Login to your account

Username *
Password *
Remember Me

Create an account

Fields marked with an asterisk (*) are required.
Name *
Username *
Password *
Verify password *
Email *
Verify email *
Captcha *
Reload Captcha

ZOR BİR SINAV ALANI: İKTİDAR AHLAKI

İslam’ın özetini Rabbimiz, Kalem sûresi 4. ayette “azim ahlak / üstün ahlak” olarak beyan etmiştir.[1] Rivayete göre Rasulullah (a.s.) da bu durumu “Güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim”[2] ifadesiyle dile getirmiştir.

Ahlak, insanların davranışlarını belirleyen genel yaklaşım ve yönelimlerini ifade etmektedir. İnsanın yaratılışı “halq” kelimesiyle ifade edilirken, davranışlarına yön veren yönelimi “hulq” kelimesiyle ifade edilmektedir ki, iyi ve doğru yönelimler “güzel ahlak”, kötü yönelimler ise “kötü ahlak” olarak ifade edilmektedir.

Rabbimiz, bilindiği üzere Rasulü’nü bize “en güzel örnek” olarak tavsif etmektedir.[3] Onu da bize, tıpkı Rasulullah gibi “azim ahlak” sahibi olmakla nitelemekte ve dolayısıyla bize azim/üstün ahlak sahibi olmayı bir mükellefiyet olarak yüklemektedir.

Esasında kendisini İslam’a gerçek anlamda nisbet eden, “Ben müslimlerdenim” diyebilen herkes, ahlaklı insan olmak zorunda olduğunun bilincindedir. Zira her mümin, İslam’ın, ayette belirtildiği üzere “azim/üstün ahlak”, hadisteki ifadesiyle “güzel ahlak” olduğunu bilir.

Bu itibarla İslam’a bağlılık bilincinde olan her mümin, İslam’ın ahlak ölçülerine uygun bir hayat yaşamaya gayret eder. Lakin ahlak mefhumunun daha ziyade insanların ferdi davranışlarıyla sınırlı bir algıya mahkûm edilmesi sebebiyle, bütüncül bir ahlak kavrayış ve pratiği noktasında zaaflar yaşanabilmektedir.

Bu noktada ihmal edildiğini düşündüğüm hayati bir konu olarak “iktidar ahlakı” konusu üzerinde durmakta fayda görüyorum.

İnsanlar olarak, fert ve topluluklar planında Rabbimiz tarafından çeşitli alanlarda sınanmaktayız. Ki hayat baştan sona bir sınav, sınama sürecidir: “Hayatı ve ölümü, hanginizin daha güzel amel işleyeceğini sınamak için yaratan O’dur. O azizdir, ğafurdur.”  (Mülk, 67/2)

Şunu ifade etmek isterim ki, insanların fert ve topluluk planında muhatap olduğu en zorlu sınav alanlarından biri iktidar alanıdır. Genelde biz iktidar denince salt siyasal iktidar alanını anlarız. Oysa en küçük toplumsal yapı olan aile başta olmak üzere, işyerleri, insanların belli bir inanç veya düşünce etrafında bir araya geldikleri içtimai, siyasi, iktisadi tüm organizasyonlar neticede bir iktidar alanıdır.

Dolayısıyla aslında insanlar olarak hepimiz, iktidar olmakla ve iktidarda nasıl davrandığımız hususunda sınanmaktayız. Bu, topluluklar anlamında da böyledir. İnsanlar mikro veya makro iktidar alanlarında bazen muhalefet, bazen de iktidar olarak sınava tâbi tutulur. Her iki durumda da, Allah’ın insanlar için belirlediği hakkaniyet ve adalet ölçülerine ittiba edip etmedikleri, ahlaki düzlemde hareket edip etmedikleri konusunda sınanmış olurlar.

Öncelikle fert ve topluluklar olarak hepimizin, bu konuda bir farkındalık sahibi olmamız gerekir. Hayatımız boyunca çeşitli “iktidar” imkânlarına kavuştuğumuzu ve bu imkânlara kavuştuğumuzda nasıl hareket ettiğimize dair bir imtihana tâbi kılındığımızı bilmemiz işim temelidir. Bu farkındalık olmazsa, imtihan ve hesap bilinciyle hareket etme noktasında daha başından bir zaafın içine düşmüş oluruz.

Bu noktada, İslam’a ve dolayısıyla hayata bakışımızda genelde ifrat ve tefrit uçlarının etkili olduğu acı bir gerçektir. İslam’ı ve hayatı ya tamamen bireysel plana indirgeyen bir bakış açısıyla okumak bir tarafta, tamamen makro siyasal alana nakledilmiş bir bakış açısıyla okumak diğer tarafta. Oysa Rabbimizin beyanıyla, biz “ümmeten vasaten / vasat ümmet”[4] olmakla emrolunmuş insanlarız ve bu sebeple de her türlü aşırı yaklaşım ve tutumdan uzak durmakla mükellefiz.

Mikro ve Makro İktidar Alanları

Evvelemirde hayatın aslında baştan sona bir “egemenlik ve iktidar ilişkileri” toplamından ibaret olduğunu ifade etmek gerekir. Lakin bu ilişkileri salt makro siyasal iktidar ilişkilerden ibaret görmek büyük bir yanılgıdır. Öyle ki, Kitab-ı Kerim’de “Heva ve hevesini ilah edinen kimseyi gördün mü…”[5]beyanında bulunan ayetlerin varlığı düşünüldüğünde, insanın kendi içinde de bir iktidar alanı ve iktidar çatışması olduğunu görmüş oluruz.

Dolayısıyla, “mikro iktidar alanları”nı yok sayan veya bu alanlar konusunda farkındalık oluşturamayan bir yaklaşımla hayatı doğru anlamak ve imtihanı hakkıyla verebilmek zaten mümkün değildir. Mesela bizler, “Allah’ın hükmüyle hükmetmeyenler” ayetlerini[6] salt makro siyasal alanla sınırlı olarak analr ve gündem ederiz. Oysa bu ayetler mikro ve makro her “iktidar alanı”yla ilgilidir.

İşte bu sınırlayıcı ve daraltıcı yaklaşımlar sebebiyledir ki, makro iktidar alanı için Allah’ın hükümlerine ittiba etmeyi, hakkaniyet ve adalet ilkelerine uygun davranmayı gündemleştiren ve mevcut cahiliye düzenlerini bu çerçevede haklı olarak zulümle niteleyen toplulukların, kendi aralarındaki mikro iktidar alanlarında hakkaniyet ve adalet ölçülerine ne kadar dikkat edip bu ölçülere uygun davrandıkları, ciddi anlamda muhasebesi yapılması gereken bir konudur.    

Dünya hayatında makro iktidar alanıyla imtihan edilen fert ve topluluklar azdır, lakin yukarıda da belirttiğimiz gibi mikro iktidar alanlarında her insan ve her topluluk bir imtihan vermektedir.

İşte bu noktada “iktidar ahlakı” mefhumu gündeme gelmektedir, gelmelidir. Muhtemelen, söz konusu ettiğimiz “muktedir olmakla sınanma farkındalığı”nın yetersizliğinin de etkisiyle bu alanda genelde çok iyi sınavlar verilemediğini gözlemlemekteyiz.

Hak ve ona dayalı adaletten söz eden, varlık sebebini bu iddiayla temellendiren nice topluluğun, eline bir iktidar imkân ve alanı geçtiğinde çok da hakkaniyetli davranmadığını müşahede ettik. Bu noktada makro iktidar alanı açısından da, mikro iktidar alanları açısından da tanıklıklarımız oldu.

Despotizm ve tahakküme karşı verilen mücadele sonunda devlet olma imkânına kavuşulduğunda, mücadele sürecinde dayanak kılınan hak ve adalet ilkeleri yerine ve üstelik bu değerler adına despotizm ve tahakkümün farklı bir versiyonunun cari kılındığına da, hak, adalet, merhamet gibi İslam’ın asli ve asil değerleri dillendirilerek yapılan ve adına da “İslam inkılabı” denilen yolun sonunda, kâfir bir azınlık diktasına hâmilik yapacak ve onun yanında mazlumların karşısında pozisyon alacak bir zulüm otoritesine dönüşüldüğüne de tanıklık ettik.  

Elde edilen iktidar alanını bırakalım toplumla, kendi dışındaki İslami kesimlerle dahi paylaşmaya yanaşmayan pratiklere de, “süper güç” olarak ifade edilen işgalcileri büyük bedellerle def edip, mesele iktidarı paylaşmaya gelince birbiriyle savaşmaktan bile kaçınmayanlara da şahitlik ettik yakın dönemlerde.

Makro siyasal alandaki iktidar imtihanlarının yanı sıra, mikro iktidar alanlarındaki hal-i pürmelalimiz de genel olarak ciddi muhasebe ve arınma ameliyelerine muhtaç görünmekte. Her şeyden önce, İslam’ın öngördüğü “saf düzeni” ekseninde kolektif bir bilinçle gerçek anlamda istişari zeminlerin teşkil ve temini ve bu zeminde “iktidar paylaşımı”, İslam’la inşa olmuş akılların birlikteliğine dayalı bir işleyiş ve yürüyüşten ziyade, “tek akıl” veya dar bir ekip aklının tahakkümüne dönüşen yapılanmalar sorunumuz var yaygın bir hal olarak.

Ki, paylaşımın, kolektif bilincin, akılların birleştirilmesinin, kısacası paylaşımın olmadığı bir yerde “iktidar ahlakı”ndan söz etmek beyhude olacaktır. İslam’ın asli ve asil değerlerini teşkil eden hakkaniyet ve ona dayalı adalet öğretisi, Hukukullah ve Hududullah temelinde “hukuku’l-ibad”ı (kulların hak ve hukuklarını) gözetmeyi ve yeryüzünde bu düzlemde bir işleyişi cari kılmayı öngörür. İnsanlar arasında kolektif bilince dayalı bir işleyişi öngören saf düzeni yerine, kast sistemleri oluşturacak ve dolayısıyla tahakkümü doğuracak şekilde hiyerarşik bir yapılanmanın cari kılınması, İslam’ın öngördüğü hakkaniyet ve adalet düzlemini daha başından ortadan kaldıran bir duruma tekabül etmektedir.

Ya Sev, Ya Terk Et!

Düzlem-zemin yanlış kurulunca da, onun üzerine doğruların inşa edilmesi mümkün olmamaktadır. Sözün burasında, mikro iktidar alanlarımızdaki iktidar imtihanlarımıza dair birkaç tanıklığımla, anlatmak istediğimi müşahhaslaştırmak istiyorum.

Rabbimizin Kur’an’ın inzal sürecindeki ilk emirlerinden olan ruczdan hicret[7], yani İslam’ın ölçüleri dışındaki tüm ölçü, inanış, yöneliş ve işleyişlerden akidevi kopuş ve teberri tutumunu, Seyyid Kutub’un “Yoldaki İşaretler”deki ifade biçimiyle “cahiliyeden akidevi ayrışma” söylem ve tutumunu yıllarca güçlü şekilde vurgulayıp bu Kur’ani vurgu / Nebevi tutum üzere bir mücadele hattı inşa çabasında olup da, bir noktada bu tutum ve duruştan uzaklaşarak cahiliye düzeninin cahili anayasasının revizyonu referandumuna aktif destek ile sistem içi demokratik dönüşüm süreçlerinin paydaşlığı konumuna evrilen bir ekibin, yıllarca kendileriyle birlikte Kur’ani ilkeler üzere yol almış olan bizlerin o süreçteki hakkı ve hak ilkelerde sabrı/sebatı tavsiye çabalarımıza karşı bir noktadan sonra takındığı “ya sev ya terk et” tutumunu hiç unutamam.

Oysa aynı ekip, kemalist ulusalcı düzenin muhalif kesimlere yönelik “ya sev ya terk et” sloganını haklı olarak sıklıkla eleştirmekteydi ve halen de eleştirmekteler. Fakat işte hayatın cilvesi dedikleri husus bu olsa gerektir ki, makro iktidar alanlarına yönelik bir haklı tutumunuzla kendi mikro iktidar alanlarınızda sınanınca, benzer bir tutum ortaya koyma durumuna düşüyorsanız, işte orada iktidar alanıyla ilgili tâbi tutulduğunuz imtihanda sınıfta kalıyorsunuz demektir.

Cahiliye düzeninin cahili temelli bâtıl anayasasının, esasa da hiçbir şekilde taalluk etmeyen kısmi ve tali revizyonuna aktif destek (oy desteği) kararına, Kur’ani/Tevhidi ilkelerle haklı olarak itiraz edip, yıllarca dillendirilip vurgulanan cahiliyeden akidevi kopuş temelli Nebevi mücadele tavrı yerine, cahiliye içi “iyileştirme” süreçlerine paydaşlık konumuna (anayasa referandumuna destek bildirisinde ifade edildiği şekliyle “sistemin adalet temelinde yeniden inşası” taraftarlığına)[8] düşülmemesi yönündeki nasihatlarımıza karşılık, “Bizi daha fazla sıkboğaz etmeyin, bu yazdıklarınızı gidip kendi yayın organlarınızda yazın” şeklinde “ya sev ya terk et” tutumuna muhatap olmak, gerçekten ibretlik bir hadiseydi.

Yıllarca “cahiliyeden akidevi ayrışma”, “istişari birliktelik” söylemlerini öne çıkarıp da, ilk ciddi imtihan anında her iki temel ilkeyi de yok sayan bir tutumla, birlikte yol aldıkları müminlerle istişare etmeden cahili bir anayasanın revizyonuna destek gibi, akidevi temeldeki teberri tutumuyla asla telif edilemeyecek, o cahili anayasanın yapımında paydaşlık gibi bir hali doğuracak bir tutuma savrulmak ve bu duruma hakkaniyet temelinde itiraz eden müminlere “ya sev ya terk et” tavrı koymak, tabii ki iktidar ahlakı açısından ciddi bir soruna tekabül etmektedir. 

Hakeza yakın dönemde yaşanan bir başka “iktidar imtihanı”nın muhatabı olan bir ekibin, güzel ve örnek bir İslami dâvet çalışmasına son birkaç yıl içinde ve üstelik “yakın bölgelerdeki Müslümanlar çalışmalarını birlikte sürdürmeli” güzel niyetiyle başka Müslümanların zorlaması sonucu dahil olduktan sonra, bir noktada “iktidar paylaşımı” ahlakı yerine “iktidarı tekelleştirme” tutumunu işler hale getirerek o örnek dâvet çalışmasını kendi özgünlüğü, doğallığı ve doğal etkileşim çevresinden uzaklaştırma ve kendi dar ekip ajandalarını dayatma yoluna girdiklerine ve asli temsilcilerinin bu duruma itirazları karşısında da ev sahiplerini dışlama, tüm hak ve hukuklarını, emeklerini yok sayarak kapı dışarı etme cürmüne yöneldiklerine tanıklık ettik.

Bir defa ahlaki zeminden sapıldığında, elde edilen gücün cazibesiyle, “ahlakın gücü”ne dayanmak yerine “gücün ahlakını” üretip işler kılmaya kalkışıldığında, işler bu noktada da kalmamaktadır. Nitekim bu son misalde de kalmamış, söz konusu İslami dâvet mirasının kendi doğallığı, özgünlüğü ve doğal sosyal çevresinden uzaklaştırılması yoluna girilip, bu yolda asli temsilcileri de çalışmadan tard edildiğinde, sıra geçmişe yönelik dizayn çabasına gelmiş, o örnek İslami çalışmanın asli temsilcileri ve doğal çevresinde yer alan müminlerin o çalışma bünyesinde ürettikleri sohbet, makale, panel, konferans gibi dâvet mirası da, ilgili mecralardan kaldırılarak yok edilme yoluna gidilmiştir.

Kemalist tuğyan kadrosunun, türlü ayak oyunlarıyla iktidarı ele geçirdikten sonra Osmanlı döneminde üretilen müktesabata yönelik tavrına ne kadar da benziyor değil mi bu yaşananlar? Makro iktidar mücadelesi noktasında kemalist düzen ve diğer zulüm düzenlerinin eleştirildiği hususlarda, mikro iktidar imkânlarına kavuşunca benzeri tutumlara yönelmek ne kadar ilginç ve ibretlik, öyle değil mi?

Tabi ahlaki zemin kaybedilince iş bu noktada da kalmıyor. Ortak dâvet mirasına karşı girişilen bu kıyıma itiraz edildiğinde, tıpkı zulüm düzenleri kendilerini ve zulümlerini eleştirenleri nasıl ki “fitne çıkarmakla” itham ediyorsa, bu örnekte de aynısının yaşandığına tanıklık ettik. Bir dâvet mirasını, kendi özgünlüğünden, kuşatıcılığından, doğal sosyal çevresinden ve asli temsilcilerinden koparıp, ardından da o dâvet müktesabatını üstelik asli temsilcilerinin kurduğu ilgili mecralardan kaldırma cürmünü işlemek bizatihi fitnenin kendisi iken, bu cürmü eleştirmek fitne olarak etiketlenerek bu hususta bile zulüm düzenleriyle aynı düzleme düşülebiliyor.

Yakın dönemlerde tanıklık ettiğimiz bu iki ibretlik örnek, “iktidar ahlakı” konusunda çok ciddi zaaflar yaşanmakta olduğunu göstermeye yeterli olsa gerek. Dolayısıyla bu konunun öneminin anlaşılması gerekmektedir. Söz konusu mikro iktidar alanlarındaki imtihanları, bir yönüyle de Rabbimizin bizleri makro iktidar imtihanı öncesi tâbi tuttuğu imtihanlar olarak görebiliriz.

Neticede hayat, tüm an ve alanlarıyla bir imtihandır ve “muktedir olmakla” sınanmak, bu imtihanın çok önemli bir boyutunu teşkil etmektedir. Bu noktada, Kur’an’ı ve siyeri bir kez de hassaten bu imtihan bağlamında, “iktidar ahlakı” konusu çerçevesinde okumak gerektiğini düşünüyorum.

“Zor Bir Sınav Alanı: İktidar Ahlakı” başlıklı Şubat ayı yazımızın sonunda, hayatın tüm an ve alanlarıyla bir imtihan olduğuna işaret etmiş, “muktedir olmakla” sınanmanın, bu imtihanın çok önemli bir boyutunu teşkil ettiğini belirtmiş ve Kur’an’ı ve siyeri bir kez de hassaten bu imtihan bağlamında, “iktidar ahlakı” konusu çerçevesinde okumak gerektiğine vurgu yaparak, bir sonraki yazımızın inşallah bu konuya bir giriş mahiyetinde olacağını ifade etmiştik.

Biz mü’minler, Kur’an’ın öğretisi gereği[9] yarına dair Rabbimizin dilemesi istisnasını dile getirmeden bir söz vermeme bilincine sahibiz. Nitekim Şubat’ın 6’sında Kahramanmaraş’ta sabaha yakın ve öğlen vakti meydana gelen ve geniş bir coğrafyayı derinden etkileyerek Türkiye ve Suriye’de birçok yerleşim yerini tam anlamıyla yerle bir eden depremler gündemimizi değiştirdi.

Bizler de, İslam’ın bize yüklediği sorumluluk bilinciyle deprem bölgesinde karınca kararınca çalışmalar yapmaya gayret ettik ve dergimizin Mart sayısında da bölgedeki izlenimlerimize ve depremler konusunda nasıl bir yaklaşım içinde olmamız gerektiğine dair makalelere yer verdik.

Evet hayat tüm boyutlarıyla bir imtihan. Varlık ve yokluk, tatlı ve acı olaylar, kazanç ve kayıplar… Hayat düz bir çizgide ilerlemiyor, döngüsel bir süreç olarak devam edip hükmünü yürütüyor. Rabbimizin İnşirah sûresinde buyurduğu üzere “zorlukla birlikte kolaylığın”[10] ve tabii ki aynı şekilde kolaylıklarla birlikte zorlukların yaşandığı bir imtihan alanı hayat.

İşte, iman bilinci ve ona dayalı emanet bilincini kaybetmiş toplumsal işleyişin, tamahkârlığa dayalı yanlış bir imarla büyük bir insani felakete dönüştürdüğü deprem afetlerine de, hayatın imtihan boyutlarından biri olarak tanıklık ettik.

Bundan sonrası için, aynı zamanda Rabbimizin kevni ayetlerinden olan bu afetleri unutmamak ve yaşananlardan her yönüyle gereken dersleri almak düşüyor bizlere. Tabi açılan büyük yaraların sarılması noktasında üzerimize düşenleri yapma gayretimizi de ihmal etmemek…

İktidar ahlakı konusunu ele aldığımız ilk makalemizde, Kalem sûresi 4. ayette bildirildiği üzere Rasulullah (a.s.)’ın azim/üstün ahlak üzere olduğuna değinmiş ve Âişe annemizin (r.a.), onun ahlakının Kur’an olduğu vurgusunu hatırlatmıştık. İşte Rasulullah’ın iktidar alanlarındaki tutum, davranış ve uygulamalarını belirleyen ahlaki normları da Kur’an’ın öğreti ve ölçülerine dayanıyordu.

Temel iktidar/yönetim ilkesi olarak Kur’an’la hükmetmekle emrolunan[11] Rasulullah’ın, ferdi, ictimai, siyasi, iktisadi tüm amel ve uygulamaları Kur’an’ın ölçü ve hükümleri üzere olduğu gibi, siyer kaynaklarında yer alan haberlerden öğrendiğimiz üzere o, iktidar ahlakı konusunda Kur’an’da yer alan kıssalardaki Peygamber uygulamalarını da örnek almaktaydı.

Mekke fethi sırasında kendilerine nasıl davranılacağı konusunda endişe içinde bulunan Mekkelilere Rasulullah (a.s.)’ın, “Benim halimle sizin haliniz, kardeşim Yusuf’un kardeşleriyle durumu gibidir. O’nun kardeşlerine söylediği sözü bugün ben de size söylüyorum: ‘Bugün size kınama yoktur. Allah size affetsin. O, merhamet edenlerin en merhametlisidir.” (Yusuf, 12/92). Gidin, hepiniz serbestsiniz.”[12] şeklindeki hitap ve tutumu, bu konudaki misallerden biridir. Ki bu misalde, Yusuf (a.s.) ve Rasulullah (a.s.)’dan bizlere çok önemli bir iktidar ahlakı dersi bulunmaktadır: Güçlü iken intikam hırsıyla hareket etmeyip affedici olmak, merhameti her an aktif tutmak...

Tıpkı yine Yusuf (a.s.)’ın Mısır’a hükümran olduğundaki ve Rasulullah’ın Mekke’nin fethi sırasındaki tutumlarının bize, zafer ahlakına dair çok şey öğretmesi gibi.

İşte bugün bizler, her konuda olduğu gibi mikro ve makro iktidar alanlarımızda kuşanmamız gereken “iktidar ahlakı” konusunda da Rasulullah’ı örnek almakla, onun gibi, ahlakımızı Kur’an ahlakı kılmakla mükellefiz.

Mülkiyet mi, Emanet mi?

İslam’ın bizlere öğrettiği temel değerlerden biri emanet bilincidir. İnsanların geçmişten günümüze fert ve topluluklar planında en büyük sapmalarından biri, Allah’ın bahşettiği nimetlere emanet bilinci çerçevesinde yaklaşmak ve ictimai, siyasi, iktisadi iş, ilişki ve işleyişlerini bu bilinç çerçevesinde yürütmek yerine, mülkiyet iddiasına kalkışmaları, emaneti mülk edinmeye çalışmaları olmuştur.

Bu kırılma, mikro ve makro tüm “iktidar alanları”ndaki yanlış yönelim ve tutumların temelinde yer alıyor dememiz mümkündür. Sahip olunan imkân ve konumların emanet olduğu kavrayışına dayalı yaklaşım sahibi bir kimse veya topluluk ile, imkân ve konumları kendi mülkü olarak gören kişi ve toplulukların tutum ve uygulamaları tabii ki tamamen farklı olacaktır.

Emanet bilinci, bu bilince sahip olanlarda iktidar ahlakının temelini teşkil edeceği gibi, emanet bilinci yerine mülkiyet iddiasıyla hareket edenler ise, ahlaki düzlemi işin başında tarumar etmiş olacaklardır. Bu anlamda, Rabbimizin Kur’an’da bildirdiği, Firavun’un şu söylemini hatırlayalım: “Firavun kavmine seslendi ve şöyle dedi: Ey kavmim! Mısır mülkü ve altımdan akıp giden şu ırmaklar benim değil mi? Hâlâ görmüyor musunuz?” (Zuhruf, 43/51)

Bir kişi veya topluluk, Âlemlerin Rabbi Allah’ın arzına veya insanlar için bahşettiği diğer imkânlara emanet çerçevesinde bakmayı terk edip mülkiyet iddiasıyla bakmaya başladığında, hakkaniyet, adalet, merhamet, paylaşım zeminini yok etmiş olur.

Zira bu yaklaşımda göre artık “kendi mülkünde” hükmetmekte, “kendi mülkü” üzerinde tasarruf ediyor olmaktadır ki, bu zeminde artık hakkın/hukukun gücü değil, gücün “hukuku” işlemeye başlayacaktır.

İslam öncelikle bize yeryüzünde imtihan için bulunduğumuzu talim etmekte ve bizi “yeryüzünün halifeleri” olarak konumlandırmaktadır.[13] İşte insanoğlu, yeryüzünün yöneticisi/emanetçisi olarak, orayı imar etmekle, orada hakkı ve ona dayalı adaleti hâkim kılmakla mükellef kılınmıştır.

İnsanoğlu bu gerçeği unutmadığı ve Rabbinin kendisi için belirlediği bu konuma rıza ve ittiba üzere hareket ettiği takdirde, yeryüzü Darus Selam / Barış Yurdu olacaktır.

Zira bu durumda insanlar öncelikle Rableriyle barışık olacaklar (O’na tuğyan etmekten imtina ve ittika edecek, dünya ve âhiret saadetlerinin O’nun ölçü ve hükümlerine ittiba ile mümkün olduğu bilinciyle hareket edecekler), bu sayede de hem birbirleriyle, hem de tüm nebatat ve hayvanatla barış içinde yaşama imkânı bulacaklardır.

Oysa tarihin büyük bölümünde ve bugün olduğu gibi, yeryüzünü Allah’ın hükümleri üzere imar etmekle mükellef halifeler olma bilincini yitirip, varlıkla ve sahip kılındıkları imkânlarla emanet kavrayışı yerine mülkiyet iddiası üzerinden ilişki kurduklarında, insanların yeryüzünü nasıl cehenneme çevirdiğini, birbirlerinin kurdu haline geldiklerini aynel yâkin olarak yaşayıp müşahede etmekteyiz.

Makro iktidar alanları için söz konusu olan bu hususlar, farklı ton ve düzeylerde mikro iktidar alanları için de aynı şekilde geçerlidir. Mesela bir insan ailesi ile ilişkilerini emanet bilinci temelinde değil de mülkiyet iddiası temelinde kuracak olursa, “Benim çocuğum değil mi, severim de döverim de” anlayışıyla hareket edebilir veya eşine ve çocuklarına dilediği gibi dayatmalar yapmaya kendinde hak görebilir.

Hatta bir kimse kendi bedenine dahi emanet bilinci yerine mülkiyet iddiası üzerinden yaklaştığında, orada zulüm kaçınılmaz olmaktadır.

Örneğin bugün “Benim bedenim, benim ciğerim, içki içiyorsam, sigara içiyorsam kendi zararıma” deyip kendisine zulmetmeye devam edenler veya “Benim bedenim, benim kararım” deyip cinsel sapkınlıklara ve kürtaj gibi cinayetlere yönelenler, emanet bilincinden uzaklaşıp mülkiyet iddiasına kalkışmanın ferdin kendi hayatında dahi ne kadar yıkıcı sonuçlar doğurduğunun ibretlik örneklerini teşkil etmektedir.

Hakkaniyet, Adalet, Ehliyet, Meşveret, Kanaat, Merhamet

Zerreden kürreye, mikrodan makroya, ferdi, ailevi, zümrevi, ictimai tüm iktidar alanlarında sahip olmamız emrolunan “iktidar ahlakı”nın temelini, iman bilincinin gereği olan emanet bilinci olarak ifade ettikten sonra, konuyu bugün için sınandığımız dar zümrevi iktidar alanlarımız açısından değerlendirmekte fayda görüyorum.

Zira makro iktidar alanlarında sınanmamız yarınlar için muhtemel olsa da, her İslami çalışma grubunun kendi içindeki işleyiş açısından dar/mikro bir iktidar alanı içerisinde bulunduğu ve bu alanda iktidar ahlakı açısından sınandığı gerçeğini unutmamız gerekir. Bu itibarla bugün mikro iktidar alanlarındaki sınavımız, yarınlardaki muhtemel makro iktidar alanlarındaki sınavımızın da bir prototipidir aynı zamanda.

Mikro iktidar alanlarımızda hakkaniyeti, adaleti, ehliyet ve merhameti işlevsel ve egemen kılmadığımızda, talip olduğumuz makro iktidar alanlarında bunu gerçekleştireceğimizi iddia etmenin bir anlamı kalmayacaktır.

Konuyla ilgili ilk makalemizde, mikro iktidar alanında Müslümanlar olarak sahip olmamız gereken, sahip olmakla emrolunduğumuz “iktidar ahlakı”na mutabık olmayan, yaşanmış iki olumsuz misalden söz etmiştim.

İşte o olumsuz misallerdeki, hakkaniyet, adalet, merhamet ve paylaşım gibi iktidar ahlakına dair temel umdelerin hilafına ortaya konulan yaklaşımların temelinde, yukarıda söz etmeye çalıştığımız, sahip olunan imkânlara emanet bilinciyle yaklaşılması yerine o imkânların mülkiyet edinilmeye kalkışılması yanlışının olduğunu ifade edebiliriz.

Zira emanet bilinci, hakkaniyet, adalet, merhamet, paylaşım gibi değerleri beslerken, mülkiyet iddiası tekelciliği, dışlayıcılığı, ben veya biz merkezciliği doğurmaktadır.

Demek ki İslami çalışma gruplarında yer yer gözlemlenen ve İslam’ın bize öğrettiği iktidar ahlakına asla mutabık düşmeyen ben veya biz merkezli yaklaşımların izale edilebilmesi ve daha kuşatıcı, İslam’ın büyük kardeşlik öğretisi ve buna dayalı dayanışma/yardımlaşma tutumunu aktif kılacak yaklaşımların öne çıkabilmesi için, öncelikle çalışma gruplarımıza, kurum ve kuruluşlarımıza mülkiyet iddiasıyla bakmaktan vazgeçip, emanet bilinciyle yaklaşmayı öğrenmemiz gerekir.

Bu yaklaşımı esas aldığımızda, Rabbimizin İslami dâvet çalışmaları noktasında bize bahşettiği imkânların tekelleştirilmesini doğuran, “Benim cemaatim / bizim cemaatimiz, benim vakfım-derneğim / bizim vakfımız-derneğimiz, benim dergim / bizim dergimiz” gibi sığ ve sığlaştırıcı bakış açısı yerine, “Müslümanların cemaati, Müslümanların vakfı-derneği, Müslümanların dergisi” şeklindeki kuşatıcı, kardeşleştirici bakış açısını aktifleştirmek mümkün olacaktır.

Bu bakış açısı, İslami çalışma grup ve kuruluşlarını aynı nehre doğru akan mütevazi dereler olarak konumlandırmayı ve böylece tefrikanın önüne geçip, kardeşlik ve dayanışma anlayışını güçlendirmeyi doğuracaktır.

Emanet bilincinin esas alınmasıyla, yapılanma ve işleyişte adalet, meşveret, ehliyet, merhamet, kanaat ve paylaşım gibi Kur’ani ilkelerin belirleyici kılınması mümkün olacaktır. Bu da, ben veya dar klikçiliğe dayalı biz merkezci sığ ve sığlaştırıcı işleyişler yerine, İslam dâvâsının gerektirdiği şekilde kuşatıcı, kardeşleştirici örneklikleri doğuracaktır.

Bugün bu hususta yaşadığımız, tanıklık ettiğimiz sorunların temelinde, İslami çalışma zeminleri ve müesseselerinin tüm Müslümanların ortak zemin ve müesseseleri olduğu kavrayışının zayıflatılmasıyla, bu zemin ve müesseseleri kişi veya dar kliklerin mülkiyetinde görmeye başlamak ve böylece paylaşım, dayanışma ve ortak zeminler inşa etme bilincinden uzaklaşılmış olması yatmaktadır diyebiliriz.

Evet, Rabbimizin bize nasip ettiği İslami çalışma zemin ve müesseselerimize bir Müslüman için asla söz konusu olmaması gereken mülkiyet iddiası üzerinden değil de, emanet bilinci çerçevesinde baktığımızda, birbirimizi bugün olduğu gibi kolaylıkla ötekileştirip dışlamaz, kendi çalışma grubu ve müessesemizi mutlaklaştırma ve merkezileştirme yanlışına düşmekten imtina eder, kendimize gettolar oluşturma sığlığına düşmeyiz.

Emanet bilinci, İslam dâvâsının belli bir çalışma grubu veya kesimin değil, tüm Müslümanların ortak dâvâsı olduğu gerçeğini bize fark ettirecektir ki, yeryüzünde fitnenin/bâtılın ortadan kaldırılıp hakkın egemen kılınması gibi büyük, ağır bir iddiayı[14] bir veya birkaç çalışma grubunun üstlenmeye kalkışması zaten akıl kârı da değildir.

Bir binanın doğru inşası ve sağlamlığının her şeyden önce temelinin doğru atılmasına bağlı olması misali, İslami çalışmaların da emanet bilinci temelinde inşa edilmesi ve bu bilinç üzere yürütülmesi, bu mikro iktidar alanlarında kuşanılması gereken iktidar ahlakının tesis edilip işlevsel kılınmasın açısından elzemdir.

Bu yapıldığında, iktidar ahlakı noktasında yaşanan zaafların ana sebeplerinden birini teşkil eden hiyerarşik yapılanma sorunu yerine, Rabbimizin öngördüğü ve Rasulullah (a.s.)’ın da, gerek Mekke’deki cemaat ve gerekse Medine’deki cemiyet yapılanmasıyla müşahhaslaştırdığı saf düzeninde yapılanma işlerlik kazanacaktır ki, iktidar ahlakının temel umdeleri olan hakkaniyet/adalet, paylaşım, ehliyet, meşveret, kanaat, merhamet gibi hasletler belirleyici umdeler haline gelsin.

Aksi halde, bugün yaygın olduğu üzere, “Şu kişinin cemaati”, “Bu kliğin vakfı/derneği/dergisi” gibi, bütününü oluşturan cüzler olmak yerine, bütünden kopuk, her biri kendi kendine bir bütünü teşkil etme görüntüsü veren ve bu anlamıyla Rabbimizin bizi nehyettiği tefrika halini ifade eden durumunda kalmayı sürdürürüz. Ki bu durumun dünyada da âhirette de ziyan sebebi olduğu ortadadır.

Dünyada ve âhirette ziyan sebebi olacak bir hususun söz konusu olduğu bir durumda da çözüm aramamak, bu durumun dünyada ve âhirette kazanmayı doğuracak hale tebdili için gayret etmemek, Müslümanlar için düşünülebilecek bir tercih değildir.

İnşallah bir sonraki yazımızda, iktidar ahlakına dair söz konusu ettiğimiz Kur’ani umdelerle ilgili Rabbimizin beyanlarına ve bu umdelerin Rasulullah (a.s.)’ın örnekliğindeki izdüşümlerine dair değinilerle konuyu toparlamaya çalışacağız.

“Zor Bir Sınav Alanı: İktidar Ahlakı”makale serimizin bu sonuncusunda, İslam’ın bize “iktidar ahlakı” çerçevesinde öğrettiği ilke ve ölçülerle ilgili Kur’ani referanslar ve bu referansların Rasulullah (a.s.)’ın sîretindeki izdüşümlerine değinerek konuyu toparlamak istiyoruz.

İslam’ın iktidar öğretisinde öne çıkan kavramlar/değerler olarak şu hususları zikretmek mümkündür:

  • Hakikat Öğretisive bunun neticesi olarak Hakkaniyet Ölçüsü
  • Hâkimiyet İddiası
  • Emanet Bilinci
  • Ehliyet
  • İstişare
  • Adalet
  • Kanaat
  • Paylaşım
  • Merhamet

İslam, Âlemlerin Rabbi’nin kulları için belirlediği hayat nizamı olarak yegâne hak din/hayat nizamıdır.[15] Evet, hakikat biriciktir, o da el-Hak olan Âlemlerin Rabbi’nin biz kullarına bildirdiği din-i mübin-i İslam’dır.

Temelinde hakikati temsil niteliği bulunan İslam, baştan sona bir hakkaniyet öğretisidir. Dolayısıyla her an ve alanda olduğu gibi, iktidar alanında da hakkaniyet, temel ölçüt durumundadır. Her ne gaye ve sebeple olursa olsun, hakkaniyetten sapmak, iktidar ahlakı noktasında ciddi bir sapmanın tezahürüdür.

İslam’ın hâkimiyet iddiası,[16] hakikat öğretisi ve hakkaniyet ölçüsünden bağımsız ele alınamaz, bağımsızlaştırılamaz. Zaten hakikat öğretisi ve hakkaniyet ölçüsünden koparılmış, konjonktürel hesaplar ve maslahat algılarıyla bu öğreti ve ölçüden uzaklaştırılmış bir hâkimiyet iddiası İslami olma niteliğini yitirmiş demektir.

İşte İslam’ın iktidar ahlakı öğretisi, temelde bu bütüncül kavrayışa dayanır: İslam’ın iktidar/hâkimiyet iddiasından asla ödün vermemek ve bununla birlikte hakikat öğretisi ve hakkaniyet ölçüsünden hiçbir şekilde sapmamak…

Nitekim Rabbimiz Hadid sûresi 25. ayette, İslam’ın iktidar öğretisini hakikat/hakkaniyet, hâkimiyet, adalet bütünlüğünde son derece veciz bir şekilde beyan etmektedir:

“Andolsun, biz elçilerimizi apaçık belgelerle gönderdik ve insanlar adaleti ayakta tutsunlar diye, onlarla birlikte Kitab’ı ve mizanı indirdik. Ve kendisinde çetin bir sertlik ve insanlar için (çeşitli) yararlar bulunan demiri indirdik. Öyle ki Allah, kendisine ve elçilerine gayb ile (görmedikleri halde) kimlerin yardım edeceğini bilsin (ortaya çıkarsın). Şüphesiz Allah, mutlak kuvvet sahibidir, üstün olandır.” (Hadid, 57/25)

Kitab-ı Kerim’in hüküm, prensip, ölçü ve yasaların, kısacası hayat nizamının kaynağı kılınarak onun şaşmaz terazisi ile adaleti egemen kılmak ve bu adaleti demirle, yani Kitab’ın ölçülerine tâbi güç ile desteleyip ayakta tutmak.

Bu ayette bize özetlenen devlet nizamı, hakikat/hakkaniyet eksenli ve bu eksende adaleti ikame etmeyi esas alan bir iktidar öğretisidir. İşte bu öğreti, biz Müslümanlar için mikro ve makro tüm iktidar alanları için geçerlidir. Yani biz ferdi, ailevi, içtimai tüm mikro iktidar alanlarımızda hakikat/hakkaniyet temelli bir tutum üzere olmakla mükellefiz.

Her ne gaye ve sebep olursa olsun, bu temelden uzaklaşmak, bu temeli ikinci plana atmak gibi bir tercih, bizi iktidar ahlakından uzaklaştıracak bir sapma olacaktır. Ki Rabbimiz Kur’an’da baştan sona bize bu istikameti çizmekte ve tekrar tekrar hatırlatmaktadır.

Emrolunduğumuz gibi dosdoğru olmayı, zalimlere meyletmemeyi ve muhalefetimizde de aşırıya gitmemeyi,[17] işlerimizi istişare ile yürütmemizi,[18] muhatabımız düşmanlarımız bile olsa hiçbir şartta adaletten ve adil şahitlikten ayrılmamamızı[19] şart koşmaktadır. Rasulullah (a.s.), dâvet ve mücadele süreci ve sonrasındaki iktidar uygulamalarıyla, Kur’an’ın iktidar ahlakına dair bu ve benzeri öğretilerini en güzel şekilde müşahhaslaştırmıştır.

İslam’ın iktidar öğretisi, ferdi topluma feda eden toplumcu yaklaşım ve toplumu ferde feda eden ferdiyetçi yaklaşım yerine, hem ferdin hem de toplumun hukukunu gözeten adalet temelli bir yaklaşımı ifade eder. Bu yaklaşım farkı da, mikro ve makro tüm iktidar alanlarında iktidar ahlakının mahiyetini belirleyen önemli bir faktördür.

Zira birinde ferdin, diğerinde ise toplumun/topluluğun hukuku önem arz etmez, toplumun/topluluğun veya ferdin iktidarı için kolaylıkla yok sayılır. Nitekim biz bu yaklaşım farklarının somut karşılıklarını ailevi, içtimai ve siyasi iktidar alanlarında gözlemleyebiliyoruz.

Aslında tüm bu hususlarda Rabbimizin bizden istediği/bize öğrettiği iktidar ahlakına uygun hareket edebilmemiz, temelde iktidar alanlarına mülkiyet iddiası yerine emanet bilinci ile yaklaşmakla mümün olacaktır. Yani bu konuda emanet bilinci kilit bir mefhum durumundadır.

Emanet bilinci ile hareket edildiğinde, iktidarı mutlaklaştırma ve tekelleştirme gibi sapmalar söz konusu olmayacak, istişare, paylaşım, adalet, merhamet prensipleri aktif ve egemen hale gelecektir.

Sahiplik İddiası, Şahitlik Bilinci Farkı

“Biz dünyaya sahip olmaya değil, şahit olmaya geldik” sözü, biz Müslümanların dünya hayatına, gündelik yaşayışa ve mikro-makro iktidar ilişkilerine bakışımızı çok güzel ifade etmektedir. Ki konuyla ilgili bir önceki makalemizde ve yukarıda, mülkiyet-emanet kavramları üzerinden bu hususa vurgu yapmaya çalıştık.

Nitekim Rabbimiz, bizim için temel misyon olarak şahitliği işaret etmektedir:

“Böylece sizi, insanlara şahit olmanız ve Peygamberin de sizin üzerinize şahit olması için orta bir ümmet kıldık…” (Bakara, 2/143)

Sahip olma iddia ve güdüsü sonuç odaklı bir yaklaşımı öne çıkarırken, şahit olma bilinci değer odaklı yaklaşımı sonuç verir. Bu durum, evlerimizdeki, işyerlerimizdeki dar iktidar alanlarımız için de, dernek, vakıf gibi dar cemiyet alanlarındaki iktidar ilişkileri için de, siyasi iktidar alanı için de geçerlidir.

Şahitlik bilinciyle hareket edilen yerde “iktidarı” tekelleştirme, bunun için de çeşitli “Bizans oyunları”na başvurma, doğal paydaşların hukukunu çiğneme, dışlayıcılık gibi tutumlar değil, “iktidarı” paylaşma, dolayısıyla istişare kültürü, herkesin hukukunu gözetme, kapsayıcılık, dolayısıyla da rekabet yerine velayet kültürü, işbirliği ve dayanışma söz konusu olur.

İşte Rasulullah (a.s.)’ın gerek Mekke’deki cemaat ve gerekse Medine’deki devlet idaresinde hep bu ilkeleri görmekteyiz. O, sahip olmak için şahitliği ötelemedi, bilakis şahitlikte sebat ederek İslam’ın iktidarı gibi bir nimete kavuşma çabası içinde oldu. Bunun için de neticeye odaklanıp da ilkeleri, ölçüleri (hâşâ) bir ayak bağı olarak görmedi, bilakis emrolunduğu gibi dosdoğru olmak bilinciyle hep onlara sadakat üzere hareket etti.

Uhud gibi çok önemli bir savaşı kaybetme riskine rağmen, kendisi şehir savunmasına kani olduğu halde istişarede ağır basan karara muvafakat ederek meydan savaşına çıktı mesela. İnsanlarla arasında bir sosyal hiyerarşi oluşturmadı, onlarla arkadaş oldu, aynı safta namaz kıldı, aynı halkada Kur’an talebesi, aynı mevzide mücahit oldu. Dışlayıcı değil, hep kuşatıcı oldu, adam harcama değil, adam kazanma saikiyle hareket etti.

İslam’ın bizden istediği iktidar ahlakı, ancak söz konusu etmeye çalıştığımız emanet bilinci ve şahitlik öğretisi zemininde hareket edildiğinde mümkün olacaktır. Böylece “iktidarın” tekelleştirilmesi ve ondan kaynaklanan her türlü adaletsizlik, dışlayıcılık, doğal paydaşların hukukunun ihlali gibi sorunlar yaşanmayacaktır.

İslam’ın iktidar öğretisinde iki önemli hususiyet olan ehliyet ve liyakat[20] ilkeleri, ancak bu durumda işler hale gelecektir. Zira “iktidarın” tekelleştiği durumlarda bu konuda söz konusu ilkeler yerine “iktidar” sahibinin şahsi veya hizbi mülahazaları belirleyici olmaktadır.

Rekabet mi, Velayet mi?

Hakeza “sahiplik” düşüncesiyle “iktidarın” tekelleştirildiği durumlarda, rekabet ve çatışmanın ortaya çıkması kaçınılmazdır. Oysa Rabbimiz, bizim için sosyal ilişkilerde rekabeti değil velayeti, yani dayanışmayı, işbirliğini, birlikte hareket etmeyi öngörmektedir:

“Mü'min erkekler ve mü'min kadınlar birbirlerinin velileridirler. İyiliği emreder, kötülükten sakındırırlar, namazı ikame ederler, zekatı verirler ve Allah'a ve Rasulü'ne itaat ederler. İşte Allah'ın kendilerine rahmet edeceği bunlardır. Şüphesiz Allah, üstün ve güçlüdür, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Tevbe, 7/71)

Bilindiği gibi modern batı iktidar öğretisi “insan insanın kurdudur” yaklaşımına dayanır. “Büyük balık küçük balığı yutar” anlayışıyla acımasız ve ölümcül bir rekabeti öngörür, içtimai, siyasi, iktisadi tüm ilişkilerde.

Oysa ayet-i kerimede de görüldüğü üzere İslam, insanların birbirinin kurdu değil, velisi olmaları gerektiğini ifade eder, bizi rakip olarak değil, birbirimizi tamamlayacak, birbirimizle yardımlaşacak veliler olarak konumlandırır.

İşte ailevi, içtimai, siyasi iktidar alanlarımızda bâtıl batının çatışmacı rekabet öğretisi yerine, İslam’ın dayanışma ve kardeşliği öğütleyen velayet anlayışını egemen kıldığımızda, orada birbirimizi ötekileştirmek, dışlamak gibi yanlışlar yerine, birbirimizin hukukuna riayet ve “iktidar” paylaşımı zemininde adalet, merhamet, ehliyet, liyakat, vefa gibi prensipler işler durumda olacaktır.

Bu Kur’ani prensipler üzere hareket edildiği içindir ki Rasulullah (a.s.) ve beraberinde bulunan ilk neslin teşkil ettiği ilk İslam toplumunda dışlama ve çatışma değil, bilakis kardeşini kendisine tercih etme[21] boyutuna ulaşan velayet ilişkisi söz konusuydu.

Mekke’den varını-yoğunu Allah için orada bırakarak Medine’ye hicret eden muhacirlerle, Medineli Müslümanlar (Ensar) arasında yaşanan dayanışma ve paylaşım hukuku, bu konuda insanlığa kıyamete kadar örneklik teşkil edecek niteliktedir.

İşte bizler de bugün asgari olarak paydaşı olduğumuz ailevi ve içtimai “iktidar” alanlarımızda bu Kur’an prensipler ve onlara dayalı Nebevi örneklik üzere hareket ettiğimizde, Rabbimizin bizden istediği iktidar ahlakını kuşanma imkânı buluruz.

Bu durumda da, makale serimizde kimi somut misallerle de söz konusu etmeye çalıştığımız “iktidarı” tekelleştirme, doğal paydaşların hukukunu çiğneme, dışlama gibi haksızlıklar yerine, velayet bilincinin egemen olduğu paylaşım, dayanışma, adalet, ehliyet ve liyakat ilişkileri işler hale gelecektir.

Rabbimizin bize bildirdiği ölçü ve prensipler bu kadar açıktır ve bu ölçü ve prensipler Rasulullah (a.s.) ve beraberindeki ilk nesil tarafından da müşahhas bir örnek olarak pratize edilmiştir. O halde bize düşen, nefislerimizde olanları, Rabbimizin bize bildirdikleriyle değiştirmeye gayret etmektir.

 

[1] “Şüphesiz sen üstün bir ahlak üzeresin.” (Kalem, 68/4)

[2] Muvatta, Husnü'l Halk, 8; Müsned, 2/381

[3] “Andolsun ki, Allah'ın Rasulü’nde sizin için, Allah'ı ve âhiret gününü uman ve Allah'ı çokça ananlar için güzel bir örnek vardır.” (Ahzab, 33/21)

[4] Bkz: Bakara, 2/143

[5] Bkz: Furkan, 25/43; Casiye, 45/23

[6] Bkz: Maide, 5/44,45,47

[7] Bkz: Müzzemmil, 74/5

[8] O süreçte, söz konusu bildirideki bu vurguyu da söz konusu ettiğim “Tevhidden Bağımsız Adalet Söylemi” başlıklı bir makale almıştım ki, internet ortamında bulunup okunabilir.

[9] “Hiçbir şey hakkında, 'Bunu yarın yapacağım' deme. Ancak, ‘Allah dilerse’ (de). Unuttuğun zaman Rabbini an ve de ki: Umulur ki Rabbim beni bundan daha yakın bir başarıya iletir." (Kehf, 18/23-24)

[10] “Muhakkak ki zorlukla beraber bir kolaylık vardır. Evet muhakkak ki, zorlukla beraber bir kolaylık vardır.” (İnşrah, 94/5-6)

[11] Bkz: Nisa, 4/105; Maide, 5/48, 49, 50; Câsiye, 45/19 vb.

[12] Beyhakî, es-Sünenü’l-Kübrâ, IX, Sh. 195

[13] Bkz: En’am, 6/165; Yunus, 10/14; Fatır, 35/39 vb.

[14] Bkz: Bakara, 2/193; Enfal, 8/39

[15] Bkz: Âl-i İmran, 3/19, 85 vb.

[16] Bkz: Bakara, 2/107; Yusuf, 12/40, 67; En’am, 6/57; Kehf, 18/26; Nur, 24/55; Nisa, 4/105; Maide, 5/48, 49, 50; Câsiye, 45/19 vb.

[17] Bkz: Hud, 11/112-113

[18] Bkz: Âl-i İmran, 3/159; Şûra, 42/38

[19] Bkz: Nisa, 4/58, 135; Maide, 5/8

[20] Nisa, 4/58

[21] Haşr, 59/9

Yorum yapın

(*) ile işaretlenmiş zorunlu alanların tümünü doldurduğunuzdan emin olun. HTML kodları kullanılamaz.