Login to your account

Username *
Password *
Remember Me

Create an account

Fields marked with an asterisk (*) are required.
Name *
Username *
Password *
Verify password *
Email *
Verify email *
Captcha *
Reload Captcha

MÜSLÜMAN KALMA GARANTİMİZ VAR MI?

Hz. Peygamberle birlikte başlayan tek kişilik bir mücadele, Peygamberimizin etrafında toplanan insanlarla birlikte, kısa denilecek bir zaman diliminde suya atılan bir taş misali dalga dalga genişlemiştir. Her ilerleyen gün insanların gündemine girmeye başlamış ve sunduğu mesajın kuvveti sebebiyle etrafında insanları toplamaya başlamıştır. İslâmî söylem; özellikle sorgulama yetisini kaybetmeyen, düşünen, sahip olduğu inanç ve davranış kalıplarına karşı kalbi tatmin olmamış ve gerçeği arayarak bulmaya yönelik gayret gösteren insanlar için sığındıkları bir kale olmuştur.

İslâmî dâvetin Mekke dönemi 13 yıl sürmüştür. İnsanlar yavaş yaşav İslâmî dâvet etrafında toplanmaya başladığında bu durum Mekkeli oligarşik liderler için rahatsızlık oluşturur. Mevcut durumdan istifade eden liderler, İslâmî davetin kendilerinin sahip olduğu bu menfaat ve statüleri ortadan kaldıracağını bildiklerinden menfaatlerini kaybetmemek için İslâmî davetin karşısında burmaya başladılar. Öncelikle psikolojik baskınlar şeklinde başlayan tepkiler süreç içerisinde her türlü baskıyı içine alacak şekilde genişledi. Tüm baskılara rağmen insanların İslâmî dâvet etrafında toplanmalarına mâni olamadılar. İnsanlar ile İslâmî dâvet arasına girmediler. Müslümanlar, canlarından geçtiler, şehitler verdiler lakin İslâmî dâvadan ödün vermediler. 13 yıl sonra, Mekke’de iman eden ve imanların bedelini ödeyen bu fedakâr Müslümanlarla, gönüllerini İslâm’a açan ve her türlü bedeli ödemeyi göze alan Medineli Müslümanlar Medine’de, İslâmî temeller üzerine, el birliği ederek bir devlet kurdular.

İslâmî devlet, kurulduktan 10 yıl sonra nübüvvet dönemi bittiğinde Arap yarımadasının her tarafını etkisin altına almış durumdaydı. Gerek muhacir olarak Medine’ye gelen Müslümanlar, gerekse de hicret ederek kendi memleketlerine gelen Müslümanları bağırlarına basan Medineli Müslümanlar yani Ensar, el birliği ederek yeni kurulmuş bu oluşumu yok etmek için her türlü baskılara rağmen direnerek İslâmî mücadeleden ödün vermediler. Başta Mekkeliler olmak üzere kendilerini yok etmek isteyen güçlere karşı destansı bir mücadele ortaya koydular, nice canlarını kaybettiler lakin İslâmî dâvayı daha uç noktalara taşımak için her türlü fedakârlığı ortaya koymaktan geri durmadılar. Hz. Peygamberin vefatına kadar süren bu mücadele, Hz. Peygamberin vefatından sonra da akamete uğramadan kaldığı yerden devam etti.

İlk halife döneminde bir takım iç karışıklıklar ortaya çıksa da Müslümanlar el birliği ederek kısa zamanda tekrar asayişi sağladılar. İslâmî daveti başka toplumların gündemine taşımak hedefiyle çaba ve gayretlerini azaltmadan sürdürdüler. Müslümanların birlik ve beraberlik içinde hareket ettikleri ve İslâm’ın kendilerinden istediği her türlü bedeli ödedikleri ilk iki halife döneminde sınırlar, bir tarafta Türk bölgesinin sınırlarına, bir taraftan Anadolu’ya, bir taraftan da Afrika’ya uzanmış durumdaydı.

Hz. Osman’ın halifeliğinin ortalarında başlayan huzursuzluklar büyüyerek devam etti ve büyüdü ve önü alınamaz bir boyuta oluşarak süreç içerisinde halifenin katledilmesine sebebiyet verdi. Bu süreç Müslümanlar arasındaki bağların yavaş yavaş gevşemeye başladığı dönemlere tekabül etmekteydi. Daha önce Müslümanlar, İslâmî mücadelenin gereği olan her türlü bedeli göze olan insanlar olarak süreçte yer alıyorlardı lakin daha sonra İslâmî mücadeleye katılan fakat İslâmî ahlâkın gereklerini tümüyle kuşanamayan kimselerin sürece dâhil olmaları daha önce olmayan bir takım sorunların oluşmasına sebebiyet vermeye başladı. Oluşan bu süreçler, halife Hz. Osman’ın katledilmesine sebebiyet verdiği gibi ondan halifelik bayrağını devralan Hz. Ali’yi, içerisinde Müslümanların yaşadığı şehirlerde artarak devam eden çok büyük fitnelerin bulunduğu bir sürecin içerisine itti. Nitekim Halide Hz. Ali, çok büyük gayretler göstermesine rağmen etrafında bulunan insanların büyük çoğunluğunun kendisine yeterince itaat etmemelerinin sonucu olarak bu fitneleri önleyemedi ve bu fitneler, onun da şehadetine sebebiyet verdi.

Hz. Ali’nin şehit edilmesinden sonra kurulan Emevî devleti, daha önce İslâmî temeller üzerine kurulan devleti, İslâmî olma vasfını belirli oranda korusa da saltanat temelleri üzerine kurulan başka bir devlete dönüştürdü. Kendinden önceki halifelerin sürdürdüğü siyaset anlayışını değiştirerek yönetim işini kendi ailesinin tekeline bıraktı. O zamana kadar Sasanî ve Bizans imparatorluklarının bir anlayışı olan saltanatı Müslümanların yönetim tarzı haline getirdi. İlk defa bir yönetici, kendinden sonra kendi oğluna insanlardan zorla bey’at alma yoluna gitti. Bey’at etmek istemeyenlere karşı baskı kullanarak onları bey’at etmeye zorladı. Birkaç kişi dışında hemen herkes, kerhen de olsa bey’at etmek zorunda bırakıldı.

Saltanat temelleri üzerine kurulan Emevî devleti, yaklaşık olarak 90 yıllık hükümdarlığı sonrasında Abbasiler tarafından yok edilerek tarihin sayfaların bırakıldı. Emevî devletinin varlığına son vererek tarih sahnesinde yerine alan Abbasî devleti, yaklaşık 500 yıl hükümranlığını sürdürmüştür. Emeviler gibi onlarda saltanat sistemi üzerinden yönetimi kendi tekellerine aldılar. Neticede onlarda Moğollar tarafından yıkılarak Evemiler gibi onlar da tarihin tozlu sayfalarındaki yerini aldılar.

Sonrasında bayrağı devralan Müslüman Selçuklu Türkleri, tüm Müslüman halklar üzerinde olmasa da büyükçe bir coğrafya üzerinde devlet kurdular. Sonra onlar da yıkılarak Osmanoğulları dönemi başladı. 6 yüzyıl kadar Müslümanlara ait olan toprakların çok azı hariç hepsine hükmettiler ve sınırları Avrupa içlerine kadar taşıdılar. Osmanlılarla birlikte başka Müslüman devletler de tarih sahnesinde yerlerini almışlardı. Lakin Osmanlı devleti Müslümanlara ait olan toprakların çoğunu idaresi altında tutuyordu.

Yaklaşık olarak 600 yıl hüküm süren Osmanlı devleti 19 yüzyılla birlikte, batılı devletler karşısında zayıflamaya başladı. Osmanlı karşısında güçlenen batılı devletler işbirliği yaparak Osmanlıyı yok etmek için kolları sıvadırlar. Her taraftan gücünü kaybetmiş Osmanlıya karşı saldırılar başlattılar. Neticede Osmanlı yavaş yavaş sahip olduğu toprakları kaybetmeye başladı. Neticede yüz yıllık bir yıkılış süreciyle birlikte kendi yetiştirdiği subaylar tarafından 1924’te oda kendinden önceki devletleri gibi tarihin tozlu sayfalarına bırakılmış oldu.

Dünya Müslümanları için daha önceden emperyalist işgaller sonucunda başlayan sıkıntılar, artık son noktaya varmış ve özelikle Osmanlının bakiyesi olan bu topraklarda, Müslümanlar tümüyle egemenlikleri kaybetmiş oldular. Osmanlının bakiyesi olan T.C. devleti batılıların da baskıları sonucu İslâm’a dair ne varsan ona karşı tavır almak ve Batılıların istediği şekilde bir siyasal ve toplumsal düzen inşa etmek durumunda kaldılar. Batılılar işgal ettikleri yerlerden çekilirken içinde yaşadığımız bu toprakların yarınlarda kendileri için bir problem teşkil etmemesi için her türlü tedbiri aldılar. Özellikle Müslümanları bir arada tutan en önemli unsur olan Hilafeti yok ederek Müslüman halkları birbirine bağlayan bağları yok etmiş oldular. Hem de bunu sözde Müslüman olma iddiasındaki Cumhuriyetin kurucu kadrolarına yaptırdılar. Müslümanları 50’ye yakın devlete böldüler ve aralarına bir takım fitne tohumları attılar. Müslümanlar tekrar bir araya gelerek bir güç oluşturmasınlar diye her türlü tedbiri aldılar.

Gelinen noktada Müslüman coğrafyaların bir kısmında ya kendi anlayışlarına dayanan devletler kuruldu –Türkiye, Batı Trakya ve Balkanlar örneğinde olduğu gibi- ya da başındaki yöneticilerin kendilerine bağlı olduğu krallıkların kurulmasını sağladılar. Tüm Arap bölgelerinde kurulan krallılar gibi. Neticede Batılılar, tüm Müslümanların kendi çıkarlarına hizmet edecekleri şekilde bir sürece mahkûm ettiler. Artık kendileri, işgalin getirdiği maddi külfetlere katlanmayacak, kendilerine hizmet edecek ve halklarında çok ciddi manada tepki ortaya koymayacağı –kendi kavimlerinden olan- kimselere devletler kurdurarak memleketlerine döndüler. Batılılar işgal ettikleri topraklarda Müslüman halkların kendilerini benimsemeyeceğini, dolayısıyla o halleriyle uzun zaman varlık gösteremeyeceklerini anladıklarında işgali sürdürmek yerine tüm şartlarını hazırlayarak ve tedbirleri olarak kendilerine hizmet edecek kişileri, buralarda kurdukları devletlerin başına geçirdiler. Bunu yaparken de bıraktıkları liderlere insanlar sıkı sıkıya bağlansın diye kahramanlık hikâyeleri oluşturdular, bu insanları kurtarıcı lider olarak toplumlara sundular. Halkalar, kendileri hakkında bir sürü kahramanlık hikâyeleri uydurulan bu liderleri benimsemekte çok güçlük çekmedi. Bu liderler eliyle daha önce kendilerinin yapamayacaklarını bildikleri her şeyi toplumlara aşama aşama yaptırmayı başardılar.

Batılıların en temel hedefi olan ve kendileri için tehlike gördükleri İslâm’ın, toplumlar üzerindeki egemenliğini yok etmek istediler. Yaklaşık olarak yüz yıldan beridir, -içinde yaşadığımız ülke başta olmak üzere- Allah’ın dinin egemenliği ortadan kıldırılmıştır. Daha önce Müslümanlara ait olan topraklar üzerindeki bazı bölgelerde tümüyle batılı tarzda ve laikliği esas alan bir siyasal ve toplumsal hayat inşa ettiler. Diğer bazı bölgelerde ise devletin bir ailenin tekelinde kalmasını sağlayarak Müslüman halkları kendilerine hizmet edecek bir siyasal sistemin içerisine çektiler. Batılılar kendi halkları için saltanatı kötü görerek onunla mücadele ettikleri halde Müslümanların yaşadığı nice bölgede saltanatın varlığını koruması için çalıştılar ve halen çalışıyorlar. Yönetimin kendilerine hizmet edecek kimselerin elinde kalması hiçin her türlü yardımı bu yöneticilere yapmaktadırlar. Dolaysıyla Müslümanlara ait topraklar üzerinde, -uzaktan yönetme yöntemiyle- Batılıların egemenliği gelinen noktada halen sürmektedir.

Müslümanların yaşadığı coğrafyalarda, Batılı devletler ve onların bölgedeki uşaklığını yapan yöneticiler İslâmî bir inisiyatifin ortaya çıkmasına müsaade etmemektedirler. Ortaya çıkmaya çalışan İslâmî oluşumları çok sert bir şekilde yok etmeye çalışmaktadırlar. Hangi Müslüman coğrafyaya yüzünüzü çevirirseniz çevirin orada İslâmî kesimlere karşı baskının olduğunu görürsünüz. Olanların hemen terörle ilişkilendirilerek yok edilmeye çalışıldığını görürsünüz. Dolayısıyla Kur’an ve Sahih sünnetin temel ilkelerine uygun toplumsal ve siyasal hayatı savunan tüm kesimler, terörist olarak görülerek onlara her türlü baskı yapılmaktadır. İsrail gibi bir haydutlar çetesinin Filistinlilere yönelik yaptıkları katliamları terör olarak görmezlerken, kendi topraklarını işgal eden işgalci Siyonistlerle savaşan ve İslâmî temeller üzerine hareket eden oluşumları ise terör örgütü olarak kabul etmekte ve onlara hayat hakkı tanınmamaktadır.   

Batılıların, daha önce Müslüman topluluklar olarak varlık gösteren toplumlar üzerindeki hâkimiyetlerinden ötürü, bu toplumlardaki İslâmî hassasiyetler her geçen gün yok olmakta ve batılıların kültürel “değer(sizlik)leri” egemen olmaya devam etmektedir. Müslüman toplumlar her geçen gün biraz daha artan bir ivmeyle tüm yönleriyle İslâm’dan uzaklaştırılarak batılıların izini takip eder hale getiriliyorlar. 

Bu coğrafyalarda İslâmî olma iddiasıyla ortaya çıkan bir kısım hareketler ya Batılıların araçlarını kullanarak yavaş yavaş İslâmî olma iddialarını bir kenara bırakarak demokrasi, laiklik, cumhuriyet gibi argümanları kullanmaya başladılar, diğer bazıları ise başka bir uç olan silahlı mücadele yöntemine doğru evrildiler, evriliyorlar. Türkiye’de 70’li yıllarda başlayan ve 90’lı yılların ortalarına kadar artarak, Tevhidî eksen üzerinden hareket eden İslâmî harekeler ne yazıktır ki zeminini koruyamadılar. Kimileri demokratik yöntemlere doğru savrulurken, kimisi de cihat bölgelerine yönelerek tek kurtuluşun ancak oralarda yapılan mücadeleyle mümkün olduğu anlayışını benimsediler.

Özellikle muhafazakâr bir kimliği olan Necmettin Erbakan ve onun bakiyesi olan mevcut AKP iktidarıyla birlikte İslâmî uyanış her geçen gün sistem içi mücadeleye doğru biraz daha evrildi. Her gecen gün gayr-i islâmî sistem biraz daha benimsendi. Gelinen noktada daha düne kadar İslâmî devlet söylemleri gündeme getirenler, şimdilerde mevcut sistemin varlığının devam etmesi için canhıraş bir şekilde çalışıyorlar. Daha düne kadar İslâmî temeller üzerine kurulması gereken devlet söylemini savunanlar, şimdilerde sisteme ve laikliğe methiyeler düzmeye başladılar. Mevcut sitemin içerisinde kendilerine alan bularak –ihale kapanlar, bürokraside görev alanlar-, kısacası sistemin ekmeğini yiyenler ve ortada bulunan pastadan pay alanlar, süreç içerisinde sistemi benimsemeye başladılar.

Gelinen noktada gördük ki daha düne kadar İslâmî olma iddiasındaki Müslümanlar artık bu iddialarından vaz geçerek sadece “ahlâk eksenli” bir İslâm anlayışına ve “bireysel Müslüman kimliğine” doğru bir geçiş yaptılar. Lakin sitemin içerisinde görev alan Müslümanlar ne yazık ki İslâmî ahlâk ilkelerine de bağlı kalmadılar, onlarda diğerleri gibi bozuk olan sistemin kendilerine sunduğu imkânları sonuna kadar kendi menfaatleri için kullandılar. Hak ve hukuka riayet etmeden alabildiğinde haksız menfaat sağladılar. Dolayısıyla dünün mücahitleri bu günün müteahhitleri oldular. Düne kadar sistemin kendilerine dayattığı nice hususları reddettikleri halde şimdilerde sistemle barışarak dün reddettiklerini bugün savunur hale geldiler.

Gazze’de yaklaşık olarak 100 gündür devam eden direniş bize bir kez daha gösterdi ki, beşeri sistemler içinde fayda arayan Müslümanların, bu arayışları bir netice vermemiştir. Devletin hemen her kesiminde yer aldıkları halde ne yazıktır ki Gazze’deki direniş lehine kamuoyuna yansıyacak şekilde herhangi bir adım atamamışlar, hatta Siyonist Yahudi devletiyle yapılan hiçbir anlaşma dahi sonlandıramamışlardır. Sistem içerisine girerek Müslümanlara fayda sağlayacaklarını söyleyen insanlar, bırakın İslâm’a ve Müslümanlara fayda vermeyi yaptıkları usûlsüzlüklerle ve zalimlere karşı gösterilmesi gereken tavrı göstermeyerek İslâmî kimliğe çok büyük zararlar verdiler. Maalesef Müslümanları töhmet altında bırakacak nice yanlışların içerisine düştüklerini müşahede etmekteyiz.

Yine, yaklaşık olarak 100 yıldır bize bir şiir nakaratı gibi söylenen “bağımsız devlet” dizelerinin gerçeği yansıtmadığını, devletin hiçte bağımsız olmadığını bir kez daha görmüş olduk. Hata bu sadece Türkiye için değil tüm Müslüman olduğu söylenen devlereler içinde böyle oluğunu görmüş olduk. Bir-iki istisna dışında tüm devletlerin Yahudi sermayeye yedi göbekten bağlı olduğunu görmüş olduk. Müslüman olduğu söylenen bu devletler kendi iplerini, kurulurken Batılı sahiplerinin eline vermiş durumdadırlar. Dolayısıyla sahipleri onları nereye çekerse oraya gidiyorlar, nerede otlamalarına fırsat veriyorlarsa orada otlamak zorunda bırakılıyorlar. Sahiplerinin izin verdiği kadar olaylara tepki ortaya koyuyorlar. Bunu şuradan görmek mümkün: Normal şartlarda Müslümanlar için Filistin ve Kudüs’ün işgalden kurtarılması en önemli bir vazifeyken, Filistin’in neredeyse tamamı işgal edilmiş ve Gazze’de katliam yapılmaktadır. Lakin Filistin’in ve Mescid-i Aksâ’nın işgalden kurtarılması için mücadele eden Müslümanlara yardım etmesi gereken Müslüman ülkelerin liderleri, ancak bir araya gelerek kınama mesajı yayınlayabiliyorlar. Çünkü bundan ötesini yapmalarına efendileri izin vermemektedir.  

Gelinen noktada Türkiye’de İslâmî temeller üzerine kurulacak bir hayat ve bunun için gösterilmesi gereken gayretler ne yazıktır ki “mahcur” bırakılmış durumdadır. Bırakın bu yöndeki bilinci diri tutarak mücadele etmeyi hatta İslâmî bir toplum inşa etme gayretinde direnen, mevzilerini terk etmeyen bir avuç Müslüman, kıyasıya eleştirilmekte, dışlanmakta ve tahkir edilmektedirler.

Görüyoruz ki İslâmî çalışmalara karşı ilgi ve destekler her geçen gün azalmaktadır. Buradan şunu ifade etmek gerekir ki; Allah’ın dini olan İslâm’ın bize ve bizlerin gayretlerine ihtiyacı yoktur. Tam aksine bizim İslâm’a ve o uğrunda mücadele etmeye ihtiyacımız vardır.

Eğer bizler Allah’ın bizlere verdiği hidayet nimetinin kıymetli bilerek, üzerimize düşen sorumlulukları hakkıyla yerine getirmezsek, Allah, o nimeti bizlerden alarak onu hakkıyla taşıyacak insanlara verir. Konuyla ilgili bir âyet-i kerimede şu şekilde buyurulur: يَٓا اَيُّهَا الَّذٖينَ اٰمَنُوا مَنْ يَرْتَدَّ مِنْكُمْ عَنْ دٖينِهٖ فَسَوْفَ يَأْتِي اللّٰهُ بِقَوْمٍ يُحِبُّهُمْ وَيُحِبُّونَهُٓ اَذِلَّةٍ عَلَى الْمُؤْمِنٖينَ اَعِزَّةٍ عَلَى الْكَافِرٖينَؗ يُجَاهِدُونَ فٖي سَبٖيلِ اللّٰهِ وَلَا يَخَافُونَ لَوْمَةَ لَٓائِمٍؕ ذٰلِكَ فَضْلُ اللّٰهِ يُؤْتٖيهِ مَنْ يَشَٓاءُؕ وَاللّٰهُ وَاسِعٌ عَلٖيمٌ “Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse bilsin ki Allah öyle bir kavim getirecektir ki Allah onları sever, onlar da Allah’ı severler; müminlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı vakarlıdırlar; Allah yolunda cihad ederler ve hiç kimsenin kınamasından korkmazlar. İşte bu Allah’ın dilediğine verdiği bir lütfudur. Allah’ın lütfu geniştir; O, her şeyi bilir.” (Maide, 54) âyette de ifade edildiği gibi eğer bizler İslâmî olma iddialarımızdan vazgeçersek, Allah hidayet nimetini bizden çeker alır ve İslâmî kimliğin gereklerini tümüyle üzerinde taşıyacak kimseleri meydana getirir. Aslında bu âyet Müslümanlar için çok büyük bir tehdit içermektedir. “Eğer siz dininizden önerseniz” kısmı bizler için çok büyük bir tehdittir. Din bir hayat tarzıdır. Yaşam biçimidir. Dolayısıyla eğer bir kişi İslâm’ın belirlediği  hayat tarzı ve yaşam biçimini dikkate alarak hayatını yaşamazsa, İslâm’ın kendisine yüklediği her türlü sorumluluğu umdesine almazsa o zaman bu kişi İslâmî olma iddiasından vazgeçmiş demektir. Kelime-i Şehâdet aslında bir kimsenin, Allah ve Müslümanlarla yaptığı bir antlaşmadır. Kişi bu antlaşmada dinin kendisinden istemiş olduğu her emri yerine getireceğini, yasakladığı her şeyden ise uzak duracağını ifade etmiş olur. Lakin gelinen noktada birçok Müslümanın bu antlaşmaya sadık kalmayarak İslâmî söylemlerden uzaklaşarak seküler söylemlerin takipçisi olduklarını görmekteyiz. Düne kadar İslâmî bir toplum inşâ etmek için söylem ve eylem üretenlerin bugün mevcut durumu kanıksadıklarını, dünkü söylemlerinden vaz geçerek onlara yabancılaştıklarını görmekteyiz. Dolayısıyla İslâmî mücadele her geçen gün yalnız bırakılmaktadır. İşte yukarıdaki âyette “Ey İman edenler!” diye başlayarak buna vurgu yapmaktadır.

Peki bu âyete göre İslâm’ı temsil etmek salahiyetine sahip olan Müslüman kimliğin en önemli unsurları nelerdir?

1) Allah’ın kendilerini sevdiği, onlarında Allah’ı sevdikleri ifade edilir. Allah’ı seven sevdiğinden gelenleri “başım gözüm üzerine” diyerek hayatına taşır ve onun mücadelesini verir. Allah’ın buyrukları karşısında “işittim ve itaat ettim” diyerek hayatını Allah’ın belirlediği ölçülere göre tanzim eder. Allah’ın kişiden istediği sorumlulukları yerine getirmekten kaçınan kimseleri sevmesi söz konusu olabilir mi? İslâmî mücadeledeki yerlerini almayan, İslâmî söylemlerine helal getirecek bir takım anlayışları benimseyen kimseleri Allah’ın sevmesi mümkün müdür? Dolayısıyla dinin kişiden istediği davranış ve inancı benimseyen kimseleri ancak Allah sevmektedir. Bunları hayatlarında pratize ederek uygulayan kişiler ancak o payeye ulaşırlar. Yoksa İslâmî kimliğin gereği olan davranışlardan ve inançlardan uzaklaşarak ödün veren kimseleri Allah’ın sevmesi mümkün değildir.

2) Kendisi gibi iman eden kimselere karşı zelil yani merhametli; kâfirlere karşı ise şiddetli yani sert olurlar. Gelinen noktada Müslümanların birbirleriyle olan ilişkilerinde burada ifade edilen hususun tam tersi hareket edildiği gözlemlenmektedir. Genel olarak Müslüman olma iddiasındaki kişilerin sertliklerini kendileri gibi düşünmeyen Müslümanlara yönelik ortaya koyduklarını, kâfirlere karşı ise daha müsamahakâr hareket ettiklerini görmekteyiz. Oysaki sertliğimizi -isterse bizim gibi düşünmesin- Müslümanlara yönelik değil, Allah’a, dinine ve Müslümanlara karşı düşmanlık yapan kâfirlere yönlendirmemiz bizden istenmektedir.

Gazze direnişi bize gösterdi ki, sözde Müslüman olma iddiasındakilerin, kâfirler karşısında ne kadar zillet içinde olduklarını hep birlikte müşahede ettik. İslâmî kimliğin bize kazandırdığı izzetli duruşun gereğini maalesef ortaya koyamadık, bunun tam tersi adata zelil bir duruş sergileyerek sadece dilimizle yapılanları kınadık. Hatta yer yer Siyonist kâfirlerde olduğu söylenen gücü gözümüzde çok büyüterek karşı konulması mümkün olmayacak bir güç olarak kabullendik. Gazze’li Müslümanların o güçle savaşmayı göze almalarından dolayı kendilerini kıyasıya eleştirdik. Oysaki gördük ki aslında İslâmî kimliğin gerektiği şekilde onlarla mücadele edildiğinde, hiçte korktuğumuz kadar büyük güçlerinin olmadığını anladık. Gazze’li Müslümanlar izzeti tercih etti biler ise zilleti. Bugün dünya Müslümanları olarak neden zillet içerisindeyiz, kâfirler karşısında neden suyun üzerindeki çer-çöp gibiyiz? Bütün bu durumun sebebi İslâmî kimliğin gereği olan izzetli duruşu ortaya koyamadığımızdan dolayıdır. Kendisinden korkulması gereken asıl merciinin Allah olduğunu unutup, kendilerinde güç vehmeden kimselerden korkmaya başladığımızdandır. Gazze’li Müslümanlar bu yönüyle de bizlere örnek oldular.

3) Allah’ın dininin, toplumlar üzerinde egemen olması için gereken her türlü çabayı ortaya koyarlar. Kur’an’ın üzerlerine yüklediği tüm sorumlulukları bil-hakkın yerine getirmeye çalışırlar. Gazze’deki Müslümanlar gibi gerektiğinde mallarını, canlarını ve tüm sevdiklerini Allah’ın yoluna feda etmekten geri durmazlar. Bizler, imanın bizlerden istediği bedelleri ödemeden, ayağımıza taş bile değmeden cennet hayalleri kuran kimseler haline geldik. Ne işimiz ters gitsin, ne de gelirimiz azalsın, ne sağlığımız bozulsun, ne de sevdiklerimizin başına bir musibet gelmesin istiyoruz. Bizler, istediğimiz kadar kulluk vazifelerimizi yerine getirelim ve bunun karşılığında da cennete gidelim istiyoruz. Oysaki dünya imtihan yeriydi ve bizler burada sahip olduğumuz her şeyden imtihana tâbi tutulacaktık. Maldan, candan, sevdiklerimizde kısacası tüm sahip olduklarımızdan imtihana çekilecektik. Tıpkı şu an Gazze’de her türlü bedeli ödeyen kardeşlerimiz gibi. Gazze’deki kardeşlerimiz, bedel ödemenin edebiyatı değil, ispatını yapıyorlar. Bizler ise gereğini yapmak yerine genelde edebiyatını çok iyi yapıyoruz.

Allah yolunda mücadele etmek edebiyatı yapılarak değil, İslâmî kimliğin gereğini ortaya koyarken başımıza gelecek her türlü zorluğu karşı geri adım atmadan onun uğrunda gayret göstermeyle ancak mümkündür. Allah’ın dinini önce kendi beden ülkemizde hâkim kılmak için mücadele etmekle mümkündür. Sonrasında ise çemberi genişleterek önce içinde yaşadığımız ülkede ve aşama aşama tüm dünyaya taşıyarak hâkim kılmak için gereken gayreti ortaya koymakla yerine getirebiliriz. Bu mücadeleden kaçanların dinden yüz çevirmiş olacaklarından korkulur. Allah yolunda değil de dünyevî çıkarlar peşinde mücadele edenlerin yukarıdaki ayetin tehdidine muhatap olacaklarının endişesini taşıyalım.

4) Ayrıca hiçbir kimsenin kınamasına da aldırış etmezler. İslâmî kimliğin gereklerini yerine getiren Müslümanlar şu kimselerdirler ki Allah’ın dinini hayatlarına aktarırken karşı karşıya kalacakları hiçbir tepki karşısında dâvalarından dönmez ve dinin gereği neyse onu yapmaktan geri durmazlar. Fakat gelinen noktada bugün Gazze’deki kardeşlerimizi kınayan yığınlarca sözüm ona Müslümanlar vardır. 7 Ekim’de, Batılıların arkasında durduğu İsrail gibi bir devlete saldırı düzenlediği için. Oysa yaklaşık olarak 76 yıldır kendi toprakları o zalim Siyonistler tarafından işgal edilmiş, 100 binlere varan insanları katledilmiştir. Milyonlarca Filistinli toraklarını terk etmek zorunda bırakılarak diğer ülkelerde mülteci olarak yaşamak zorunda bırakılmıştır. Böylesine bir durumdaki işgalciye karşı yapılan bir eylem mi kınanmalı yoksa Filistin’de ve diğer coğrafyalarda Batılıların egemenliğinin kabul edilmesi mi kınanmalıdır? İşgalciye karşı çıkmayan kimseler mi kınanmalıdır yoksa izzetli bir şekilde işgalciye karşı çıkarak her türlü bedeli ödeyen Müslümanlar mı kınanmalıdır. Dolayısıyla İslâmî kimliği olan İslâm ve Müslümanların hatta kendilerinden olmayan tüm insanların düşmanı olan Siyonistlerle karşı izzetli bir duruş sergilemeyen insanlar kınanması gerekirken Gazze’de İslâmî kimliğin gereğini yerine getiren Müslümanlar kınanmaktadır.

Gelinen noktada kendilerini İslâm’a nispet eden insanların büyük ekseriyeti İslâmî kimliğin gerektirdiği şekilde hareket etmemektedirler. Yukarıda gündeme getirdiğimiz âyette ise hakiki Müslümanların hasletleri gündeme getirilmiştir. Eğer bizler bu hasletleri hakkıyla kuşanmazsak ayetteki tehdit bize yönelik olduğunu unutmayalım. Biz Müslümanlar olarak İslâmî kimliği temsil etmek durumunda olan kimseleriz. Daha önce bu temsiliyet İsrailoğulları’nın üzerindeydi. Lakin onlar o temsiliyeti hakkıyla yerine getirmediklerinde onlardan alınarak bir başka topluluğa verilmiş oldu. Bizler de kendimizi İslâm’a nispet eden kimseler olarak o topluluktan olmayı umuyoruz. Konula ilgili olarak rabbimiz şu şekilde buyuru: كُنْتُمْ خَيْرَ اُمَّةٍ اُخْرِجَتْ لِلنَّاسِ تَأْمُرُونَ بِالْمَعْرُوفِ وَتَنْهَوْنَ عَنِ الْمُنْكَرِ وَتُؤْمِنُونَ بِاللّٰهِۜ “Siz, insanların iyiliği için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz; iyiliği emreder, kötülükten meneder ve Allah'a inanırsınız.” (Âl-i İmrân, 110) Görüldüğü üzere en hayırlı ümmet olmamızın gerekçesi kuşandığımız sorumluluklarla ilgili olduğu ifade edilmektedir. O sorumluluklar ise “hakiki iman” ve bunu başka insanlara taşınması ve toplumsal ifsadın önlenmesi olarak ifade edeceğimiz “iyiliği emretmek ve kötülüğü yasaklamak” olduğunu görmekteyiz. Başka bir âyette de şu şekilde buyurulur: وَكَذٰلِكَ جَعَلْنَاكُمْ اُمَّةً وَسَطًا لِتَكُونُوا شُهَدَٓاءَ عَلَى النَّاسِ وَيَكُونَ الرَّسُولُ عَلَيْكُمْ شَه۪يدًاۜ “İşte böylece sizin insanlığa şahitler olmanız, Resûl'ün de size şahit olması için sizi mutedil bir millet kıldık.” (Bakara, 143) Bu âyet-i kerimede ise bizlerin vasat ümmet olmamızın sebebi olarak İslâmî kimliği tümüyle kuşanarak diğer insanlar için model olmamız olduğu ifade edilmektedir. Peygamber nasıl ki bizler için model olduysa bizler de diğer insanlar için İslâm’ı temsil etmekte model olmak durumundayız. Eğer bu temsiliyet görevimizi hakkıyla ifa etmezsek Allah onu bizden alarak başkalarına verir. Daha önce İsrailoğlulları onu hakkıyla taşıyamadıkları için onlardan alınarak diğerlerin verildiyse şimdi de bizden alınarak başkalarına verilebilir. Bu hem ırki manada böyle olduğu gibi hem de bireysel manada olabilir.

Geldiğimiz noktada bugün batıda İslâm’a yönelişlerin arttığına şahit olmaktayız. Bütün bunlar bizler için şu soruyu sormamıza sebebiyet vermelidir: Acaba biz İslâmî kimliğe layık olmadıkta, Allah bu nimeti bizlerden alarak onlara mı verecektir? Daha önce Araplardan alarak Türklere verdiği gibi şimdide Türklerden aldı başkalarına mı verecektir? Birey olarak bizden alarak bizden daha iyi bir şekilde o kimliği temsil edecek kimselere mi verecektir?

Biz şunu biliriz ki; bir kurum, birisine bir yetki verdiğinde o kişinin kendisine verilen yetkiyi en iyi şekilde temsil etmesini ister. Eğer kişi verilen yetkileri temsil etmekte gevşeklik gösterirse, yetkilerini kötüye kullanırsa, kendisi için belirlenen kuralları ihlal ederse böyle birisinde o yetkinin bırakılması mümkün olmaz, kendisine o yetkileri verenler tarafından yetkileri elinden alınır. Söz gelimi bir kimseyi siz işveren olarak müdür olarak görevlendirirseniz ve müdürün sorumluluk alanlarını kendisine bildirirseniz o kişi de o sorumluluklarını yerine getirmezse siz böyle bir kimseyi müdür olarak çalıştırmaya devam eder misiniz? Yoksa onun iş akdine son vererek veya kendisine başka bir görev vererek onu müdürlükten azleder misiniz? O görevi daha layıkıyla yapan birisi dururken görevini ihmal eden birisini o görevde tutmaya devam eder misini? İşte bu örnekte olduğu gibi eğer biz Müslüman bireyler olarak İslâm’ın bizlere yüklediği sorumlulukları yerine getirme noktasında gevşeklik gösterir, ihmalkâr hareket edersek, İslâmî kimliğimize yakışmayacak inanç ve davranışları benimser ve uygularsak bu taktirde Allah hidayet nimetini bizde tutmaya devam etmez. Onu bizden alarak onu hakkıyla temsil edecek kişilere verir. Şunu unutmamız gerekir ki Allah’ın ve O’nun yüce dini olan İslâm’ın bizlere ihtiyacı yoktur. Aksine bizlerin Allah’a ve onun yüce dininin belirlediği şekilde mücadele etmeye ihtiyacımız vardır. Dinin bizden istediği mücadele sayesinde hem bizle hem de diğer insanlar ancak huzurlu bir şekilde dünya imtihanlarını sürdürebilirler. Bu sebepten dolayı İslâmî kimliğin gereği olan sorumluluklara azı dişlerimizle tutunmamız gerekiyor. Bu konuda kendimizi Allah’a ispat etmemiz gerekiyor. Bize verilen hidayet nimetinin kadrini kıymetini bilmemiz gerekiyor. Şükrünü eda etmek için gayret göstermemiz gerekiyor.

Unutmayalım ki Allah ancak kendi dinine yardım edenlere yardım ederek ayaklarını dini üzere sabit kılıyor: يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُٓوا اِنْ تَنْصُرُوا اللّٰهَ يَنْصُرْكُمْ وَيُثَبِّتْ اَقْدَامَكُمْ “Ey iman edenler! Eğer siz Allah'a (Allah'ın dinine) yardım ederseniz O da size yardım eder, ayaklarınızı kaydırmaz.” (Muhammed, 7)

Ey Rabbimiz! Bizleri İslâmî kimliğin ve temsiliyetin gereklerini hakkıyla kuşanan kullarından eyle! İslâmî kimliğimize zarar verecek her türlü inanç ve davranışlardan bizleri uzak eyle! Bize verdiğin hidayet nimetini ölene kadar hakkıyla koruyabilmeyi bizlere lütfeyle!

Son değişiklik Salı, 23 Ocak 2024 14:03

Yorum yapın

(*) ile işaretlenmiş zorunlu alanların tümünü doldurduğunuzdan emin olun. HTML kodları kullanılamaz.