyâsetinde devletin resmî dininin Hristiyanlık olmasının ısrarla savunulduğu ve bu konudaki tartışmaları anlatıyordu. Devlet, resmen Hristiyanlığı kabul etmemişti, ama çok kısa zaman sonra Anayasadan "Devletin dini İslâm'dır" ifadesi kaldırılmış, "laik demokratik devlet" ifadesi konulmuştu. Sonra da bu doğrultuda dayatmalar, devrimler, takrir-i sükûn kanunları ve İstiklâl Mahkemeleri...      

“Ümmetimle ilgili olarak korktuklarımın en korkutucusu Allah’a şirk/ortak koşmalarıdır. Dikkat edin; ben size ‘onlar aya, güneşe ve puta tapacaklar’ demiyorum. Fakat onlar (hâkimiyet hakkını bazı fertlerde, zümrelerde meclis ve toplumlarda görecekler), Allah’tan başkasının emirlerine ve arzularına göre iş yapacaklardır.” [400]      

 

Toplumla ilgili esas problem, ekonomik kriz değildir, maddî sıkıntılar da, açlık da. Hatta yolsuzluklar, ahlâk eksikliği de değildir. Problem, iman problemi; kriz, tevhid krizidir. İmanı olmayan topluma hangi ahlâkî ilkeleri yerleştirmek isterseniz isteyin, delik kaba su doldurmaya çalışmış olursunuz. Arabanın motorunu çalmışlarken kaportadaki çiziklerin ne önemi var? Kalbi olmayan birinin, nesi olursa olsun, o insan değildir artık. İmanını yitiren toplumun her şeyi gitmiş/bitmiş demektir.           

 

 

Mürtedliğe Giden Yollar

           Mürtedliğe Yol Açan Sebepler: Mürtedlik, söz, fiil/eylem ve inanç (ve şüphe) ile ortaya çıkar. Mürtedlerin İslâm’dan dönmelerinin birkaç sebebi olablir:

            1- İslâm’ı ve onun hükümlerini beğenmemek,

            2- İslâm’ı çıkarlarına ve zevklerine engel görmek,

            3- Dünyalık bir makam elde etme ihtirası,

            4- İman zayıflığı veya İslâm’ı yeterince tanımama,

            5- Gayri müslimlere özenme, onların zevk içinde yaşamalarına imrenme ve onları bazı konularda üstün ve ileri kabul etme anlayışı ve diğer sebepler.

             Bir Müslümanı Mürted Yapan Tavırlar: Bir müslümanın İslâm’dan çıkmasına sebep olacak bazı durumları şöylece özetleyebiliriz.

            Müslüman olduğu halde, Allah’a şirk koşmak; Allah’ın dışında bir kimseye, bir otoriteye, putlara tapınmak, Allah’tan istenecek yardımı ölülerden veya mezarlardan istemek, birtakım örgütleri veya devletleri Allah gibi düşünmek, kişiyi İslâm’dan çıkarır, mürted yapar.

            İslâm’ın küfr veya kâfirlik dediği şeyler konusunda şüphe etmek; İslâm da bellidir, onun dışındaki bâtıl yollar da bellidir. Küfür olan konularla ilgili olarak “acaba onlar da doğru olabilir mi?” düşüncesi İslâm inancına aykırıdır. Onlar doğru olsaydı, İslâm’ın Hz. Muhammed ve Kur’an’la gönderilmesine ne lüzum vardı? Bütün bâtıl dinler, bütün İslâm dışı ideolojiler, insanlar adına nisbet edilen hayat sistemleri İslâm tarafından reddedilmektedir (Komünizm, Hinduizm, Hırıstiyanlık, Demokrasi, Marksizim, laisizm, Kemalizm ve diğerleri).

Peygamberimiz’in bize bildirdiği bazı şeyleri beğenmemek, onlara karşı yüzü buruşturmak, râzı olmamak. [401]

            Müslümanlara karşı kâfirlerle işbirliği yapmak, onlara yardım etmek. [402]

            İslâm’ın ilkelerine, şeriata karşı gelmek, onlarla alay etmek, onların yerine başka otoritelerin veya kişilerin görüşlerini daha iyi, güzel veya çağdaş bulmak.

            Kesin deliller ile, ümmetin icmâsı ile sâbit olmuş, dinden sayılan hükümlere karşı gelmek, onları kabul etmemek.

Bunlar veya bunlara benzer davranışlar ve sözler bir müslümanı dinden çıkarabilir, mürted yapabilir. Bunlar birer hükümdür ve müslümanları din konusunda dikkatli olmaya  teşviktir, onları tehlikeden sakındırmaktır. Kişi ya inanır, ya inanmaz. Ama tutarlı olması gerekir; inandığı dinin gösterdiği gibi inanması ve yaşaması lâzımdır. İslâm, Allah’ın dinidir ve ona nasıl inanılması gerektiği ortaya konulmuştur. O, insanların görüşü değildir ki, dileyen dilediği gibi kullansın.[403]    

 

Günümüzde insanlar, ortamın ve çevre şartlarının İslâmî değil; câhiliyye yapısı arzettiğinden, İslâm’ı doğru bir şekilde kavrama ve sırât-ı müstakîm çizgisini kolaylıkla sürdürme imkânlarına yeterince sahip değildirler. İslâm dışı, hatta İslâm’a düşman düzen ve buna bağlı kurum ve kuralların etkisiyle her an bâtıl yollara bilinçsiz de olsa dalma riskiyle karşı karşıyadır. Bunlardan birkısmı, belki imanını tümüyle giderecek ve kişiyi mürted yapacak durumda değilse de, bir kısım insan bilerek ve seçerek İslâm’dan farklı yollar/ideolojiler/dinler edinmektedirler. Bu kimselerin mâzîsinde İslâm’ı gerçek anlamıyla bilip bir bütün halde kabul etme ve yaşama gayreti var iken, sonradan bilinçli bir tercih sonucu dinini değiştirme sözkonusu olmuş ise, -neûzü billâh- mürtedlik vuku bulmuş olur. Mü’min iken kişinin mürted olması sonucunu veren birtakım söz ve fiillere şunlar örnek gösterilebilir:

Müslüman bir kimsenin kendi irâdesiyle açıkça; ‘Ben Allah’a ortak koşuyorum’ demesi, yahut Allah’ın varlığını inkâr etmek, peygamberleri reddetmek ya da bir tek peygamberi dahi yalanlamak gibi küfrü gerektirici bir söz söylemek, açıkça küfrü gerektiren -Mushaf’ı ya da bir parçasını pisliğe atmak gibi- bir fiil işlemek, namazın farz oluşu, zinânın haram oluşu gibi İslâm’ın kesin bir hükmünü inkâr etmek, farz namazların, -bunların bir rekâtinin bile olsa- farz olduğunu, dinin emri olduğunu reddetmek gibi veya farz olmadığı kesin delillerle sâbit bir hükmün farz olduğuna -meselâ farz namazlara bir rekât ilâve etmek gibi- inanmak, peygamberliğin insanların kendi gayretiyle kazanılabileceğini ileri sürmek gibi hususlar küfrü gerektirir. Bu gibi küfrü gerektiren inanç ve tavırlar önceden müslüman bir kimse tarafından kabul ediliyorsa, bu kimse mürted olur.

Çağımızda ortaya çıkan birtakım şartlar vardır ki, müslüman kimse iman açısından bunların da hükmünü bilmelidir. Bunların en başında hiç şüphesiz Allah’ın indirdiği hükümlerin dışındaki hükümler ile hükmetmek gelir. Konuyla ilgili olarak Abdülkadir Udeh’den alıntı yapalım: “Çağımızda reddetmek, kabul etmemek yoluyla küfrün açık örneklerinden bir tanesi de, Allah’ın şeriatiyle hükmetmeyi kabul etmemek ve onun yerine insanlar tarafından konulmuş hükümleri, kanunları uygulamaya koymaktır. Çünkü İslâm dininde asıl olan kural, Allah’ın indirdikleriyle hükmetmenin farz, ondan başka kanun ve hükümler ile hükmetmenin ise haram olduğudur. Kur’ân-ı Kerim’in bu hususa dair nasları gâyet açık ve kesindir.

İslâm şeriatine aykırı her türlü yasa ve hükmün bâtıl olduğu hususunda fakîhler ile ilim adamları arasında görüş ayrılığı bulunmamaktadır. Yine onların ittifakına göre İslâm dışı  hükümlere itaat gerekmez, hatta İslâm şeriatine aykırı olan her şey, müslümanlara haramdır. İsterse bu haramı emreden ya da mubah kılan egemen otorite ya da başkası olsun. Yine ittifakla kabul edilen hususlardan bir tanesi de şudur: Sahih olduğuna inandığı bir te’vile dayanmaksızın müslümanlardan her kim Allah’ın indirdiklerinden başka hükümler ortaya atarsa, o kimseler hakkında Yüce Allah’ın verdiği “kâfir, zâlim ve fâsık” hükümleri verilir. Meselâ, başka bir hükmü ondan daha üstün, daha güzel gördüğü için İslâm’ın öngördüğü cezaları ve hükümleri uygulamaktan yüz çeviren bir kimse, kesinlikle kâfirdir, daha önce iman etmiş ise bu tavırlarıyla mürted olur.

İttifakla kabul edilen hususlardan bir diğeri: Allah’ın ya da peygamberinin emirlerinden herhangi birisini reddeden bir kimse, bunu ister şüphe ve tereddüt yoluyla, isterse de terk ve kabul etmemek yoluyla, isterse de o hükme teslim olmamak dolayısıyla reddedecek olursa İslâm’dan çıkar, mürted olur. Çünkü sahâbe-i kirâm, zekât vermeyi kabul etmeyenleri mürted olarak değerlendirmişlerdir. Yüce Allah kendisinin ve Rasûlünün hükmünü teslimiyetle kabul etmeyenlerin kâfir olduklarına dair açık hükmünü indirmiştir: “Rabbine andolsun ki, onlar kendi aralarındaki anlaşmazlıklarda Senin hükmüne başvurmadıkça ve verdiğin hükmü, içlerinde bir sıkıntı olmaksızın tam bir teslimiyetle kabul etmedikçe iman etmiş olmazlar.” [404]       

Elfâz-ı Küfür: Elfâz'ın tekili olan lafız (lafz); söz, kelime ve ifade demektir. Küfür ise "kefera" fiilinden masdar olup, sözlükte; bir şeyi örtmek anlamına gelir. Kalbindeki imanını örten kimseye de bu yüzden münkir veya kâfir denilmiştir. Bir terim olarak, kişiyi küfre düşüren ve dinden çıkmasına sebep olan sözlere "elfâz-ı küfür" adı verilir.

Bir mü'mini küfre düşüren sözler beşe ayrılır. Bunlar: İstihlâl, istihzâ, istihfaf, istihkar ve istinkârdır. İstihlâl, Allah’ın yasakladığı bir haramı helâl, helâlı haram kabul etmek; İstihzâ, dinin esaslarından birini alaya almak; istihfâf, inanılması gereken ve zarûrât-ı diniyye denilen prensipleri küçümsemek, hafife almak; istihkar, dinle ilgili temel esasları ve dinin mukaddes saydıklarına hakaret etmek, çirkin sözler söyleyip sövmek; istinkâr ise bir İslâmî hükmü açıkça inkâr etmek veya dince mukaddes olan şeylere inanmayıp küfretmek.

Allah'ın zatı, sıfatları, fiilleri, isimleri, emirleri, yasakları hakkında şaka yollu da olsa alay ederek küçümseyici konuşmak ve Allah'a çirkin sözler söylemek kişiyi dinden çıkarır. "Allah ile, O'nun âyetleriyle, O'nun Rasûlü ile alay mı ediyorsunuz? Boş yere özür dilemeye kalkışmayın. Siz imandan sonra küfre düştünüz."  [405]

Peygamberlik kurumunu önemsememek ve peygamberlikle alay etmek, onlar hakkında küçük düşürücü sözler söylemek istihkar (hakaret ve sövme) sayılır. Bu yüzden herhangi bir peygamberi küçük gören, alay eden ve O'na ezâ veren dinden çıkar. "Şüphe yok ki, Allah'a ve Rasûlü’ne eziyet verenlere Allah dünyada ve âhirette lânet etmiştir. Onlara çok küçük düşürücü bir azap hazırlamıştır."[406]; "Münâfıklardan öyleleri vardır ki, peygamberi incitiyorlar ve 'O her söyleneni dinleyen bir kulaktır' diyorlar. De ki, 'O sizin için bir hayır kulağıdır. Allah'a da inanır, mü'minlere de. İman edenleriniz için bir rahmettir. Allah'ın Rasûlüne eziyet verenlere ise acıklı bir azab vardır." [407]

Hz. Peygamber'e hakaret dinden çıkardığı gibi, mukaddes kitaplara ve Kur'ân-ı Kerim'e hakaret veya mukaddes kitapların aslını inkâr edici sözler söylemek küfürdür. Kur'an'la, bir sûresi veya âyetiyle alay etmek, onu küçümsemek küfürdür. Meleklere hakaret etmek, alay etmek, ayıplamak, onları küçük görmek küfürdür. Cebrâil'in vahyi getirirken hata ettiğini, Hz. Ali yerine yanlışlıkla Hz. Muhammed’e (s.a.s.) vahyi verdiğini söylemek de kişiyi dinden çıkartır. Azrâil'e, ölüm meleği olduğu için hakaret etmek, meleklerin dişi olduğunu söylemek de küfürdür. Sahâbeleri tekfir ederek, onların mü'min olmadığını söylemek de küfür kabul edilmiştir. Sahâbeyi küçümsemek, alay etmek ve onlara buğz etmek ise bid'at ve sapıklıktır. [408]

Söyleyeni dinden çıkaran küfür sözlerinin bu sonucu meydana getirmesi için hür bir irâde ve ihtiyarla söylenmesi gerekir. Tehdit, zor ve baskı altında küfür sözlerini söyleyen kimse, ikrâh-ı mülcî yani tam zorlama ile, öldürme, kesme, bedene zarar verme ve şiddetli dövme gibi işkence veya bu tehditler varsa küfür sözü söyleyebilir. "Kalbi imanla dolu olduğu halde, küfre zorlanan müstesnâ olmak üzere, kim iman ettikten sonra, küfre sîne açarsa Allah'tan onlara bir azap vardır."[409] Bu âyet, küfre zorlanan kimsenin dinden çıkmayacağını gösterir. Nitekim Mekke müşrikleri, Yâsir ile hanımı Sümeyye'yi İslâm'dan dönmeleri için zorlamış, işkence altında ikisini de öldürmüştür. Yâsir'in oğlu Ammâr'ı da bir kuyuya atarak işkence yapmışlar, Ammâr işkenceye dayanamayarak, kalbi imanla dolu olduğu halde, diliyle İslâm'dan döndüğünü söylemiş ve canını kurtarmıştır. Haber Hz. Peygamber'e ulaşınca, kendisiyle görüşmüş ve yine işkenceye mâruz kalırsa aynı sözleri söylemesine ruhsat vermiştir. Yukarıdaki âyet-i kerime bu olay üzerine inmiştir.

Günümüzde nice şarkılarda dinle ilgili kutsal esaslara hakaret taşıyan, kadere isyan eden, bir kadını putlaştırıp Allah'ı sever gibi sevme ifadeleri müslümanım diyen insanlar tarafından rahatlıkla söylenebilmektedir. Bir futbol takımı ekber, yani Allah'a ait olan "en büyük" ifadesiyle sloganlaştırılabilmekte, öğrencilere bir şahıs hakkında ilâhî özellikler verilerek antlar, şiirler söylettirilebilmektedir. Medyada, kahvelerde, sokaklarda nice elfâz-ı küfür rahatlıkla ağızlardan çıkabilmektedir. "İşimiz Allah'a kaldı", "Allah'lık" gibi ifadelerle Allah hakkında küçültücü ifadeler söylenebiliyor. Azrail'e kızılıp ileri geri sözler sarfedilebiliyor. Bir kıza "Melek" ismi verilebiliyor, felek ifadesiyle göklerin insan kaderi üzerinde etkisi kabullenilerek ona kader adına hakaretler edilebiliyor. Açıkça kadere de çatılabiliyor. Zamana sövülebiliyor. Cennet ve cehennemle ilgili fıkralar anlatılarak Allah'ın ödül ve cezası şaka konusu edilebiliyor. Dini küçük düşürücü Bektaşi fıkraları veya dinin kutsallarını küçük düşürecek uydurmalar anlatılabiliyor. Allah'ın sıfatları başkasına verilebiliyor. Allah'tan başkasına duâ edilip medet ve yardım istenebiliyor. Allah'tan başkası adına yemin edilebiliyor. Ağzımızdan çıkan her sözün hesabının isteneceği unutularak küfür lafızları sakız gibi ağızlarda dolaşabiliyor. Bütün bunlar, elfâz-ı küfür, şirk, irtidat gibi konuların kapsamına girmektedir.             

 Çevrede Çokça Duyulan Elfâz-ı Küfürden Bazıları (Söyleyeni Şirke Düşürmesinden  Korkulan, Müslümanları Mürted Yapmasından Endişe Edilen Çirkin Sözler)

  • Allah’la İlgili:

"Allah'lık" (saf bir insan için)

"Allah'sız" (Bunun Allah'ı yok, bu kimseyi Allah yaratmamıştır anlamında)

"İşimiz Allah'a kaldı" (İşimiz yaş,  netice beklemeyin anlamında)

"İnşâallah deme, kesin söz ver" (İnşâallah, yani Allah dilerse sözünün yanlış ve yetersiz olduğu anlamında)

"Gökte Allah var",  "yukarıda Allah var" (Allah'a mekân isnadı anlamında)

"Seni Allah gibi seviyorum" (Allah'ı sever gibi çok sevmek, fanatiklik anlamında)

"Seni elimden Allah bile kurtaramaz" (Allah'ın gücü bile yeterli olmaz anlamında)

"Burada Allah yok, Peygamber izinde" (Karakolda, hapishanede vb. Allah'ın yardım edemeyeceği anlamında)

"Allah'ın olmadığı, şeytanın bol olduğu yerde elime geçecek, ciğerlerini sökerim" (Allah'ın olmadığı yer olabileceği anlamında)

"Allah, ondan verdiği canı alamıyor" (Borcuna sâdık olmayanlar hakkında, Allah'ın âcizliği anlamında)

"Allah'ın hükmü burada geçmez" veya "o eskidendi, şimdi Allah'ın hükmü uygulanmaz, devir değişti" (Allah'ın hükmünün geçersizliğini iddia veya tüm zamanlara ait olduğunu inkâr anlamında)

"Şu işin (şeyin) Allah'ını yapar" (Allah'ı herhangi bir şeye benzetme anlamında)

"Sen Allah mısın be?" (Bir yaratığın Allah olma ihtimalini çağrıştıracak anlamda)

"Ye Allah ye", "vur Allah vur" (Allah'ı kula benzetmek anlamında)

"Allah Baba", "Allah'ın oğlu gelse..." (Allah'a çocuk isnad etme anlamında)

"Tapılacak kadın" (Allah'tan başka tapılacak/ibâdet edilecek mâbud kabulü anlamında)

"Futbol/müzik ilâhı, ...tanrıçası" (Allah'tan başka ilâh kabulü anlamında)

"Hâkimler hâkimi" (Allah'ın dışında bir varlığa Allah'ın bir sıfatını verme, her şeyi yönlendiren anlamında)

"Sezar'ın hakkı Sezar'a, Tanrı'nın hakkı Tanrı'ya" (Allah'a denk başkasının hakkı olduğu, Allah'ın her yerde tek güç olmadığı anlamında)

"Allah bizi unuttu" (Allah'ın zorluklarla denemesi konusunda Allah'ı unutma gibi bir eksiklikle vasfetme anlamında)

"Filan kimse şu şeyi yarattı" (Yaratma fiilini gerçek anlamda, yani yoktan var etme manasında başka birine verme, Allah'ın fiiline ortak kabulü anlamında)

"Allah'ın başka işi mi yok, bununla uğraşacak?" (Allah, her şeyi takdir edip, her şeye hükmünü geçirmez, O'nun dediğinin ve müdâhalesinin dışında da işler olur anlamında)

"Allah bilir ki, şu iş şöyledir", "Allah şâhit şunu şöyle yaptım" dediği halde, yalan söylemiş olsa; Allah'a iftira atmak ve gizli-açık her şeyi bildiğini kabul etmemek anlamında) 

"Hâkimiyet/egemenlik, kayıtsız şartsız milletindir/meclisindir" (Hâkimiyetin, egemenliğin Allah'ın dışında başkalarına ait olduğunu kabul ve Allah'ın hükmünün üstünde hüküm olduğu anlamında)

"En büyük filân takım, başka büyük yok" (Ekber/en büyük sıfatının Allah'tan başkasına verilmesi ve başka büyüğün olmadığı, Allah'ın büyüklüğünün inkârı veya  büyüklükte ortağı olduğu anlamında)

"Allah'ımı inkâr edeyim ki, şu şöyledir" (Söylediği söz, doğru bile olsa; Allah'ı inkâr etmeyi ihtimal olarak kabul ve inkârı basite almak anlamında)

"Allah, şunu şöyle yaratsaydı, şu işi şöyle yapsaydı ne iyi olurdu" (Allah'ın yarattığını beğenmemek, O'na eksiklik ve kusur isnad etmek anlamında)

"Allah, keşke şunu haram kılmasaydı, şunu farz etmeseydi" (Allah'ın hükmünü beğenmemek anlamında)

(O konuda âyet olmadığı halde,) "Allah şöyle buyurmuştur" demek (Kur'an'da olmayan, ispatlanamayan cümleleri Allah'a isnâd etmek, dolayısıyla Allah'a iftira etmek anlamında)

(Allah'ın kesin olarak haram kıldığı bir şeyi yiyip içerken "Allah'ın ismiyle (Bismillâh)" demek (Allah'la, Allah'ın haram hükmüyle alay etme anlamında)

Allah'ı, O'nun kurallarını, O'nun dinini, kitabını...  istihzâ/alay, küçük görme, hakaret, inkâr etme.

Allah'a, dine, dince mukaddes sayılan şeylere küfür, sövme veya çirkin söz söyleme.  

Allah'tan başka mutlak gaybı bilen olduğunu kabul etme.

Allah'tan başkasına söylenmesi câiz olmayan şeyleri başka şeyler için söyleme: "Yeşil gözlerinden muhabbet kaptım, Diz çöküp önünde yıllarca taptım.", "Mihrâbım diyerek yüz sürdüm" , “Bir Allah'a, bir de sana taptım", "Kâbe Arabın olsun, bize Çankaya/Anıtkabir yeter" , "Ey, bugünleri borçlu olduğumuz ulu Atatürk" vb.

Allah'tan başkasına dua etmek veya bir kuldan meded istemek

Allah'ın helâllarını helâl; haramlarını haram kabul etmemek

Allah'tan başkası adına kurban kesmek, Allah'tan başkasına adak adamak

Allah'ın kesin yasağına rağmen Allah'ın düşmanlarını, kâfirleri sevmek, küfre rızâ göstermek, kâfirlere -hidâyetleri dışında- dua etmek

Tâğutların resim ve heykelleri önünde tapınırcasına saygı göstermek

Allah'ın şeriatından/hükmünden daha üstün yönetim şekilleri olduğunu belirtmek: "Demokrasi/halk idaresi en iyi idare şeklidir", "Kemalizm, Kapitalizm insanları mutluluğa götürür" demek.    

Allah'ı, sadece göklere ve tabiata hükmü geçen bir zat olarak kabul edip, yeryüzünü insanların kendi bağımsız arzularına bırakıp Allah'ı dünya işlerine karıştırmamak, insanların sosyal ve siyasal ilişkilerini düzenleme konusunda Allah'ın dışında otoriteler tanımak

Fayda ve zararı Allah'tan bilmemek, "şu doktor benim hayatımı kurtardı", "frene basmasaydı ölmüştüm", "şu hap bana şifa veriyor, beni iyi ediyor" "Devlete karşı çıkılır mı, ezer geçer" 

İbadet kapsamına girecek tüm amelleri, sadece Allah için yapmamak, gösteriş veya dünyevî bir menfaat için yapmak.

b- Dinle İlgili:

"Din ayrı, dünya ayrı" (Dünyayı dinin dışına itmek, dini dünyaya karıştırmamak ve laiklik anlamında)  

''Din ayrı, siyaset ayrı" (İnsanların yönetiminin dinle ilgisi yok, siyaset dinden bağımsız olmalıdır anlamında) 

"Dinde zorlama yoktur" (Din seçme konusundaki özgürlükle ilgili Bakara sûresi, 256. âyetini farklı ve yanlış bir konu için delillendirerek, bir müslümana karışılamayacağı, onun haramları işlemede özgür olduğu anlamında; dinin ahkâmla/muâmelâtla ilgili konularını inkâr etmek veya geçerli olmayacağını iddia anlamında)

"Zevklere ve renklere karışılmaz" (Arzu ve heveslere hiç kimsenin müdahale etmesine hakkı yoktur, ben neden zevk alıyorsam onu yaparım, din adına bile olsa hiç kimse ona karışamaz anlamında)  

"Bu benim özel hayatımdır, kimse karışamaz.", "Demokrasi var, bana kimse karışamaz, canım ne isterse onu yaparım" demek (Allah'ı, Allah'ın hükümlerini önemsememek ve O'na teslim olmamak, nefsini, hevâ ve hevesini putlaştırıp ilâhlaştırmak anlamında) 

"Biz babamızdan, atalarımızdan böyle gördük" (geleneği, ataların yolunu mutlak doğru olarak kabul etmek, dine ters düşse de atalarının yolunun en doğru yol olduğunu kabul anlamında)

"Din şöyle diyor, doğru ama...", "haklısın, fakat..." (Dinin emir ve yasaklarının doğru olduğunu kabul etmekle birlikte, hayata geçirmenin imkânsız gibi çok zor olduğu, yaşanamayacağı, başka alternatiflerin zaruri olduğu anlamında)

"İslâm dini akıl dinidir, mantık dinidir" (Nakli dışlama, vahyi temel ölçü almama, aklı putlaştırma anlamında)

"İslâm şeriatı eskidenmiş, bundan sonra din hâkim olamaz." (Dini, eski zamana ait tarihî bir vaka gibi kabul etme ve gelecekle ilgili Allah'ın vaadlerini inkâr anlamında)

"Dine bağlı yaşamanın, dindâr olmanın zamanı geçti; doğru olursan bu devirde aç kalırsın" (Dinin bütün zamanlar için geçerli olmasının reddi anlamında)

"Dinî günler" (Zamanı, günleri dinî olan ve dinî olmayan diye ayırıp, bazı günlerin dinle ilişkilerinin olmaması gibi anlaşılabilmesi anlamında)

"Hayat yalnız bu dünyadadır" (âhireti inkâr anlamında)

"Sen benim kalbime bak, kalbim temiz" (Dinin bazı emirlerini yerine getirmeyişin mâzereti olarak kalbin temizliği anlayışı ve ibâdet edenlerin kalbi temiz değil ki ilâhî emirleri yerine getiriyorlar anlamında)

"Paranın açmadığı kapı yoktur" (Parayı putlaştırmak, kapitalizmin her şey olduğu anlamında)

"Demokrasilerde çare tükenmez" (Beşerî bir düzen olan demokrasi (halkın kendi kendisini yönetmesi)nin her konuya çözüm getiren en üstün idare şekli olduğu; İslâm’ın siyâset ve devlet anlayışından daha üstün bir yönetim şekli olduğu anlamında)

"Aşırı dinciler" , "dinciler" "fundemantalistler", "dinci teröristler" gibi çirkin ithamları gerçek mü'minlere etiket olarak takmak, müslümanları, dolayısıyla İslâm'ı kötülemek anlamında)

İslâm'a irticâ, gericilik, fundemantalizm, taassup ve benzeri çirkin sıfatlar  takmak.

İslâm'a, şeriata, tesettüre karşı tavır almak veya bu tür dinle ilgili hususlara düşman olanları desteklemek.

İslâm'ın kutsal kabul ettiği hususların dışında, özellikle de İslâm'a düşman olan rejimlerin sembollerini yüceltmek veya onlara saygı duymak

c- Cennet, Melek ve Kaderle İlgili:          

"Eşek cennetini boyladı" (Cenneti küçümsemek, cenneti yakışıksız bir şeyle vasıflandırmak anlamında)

"Sensiz cennet kötü, seninle cehennem bana ödül" gibi sözler (Cenneti, cehennemi önemsiz görmek veya âşık olduğu bir insanı bunlardan daha önemli kabul etmek anlamında)

Bir insana "Meleğim" demek, "Çarli'nin melekleri" veya bir kıza "Melek" ismi vermek, ya da birine “melek gibi” demek (Melekleri insan gibi olduğunu, şekillerinin, yapılarının insana benzediğini kabul etmek anlamında)

"Azrâil onun canını yanlış yere aldı" , "Azrâil'le savaşıyor" gibi sözler, Azrâil'e hakaret etmek, onu eleştirmek anlamında)

"Kader utansın"  gibi kadere isyan anlamında sözler

"Felek"le ilgili hem hakaret, hem kaderi belirlediği inancı, göklerin (yıldız ve burçların) insan üzerinde etkinliğini, insanların kaderini/geleceğini gök cisimlerinin tayin ettiğini kabul anlamında)   

Ve bunlara benzer, düşünmeden, ya da bilinçli olarak söylenen, şirk düşüncesini yansıtan nice sözler...

 

Ef’âl-i Küfür: Ef'âl-i küfür, küfür fiil ve davranışları demektir. İnsanların bazı hareket, kıyafet ve davranışları küfre alâmet sayılmıştır. Bu fiillerin bir kısmı müslüman olmayan toplumlara benzemek kastıyla yapılan hareket ve davranışlardır. Küfre alâmet sayılan ef'âl-i küfür kabul edilen hareketleri şu şekilde sıralamak mümkündür:

a- Puta tapmak: Puta tapmak, Allah'a şirk/eş koşmak demektir. "Nihâyet elçilerimiz canlarını almak üzere onlara geldikleri zaman şöyle diyecekler: 'Allah'ı bırakıp da tapındığınız putlar nerede?' Onlar şöyle cevap verecekler: 'O putlar bizi bırakıp kayboldular.'  Onlar kendi aleyhlerine kâfir olduklarına şâhitlik edeceklerdir."[410]; "Onlar Allah'ın yolundan saptırmak için Allah'a eşler uydurdular. De ki: 'Eğlenip keyfinize bakın! Çünkü gidişiniz muhakkak ateştir."[411] Allah'tan başkasına tapmanın küfür alâmeti/ef'âl-i küfür olduğu kesindir.          

b- Mushafı pisliğe atmak gibi saygısızca davranmak:  Mushafı pisliğe atmak da küfür fiillerinden biri sayılmıştır. Üzerinde Kur'an'dan bir bölüm, Yüce Allah'ın veya Peygamberin adı yazılı bir kâğıdı pisliğe atmak da aynı hükme tâbi tutulmuştur. Tabii ki atma, kasden ve bilerek olursa, kâğıdın üzerindeki şeyi inkâr söz konusu olacağından küfür davranışı kabul edilmiştir. Zaman zaman medyaya yansıdığı gibi, üzerinde âyet veya Allah lafızlarının yazılı olduğu ayakkabı, bayan elbisesi şeklinde eğlence ve aşağılama kabul edilecek tarzda bunları giymek de aynıdır.

c- Gayr-i müslimlerin tapınaklarına ibâdet kasdıyla gitmek: Kilise, havra, katedral, puthane gibi yerlerde ibâdet ve duâ etmek, veya buralarda Allah'a ibâdet etmenin daha faziletli olduğuna inanmak da kişiyi İslâm'dan çıkarır. Fakat bu tür yerlere ibâdet kasdı olmaksızın, bilgi edinmek veya incelemek için gitmekte bir sakınca yoktur.

d- İbâdet kasdıyla herhangi bir şahsa secde etmek: Bir kimse tapınma kasdı olmadan sadece hürmet ve saygı için bir büyük karşısında eğilse, yeri öpse bu günah kabul edilse bile küfür kabul edilmez. Kişiye tapmak anlamına gelecek davranış küfürdür.

               

e- Ölülerden duâ ederek bir şey istemek, kabirleri tapınak yapmak: Sadece Allah'a yapılması gereken ibâdet ve duâyı[412] Allah'tan başkasına, ister ölü ister diri olan birine yapmak küfürdür. Allah'tan başkasına kesilen kurban, Allah'tan başkasına adak, kabirleri tavaf, kabirde yatandan duâ ile bir şey istemek, ölülerden imdat ve medet istemek küfür davranışlarıdır. 

   

f- Haç takınmak: Hıristiyanların takındıkları madalyon olan haç, onların iddiasına göre Hz. İsa'nın çarmıha gerilmiş şeklinin remzidir ve onlara göre kutsaldır. İslâm âlimleri, haç takınmanın küfür davranışı olduğunda hemfikirdirler. Günümüzde de böyle bir madalyonun ancak hıristiyanlar tarafından takıldığını unutmamak gerekir.

g- Ğıyar ve zünnâr: Ğıyar, zimmîlerin omuzlarına attıkları alâmet yahut kumaş parçasıdır. Zünnâr da hıristiyan ve mecûsîlerin küfür alâmetleri olan bir çeşit kuşaktır. Bunlar gayr-i müslimlerin özel giysileri ve dinlerinin alâmetleri olarak sembol olduğundan, bunları kullanmanın küfür fiilleri olduğu belirtilmiştir.

h- Mecûsî ve yahûdi şapkası: Mecûsîlerin ve yahudilerin mümeyyiz vasfı olan şapkalarını onlara benzemek kasdıyla giymek de küfür sayılmıştır.

Bu alâmetler, her asırda ve bölgede değişiklik gösterebilir. Buradaki temel espri, İslâm'ın dışındaki dinleri benimsemiş kişilerin özel kıyafetleri, dinlerine ait kıyafetleridir. Tabii, râhibe elbisesi ve papaz cübbesi giymek de küfür fiillerindendir. Her devrin küfür alâmeti değişik olmaktadır. Belli bir zaman küfür alâmeti olan şey, belki kısa zaman sonra küfür alâmeti olma özelliğini kaybedebilmektedir. Bu konuda en açık örnek, şapkadır. Belli bir döneme kadar şapka, özellikle fötr küfür alâmeti sayılırdı; Âtıf Hoca gibi nice âlimler ve müslümanlar şapka giymediği ve bunun küfür olduğunu belirttikleri için idam edilmiştir. Bu âlimler, küfrün sembolü olduğunu bildiklerinden dolayı buna karşı çıkmayı idamı göze alma pahasına sürdürmüşlerdir. Ama şimdi şapkanın küfür ve kâfir özelliği olduğunu iddia güçtür. Artık şimdi gayr-i müslimler, müslümanlar kadar bile şapka giymemektedirler. Dolayısıyla küfür alâmeti değişince, hüküm de değişmektedir. Küfür alâmetlerinin çağlara göre farklılık arzetmesi sebebiyle, eskiden küfür sayılan giysilerle ilgili bir husus, bugün küfür olmayabilir. (Veya tersi; eskiden küfrün sembolü sayılmayan bazı şeyler, sonradan kâfirlerin simgesi olarak kabul edilebilir.)

i- Sihir: Sihri öğrenip öğretmenin, sihir yapmanın haram oluşunda mezhepler arasında ihtilâf yoktur. Bütün mezhepler, sihrin mubahlığına inanmanın küfür olduğunda da müttefiktir. Fakat sihrin haram olduğuna inanmakla beraber, sihir/büyü yapan kimsenin, bu davranışıyla kâfir olup olmadığında ihtilâf vardır. Ebu Hanife ve tâbileri, İmam Mâlik, Ahmed bin Hanbel ve tâbilerine göre büyücü/sihirbaz kâfirdir. Bu gruba göre, sihirbaz sihrin haramlığına inansa da inanmasa da tekfir olunur ve öldürülür. İmam Şâfii'ye göre ise kendisinde küfrü gerektirecek bir inanç, söz ve fiil bulunmayan sihir küfür değil, sadece haramdır. [413]     

 

 

 

Müşrik ve Mürtedlerle Mücâdele

“İnsanlar ‘Allah’tan başka ilâh yoktur, Muhammed O’nun rasûlüdür’  deyinceye kadar kendileriyle savaşmaya emrolundum. Ne zaman bunu söylerlerse kanlarını ve mallarını benden korumuş olurlar. Ancak dinî cezalar müstesnâ; iç yüzlerinin muhasebesi ise Allah'a aittir.” [414]

 

Şirk ehliyle, müşriklerle, özellikle de mürtedlerle mücâdele esastır. Müslüman, zaman ve şartların durumuna göre savaş(a)mıyorsa bile, onlara en azından “Ey kâfirler! Ben sizin tapmakta olduklarınıza ibâdet etmem. Sizin dininiz size; benim dinim bana!”[415] deyip, onları reddettiğini göstermek zorundadır. “Size de, Allah’ı bırakıp tapmakta olduğunuz şeylerinize, putlarınıza da yuh olsun! Siz, akıllanmaz mısınız?” [416]

 

İslâm dininin en temel esası tevhiddir. Tevhid kelimesi ise, “Lâ ilâhe illâllah”tır. Mânâsı: Allah’tan başka ilâh yoktur, yani bütün kâinatta Allah’tan başka ibâdet edilmeye, O’nun dışında mutlak olarak itaat edilmeye ve boyun eğilmeye lâyık kimse yoktur.  Dikkat etmek gerekir ki kelime-i tevhid önce Allah’tan başka diğer ilâhları reddetmekle başlıyor. Müslüman, önce Allah’tan başka bütün ilâhları reddetmeli ve ilâh olarak sadece Allah’ı kabul etmelidir.

 

İslâm dininin ilk indiği zamanlarda -tıpkı bugün olduğu gibi- şirk hâkimdi. İnsanlar putlara tapıyorlar, ilâhlık vasıflarını insanlara ve bazı varlıklara veriyorlardı. Araplar, melekleri Allah’ın kızları olarak kabul ediyorlar, ehl-i kitap olan yahûdi ve hıristiyanlar da, Allah’a oğullar isnat ediyorlardı. Helâl ve haram koyma yetkilerini din adamlarına vererek, onları ilâh ediniyorlardı. Peygamberimiz’in bu ortamda en küçük bir tâviz vermeden sürdürdüğü tebliğde, en çok vurguladığı konu tevhiddi. Esasen insanlık tarihi, Allah’a hakkıyla iman edenlerle, şirk koşanların, birden fazla ilâha inananların kavgasından ibârettir.

Kur’ân-ı Kerim baştan sona kadar tevhid’den söz etmektedir. Bütün peygamberler tevhid’i ikame etsinler diye gönderilmişlerdir. Kur’an’a baktığımız zaman, bütün peygamberlerin üzerinde ısrarla durdukları ve insanların kavramaları için her türlü zorluklara katlandıkları hususlar; Allah’ın her hususta, yani hayatın her sahasında “tek”  olarak kabul edilmesi ve O’na kesinlikle şirk koşulmamasıdır. Tevhid, insanın hayatındaki düşünceden başlayarak, günlük hayatındaki her tavrına kadar, Allah’ın belirlediği sınırlara uyması, onların korunması için seferber olması ve Allah’ın ortaya koyduğu ölçü ve onun pratikteki şekli olan sünnetin yaşanılmasıdır. 

                               

İrtidad ve mürtedlerle ilgili bu hükümleri bilmenin büyük önemi vardır. Bu sâyede imandan sonra küfrün ne kadar büyük bir vebali gerektirdiği tekrar gündemimize girmiş olacak ve müslümanın imanını korumak üzere gereken hassâsiyet ve titizliği göstermesi gerektiğinin her şeyden daha önemli olduğu vurgulanacaktır. Bununla birlikte, tevbe kapısının açık olduğunu hatırlayarak, herhangi bir şekilde ve herhangi bir sebepten ötürü böyle bir tehlike ile karşı karşıya kalmış insanlar için herşeyin bitivermediği de değerlendirilecektir. Evet, irtidadın, küfrün, şirkin günahı büyüktür ve Allah bu günahı affetmez.[417] Ama tevbe edilmediği müddetçe. Tevbe edilen şirk ve irtidad da affedilir. Allah tüm günahların bağışlayıcısıdır; elverir ki tevbe edilsin ve bu tevbe üzere hayatın sonuna kadar müslümanca yaşansın. “De ki: ‘Ey (isyan ederek) nefisleri aleyhine ileri giden kullarım! Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin. Çünkü muhakkak Allah, bütün günahları bağışlar. Şüphesiz ki O, çok bağışlayandır, çok rahmet edendir. Size azap gelmezden önce (tevbe ederek) Rabbinize dönün ve O’na teslim olun.” [418]

Şirk, Küfür ve İrtidaddan Korunma Yolları

Muvahhid bir mü’min olabilmek, öyle yaşayabilmek ve Allah’ın râzı olacağını ve kulları için seçip beğendiğini belirttiği İslâm dini üzere ölmek, bir müslümanın, bir mü’minin en büyük emelidir. Yüce Allah’ın da emri budur, bütün peygamberlerin ümmetlerine tavsiye ettikleri de budur. “Ey iman edenler, Allah’tan nasıl korkmak gerekiyorsa öylece, hakkıyla korkun ve ancak müslümanlar olarak ölün.”[419] Kişinin âhiret hayatında Yüce Rabbimizin azâbından kurtulup ebedî mükâfatlarına nâil olabilmesi, günahlarının bağışlanabilmesi, ancak mü’min olarak, muvahhid olarak Yüce Allah’a herhangi bir şeklide herhangi bir şeyi, bir kimseyi, kurum ve nesneyi, madde ya da mânâyı, ideoloji ve putu şirk/eş koşmayarak Rabbine kavuşmasına bağlıdır. Çünkü kim Allah’a şirk koşarak ölürse cehhenneme girecektir.[420] Kim de Allah’tan başka hiçbir ilâh olmadığı gerçeğini bilerek ve Allah’a hiçbir şeyi şirk koşmaksızın ölürse, o da cennete girecektir. [421]

Bu büyük gerçeği Kur’ân-ı Kerim’in hemen hemen her sayfasında çeşitli şekilde dile getirilmiş olarak görebilmekteyiz. O halde müslümanın iman ve tevhid konularında gereken hassâsiyeti göstererek imanını her nefes, her an ve her durumda korumaya, ona herhangi bir zarar getirmemeye çalışması, bunun için âzamî gayretini harcaması gerekmektedir. Bunun için, yani imanı korumak ve şirk ve irtidaddan korunmak ve küfre yaklaşmamak için gerekli olan bazı önemli hususları kısaca sayalım:

  • Sahih bir iman, akaid bilgisi ve güçlü bir inanma/yakîn,
  • Kur’ân-ı Kerim’in ve sahih sünnetin emir ve teşvik ettiği amel ve ibâdetlere önem vermek, bunları yerine getirmek için âzamî gayret harcamak,
  • Allah’ın ve Peygamberinin uyarılarına dikkat ederek, sakındırdıklarından kesinlikle uzak kalmak, hatta o yasaklara yaklaşmamak,
  • Akîdemiz uğrunda gereken mücâdeleyi vermekten hiçbir şekilde geri kalmamak; inancımızla taban tabana zıt bir ortam içerisinde yaşamanın ıstırabını kalbimizin derinliklerinde duymak,
  • Akîdemizi hâkim kılmak azmi ve emelini daima canlı tutmak, bu uğurda aynı hedefi paylaşanlarla bir ve beraber olmak,
  • Allah’ı ve Rasûlünü yakından tanımak ve herşeyden çok sevmek, onların emir ve buyruklarını bütün emir ve direktiflerden üstün tutmak, onlara bağlanmayı her şeyin önünde bilmek, onların rızâlarını esas almak,
  • Yüce Peygamberimizin yolundan ayrılmayan, onun sünnetini baştacı bilen, onun dışında izlenmeye, yolundan gidilmeye değer hiçbir kimsenin varlığını kabul etmeyenleri, başta sahâbeleri, güzel bir şekilde onların izinden gidenleri mümkün mertebe yakından tanımak, onların bu akîde uğrunda verdikleri mücâdele ve cihadı, kendi mücâdele ve cihadımız için yol azığı edinmek,
  • İslâm’a, Kur’an ve Sünnet esaslarına kesin ve tâvizsiz bir şekilde bağlı kalmak, dinî vecîbeleri ihlâsla yerine getirmek,
  • Yüce Peygamberin dahi küfürden, şirkten, riyâkârlıklardan ve benzeri kalbî/imanî hastalıklardan Allah’a sığındığını bilerek, hatırlayarak, imanımızı son nefesimize kadar muhâfaza edebilmek için Rabbimize daima duâ etmek, yalvarmak, fiilî olarak duâ bâbından elimizden gelen tüm gayreti göstermek. Rasûlullah (s.a.s.) duâlarında: “Sonrası küfür olmayan bir iman” ister[422]; her namazın akabinde “küfürden, fakirlikten ve kabir azâbından”[423]; “küfürden ve borçlanmaktan” Allah’a sığınırdı [424]. Hz. Ebû Bekir’e ve onun şahsında bütün mü’minlere sabah akşam yapmasını tavsiye ettiği duâda, “şirkten” Allah’a sığınmak yer almaktadır: “Bile bile şirk koşmaktan Allah’a sığınırım, bilmediklerimden de Senden af dilerim” [425]

İrtidâd, İrticâ/Gericilik Demektir; Mürted de Mürtecî/Gerici

Gerici; geriye dönmek isteyen, geride kalan dönemi ve bu dönemin değer yargılarını benimseyen, özleyen kişi ve bu kişinin niteliğine denir. Gerici ve gericilik kavramları mürteci ve irtica kelimeleriyle de dile getirilir.

Gericilik, kavram olarak zamansal bir geriye dönüş isteğini de içermekle birlikte, temelde değerlerle ilgilidir. Bu nedenle savunduğu değerlerin geçmişe, geride kalan bir döneme ait olup olmaması değil; bu değerlerin mâhiyeti, niteliği kişiyi gerici ya da mürtecî yapar. Bu temel anlamına karşılık İslâm toplumlarının Batılılaşmasından, Batılı câhilî değerlerin egemenliği altına girmesinden sonra gerici ve gericilik deyimleri İslâm dışı yönetimler ve işbirlikçisi kimseler tarafından tam tersi anlamda, siyasal ve ideolojik bir suçlama ve sindirme aracı olarak kullanılmaya başlandı. Gerçek anlamdaki gericiler, siyasal güçlerine dayanarak bu kullanımla İslâm'ı topluma yeniden hâkim kılma mücâdelesi veren müslümanlara gerici, mürtecî; İslâm'a da gericilik, irticâ nitelikleri yamamaya çalışmaktadırlar.

Gericiliğin temel nitelikleri, câhiliye kavramının ihtivâ ettiği anlamlarla ifâde edilebilir. Bunlar, Râğıb el-İsfehânî izlenerek söylenirse; bilgisizlik, gerçek dışı ve yanlış inanç, yanlış davranış olarak tesbit edilebilir. Kur'an'a göre bilgisiz insanlar kişisel arzu ve hevâları peşinde koşar; diledikleri gibi yaşamak, istedikleri gibi kanunlar koymak isterler ve bu nedenle doğru yoldan saparlar.[426] Diğer bir özellikleri de hevâlarına uygun çeşitli ideolojiler (emâniy, ümniye) geliştirmek[427] ve bunu yaparken zanlarına dayanmaktır.[428] Bu etkenler câhilî bir sistem, bir hayat, düşünce ve inanç biçimi oluşturur. Bu sistemin temel özelliği şirktir. Şirk, ya Allah'ın ilâhlığını, Rabliğinı, Melikliğini tanımama ya da Allah'a bu ve benzeri konularda ortaklar tanıma biçiminde kendini gösterir. Şirkin toplum hayatındaki başlıca pratik sonuç ve işaretleri evrende ve insan hayatında Allah'tan başka bir yaratıcı, öldürücü, tasarruf edici, boyun eğilecek, sevilecek, korkulacak, tevekkül edilecek, hüküm ve kanunlar koyacak varlık, kişi ya da kurumlar tanımaktır. Şirkin davranışlar alanındaki sonucu ise, bu tür kişi ve kurumların koydukları kanun ve kurallara gönüllü olarak boyun eğmek, itaat etmektir. 

Kur'an'ın öngördüğü inanç, düşünce ve hayat biçiminin dışında beşerî istekler, ideolojiler ve zanlara dayalı bilgiler doğrultusunda oluşturulan toplumsal düzenler, şirk düzenleri, eş deyişle câhiliye düzenleridir esas irticâ/gericilik. Böyle bir toplum modeli peşinde koşan insan, bu model; ister geçmişte uygulanan bir model olsun, ister henüz uygulanma imkânı olmayan bir tasarı olsun; adı ister Demokrasi, ister Sosyalizm; isterse Komünizm ya da Faşizm olsun, gericidir, mürtecidir.

Gerici ve gericilik kavramları İslâmî terminoloji içerisinde mürtecî ve irticâ kavramlarının yanısıra mürted-irtidâd, münâfık-münâfıklık, fâsık-fısk, tâğî-tuğyân, mücrim-cürm gibi başka kavramlarla da anlam ilişkileri içindedir. Bir İslâm toplumunda câhilî eğilimler, önlemler içindeki kişi, itikadî ve amelî durumuna göre mürted, münâfık, fâsık gibi adlar alır. İslâm'ın öngördüğü inanç ve toplum yapısını kabul ettiği halde sonradan bunu reddederek herhangi bir câhilî inanç sistemini, toplum modelini benimseyen kişi, İslâm'la bütün bağlarını keserek geriye dönmüş, irtidâd etmiş, mürted olmuştur. İrtidâd, gericiliğin en kesin ve açık biçimini oluşturur. Câhili inanç esaslarını terketmeden çeşitli nedenlerle İslâm'ı benimsemiş görünen ve hayatını müslümanlar arasında sürdüren münâfıklar da gericidirler. Bunlar, içlerinde taşıdıkları inançları ve bu inançların yansıması olan gerici eğilimleri zaman zaman davranışlarında, düşünce ve hayat biçimlerinde göstermek zorunda kalırlar. Gericiliğin bu biçimi gizli, ama İslâm toplumu için en tehlikeli olamdır. İrtidâd ve münâfıklık boyutlarına ulaşmayan kimi gericilik biçimleri de kişinin İslâm hüküm ve kuralları karşısındaki tutumu; benimseyerek sürdürdüğü câhiliye gelenek, görenek ve davranışlarına göre fısk, tuğyân, cürm gibi çeşitli adlarla ifâde edilir. Bütün bunlar kişiyi İslâm'ın doğru ve aydınlık yolundan saptırıcı ve belli bir cezayı gerektirici gerici davranışı belirtirler.

İslâm'ın değerler açısından baktığı gerici ve gericilik kavramlarına çağdaş câhil ve gerici dünya daha çok zamansal açıdan, eskilik-yenilik, gerilik-ilerilik kavramlarının yedeğinde bakar. Buna göre gerici, yeni olana direnerek eski olanı korumaya çalışan ya da tarihin tekerleğini geriye döndürmeye çalışan kişidir. Bu tanıma göre gerici, ilericinin karşısında yer alır ve gericilik; bilgisizlik, tutuculuk, sağcılık gibi kavramlarla ilişkilendirilir. Tanım, doğal olarak eski olanın kötülüğü, yeni olanın iyiliği kabulüne dayanmaktadır. Buna göre müslümanlar gerici, İslâm da gericiliktir. Bu yargı şöyle açıklanır: "Kendilerinin değerli buldukları düzeni ve kurumları değişime karşı şiddetle savunan muhâfazakârlar, bu uğraşlarında başarısızlığa uğradıkları takdirde, bir kısmı yeni beliren düzeni evrenin işleyişinin kaçınılmaz sonucu olarak kabul edecektir. Fakat eski ideallerini hâlâ benimsemekte devam eden mağlup olmuş muhâfazakâr ister istemez bir "gerici' olacaktır. Yeni gelişen dünyayı tenkid edecek ve gelecekte, eskiden varolmuş olduğuna inandığı "altın bir çağı' tekrar yaşamak için harekete geçecektir." [429]

Alışılmış Batılı bakışı yansıtan bu değerlendirmenin, yanlışlığı, tutarsızlığı açıktır. Çünkü belli bir inanç biçiminin ve buna bağlı değerler düzeni ile toplum modelinin zaman bakımından önce ya da sonra oluşu, onun iyilik ya da kötülüğünün, gerilik ya da ileriliğinin ölçütü olamaz. İslâm'ın Türkiye'de terkedilmiş bir inanç ve toplum modelini temsil etmesi, doğal olarak, onun kötülük ve geriliğini göstermez. Bu nedenle Türkiye'de ya da dünyanın herhangi bir yerinde mevcut sistem yerine İslâm'ı öngören, İslâm'ı geçirmeye çalışan müslümana gerici denemez. Müslümanlar, toplumu tarihin belli bir zamanına döndürme amacı peşinde değillerdir. Tam tersine, insanların, içinde bulundukları koşullara göre oluşturdukları bir inancı ve toplumsal düzeni değil, zaman ve mekânın üstünde bir kaynaktan gelen ve bütün zamanlar için geçerli olan evrensel bir inanç ve değerler düzenini amaçlamaktadırlar. Bu inanç ve değerler düzeni ise Garaudy'nin deyişiyle "bilim, teknik, millet, para, cinsellik, büyüme gibi sahte tanrılar üretilerek oluşturulan politeizm (çok tanrıcılık) üzerine kurulan çağdaş uygarlığın iflâsının artık iyice anlaşıldığı günümüzde bütün insanlığın önünde duran kurtarıcı tek seçenektir."[430] Dolayısıyla müslümanların gerici, İslâm'ın gericilik gibi gösterilmesi, Kur'an'ın terimleriyle söylenirse zanlarına dayanan, hevâları ve ideolojileri (ümniye) peşinde koşan sapkın kişilerin câhilî değerlendirmelerinin bir işaretinden başka birşey değildir.[431] Nakıl ve akıl çerçevesinde irticâ/gericilik, başta mürtedlik ve her çeşit şirk için bir sıfat; mürtecî/igerici de, adı, dünya görüşü, diploması, kültürü ve yaşadığı zamanı ne olursa olsun her çeşit mürted ve müşriğin temel vasfıdır.

      

Gerek sözlük ve gerekse ıstılahî mânâsından anlıyoruz ki, irtidâd, bir geri dönüş hareketidir. Kaynaklar bunu “ric’at” veya “rücû” olarak da ifâde eder. İslâm’dan geri dönen, aynı zamanda Hak Dinden “rucû” ve “irticâ” etmiş demektir. Geri dönüş ve irticâ; bilgisizliğe, inkâra ve küfre rücû ettiğinden “câhiliyye”ye sapmış olur. İslâm’a ulaşmak, onu gerçek hayat ve bilgi kaynağı, dosdoğru yol kabul etmek, ilmin ta kendisine sahip olmakla, hidâyetle özdeştir. Câhiliyye ise, Allah’ı ve O’nun indirdiği hak hükümleri bilmemek/tanımamak veya inkâr etmek olduğundan bilgisizlik ve cehâlettir. O halde zaman zaman İslâm düşmanları tarafından hakaret ve itham ifâdesi olarak İslâm için kullanılan “irticâ”, “mürtecîlik”, yani “gericilik”, “geriye dönüş” aslında ilkel ve modern her çeşit küfür ve şirk için, İslâm dışı hayat görüşleri için kullanılabilir/kullanılmalıdır. İslâm’ı bildiği halde ve özellikle müslümanlıktan sonra başka bir dünya görüşü ve yaşama biçimi (ideoloji/din) seçenlerdir “mürtecî”, “gerici”. Çünkü onlar, İslâm’ın dışına çıkmakla geriye dönük bir hareket yapmış ve câhiliyyeye sapmış kimselerdir. Mü’minler, “Rabbim Allah” demişler ve kaalû belâ’da vermiş oldukları bu sözden[432] ve Allah’ın hidâyetinden dönmezler, döneklik yapmazlar. İrtidâd, bir geri dönüştür, dönekliktir. Hem de gerçek ilimden ve mutlak hakikatten, fazîlet ve erdemden geri dönüş ve irticâdır. Bu anlamda İslâm, her zaman ve gerçek ilmîliği, ilericiliği (hem de dünya ile sınırlı olmayan, âhireti de kuşatan istikbal anlayışı, ilericilik ve tekâmülü) temsil eder. Mürted kişi; zulmün, fıskın, küfrün ve sapıklığın, kısacası câhiliyyenin bataklığına döndüğü için bir “mü’min” iken kazandığı yüce ve şerefli mevkiini kaybetmiş, ahsen-i takvîmden esfel-i sâfilîne irtidâd ile redd olunmuştur.[433] Müslüman, bir mürtedin/döneğin/gericinin bu aşağılık ve câhilî inanış ve yaşayışına göre elbette çok üstün ve çok ileridir. “...Eğer gerçekten iman etmişseniz, siz üstünsünüz.”[434]; “...İzzet/üstünlük/şeref, ancak Allah’ın ve Peygamberi’nin ve mü’minlerindir. Fakat münâfıklar bunu bilmezler.” [435]

İmandan sonra küfre düşme ihtimalini ateşe atılmak olarak gören ve imanını en kıymetli bir mücevher gibi koruyan, İslâm düşmanı bilinçli mürtedlerle mücâdeleyi bayraklaştıran muvahhid gençlere selâm olsun!

 

İrtidat Konusuyla İlgili Âyet-i Kerimeler

 

  • Kur'an'da, İrtidat Kelimesinin Türediği Kök Olan R-d-d Kelimesi ve Türevlerinin Geçtiği Âyetler

       (60 yerde): 2/Bakara, 85, 109, 217, 217, 228; 3/Âl-i İmrân, 100, 149; 4/Nisâ, 47, 59, 83, 86, 91; 5/Mâide, 21, 54, 108; 6/En'âm, 27, 28, 62, 71, 147; 7/A'râf, 53; 9/Tevbe, 45, 94, 101, 105; 10/Yunus, 30, 107; 11/Hûd, 76; 12/Yusuf, 65, 65, 96, 110; 13/Ra'd, 11; 14/İbrâhim, 9, 43; 16/Nahl, 70, 71; 17/İsrâ, 6; 18/Kehf, 36, 64, 87; 19/Meryem, 76; 21/Enbiyâ, 40, 40; 22/Hacc, 5; 27/Neml, 40; 28/Kasas, 7, 13, 85; 30/Rûm, 43; 33/Ahzâb, 25; 38/Sâd, 33; 40/Mü'min, 43; 41/Fussılet, 47; 42/Şûrâ, 44, 47; 47/Muhammed, 25; 62/Cum'a, 8; 79/Nâziât, 10;  95/Tîn, 5. 

  • İrtidat ve Mürtedler
    • Dinden Dönmek: 2/Bakara, 108, 217; 4/Nisâ, 137.
    • İmanı Küfür ile Değiştirmek: 2/Bakara, 108.
    • İmandan Sonra Küfre Sapanlar, Hidâyete Eremez: 3/Âl-i İmrân, 86-87; 4/Nisâ, 137.
    • Dinden Dönenlerin Yaptıkları Boşa Gider: 2/Bakara, 217.
    • Dinden Dönenlerin Tevbesi: 3/Âl-i İmrân, 89-90.
    • Dinden Dönenlere Şeytan Uzun Ömür Telkin Eder: 47/Muhammed, 25.
    • Dinden Dönenlerin Malları, Kendilerine Fayda Vermez: 53/Necm, 36-38.
    • Dinden Dönmenin Müeyyidesi/Yaptırımı: 3/Âl-i İmrân, 87-88, 106; 16/Nahl, 106-109.
  • Şirk
  • Allah'a Eş/Şirk Koşmak: 4/Nisâ, 36, 48, 116; 6/En’âm, 151; 17/İsrâ, 23, 39; 29/Ankebût, 68; 33/Ahzâb, 57.
  • Şirkin Misali: 30/Rûm, 28.
  • Şirk Büyük Bir Zulümdür: 31/Lokman, 13.
  • Hevâ ve Hevesi Putlaştırmak: 45/Câsiye, 23, 47/Muhammed, 12.
  • Allah'a Çocuk İsnâd Edenler: 18/Kehf, 5, 102; 19/Meryem, 88-92.
  • Allah'a Eş Koşmak Haramdır: 7/A’râf, 33; 16/Nahl, 74; 22/Hacc, 31.
  • Putlara Tapmak: 5/Mâide, 76; 23/Mü’minûn, 117; 46/Ahkaf, 5.
  • Allah, Kendisine Şirk Koşmayı Affetmez: 4/Nisâ, 48, 116.
  • Şirkten Sakınmak: 26/Şuarâ, 213; 28/Kasas, 88; 30/Rûm, 31; 39/Zümer, 65-66; 40/Mü’min, 66; 41/Fussılet, 37; 51/Zâriyât, 51.
  • Şirkten Sakınanların Mükâfatı: 47/Muhammed, 15, 36.
  • Mekke’li Müşriklerin Şirki: 6/En’âm, 100; 30/Rûm, 28-29, 31-32; 34/Sebe’, 41; 43/Zuhruf, 20-21, 57-59.

D-   Müşrikler

  • Müşrikler, Allah'a Çocuk İsnâd Ettiler:6/En’âm, 100-101; 10/Yûnus, 68-70; 16/Nahl, 57, 62; 17/İsrâ, 40; 19/Meryem, 88-92; 21/Enbiyâ, 26; 22/Hacc, 3-4; 34/Sebe’, 40-42; 37/Saffât, 149-159, 180; 43/Zuhruf, 15-16, 18, 79-82; 52/Tûr, 39; 53/Necm, 21-22.
  • Müşrikler, Allah’tan Başkasını Tanrı Edindiler: 2/Bakara, 165; 3/Âl-i İmrân,151; 4/Nisâ, 117; 5/Mâide, 76; 6/En’âm, 1, 107, 136, 150; 7/A’râf, 191; 10/Yûnus, 18, 66; 11/Hûd, 109; 14/İbrâhim, 30; 15/Hıcr, 95-96; 16/Nahl, 73; 19/Meryem, 81; 22/Hacc, 11-13, 71, 74; 25/Furkan, 3, 55; 36/Yâsin, 74-75; 37/Saffât, 11; 38/Sâd, 5-7; 39/Zümer, 15 45, 67; 40/Mü’min, 10-12; 42/Şûrâ, 9; 52/Tûr, 43.
  • Müşrikler, Kötülükleri “Atalarımızdan Devraldık” Diye Savunurlar: 2/Bakara, 170-171; 5/Mâide, 103-104; 7/A’râf, 28; 11/Hûd, 109; 31/Lokman, 21; 37/Saffât, 68-71; 43/Zuhruf, 22-25.
  • Müşrikler, Allah’ın Âyetlerini İnkâr Ederler: 6/En’âm, 4-5, 66-67, 105, 110, 124; 8/Enfâl, 31-33, 52; 9/Tevbe, 9; 10/Yûnus, 15; 37/Saffât, 68-71; 38/Sâd, 8.
  • Müşrikler, Put Diye Şeytana Taparlar: 4/Nisâ, 117.
  • Müşrikler, Hem Kendileri Peygamber’den Uzaklaşırlar, Hem de İnsanları Uzaklaştırmak İsterler: 6/En’âm, 26, 116-117; 21/Enbiyâ,. 2-5; 25/Furkan, 7-9; 31/Lokman, 6-7; 34/Sebe’, 43-44; 38/Sâd, 8, 50/Kaf, 1-2, 5; 54/Kamer, 3; 68/Kalem, 46-48, 51.
  • Müşrikler, Öldükten Sonra Dirilmeyi İnkâr Ederler: 6/En’âm, 29-30, 134; 11/Hûd, 19, 25/Furkan, 11, 32/Secde, 10-11, 36/Yâsin, 78-79; 37/Saffât, 16-21; 41/Fussılet, 7; 44/Duhân, 9-10 34-36; 45/Câsiye, 24-26; 50/Kaf, 2-4; 51/Zâriyât, 12-14; 64/Teğâbün, 7.
  • Müşrikler, Peygamberlerden İnanmayacakları Mûcizeler İsterler: 6/En’âm, 37, 57-58, 109-111, 158; 10/Yûnus, 20, 46; 11/Hûd, 12; 13/Ra’d, 6-7, 27, 40; 15/Hıcr, 6-8; 17/İsrâ, 59, 90-93; 20/Tâhâ, 133-135; 21/Enbiyâ, 5, 37-39; 25/Furkan, 7-8; 29/Ankebût, 50-51, 53-54; 32/Secde, 28-29; 37/Saffât, 176-177; 45/Câsiye, 25; 70/Meâric, 1-3, 5-7; 74/Müddessir, 52-53.
  • Müşrikler İman Etmezler: 7/A’râf, 192-193; 10/Yûnus, 42-43; 25/Furkan, 9; 36/Yâsin, 7-10; 41/Fussılet, 4, 14; 43/Zuhruf, 40, 88; 68/Kalem, 42-43; 109/Kâfirûn, 1-6.
  • Müşrikler, Putları Şefaatçi Kabul Ederler: 10/Yûnus, 18; 13/Ra’d, 14; 16/Nahl, 55; 19/Meryem, 81-82; 39/Zümer, 3, 43-44.
  • Müşriklerin Şirki: 6/En’âm, 100; 30/Rûm, 28-29, 31-32; 34/Sebe’, 41; 43/Zuhruf, 20-21, 57-59.
  • Müşriklerin Peygamberimiz’e İftiraları: 21/Enbiyâ, 5-6; 25/Furkan, 4-5; 34/Sebe’, 43, 46; 38/Sa’d, 4; 44/Duhân, 14; 46/Ahkaf, 8-9; 51/Zâriyât, 8-11;52/Tûr, 29-30, 32-33; 68/Kalem, 1-2, 5-6, 51.
  • Müşrikler, Peygamberimiz’le ve Mûcizelerle Alay Ederler: 21/Enbiyâ, 36; 25/Furkan, 7-9, 41-43; 37/Saffât, 11-12, 14-15, 35-36; 40/Mü’min, 83; 43/Zuhruf, 31-32, 57-58; 54/Kamer, 2; 70/Meâric, 1-2, 36-39.
  • Müşrikler, Kur’an’ı Dinlerler ve “Eskilerin Masallarından İbaret” Derler; Kur’an’la Alay Ederler ve O’nu Yalanlarlar: 6/En’âm, 25; 10/Yûnus, 42-43; 17/İsrâ, 47-48; 21/Enbiyâ, 5; 25/Furkan, 4-6; 34/Sebe’, 43; 37/Saffât, 167-170; 38/Sa’d, 7; 43/Zuhruf, 30-31; 46/Ahkaf, 7, 11; 50/Kaf, 5; 52/Tûr, 33; 53, Necm, 59-61; 68/Kalem, 15; 74/Müddessir, 11-26; 83/Mutaffifîn, 13.
  • Müşrikler, Meleklere Cinsiyet Yakıştırırlar: 43/Zuhruf, 19; 53/Necm, 27-28.
  • Müşriklerin Akıllarına Hitap Ederek İman Etmelerini İsteyen Âyet-i Kerimeler: 30/Rûm, 8-9; 36/Yâsin, 66-73; 40/Mü’min, 13; 50/Kaf, 6-7; 52/Tûr, 35-43; 53/Necm, 62; 67/Mülk, 19-24, 28, 30; 80/Abese, 17-32; 82/İnfitâr, 6-9; 88/Ğâşiye, 17-21; 106/Kureyş, 1-4.
  • Mekke Müşriklerinin İslâm’a ve Peygamberimiz’e Karşı Yürüttükleri Haksız Mücadele: 2/Bakara, 118, 139; 170; 3/Âl-i İmrân, 7, 10, 135, 165; 8/Enfâl,30, 47; 9/Tevbe, 13, 32; 10/Yûnus, 2, 15-16; 38-39, 49, 51, 53, 57, 59, 104, 108; 11/Hûd, 7-8, 12, 14; 13/Ra’d, 5-7, 16, 27, 30-31, 43; 14/İbrâhim, 28, 46; 15/Hıcr, 3, 85, 90-91; 16/Nahl, 1, 44-45, 83, 101-102, 125; 17/İsrâ, 46, 50-51; 56-57, 73, 76, 90, 93; 18/Kehf, 55, 58; 19/Meryem, 77, 80-82; 20/Tâhâ, 133-135; 21/Enbiyâ, 34, 36, 41, 46, 109, 111; 22/Hacc, 15, 19, 25, 47, 49, 68-69; 23/Mü’minûn, 56, 63-96, 109-110; 25/Furkan, 3-9, 21-22, 27, 29, 32, 40, 44, 52; 26/Şuarâ, 4-8 192 197, 208, 212, 214; 28/Kasas, 46-51, 57; 29/Ankebût, 12-13, 50-51, 53-54, 61, 63, 67; 30/Rûm, 6, 10, 28, 33, 43-46, 50-54; 35/Fâtır, 4, 5, 37, 42-43; 36/Yâsin, 6, 11, 69-70, 74-76; 37/Saffât, 11, 13, 34, 36, 38, 40, 50, 61, 149, 158, 167, 170, 176, 179; 38/Sa’d, 8-11, 15-16; 39/Zümer, 36, 38-40, 64; 40/Mü’min, 6, 10, 12, 56, 69, 77; 41/Fussılet, 5, 13-f4, 26, 29, 33, 38, 40, 53, 54; 42/Şûrâ, 13, 15, 24, 47, 54; 43/Zuhruf, 24-25, 29-31, 79-80; 44/Duhân, 10, 16, 34, 37; 46/Ahkaf, 9; 47/Muhammed, 1-3, 8, 10, 14, 32; 48/Fetih, 25-26, 50/Kaf, 12, 14, 22, 36-37, 45; 51/Zâriyât, 14, 53-54, 59-60; 52/Tûr, 15-16, 30, 47; 53/Necm, 19, 26, 33, 37, 59,61; 62/Cum’a, 2; 67/Mülk, 9, 11, 13, 18, 25, 30; 68/Kalem, 42-43, 46-47, 51; 69/Hakka, 43-44, 49-50; 73/Müzzemmil, 15; 74/Müddessir, 11, 49; 75/Kıyâme, 31; 76/İnsan, 27; 77/Mürselât, 7, 16; 78/Nebe’, 1; 83/Mutaffifîn, 13, 16; 86/Târık, 17; 96/Alak, 19; 102/Tekâsür, 1-8; 106/Kureyş, 1-4; 107/Mâûn, 1-3; 108/Kevser, 1-3; 109/Kâfirûr, 1-6; 111/Leheb, 1-5.
  • Müşriklerin Bazı Özellikleri
  • Müşrikler Nankördür: 6/En’âm, 63-64; 10/Yûnus, 12, 21-23; 16/Nahl, 53-55, 83; 21/Enbiyâ, 46; 29/Ankebût, 65-67; 30/Rûm, 33-35; 31/Lokman, 32; 37/Saffât, 11; 39/Zümer, 8; 43/Zuhruf, 9, 15, 87; 80/Abese, 17-23; 100/Âdiyât, 1-11; 106/Kureyş, 1-4.
  • Müşrikler, Kız Çocuklarını Öldürüyorlardı: 6/En’âm, 137, 140; 16/Nahl, 57-59; 42/Şûrâ, 17; 81/Tekvîr, 8-9.
  • Müşrikler, Helâlı Haram; Haramı Helâl Yaparlar: 6/En’âm, 136-140, 143-145, 148-151; 10/Yûnus, 15, 59-60; 16/Nahl, 35.
  • Müşrikler, Kadınlara Değer Vermezler: 6/En’âm, 139; 16/Nahl, 58-59; 42/Şûrâ, 17; 43/Zuhruf, 17; 52/Tûr, 39; 53/Necm, 21-22.
  • Müşrikler, Allah’a İftira Ederler: 6/En’âm, 138-139, 143-144,
  • Müşrikler, Çocuklarına Putlarının Adını Verirler: 7/A’râf, 190-191.
  • Müşrikler, Antlaşmalarını Bozarlar: 9/Tevbe, 1-4, 7-10, 12-13.
  • Müşrikler Necistir: 9/Tevbe, 28.
  • Müşriklerin Misali: 13/Ra’d, 14; 22/Hacc, 31; 25/Furkan, 44; 29/Ankebût, 41-43.
  • Müşrikler, Mü’minlerle Alay Ederler: 23/Mü’minûn, 109-111; 38/Sâd, 62-63; 67/Mülk, 25-29; 83/Mutaffifîn, 29-36.
  • Müşrikler, Dünya Nimetleriyle Övünürler: 13/Ra’d, 26; 23/Mü’minûn, 54-56, 101; 43/Zuhruf, 32; 53/Necm, 29-30; 68/Kalem, 14, 16-41.
  • Müşrikler, Fakirlere Vermekten Kaçarlar: 41/Fussılet, 7; 68/Kalem, 17-33, 36-40; 107/Mâûn, 1-3.
  • Müşrikler, Yetimlere Zulm Ederler: 107/Mâûn, 1-2.
  • Mekke Müşrikleri, Kâbe’yi Çıplak Tavaf Ederlerdi: 8/Enfâl, 35.
  • Mekke Müşrikleri, Kâbe’yi Tavaftan Men Ederlerdi: 8/Enfâl, 34-35.

F-   Müşriklerin Cezaları      

  • Müşrikler, Putlardan Fayda Görmeyecekler: 2/Bakara, 166; 6/En’âm, 22-24, 94; 7/A’râf, 37, 53, 194-198; 10/Yûnus, 28; 25/Furkan, 17-19; 26/Şuarâ, 96-103; 38/Sâd, 59-60; 45/Câsiye, 10.
  • Müşrikler, Azabı Görünce Tekrar Dünyaya Dönmek İsteyecekler: 2/Bakara, 167; 6/En’âm, 27-28; 7/A’râf, 53; 23/Mü’minûn, 99-100, 107-108; 26/Şuarâ, 94-102; 32/Secde, 12; 35/Fâtır, 37; 39/Zümer, 56-59.
  • Kıyâmet Günü Müşriklerin Durumu: 3/Âl-i İmrân, 151; 4/Nisâ, 120-121; 6/En’âm, 22-24, 30; 9/Tevbe, 17; 10/Yûnus, 28-30; 11/Hûd, 20, 22; 12/Yûsuf, 107; 13/Ra’d, 34; 15/Hıcr, 95-96; 16/Nahl, 86-87; 18/Kehf, 52-53; 23/Mü’minûn, 99-108, 112-115; 25/Furkan, 11-14; 26/Şuarâ, 91-103; 28/Kasas, 62-67, 74; 29/Ankebût, 54-55; 30/Rûm, 12-13; 34/Sebe’, 31-33; 37/Saffât, 19-34, 38-39; 38/Sâd, 55-64; 39/Zümer, 15-16, 60; 40/Mü’min, 71-76, 84-85; 41/Fussılet, 6, 47; 43/Zuhruf, 36-39; 50/Kaf, 22-30; 68/Kalem, 42-43; 70/Meâric, 42-44; 73/Müzzemmil, 11-13; 98/Beyyine, 6.
  • Müşriklerin Tevbesi: 9/Tevbe, 3, 11; 25/Furkan, 70; 28/Kasas, 67.
  • Müşriklerin Yaptıkları İyilikler Boşa Gider: 9/Tevbe, 17; 39/Zümer, 65.
  • Mekke Müşriklerinin Azapla Korkutulmaları: 16/Nahl, 45; 18/Kehf, 55, 58; 19/Meryem, 77-82; 20/Tâhâ, 134-135; 21/Enbiyâ, 41, 46, 109, 111; 22/Hacc, 19, 25, 49, 69; 40/Mü’min, 77; 41/Fussılet, 13; 43/Zuhruf, 41-42; 44/Duhân, 9-16, 36, 59; 50/Kaf, 12-14, 36; 51/Zâriyât, 59-60; 52/Tûr, 31 42, 44-47; 54/Kamer, 4-5, 43-48, 51; 67/Mülk, 16-18; 68/Kalem, 16-41. 44; 70/Meâric, 40-41; 72/Cin, 24; 73/Müzzemmil, 11, 15-17; 77/Mürselât, 16-18; 85/Bürûc, 17-20; 86/Târık, 17; 88/Ğâşiye, 23-24.
  • Müşriklerin Malları ve Evlâtları, Kendilerine Fayda Vermez: 3/Âl-i İmrân, 10, 91, 116; 5/Mâide, 36; 6/En’âm, 70; 7/A’râf, 48; 13/Ra’d, 18; 19/Meryem, 77-80; 45/Câsiye, 10; 58/Mücâdele, 17; 69/Hakka, 25-29; 92/Leyl, 8-11; 104/Hümeze, 2-6; 111/Leheb, 1-3.
  • Müşrikler, Azaptan Kurtulmak İçin Her Şeylerini Fedâ Etmek İsteyecekler: 70/Meâric, 11-18.
  • Müşriklere Verilen Mühlet (Süre): 18/Kehf, 58-59; 29/Ankebût, 53; 39/Zümer, 8; 68/Kalem, 44-45; 70/Meâric, 42-43; 73/Müzzemmil, 11.
  • Müşriklerin Kâbe’ye Hizmet Hakları Yoktur: 9/Tevbe, 17-19, 28.
  • Müşrik-Mü’min İlişkisi
  • Müşriklerin Dostluğu Yoktur: 2/Bakara, 105; 5/Mâide, 82; 6/En’âm, 106; 9/Tevbe, 7-8, 10, 12; 17/İsrâ, 73-75; 28/Kasas, 87; 60/Mümtehine, 1-2, 6-9.
  • Müşrikler, Mü’minleri Ateşe Çağırırlar: 2/Bakara, 221; 17/isrâ, 73-75; 29/Ankebût, 12-13.
  • Müşriklerden Yüz Çevirmek: 6/En’âm, 106, 150; 10/Yûnus, 41; 15/Hıcr, 94; 28/Kasas, 87; 32/Secde, 30; 37/Saffât, 173-174, 178-180; 43/Zuhruf, 83, 89; 45/Câsiye, 18; 51/Zâriyât, 54; 53/Necm, 29; 54/Kamer, 6; 68/Kalem, 8; 73/Müzzemmil, 10.
  • Müşriklerden Korkulmaz: 9/Tevbe, 13-14; 10/Yûnus, 65; 15/Hıcr, 94; 22/Hacc, 38; 37/Saffât, 171-175.
  • Müşrikler İçin İstiğfâr Edilmez: 9/Tevbe, 113-115.
  • Müşrikle Mü’min Karşılaştırması: 47/Muhammed, 15; 67/Mülk, 22.
  • Müşrikler, Mü’minlere Zarar Veremezler: 37/Saffât, 160-163; 52/Tûr, 42.
  • Müşriklere Savaşta Yapılacak İşlem: 9/Tevbe, 5-6, 11-12.

Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar

  1. İslâm Fıkhında Mürtede Ait Hükümler, Numan A. Samerraî, Sönmez Neşriyat
  2. Çağdaş İrtidat, Ebul Hasan Ali en-Nedvî, Akabe Y.
  3. Y.Y.da Tevhid ve Şirk, Mehmed Alagaş, İnsan Dergisi Y.
  4. Kelime-i Tevhid Dâvâsı, Kul Sadi Yüksel, Yenda Y.
  5. Sorularla Tevhid ve Akaid, Mehmed Alptekin, Saff Y.
  6. Biz Müslüman mıyız? Muhammed Kutub, Hilâl Y.
  7. Asrın Câhiliyeti, Muhammed Kutub, Hilal Y.
  8. İslâm’da Allah İnancı, Said Havva, Petek Y.
  9. Din Gerçeği ve İslâm, Mehmed Alagaş, İnsan Dergisi Y.
  10. Küfür Cephesinde Yeni Bir Şey Yok, Mahmut Toptaş, Cantaş Y.
  11. Epistemolojik Açıdan İman, Hanifi Özcan, İFAV Y.
  12. İman, Şartları ve Onu Bozan Şeyler, Seyfüddin el-Muvahhid, Hak Y.
  13. İslâm Siyasi düşüncesinde Muhalefet, Nevin A. Mustafa, İz Y.
  14. İslâm Dünyasında İnanç Sorunları, Hasan el-Hudaybi, İnkılab Y.
  15. İlâhlar Rejiminin Anatomisi, Mustafa Çelik, Ölçü Y.
  16. Câhiliyye Düzeninin Ruh Haritası, Mustafa Çelik, Ölçü Y.
  17. Elfâz-ı Küfür, Küfür Sözler, Hüseyin Aşık, İlim Y.
  18. Sorumsuzca Söylenen Sözler, Mevlüt Özcan, Sabır Y.
  19. Çağımızın Bâtıl İnançları, Yüksel Kanar, Beyan Y.
  20. Antik İnançlar, Modern Hurâfeler, Martin Lings, İşaret Y.
  21. İslâm Ceza Hukuku ve İnsanî Esasları, M. Cevat Akşit, Kültür Basım Yayın Birliği
  22. Ceza Hukukunda Mağdurun Korunması, Süleyman Akdemir, İzmir, 1988
  23. İslâm'da Düşünce ve İnanç Özgürlüğü, Yunus Vehbi Yavuz, Sahaflar Kitap Sarayı Y.
  24. Kur'an Ansiklopedisi, Süleyman Ateş, KUBA Y. c. 10, s. 161-175; c. 8, s. 315-320
  25. İslâm Ceza Hukuku ve Beşerî Hukuk, Abdülkadir Udeh, İhya Y. c. 4, s. 236-271
  26. İslâm Ceza Hukukunda İdamı Gerektiren Suçlar, Ahmet Yaşar, Beyan Y. s. 90-107
  27. Din Değiştirme, Ali Osman Kurt, Gökkubbe Y.
  28. İnançla İlgili Temel Kavramlar, Mehmet Soysaldı, Çağlayan Y. s. 64-83
  29. İslâm'da İnsan Hakları, Hayreddin Karaaman, Ensar Neşriyat, s. 72-73
  30. Kur’an’da İnsan ve Toplum, Ekrem Sağıroğlu, Pınar Y. s. 210-216
  31. Bidâyetü’l-Müctehid, Mezheplerarası Mukayeseli İslâm Hukuku, İbn Rüşd, Beyan Y. c. 4, s. 349-350
  32. Fıkhu’s-Sünne, Âyet ve Hadislerle İslâm İlmihali ve Hukuku, Seyyid Sâbık, Pınar Y. c. 4, s. 281-293
  33. Kitâbur-Ridde ve Nebzetün min Futûhi'l-Irak, Muhammed bin Ömer Vâkıdî, Beyrut, 1989
  34. Nazariyyetü'l İ'dâm Beyne'ş-Şerîati'l-İslâmîyye ve'l-Kavânîni'l-Vad'iyye, Mahmut İstanbulî, el-Va'yü'l- İslâmî, 92, Kuveyt 1972
  35. El-Ahkâmu's-Sultâniyye, İmam Ebu'l-Hasan el-Mâverdi, Trc. Ali Şafak, Bedir Y. s. 63-70
  36. İslâm Fıkhı Ansiklopedisi, Vehbe Zuhayli, Risale Y. c. 7, s. 462-471
  37. Şamil İslâm Ansiklopedisi, (İrtidad md:) (Eymen ed-Dımaşkî-Ömer Tellioğlu) c. 3, s. 175-176; (Mürted md:) c. 4, s. 369-372; (Ridde Savaşları:) c. 5, s. 262-267 (Gerici-Gericilik md:) (Ahmed Özalp) c. 2, s. 232-233
  38. TDV İslâm Ansiklopedisi, İrtica Maddesi (Şaban Sitembölükbaşı), TDV Y. c. 22, s. 458-459
  39. İman Küfür Sınırı (Tekfir Meselesi), A. Saim Kılavuz, Marifet Y. 62-64; 201-245
  40. Sosyal Bilimler Ansiklopedisi (Hüsnü Aktaş), Risale Y. c. 2, s. 257-259
  41. Kur'an Sempozyumu, Bilgi Vakfı Y. s. 280-283, 289, 293, 353, 382-383
  42. İslâm Hukuku Açısından Cehalet, Ebu Yusf Midhat b. el-Hasan Ali Ferrac, Kayıhan Y. s. 231-347
  43. İslâm'da İnanç Sistemi, Ferit Aydın, Kahraman Y. s. 190-195; 61-72; 107-119
  44. Akaid Ders Notları, Ahmed Kalkan,Tevhid Vakfı Y. s. 168, 102-109
  45. İman ve Tavır, M. Beşir Eryarsoy, Şafak Y. s. 345-354
  46. İslâm Davetinin Esasları, Abdülkerim Zeydan, Risale Y. s. 309-310
  47. Kur'ân-ı Kerim Açısından İman-Amel İlişkisi, Murat Sülün, Ekin Y. s. 149-150
  48. İslâm'ın Temel Kavramları, Hüseyin K. Ece, Beyan Y. s. 457-459
  49. İslâm Nizamı, Ali Rıza Demircan, Eymen Y. c.1, s.98-103. c. 2, s. 29-46
  50. Kelimeler Kavramlar, Yusuf Kerimoğlu, İnkılab Y. s. 214
  51. Allah Erinin Ahlâk ve Kültürü, Said Havva, Hilal Y. s. 9-29
  52. Din Hürriyeti ve Mürteddin Öldürülmesi Meselesi, Reşid Rızâ, Terc. Hikmet Zeyveli, Kelime Dergisi, Sayı 15, Eylül 1987, s. 57
  53. Din ve Zorlama, Veysel Kasar, Köprü, Kış 97, s. 86-112
  54. Hoşgörü: Nereye Kadar, Köprü, Kış 1997
  55. İslâm Nasıl Yozlaştırıldı, Y. N. Ö. Yeni Boyut Y. s. 307-314
  56. Devlet, Demokrasi, Oligarşi, Teokrasi, E. Yüksel, Ozan Y. s. 94-96

    

 

[1] 2/Bakara, 15

[2] 69/Haakka, 11

[3] 11/Hûd, 112

[4] Bak. 6/En'âm, 110; 7/A'râf, 186

[5] Bak. 17/İsrâ, 16; 20/Tâhâ, 71; 23/Mü'minûn, 47; 41/Fussılet, 15; 40/Mü'min, 75; 8/Enfâl, 47; 58/Mücadele, 19

[6] 79/Nâziât, 17, 21-24

[7] 11/Hûd, 112

[8] 20/Tâhâ, 80-82

[9] 55/Rahmân, 8-9

[10] 26/Şuarâ, 146, 157

[11] 26/Şuarâ, 128-130

[12] 53/Necm, 52

[13] 11/Hûd, 27, 32; 26/Şuarâ, 11, 116, 71/Nuh, 7, 22-23

[14] 89/Fecr, 11-12

[15] 69/Haakka, 5

[16] 48/Fetih, 7

[17] 96/Alak, 6

[18] bk. 96/Alak, 7 ve 1-5

[19] 42/Şûrâ, 27

[20] 12/Yûsuf, 5

[21] 12/Yûsuf, 53

[22] 75/Kıyâme(t), 36

[23] Bk. 20/Tâhâ, 24, 43; 79/Nâziât, 17

[24] 2/Bakara, 49; 144/İbrahim, 6

[25] 43/Zuhruf, 51

[26] 89/Fecr, 11-13

[27] Bk. 79/Nâziât, 39

[28] 78/Nebe', 21-22

[29] 50/Kaaf, 27; 37/Saffât, 23, 31; 38/Sâd, 55-56

[30] 79/Nâziât, 23-24

[31] 79/Nâziât, 15-17

[32] 89/Fecr,  6-14

[33] 31/Lokman, 13

[34] 5/Mâide, 45

[35] İbn Mâce, Fiten 20

[36] 5/Mâide, 45

[37] 2/Bakara, 257

[38] 5/Mâide, 60

[39] 4/Nisâ, 60

[40] 5/Mâide, 64

[41] Ali Ünal, Kur'an'da Temel Kavramlar, s. 320-321

[42] 2/Bakara, 256

[43] 2/Bakara, 257

[44] 4/Nisâ, 51

[45] 4/Nisâ, 60

[46] 4/Nisâ, 76

[47] 5/Mâide, 60

[48] 16/Nahl, 36

[49] 39/Zümer, 17-18

[50] 16/Nahl, 36

[51] 4/Nisâ, 76

[52] 4/Nisâ, 60

[53] 4/Nisâ, 60

[54] İbn Kesir, 1/519

[55] Yusuf Kerimoğlu, Kelimeler Kavramlar, s. 316-317

[56] 2/Bakara, 256

[57] Mevdûdi, Tefhimü'l- Kur'an, c. 1, s. 202

[58] Mevdûdi, a.g.e. c. 1, s. 375

[59] Seyyid Kutub, Fi Zılali'l Kur'an,  c.3, s. 269 

[60] Yusuf el-Kardavî, Tevhidin Hakikatı, s. 57

[61] 16/Nahl, 36

[62] 4/Nisâ, 60

[63] Mustafa İslâmoğlu, İman Risalesi, 170

[64] 2/Bakara, 257; Kur'an'ın Temel Kavramları, 562

[65] Hüsnü Aktaş, Medeni Vahşet, 140

[66] 2/Bakara, 85

[67] 49/Hucurât, 13

[68] 4/Nisâ, 76

[69] 11/Hûd, 113

[70] 28/Kasas, 8

[71] 20/Tâhâ, 78

[72] 28/Kasas, 40

[73] Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, c. 2, s. 869

[74] Bk. 2/Bakara, 256

[75] 4/Nisâ, 76

[76] Sahih-i Müslim; Riyâzü's- Sâlihin, II, no: 1346

[77] Bk. 2/Bakara, 257

[78] Bk. 4/Nisâ, 60

[79] 6/En'âm, 153; Ali Rıza Demircan, İslâm Nizamı, II/ 41

[80] 16/Nahl, 36

[81] 7/A’râf, 16-17

[82] 15/Hicr, 39-40

[83] 2/Bakara, 168

[84] 9/Tevbe, 31

[85] 5/Mâide, 44

[86] 2/Bakara, 168

[87] 5/Mâide, 44

[88] 113/Felak, 1-5

[89] 25/Furkan, 43

[90] 45/Câsiye, 23

[91] 16/Nahl, 36

[92] 69/Haakka, 11

[93] 69/Haakka, 5

[94] 91/Şems, 11-14

[95] 89/Fecr, 10-13

[96] 5/Mâide, 64; Ayrıca Bk. 2/Bakara, 15, 6/En’âm, 110, 7/A’râf, 186; 10/Yûnus, 11; 17/Nahl, 60; 23/Mü’minûn, 75; 52/Tûr, 32

[97] 20/Tâhâ, 24; Ayrıca Bk. 20/Tâhâ, 43; 79/Nâziât, 17

[98] 20/Tâhâ, 71

[99] Bk. 4/Nisâ, 51-55

[100] 96/Bk. Alak, 6-7

[101] Bk. 53/Necm, 52

[102] Bk. 11/Hûd, 27-32; 26/Şuarâ, 111-116; 71/Nûh, 71/7-25

[103] Bk. 89/Fecr, 11-12

[104] Bk. 28/Kasas, 4

[105] Bk. 5/Mâide, 60

[106] Bk. 2/Bakara, 257

[107] Bk. 5/Maide, 60-65

[108] 4/Nisâ, 60

[109] 4/Nisâ, 76

[110] 2/Bakara, 257

[111] 4/Nisâ, 62

[112] 2/Bakara, 256

[113] 39/Zümer; 17-18

[114] 68/Kalem, 9

[115] 78/Nebe’, 21-22

[116] 38/Sâd, 55-56

[117] Fevzi Zülaloğlu, Haksöz-Haber

[118] 4/Nisâ, 60-61

[119] Ahmed b. Hanbel, I,190, 193

[120] Ahmed Özalp, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 2, s. 440-441

[121] Münir Gadban, Hareket Metodu, sy: 74

[122] 4/Nisâ, 60

[123] Fetvalar, 12/292

[124] Alaeddin Palevî, Mühim Soruların Cevabı, s. 160 -161

[125] 16/Nahl, 106

[126] 4/Nisâ, 60

[127] 16/Nahl, 36; 39/Zümer, 17

[128] 34/Sebe', 15-17

[129] 27/Neml, 40

[130] 16/Nahl, 112

[131] Halid Erboğa, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 5, s. 50-51

[132] 2/Bakara, 256

[133] 3/Âl-i İmrân, 75

[134] 2/Bakara, 219

[135] 16/Nahl, 36

[136] 5/Mâide, 44, 45, 47

[137] 4/Nisâ, 59

[138] 2/Bakara, 256

[139] 109/Kâfirûn, 1, 2, 6

[140] 16/Nahl, 36

[141] 39/Zümer, 17

[142] 5/Mâide, 60; Ayrıca, tâğutu reddetmek konusunda Bak. 2/Bakara, 256, 257; 4/Nisâ, 51, 60, 76; 16/Nahl, 36

[143] Muhammed Kutub, Lâ İlâhe İllâllah, Ravza Y., s. 109

[144] Mevdudi, Kur'an'a Göre Dört Terim, İdeal Kitaplar Y., s. 66 ve 84 

[145] 2/Bakara, 256

[146] 4/Nisâ, 60-61

[147] 12/Yusuf, 40

[148] 16/Nahl, 36

[149] 33/Ahzâb, 21

[150] 28/Kasas, 57

[151] 2/Bakara, 85

[152] 13/Ra'd, 11

[153] 3/Âl-i İmrân, 103

[154] 30/Rûm, 32

[155] 17/İsrâ, 73-75

[156] 2/Bakara, 42

[157] 5/Mâide, 49

[158] 15/Hıcr, 94-95

[159] 24/Nûr, 55

[160] Mevdûdî, Tefhîmu'l-Kur'an, c. 3, s. 497-499

[161] 5/Mâide, 3

[162] Müslim, Cum'a 43, hadis no: 867, 2/592; Ebû Dâvûd, Sünne hadis no: 4606, 3/201; İbn Mâce, Mukaddime 7, hadis no: 45-46, 1/17; Nesâî, Iydeyn 22, 3/153

[163] İbn Mâce, Mukaddime 7, hadis no: 49

[164] 42/Şûrâ, 21

[165] 3/Âl-i İmrân, 142

[166] 2/Bakara, 214

[167] 5/Mâide, 45

[168] 11/Hûd, 113

[169] 11/Hûd, 112

[170] 4/Nisâ, 140

[171] 4/Nisâ, 138-139

[172] 12/Yusuf, 40

[173] Mustafa Sabri, Mevkıf el Akl ve’l İlm ve’l Âlem min Rabbil Âlemîn, c. 4,  s. 280

[174] 18/Kehf, 26

[175] 6/En'âm, 121

[176] 4/Nisâ, 60

[177] Şankıtî, Edvâü’l Beyan, c. 4, s. 83-84

[178] Kurtubi Tefsiri, s. 2185

[179] İbn Teymiyye, Fetvalar c. 4, Mesele 515

[180] “Rabbine andolsun ki aralarında ayrılığa düştükleri şeylerde seni hakem tayin etmedikçe, verdiğin hükümden dolayı kalplerinde hiçbir sıkıntı duymadan teslim olmadıkça onlar iman etmiş olmazlar.” (4/Nisâ, 65)

[181] İbn Kesir Tefsiri, c. 1, s. 520

[182] 42/Şûrâ, 10

[183] İbn Kesir Tefsiri, c. 1, s. 518

[184] Yesak: Cengiz Han’ın Kur’an, Tevrat, İncil ve kendi düşüncesinin bir sentezi olarak ortaya koyduğu bir yasadır.

[185] İbn Kesir, el-Bidâye ve’n-Nihâye, c. 13, s. 119

[186] Edvâü’l Beyan, c. 4, s. 84

[187] Muhammed bin İdris eş-Şâfiî, er-Risâle, 178. risale

[188] 42/Şûrâ, 10

[189] 2/Bakara, 285

[190] 42/Şûrâ, 21

[191] 9/Tevbe, 31

[192] Tirmizî, Tefsîru’l-Kur’an 10, hadis no: 3292; Tirmizî şerhi Tuhfetu’l-Ahvezî, hadis no: 5093

[193] 15/Hıcr, 94-95

[194] İbn Mâce, Zühd 21, hadis no: 4204, 4205

[195] 39/Zümer, 17-18

[196] 4/Nisâ, 76

[197] 2/Bakara, 217

[198] 2/Bakara, 217

[199] 2/Bakara, 108

[200] 2/Bakara, 217

[201] Hüseyin K. Ece, a.g.e. s. 457-459

[202] 6/En’âm, 82

[203] 5/Mâide, 72

[204] 10/Yunus, 18

[205] 72/Cinn, 18

[206] 13/Ra'd, 14

[207] 12/Yusuf, 40

[208] 18/Kehf, 26

[209] 47/Muhammed, 9

[210] 9/Tevbe, 65-66

[211] 5/Mâide, 51

[212] 46/Ahkaf, 3

[213] 3/Âl-i İmrân, 85

[214] Miftâhü'l Cenne fi'l-İhticâcı bi's-Sûnne, s. 5

[215] Buhârî, Edeb, 73; Müslim, İman, 111

[216] Buhârî, İlim, 49

[217] Müslim, İmân, 152

[218] Ebû Dâvud, Hudûd, 17; Tirmizi, Hudûd,1; Nesâi, Talak, 21; İbn Mâce, Talak, 15

[219] İbn Mâce, Talâk, 16

[220] 16/Nahl,106

[221] el-ihtiyâr, II/106

[222] Ferit Aydın, İslâm'da İnanç Sistemi, s. 190-195

[223] Buhârî, Cihâd, 149

[224] Ebû Dâvud, Cihad, 121

[225] İbn Kudâme, el-Muğnî, Mısır (t.y.), VIII/125; Seyyid Sâbık, Fıkhu's-Sünne, Kahire, (t.y.), II/385 vd.

[226] 2/Bakara, 160

[227] 4/Nisâ, 137

[228] İbn Kudâme, a.g.e., 125 vd

[229] 2/Bakara, 2/217

[230] el-Kurtubî, el-Cami'li Ahkâmi'l-Kur'an, Beyrut 1965, III/48).

[231] Buhârî, Ferâiz, 26; Müslim, Ferâiz, 1

[232] Kurtubî, a.g.e., III/49

[233] Ebû Dâvud Ferâiz, 13; Tirmizî, Ferâiz, 16; İbn Mâce, Ferâiz, 6

[234] Kurtubî, aynı yer

[235] Seyyid Sabık, a.g.e., II/390

[236] 9/Tevbe, 113

[237] Seyyid Sabık, a.g.e., 382

[238] Bk. Seyyid Sâbık aynı yer

[239] Seyyid Sâbık, a.g.e., II/387; Eymen ed-Dımaşkî-Ömer Tellioğlu, Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. 4, s. 369-372

[240] Yusuf Kerimoğlu, Kelimeler Kavramlar, s. 214

[241] 2/Bakara, 256

[242] Buhârî, Cihad, 148; İ'tisâm, 28

[243] Buhârî, Diyât, 6, Kasâme, 25, 26

[244] el-Kâsânî, Bedâyiu's-Sanâyi’, Beyrut 1402/1982, VII/134-135

[245] 4/Nisâ, 137

[246] Ebû Dâvud, Cihâd, 90

[247] Buhârî, Cihâd, 149; İ'tisam, 28

[248] el-Kâsânî, a g e., VII, 135

[249] el-Kâsânî, a.g.e., VIII/136-137

[250] 2/Bakara, 217; 3/Âl-i İmrân, 3/86-91, 106; 4/Nisâ, 115, 137; 5/Mâide, 54

[251] Ebû Dâvud, Zekât, l

[252] Kâmil Miras, Tecrid-i Sarih Tercümesi, Ankara 1984, V/21

[253] Sünen-i Ebû Dâvud Terceme ve Şerhi, N. Yeniel - H. Kayapınar - N. Akdeniz, İstanbul 1988, VI/93

[254] 9/Tevbe, 103

[255] Bk. Buhârî, İmân, 17, 28, Salât, 28, Zekât, 1, İ'tisâm, 2, 28; Müslim, İmân, 32-36; Ebû Dâvud, Cihâd, 95; Tirmizî, Tefsîru Sûre (88); Nesâî, Zekât, 3; İbn Mâce, Fiten, 1-3; Dârimî, Siyer, 10; Ahmed bin Hanbel, IV/8; Eymen ed-Dımaşkî-Ömer Tellioğlu, Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. c. 3, s. 175-176

[256] 49/Hucurât, 14

[257] Taberî, Tarih, Beyrut ty, III/225; İbnü’l-Esîr, Tarih, Beyrut 1979, II/33

[258] Taberi, a.g.e., III, 225, 228; İbnül-Esir, a.g.e., aynı yer

[259] Taberiî III/229-230

[260] İbnül-Esir, II, 338

[261] Taberî, III/231; İbnül-Esîr, II/338

[262] geniş bilgi için Bk. Taberî, III/227 vd

[263] İbnül-Esîr, II, 342

[264] Taberi, III, 244

[265] Taberî, III, 246; İbnül-Esîr, II, 345

[266] Taberî, III, 247

[267] Taberî, III, 248-249

[268] Bu belgenin tam metni için bk. Taberi, Tarih, III, 249-251

[269] İbnül-Esir, a.g.e., II, 344

[270] Taberî, III/261-262

[271] İbnül-Esîr, II/350; Ömer Tellioğlu, Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. 5, s. 262-267

[272] 2/Bakara, 256

[273] 3/Âl-i İmrân, 102

[274] 2/Bakara, 85

[275] 2/Bakara, 217

[276] 3/Âl-i İmrân, 89-90

[277] 3/Âl-i İmrân, 85-91

[278] 2/Bakara, 109

[279] 3/Âl-i İmrân, 100, 149

[280] 2/Bakara, 217

[281] 47/Muhammed, 25

[282] Beyzavî, Mecmua, 5/511

[283] 2/Bakara, 85

[284] 2/Bakara, 108

[285] 2/Bakara, 109

[286] 2/Bakara, 217

[287] 2/Bakara, 256

[288] 3/Âl-i İmrân, 85-91

[289] 3/Âl-i İmrân, 100

[290] 3/Âl-i İmrân, 102

[291] 3/Âl-i İmrân, 105-106

[292] 3/Âl-i İmrân, 149

[293] 4/Nisâ, 48s

[294] 4/Nisâ, 60

[295] 4/Nisâ, 137

[296] 4/Nisâ, 140

[297] 5/Mâide, 44

[298] 5/Mâide, 54

[299] 6/En'âm, 68-71

[300] 10/Yûnus, 99-100

[301] 14/İbrâhim, 42

[302] 16/Nahl, 106

[303] 18/Kehf, 29

[304] 28/Kasas, 55-56

[305] 42/Şûrâ, 15

[306] 47/Muhammed, 25-30

[307] 47/Muhammed, 32

[308] 47/Muhammed, 34

[309] 50/Kaf, 44-45s

[310] 109/Kâfirûn, 6s

[311] Fi Zılâl, 2/218

[312] Buhârî, Cihad 149, İ’tisâm 28, İstitâbe 2, Ahkâm 16, Mürteddîn 2; Ebû Dâvud, Hudûd 1; Tirmizî, Hudûd 25; Nesâî, Tahrîmu’d-Dem’ 14; İbn Mâce, Hudûd 2; Ahmed bin Hanbel, I/2, 7, 28, 282, 283, 323, V/231s

[313] Buhâri, Cihad 102, İman 17; Müslim, İman 8; Ebû Dâvud, Cihad 104; Tirmizî, Tefsir 78; Nesâî, Zekât 3; İbn Mâce, Fiten 1; Dârimî, Siyer 10

[314] Müslim, Kasâme 25-26; Ebû Dâvud, Hudûd 1; Nesâî, Tahrîmu’d-Dem’ 5, 14; İbn Mâce, Hudûd 1

[315] Buhârî, Meğâzî 61; Müslim, Zekât 144; Fethu'l-Bârî, 8/67s

[316] Fethu'l-Bârî, 12/293

[317] Buhârî, Ahkâm 16, Mürteddîn 2; Ebû Dâvud, Hudûd 1

[318] Buhârî, Ferâiz, 26; Müslim, Ferâiz, 1

[319] Ebû Dâvud Ferâiz, 13; Tirmizi, Ferâiz, 16; İbn Mâce, Ferâiz, 6

[320] Müslim, İman 35, hadis no: 21, 1/52

[321] Buhârî, İlim, 49

[322] Müslim, İman 153-154, hadis no: 94, 1/94-95; Tirmizî, İman 18, hadis no: 2644, 5/27; Buhârî, Tevhid 33; K. Sitte,  2/205

[323] Müslim, İmân 152

[324] İbn Mâce, hadis no: 4205

[325] Buhârî, Edeb, 73; Müslim, İman, 111

[326] Ebû Dâvud, Hudûd, 17; Tirmizi, Hudûd,1; Nesâi, Talak, 21; İbn Mâce, Talak, 15

[327] İbn Mâce, Talâk, 16

[328] 2/Bakara, 217s

[329] Buhârî, Cihad 149, İ’tisâm 28, İstitâbe 2, Ahkâm 16, Mürteddîn 2; Ebû Dâvud, Hudûd 1; Tirmizî, Hudûd 25; Nesâî, Tahrîmu’d-Dem’ 14; İbn Mâce, Hudûd 2; Ahmed bin Hanbel, I/2, 7, 28, 282, 283, 323, V/231

[330] 48/Fetih, 16) âyeti olduğunu belirtmektedir (Serahsî, el-Mebsût, Beyrut, 1978, c. 10, s. 68

[331] 2/Bakara, 217

[332] 47/Muhammed, 25; 5/Mâide, 54). Ayrıca, imandan sonra kâfir olmakla ilgili bazı âyetler de vardır (4/Nisâ, 37; 5/Mâide, 5, 3/Âl-i İmrân, 86; 18/kehf, 29 gibi

[333] Abdülkerim Zeydan, Mecmuâtu Buhûsin Fıkhiyye, Beyrut 1407/1986, s. 415-416

[334] Abdülkerim Osman, en-Nizâmu's-Siyâsî fi'l-İslâm, s. 66-67

[335] 2/Bakara, 217; 5/Mâide, 54s

[336] 2/Bakara, 256

[337] Hikmet Zeyveli, Kur'an'ın Aktüel değeri Üzerine, 1. Kur'an Sempozyumu, Bilgi Vakfı Y. s. 289, 293

[338] 2/Bakara, 256

[339] Buhârî, Cihad 149, İstitâbe 2; Ebû Dâvud, Hudûd 1; Tirmizî, Hudûd 25; Nesâî, Tahrîm 14; İbn Mâce, Hudûd 2; Ahmed bin Hanbel, I/2, 7, 28, 282

[340] Fethu'l-Bârî, 12/270; Neylu'l-Evtâr, 7/191, 194s

[341] Fethu'l-Bârî, 12/270

[342] Neylu'l-Evtâr, 7/191 -Beyhakî'den

[343] Buhârî, Meğâzî 61; Müslim, Zekât 144; Fethu'l-Bârî, 8/67

[344] Fethu'l-Bârî, 12/293

[345] 2/Bakara, 256; Süleyman Ateş, Kur'an Ansiklopedisi, c. 10, s. 170-172

[346] 2/Bakara, 256

[347] 10/Yûnus, 99

[348] Mevdûdi, Tefhimu'l Kur'an, c. 2, s. 340

[349] Ahmet Yaşar, İslâm Ceza Hukukunda İdamı Gerektiren Suçlar, s. 98

[350] Mehmet Aydın, 1. Kur'an Sempozyumu, s. 353  

[351] S. Ateş, 1. Kur'an Sempozyumu, Bilgi Vakfı Y. s. 382-383 

[352] Hayreddin Karaman, İslâm’da İnsan Hakları, Ensar Neşriyat, s. 72-73

[353] Hüseyin K. Ece, İslâm’ın Temel Kavramları, s. 459

[354] Bk. 2/Bakara, 256; 10/Yûnus, 99; 18/Kehf, 29 vb

[355] Vâkıdî, Kitâbu’r-Ridde, Hamidullah’ın Mukaddimesi, s. 9

[356] Bk. İbn Hacer, el-İsâbe, II/317

[357] Mahmut Şeltut, el-İslâmu Akîdeten ve Şerîah, s. 301

[358] M. Şeltut, a.g.e. s. 301

[359] 49/Hucurât, 12

[360] Buhârî, Bed’ü’l-Vahy 1; Itk 6, Menâkıbu’l-Ensâr 45, Talâk 11; Eymân 23; Müslim, İmâre 155; Ebû Dâvud, Talak 11; Nesâî, Tahâre 59, Talak 24, Eymân 19; İbn Mâce, Zühd 26; Abdülkadir Udeh, et-Teşrîu’l-Cinâiyyü’l-İslâmî, 2/719

[361] 5/Mâide, 32

[362] Hak Dini Kur'an Dili, Eser Y. c. 3, s. 1499

[363] Ekrem Sağıroğlu, Kur'an'da İnsan ve Toplum, s. 213-216  

[364] 112/İhlâs, 1-4

[365] Hüseyin K. Ece, a.g.e. s. 640-641

[366] 29/Ankebût, 61, 63; 31/Lokman, 25; 39/Zümer, 38; 43/Zuhruf, 9, 87

[367] 26/Şuarâ, 227

[368] 4/Nisâ, 136

[369] Bk. 33/Ahzâb, 44

[370] 39/Zümer, 17-18

[371] 7/A’râf, 54

[372] 12/Yûsuf, 40

[373] 16/Nahl, 17

[374] 35/Fâtır, 3

[375] 40/Mü’min, 26; Ve yine Bk. 10/Yûnus, 75-78; 43/Zuhruf, 54

[376] 9/Tevbe, 31

[377] Tirmizî, Tefsîru’l-Kur’an 10, hadis no: 3292; Tirmizî şerhi Tuhfetu’l-Ahvezî, hadis no: 5093

[378] 7/A’râf, 3

[379] 42/Şûrâ, 21

[380] 42/Şûrâ, 10

[381] 6/En’âm, 121

[382] 4/Nisâ, 65

[383] 24/Nûr, 47-48

[384] 5/Mâide, 44

[385] 5/Mâide, 50

[386] 95/Tîn, 8

[387] 4/Nisâ, 59

[388] 33/Ahzâb, 36

[389] 7/A’râf, 54

[390] 6/En’âm, 82

[391] 12/Yûsuf, 40

[392] 4/Nisâ, 13-14

[393] 8/Enfâl, 1

[394] 39/Zümer, 17-18

[395] 3/Al-i İmrân, 31-32) Yine Bk. 4/Nisâ, 60, 61, 64; 49/Hucurât, 15; 29/Ankebût, 2-3; 2/Bakara, 214; 24/Nûr, 50-54; 3/Âl-i İmrân, 142; 9/Tevbe, 16; 23/Mü’minûn, 115

[396] İbn Mâce, hadis no: 4205

[397] 5/Mâide, 44

[398] 16/Nahl, 106

[399] Geniş bilgi için bkz. Muhammed Kutub, Tevhid, Risale Y.  

[400] İbn Mâce, hadis no: 4205

[401] 47/Muhammed, 9

[402] 9/Tevbe, 65-66

[403] Hüseyin K. Ece, a.g.e. s.458-459

[404] 4/Nisâ, 65; 21Abdülkadir Udeh, et- Teşrîu’l-Cinî el-İslâmî, Beyrut, 2/708-710 -İslâm Ceza Hukuku ve Beşerî Hukuk-

[405] 9/Tevbe, 65

[406] 33/Ahzab, 57

[407] 9/Tevbe, 61

[408] Bk. 48/Fetih, 18; 9/Tevbe, 100

[409] Nahl, 106

[410] A'raf, 37

[411] İbrahim, 30

[412] 1/Fâtiha, 4

[413] A.Saim Kılavuz, İman Küfür Sınırı, s. 160-165

[414] Buhâri, Cihad 102, İman 17; Müslim, İman 8; Ebû Dâvud, Cihad 104; Tirmizî, Tefsir 78; Nesâî, Zekât 3; İbn Mâce, Fiten 1; Dârimî, Siyer 10

[415] 109/Kâfirûn, 1, 6

[416] 21/Enbiyâ, 67

[417] 4/Nisâ, 48, 116

[418] 39/Zümer, 53-54

[419] 3/Âl-i İmrân, 102

[420] Buhârî, Tefsîr 2, Sûre 22, Eymân 19, Cenâiz 19; Müslim, İman 150, 151 ve 4/Nisâ, 48, 116

[421] Buhârî, Cenâiz 1, Rikak 13, 14, Tevhid 33; Müslim, İman 43, 150, 151; Tirmizî, İman 18; Nesâî, Cihad 18

[422] Tirmizî, Deavât 30

[423] Nesâî, İstiâre 16, 29

[424] Nesâî, İstiâze, 16, 29

[425] Ebû Dâvud, Edeb 102; M. Beşir Eryarsoy, İman ve Tavır, s. 351-354

[426] 6/En'âm, 119

[427] 2/Bakara, 78

[428] 6/En'âm, 116

[429] Ahmet Yücekök, Türkiye'de Din ve Siyaset, s. 90

[430] Garaudy, İslâm ve İnsanlığın Geleceği, s. 29

[431] Ahmed Özalp, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 2, s. 232-233 

[432] 7/A’râf, 172

[433] 95/Tîn, 4-5

[434] 3/Âl-i İmrân, 139

[435] 63/Münâfıkûn, 8

Ögeyi değerlendirin
(0 oy)

Yorum yapın

(*) ile işaretlenmiş zorunlu alanların tümünü doldurduğunuzdan emin olun. HTML kodları kullanılamaz.