ZULÜM  VE  İSTİKBÂR

  

  • ZULÜM
  • Zulüm; Anlam ve Mâhiyeti
  • Zulmün Karşıtı Olarak Adâlet
  • Adâlet, Allah’ın İndirdiğiyle Hükmetmektir
  • Kur’ân-ı Kerim’de Zulüm Kavramı
  • Hadis-i Şeriflerde Zulüm Kavramı
  • Câhiliyyenin Zulüm Anlayışı
  • Zulmün Çeşitleri
  • Zâlim; Anlam ve Mâhiyeti
  • Zâlim ve Zulüm Mantığı
  • Zâlim Tipleri
  • Kur’ân’a Göre Zâlimlerin Özellikleri
  • Mazlum; Anlam ve Mâhiyeti
  • Zulmün Cezası
  • Zulme Râzı Olmamak
  • Zâlime Karşı Tavır

 

  • İSTİKBÂR
  • İstikbâr; Anlam ve Mâhiyeti
  • Istikbâr Duygusu
  • Müstekbir
  • Müstekbirlerin İlki İblistir
  • Müstekbir Tipler
  • Müstaz’af
  • Müstekbir ve Müstaz’af İlişkisi
  • Müstaz’af İnsan Grupları
  • Müstekbirliğin Sonucu: Dünyevî ve Uhrevî Azap
  • İstikbârın Sembol Tipleri (Müstekbirlerin Duayenleri)
  • İstikbâra Kapılmayanlar: Melekler, İnsan Dışındaki Canlılar ve Mü’minler
  • Mazlum Müstaz’afların Terleri ve Kanları ile Beslenen Vampir: MÜSTEKBİR

 

Zulüm; Anlam ve Mâhiyeti    

Yeryüzündeki her çeşit zulme ve her tipteki zâlimlere karşı çıkmak, İslâm Dini’nin en önemli emirlerinden biridir. İslâm’ın hâkim olması için de tüm zâlimlere isyan edilmesi şarttır. Bunu gerçekleştirmek için, önce zulüm ve zâlim kavramlarının iyi bilinmesi gerekir.

         “Zulüm” sözcüğünün mastarı olan ‘zulmet’, nûr’un (ışığın) olmama durumudur, yani karanlıktır. “Zulüm”, kavram olarak, karanlık, haksızlık, hakkı yerine koymama, baskı, şiddet, hak yeme, eziyet ve işkence demektir. Zulm’ün halk arasındaki en yaygın mânâsı, haksızlık, baskı, işkence ve gaddarlıktır. Zulüm, bu anlamları kapsamakla beraber, Kur’an’da ve İslâm literatüründe daha geniş anlamlara gelmektedir.

Zulüm denilince çoğumuzun aklına sadece haksızlık, eziyet, işkence ve benzeri fizikî yaptırımlar gelir. Dinimizde ve dilimizde bu kelimenin esas anlamı: “Bir şeyi (veya bir hakkı) kendi yerinden başka bir yere koymaktır.” Yani, hak edenin hakkını vermemek, haksıza hak etmediği bir şeyi vermektir. Allah’ın koyduğu sınırı, haddi tecavüz etmek, tayin ettiği sınırın dışına taşmak zulümdür. Zulüm, hakkı terk etmek demektir. Bir şeyi, meşrû olan yerinden başka bir yere koymaktır. Zulüm, haktan sapma ve haddi aşma esasına dayanır. Yolun üzerinde dosdoğru gitmemek de zulümdür. İslâmî ıstılahta; bir eşyayı veya olayı, şer’î hükmünden başka bir şekilde değerlendirmeye zulüm denir. Zulüm, başkasının mülkünde, onun izni olmaksızın tasarruf etmektir.  Zulüm, yerli yerine koymamak, sapkınlıkta bulunmak, akıntısındaki hakkı saptırmak anlamlarına da gelir. Zulmün dayandığı temel, “nur”dan yoksun olmaktır. Aslında zulüm sözlükte, bir şeyi ait olduğu yerin dışında bir yere koymaktır. Yukarıda geçen anlamların hepsinde de bu tanımın işaretlerini görmek mümkündür.

                                                                                          

Allah (c.c.) mutlak olan tek varlıktır. Varlığın ve ışığın kaynağıdır. Nûr bir anlamda varlığı, zulmet (karanlık) ise yokluğu temsil ederler. Nûr (ışık) görmeyi sağlar, yolları aydınlatır, eşyanın nasıl olduğunu anlamamızı temin eder. Karanlık ise bunun karşıtıdır. Karanlık (zulmet) hem yokluktur, hem korkudur. Zulmet insanların yollarını şaşırmalarına sebep olur, karanlıkta onlar ne yapacaklarını bilemezler, karanlık içinde sağa sola yalpa yapıp dururlar.

            Allah (c.c.) insanları doğru yola (hidayete) sevketmek için gönderdiği Din’e, ‘Nûr’[1], bu Din’in kitabı olan Kur’an’a da yine ‘Nûr’ demektedir.[2] Böylece ‘nûr’ İslâm’ın sembolü, ‘zulmet’ ise İslâm’ın dışındaki inançların sembolüdür. Zulüm,  yapısı gereği karanlıkları ifade eder. Bu karanlıklar, inkâr, şirk, isyan gibi şeyler olduğu gibi; haksızlık, işkence ve tecavüz de olabilir. Bunların her biri karanlık gibidir, hakkın yerine konulmamasıdır; aydınlık gibi insana rahatlık veren bir şey değildir. İnsanların uydurduğu dinler ise karanlıktır, tümüyle zulmet’tir. Bu dinleri icat edenler ve bu bâtıl dinlere uyanlar, devamlı karanlık içerisinde oldukları için, bocalar dururlar, yanlış yollarını bir türlü düzeltemezler.

            Zulüm, böylesine karanlık olan yolu,  gidişi, anlayışı benimsemektir. Allah’a ait ilâhlık hakkını başkasına vermektir. Haklının hakkını vermeyip, ona haksızlık yapmaktır. Sapıklığı, isyanı, nefse uyup da azmayı seçmektir. Eldeki servet ve iktidarla şımarıp insanlara baskı uygulamak, onların haklarına ve hürriyetlerine tecavüz etmektir.

          

Zulmün Karşıtı Olarak Adâlet

Zulüm, hakkı yerli yerine koymamak, yer ve zaman, nitelik ve nicelik olarak yanlışlık yapmak ve sapkınlığa düşmek, az veya çok tecavüzde bulunmaktır. Bu anlamda zulmün karşıtı adâlettir. Adâlet: Bir işi yerli yerine (hakkı olan yere) koymak, her şeyi yerli yerinde yapmak hak sahibine hakkını vermek, hak ve hukuka uygunluk, doğru ve yerinde olmak anlamlarına gelir. İnsan-eşya ilişkilerini, insanların birbirleriyle olan münasebetlerini ve insanın devletle olan alâkasını, Allah’ın indirdiği hükümlere göre düzenlemeye adâlet denir. Bu, bir anlamda Allah’ın emrini, emrettiği şekilde yerine getirmektir. Yine adâlet, zâlimlerin cezalandırılması, her ferdin lâyık olduğu mükâfatını veya cezasını almasıdır. Zulmün ve haddi aşmanın zıddıdır. Lügat olarak, hakkaniyet, doğruluk ve müsâvat gibi anlamlara gelir. Kötülükten arınmış vicdanın ifrat ve tefritten uzak olarak itidal çizgisinde gördüğü her çeşit meşrû (şer’î) hareket mânâsına da kullanılır. Allah’ın indirdikleriyle hükmedilen darü’l-İslâm’a “darü’l-adl” de denilir. Çünkü İslâm dini, Allah’ın indirdiği ile hükmetmektir ki, esasen adâlet budur. İmam Şâfii, er-Risale adlı kitabında “adâlet, Allah’ın emrine uygun şekilde amelde bulunmaktır.” diye adâleti tanımlar.

Düzgün ve usûlüne uygun olmayan şey zulüm iken, bunun tersi adâlet; şaşırtmak, bozmak, yoldan çıkarmak, karartmak zulüm iken; tersi adâlettir. Adâlet, dengedir, orta yoldur, itidalden ve orta yoldan ayrılmamaktır. Dosdoğru, düzgün ve tam yapmaktır.

Bir yönetim ilkesi olarak adâlet, iki kişi ve bireyle toplum arasındaki ilişkilerde ilâhî yasalara uygun davranmak, haklıya hakkını tam olarak ödemek; suçluya cezasını vermede gevşeklik yapmamak demektir. 

“Allah adâlete uyanları sever.”[3]; “Andolsun, biz elçilerimizi açık delillerle gönderdik ve onlarla beraber Kitab’ı ve adâlet ölçüsünü indirdik ki, insanlar adâleti yerine getirsinler.”[4]; “De ki: ‘Rabbim bana adâleti emretti.” [5]

Kur’an’da tâğutun huzurunda muhâkeme olmak ve tâğuttan adâlet beklemek haram kılınmıştır.[6] Çünkü tâğutlar, Allah’ın indirdiği hükümlerle değil; kendi hevâ ve heveslerinden kaynaklanan kanunlarla hükmederler. Bu ise adâlet değil; zulümdür. İslâm topraklarında adâlet mefhumu korkunç değişikliğe uğramıştır. Tâğutî iktidarlar, kendi kanunlarını, “adâlet” kavramını kullanarak kitlelere kabul ettirmek gayretindedirler. Dolayısıyla zulüm, adâlet olarak sunulmaktadır. Müslümanlar “adâlet” ve “zulüm” kavramlarının mahiyetini kavradıkları ve bu istikamette görevlerini yerine getirdikleri zaman, gerçek bir inkılab ortaya çıkar.[7] Nice insan, eşitlikle adâleti karıştırıyor, aynı zannediyor. Hâlbuki mutlak eşitlik, yani her şeyin her yönüyle birbirinin aynı olması, adâlete zıttır. Eşit olmayan konularda insanlara eşit davranmak da adâlet değil; zulümdür.

Allah (c.c.) kendi sözünün (Kitab’ının) doğruluk bakımından da adâlet bakımından da tastamam olduğunu belirtiyor.[8] Öyleyse adâlet ve doğru olmak, O'nun sözüne (Kitab’ına) uymakla gerçekleşir. Kur'an'a göre gerçek adâletin ölçüsü hakka uymaktır.[9] Hak neyi gerektiriyorsa onu yapmak, hak kime aitse onu sahibine vermek, hak ile hükmetmekten ayrılmamak, her konuda hakkı ölçü almak, herkesin ve her şeyin hakkını korumakla adâlet yerine getirilir.

İslâm, hakların yerine ulaşması için adâleti emrederken ilâhî adâletin de âhirette herkese hakkını vereceğini, hiç kimseye haksızlık yapılmayacağını bildiriyor.[10] Mahkeme işlerindeki adâlet;  hak ile, Allah’ın indirdikleriyle hükmetmek şeklinde anlaşılmıştır. Adâletle hükmedin diyen âyetler bunu emretmektedir.[11] İman edenlerin her konuda Allah'ın indirdiği ile hükmetmeleri Rabbimizin emridir. Bunu yapmayanlar zâlim, fâsık veya kâfir olurlar.[12] İnsanlar arasında hükmederken, hakemlik yaparken,  hak konusunda karar verirken, hatta çocukları eğitirken bile adâletli davranmak İslâm’ın getirdiği önemli bir prensiptir.

 

Adâlet, Allah’ın indirdiğiyle Hükmetmektir

           

            Allah (c.c.) insanları doğru yola (hidayete) sevketmek için gönderdiği Din’e, ‘Nûr’[13] bu Din’in kitabı olan Kur’an’a da yine ‘Nûr’ demektedir.[14] Böylece ‘nûr’ İslâm’ın sembolü, ‘zulmet’ ise İslâm’ın dışındaki inançların simgesidir. Zulüm,  yapısı gereği karanlıkları ifade eder. Bu karanlıklar, inkâr, şirk, isyan gibi şeyler olduğu gibi; haksızlık, işkence ve tecavüz de olabilir. Bunların her biri karanlık gibidir, hakkın yerine konulmamasıdır; aydınlık gibi insana rahatlık veren bir şey değildir. İnsanların uydurduğu dinler ise karanlıktır, tümüyle zulmet’tir. Bu dinleri icat edenler ve bu bâtıl dinlere uyanlar, devamlı karanlık içerisinde oldukları için, bocalar dururlar, yanlış yollarını bir türlü düzeltemezler.

            Zulüm, böylesine karanlık olan yolu,  gidişi, anlayışı benimsemektir. Allah’a ait ilâhlık hakkını başkasına vermektir. Haklının hakkını vermeyip, ona haksızlık yapmaktır. Sapıklığı, isyanı, nefsin hevâsına uyup da azmayı seçmektir. Eldeki servet ve iktidarla şımarıp insanlara baskı uygulamak, onların haklarına ve hürriyetlerine tecavüz etmektir.

Adâlet, doğru oluşu zihinde sabitleşmiş şeydir.  Düzgün ve usulüne uygun olmayan şeye ‘cevr’ (haksızlık ve eziyet) denir. Doğruluk ve düzgünlük kavramları, sapmazlığı ve şaşmazlığı da içerisine alırlar. Adâletin anlam sahası içinde doğruluktan söz ederken; haksızlıktan uzak olma, hakkaniyet sahibi olma manalarına da işaret etmiş oluruz.

        

         Said b. Cübeyr, ‘adl’ kavramını anlamını soran Halife Abdülmelik’e (öl. 705) şöyle cevap verdi:

         “Adl (adâlet) dört kısımdır: Birinci mânâsı; Allah’ın emrine uyarak hükmedilirken adâletli davranmak, yani insaflı olmaktır.[15]

         İkinci mânâsı; sözde, konuşmada, haberleşmede adâlet olması. Rabbimiz şöyle buyuruyor: “Konuştuğunuzda ölçüyü aşmayın.”[16]

         Üçüncü mânâsı; kurtuluşun sebeplerine sarılma, yani doğru davranışlara, sâlih amele yönelme anlamındaki adâlet.[17]

         Dördüncü mânâsı; Allaha eş koşmaktan sakınmaktır. “… Ne var ki kâfirler Allah’a (muâdil) eş bulurlar.”[18]

        

‘Adl’ üzere yaratılan insanın da[19] yeryüzünde ‘adl’ üzere davranması gerekiyor. Çünkü adâlet; insan, toplum ve tabiat hayatının nizamını (düzenini) sağlar. Bu adâleti sağlayacak olan da Tevhid Dini’dir. Evrendeki mizan’ı (ölçüyü, dengeyi) koyan Allah (c.c.) olduğuna göre,[20] insan ve toplum hayatındaki dengeyi ve adâleti de ancak O’nun koyduğu ölçüler sağlayabilir.

     

    İslâm Toplumunda Adâlet

         İslâm toplumunun temelinde Kitap ve Mizan vardır. Müslümanlar Kitab’a uyarak, Mizan'ı yerine getirirlerse, yani ölçülü davranıp aşırılığa, yanlış yollara sapmazlarsa, kıst'ı (adâleti) sağlarlar. Mizan'ın dengesi bozulduğu zaman, adâlet kaybolur gider. İnsanlar en tabii haklarını bile alamazlar. Toplumdaki zalimler gücü ellerine geçirdikleri zaman da zulümler artar. Kitab’ın yanında indirilen 'demir' güç anlamında alınırsa, şöyle demek mümkündür: Güç ve iktidar adâletin emrinde olmalıdır. Bunu sağlayacak olan da insanların Kitab'a ve O'nun hükümlerine uyup, mizan'ı yani ölçüyü korumalarıdır. O zaman hukukun üstünlüğü sağlanır ve insanlar haklarına kolaylıkla ulaşırlar. Kendini hukukun üstünde gören güçler, adâlet anlayışını çiğner geçerler.

         Kur'an'ın emrine göre mü’minler, bütün davranışlarında adâletli olmak zorundadırlar. Adâletli davranış kişinin kendi yaratılışındaki dengeye ve düzene uyum sağlatır. Ölçülü hareket şüphesiz insana mutluluk kazandırır, çevreye zarar vermekten kurtarır. İnsan hayatına denge ve olgunluk ancak adâletin her sahada uygulanması ile mümkün olur.

         İslâm ümmeti  'vasat bir ümmettir.'[21] Buradaki 'vasat'  kelimesini tefsirciler 'adâlet' ile açıklamışlardır.[22] Buna göre İslâm toplumu, dengeli, aşırılıklardan uzak, adâleti yerine getiren uyumlu bir toplumdur.

         İslâm'a göre bütün insanlar bir ana-babadan meydana geldikleri için birbirlerine karşı üstünlükleri yoktur. Doğuştan herkes eşittir. Üstünlük ancak takva ile olabilir. Kim Allah'tan hakkıyla çekinip korunursa onun derecesi daha üstün olur. [23]         

         Adâlet aynı zamanda takvâya yakın olmanın şartlarından birisidir. "Ey iman edenler, adâletli şahitler olarak, Allah için, hakkı ayakta tutanlar olun. Bir topluluğa olan kininiz sizi adâletten ayırmasın. Adâlet yapın ki o, takvaya daha yakındır. Allah'tan korunun. Şüphesiz Allah, yapmakta olduklarınızdan haberdar olandır." [24]   

Dikkat çeken bir nokta da şurasıdır ki Allah (c.c.) kendi sözünün (Kitabının) doğruluk bakımdan da adâlet bakımından da tastaman olduğunu belirtiyor. Öyleyse adâlet ve doğru olmak, O'nun sözüne (Kitabına) uymakla gerçekleşir.

         Kur'an'a göre gerçek adâletin ölgüsü hakk'a uymaktır.[25] Hak neyi gerektiriyorsa onu yapmak, hak kime aitse onu sahibine vermek, hak ile hükmetmekten ayrılmamak, her konuda hakk'ı ölçü almak, herkesin ve her şeyin hakkını korumakla adâlet yerine getirilir. İslâm, hakların yerine ulaşması için adâleti ve kıst'ı emrederken İlâhî adâletin de Ahirette herkese hakkını vereceğini, hiç kimseye haksızlık yapılmayacağını bildiriyor. [26]

         Fıkıh açısından adâlet, mahkemede şahitlik eden şahitlerin ve hükmeden hâkimlerin adil olmalarıdır. Kur'an, insanlar arsındaki davaların çözüme kavuşturulabilmesi için ancak adâlet sahibi kimselerin şahitliklerinin geçerli olabileceğini açıklıyor.[27] Mahkeme işlerindeki adâlet; hak ile hükmetmek şeklinde anlaşılmıştır. Adâletle hükmedin diyen âyetler bunu emretmektedir,[28] İman edenlerin her konuda Allah'ın indirdiği ile hükmetmeleri Rabbimizin emridir. Bunu yapmayanlar zalim, fâsık veya kâfir olurlar.[29]

         İnsanlar arasında hükmederken, hakemlik yaparken,  hak konusunda karar verirken, hatta çocukları eğitirken bile adâletli davranmak İslâm’ın getirdiği önemli bir prensiptir. Adâlet ise, öncelikle, Allah’ın indirdiğiyle hükmetmektir. Allah’ın indirdiği hükümler adâlet, o hükümlerin dışında kanunlarla insanları yönetenler zâlim,[30] Allah’ın hükümleri dışındaki hükümler/yasalar da zulümdür. Şirk en büyük zulüm,[31] ancak Allah’ın hükümleri ise adâlettir.

 

Kur’ân-ı Kerim’de Zulüm Kavramı

Kur’an’ın çok kullandığı kelimelerden biri de “zulüm” kelimesidir. Aynı kökten gelen türevleriyle birlikte üç yüz on beş yerde geçmektedir. Dilimize Arapça’dan giren bu kelimenin esas anlamlarını en güzel Arapça ile inzâl edilmiş Kur’ân-ı Kerim’de buluruz. Kur’an’da zulüm, hepimizin bildiği eziyet, işkence ve haksızlık yanında, esas olarak hakkın zıddı, haktan sapma ve haddi aşma anlamlarıyla kullanılır. Bu yüzden; Allah’ın koyduğu sınırı (hududu) aşanlar zâlimdir.[32] Allah’ın yasakladıklarını yaparak, insanlar kendi (nefis)lerine zulmederler.[33] Kâfirleri dost edinmek zulüm; onları dost edinenler de zâlimdir.[34] Çünkü “kâfirler (in tümü) zâlimdir.”[35]; “Şirk en büyük zulümdür.”[36]; “Allah’ın indirdikleriyle hükmetmeyenler, zâlimlerin ta kendileridir.” [37]

Kur’an’da zulmün değişik dozdaki anlamlarını ifade eden başka kelimeler de kullanılır. Bunları şu şekilde sayabiliriz:

Bi ğayr-i hakk: Haksız yere anlamındaki bu terkip, zulümle aynı anlamda birçok âyette geçer. [38]

 

Bağy: Haksızlık, azgınlık, her türlü tecavüz, haddi aşma, aşırılık konularında zulüm anlamına gelir. [39]

 

Adv, adî, i’tedâ, mu’tedî: Bu kelimeler, haddi aşmak, hakka tecavüz etmek, hakkı ve Allah’ın sınırlarını çiğnemek ve haksızlık manalarında zulüm anlamı ifade eder. [40]

 

İsrâf ve müsrif: Haddi aşmak, aşırı gitmek ve haddi aşan ve taşkınlık eden manalarında zulümle aynı anlamda kullanılır. [41]

 

Azâb, azzebe: Zulmün ileri şekli olan işkence ve işkence etmek anlamındaki bu kelimeler de zulüm mânâsında kullanılır. [42]

Kur’an’da Zulmün Anlamları

 

         

Zulm’ün Kur’an’da üç anlamda kullanılığını söyleyebiliriz.

            1- Karanlık anlamında, nûr’un (ışığın) karşıtı olarak: “Hamd gökleri ve yerleri yaratan, zulumâtı (karanlıkları) ve nûr’u (ışığı) var kılan Allah’a aittir.” [43]

 

            2- Küfür, şirk, isyan ve fısk anlamında: “Hani Lokman oğluna öğüt vererek demişti ki; “Ey oğlum, Allah’a şirk koşma. Hiç şüphesiz ki şirk, gerçekten büyük bir zulüm’dür.”[44]; “Bizim âyetlerimizi yalan sayanlar zulumât (karanlıklar) içerisinde sağırdırlar, dilsizdirler…”[45]; “Elif. Lâm. Râ. Bu bir kitaptır ki, Rabbinin izniyle insanları zulumât’tan (karanlıklardan) Nûr’a (İslâm'ın aydınlığına), O güçlü ve hamde lâyık olan'ın yoluna çıkarman için sana indirdik.” [46]

             3- İnsanlara karşı yapılan haksızlıklar ve baskılar anlamında: Haksız yere adam öldürmek,[47] hırsızlık yapmak,[48] Allah’ın koyduğu sınırları aşmak, böylece insanların hakkına tecavüz etmek,[49] başkasının malını gasbetmek,[50] ilâhlık taslamak veya halkına baskı ve işkence etmek,[51] başkasının hakkını fâiz yoluyla elinden almak, fâiz yemek,[52] mü’minlere baskı ve şiddet uygulamak, onları yaşadıkları yerden sürüp çıkarmak,[53] müstaz’af kimselerin hakkını yiyip onlara baskı uygulamak[54] bu gibi zulüm örnekleridir.

            Kur’an, ısrarlı bir şekilde ve sık sık Allah’ın kullarına zulmetmediğini, asla zulmetmeyeceğini, kullarına hiç bir şekilde haksızlık yapmayacağını haber veriyor. İnsanların dünyada karşılaştıkları geniş çaplı cezalar, sıkıntılar, zorluklar ve huzursuzluklar kendi yaptıkları yüzündendir.   Âhirette hesaptan sonra alınacak sonuç, kavuşulacak ceza da yine insanların kendi hak ettikleridir, amellerinin karşılığıdır. Allah (c.c.) kimseye zulmetmez, fakat insanların bir kısmı kendi kendilerine zulmederler. [55]

“Kırk gece (söyleşmek için) Mûsâ ile sözleşmiştik. O (huzurumuza gelmek üzere aranızdan) ayrıldıktan sonra, zâlimler (kendilerine kötülük edenler) olarak buzağıyı (tanrı) edindiniz.” [56]

 

“Allah’ın mescidlerinde, Allah’ın adının anılmasına engel olan ve onların harâb olmasına çalışandan daha zâlim kim vardır? Aslında bunların oralara ancak korkarak girmeleri gerekir (Başka türlü girmeye hakları yoktur). Bunlar için dünyada bir rezillik, âhirette de büyük bir azap vardır.” [57]

 

“...Allah tarafından indirilmiş bir şâhitliği (insanlardan) gizleyenden daha zâlim kim olabilir? Allah, yaptıklarınızdan gâfil değildir.” [58]

 

“İnsanlardan bazısı Allah’tan başkasını Allah’a endâd/eşler ve benzerler edinir de onları, Allah’ı sever gibi severler. İman edenler ise Allah’ı daha çok severler. Keşke zâlimler, azabı gördükleri zaman (anlayacakları gibi) bütün kuvvetin Allah’a ait olduğunu ve Allah’ın azabına dayanmanın zorluğunu önceden anlayabilselerdi.” [59]

 

“Ey iman edenler! Kendisinde artık alışveriş, dostluk ve iltimas bulunmayan gün (Kıyâmet) gelmeden önce, size verdiğimiz rızıklardan infak edin (Allah yolunda harcayın). Kâfirler/gerçekleri inkâr edenler, elbette zâlimlerdir.” [60]

 

“Allah’ın, hakkında hiçbir delil indirmediği şeyleri O’na şirk/ortak koşmaları sebebiyle, kâfirlerin kalplerine yakından korku salacağız. Gidecekleri yer de cehennemdir. Zâlimlerin varacağı yer, ne kötüdür!” [61]

 

“...Kim Allah’ın indirdiği (hükümler) ile hükmetmezse işte onlar zâlimlerin ta kendileridir.” [62]

 

“Kim Allah’a karşı yalan sözlerle iftira edenden veya O’nun âyetlerini yalanlayandan daha zâlimdir? Şurası iyi bilinsin ki, zâlimler kurtuluşa ermezler.” [63]

 

“De ki: Söyler misiniz bana! Size Allah’ın azabı ansızın veya açıkça gelirse, zâlim toplumdan başkası mı helâk olur?” [64]

 

“...Kim Allah’ın âyetlerini yalanlayıp onlardan yüz çevirenden daha zâlimdir? Âyetlerimizden yüz çevirenleri yüz çevirmelerinden ötürü azabın en kötüsüyle cezalandıracağız.” [65]

 

“Ey iman edenler! Küfrü imana tercih ediyorlarsa, babalarınızı ve kardeşlerinizi veliler/dostlar edinmeyin. Sizden kim onları velî/dost edinirse, işte onlar zâlimlerin kendileridir.” [66]

 

“Allah’a karşı yalan uydurandan daha zâlim kim olabilir? Onlar (Kıyâmet gününde) Rablerine arz edilecekler, şâhitler de, ‘işte bunlar Rablerine karşı yalan söyleyenlerdir’ diyecekler. Biliniz ki, Allah’ın lâneti zâlimlerin üzerinedir. Onlar (insanları) Allah’ın yolundan alıkoyan ve onu eğriltmek isteyenlerdir.” [67]

 

“Zulmedenlere meyletmeyin. Aksi halde size ateş dokunur (cehennemde yanarsınız). Sizin Allah’tan başka dostlarınız yoktur. Sonra da size yardım edilmez.” [68]

 

“Şüphe yok ki Allah, adâleti, ihsânı (iyiliği), akrabaya vermeyi (yardım etmeyi) emreder. Fahşâyı (çirkin işleri), fenalık ve azgınlıkları/zorbalıkları yasaklar. Size öğüt vermektedir; umulur ki düşünür ve tutarsınız.” [69]

 

“Biz bir ülkeyi helâk etmek istediğimiz zaman, onun varlık ve güç sahibi önde gelenlerine emredeceğiz. Böylelikle onlar, onda bozgunculuk çıkarırlar. Artık onun üzerine söz hak olur da, onu kökünden darmadağın ederiz.” [70]

 

“Kendisine Rabbinin âyetleri hatırlatılıp da ona sırt çevirenden, kendi elleriyle yaptığını unutandan daha zâlim kim vardır? Biz onların kalplerine, bu anlamalarına engel olan bir ağırlık, kulaklarına da sağırlık verdik.” [71]

 

“Zâlimlere hiçbir yardımcı yoktur.” [72]

“Ancak iman edip sâlih ameller işleyenler, Allah’ı çok zikredenler ve zulme uğradıklarında kendilerini savunanlar başkadır. Zâlimler, hangi inkılâpla devrileceklerini yakında bileceklerdir.” [73]

 

“Allah’a karşı yalan uyduran yahut kendisine hak gelmişken onu yalan sayandan daha zâlimi kimdir? Cehennemde kâfirlere yer mi yok?!” [74]

 

“...Allah’a şirk/ortak koşma! Doğrusu şirk, büyük bir zulümdür.” [75]

 

“Kendisine Rabbinin âyetleri hatırlatıldıktan sonra onlardan yüz çevirenden daha zâlim kim olabilir? Muhakkak ki Biz, günahkârlara, ettiklerinin karşılığı olan cezayı vereceğiz.” [76]

 

“Zâlimler için koruyucu bir dost da, sözü yerine getirilen bir şefaatçi de yoktur. (Allah) gözlerin hainliklerini ve göğüslerin saklamakta olduklarını bilir.” [77]

 

“Onlar(mü’minler), bir zulüm ve saldırıya uğradıkları zaman, birbirlerine yardım ederler. Bir kötülüğün cezası, ona denk bir kötülüktür. Kim bağışlar ve barışı sağlarsa, onun mükâfatı Allah’a aittir. Elbette O, zâlimleri sevmez. Kim zulme uğradıktan sonra hakkını alırsa, böyle hareket edenlerin aleyhine bir yol (mes’ûliyet) yoktur (Onlar kınanmaz ve cezalandırılmazlar). Sorumluluk ancak insanlara zulmedenlere ve yeryüzünde haksız yere taşkınlık edenlere yönelir. İşte böylelerine acı bir azap vardır. Kim sabreder ve affederse şüphesiz bu hareketi, yapılmaya değer işlerdendir. Allah kimi saptırırsa, bundan sonra artık onun hiçbir dostu yoktur. Göreceksin ki zâlimler, azabı görecekleri zaman, ‘geri dönülecek bir yol var mı?’ diyecekler... Kesinlikle bilin ki, zâlimler sürekli bir azap içindedirler.” [78]

 

“...Kim tevbe etmezse, işte onlar zâlimlerdir.” [79]

 

“İslâm’a çağrılırken Allah’a karşı yalan uydurandan daha zâlim kimdir? Allah, zâlimler topluluğunu doğru yola erdirmez.” [80]

 

“...Kim Allah’ın hududunu/sınırlarını aşarsa, şüphesiz kendisine zulmetmiş olur.” [81]

 

“O (Allah), dilediğini rahmetine dâhil eder. Zâlimlere gelince, Allah, onlar için elemli/  acıklı bir azap hazırlamıştır.” [82]

 

Hadis-i Şeriflerde Zulüm Kavramı

Bir hadis-i rivayette şöyle buyrulur: Rasûlullah (s.a.s.), Allah Teâlâ’dan rivâyet ederek şöyle buyurdu: “Allah buyurdu ki: ‘Ben zulmü kendime haram ettim; Onu, sizin aranızda da haram kıldım. Öyleyse sakın birbirinize zulmetmeyin!” [83]

 

“Allah, zâlime muhakkak ki, mühlet verir de onu yakalayacağı zaman, göz açtırmadan aniden yakalar.” Bu ifadeden sonra, Rasûlullah şu âyeti okudu: “Onlar zulüm işlemekte iken ülkeleri (veya kuşakları) yakaladığı zaman Rabbinin yakalayıvermesi işte böyledir. Gerçekten onu yakalaması pek acıklı, pek şiddetlidir.” [84]

 “Mazlumun (bed)duâsından sakın. Çünkü mazlumun duası ile Allah arasında (kabule mâni olan) hiçbir perde/engel yoktur.” [85]

        

“Üç kimsenin duası red olunmaz: Orucunu açarken oruçlunun duası, adâletli yöneticinin, bir de mazlumun duası. Allah (c.c.) mazlumun duasını göklerin üstüne yükseltir ve duâ için gökyüzü kapıları açtırılır. Allah Teâlâ da: ‘İzzetime andolsun ki, bir süre sonra da olsa sana yardım edeceğim’ buyurur.” [86]

 

“Müslüman, diğer müslümanların onun elinden ve dilinden emin oldukları kimsedir.” [87]

Peygamberimize, “hangi cihadın daha faziletli olduğu” soruldu. Buyurdu ki: “Zâlim bir sultanın (yöneticinin) yanında hak kelimesini konuşmaktır.” [88]

“Kim bir kişinin zâlim olduğunu bilerek ona yardım etmek üzere zâlim ile birlikte yürürse, İslâm’dan dışarı çıkmış olur.” [89]

 

“Kim bir zâlime yardım ederse, Allah Teâlâ, o zâlimi ona musallat eder.” [90]

“İnsanlar, bir zâlimi görür, ona engel olmazlarsa, bundan dolayı hemen hepsi cezalanır.” [91]

 

Zâlim de olsa mazlum da olsa kardeşine yardım et” buyuran Hz. Peygambere birisi: “Mazluma yardım ederim, ama zâlime nasıl yardım edeyim?” deyince, Hz. Peygamber şöyle buyurdu: “Onu zulmünden vazgeçirirsin, işte bu ona yardımdır.”[92] 

 

“Allah’ım, benim işitme ve görme duygularımı düzelt ve onları bana vâris kıl (ölünceye kadar sahih ve sağlam olsunlar). Bana zulmedene karşı bana nusret ver (yardım et) ve zâlimden intikamımı bana göster.” [93]

“Kim bir kardeşinden haksız olarak bir şey almışsa (dinar ve dirhem olarak) kıymetlenmeden aynı gün iâde etsin.(Aksi takdirde) Eğer iyi bir ameli varsa, ondan haksızlık ettiği kadar alınır; yoksa, kardeşinin günahından ona yüklenir.” [94]

 

“Üzerinde (bir din kardeşinin) kendisine zulüm veya malına tecavüzden doğmuş bir hak bulunan kimse, dinar ve dirhem (para) bulunmayacak gün (kıyâmet) den önce, bu gün dünyada mazlumdan o hakkı bağışlamasını istesin. (Helâllaşmadığı takdirde) zâlimin sâlih ameli varsa ondan zâlimin zulmü miktarı alınır (da mazluma verilir). Eğer zâlimin haseneleri (sevapları) bulunmazsa, mazlumun seyyielerinden (günahlarından) alınıp zâlim üzerine yükletilir.” [95]

 

“Müflis (iflâs eden) kimdir bilir misiniz?” Ashâb: ‘Bizim aramızda müflis, hiçbir dirhemi ve eşyası olmayan kimsedir’ dediler. Bunun üzerine: “Gerçekten benim ümmetimden müflis, kıyâmet gününde namaz, oruç ve zekâtla gelecek olan kimsedir. Ama şuna sövmüş, buna zina isnadında bulunmuş, şunun malını yemiş, bunun kanını dökmüş, diğerini dövmüş olarak gelecek; buna hasenâtından, şuna hasenâtından (sevaplarından)  verilecektir. Şayet dâvâsı görülmeden hasenâtı biterse, onların günahlarından alınacak ve bunun üzerine yüklenecek, sonra cehenneme atılacaktır. (İşte müflis budur.)” [96]

 

“Kıyâmet gününde hakları mutlaka sahiplerine vereceksiniz. Hatta boynuzsuz koyun için boynuzlu koyundan kısas alınacaktır.” [97]

 

“Şüphesiz ki zulüm, kıyâmet gününde zulumât/karanlıklar (olacak)dır.” [98]

“Kim arzdan bir parça yeri haksız zabt ederse, (kıyâmet gününde) yerin yedi katı halka gibi onun boynuna geçirilir.” [99]

 

“Kim yemini ile bir müslümanın hakkını elinden alırsa, o kimseye Allah, cehennemi vâcip kılmış, cenneti de haram etmiş demektir.” Bu söz üzerine ashabdan bir zât: ‘Pek az bir şey olsa da mı ya Rasûlallah?’ diye sormuş, Rasûlullah da (s.a.s.): “Misvak ağacından bir çubuk dahi olsa (yine böyledir)” buyurmuştur. [100]

 

“Zulüm üç türlüdür. Bir zulüm vardır ki, Allah onu affetmez. Bir zulüm vardır ki, Allah onu affeder. Bir zulüm vardır ki, Allah onun mutlaka hesabını sorar. Allah’ın affetmediği zulüm şirktir. Çünkü Allah ‘şirk, büyük bir zulümdür’[101] buyurmuştur. Allah’ın affedeceği zulüm; kulların kendi nefislerine karşı işlediği zulümdür. Rableri ile kendi aralarındaki işlerde (emre itaat ve yasaklardan kaçınmak noktasında) yaptıkları hatalardır. Allah’ın hiç bırakmayıp, mutlaka hesabını soracağı zulüm ise kulların birbirlerine karşı hayâsızlıklarıdır. Allah, bunların hesabını sorar ve zâlimleri cezalandırır.” [102]

 

 

Câhiliyyenin Zulüm Anlayışı

Câhiliyyenin adâlet ve zulüm anlayışı, birçok çarpıklıklarla ve çifte standartlı nifakla hastalıklı bir anlayıştır. Zulmü sadece fizikî bir yaptırım olarak ve hiç sebep yokken yapılan bir haksızlık olarak değerlendiren câhiliyye, özellikle müslüman müstaz’aflara inanç ve psikolojik zulümleri zulüm olarak kabul bile etmez. Câhiliyye zihniyetine sahip olanlar, kendi içinde bulundukları zulmün farkında bile değillerdir. Kendi kurtuluşları için çabalayan dâvetçilere ise kendi haklarına saldırıyor ithamında bulundukları çokça görülür. Allah’a şirk koşmanın büyük bir zulüm olduğunu hiçmi hiç düşünüp kavramazlar. Müslüman olduğunu iddia eden câhiliyye mensupları, müşrikce inanç ve yaşayışı, küfür ahlâkını (ahlâksızlığını) bir hak olarak görür, müslümanların bunlara tavır almasını ise zulüm olarak değerlendirir. 

Câhiliyyenin zulüm hakkındaki anlayışını Kur’an’dan bir örnekle sergileyelim: Kur’an’a göre put kırmak değil; puta tapmak zulümdür, hem de en büyük zulüm. Müslüman da zulme tepki gösteren kişidir. Zâlimin zulmüne engel olmak, kahramanca bir iş kabul edilmesi gerektiği halde, Hz. İbrahim’in putları kırmasının, putperest câhiliyye mensuplarınca bir zulüm olarak nitelendiğini Kur’an bize haber verir. “Bunu tanrılarımıza kim yaptı? Kim cür’et etti ilâhlarımıza bunu yapmaya! Muhakkak o, zâlimlerden biridir’ dediler.”[103] Görülüyor ki, zulmü ortadan kaldırmaya çalışmak, putperestlerin bakış açısından büyük bir zulüm olarak değerlendirilmektedir.

İzutsu bu konuda şunları söyler: Zulüm, esasen kişinin meseleye bakış için seçtiği mihenge/ölçüye göre izâfî/görecelidir. Kâfirlere göre putların tahribi bir zulüm eylemi teşkil etmektedir. Zira, müşrikler açısından bakıldığı zaman, bunun yapılması için hiçmi hiç neden yok iken, mü’minler açısından aynı hareketi haklı gösterecek birçok sebep bulmak mümkündür. Benzer biçimde, müslümanların, sadece “Rabbımız Allah’tır” dedikleri için kâfirler tarafından evlerinden çıkarılmaları onlar için, hiçbir haklı sebebe dayanmayan inkârı imkânsız bir zulüm fiilidir. Ancak, kâfirlerin bakış açısından, İslâm’ın tek Allah inancı, kendilerinin mü’minlere karşı bu şekilde davranmaları için yeterli sebebi rahatlıkla sağlamaktadır.[104] “Kendileriyle savaşılanlara (mü’minlere), zulme uğradıkları için (savaş konusunda) izin verildi. Şüphe yok ki Allah, onlara yardıma mutlak surette kadirdir. Onlar ki, sırf ‘Rabbimiz Allah’tır’ dedikleri için haksız yere yurtlarından çıkarılmış kimselerdir.” [105]

Firavun’un İsrâil oğullarını köleleştirmesi, erkek çocuklarını öldürüp kız çocuklarını sağ bırakmaya varan zulümleri,[106] Firavun ve ona bağlı olanlarca normal bir durum olarak kabul edilirken; bu apaçık zulme karşı çıkan Hz. Mûsa, fitne ve fesad çıkaran bir nankör olarak nitelenir.[107] Meselenin hakikatini ve içyüzünü Hz. Mûsa Firavun’un suratına şöyle çarpar: “O başıma kaktığın nimet, İsrâil oğullarını köle yapman (yüzünden)dir.” [108]

Kur’an, şirkin ve dolayısıyla zulmün sebeplerinden birinin, ataların yolunu körü körüne sürdürme ve taklit olduğunu belirtir. Geleneği sürdürme alışkanlıkları, câhiliyye tarafından bir hak ve haklılık olarak benimsenir. O yüzden câhiliyye düşüncesinde, zulüm normal bir vaka, câhiliyye yönetiminde de doğal bir icraat olarak kabul edilir. Zulme adâlet, adâlete de zulüm dendiği, kavramların ters yüz edildiği de sıkça görülür.

Câhiliyye anlayışında câhiliyyet hamiyyeti/taassubu söz konusudur.[109] İster haklı ister haksız olsun, yakın akrabasını, hatta kendi sülâlesini, hemşehrisini, vatandaşını kayırma duygusu vardır. Dolayısıyla “kendi yakınları, hata etmez, zulm etmez, her zaman haklıdır; ona karşı olanlar da her durumda zulüm içindedir” anlayışı câhiliyyenin bu konudaki yaklaşımlarından biridir.         

 

Zulmün Çeşitleri

Zulümden bahseden âyetlere ve hadislere baktığımız zaman üç türlü zulümden söz etmek mümkündür:

            a- İnsanın Allah’a Karşı İşlediği Zulüm

 

            Bu, insanların Allah’a şirk koşmaları veya küfr içinde, inkârcı olmalarıdır. Nitekim Kur’an’ın birçok âyetinde zulüm, kâfirlerin bir özelliği olarak geçmektedir. Kur’an bir çok yerde kâfirlere ve müşriklere zâlim demektedir.

            “İman edip de imanlarına zulüm karıştırmayanlar (var ya), işte emniyet/güvenlik onlar içindir ve onlar hidayete ermişlerdir.”[110] Bu âyet nazil olunca, imana zulüm karıştırma meselesi sahabelere ağır geldi. Peygamberimiz’e dediler ki: “Kim imanına zulüm karıştırmayabilir?” Peygamberimiz şöyle buyurdu: “İş böyle değildir. Siz Lokman’ın (a.s.)  oğluna, ‘Ey oğlum, Allah’a şirk koşma, şüphesiz şirk en büyük zulümdür’[111] sözünü işitmediniz mi?” [112]

            Allah’ı inkâr ederek ilâhlık dâvâsına kalkışanların bu tavrı da bir zulümdür. Çünkü onlar böylelikle Allah’ın ilâhlık hakkına tecavüz etmektedirler.[113] Bunun tipik örneği Firavun’un yaptıklarıdır.[114] Peygamberlerini dinlemeyen, onların getirdiği âyetleri yalan sayanların bu hareketi bir zulümdür.[115] Bu gibi inkârcı zâlimler hak ettikleri cezaya daha dünyada iken kavuşurlar.[116] Kendi hevâlarına uyup da Allah’ın vahyine itaat etmeyenler de zulüm içerisindedirler.[117] Allah’ı bırakıp başka putlara (ilâhlara) ibâdet edenler de zulmetmiş olurlar.[118] Allah’a iftira etmek, O’nun adına din uydurmak da zulümdür. [119]

            Örneklerde görüldüğü gibi zulüm;  küfrün ve şirkin diğer adıdır. İnkârcıların ve müşrilerin yaptıkları yanlışlık ‘zulüm’, kendileri de ‘zâlim’ diye niteleniyor. Onların yaptığı karanlığa davetiyedir. Onlar bir taraftan Allah’ın zulmet (karanlık) dediği çıkmazları tercih ederken, bir taraftan da Rablik ve ilâhlık hakkını başka varlıklara vermektedirler. Bütün zulümlerin temelinde insanın Allah ile olan ilişkisini yerli yerine oturtmaması vardır. Bu sebepledir ki şirk, küfür, yalanlama, fısk ve cehaletin her türlüsü Kur’an’da zulüm olarak tanımlanır.[120] Şirk ve küfür gibi zulümler içinde bulunan insanın günahlarını Allah bağışlamayacaktır.[121] Çünkü şirk ve küfür büyük bir zulümdür. Biliyoruz ki, ilâh, rab ve melik olma Allah’ın hakkıdır ve insanın yalnızca Allah’ı rabb, ilâh ve melik olarak tanıması gerekir. Bu hakkı sahibine vermeyen insan, birinci derecede, yani en büyük zâlimdir. [122]  

b- İnsanlar Arasındaki Zulüm

 

            Zulüm, aynı zamanda insanların diğer insanlara, içinde yaşadıkları topluma ve tabiata, diğer canlılara karşı işledikleri suçlar, haksızlıklar ve tecavüzlerdir. Bu bir anlamda kişi ve kamu haklarının ihlâlidir. Bu ihlâli ister kişi yapsın, ister bir topluluk, isterse siyasî otoriteler yapsın;  hepsi zulümdür. Bütün diktatörler, bütün despot ve baskıcı rejimler zulme başvururlar, elleri altındaki insanların haklarını gasp ederler. Kurulan zulüm düzenleri insanların en doğal haklarını vermezler, onlara baskı ve şiddet uygularlar.

            Allah (c.c.) insanın cüz’î iradesini eline vermiş, ona müdahale etmemiştir. Bunun anlamı; dileyen iman eder, dileyen etmez. Sonucuna katlanmak şartıyla dileyen ibâdet eder, dileyen etmez. Allah (c.c.) kendi yarattığı ve ni’met verdiği insanın iradesine ipotek koymamıştır. Ancak insanların kurduğu nice zulüm sistemleri başkalarının iradelerine müdahale ederler. Onlara ‘şöyle inanacaksınız, böyle düşüneceksiniz, şöyle giyineceksiniz, böyle yaşayacaksınız’ diye dayatırla           r. Şüphesiz bu zulümdür.

           

İnsan hakları ihlâlleri, tabiatın acımasızca tahribi, hayvanların, ormanların, yeşil alanların ve yeraltı zenginliklerinin yağmalanması birer zulümdür. Kişinin mahkemede, iş yerinde, başka yerlerde hakkını alamaması zulümdür. Başkalarının hakkına engel olmak, rüşvet, torpil veya benzeri yollarla başkalarına ait bir hakkı almak,  görevi kötüye kullanmak, emanate ihanet etmek zulümdür. Bütün işkence şekilleri, inançlara saldırılar, inançları yaşamanın önündeki engeller, kişilerin kimliğini ifade etmelerine engel olma, ırk ve bölge ayrımcılığı, sınıf kavgaları, dilleri ve kültürleri yasaklamak, ırk, dil ve renk gibi farklı dünyevî ve maddî unsurları yükseklik veya aşağılık sebebi saymalar birer zulümdür. Resmî ideolojilere inanmayanlara ikinci sınıf insan muamelesi yapmak, onların haklarına engel olmak, onlara tepeden bakmak da zulmün başka bir çeşididir. Yine, adam öldürmek, hırsızlık yapmak, gasp, soygun, baskı ve şiddet; zulümden başka bir şey değildir.

            İnsanlara en güzel hayatı İslâm gösterdiği gibi, insanlar arasında adâleti de ancak İslâm’ın kuralları sağlayabilir. İslâm, insanların haklarını ve bu haklara riayet etmeyi en güzel şekilde göstermiştir. Allah’ın hükümleri, hayatı düzene koyan hükümlerdir. Bundan dolayı kişi veya siyasî otorite olarak, Allah’ın indirdiği hükümlerle hükmetmemek zulme sebep olur. Buna sebep olanlar da zâlimlerdir. [123]

            c- İnsanın Kendi Kendine Zulmü

          

İnsanın kendi kendine zulmü, ya şirke veya küfre bulaşarak olur, ya da inandığı halde Allah’a isyan ederek, yani günah işleyerek olur. Nitekim Hz. Âdem ve eşi, cennetten, orada yaptıkları hata sebebiyle çıkınca şöyle dua ettiler: “Rabbimiz, biz nefislerimize zulmettik, eğer bizi bağışlamazsan ve rahmet etmezsen, gerçekten zarara uğrayanlardan oluruz.”[124] Mü’minler, nefislerine zulmettikleri veya bir çirkin iş (fâhişe) işledikleri zaman hemen Allah’ı hatırlayıp, bağışlanma isterler. Buradaki nefse zulmetmek,  günah işlemek anlamındadır. [125]

Kur’an, gerek dünyada gerek âhirette azabı hak edenlere Allah’ın kesinlikle zulmetmediğini, fakat onların kendi kendilerine zulmettiklerini ısrarlı bir şekilde vurgular. “Allah, insanlara hiç bir şeyle zulmetmez. Fakat onlar kendi nefislerine zulmederler.” [126]

            Kendilerine kitap gönderilen insanların kimi nefsine zulmeder, kimi de Allah’ın izniyle hayırda öne geçer[127]. Mü’min olduğu halde günah işlemek, hata etmek veya isyanda bulunmak suretiyle nefsine zulmedenler, Allah’ı Ğâfur (bağışlayıcı) ve Rahim (rahmet sahibi) olarak bulurlar. [128]

Hz. Al i şöyle der: “Bir kimse birine zulmettiği veya bir kötülük yaptığı zaman, hakikatte kendisine zulmetmiş olur. Çünkü Cenâb-ı Hak, Kur'ân'da: “Kim iyilik yaparsa, kendisinin lehine; kim de kötülük yaparsa, kendisinin aleyhinedir.”[129] buyurmuştur. 

            Ülkelerin, toplumların ve uygarlıkların çöküş nedeni zulümdür. Toplum içerisinde servetiyle şımaranlar, ellerine iktidar gücünü geçirenler adâletle iş görmezlerse zulme saparlar. Zâlimler hevalarına (kendi nefislerinin arzularına) uyarlar. Onlar, akıllarını yerli yerinde kullanmayan cahillerdir. Tuğyan eden, azıp yoldan çıkan tâğutlar da zulüm yapmaktan geri durmazlar. Onlar adâlet ölçülerine zaten uymazlar. Bulundukları konuma, sahip oldukları güce ve iktidara hak ederek gelmedikleri için, bunları korumak üzere devamlı zulme başvururlar. [130]

 

 

Zâlim; Anlam ve Mâhiyeti

           

‘Zâlim’, zulmet mastarının fâil (özne) ismidir. ‘Zâlim’, zulmeden, zulüm işleyen kimse demektir. Zâlim, zulmün taşıdığı bütün olumsuz anlamların bizzat yapıcısı, meydana getiricisidir. Zulüm, esas itibariyle çok olumsuz bir eylemdir ve ‘zâlim’ de bu olumsuz eylemin öznesidir. Günlük dilde zâlim; merhametsiz, haksızlık yapan, gaddar ruhlu, işkence eden, baskı yapan kimsedir. Zâlim, hak sahiplerine hakkını vermediği gibi, baskı ve şiddetle başkalarının hakkına tecavüz eder, onlara kötülükte bulunur. Günlük dildeki bu kullanım, Kur’an’daki kullanımla karşılaştırınca yanlış değil; ama eksik bir anlamdır.

Mevdûdi, zâlim kelimesini şöyle açıklar: Arapça zâlim kelimesi çok geniş kapsamlı bir kelimedir. Zulüm, “bir hak veya görevi ihlâl etmek”tir. Zâlim ise, bir hak veya görevi ihlâl eden kişidir. Allah’a isyan eden bir kişi üç temel hakka tecavüz etmiş demektir. İlk olarak o, itaate lâyık olan Allah’ın haklarına tecavüz etmiştir. Daha sonra isyanına âlet ettiği tüm eşya ve varlıkların, örneğin kendi organ ve yetilerinin, diğer insanların, işlerine yardım eden meleklerin ve zulmü sırasında kullandığı bütün her şeyin haklarına tecavüz etmiş olur. Çünkü bütün bunların, Allah’ın dileği doğrultusunda kullanılmaya hakkı vardır. Son olarak, kendi haklarına tecavüz etmiş olur; çünkü kendi nefsinin de kendisi üzerinde, kendisini ziyana uğratmaktan korumak gibi bir hakkı vardır. Kendisi isyan etmek suretiyle Allah’ın azâbına uğradığında da, kendisine zulmetmiş olur. Bu nedenle Kur’an, günahı, birçok yerde zulüm olarak niteler.[131]

 

 Kur’an,  ‘zulüm’ ve ‘zâlim’ kavramlarını çok sık kullanmaktadır. Zâlim kelimesi öncelikli olarak, inkârcıların önemli bir sıfatıdır. Aslında küfür ve şirk en büyük zulümdür. Bu anlamda müşrikler zâlimlerin ta kendileridir. Çünkü Allah’a ait olan ilâhlık hakkını yerine getirmiyorlar, bu hakkı inkâr etmek veya birden fazla ilâh tanımak suretiyle başkalarına veriyorlar. Onların içinde bulundukları küfür ve şirk hali karanlıktan başka bir şey değildir. Zulüm zihniyeti taşıyanlar hem kendileri için hem de başkaları için karanlık taşırlar, karanlık üretirler, karanlık işler çevirirler. Çevrelerinde hep karanlık vardır. Yaptıkları işlerin aydınlık bir yönü yoktur.

 

 

Zâlim ve Zulüm Mantığı

            Zulüm, yaratılış düzenindeki uyumu, imar ve ıslahı bozmaktır. Öyleyse bu anlamda en büyük zâlim, kötü insandır. Yaratılış düzenini, tabiatı ve toplum bünyesindeki dengeyi hep bu kötü insan tipi bozmaktadır.

           Göklerin ve yerin Nûr’u olan Allah,[132] nûr saçan bir kandil (çerağ) olan Peygamberi aracılığıyla,[133] yine Nûr olan, baştanbaşa aydınlık olup insanları aydınlığa çağıran bir ilâhî kitap gönderdi.[134]  Bu ilâhî kitap ve Allah’ın nûr olan elçisi bütün insanları Nûr’a, yani aydınlığa, her şeyin en güzeline, doğrusuna, Hakka ve adâlete, karanlık gibi olmayan iyiliklere dâvet ediyor. Allah böylece insanları karanlıklardan (zulumât’tan) Nûr’a (aydınlığa) çıkarmak istemektedir. [135]

            Bütün bunlara rağmen bu Nûr’u görmek istemeyenler, bu Nûr’un getirdiği düzeni beğenmeyenler, iradelerini ve isteklerini bu Nûr’a bağlamayanlar, kendi hevalarına (aşırı istek ve arzularına) uyarak, kendileri karanlıkta kaldıkları gibi, çevrelerini de karartırlar. İnsanın benliğinde ve yeryüzünde dengeyi kurmak için gönderilmiş olan ilâhî ilkeleri, yaşama düzenini reddederler. Haddi aşarlar, yoldan çıkarlar, ölçüsüz hareket ederler, bozgunculuk yaparlar ve olması gereken dengeyi bozar, kaosa, haksızlığa, zulme ve adâletsizliğe yol açarlar. İşin garibi bu gibi insanlar, kendileri -Kur’an’ın deyişi ile- karanlıkta (zulumât’ta) oldukları, üzerinde bulundukları yol ve anlayış zulüm olduğu halde, onlar bu kötü durumlarını görmezler, Allah’ın dinine karanlık, insanları Allah’ın dinine dâvet edenleri de karanlık davetçisi diye suçlarlar. Kimileri de ya kör inadı sebebiyle, ya da aşırı cahil olması yüzünden, Allah’ın insanlar için seçtiği aziz İslâm’ı ortaçağ karanlığı gibi zanneder. Hâlbuki Allah (c.c.) kendi doğru yoluna, İslâm’a nur/aydınlık; diğer yollara da karanlıklar demektedir. İşte bu tür insanların yaptıkları zulüm; kendileri de zâlimdir.

                       

 

Zâlim Tipler

            Üç çeşit zâlim vardır. Birincisi: Allah’a karşı isyan eden kâfir veya Allah’a ortak koşan müşriktir. Allah’ın âyetleri kendisine hatırlatıldığı zaman kibirlenerek yüz çeviren inkârcılar zâlimdirler.[136] Allah’ın âyetlerine yalan veya uydurma diyenler de aynı durumdadırlar.[137] Allah (c.c.) hakkında kafasına göre yalan uyduran ile, ‘ben vahy aldım, Allah’ın gösterdiğini aynen gösteririm’ diyen iftiracı da zâlimdir.[138] Allah (c.c.)’ın yolunu tıkamak isteyenler ile, mescidleri tahrib eden veya oralarda Allah’a ibâdet edilmesini engelleyenler de zâlimdir. [139]     

     

            Şirk, şüphesiz en büyük zulümdür.[140] Şirk koşan müşrikler de zâlimlerin ta kendileridir. Allah (c.c.), Mûsâ (a.s.) Tûr dağında iken buzağıyı ilâh edinip tapınanlara da zâlim demektedir. Çünkü onlar, insan eliyle yapılmış bir heykeli ilâh haline getirmişlerdir.[141]. Kim Allah’a ortak koşup müşrik olursa, Allah ona Cennneti yasak edecek ve bu gibi zâlimlerin yardımcıları olmayacaktır. [142]

            İkincisi: Toplum ve kişi haklarına tecavüz edenlerdir. Bu kamu haklarına saldırı ve kişinin -ister doğuştan ister sonradan elde ettiği- haklarını gasbetme, kişiye veya kamuya her türlü işkence, baskı ve hak ihlâli şeklinde ortaya çıkar. Hak ve adâleti dağıtma makamında olanlar, adâletten ayrılırlarsa; zâlim olurlar.

            Devlet otoritelerinin fertlere ve toplumlara yaptıkları zulümleri de bu kategoride değerlendirmek mümkündür. Halkına zulmeden, onların haklarını vermeyen, toplum düzenini sağlamak için gönderilmiş olan Allah’ın hükümlerini uygulamayan bütün kişi ve rejimler zâlimdirler.[143] Zulmün kişiden kitleye, kitleden kişiye doğru gerçekleşmesi arasında fark yoktur. Zulüm zulümdür.

             Kur’an, servet ve nimet sebebiyle şımaran, kendini büyük gören sonra da insanlara hükmetmek isteyenlere ‘teref’ demektir. Bu gibiler servetin sağladığı güçle insanlara tahakküm etmeye yeltenirler, onların haklarını ellerinden alırlar ve onları ‘müstaz‘af’ haline getirirler. Otorite gücüyle, malıyla veya başka bir şeyle kibirlenen ve kendilerini yüce görenlerin diğer adı  ‘müstekbir’dir. Onlar bu kibirleriyle şımarırlar, üstünlüklerini göstermek için despotluk yapar ve insanların haklarına tecavüz ederler, onları kendi çıkarları için kullanmak isterler. Bunların yaptıklarının zulüm olması açısından, kişi ve kurum olması arasında, özel veya tüzel kişilik olmasında fark yoktur.

Tuğyan edenler/azgınlığa düşenler de, insanlar üzerinde rablık taslamaya kalkarlar ve böylece onlara hükmetmek, onlara kendi düzenlerini benimsetmek isterler. Şüphesiz onlar da zâlimlerin ta kendileridir[144]. Kim olursa olsun toplumun ve kamunun haklarına tecavüz edenler, onların haklarını vermeyenler, hakların kullanımını rüşvet, torpil, baskı, şiddet ve terörle engelleyenler zâlimdirler. Yine, halkını Allah’ın indirdikleriyle yönetmeyip onlara haksızlık ve adâletsizlik yapanlar ile, mahkeme ve hukuk işlerinde ilâhî yasaları uygulamayarak adâletten ayrılanlar da zâlimdirler.

            Üçüncüsü: Kendi kendine zulmeden zâlimler. Bu, kişinin Allah’a karşı hata işleyerek içine düştüğü günahkârlık, ya da bedenin veya ruhun hakkını vermeyerek, kendi bünyesindeki dengeyi bozmaktır. Hz. Âdem (a.s.) Cennette yasak meyveyi yedikten sonra yaptığı hatası için ‘kendi  nefsime  zulmettim’  demiştir.[145] İnkârından  veya  günahından dolayı azabı hak edenler, kendi kendilerine zulmedenlerdir. Allah onlar hakkında, “Allah onlara zulmetmedi, fakat onlar kendi nefislerine zulmettiler.” demektedir. [146]

            Kur’an, muttakîlerin özelliklerini sayarken, “çirkin bir hayâsızlık işledikten ve nefislerine zulmettikten sonra Allah’ı hatırlayanlar, tevbe edenler” demektedir. Bu anlamda günah işlemek nefse karşı yapılmış bir zulümdür.[147] Allah (c.c.), Kitab’ı kullarından seçtiği kimselere miras kılmıştır. Onlardan kimileri nefislerine zulmederler, kimileri orta bir yol izlerler, kimileri de hayırda yarışırlar.[148] Kitab'a inandığı ve onu hayat kaynağı bildiği halde, Allah’ın koyduğu sınırları aşanlar kendi nefislerine karşı zâlim olurlar.   

            Müslüman olsun, inkârcı olsun; kim Allah’ın koyduğu sınırlara tecavüz ederse, kim Allah’ın hükmünün dışında iş yaparsa o zâlimdir.[149] Burada dikkat edilmesi gereken nokta şudur: Kâfirler Allah’ın koyduğu ölçüleri, sınırları hiç tanımazlar, inanmazlar ve o ölçüleri kaale bile almazlar. Zaten kim Allah’ın koyduğu hükümleri, ölçüleri tanımazsa inkârcı olur. Bütün inkârcılar da zâlimdirler. Mü’minlerden bazıları ise, Allah’ın koyduğu ölçüleri kabul etmekle beraber, nefislerine karşı zulmederek o ölçüleri uygulamakta hata yapıp günaha düşebilirler. Böyle yapanlar da ‘fâsık’ olurlar. [150]

 

 

Kur’ân’a Göre Zâlimlerin Özellikleri

            Bu zâlimlerin hiç bir velileri (yardımcıları) ve şefaatçileri yoktur.[151] Zâlimler zulümlerine devam ettikleri ve kötü huylarından vaz geçmedikleri için Allah (c.c.) onlara hidâyet vermez, yol göstermez. [152]

            Allah (c.c.) zâlimleri kesinlikle sevmez.[153] Allah zâlimleri sevmediği gibi, aynı zamanda onları lânetlemektedir.[154] Onların sonları gerçekten çok kötü olacaktır.[155] Zâlimler için bir kurtuluş da mümkün değildir. [156]

            Mü’minler zâlimlere sevgi besleyemezler, onları veli/dost kabul edemez, onlara hiç bir konuda yardımcı olamazlar. Müslümanların düşmanlığı da ancak zâlimleredir[157].

Yukarıda belirtildiği gibi, müşrikler ve kâfirler zâlimdirler. Zaten Kur’anî anlamda zulüm, bu iki tipin en önemli özelliğidir. Onlar, bir şeyi ait olduğu yerden alır başka yere koyarlar. Onlardan bir kısmı, azarak, haddini aşarak insanlara zulmeder, haklarını ellerinden alır. Onlar, Allah’ın ölçülerini dinlemez, kendi hevâlarına, kendi görüşlerine uyarlar. Onlar, karanlığın ve adâletsizliğin reklâmcılarıdır.

            Allah’a, çocuk isnat ederek, ortağı, eşi, yardımcıları var diyerek iftira edenler,[158] Allah’ın indirdiği hükümlerle hükmetmeyenler, Peygamber’e uymayan ve itaat etmeyenler,[159] ilimsiz mürşidlik taslayıp insanları saptıranlar,[160] Allah’ın âyetleri hatırlatıldığı halde sırtını dönüp gidenler veya âyetleri reddedenler,[161] yetim hakkı yiyenler,[162]  Allah’a ait şahitlikten kaçanlar,[163] aralarında hükmedilmek üzere Allah ve Rasûlüne çağrıldıkları halde yüz çevirenler,[164] Allah’ın âyetleriyle mücadele edenler,[165] tevbe etmeyenler,[166] müslümanları yurtlarından haksız yere çıkaranları dost bilenler,[167] yahudi ve hırıstiyanları Allah’ın yasağına rağmen velî/dost edinenler,[168] Allah’ın âyetleriyle alay edenler,[169] kâfirlikte direnen ana babayı ısrarlı bir şekilde velî/dost edinenler[170] zâlimlerdir.

            Kur’an, mü’minlere zâlimler hakkında net bir tavrı emrediyor. Zâlimler, insan, toplum, yönetim, hüküm hayatında ve evrende dengeyi bozarlar. Haksızlık ve adâletsizliğe sebep olurlar. Onlar, Allah’ın sevmediği kimselerdir. İslâm, zâlimlerin doğru yolu bulmalarının metodunu çizdiği gibi, onlarla nasıl mücadele edileceğini de göstermiştir. Ancak İslâm, onlara meyletmeyi, onları velî/dost edinmeyi kesinlikle yasaklamaktadır: “Zulmedenlere meyil/eğilim göstermeyin, yoksa size ateş dokunur. Sizin Allah’tan başka veliniz yoktur, sonra yardım da göremezsiniz.”[171] Peygamberimize, “hangi cihadın daha faziletli olduğu” soruldu. Buyurdu ki: “Zâlim bir sultanın (yöneticinin) yanında hakk kelimesini konuşmaktır.” [172]

 

 

Mazlum; Anlam ve Mâhiyeti

            Mazlum, ‘zulm’ kelimesinden türemiştir. Zulme uğrayan, kendisine zulmedilen demektir. Bilindiği gibi, insan bünyesinde ve tabiatta dengeyi bozmak, itaat etmesi gerekirken etmemek, Allah’a kulluk yerine başka tanrılara ibâdet etmek, bir kimsenin hakkını vermesi gerekiyorken vermemek, bir kimseye baskı ve işkence uygulamak, orta yolu izlemesi gerekirken haddi aşmak, günah işleyerek kendi insanlık onuruna zarar vermek gibi şeyler birer zulümdür.

            Mazlum kavramı daha çok, baskı ve işkenceye uğrayan, kendisine haksızlık yapılan kimse demektir. Mazlum durumunda olan, aslında haksızlığı, baskıyı,  cezayı hak etmemiş kimsedir. Ancak adâleti uygulamayan, insanlara karşı istikbar eden ve onlara haksızlık yapan, insanların haklarını zorla ellerinden alanlar başkasına zulmederler ve onları mazlum konumuna getirirler.

            Mazlum kimseler; zulme/haksızlığa uğramışlar, hakları gasb edilmiş, müstaz’af durumuna düşürülmüş insanlardır. Öyle zavallı bir duruma düşmüşlerdir ki, hakkını bile savunamayacak bir zayıflıktadırlar. Mazlumların hakları zorla ellerinden alınmış, baskı ve işkencelere uğramışlardır. Hak etmedikleri bir cezaya çarptırılmışlar veya hakir görülüp hakarete uğrayarak haysiyetleri zedelenmiş, zenginliklerine ve mallarına tecavüz edilmiştir.

            Allah katında en büyük günahlardan biri zulm etmektir. “İyi bilin ki Allah’ın lâneti zâlimlerin üzerinedir.”[173] Bu demektir ki insanların mazlum konumuna düşürülmeleri en büyük günahlardan biridir. Zulmün olduğu yerde mazlum da vardır, ama adâlet yoktur. Adâletin olmadığı yerde insanlar haklarına kavuşamazlar, o yerde huzur ve mutluluğun olması mümkün değildir.

            İslâm’ın korunmasını istediği beş şey: -Din, Mal, Can, Nefis ve Nesil emniyeti- kişi ve toplum hayatının temelidir. İnsan hakları dediğimiz şeyler de bu beş şeyin etrafında toplanır. İnsan doğuştan ve sonradan birtakım haklara sahiptir. Onlara bu hakları vermemek zulümdür.

            Zâlimlerin yüzünden nice mazlum acı çekmiş, perişan olmuş, haklarından mahrum kalmıştır. Tarihte nice zâlimlerin yüzünden kitleler ve fertler sayısız zulümler görmüşler, nice insanlar en temel haklarından mahrum kalmış, nice insanların insanlık onuru ayaklar altında çiğnenmiştir.

            Günümüzde insan haklarından çok söz edildiğine şahit oluyoruz. Bu elbette kötü bir şey değildir. Ancak, bir yandan da zâlimler zulümlerine devam ediyor. İnsan haklarından söz edenler, zulüm karşısında çifte standart uyguluyorlar. Güçlüler ve zenginler, fakirleri ve zayıfları ezmeye devam ediyor. Zayıf ülkelerin mazlumlarını pek savunan yok. Güçlü ülkeler kendi çıkarlarını savunan zâlimlere arka çıkıyorlar. Mazlumlar kendi yandaşları değilse ilgi göstermiyorlar.

Tarihî emperyalizm ve sömürgecilik, geçmişte çok zulümler işlemiş, pek çok insanı mazlum yapmıştı. Bugün de o çirkin emperyalizm ve sömürgecilik en vahşi bir şekilde devam ediyor. Yeryüzünde bir yığın insan en temel haklarından mahrum yaşıyor.

            Dünyanın bazı yörelerinde zenginler ve zâlim yöneticiler, kendi vatandaşlarına baskı ve zulüm yapıyorlar. Böyleleri kendi halkına zulmetmekten, onların haklarına tecavüz etmekten adeta vahşi bir zevk alıyorlar. Bazıları, başka insanların vatanlarını, topraklarını, evlerini işgal ve gasp ediyorlar, bu cinayetlerine karşı çıkanları ya acımasızca sindiriyor, öldürüyorlar, ya da çeşitli yöntemlerle susturuyorlar, onları terörist ilan ediyorlar. Bazıları da, devlet ve makam imkânlarını kullanarak, rüşvet ve torpille, adamını bularak başkalarının hakkına tecavüz ediyor, haklarını savunamayan kimseleri mağdur edebiliyorlar. Bu sebeplerden dolayı niceleri mazlum konumuna düşüyorlar.

            İslâm, zulmün her çeşidini yasaklamakta; müslümanlara,  bütün zulümleri ortadan kaldırmak için çalışmalarını farz kılmakta; mazlumlara arka çıkılmasını emretmektedir. Kur’an, zâlimleri lânetliyor; adâleti yüce bir değer olarak ortaya koyuyor ve adâleti ayakta tutmaları için müslümanlara çağrı yapıyor. [174]

            Müslüman, kimden gelirse gelsin zulme karşıdır. Mazlum kim olursa olsun onun yanındadır. İslâm’a göre, zulmetmek haram olduğu gibi, zulme uğramak da, zulmü kabullenmek de yoktur. Yani haksızlığa râzı olmak, zulme ve zâlimlere ses çıkarmamak, onların yaptıkları zulümleri seyretmek de câiz değildir. Zâlimlerle mücadele etmek, onların zulümlerine engel olmak, hem mazluma bir yardımdır, hem de zâlimin düzelmesini sağladığı için ona da bir yardımdır. İslâm’a göre mazlum, hakkı alınıncaya kadar güçlü ve üstün insandır. Zâlim ise, mazlumun hakkı kendisinden alınıncaya kadar en zayıf ve aşağı kimsedir.

            Allah (c.c.) zulme uğrayanların (mazlumların) duasını kabul eder. Onların duası ile Allah arasında bir perde yoktur. [175]

Hz. Ali (r.a.) “Zulmün iki unsuru vardır, zâlim ve mazlum. Zâlim, zulmettiği için; mazlum da zulme rızâ gösterdiği için zâlimdir” der. Mü’minler  zâlim de mazlum da olmamalıdır. Kur’ân-ı Kerim’de de, “Ne zulmedersiniz, ne de zulme uğrarsınız.”[176] buyrulmaktadır. Şu halde zâlimin zulmüne rızâ gösteren ve onu zulmünden alıkoymak için ellerinden geleni yapmayan insanlar da zulümde ortaktırlar.

Allah, sözün bağrılıp çağrılarak söylenmesini hoş görmediği halde, zulme uğrayanın bunu açıkça ve her yerde söylemesine izin vermiştir. Bunun da ötesinde, mü’minleri överken, onların bir zulme uğradıklarında elele verip yardımlaşarak zâlime karşı çıktıklarını ve zulmü defettiklerini belirtir: “Ancak iman edip sâlih ameller işleyenler, Allah’ı çok zikredenler ve zulme uğradıktan sonra yardımlaşanlar başka.”[177]; “Allah, kötü sözün açıkça söylenmesini sevmez, ancak zulme uğrayanlar hariç.” [178]

 

                                                                             

Zulmün Cezası

Hakkın/doğrunun ve adâletin ölçülerini koyan Allah, zâlimleri cezalandırmak suretiyle adâleti gerçekleştirmiş olur. Çünkü O, Âdil-i mutlaktır. Zulmün cezası esas olarak âhirette verilecektir. Çünkü bu dünya, ödül ve ceza yeri değil; imtihan yeridir. Hesap ve mahkeme âhirette görülecek, hak edenlere cezaları orada verilecektir. Ancak, bazı azgın zâlimlerin cezası dünyada verilmeye başlanır. Çünkü cezası en çabuk ve hatta daha dünyada iken verilen suçlardan biri ve en önemlisi, zulüm; özellikle başkalarına yapılan zulümdür. Zulmün bazısı affedilebildiği gibi, bazısı da kesinlikle azabı, hem de ebedî azabı gerektirir. Zulmün affı ise, tevbeye bağlıdır. Zâlimlerin tevbesini kabul, Allah’a kalmıştır.[179] Allah, insanların zulümlerine rağmen onları bağışlayabilir. Cezalandırması da çetindir.[180] Zulmedenler, âhirette, yeryüzündeki herşeyi, azabın fidyesi olarak vermeye râzıdır. Ama artık onların hiçbir fidyesi kabul edilmez. [181]

Günah işleyip kendisine yazık eden, nefsine zulmedenler, af dilemeli, tevbe etmelidir:  “Kim zulmettikten sonra tevbe eder ve halini düzeltirse, Allah da tevbesini kabul eder.”[182]. “Ve onlar, bir fâhişe/kötülük yaptıklarında veya nefislerine/kendilerine zulmettiklerinde Allah’ı hatırlayıp günahlarından dolayı hemen tevbe, istiğfâr ederler. Zaten günahları Allah’tan başka kim bağışlayabilir ki! Bir de onlar, işledikleri kötülüklerde bile bile ısrar etmezler.”[183] Bu tevbe ile affedilen zulüm, başkalarının hukunun çiğnendiği, başkalarına karşı yapılan zulüm değildir. Bu tür zulmün affedilmesi için, o kişinin hakkını helâl etmesi şarttır.    

Allah, zâlimleri sevmediği [184] gibi, onlardan intikamını alır.[185] “...Biz ahâlisi Zâlim olanlardan başkasını helâk edici değiliz.”[186] Bu dünyada helâke uğrayan Nûh kavmi, suda boğulmayla,[187] Âd kavmi, korkunç sesli azgın kasırgaya tutulmakla,[188] Lût kavmi üstlerinden taş yağmasıyla,[189] Medyen halkı depremle[190], Eyke’liler buluttan ateş yağmasıyla,[191] Firavun ve adamları suda boğulmakla[192] helâk olmayı hak etmişlerdir. Yoksa “Rabbin hiç kimseye zulmetmez.” [193]    

 

Zâlimin Dünyada Cezalandırılması: Her zaman değilse de, zâlim, başkasına yaptığı zulmünden dolayı, daha dünyada iken ceza görür. Buna şu hadis delil olmaktadır: “Allah'ın, âhirete saklamakla beraber, bağy ve sıla-i rahim gibi daha dünyada iken sahibine cezayı lâyık gördüğü hiçbir günah yoktur.”[194] Allah, bağy, yani zulüm ve İslâmî yönetime karşı gelmek, bir de sıla-i rahim, yani başta anne baba olmak üzere akrabalarla ilişkiyi kesmek gibi bir günahın cezasını Allah esas olarak âhirete bırakmakla birlikte, işleyene âcilen verdiği başka bir günahın cezası yoktur. “Mazlumun bedduasından sakınma”yı emreden hadis de, bu cezanın âcilen verildiğini hatırlatır.       

Fakat bu dünyevî durum; “her zâlim, daha dünyada iken hemen cezalanır”, şeklinde anlaşılmamalıdır. Çünkü, zâlime mühlet vermesi (imhâl), Allah'ın sünnetindendir. Onu cezalandırmayı ihmal etmesi sözkonusu değildir; ama imhâl etmesi mümkündür. Bazen onu dünyada cezalandırmaması, bizim bilmediğimiz, ama Allah'ın bildiği, ona nimet verip zulmünü ve küfrünü artıracak fırsat vererek hak ettiği azabını artırması gibi bir hikmetten dolayıdır. Veya o mazlum başkalarına zulmetmiştir de, düştüğü durum, onun zulmünün bir cezası olarak karşısına çıkmıştır. Ya da Allah, zâlimin ileride düzelip samimi bir tevbe edeceğini veya mazlumun kendine zulmedenden ileride hakkını alacağını biliyordur. Allah'ın zâlimin cezasını geciktirmesi veya âhirete bırakmasında başka hikmetler de olabilir. Bütün hikmetleri kavramamıza imkân yoktur. Ancak, zulüm, yukarıdaki hadiste belirtildiği gibi, zulmü  yapana  cezanın  tez  gelmesini sağlar. Zulme uğrayanın duası da makbuldür; Ki o, çoğu zaman kendisine zulmedene âcil bir intikamla beddua eder.

Allah, Bazen Bir Zâlimi Diğer Bir Zâlimin Üzerine Musallat Ederek Cezalandırır: Allah'ın zulüm ve zâlimler hakkındaki bir sünneti/kanunu da, bireyleri birbirine zulmeden bir toplumun başına, yaptıklarının bir cezası olarak, zâlim bir yöneticiyi ve yönetimi Musallat etmesidir. “İşte kazandıkları (günahları)ndan ötürü zâlimlerden bir kısmını diğer bir kısmının peşine böyle takarız.”[195] Dolayısıyla Allah, zulmün cezası olarak, zâlimi zâlime Musallat kılar, o da onları zillet ve felâkete götürür. Nefsine zulmeden günahkâr zâlim, halkına zulmeden zâlim yönetici ve ticaretinde insanlara zulmeden hilekâr tüccar gibi bütün zâlimler bu âyetin tehdit eden kapsamına girmektedir. Fahreddin Râzi, bu âyetin tefsirinde şöyle der: Âyet gösteriyor ki, halk ne zaman zâlim durumda olurlarsa, Allah onlara başka bir zâlimi Musallat eder. Bu zâlim yöneticiden (ve yönetimden) kurtulmak istedikleri zaman da zulmü terkederler. Hadis-i şerifte: “Nasılsanız öyle yönetilirsiniz” buyrulmaktadır.[196] “Zâlim, Allah'ın kılıcıdır. Yoldan çıkmış azgınları onunla cezalandırır; sonra o zâlimden de intikamı alır.” Bu, zâlimler için bir tehdittir. Eğer zulmünden vaz geçmezse, Allah ona diğer bir zâlimi Musallat eder.  “De ki: 'Allah'ın azabı size ansızın veya açıkça gelirse, zâlimlerden başkası mı yok olur!” [197]

 

Zâlimler Kurtulmazlar: Allah'ın zulüm ve zâlimler hakkındaki sünnetinden birisi de, onların, âhirette kurtulmayacakları gibi, dünyada da iflâh olmamalarıdır. “De ki: 'Ey kavmim, gücünüz yettiğince yapacağınızı yapın, ben de yapacağımı yapıyorum. Yakında (dünya) yurdu(nu)n sonunun kimin olduğunu bileceksiniz. Muhakkak ki zulmedenler, kurtuluş yüzü görmezler!” [198]

 

Nice Kavim Kendi Zulümleriyle Helâk Olmuştur: Zulüm ve zâlim konusundaki sünnetullahın biri de toplumların kendi zulümleriyle helâk olmalarıdır. Bu kanunun izahı kabilinden Kur'an'da pek çok âyet bulunmaktadır: “Böylece (hiç bir fert kalmamak üzere) zulmeden toplumun kökü kesildi.”[199]; “Zâlimlerden başkası mı helâk olur!”[200]; “...Zulmettiklerinden dolayı nice toplumları helâk ettik, (onları helâk etmeseydik bile) iman edecek değillerdi. İşte biz suçlu kavimleri böyle cezalandırırız.”[201]; “(Halkı) zâlim olan nice beldeyi kırıp geçirdik; arkasından da başka nice topluluklar vücuda getirdik.” [202]

 

Zâlim Toplumların Helâkı İçin Belli Bir Ecel (Süre) Vardır: Zâlim milletlerin yok olması için belli bir ecel söz konusudur. “Her ümmetin takdir edilmiş bir eceli vardır. Ecelleri geldiği zaman, ne bir saat geri kalırlar, ne de ileri giderler.”[203] Zâlim milletler, belli bir süre yaşarlar, sonra ecelleri gelir, yok olurlar. Tıpkı ömrünün müddeti bitip eceli geldiğinde bir insanın ölüp yok olması gibi. Bunu şöyle izah etmek mümkündür: Bir millet içerisinde zulüm, insandaki hastalık gibidir. Hastalık, kendisi için takdir edilen sürenin bitiminden sonra hastanın ölümünü hızlandırır. Bu sürenin bitimiyle artık onun ölüm zamanı yaklaşmıştır. Aynı şekilde millet içerisinde zulüm, Allah'ın ecel olarak bildirdiği belirli müddetin bitmesiyle yıkıma, yok olmaya götüren zulüm mikroplarıyla o milletin helâkını hızlandırır. Allah'ın milletlerin ecelleri için koymuş olduğu müddet, adâlet ve zulüm gibi âmillere bağlıdır. Bütün zâlimleri cezalandırma hususunda O'nun sünneti/kanunu böyledir. Bu her zaman için geçerli bir kanundur. [204]

Bir Devlet, Küfür İle Ayakta Durabilir Ama Zulümle Duramaz: “Halkı sâlih ve muslih (ıslahatçı) olduğu halde Rabbin bir haksızlık ile memleketleri (yıkıp) helâk etmez.”[205] Bir devleti, yalnız küfrü sebebiyle helâk etmesi, Allah'ın sünnetinden değildir. Fakat devlet, küfrüne zulüm eklerse durum farklı olur.

Devletin zulüm sebebiyle helâk olması konusunda Abdülkerim Zeydan şöyle der: Aslında devletin zulmü bertaraf edip mazlumları himaye ederek zâlimleri cezalandırması beklenir. O yüzden zulmün en ağır ve en acı olanı, seni korumakla yükümlü olandan gelen zulümdür. Zulmün bu ve diğer çirkin çeşitlerini bizzat devlet uygular veya göz yumar, yahut yardımcı pozisyonunda bulunursa, halkın zihninde kötü bir izlenim bırakır; devlet hakkında var olan ümitleri korku ve endişeye dönüşür ve devlete olan güvenleri sarsılır. Ayrıca bu durum, onları devleti önemsememeye, idareyi zayıflatmaya, yönetimin devamından yana olmamaya ve onu müdafa etmemeye sevkeder. Daha kötüsü, onları devletin yıkımını, düşman istilâsıyla bile olsa yok olup gitmesini isteme gibi bir düşüncenin kucağına atar. Sonra da lisan-ı halleriyle şöyle derler: “Devlet, artık bizim için güven duyduğumuz, himaye gördüğümüz, haklarımızın korunması konusunda huzur içinde olduğumuz ve zâlimlerin düşmanlıklarına meydan verilmeyen büyük bir ev durumunda değildir.” Zulüm, bilfiil devlet eliyle devam ederse, zâlimler himaye görür, zulümleri örtbas edilirse, iş, devleti kendilerine düşman gören insanlarla işbirliği yapıp devleti yıkmak üzere harekete geçen mazlumlara kalır. Zulmederek halkını bu hale düşüren, bu konuda zâlime yardımcı olan ve zulme engel olmayan devletin durumu budur.” [206]

 

Zulmün Cezasından Ümmeti Korumanın Yolları: Zulüm, ümmetin helâkine sebep olunca, zulme râzı olmamak, zâlime karşı çıkmak, zulmüne engel olmak, ona boyun eğmemek ve meyletmemek şer'an vâciptir. Ümmet ancak bununla içine düştüğü zulmün sebep olduğu helâkten ve hak ettiği cezaya çarpılmaktan kurtulur.

               

 

Zulme Râzı Olmamak

Zulüm yapana zâlim, zulme uğrayana da mazlum denildiğini hatırlayalım. Zulme rızâ da zulümdür. Bir zâlimin zulmüne engel olmak için çalışmamak, susup oturmak, onun zulmüne ortak olmak demektir. Zulümle mücadele yalnızca mazlumların görevi değildir. İnsanlık onuru taşıyan, insan haklarının değerini bilen herkes zulümle ve zulmün uygulayıcısı zâlimlerle mücadele etmelidir.

            Kur’an, mü'minlere, zulme uğrayanlar uğruna mücadele etmeyi, hatta savaşmayı emrediyor.[207] Zulme karşı mücadele edenler haklıdırlar ve onlara bir kınama yoktur. Ama zâlimler için en uygun cezalar vardır.[208] Zulmedenler, tevbe edip zulümlerinden vazgeçmedikçe ve hakları sahiplerine vermedikçe, kendileri için bir kurtuluş yoktur. Zâlimin sonu kötü; zulmün sonu çöküştür. [209]

Mü’minler, birbirlerinin dostu olan yahudi ve hıristiyanları dost edinemez, onları dost edinen onlardandır. Allah zulmeden kimseleri doğru yola eriştirmez.[210] Mü’minlerle din uğrunda savaşanları, onları yurtlarından çıkaranları ve çıkarılmasına yardım edenleri dost edinmek haramdır. Onları dost edinen zâlimdir.[211] Böyle olmayanlara iyi ve âdil davranılır, çünkü Allah iyi ve âdil olanları sever. Mü’minler, küfrü imana tercih eden babalarını ve kardeşlerini de dost edinemez. Onları dost edinenler, kendilerine zulüm/yazık etmiş olurlar[212]. Zâlimin dostu yine bir zâlimdir.[213] Allah, zâlimlerin bir kısmını, kazandıklarından ötürü, diğer bir kısmına musallat eder. [214]

İnsanlara zulmedenlere ve yeryüzünde haksız yere taşkınlık edenlere karşı durulmalıdır.[215] Bozgunculuğa engel olunmalıdır. Kendilerine verilen nimete karşı haksızlık edenlere uyanlar suçludur.[216] Cehennem görevlilerine; zulmedenleri, onlarla işbirliği edenleri cehenneme atmaları emredilir: “(Allah, meleklerine emreder:) ‘Zâlimleri, onların arkadaşlarını/işbirliği edenleri ve Allah’tan başka tapmış oldukları putları toplayın. Onlara cehennemin yolunu gösterin. Böylece onları tutuklayın, çünkü onlar suçludurlar.”[217] Hz. Peygamberimiz’e (ve dolayısıyla bütün mü’minlere) zâlimlerden uzak durma emri verilmiştir: “Âyetlerimiz hakkında (ileri geri konuşmaya) dalanları gördüğünde, onlar başka bir söze geçinceye kadar onlardan uzak ol (meclislerini terk et). Eğer şeytan sana unutturursa, hatırladıktan sonra (hemen kalk) o zâlimler topluluğu ile oturma.”[218] Zulmedenlerden değil; Allah’tan korkmak gerekir.[219] Zâlimlere yönelinmez, mü’minlerin Allah’tan başka dostu yoktur, aksi halde yardım da görmezler.[220] Zâlimler için Allah’a başvuruda bulunulmaz. [221]                

Kur’an’ın insanlara gönderiliş sebeplerinden biri de, yaptıklarından vaz geçsinler diye zâlimleri korkutmak ve tehdit etmektir. [222]

Her gece yatmadan önce, Rabbimizle ahdimizi tazeliyor, Vitr namazında Kunut duâlarıyla O’na söz veriyoruz: “Yâ Rabbi! Sana karşı fücur işleyen günahkârları, zâlim ve fâcirleri hal’ edeceğiz (makamlarından alaşağı edip indireceğiz). Onları terk edeceğiz.” Mü’min, sözünde duran kimsedir; hele Allah’a verdiği sözden hiçbir şekilde caymaz. Eğer bu konuda gücü yoksa, küfre boyun eğip zillet içinde, ezilmiş ve müstaz’af olarak zâlimlerin emrinde ve zulmünde yaşamaktansa Allah’ın geniş arzında daha müslümanca/özgürce yaşayabileceği yere hicret etmelidir. Zulme uğratıldıktan sonra, Allah yolunda hicret edenleri, Yüce Allah, dünyada güzel bir yerde yerleştirir, âhiret ecri ise daha büyüktür.[223] Zulüm beldesinden göç etmeyip, orada müstaz’af (zavallı/ezilen) olarak yaşamayı da, kendine zulüm olarak adlandırır, bunların sorumlu tutulacağını belirtir.[224] Buna göre, zulme rızâ gösterip karşı çıkmamak da bir çeşit zulümdür, zâlimle işbirliğidir.

Kur’an’ın savaşa izin veren (seyf/kılıç) âyetinin gerekçesi, zulme uğramaktır: “Kendileriyle savaşılanlara (mü’minlere) zulme/haksızlığa uğramış olmaları sebebiyle, (savaş konusunda) izin verildi. Şüphe yok ki Allah, onlara yardıma mutlak surette kadirdir. Onlar, başka değil, sırf ‘Rabbimiz Allah’tır’ dedikleri için haksız yere yurtlarından çıkarılmış kimselerdir.”[225] Savaş sırasında zulmedenlerden başkasına düşmanlık yoktur. [226]

 

Zulme karşı savaşmak, yalnızca zulme kendisi uğradığında gerekli değildir. Yardım talebinde bulunan müstaz’afların yardımına, bir insanlık borcu olarak koşulur: “Size ne oldu da Allah yolunda ve ‘Rabbimiz! Bizi, halkı zâlim olan bu şehirden çıkar, bize tarafından bir sahip çıkan gönder, bize katından bir yardımcı lutfet’ diyen zavallı erkekler, kadınlar ve çocuklar uğrunda savaşmıyorsunuz? (Bu çağrıya uymayıp, savaştan kaçmaya hakkınız yok). İman edenler Allah yolunda savaşırlar, kâfirler ise tâğut (bâtıl dâvâlar ve şeytan) yolunda savaşırlar. O halde şeytanın dostlarına karşı savaşın; Şüphe yok ki şeytanın düzeni ve tuzağı zayıftır.” [227]      

Allah’a ve peygamberine itaatsizlik, zulmün görüntüsü ve isbatıdır. Süpheşiz ki ölçüyü (hükmü ve ilkeleri) Allah ve Rasûlünden almayanlar, onların hükümleriyle hükmetmeyenler zulme mutlaka bulaşırlar. “Bunlar Allah’ın hudutlarıdır. Her kim Allah’a ve Rasûlune itaat ederse, onu altından ırmaklar akan Cennetine kabul edecektir. Kim de Allah’a ve Peygamberine itaatsizlik eder ve O’nun sınırlarına (İslâm’ın ölçülerine) tecavüz ederse, onu sonsuza kadar kalmak üzere ateşe atacaktır.”[228] Allah’ın sınırlarına da ancak zâlimler tecavüz ederler. [229]

                                                              

Mehmed Âkif, zulme tepki hakkında şunları haykırır:

“Zulmü alkışlayamam, zâlimi asla sevemem.

Gelenin keyfi için geçmişe kalkıp sövemem.

Biri ecdâdıma saldırdımı, hatta boğarım,

Boğmasam da hiç olmazsa yanımdan koğarım.

Üç buçuk soysuzun ardından zağarlık yapamam.

Hele hak nâmına haksızlığa ölsem tapamam.

Doğduğumdan beridir âşıkım istiklâle,

Bana hiç tasmalık etmiş değil altın lâle.

Yumuşak başlı isem, kim dedi uysal koyunum.

Kesilir belki, fakat çekmeye gelmez boyunum.

Kanayan bir yara gördümmü yanar tâ ciğerim,

Onu dindirmek için kamçı yerim, çifte yerim.

Adam aldırma da geç git, diyemem aldırırım:

Çiğnerim, çiğnenirim, hakkı tutar kaldırırım.

Zâlimin hasmıyım amma severim mazlûmu,

İrticâın şu sizin lehçede mânâsı bu mu?” [230]

                       

                  

Zâlime Karşı Tavır

 

            Kur’an zâlimlere karşı mücadele etmeyi, yeri gelince de savaşmayı meşrû, hatta olmazsa olmaz görüyor. Aslında, yeryüzündeki savaşların, fitnelerin, karışıklıkların asıl sebebi zâlimlerin zulümleridir. Onlara karşı insan onuru taşıyan herkesin mücadele etmesi gerekir.[231] Zulme rızâ göstermek, zâlimlerin yaptıklarına ses çıkarmamak da zulümdür. Kur’an, zâlimlerin yanlarında oturmayı bile hoş görmüyor, yasaklıyor.[232] Peki, onları benimseyerek, onlara yaltakçılık yaparak, onlardan bir menfaat umarak, yaptıklarını onaylarcasına onlarla birlikte olanlara, hele onlara yardımcı olan ve onları çeşitli yollarla destekleyenlere ne demeli? Elbette onlar da zâlimlerdendir. 

            İslâm’a göre zâlimin tanımı gayet açıktır: Allah’ın indirdiği hükümlerle hükmetmeyen, o hükümleri uygulayarak adâleti sağlamak bir tarafa, onları korkusuzca inkâr eden, onlara düşmanlık yapan, o ilâhî ölçülerin hayata hâkim olmaması için her türlü çabayı gösteren; bu inkârcı kafa yapısına sahip olduktan sonra insanlara zulmeden, onların haklarını elinden alan, ya da onların haklarına ulaşmalarına engel olan herkes zâlimdir.[233] Bu zâlimler Allah yolunun düşmanları oldukları gibi, insan haklarının da düşmanıdırlar. Çünkü onlara göre kendi çıkarları ve keyifleri her türlü hakkın üzerindedir. [234]

İlâhî vahyin ve peygamberlerin en önemli hedefi, insan toplumunda adâleti ikame etmektir. Kâinatın bütününde kaos değil; uyum ve düzen hâkimdir. Oysa insan eli ve insan müdahalesi olan doğada ve toplumda bozulmalara rastlamaktayız. İşte adâletin/dengenin bozulması olgusuna zulüm, ilâhî dengenin korunmasına da adâlet diyoruz. İnsanoğlu, tabiatı ve yaratılışı itibariyle iki eğilimlidir. Bu yüzden adâlete de, zulme de meyledebilir. Rabbimiz, insanı kaostan arındırarak tabiatı âhenkli bir şekilde insanlara emanet etmiştir. İnsanın temel görevlerinden biri de, dengeyi koruyarak bozulmayı, bozgunculuğu engellemektir. Çünkü dengeyi bozmak, emaneti korumamaktır, yeryüzü halifeliğine uygun davranmamaktır. Bilindiği gibi, insan toplumunda ilâhî hukuka uygun davranmak adâlet; ilâhî hukuka/şeriate aykırı davranmak ise zulümdür.  

Müslümanlara, hayatın bütün alanlarındaki zulme karşı, ellerindeki tüm imkânlarla mücadele etmeyi Kur’an emretmektedir.[235] Bu mücadele, mü’minlerin toplu eylem gerektiren görevleridir. O yüzden mü’minler cemaat ve teşkilât olmalı, her çeşit zulme karşı tek vücut ve saf halinde bir araya gelip yardımlaşabilmelidir. Kur’an’a inananlar, Kitab’ın insanlar arasında Allah’ın gösterdiği gibi hüküm vermek ve yaşanmak, topluma hâkim olmak üzere indiğinin bilincinde olmalıdırlar.

İnsanın yaratıldığı günden bu yana kesintisiz olan tek mücadele, tevhidle şirk arasındadır. Bu, aslında adâletle zulüm arasındaki mücadeleden ibarettir. Çünkü bu mücadelede müşriklerin safı hep zâlimlerin yanıdır. Taşıdıkları şirk ve küfür hastalığının sonucu olarak, müşrikler ve kâfirler, adâlet çağrısı yapan peygamberler ve onların yolunu takip edenlerden rahatsız olmuşlardır. Bazen bu rahatsızlıklarını haksız yere öldürmeye kadar götürürler. “Allah’ın âyetlerini inkâr edenler, haksız yere peygamberlerin canlarına kıyanlar ve adâleti emreden insanları öldürenler (yok mu); onlara acı bir azabı müjdele!” [236]

Müşriklerin bu tavırlarının evrensel olduğunu yakından gözlemleyebildiğimiz bir tarih kesitinde yaşıyoruz. Sistemin asgari ücret zulmünü, hukuk tanımazlığını, din emniyetini yok edişini, irtica adıyla müslümanlara ve İslâm’a saldırmaları ve haksız kazancı teşvik edişini, yargısız infaz ve öldürmeleri, kadın ve erkeklerin iffetleriyle yaşama haklarını yok edişlerini, kamuya açık alanlarda ve özellikle üniversitelerde başörtüsüne izin verilmemesini eleştirip tepkisini ortaya koyanları hapis, işkence ve çeşitli zulümler beklemektedir.

Allah’ın âyetlerini yalanlayanlara karşı hak ve adâleti ayakta tutması gereken İslâm ümmeti, Kur’ânî akîde temelinde bir araya gelerek yeryüzündeki zulmü ortadan kaldırmakla vazifelidir. Kur’ânî akîde temelinde hareket eden, itidalli, orta yolu esas alan bu topluluk, sayıları kaç olursa, imkânları ne olursa olsun, haktan ayrılmadan bâtılla/zulümle mücadeleden geri durmamalıdır. Kendi nefislerine ağır gelse de, kendi kişiliklerine karşı olsa da, ilâhî gerçekleri savsaklamadan yürürlüğe koymalıdırlar. Hakkı hâkim kılmaya çalışmak, zulmü engellemek, hakka uygun âdil hükümler vermek, bu topluluğun vazgeçilmez bir ilkesi olmalıdır.

Mü’minler, temellerini Kur’an’da buldukları ilkelerle yeryüzünden zulmü söküp atmalı, yerine adâleti ikame etmelidirler. Adâleti ayağa kaldırma görevi müşrik ve münâfık gruplara bırakılamayacak, ertelenemez aslî bir farîzadır. Adâletin gereğince ikamesi, ancak temelini ilâhî hukuktan almasıyla mümkündür. Şurası da unutulmamalıdır ki, beşer zihni adâletin net ölçülerini belirleme ve her çeşidini tespit konusunda âcizdir. Günümüzde neredeyse halkı müslüman olan bütün ülkelerde batı hukukunun laik karakterinin işgalini görmekteyiz. Bu etki dolayısıyladır ki, laik kurallar İslâmî adâletin gündeme gelmesini ve uygulanmasını engellemektedir.

Şüphesiz Kur’an, insanlar arasında adâleti sağlamak için indirilmiştir. Bu konudaki ölçüler gayet nettir. Mü’minler, insanlar arasından çıkarılmış vasat/orta yolda bir ümmet olarak adâleti ikame etmede tanıklık ve örneklik etmekle yükümlüdürler. Bunun gereği olarak zâlimleri, fıtratına ve Allah’a ihânet edenleri dost tutmamak, onlara taraf olmamak, yeryüzündeki zulmü/ haksızlıkları ortadan kaldırmak, temel bir kulluk görevimizdir. [237]

Toplumsal ve Siyasal Zulme Karşı Yardımlaşmak: “İnsanlar, bir zâlimi görür, (önlemeye güçleri yettiği halde) ona engel olmazlarsa, bundan dolayı hemen hepsi cezalanır.”[238] Zulümden uzak yaşamak, zâlime boyun eğmemek ve ona karşı direnmek, birey olarak engel olamayacakları zulme karşı yardımlaşmak mü'minlerin İslâmî kimlikleri açısından olmazsa olmazları arasındadır. “Bir zulüm ve saldırıya uğradıkları zaman, birbirlerine yardım ederler.”[239] Kurtubî, bu âyeti şöyle açıklar: “Yani, zâlimler tarafından zulme mâruz kaldıklarında teslimiyet göstermezler.”[240] Sahih-i Buhâri'de İbrahim en-Nehâî'nin şöyle dediği kayıtlıdır: “Ashab horlanmaktan, zelil bir duruma düşürülmekten hoşlanmazlardı. Ama güçlü olduklarında da af ederlerdi.” [241]

Zulmedenlere Az da Olsa Meyletmek: Ümmeti helâke ve cehenneme sürükleyen şey, sadece zulmü işlemek değil; aynı zamanda zulüm işleyenlere az da olsa meyletmektir: “Sakın zulmedenlere en ufak bir meyil duymayın, sonra size ateş dokunur. Sizin Allah'tan başka dostunuz yoktur. Sonra (Allah tarafından da) size yardım edilmez.”[242] Zemahşerî, bu âyetin tefsirinde şöyle der: “Meyl etmenin yasaklığı; zâlimlerin arzularına boyun eğmeyi, onlarla beraber olmayı, sohbetlerine katılmayı, ziyaretlerinde bulunmayı, dalkavukluk etmeyi, yaptıklarına rızâ göstermeyi, onlara benzemeyi, şekilleriyle şekillenmeyi, övgüyü andıran ifadeler kullanmayı ve tasvip anlamı taşıyacağı için onların süs ve giyimlerine özenip en küçük bakışı bile kapsamaktadır. Rükûn, az bir meyil demektir. Âyette “zulmedenlere” denilip de “zâlimlere” denilmemesinin inceliğini de düşünmek gerekir. (Zulmü kendisine âdet edinenlere zâlim denir; zulmü âdet edinmediği halde en ufak bir zulme yeltenene dahi hafif bir meylin olmaması gerektiğine işaret edilmiştir.) [243]

 

Zâlimlere meyleden onlardan olur. Zâlimlere verilen ceza, ona da verilir. Bunları ateş cezasından kurtaracak dostları da olmayacaktır. “Rabbimiz! Sen kimi ateşe koyarsan, artık onu rüsvay/perişan etmişsindir. Zâlimlerin hiç yardımcıları yoktur.”[244] Peygamber Efendimiz'in zâlim yöneticilere yardımcı olma konusundaki hadisleri meşhurdur: “Benden sonra birtakım emirler (yöneticiler) olacaktır. Kim onların yalanlarını tasdik eder ve yaptıkları zulümde kendilerine yardımcı olursa Benden değildir. Ben de onlardan değilim. O kimse Benim havzımın etrafına yaklaşamayacaktır. Kim onların yalanlarını tasdik etmez ve onlara zulümlerinde yardımcı olmazsa, o, Bendendir; Ben de onunla beraberim. Ve o kimse havzımın kenarında Bana ulaşacaktır.” [245]

 

Zâlime Yardımcı Olmak: Bütün şekil ve türleriyle zâlime meyletmek caiz olmadığına göre, zâlimin zulmüne yardım etmek haydi haydi caiz olmaz. Zâlime yardım edenler, aynen onun gibi zâlim olurlar. “Bir kimse bilerek zâlime yardım kastı ile onunla beraber yürürse, o kimse İslâmiyet'ten çıkmıştır.”[246] Zâlim bir yönetici, çevresinin ve yandaşlarının yardımıyla zulüm yapmaya imkân bulur, yoksa yalnız kendisi bunca zulmün hakkından gelemez. Hangi şekliyle olursa olsun, zâlime yardım câiz değildir. Çünkü bu, onu desteklemek, zulmünü icrâ etmesine müsaade etmek demektir. Bu sebeple zâlim yöneticiye azap geldiği zaman, aynı şekilde (bu zulümleri onaylayan) yardımcılarına ve memurlarına da gelir. Çünkü onlar da onun kadar zâlimdirler.

 

Nitekim Firavun'a gelen azap, avanesine de gelmişti. “Gerçekten Firavun, Hâmân ve askerleri hatalıydılar/yanılıyorlardı.”[247] Allah, hepsini bu âyette “hata” vasfı ile bir araya getirmiştir. Hataları, Firavun'un zulmetmesi, yardımcısı Hâmân ve askerlerinin de buna yardımcı olmalarıdır. Bu sebeple azap Firavun'a inince, yardımcılarına da inmişti: “Biz hem onu, hem de askerlerini yakaladık. Onları denize atıp boğduk.”[248]; “Biz onu ve askerlerini tuttuk, denize attık; bak o zâlimlerin sonu nasıl oldu!”[249] Allah, hepsini “zâlim” olarak vasıflandırdı. Firavun'a ve ona yardım ettikleri için askerlerine “zâlimler” diyerek hepsini aynı azapla helâk ettiğini Rabbimiz haber vermektedir.       

 

Zâlime Duâ Etmek: Zulmün devamına, zâlimin zulmüne imkân bulacak tarzda yaşamasına duâ edilemez. “Zâlimin bekası için duâ eden kimse, Allah'ın mülkünde O'na âsi olunmasını istemiştir.”[250] Süfyanu's Sevrî; “Çölde susuzluktan ölmek üzere olan bir zâlimi görürsek ona su verelim mi?” diye soranlara: “Hayır!” cevabını vermişti. “Ama ölür” denilince de, “Bırakın ölsün!” demişti.[251] Allah Teâlâ, Hz. Nuh'a; “Zâlimler için Bana duâ etme, hiç yalvarma!”[252] ihtarında bulunmuştur.    

 

Müslüman Cemaatin Zâlimlere Meyletmeye Benzer Davranışlardan Sakınması: Müslüman cemaatin, iyi niyetle de olsa, zâlimlere meyletme anlamı taşıyan davranışlardan son derece kaçınması lâzımdır. Çünkü iyi niyet, bazen belli şartlar dâhilinde sahibinden günahı kaldırsa da yanlışı doğruya; haramı helâle çevirmez. Onun için, özellikle cemaat liderinin ve kadrosunun, zâlim yöneticilerin arasında bulunması, onları tasvip etmediğini ilan etmeksizin onlarla birlikte halkın önünde görülmesi, cemaatin zâlim idarecilere dalkavukluk ettiği veya onları desteklediğinin intibaını vererek insanları samimiyetlerinde şüpheye düşürücü davranışlarda bulunması caiz değildir. Aksi halde onlar, kendi sorumluluklarına cemaati de ortak ederler.      

Müslüman cemaate düşen, halkın kusur ve yükümlülüklerini ümmete göstermesidir. Halkın kusurları, zâlim idarecinin karşısında susmak, eğilmek, ona meyletmek ve destek olmak suretiyle zulmüne yardımcı olmalarıdır. İşte onların bu kusurları olmasa, zâlim, yetkisini kötüye kullanmayacak ve zulmünü sürdüremeyecekti. Müslümanlara düşen, zâlimi zulme götüren bütün sebepleri ortadan kaldırmaya ciddi bir gayretle yükümlülüklerini yerine getirmektir. Ayrıca, zâlim yöneticiyi onaylamama, ona olan fiilî hoşnutsuzluğu hayata geçirmek için gerekli gücü oluşturma ve fiilen zulmü ortadan kaldırma gibi sorumlulukları da yerine getirmesi gerekir.

Allah, hayat kanunlarını ve toplum içerisindeki genel sünnetlerini insanlar için devre dışı bırakmaz. Kaldı ki, onların durumları, Allah'a Rasûlullah'tan ve O'nun arkadaşlarından daha sevimli değildir. Allah onların çektiği eziyet ve Allah yolunda karşılaştığı musibetleri, yeryüzünden zâlimleri ve tâğutları kaldırmak için Allah'ın yardımına mazhar oluncaya kadar olağanüstü fedâkârlıklarını bize anlatır. Müslümanların, tâğutları ve zâlim idarecileri etkisiz ve yetkisiz kılmak için tüm güçlerini harcamaksızın onlardan rahatsızlık duyarak yalnız “of!” çekip üzüntülerini dile getirmeleriyle veya onların müslüman olduklarını delillendirip durmalarıyla sorumluluktan kurtulamayacaklarını bilmeleri lazımdır. Bazı insanlar kendileri evlerinde oturup, müslümanlıklarıyla övünüp dururken, Allah'ın zâlim idarecileri yok etme gereğinden bahsederler. İsterler ki, Allah meleklerini göndersin de melekler onların yerine savaşsınlar, zâlim idareciyi bertaraf etsinler, neticede onun şerrinden onları kurtarsınlar. Hayır! Yok öyle şey! [253]

En büyük zulüm şirk olduğuna[254] ve en büyük zâlimin de müşrik olduğuna göre, en vahşî zulmün bedenlere değil; ruhlara yapılan olduğunu unutmamalıyız. Bedene yapılan zulüm, en kötü ihtimalle, sadece dünya hayatını kaybettirdiği halde; ruhun hak nizamdan mahrum bırakılması ise sonsuz mutluluğu kaybettirmek demektir. En acımasız cânî, en büyük zâlim, insanları Allah'ın dininden alıkoyanlardır. İslâm'ın bireysel ve toplumsal alanda egemen olmadığı bir yerde adâletten bahsetmek abestir ve aldatmacadır.

Özel ve tüzel kişiliğin, bir kurumun veya yönetici bir grubun şahsî veya toplumsal muâmelesinde âdil olma niteliği kazanabilmesi için, her şeyden önce “müslüman” vasfına sahip olması şarttır. Çünkü İslâm'sız bir statüye göre işleyen bir mekanizma ile adâlet sağlanamaz ve dağıtılamaz. Nasıl bir hüküm verilirse verilsin, mutlak surette zulüm işlenmiş olur. “Allah'ın indirdikleriyle hükmetmeyenler, zâlimlerin ta kendileridir.” [255]

İslâmsız insanın yaptığı her şey nefsine, icraatı da diğer insanlara ve topluma zulümdür. Egemen durumda ve hüküm mevkiinde ise, kâfir ve müşrik insanın varlığı bile zulümdür. Çünkü bu insan, kendine yazık ederek kendini bozmakta, toplumu bozmakta ve dünyayı fesada vermektedir.[256] İslâm'da savaş, insanları zorla dine sokmak için emredilmemiştir. Fitne ve zulmü ortadan kaldırmaya çalışmak için savaş emredilmiştir. Dinlerini yaşama ve dine dâvet konusunda müslümanlara engel olan, insanların hürriyetlerini kısıtlayan güç odaklarına karşı savaşmak farzdır. Kur'an, mazlumların, ezilenlerin, sömürülenlerin hakkını korumak için müslümanlara mücadeleyi emreder. [257]    

     

“Bütün dünyayı verseler ve buna karşılık bir karıncanın ağzındaki dâneyi almamı isteseler, bu zulmü yapmam!” [258]

“Zulmün ve kötülüğün küçüğüne büyük nazarla bakmayan, daha büyüğüne uğrar.”[259]

“Zâlimler için yaşasın cehennem!”

“Tükürün, zâlimlerin hayâsız yüzlerine!” [260]

Zulme rıza göstermek, tepki göstermemek de zulümdür; fakat zâlimlikle mazlumluktan birini tercih etmekten başka yol yoksa, mazlumluğu tercih et!

“Mazlum olarak ölmek, zâlimce yaşamaktan daha hayırlıdır.” 

“Zâlimin zulmü varsa, mazlûmun da Allah'ı var.

Etme zâlim bu zulmü, yarın Hakk'ın divanı var.” 

“Sakın zulm ve cefâya mâyil olma;

İden bulur, meseldür; gâfil olma!”  

“Zulmün topu var, güllesi var, kal'ası varsa;

Hakkın da bükülmez kolu, dönmez yüzü vardır.”

“Zâlim olsa ne rütbe bî-pervâ; Yine bünyâd-ı zulmü bir yıkarız.

Merkez-i hâke atsalar da bizi, Kürre-i arzı patlatır çıkarız.”

“Muîn-i zâlimin dünyâda erbâb-ı denâettir.

Köpektir zevk alan sayyâd-ı bî-insafa hizmetten.” 

Zâlimlere bir gün dedirir kudret-i Mevlâ;

Tallahi le-kad âserekâllahu aleynâ.”

“Zâlim yenilince, bil ki, 'mazlûmum' der.

Bir fırsat bulsa zulmü tekrar eyler.

“Zâlimin yeme taâmın key sakın,

Semtine varma, ana olma yakîn.”

“Zulüm eken isyan biçer.”

“Âdilin hiddetinden değil; zâlimin tebessümünden kork!”

“İnsanın dev kadar kuvvetli olması, fevkalâde bir şey, fakat bu kuvvetini dev gibi kullanması, zâlimliktir.”

“Haksızlık yapmak, haksızlığa uğramaktan daha acıdır.”

“Haksızlık etmek, iyi adamın elinden gelmez.”

“Cezâların en korkuncu, insanın haksız olduğunu anlamasıdır.”

“Eski haksızlığa boyun eğmekle bir yenisini dâvet edersin.”

“Zulm ile yapılan çabuk yıkılır.”

“Zulüm ile âbâd olanın âkıbeti berbat olur.”

“Zulüm ile dünya harab olur.”

“Zâlim, ettiğini bulur.”

“Zâlimin hasmı Allah'tır.”

“Mazlum eşeğe herkes biner.”

“Mazlumun âhı yerde kalmaz.”

“Mazlumların âhı, yeri göğü titretir.”

“Mazlumun âhı, yerde kalmaz, indirir şâhı.”

“Alma mazlumun âhını, çıkar âheste âheste.”     

“Olmak istersen cihande eğer makbûl-i ins ü cin

Ne kimse senden incinsin, ne sen bir kimseden incin!”

“Mazlum ayağa kalkmadıkça zâlim diz çökmez.”

Onurlu insanların tavrı şu olmalıdır: “Kim olursa olsun mazluma yardım etmek, kimden gelirse gelsin zulme karşı olmak.”

                 

Kur’an’ın zâlimler hakkında tehdit edici bir uyarısı şöyle: “Zulmedenler nasıl bir inkılâpla devrileceklerini (yakında) bileceklerdir!” [261]

                                              

Zulüm ve Zâlimle İlgili Âyet-i Kerimeler

A- Zulüm Kelimesi ve Türevlerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 289 Yerde): 2/Bakara, 35, 51, 54, 57, 57, 59, 59, 92, 95, 114, 124, 140, 145, 150, 165, 193, 229, 231, 246, 254, 258, 270, 272, 279, 279, 281; 3/Âl-i İmrân, 25, 57, 86, 94, 108, 117, 117, 117, 128, 135, 140, 151, 161, 182, 192; 4/Nisâ, 10, 30, 40, 49, 64, 75, 77, 97, 110, 124, 148, 153, 160, 168; 5/Mâide, 29, 39, 45, 51, 72, 107; 6/En’âm, 21, 21, 33, 45, 47, 52, 58, 68, 82, 93, 93, 131, 129, 135, 144, 144, 157, 160; 7/A’râf, 5, 9, 19, 23, 37, 41, 44, 47, 103, 148, 150, 160, 160, 162, 162, 165, 177; 8/Enfâl, 25, 51, 54, 60; 9/Tevbe, 19, 23, 36, 47, 70, 70, 109; 10/Yûnus, 13, 17, 39, 44, 44, 47, 52, 54, 54, 85, 106; 11/Hûd, 18, 18, 31, 37, 44, 67, 83, 94, 101, 101, 102, 113, 116, 117; 12/Yûsuf, 23, 75, 79; 13/Ra’d, 6; 14/İbrâhim, 13, 22, 27, 34, 42, 44, 45; 15/Hıcr, 78; 16/Nahl, 28, 33, 33, 41, 61, 85, 111, 113, 118, 118; 17/İsrâ, 33, 47, 59, 71, 82, 99; 18/Kehf, 15, 29, 33, 35, 49, 50, 57, 59, 87; 19/Meryem, 38, 60, 72; 20/Tâhâ, 111, 112; 21/Enbiyâ, 3, 11, 14, 29, 46, 47, 59, 64, 87, 97; 22/Hacc, 10, 25, 39, 45, 48, 53, 71; 23/Mü’minûn, 27,  28, 41, 62, 94, 107; 24/Nûr, 54; 25/Furkan, 4, 8, 19, 27, 37; 26/Şuarâ, 10, 209, 227, 227; 27/Neml, 11, 14, 44, 52, 85; 28/Kasas, 16, 21, 25, 37, 40, 50, 59; 29/Ankebût, 14, 31, 40, 40, 46, 49, 68; 30/Rûm, 9, 9, 29, 57; 31/Lokman, 11, 13; 32/Secde, 22; 33/Ahzâb, 72; 34/Sebe’, 19, 31, 42; 35/Fâtır, 32, 37, 40; 36/Yâsin, 54; 37/Sâffât, 22, 63, 113; 38/Sâd, 24; 39/Zümer, 24, 32, 65, 69; 40/Mü’min, 17, 18, 31, 52; 41/Fussılet, 46; 42/Şûrâ, 8, 21, 22, 40, 41, 42, 44, 45; 43/Zuhruf, 39, 76, 76; 45/Câsiye, 19, 22; 46/Ahkaf, 10, 12, 19; 49/Hucurât, 11; 50/Kaf, 29; 51/Zâriyât, 59; 52/Tûr, 47; 53/Necm, 52; 59/Haşr, 17; 60/Mümtehıne, 9; 61/Saff, 7, 7; 62/Cum’a, 5, 7; 65/Talâk, 1; 66/Tahrîm, 11; 68/Kalem, 29; 71/Nûh, 24, 28; 76/İnsan, 31.   

B- Zulmün Zıddı Adâlet Anlamında “Adl” ve Türevlerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 28 Yerde): 2/Bakara, 48, 123, 282, 282; 4/Nisâ, 3, 58, 129, 135; 5/Mâide, 8, 8, 95, 95, 106; 6/En’âm, 1, 70, 70, 115, 150, 152; 7/A’râf, 159, 181; 16/Nahl, 76, 90; 27/Neml, 60; 42/Şûrâ, 15; 49/Hucurât, 9; 65/Talâk, 2; 82/İnfitâr, 7.

C- Adâlet Anlamında “Kıst” Kelimesi ve Türevlerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 25 Yerde): 2/Bakara, 282; 3/Âl-i İmrân, 18, 21; 4/Nisâ, 3, 128, 135; 5/Mâide, 8, 42, 42; 6/En’âm, 152; 7/A’râf, 29; 10/Yûnus, 4, 47, 54; 11/Hûd, 85; 21/Enbiyâ, 47; 33/Ahzâb, 5; 49/Hucurât, 9, 9; 55/Rahmân, 9; 57/Hadîd, 25; 60/Mümtehıne, 8, 8; 72/Cinn, 14, 15.

D- Zulüm Konusuyla İlgili Âyetler

a-  Zulüm İle Mülk Yaşamaz: 11/Hûd, 117; 14/İbrahim, 45.

b-  Allah Zulmü Yasaklamıştır: 16/Nahl, 90.

c-  Allah, Haksızlık Etmez: 3/Âl-i İmrân, 108, 182; 4/Nisâ, 40; 10/Yûnus, 44; 41/Fussılet, 46.

d-  Zulme Karşı Koymak: 22/Hacc, 39.

e-  Zulme Karşı Birleşmek: 42/Şûrâ, 39.

f- Kötülükle Nefsine Zulmedenler: 2/Bakara, 165; 3/Âl-i İmrân, 135; 5/Mâide, 51; 10/Yûnus, 44; 16/Nahl,   33; 49/Hucurât, 11.

g-  Zulmetmeyen Toplumları Allah, Zulüm İle Yok Etmez: 11/Hûd, 117; 28/Kasas, 59, 29/Ankebût, 40; 30/Rûm, 9-10; 35/Fâtır, 43; 46/Ahkaf, 35.

E-  Zâlim Konusuyla İlgili Âyetler

a-  Allah'ın İndirdiğiyle Hükmetmeyenler Zâlimdir: 5/Mâide, 45; 61/Saff, 7.

b-  Allah'tan Yüz Çevirenler Zâlimdir: 32/Secde, 22; 61/Saff, 7.

c-  Zâlimler Hidâyete Eremezler: 9/Tevbe, 109; 61/Saff, 7; 62/Cuma, 5.

d-  Zâlimlere Karşı Misilleme Yapmak: 42/Şûrâ, 40-43.

e-  Zâlimlerin Dostluğu Yoktur: 11/Hûd, 113.

F-  Zâlimlerin Cezasıyla İlgili Âyetler

a-  İnkâr Ederek Zâlim Olanlar ve Cezaları: 2/Bakara, 165, 254; 5/Mâide, 29; 6/En'âm, 33; 10/Yûnus, 39, 52; 11/Hûd, 19, 113; 14/İbrahim, 22; 19/Meryem, 72; 21/Enbiyâ, 29; 25/Furkan, 37, 207; 40/Mü'min, 52; 42/Şûrâ, 8, 21-22, 42; 68/Kalem, 12.

b-  Zâlimlere Verilen Mühlet (Süre): 11/Hûd, 100-102; 14/İbrahim, 42-43; 16/Nahl, 61.

c-  Zâlimler Lânetlenmişlerdir: 7/A'râf, 44; 11/Hûd, 18.

d-  Zâlimler, Kurtuluşa Eremezler: 6/En'âm, 21, 135; 12/Yûsuf, 23; 28/Kasas, 37.

e- Kıyamet Günü Zâlimler Azabı Görünce Tekrar Dünyaya Dönmek İsterler: 14/İbrahim, 42-44; 25/Furkan, 27; 39/Zümer, 24.

f-   Mü'minlere Zulüm Yapanların Cezası: 85/Bürûc, 10.

g-  Allah, Zâlimlerin Kimini Kimine Musallat Eder: 6/En'âm, 129.

h-  Allah, Zâlimleri Başarıya Ulaştırmaz: 2/Bakara, 258; 6/En'âm, 21; 14/İbrahim, 27; 46/Ahkaf, 10.

i-   Zâlimler, Allah'ın Rahmetine Eremezler: 2/Bakara, 124.

j-   Allah Zâlimleri Affetmez: 4/Nisâ, 168-169; 5/Mâide, 72.

k- Allah'ın Azabı Zâlimleredir: 6/En'âm, 47; 11/Hûd, 100-102, 117; 22/Hacc, 45; 27/Neml, 52; 29/Ankebût, 40; 32/Secde, 22.  

 

 

 

Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar

1-   Hak Dini Kur’an Dili, Elmalılı Hamdi Yazır, Eser Y. c. 1, s. 322

2-   Tefhimu’l Kur’an, Mevdudi, İnsan Y. c. 1, s. 65

3-   Fi Zılâli’l-Kur’an, Seyyid Kutub, Hikmet Y. c. 1, s. 148

4-   Mefâtihu'l-Gayb (Tefsir-i Kebir), Fahreddin er-Râzî, Akçağ Y. c. 2, s. 395-396; 542-543

5-   Min Vahyi'l Kur'an, Muhammed Hüseyin Fadlullah, Akademi Y. c. 2, s. 49-51

6-   Dâvetçinin Tefsiri, Seyfuddin el-Muvahhid, Hak Y. c. 1,  s. 105-106

7-   Şâmil İslâm Ansiklopedisi, Şâmil Y. c. 6, s. S. 421-422; 486-488

8-   Sosyal Bilimler Ansiklopedisi, (Zulüm, Veli Ulutürk), Risale Y. c. 4, s. 285-289

9-   İslâm’ın Temel Kavramları, Hüseyin K. Ece, Beyan Y. s. 766-771; 783-790

                        10- Safahat, Mehmet Âkif Ersoy, İnkılâp ve Aka Kitabevi Y. s. 400

                        11- Kur'an'da Siyasi Kavramlar, Vecdi Akyüz, Kitabevi Y. s. 235-261

                        12- Kur'an'da Temel Kavramlar, Ali Ünal, Kırkambar Y. s. 311-318

                        13- İslâmî Terimler Sözlüğü, Hasan Akay, İşaret Y. s. 519

                        14- Kelimeler Kavramlar, Yusuf Kerimoğlu, İnkılâb Y. s. 346-350

                        15- Kur'anî Terimler ve Kavramlar Sözlüğü, Mustansır Mir, İnkılâb Y. s. 212-213

                        16- Risale-i Nur'dan Vecizeler, Şaban Döğen, Gençlik Y. s. 478-481

                          17- Nur'dan Kelimeler, Alâaddin Başar, Zafer Y. s. 108-111 

                        18- Kur'an'da İnsan ve Toplum, Ekrem Sağıroğlu, Pınar Y. s. 67-71

                        19- Kur'an'da İman Pskilolojisi, Abdurrahman Kasapoğlu, Yalnızkurt Y. s. 211-219

                        20- Kur'an'da Karakter Eğitimi, Mûsâ Kâzım Gülçür, Işık Y. s. 26-28

                        21- İlâhi Kanunların Hikmetleri (Sünnetullah), Abdülkerim Zeydan, İhtar Y. s. 146-174

                        22- Kur'an'da Toplumsal Çöküş, Ejder Okumuş, İnsan Y. s. 177-180

                        23- Kur'an'da Dinî ve Ahlâkî Kavramlar, Toshihiko İzutsu, Pınar Y. s. 221-230

                        24- Dinde Ölçülü Olmak, Abdurrahman b. El-Luveyhık, Kayıhan Y. s. 433-489

                        25- Kur'an'la Birlikte Düşünmek, İsmail Kazdal, Birleşik Y. s. 91-99

                        26- Kur’an’da Zulüm Kavramı, Ahmet Şişman, Beyan Y.

                        27- Zulüm, Mehmed Zahit Kotku, Seha Neşriyat

                        28- Vahye Göre Büyük Zulüm, M. Said Çekmegil, Nabi-Nida Y.

                        29- Kur’an’a Göre Zulüm Açısından Allah ve İnsan, İsmail Karagöz, Çelik Y.

                        30- Kanunların Zulmü, Oğuz Özbek, Doğan Güneş Y.

                        31- İslâm ve Yürürlükteki Kanunlar, Abdülkadir Udeh, İİFSO Y.

                        32- Zulme Boyun Eğmeyenler, Burhan Bozgeyik, Erhan Y.

                        33- Zulme Karşı Direniş, Mustafa Ramazanoğlu, Şahsî Y.

                        34- Zulmü Alkışlayamam, Yener Karadeniz, Gonca Y.

                        35- Zâlimler İçin Yaşasın Cehennem, Zekeriya Usluer, Anahtar Y.

                        36- Peygamberimiz’e ve Ashabına Yapılan İşkenceler, Asım Uysal, Uysal Kitabevi Y.

                        37- Tarih Boyunca Büyük Mazlumlar, Necip Fazıl Kısakürek, Büyük Doğu Y.

                        38- Zâlim Yahudi, Yusuf Yılmaz, Risale Y.

                        39- Devrimler Cinayeti, Burhan Bozgeyik, İttihad Y.

                        40- İnkılâb Kurbanları, Hüseyin Yılmaz, Timaş Y.

                        41- Kara Kitap, Eşref Edip, Abdullah Işıklar Kitabevi Y.

                        42- Son Devrin Din Mazlumları, NecipFazıl Kısakürek, Büyük Doğu Y.

                        43- Yakın Tarihin Din Mazlumları, Mustafa Necati Bursalı, Vural Y.  

                        44- Batının İslâm’la Kavgası, Asaf Hüseyin, Pınar Y.

                        45- Vahşi Batı, Sedat Cereci, Şule Y.

                        46- İslâm Dünyasını Saran Ateş Çemberi, Burhan Bozgeyik, Erhan Y.

                        47- İslâm’da Adâlet Kavramı, Macid Hadduri, Yöneliş Y.

                        48- Adl-i İlâhî, Murteza Mutahhari, İşaret Y.

                            49- Duygu Eğitimi, Yaşar Fersahoğlu, Marifet Y. s. 97-106

                        50- Zulüm Kavramı, Vahdettin Işık, Haksöz 70 (Ocak 97), s. 44-45

                        51- Büruc Suresi ve İşkence, Cengiz Duman, Haksöz 41-42 (Ağustos-Eylül 94) s. 66-68

                         52- Yeryüzünde İlâhî Adâleti Uygulama Görevi Mü’minlerindir, Fevzi Zülaloğlu, Haksöz 71 (Şubat, 97

 

 

 

 

İ S T İ K B Â R - M Ü S T E K B İ R

 

  • İstikbâr; Anlam ve Mâhiyeti
  • Istikbâr Duygusu
  • Müstekbir
  • Müstekbirlerin İlki İblistir
  • Müstekbir Tipler
  • Müstaz’af
  • Müstekbir ve Müstaz’af Ilişkisi
  • Müstaz’af İnsan Grupları
  • Müstekbirliğin Sonucu: Dünyevî ve Uhrevî Azap
  • İstikbârın Sembol Tipleri (Müstekbirlerin Duayenleri)
  • İstikbâra Kapılmayanlar: Melekler, İnsan Dışındaki Canlılar ve Mü’minler

 

 

 

 İstikbâr; Anlam ve Mâhiyeti

 

"İstikbâr", kibir, kökünden türeyen bir kavramdır. ‘İstikbâr’ sözlükte büyüklenme, kendini büyük görme, böbürlenme, insanları küçük görme anlamlarına gelir. Kavram olarak istikbar; Allah’a karşı kendini yeterli görerek isyan etme; Allah’ın hâkimiyetini reddetme, insanlara karşı kibirlenerek onlar üzerinde zorla egemenlik kurma anlayışıdır. Bir başka deyişle ‘istikbar’; kendini büyük görerek inatçı bir şekilde hakk’ı kabul etmekten çekinmektir. Kur'an-ı Kerim'de isim ve fiil halinde 48 yerde geçer. Karşıtı olan istiz'âf ve müstaz'af kelimeleri ise 13 yerde geçmektedir.

        

Kibir, tekebbür ve istikbar birbirine yakın anlamlara sahiptir. Bu kelimeler,  ‘büyük olma’ anlamına gelen ‘kebüra’ kökünden türemiştir. Aynı kökten türeyen bütün kelimelerde büyüklük veya büyüklenme ile ilgili anlamlar vardır.

Kebir: Büyük,

Kebîra: Büyük şey, çoğulu ‘kebâir’,

Ekber: Daha büyük, en büyük,

Tekbîr, Allahu Ekber/Allah en büyüktür demek,

Kibriyâ: Büyüklük, yücelik, ululuk; ki yalnızca Allah’a isnad edilir, Allah’tan başka hiç kimseye bu sıfat verilemez,

Tekebbür: Büyüklenme, kibirlenme,

Mütekebbir: Kendini halkın en efdali, en üstünü sayan, kendinden başka hak tanımayan anlamındadır. Bu sıfat da yalnızca Allaha mahsustur.  Çünkü bütün faziletler O’na aittir, bütün güç ve kuvvet O’nun elindedir.

Müstekbir ise; büyüklenen, kibirlenen, kendini üstün gören demektir.  

         

İlk müstekbir, yani ilk büyüklük taslayan İblis’tir.  O, Allah’ın secde emri karşısında kibirlendi ve secde etmekten yüz çevirdi.[262]

"Bir zamanlar Biz, meleklere (ve cinlere) 'Âdem'e secde edin' dedik. İblis hâriç hepsi secde ettiler. O yüz çevirdi ve istikbârda bulundu/büyüklük tasladı, böylece kâfirlerden oldu." [263]

"Âyetlerimizi yalanlayıp, onların karşısında istikbâra/büyüklenmeye kapılanlar, işte onlar ateş halkıdır."[264]

 "Küfredenlere gelince; Âyetlerimiz size okunuyordu da, siz istikbârda bulunup (karşılarında büyüklenip yüz çevirerek) mücrim bir topluluk oldunuz, değil mi?" [265]

 

"Ne zaman canınızın istemediği şeyleri söyleyen bir rasül gelmişse ona karşı istkikbârda bulundunuz/büyüklük tasladınız." [266]

 

 

İstikbar Duygusu

‘İstikbar duygusu’, büyüklük kuruntusudur. İstikbar edenlerin hiç biri aslında büyük değillerdir. Onları büyük ve yüce yapacak bir özellikleri de yoktur. Ancak onlar, kendilerinin büyük olduğu kuruntusu içerisindedirler. Allah (c.c.) şeytana soruyor: “Sen büyüklük mü taslıyorsun (istikbar mı ediyorsun) yoksa gerçekten sen üstün olanlardan mısın?”[267] Demek ki şeytanın yücelikle bir ilgisi yok. O kendinde bir üstünlük gördü, büyüklendi ve Rabbinin emrini dinlemedi.

           Bazı insanlar ellerindeki güçlerle, dünyalıklarla veya saltanatla (devlet gücüyle) kendilerini üstün görürler. Allah karşısında kul olduklarını unuturlar da kendilerini Allah’tan müstağni sayarlar (O’na ihtiyaç duymazlar). Bunların bir kısmı, Âhirete inansa bile, yine kendilerinin kurtulacağını düşünürler. Çünkü onlar, ellerinde her çeşit güç ve imkân var zannederler. Bir kısmı da Âhireti inkâr ederler. Hayatın yalnızca bu dünya yaşantısı olduğunu kabul ederler. Sahip oldukları mal, çocuklar ve iktidarla üstünlük taslarlar. Bu dünyalık ve güçle insanlara hükmetmeye, onları kullanmaya, onları köleleştirmeye çalışırlar. İsteklerine kavuşmak için zorbalığa ve zulme başvururlar. Böylece haddi aşarak bağy (azgınlık) ederler. Arzularını gerçekleştirmek yolunda hiç bir yasak ve günah tanımazlar. İşlerine ve hayatlarına kendi ‘hevâ’larına göre yön vererek ilâhlığa soyunurlar. İnsanları yönlendirmek ve kullanmak isteyerek Rabliğe yeltenirler.

Böyle kimselere Allah’ın âyetleri hatırlatıldığı zaman ‘bunlar da neymiş’ der, alay eder ve aldırmazlar. Peygamberleri ve onların yolunu izleyenleri dinlemezler. Allah’ın huzurunda secde yapmayı kibirlerine yediremezler, ibâdet onların nefislerine çok ağır gelir. Allah’ın hükümleri ve ilkeleri karşısında çok inatçıdırlar. Onlar aslında hem hasta ruhlu insanlardır, hem de zayıf karakterlidirler. Ancak zayıflıklarını haksız yere kibirlenerek kapatmaya çalışırlar.

Allah’ın âyetlerine karşı çıkışın temelinde yatan sebep gerçekten ‘istikbar’ duygusudur. Aynı duygu; Allah önünde ibâdet etmekten de hoşlanmaz. Diğer insanları küçümsemek, onlara tepeden bakmak, onlardan tiksinmek, onlara hakeret etmek ve onları çeşitli tuzaklarla kullanmak niyetinin arkasında da istikbar anlayışı vardır.

           Yeryüzünde zulme sebep olan, orasını ifsâd eden ve zayıfları ezen kimseler de yine bu istikbar duygusuna sahip olanlar ve bu yüzden taşkınlık yapanlardır.[268] Iktikbar sahibi müstekbirler, insanlara karşı ‘bağy’ işlerler. Onlara karşı böbürlenip haksızlıkta bulunurlar, onlara hükmetmeye kalkışırlar. İstikbar sahiplerinin tipik özelliklerinden biri de kendi ‘hevâ’larına uymalarıdır. Onlar, kendilerini güçlü ve üstün gördükleri için ilâhî yasaları tanımazlar ve akıllarına estiği gibi hareket ederler. İnsanlara kötülük yapmak için başvurulan çeşitli hile ve kurnazlıkların arkasında istikbâr vardır.[269] Yeryüzünü zulüm ve kahırla dolduran ve kitleleri ezen ordular da istikbâr ordularıdır.[270]

İstikbar duygusu/müstekbirlik, inkârcıların özelliğidir.[271] Dünyada Allah’a ve O’nun âyetlerine karşı istikbar edenler için alçaltıcı bir azap vardır.[272] Allah’ın âyetlerine karşı istikbar edenlere göğün kapıları açılmayacak, onlar deve iğnenin deliğinden geçinceye kadar Cennet’e giremeyecektir. Onlar için Cehennem’de ateşten yataklar hazırlanmıştır.[273] Allah’a karşı ibâdet etmeye istikbar duygusu yüzünden yanaşmayanların sonları da cehennem olacaktır. [274]

           Kullara yakışan, Rablerinin huzurunda ‘kul’ olarak haddini bilmek, bulunduğu konumu doğru tesbit etmektir. Allah’ı tek rab olarak bilip verdiği nimetlere şükretmektir. Güçsüz, zayıf, yaşamak için başkasına muhtaç ve nihâyet ölümlü olan insanın kibirlenmeye, iblis gibi Allah’a isyan edip karşı gelmeye hakkı yoktur. İstikbar edenler büyük bir haksızlık içerisindedirler. Bu nedenle Allah (c.c.) kesinlikle istikbar edenleri sevmez. [275]

           Peygamber (s.a.s.) şöyle buyuruyor: “Şüphesiz Allah (c.c.) şöyle diyor: ‘Büyüklük (kibriya) elbisem, azamet (ululuk) da gömleğim (gibidir). Kim bu iki şeyde benimle yarışırsa onu Cehennem’e atarım’.” [276]

           Kur’an-ı Kerim’de istikbarın tipik örneği Firavun’dur. O kendini büyük, güçlü ve yıkılmaz saltanat sahibi görerek ilâhlığa kalkıştı, Hz. Musa’nın davetinden yüz çevirdi. Hz. Musa’nın çağrısına uyarak Allah’ın önünde secde etmeyi gururuna yediremedi. Allah’ın hükmüne uymaya tenezzül etmedi.

           Günümüzde büyüklük taslamanın (istikbârın) yansımalarını her yerde görmek mümkün. Zenginler, makam sahipleri, koca koca şirketleri ve fabrikaları olanlar, sistemler, devlet düzenleri, uluslararası kuruluşlar, devlet yöneticileri, sultanlar, krallar, şöhrete ulaşanlar ve daha niceleri ‘istikbar’ ediyorlar.  Allah’a ve O’nun koyduğu ölçülere karşı çirkin bir başkaldırı ve büyüklük duygusu içerisinde kendilerine ve diğer insanlara zulmediyorlar.[277]

                                   

 

Müstekbir

Yeryüzünde haksız yere istikbar edenlere (büyüklük taslayanlara) müstekbir adı verilir. Bunlar, kendilerinde bir üstünlük olmadığı halde büyüklük duygusuna kapılıp, doğru yoldan çıkan kimselerdir. Zayıf karakterlidirler, ama bu yönlerini insanlara karşı böbürlenerek gidermeye çalışırlar.

           Esasen Allah ‘ekber/en büyük’ olduğu için büyüklük hakkı da O’nundur. ‘Kibriyâ/büyüklük’ sıfatına sahip olan sadece O’dur.[278] Ancak, bazı insanlar bu gerçeği görmek istemezler. Ellerinde dünya malı, biraz güç ve kuvvet vardır, belki de iktidar makamındadırlar. Onlar, bu tür şeylere aldanarak büyüklük duygusuna düşerler. ‘Biz her şeye sahibiz’ anlayışı taşırlar. Sahip oldukları şeylerin kendilerine yettiğini, Allah’a muhtaç olmadıklarını, her şeye güç yetirebileceklerini varsayarlar. Bu duygular yüzünden yeryüzünde haddi aşarlar, başkalarına hükmetmeye ve onları kullanmaya yeltenirler. Kimileri ilâhlığa soyunur, rablik taslamaya başlar. Bu, şüphesiz azgınlığın son noktasıdır.

           Müstekbirler, zayıf bırakılmışları (müstaz’af olanları) sömürürler. Onların boyun eğmişlikleri üzerine iktidarlarını sürdürürler. Onların emeği ve kanı üzerine saraylar yaparlar. Onların hizmetleri ve kölelikleri sayesinde eğlence, zevk ve sefa içinde ömür sürerler. Müstekbirler; zor kullanarak, zulmederek, hile ve tuzaklarla insanlara üstünlük sağlarlar.

Kur’an’da ilginç bir örnek anlatılmaktadır:“Gökte olanlar, yerde olan yürüyenlerden bir kısmı ve melekler Allah’a secde ederler. Onlar asla istikbar etmezler (büyüklük taslamazlar).”[279] Hâlbuki müstekbirler, Allah’ın âyetlerine karşı kibirlenirler ve onları yalanlarlar.[280] İçlerinde sakladıkları büyüklenme hastalığı yüzünden Allah’a kulluktan, O’na itaat etmekten yüz çevirirler.

 

 

Müstekbirlerin İlki İblistir

“Allah, ‘Ey İblis! Iki elimle yarattığıma secde etmekten seni alıkoyan nedir? İstikbarda mı bulundun (büyüklük mü taslıyorsun) yoksa gerçekten yücelerden mi oldun?’ dedi. İblis,  ‘Ben ondan daha hayırlıyım. Beni ateşten yarattın, onu çamurdan yarattın.’ dedi.” [281]

           Yeryüzünde İblis’in yolunu izleyip onun gibi büyüklenmeye kalkıp, Allah’a itaatten yüz çeviren zalimlere Allah, devamlı uyarıcılar (peygamberler) göndermiştir. Peygamberler onları Allah’a davet etmişler, tuttukları yolun yanlış olduğunu anlatmaya çalışmışlardır. Ancak peygamber olarak gönderilen kimselere ilk karşı çıkanlar halk arasında mal ve makam sahibi müstekbirler olmuşlardır. “Bir peygamber size canınızın istemediği bir şeyi getirdiği zaman istikbar etmediniz mi (büyüklük taslamadınız mı)? Kimini yalanlıyor, kimini öldürüyordunuz.” [282]

           Bu müstekbirler, peygamberlerin davetlerini, ellerindeki malları ve makamları koruma için reddediyorlardı. Çünkü sahip oldukları konum, onlara insanları sömürme, onlara hâkim olma imkânını veriyordu. Müstekbirler, Peygamberlerin davetine her yola başvurarak karşı koymaya çalışırlar. Gelen peygamberi ve onun davetini yalanlarlar, peygamberi kendi memleketinden sürerler, kimilerini de öldürmeye kalkışırlar.

           İslâmî dâvet, insanlar arasında haksız sınıflaşmayı, sömürüyü, soy sop veya mal ve makam üstünlüğünü, zulmü ve baskıyı yasaklıyor. Adâleti ve insanlar arasında eşitliği getiriyor. Üstünlüğün takvada ve diğer insanlara iyilik yapmada olduğunu bildiriyor. Fakat müstekbirlere göre kendileri ya mal, ya makam, ya güç, ya da soy bakımından en üstündürler. Müstekbirler, mutlak hâkimiyetin Allah’a ait olduğunu kabul etmezler. Onlar Tevhid Kelimesindeki gerçeği reddederler. “Onlara lâ ilâhe ilallah (Allah’tan başka tanrı yoktur)’ denildiğinde şüphesiz istikbar ederler (büyüklük taslarlar).” [283]

           Onlar, insanları ezmek için her yolu caiz görürler. Emirleri altına aldıkları insanları zayıf bırakırlar (müstaz’af yaparlar) ve onları istedikleri gibi yönlendirirler[284]. Onlar, kendilerinde olan güzel özelliklerden dolayı değil; ellerindeki makam, mal, güç gibi dünyalıklar yüzünden insanlardan üstün oldukları anlayışındadırlar[285]. Onlar, kendi otoritelerine, düzenlerine ve fikirlerine karşı gelen hiç bir kimseden hoşlanmazlar. Kendi düzenlerini yıkacak her çabayı yok etmek için uğraşırlar. Onlar, Allah’ın peygamberlerle gönderdiği dine inanmamak için her türlü bahaneyi bulurlar, imanı ve iman edenleri küçümserler. [286]

Müstekbirlik; zulüm, bağy ve tuğyan sonunda ortaya çıkan bir vahşettir. Her müstekbir, haksız yere kibirlenen, gururlanan ve insanlar üzerinde kayıtsız şartsız hüküm sürmek isteyen isyankârdır. “Yeryüzünde haksız yere kibirlenenleri/müstekbirleşenleri, âyetlerimi anlamaktan çevireceğim.”[287] Müstekbirlik, Allah’a ait olan bir yetkiyi ve hakkı kendi kudreti ve iradesi altına almak niyetini hayatına ve davranışlarına dayanak kıldığından ilâhlık dâvâsına kalkışmak demektir. İster bunu açıktan açığa söylesin, isterse söylemesin, istikbâr ilâhlık iddiası demektir. Müstekbirlerin amacı, Allah’ın yerine kendilerinin insanların hayatına hükmetmesidir. Müstekbir bu gayesini gerçekleştirmek için, insan neslini, bitkileri ve hayvanları tüketecek kadar fesadını yaygınlaştırabilir.[288]

Her müstekbir, hem kâfir ve hem de zâlimdir. Şeytan, kibirlendi ve kâfir oldu. Ancak kâfirlikten önce müstekbir oldu.[289] Kâfirliğin yolu istikbârdan geçmektedir. Allah’a karşı baş kaldıran ve Allah’ın kanunlarını beğenmeyen herkes müstekbirdir. [290]          

Müstekbirler insanlar arasında sayıca azdırlar. Ancak dünyaya aşırı bağlıkları nedeniyle, Allah’tan çok kendilerinden korkan zayıf, güdülmeye hazır, tepkisiz yığınların boyun eğişlerinden yararlanırlar. Müstekbirler tarafından çeşitli oyunlarla, baskı ve tuzaklarla sindirilen geniş halk kitlelerindeki bu korku, istikbar edenlerin ekmeğine yağ sürmektedir. Köleliği ve sürünmeyi kader bilen kimseler, başlarına kim gelirse gelsin, ne olursa olsun ses çıkarmazlar. Bulabildikleri küçük dünyalıklar onların sesini kısmaya yeter.

İslâm,  bu müstekbir mantığını ve ahlâkını tanıyıp ona düşmemeyi tavsiye ediyor. Ayrıca, yeryüzünde haksız yere istikbar edip insanları sömüren, onlara baskı uygulayan ve haklarını ellerinden alan müstekbirlere karşı durmayı da öğütlüyor. Bu karşı koyuş ‘Allah adının büyüklüğü- Allahü ekber’ ve Tevhid kelimesindeki şuur ile olabilir.

 

 

 

Müstekbir Tipler

           Kur’an, hayalî insan tipleri çizmiyor.  Müstekbirler soyut varlıklar değillerdir. Onların bir kısmı tarihte yaşamış, bugün de yeryüzünün her tarafında olabilecek kimselerdir. Müstekbir kafa yapısına ve tavrına sahip sayısız örneği çevrenizde görebilirsiniz. Zenginliğin ve makamların şımarttığı niceleri vardır ki; hem başkalarına zorla tahakküm ederler, hem toplumun huzurunu bozarlar, hem de kendilerini ağırdan satarlar.  Herkesin kendi emirleri altında, bütün geçim kaynaklarının kendi kontrollerinde olmasını isterler.

           Fertler müstekbir olduğu gibi, düzenler, kavimler, meclisler de müstekbir olabilir. İslâm’ın dışındaki bütün sistemler müstekbir kabul edilir. “Kim Allah’ın indirdiği ile hükmetmezse onlar zâlimlerin ta kendileridir.”[291] Her beşerî ideoloji, Allah’a baş kaldırıp Allan’ın hüküm ve kanunlarını beğenmeme sonucunda ortaya çıkmıştır. Bunun için komünizm, sosyalizm, kapitalizm ve diğer izmler müstekbirdir.

Bugün bazı ülkelerde yürürlükte olan zulüm düzenleri tipik ‘istkbar’ örneğidir. Zengin ülkelerin kendi aralarında kurdukları birlikler, ürettikleri politikalar dünyayı daha iyi kontrol altında tutma, daha iyi sömürme amacına yönelik değil midir? Birçok uluslararası teşkilat ne işe yaramaktadır? Bu teşkilatlar zulme uğrayanlara yardım etmeyi beceremezken, karar almak üzere bir araya gelemezken; çıkarları söz konusu olunca dünyayı nasıl da ayağa kaldırıyorlar?  ABD’nin ve pek çok batılı ülkenin bu anlamda müstekbir olduğu açıktır.

Bazı ülkelerdeki diktatörlerin, sulta ve despot yönetimlerin kendi halklarına ve ilâhî vahye karşı tutumları; müstekbirlerin karakterlerini göstermektedir. Onlar, kendi saltanatları ve çıkarları için zulümden ve baskı yapmaktan geri durmazlar. Kendi menfaatleri uğruna halklarının haklarına tecavüz ederler. Iktidarlarını sürdürebilmek için her yola başvururlar. Allah’ın insanlar için koyduğu ölçülere kulak asmazlar.

           Bütün müstekbirler, Allah’a itaat etmekten, O’nun önünde boyun eğmekten yüz çevirirler. Allah’ın hükümlerini ve âyetlerini dikkate almazlar. Çünkü kendilerini güçlü görürler, büyüklük taslarlar.[292] 

Kur'an'da şeytanın ve kâfirin önemli bir özelliği olarak anlatılan istikbâr/büyüklük taslamak, çeşitli şekillerde tezâhür edebilir. Bir kişinin ya da grubun, toplumun diğer birey ve kesimlerine karşı kibirlenip gurura kapılmaları ve onlarla ilişkilerini kendi büyüklükleri temelinde sürdürmek istemeleri şeklinde olduğu gibi, toplumun büyük bir kısmının, azınlığa karşı veya Kur'an'da belirtildiği şekliyle peygambere ve müslümanlara karşı büyüklük taslaması ve onları küçük görmeleri şeklinde de tezâhür edebilir. Bir başka büyüklenme biçimi ise, bir toplumun veya devletin, başka bir topluma üstten bakması, kendini efendi, öbürünü hizmetçi görmesidir. Bütün bu özellikler, istikbâr kapsamındadır. Tarih boyunca olduğu gibi, bugün de birçok toplumda her üç istikbâr türünü görmek mümkündür.

İstikbâr psikolojisinde aşırı önyargılılık, tarafgirlik, bencillik, bağnazlık, yeni görüşlere açık olmamak gibi özellikler bulunur. Dolayısıyla, büyüklenen insanın ayırıcı özelliği, onun objektif görüşten uzak durmasıdır. Bu uzaklığın nedeni, kibir ve gururdur. Bu psikolojiyle inanmadıkları içindir ki, Kur'an, kâfirleri müstekbir olarak adlandırmakta[293] ve küfrün kaynağının büyüklenmek olduğunu belirtmektedir.

İstikbâr ve müstekbirin olduğu toplumlarda bir ezenle bir ezilenin olması, yani ezen/sömüren ve ezilen/sömürülen şeklinde iki sınıfın oluşması kaçınılmazdır. Nitekim Kur'an, müstekbirlerden söz ettiğinde, karşıtı olarak müstaz'aflardan da söz eder. Âyetlerde ele alınış biçimiyle Allah'ın kendilerine verdiği nimetleri, güç, yetenek ve becerileri kendilerinden sayarak başka insanların boyunlarına binen müstekbirlerin diğer insanlara karşı davranışlarına istiz'af (zayıf görme), zayıf görülen insanlara da müstaz'af denmektedir. [294]

Müstekbirler, toplumun zayıf kimselerini ezer, zayıf olmayan kitleleri zayıf bırakmak için onlara ekonomik ve siyasî baskı yaparlar.[295] Peygamberlerin dâvetleri onların kaçışlarını arttırırken[296], müttakîler ve mü’min müstaz’afların imanını arttırmıştır. Müstekbirler, rasüllerin tehditlerini ve uyarmalarını alayla dinlerler[297] ve peygamberlere (ve mü’minlere) “ya dinimize girersiniz, ya da sizi şehirden çıkarırız” derler.[298] Onlar için verilen her ikaz, kendileri için eğlencedir[299]. Dâvete kulaklarını tıkar, hiçbir şey duymamış gibi davranırlar. Küfür örtüleri hidâyete ulaşmaları için engel teşkil eder.

Allah’ın azabına aldırış etmeyen bu sömürgen kimselerin yanılgısı, aslında gücü olmayan şeytanın emrini dinlemeleridir.[300] Mücadele saflarında şeytanın tarafını tutması, kendisinin zayıf olduğunun en açık alâmeti iken, mal ve evlât çokluğuyla övünmesi[301], müstekbirlerin paranoyak kimseler olduğunu da düşündürüyor. Onlar hastadırlar, zayıftırlar. Çünkü halkın tevhîdî bilince ulaşmasından korkmaları ve bunun da kendilerinin sonu olduğunu bilmeleri, müstekbirleri gece gündüz hile ve desise kurmaya yöneltmiş ve insanların Allah’a şirk koşmalarını emretmeye başlamışlardır.

Kur’an, müstekbirlerin karakter yapılarını anlatmaktadır ki, her dönemde ve her coğrafyada yaşayan insanlar, mücadelelerinde bir konum belirlesin ve karşılaştıkları sorunları çözebilsin. Kur’an’da anlatılan müstekbir ifadesi, eski dönemlere ait tarihsel bir olgu değil; tüm zamanlar için kullanıbilen bir ifadedir.

Bugün mazlum ve mahrum bırakılmış, ezilmiş ve sömürülmüş halklara zulmeden tâğûtî sistemlerin Kur’an’da anlatılan müstekbir portresinden ne farkı vardır? Kaldı ki, biz müstekbiri asıl bugün tanımlamakla mükellefiz. Yaşadığımız hayat şartlarını tüm acımasızlığıyla ağırlaştıran, fıtratımıza uygun İslâm sisteminin kurulmaması için var gücüyle çalışan, Allah’ın diniyle alay eden düzen ve işbirlikçileri, Kur’anî ifadeyle müstekbirlerden başka bir şey değildir.

Rasüllerin mirasçısı olan mü’minleri sevmemek, onlarla alay edip onları ezmeye ve sömürmeye çalışmak, müstekbir olmanın en açık ifadesidir. Vesvesesini şeytandan alan, halkın üzerinde görünmez bir baskı oluşturan ve gece gündüz kurduğu desiselerle insanları rablerine karşı isyana ve küfre çağıran medya, müstekbirlerin Kur’an’da ifadesini bulan mü’minlerle alay etme misyonunu eksiksiz yerine getiriyor. [302]

                       

 

Müstaz’af

‘Müstaz’af’, ‘za’af’ kökünden türemiştir. ‘Za’af’, kuvvetli olmanın zıddıdır, zayıf oldu demektir. Za’af sahibi kimseye, yani kuvvetli olmayana ‘za’if’ denilir ki, Türkçede ‘zayıf’ şeklinde söylenmektedir. ‘Za’af’, bedende, nefiste, akılda, düşüncede, bir şeyin nitelik ve niceliğinde olabilir. Kişinin bulunduğu statüde, bilgi ve görüşlerde de olabilir. ‘Müstaz’af’, ‘istaz’afe’ fiilinin fail ismidir. ‘Istiz’af’ sözlükte, zayıf görmek, zayıf bırakmak, zayıf bir hale getirmek, zillete düşürmek (aşağılamak) demektir.

Allah’ın kendilerine verdiği nimetlerle şımaran, kibirlenip ‘müstekbir’ olanlar, bazı insanların boyunlarına binerek onlara karşı zalimce davranırlar, onları aşağı görürler. Onlara hükmedebilmek için onları zayıflatmanın yollarını ararlar. Işte müstekbirler tarafından aşağı görülüp, sömürülmek üzere zayıf bırakılmış kimselere ‘müstaz’af’ denilmektedir.

           

 

 Müstekbir ve Müstaz’af Ilişkisi

 Müstaz’af’ı iyi tanımak için ‘müstekbir’leri iyi bilmek gerekir. Çünkü bu iki kavramın kullanılış yerleri ve durumları birbiriyle ilgilidir. Allah’tan gelen vahyin ve bu vahyi tebliğ eden peygamberlerin karşısına hep ‘müstekbir’ tipli insanlar çıkmışlardır. Onlar, Allah’ın peygamberlerinin davetine uyan müstaz’afları aşağı gördüler, onlara zulmettiler ve girdikleri yoldan çevirmeye çalıştılar. Kur’an, İlâhî davete uyanlar ile, ona karşı çıkanları ‘müstaz’af-müstekbir’ bağlamında değerlendiriyor. Allah (c.c.), kendi davetine uyup kendi doğru yoluna giren ve asla müstekbirlere boyun eğmeyen müstaz’afların yanında yer alıyor. Onları yeryüzüne ‘halife’ (imam) yapmakla müjdeliyor. [303]

İslâm’ın ilk dönemlerinde Mekke’de, Hz. Muhammed’in (s.a.s.) dâvetine uymaktan başka suçu olmayan fakir ve güçsüz müslümanlar, Kur’an’da haber verilen bu müstaz’afların örneklerindendir. Onlar, o günün müstekbirleri olan Mekke devletinin ileri gelenleri tarafından zulme uğruyorlar, işkenceye tabi tutuluyorlar, horlanıp aşağılanıyorlardı. Mekke'li müşrikler, onlara karşı kibirleniyorlar, gücün ve iktidarın kendilerinde olduğunu hesaba katarak, emirleri altındaki insanların neye inanacaklarına dahi karışıyorlar, kendi dinlerinden veya ideolojilerinden çıkanlara zulmedip baskı uyguluyorlardı.

            İslâm toplumu dışındaki bütün cahilî toplumlarda, baskı uyguluyanlar ile baskı uygulananlar, yani kendilerini her bakımdan üstün sayanlar ile, onların halk dediği zayıf bırakılmışlar bulunur. Modern toplumlarda bunu farklı bir biçimde görmekteyiz. Modern toplumlarda zenginler ve fakirler sınıfı, yönetilenler ile yönetenler sınıfı, yüksek tabaka ile, alt ve orta tabaka grupları bulunmaktadır. Kendilerini biraz yukarı statüde görenler, Kur’an’ın anlattığı ‘istikbar’ sınıfına girerler.

           Câhiliye toplumlarında güç ve imkânları ellerinde tutanlar diğerlerine karşı üstünlük sağlamaya, onları etkileri altına almaya çalışırlar. Bu güçlüler zamanla ‘istikbar’ ederler ve insanı gütmek, sömürmek, kullanmak veya istedikleri gibi yönetmek için onları ‘müstaz’af’ hale getirirler. Müstaz’aflar, müstekbirler tarafından kahır altında tutulan, hor ve zelil yapılan, zayıf bırakılan kimselerdir. Bu zayıf bırakmanın en önemli sebebi müstekbirlerdeki haksız kibir ile, insanları istedikleri gibi yönetme arzularıdır. [304]

Dünyanın günümüzdeki yapısı içerisinde, zayıf bırakılmış mustaz’af kitlelerin, kendilerini ezen zorbalara karşı mücadelesi, ancak müstaz’af halkın tevhîdî bilince sahip olmalarıyla mümkün olacaktır. Hak ve bâtılı birbirinden ayıramayan müstaz’aflar, müstekbirlerin hilelerine kurban gidecek[305] ve böylesi müstaz’afların Allah’ın huzurunda şikâyetleri de bir anlam ifade etmeyecektir. [306] 

Kur’an’da bize anlatılan müstaz’af–müstekbir mücadelesinin şartlarını bilmemek, bizi bu mücadelede amellerimizi bâtılın pisliğinden uzak tutacak ve amellerimize bâtılın karışmasını önleyecek bir bilinçten mahrum bırakacaktır. Rabbimiz, kitabında nebevî mücadelenin nasıl olması gerektiğini boşuna anlatmamış, bilâkis onları okuyalım, üzerlerinde düşünelim ve günümüz mücadelesine ışık tutalım[307] istemiştir. Tâğûtî sistemleri ayakta tutan kimseler, güçsüzlüklerinden şikâyet eden[308] zâlim müstaz’aflardır.[309] Müstaz’af olan ve fakat müstaz’af olduğunun bilincinde olmayan, müstekbirlerin peşine takılmış, onlardan medet uman[310]  kitlelerin dünyada ve âhirette karşılaşacakları çetin azabı hatırlatmak, üzerimize düşen sorumluluktur.

Tâğutun en örgütlü biçimi olan İslâm dışı düzenler, tüm kurum ve kuruluşları ile, ordusu, bankası, medyası ve tüm işbirlikçileriyle mü’minlere saldırmakta ve onları çeliştili hile ve desiselerle güçsüz bırakmak istemektedir. Güçsüz bırakılan halkların ve baskı uygulanan insanların tevhîdî mücadele içerisinde var olan safı ise, inkılâpçı-ıslahatçı müstaz’afların yanıdır.

 

Zâlimlere başkaldırıp inkılâpçı bir tavır takınması mümkün olmayan zavallı kadın, çocuk ve ihtiyarları ve aklî kapasitesi düşük olanları, Kur’an, “zavallı müstaz’aflar” olarak bize sunmaktadır. [311]     

Bugün yeryüzünün birçok yerinde katledilen, savaşacak silâh ve güce sahip olamamış, duâ etmekten, yardımcı istemekten[312] başka çaresi olmayan insanlar, zulme başkaldıramadıklarından mâzurdurlar. Onların bu feryadlarını görmezlikten gelmek, “yeni dünya düzeni” müstekbirlerinin ve işbirlikçilerinin müstekbir olmalarından kaynaklanmaktadır. Fakat eli silâh tutan ve yardım gücü yerinde olan, başkaldırma gücüne sahip insanların ve düzenlerin ilgisizliği ise, müstekbirlerin zulmüne ortak olmak demektir.

Müstekbirleri uyarmaktan korkan, zâlimlere itaati fitne ve fesad çıkmasın diye sürdüren, zulümlere baş eğmeyi sabır diye tahayyül eden, görevlerini ve özellikle emr-i bil ma’ruf ve nehy-i anil münkeri terkeden, güçleri varken başkaldırmayan insanlar ise zâlimdirler. Aslında kendileri de müstaz’af oldukları halde, müstekbirlerle işbirliği yapmaktan çekinmediklerinden dolayı Allah bu gibileri zâlim müstaz’aflar diye nitelemektedir. Zâlim müstaz’aflar, istikbâr düzenini ayakta tutanlardır. Firavun, kendisinden ve mele’sinden güçlü binlerce köleyi ve halk kitlesini nasıl idare etmektedir. Onlara piramit adı verilen ve bir mezardan/anıtkabirden başka bir şey olmayan dağları nasıl kurdurmaktadır?

Firavun, onların bilinçlerini dondurmuş, büyüsüyle (medyasıyla) onları uyuşturmuştur. Halkın dinî hassasiyetlerine cevap verecek bir kurum oluşturmuş (Bel’am) ve bu kurum, Allah’ın kitabından konuşuyormuş gibi hareket ederek insanların başkaldırı ve eleştiri hakkını da elinden almıştır. Düzen; vahyi bir kenara atıp nefsini yücelten, âhireti değil; dünyayı ön plânda tutan, şeytana uyan ve aynı zamanda Allah’a yönelen insanları saptıran, işi gücü tâğutlara itaat edilmesi gerektiğini yineleyen bezirgân tipli din adamını/Bel’am’ı yetiştirdimi artık kitleleri uyuşturup saptırması çok basit olmaktadır.

Tâğûtî istikbârın oluşturduğu düzenin bu noktasından sonra, tüm kitlelerle “itaat” için uğraşmasına gerek kalmamıştır artık. Kitleleri düşünmekten ve zulmü görmelerini engellemekten sorumlu medya (sihirbazlar), kitlelerin fıtratlarına yönelişlerini çarçur edip saptırmaktan sorumlu, “uyarsan da uyarmasan da dilini sarkıtıp soluyan köpek”[313] gibi şeytana tâbi olan Bel’amlar, kitlelerin ekonomik işlerle ve dünya malıyla oyalanmalarını sağlayan Karun’lar, tâğûtî düzenin devamını sağlamakta, kitlelerin her alandaki fıtrata yönelişlerini saptıran müstekbirler artık müstaz’afları; devleti ve vatanı korumaya çağırırken Allah ve Rasülüne değil; şeytana uymayı, Allah’a nankör davranmayı emrederler. Şeytanın zulmünün ve işbirlikçilerinin aslında hiçbir gücü yoktur. Onları güçlü kılan, apaçık bir şekilde, zulme rızâ gösteren müstaz’af, fakat zâlim kimselerdir.  

Ülü’l-emr kavramını fesâda uğratmış ve zulüm ve istikbârlarını ülü’l-emr diye müstaz’af insanlara sunmuş müstekbirlere itaati bir görev sayan kimsenin Allah’ın huzuruna çıktığında “emîrlerimize ve büyüklerimize uyduk, onlar da bizi yoldan saptırdılar.”[314] demekten başka ileri süreceği hiçbir mâzereti yoktur. Zâlim müstazâflar bu halleriyle ezildiklerinin bile farkına varamamışlardır. Kolektif bilinçlerini üç beş mutlu-putlu azınlığa terk etmiş ve onları denetleme imkânını dahi elde edememiş insanlar, âhirette Rablerine şikâyetlerini arzederken neye uğradıklarını şaşırmış görüntüsü vereceklerdir. [315]

                                                              

 

Müstaz’af  İnsan Grupları

Kur’an-ı Kerim, müstaz’afları, içindeki bulundukları duruma, müstekbirler karşısındaki tutumlarına göre üç gruba ayırmaktadır:

           Birinci grupta olanlar, uzun zaman boyunca vahiy’den uzak kalarak müstekbirlerin yönetimi altına düşenlerdir. Bunlar müstekbirler tarafından aşağılanmış ve zulme uğramışlardır. Eğer Allah’tan bir davet gelirse bunlar, o davete hemen uyarlar, müstekbirlere karşı gelirler. Bu gibi müstaz’aflar, samimi bir şekilde müslüman olurlar, zalimlerin baskı ve işkencelerine rağmen dinlerini terketmezler. Güç, mal ve toplumsal statü açısından ileri bir seviyede olmadıkları için, müstekbirler onlara hep baskı yapmak, onları istedikleri gibi yönetmek arzusundadırlar. Ama onlar peygamberleri dinlerler, müstekbirlerin alay, kınama ve işkencelerine aldırmazlar. Kur’an, böylesine müstaz’af olanlara yeryüzünün önderliğini haber veriyor: “Muhakkak ki Firavun yeryüzünde kibirlendi ve halkını bölük bölük (grup grup, parça parça) yaptı, onlardan bir grubu ‘müstaz’af’/güçsüz görüyor, bunların oğullarını boğazlıyor, kadınlarını sağ bırakıyordu. Doğrusu o müfsitlerdendi (ifsâd edicilerden/bozgunculardandı). Biz ise diliyoruz ki, yeryüzünde ‘müstaz’aflara lutfedelim, onları imamlar (önderler) yapalım ve (yeryüzüne) vârisler kılalım.” [316]

           İkinci grup müstaz’aflar, korku, dünyalık çıkarlar, Allah’ın sözüne güvenmeme veya başka za’aflar sebebiyle müstekbirlerin yaptıklarına karşı çıkmazlar. Onların yaptıkları fesatlara ve kibirlenmelere razı olurlar. Müstekbirlerin kuyruğuna takılırlar. Müstekbirler onları hor görmelerine rağmen, onların peşinden ayrılmazlar, seslerini çıkarmazlar. Kur’an, onların âhirette suçu birbirlerinin üzerine nasıl atacaklarını anlatıyor.[317]“Melekler kendi nefislerine zulmedenlerin hayatına son verecekleri zaman, derler ki: ‘Ne ile meşguldünüz?’ Onlar: ‘Biz, yeryüzünde zayıf bırakılmış (müstaz’af) kimselerdik’ derler. (Melekler de) ‘Oradan hicret etmeniz için Allah’ın arzı (yeryüzü) geniş değil miydi?’ derler. Işte onların barınma yerleri cehennemdir. Ne kötü yataktır o.” [318]

Âyetler, güçleri olduğu halde müstaz’aflığa râzı olan, pısırık ve zillete boyun eğenleri tehdit ediyor. Onların arkadaşları (velileri), peşlerinden gittikleri müstekbirlerdir. Müstekbirlerden kurtulmak ve istikbâra son vermek için gerekeni yapmayanlar, aynen müstekbirler gibidir; Onların zulmünde pay sahibidirler. Bu yüzden varacakları yer cehennemdir. Bu çeşit müstaz’aflar, yüzleri ateşte çevrildiği gün, şöyle diyecekler: “Rabbimiz! Biz, yöneticilerimize (sâdetenâ) ve büyüklerimize (küberâenâ) itaat etmiştik. Fakat onlar bizi yoldan saptırdılar. Rabbimiz, onlara iki kat azap ver. Onları büyük bir lânete uğrat.” [319]

Bu müstaz’af kitlelerin uyarılmaya, zihinlerinin âdeta şoke edilmeye ihtiyaçları vardır. Uyarılmadıkları sürece, yaşadıkları hayat tarzının mümkün olan tek hayat tarzı olduğunu düşüneceklerinden farklı bir hayat tarzı arayışına girmeleri hemen hemen mümkün olmaz. Ancak uyarıldıktan sonra, kendilerinden seçim ve tercih yapmaları beklenir. Çoğunlukla sıhhatli tercihleri olduğu da söylenemez. Uzun bir süreç boyunca alıştıkları düşünce ve davranışlar, onların zihnî ve ruhî hayatlarında uyuşturucu izler bırakmıştır. İşte böyleleri Kur’an’a göre en az müstekbirler, yani kendilerini saptıranlar ve ezenler kadar ağır bir sorumluluk altındadırlar.[320] Bu zayıf bırakılmış büyük kitle, sahip oldukları potansiyel güçleri harekete geçirmedikçe, müstekbirler baskı ve sömürülerine devam edecek, bunun da tarihsel bir kader olduğunu telkin edeceklerdir. Baskı altına alınıp güçten düşürülmüş bu müstaz’af kitle; çağın sihirli aynaları olan medya ile,  psikolojik, ahlâkî ve kültürel araçlarla uyuşturulup miskinleştirilmiştir. Eğer onlar kendi potansiyel güçlerinin farkına varsa, zaaflarını yense, günün birinde zorbaların baskı rejimlerine karşı direnmeyi göze alacaklar ve zincirlerini kıracaklardır.     

 

Üçüncü grup müstaz’aflar, hiç bir çareye gücü yetmeyen, bir çıkar yol bulamayan çocuk, kadın ve erkeklerdir. Bunları Allah’ın affetmesi umulur.[321] Allah (c.c.) böylesine ‘müstaz’af’ kalmış kimseler uğruna cihad edilmesini emrediyor:“Size ne oluyor ki, Allah yolunda ve ‘Rabbimiz, bizi halkı zalim olan şu memleketten çıkar, katından bize bir veli (dost) kıl, katından bize bir yardımcı gönder’ diyen müstaz’af erkek, kadın ve çocuklar için cihad etmiyorsunuz?” [322]

Bunlar, aslında müstekbirlerin zulmüne râzı değillerdir. Onların peşinden de gitmemektedirler. Ancak güçleri, imkânları yoktur. Hicret ve cihad edecek güçleri yoktur. Bu nedenle istikbâr edenlere karşı bir şey yapamamaktadırlar.

           

           

          Müstaz’afların bu zayıf hallerinin sebeplerinden birisi müstekbirlerin kibirleri, zulümleri ve sömürüleridir. Müstekbirler, elleri altında kullanabilecekleri zayıf insanlar yoksa, nasıl kibirlenecekler? Kimleri hükümleri altına alıp, baskı uygulayacaklar?

          Birinci gruptaki müstaz’af insanlar, bu zalim müstekbir gruba karşı mücadele etmekten asla geri durmazlar. Onlar, Allah’ın verdiği ölçülere bağlı kalarak, yeryüzünü bu zalim müstekbirlerin baskısından temizlemeye çalışırlar. Onlar, Allah’a itaat ettikleri ve müstekbirlere karşı çıktıkları için, Allah (c.c.) onları yeryüzünde insanlara önder yapar.

Müstekbir, kibirlenen ve büyüklük taslayan demek olduğundan bu vasıf kâfirlerin temel vasfıdır. Kur'an'ın ifade ettiği anlamda bir kibir müslümanda bulunamaz. Yine, hadis-i şeriflerde de kibir, küfür alâmeti olarak vurgulanır: "Şüphesiz kalbinde zerre kadar kibir olan kimse cennete giremez." Bunun üzerine ashabtan biri: "İnsan, elbisesinin ve ayakkabısının güzel olmasını ister (bu da mı kibir olur?) deyince Peygamberimiz şöyle buyurdu: "Şüphesiz Allah güzeldir, güzelliği sever; kibir, hakkı kabul etmemek ve insanları küçümsemektir."[323] Hadis-i şerifte zikredilen kibir, insanı Hakk'a düşman yapan kibirdir. O yüzden kibirlilik ve istikbâr, imanın zıddı ve karşıtıdır. Büyüklük taslamak, ubudiyetin/kulluğun hakikatine aykırıdır. Secde ile simgelenen ibâdet, tevâzuun göstergesi, secde etmemek de istikbârın yansımasıdır.[324]

Bundan dolayıdır ki, namazın, ezanın ve bayramların alâmeti ve şiarı tekbir olmuştur. İnsan, tekbirleri ile Allah'ın büyüklüğünü vurgulamakta ve büyüklük sıfatını kendisinden nefyedip uzaklaştırmaktadır. Rükû ve secdelerde de aynı tezellül ve tevâzu ifadesi vardır. Kibir ise bu yüceltmeye tamamen engel olan bir haldir. Hatta kibirli insan, kendini yücelten ve Rabbin azametini kabul etmeyen insandır ki, bu da ancak küfrün sonucudur.[325] 

Câhiliyye toplumlarında iki sosyolojik toplum karşı karşıyadır: Müstekbirler-Müstaz’aflar. Temelde sağlıksız ve çelişkili kutupların yer aldığı böyle bir toplumda müstekbirleri; idarî, siyasî ve fikrî zümrelerden oluşan “mele’” ile, ekonomik zümrelerden oluşan “mütref” sınıflar oluşturur. Bunların karşısında, bu sınıfların ezdiği biyolojik, rûhî ve zihnî güçsüzlük içinde olan mustaz’aflar vardır.

Geçmişte olduğu gibi, modern çağda da, özellikle dev iletişim teknolojisini ve araçlarını, eğitim kurumlarını, sanat ve spor alanlarını kontrol eden iktidar seçkinlerinin, bütün bir toplumu, hatta tüm ulusları ve dünyayı her gün biraz daha güçten düşürerek, zaaflarını arttırıp kolayca kumanda ederek yönlendirdikleri söylenebilir. [326]

 

 

Müstekbirliğin Sonucu: Dünyevî ve Uhrevî Azap

Allah, müstekbirleri sevmez, kalplerini mühürler, doğruya eriştirmez: “Hiç şüphe yok ki Allah, onların gizleyeceklerini de açıklayacaklarını da bilir. O, müstekbirleri/ büyüklük taslayanları asla sevmez.”[327] Büyüklük taslayanların kalbi mühürlenir: “Allah, büyüklük taslayan her zorbanın kalbini bundan dolayı mühürler.” [328]

 

Müstekbirlere Dünyevî Azap: Çöküşe uğrayan toplumların başta gelen özellikleri istikbâr ve ona bağlı olarak peygamberlere karşı çıkıştır. Büyüklenerek kendilerini yücelten, hem Allah’a, hem de küçük gördükleri insanlara karşı kibirlenerek kendilerini öne çıkaran toplumlar, büyüklenmeyle birlikte getirdikleri aşırı sosyal farklılaşma ve çözülme, haktan sapma, şımarma, zulüm, baskı ve işkence, hoşgörüsüzlük, toplumsal birliği bozma, ekonomik gücü tekelleştirme ve nihâyet kendilerini bunlardan vazgeçirmek için gelen peygamberi ve Allah’tan getirdiği âyetleri alaya alıp tahkir etme gibi olumsuz davranışları yüzünden helâk edilmişler, ortadan kaldırılmışlardır. [329]

 

Âd kavmi, büyüklenerek Allah’ın âyetlerini yalanladığı için, dondurucu kasırga (sarsar) azabına uğradı.[330] Semûd kavmi, müstekbirliğin sonucu olarak bir sarsıntı tuttu, oldukları yerde diz üstü çöküverdiler.[331] Hz. Şuayb’ı ve iman edenleri tehdit eden Medyen halkının bu müstekbirliği yüzünden bir sarsıntı tuttu, oldukları yerde diz üstü çöküverdiler; sanki hiç yaşamamış gibi oldular, izleri bile kalmadı.[332] Müstekbirlerin en önemli sembol tipi olan Firavun ve çevresi, bunun karşılığını gördü: Önce su baskını, çekirge, haşerât ve kurbağa istilâsını ve kan musallat oldu. Bunlardan kurtulurlarsa iman etme sözü verdikleri halde, yine sözlerinden cayarak inanmadılar; Sonunda denizde boğuldular. [333]

“Zâlimler, ölüm dalgaları içinde, melekler de pençelerini uzatmış, onlara: ‘Haydi (bakalım, bizim elimizden) canlarınızı kurtarın, Allah’a karşı gerçek olmayanı söylemenizden ve O’nun âyetlerine karşı istikbâr etmenizden/kibirlilik taslamanızdan ötürü, bugün alçaklık azabı ile cezalandırılacaksınız!’ derken onların halini bir görsen!” [334]

 

Uhrevî Azap ve Cehennnem:  Şeytanî bir dürtü olan istikbâr, insanı kötü eylemlere sürükleyerek, biraz önce belirtilen dünyevî azap ve sıkıntılardan ayrı olarak, âhiret hayatını da zindana çevirmektedir. İman edenlere ödülleri, Allah’a kulluktan çekinenlere ve büyüklük taslayanlara cezaları verilecektir: “Mesih de, Allah’a yakın melekler de Allah’a kul olmaktan asla çekinmezler. Kim O’na kulluktan çekinir ve istikbâr eder/büyüklük taslarsa, bilsin ki O, hepsini huzuruna toplayacaktır. İman edip sâlih amel işleyenlere ecirlerini tam olarak verecek ve onlara lütfundan daha fazlasını da ihsan edecektir. Kulluğundan yüz çeviren ve müstekbirlik yapanlara/büyüklük taslayanlara gelince, onlara elem/acı verici şekilde azap edecektir. Onlar, kendileri için Allah’tan başka ne bir dost ve ne de bir yardımcı bulurlar (Kendilerini Allah’ın azabından kurtaracak bir kimse bulamazlar).” [335]

 

İstikbâr ederek büyüklük taslamış şımarık zenginlerin feryadı, âhirette onlara hiçbir yarar sağlamaz: “Sonunda, refah ve bolluk içinde şımarık varlıklılarını azapla yakaladığımız zaman feryad ederler. Onlara şöyle deriz: ‘Bugün boşuna feryâd edip sızlanmayın. Zira bizden yardım göremeyeceksiniz. Çünkü âyetlerimiz size okunurdu da siz, buna karşı müstekbirce kibirlenip büyüklenerek arkanızı döner, geceleyin hezeyanlar savurur, ağzınıza geleni söylerdiniz.” [336]

 

“İnkâr edenler, ateşe arzolundukları gün, onlara şöyle denir: ‘Dünyadaki hayatınızda sizin için güzel olan herşeyi harcadınız, onların zevkini sürdünüz. Ama bugün, yeryüzünde haksız yere istikbâr edip büyüklük taslamanızın ve yoldan çıkmanızın karşılığında alçaltıcı bir azap göreceksiniz.” [337]

 

 

 

İstikbârın Sembol Tipleri (Müstekbirlerin Duayenleri)

 

Kur’an’da, özellikle şeytan,[338] Firavun ve yardımcıları Karun, Hâman,[339] mele’ (ileri gelenler/etkili ve yetkili çevreler),[340] İsrailoğulları,[341] kâfirler, müşrikler[342] ve münafıklar[343] istikbârın sembol tipleri olarak öne çıkarılır.  

"Karun, Firavun ve Hâmân'ı da (helâk ettik). Andolsun ki Musa onlara apaçık deliller getirmişti de onlar yeryüzünde istikbârda bulunmuşlardı/büyüklük taslamışlardı. Oysa (azâbımızı aşıp) geçebilecek değillerdi." [344]  

 

Özellikle Firavun’un çevresindeki etkili ve yetkili kişiler olan Hâman ve Karun örnekliğinde açık bir şekilde görüldüğü gibi, müstekbirler iki grupta değerlendirilebilir. Biri, ileri gelenler anlamında olan “mele”; diğeri refah ve servet sahibi “mütref” zümreler. Müstekbir prototiplerden Hâman, mele’ sınıfını; Karun da mütref sınıfını temsil eder. Bu anlamda ilki siyasî, dinî ve idarî kategoriyi; ikincisi de ekonomik kategoriyi ve bu kategoriler içinde yer alan güçleri ifade eder. Mele’; önde gelenler, askerî, bürokratik ve politik çevrelerdir. Bir ülkenin yöneticileri ve yönetimde etkili olan askerî ve sivil çevreler, medyayı, köşe başlarını tutmuş zümreler mele’ kategorisine girer.

Tarihte mele’ dediğimiz bu sınıfların, çoğunlukla istikbâr ederek Allah’ın hükmüne karşı çıktıklarını ve peygamberleri çeşitli sıkıntılara ve işkencelere uğrattıklarını gözlüyoruz. Bundan dolayı Kur’an’da mele’ ile istikbâr arasında yakın bir ilişki kurulmuştur. [345]

Bu çevrelerin peygamberlere karşı çıkarken öne sürdükleri gerekçe, peygamberlerin çevrelerine halktan, sıradan insanları, köle ve yoksulları toplamış olmaları ve bu sınıfları yönetime ortak etmek istemeleridir. Mele’ olanlara göre, bu insanların siyasal katılımda bulunmaya hakları yoktur. Çünkü bunlar, aşağılık, sıradan, görüş beyan etmekten yoksun ve ayak takımı sürülerdir.[346] Bu sürüler, ancak seçkin çevrelere hizmet etmek, onlara boyun eğmekle yükümlüdürler. Aslında bu değerlendirmelerinin temel sebebi, dünyevî çıkarları, sömürü hortumlarını kaybetme endişeleridır.

Müstekbirler sınıfının diğer bir kategorisi de, ekonomik gücü elinde bulunduran mütref zümresidir. Bunlar, bir ülkenin mâlî, ticarî ve ekonomik hayatını kontrol eder, bu konumları onlara büyük bir refah, servet ve güç katar. Adâletli olmayan bir bölüşüm sisteminin emek sömürüsüne dayalı yapısı, böyle zümreleri besleyip ortaya çıkaran en büyük etkendir. Bir kere servet ve refahı ellerine geçirdilermi, artık bu zümrelerin istikbârı/büyüklük göstermeleri, Allah’ın hükümlerine isyan etmeleri, yoksulları ve emek sahiplerini koruyan İslâmî sisteme karşı çıkmaları kaçınılmazdır. Bundan dolayı, tarih boyunca yoksullardan, güçsüz ve köle sınıflarından yana olan peygamberlere karşı ilk baş kaldıranların bu sınıflardan olması şaşırtıcı değildir. [347]

Kur’an’a göre mütref ve mele’, karşılıklı ilişki ve işbirliği içinde müstekbirler sınıfını meydana getirerek yoksul, güçsüz ve köle sınıfları olan müstaz’aflara karşı birleşirler. “Derin devlet” denen şey, bu istikbâr koalisyonundan başka bir şey değildir. Bu derin toplumsal çelişki, ikincilerden yana tavır koyan her peygamberin gelişinde istisnasız bütün dehşetiyle ortaya çıkmış, çatışmalara yol açmıştır. Bu, toplumların sosyolojik realiteleridir. [348]

           “Kavminin mele’inden/ileri gelenlerinden, istikbâr edenler/büyüklük taslayanlar, içlerinden müstaz’aflara/zayıf görülen iman edenlere dediler ki: ‘Siz Sâlih’in gerçekten Rabb’i tarafından gönderildiğini biliyor musunuz? (Buna inanıyor musunuz?)’ Onlar da, ‘Şüphesiz biz O’nunla gönderilene iman edenleriz,’ dediler. Müstekbirler/büyüklük taslayanlar da dediler ki: ‘Biz de sizin iman ettiğinizi inkâr edenleriz.” [349]

          “Kavminin mele’inden/ileri gelenlerinden, istikbâr edenler/büyüklük taslayanlar dediler ki: ‘Ey Şuayb! Kesinlikle seni ve seninle beraber iman edenleri memleketimizden çıkaracağız yahut dinimez döneceksiniz. (Şuayb) dedi ki: ‘İstemesek de mi?” [350]

 

 

 

İstikbâra Kapılmayanlar: Melekler, İnsan Dışındaki Canlılar ve Mü’minler     

Melekler istikbâr edip büyüklenmez, Allah’ı tenzih eder ve O’na secdede bulunurlar: “Doğrusu Rabbinin katında olanlar, O’na kulluk etmekten istikbâr etmezler/büyüklenmezler. O’nu tesbih eder ve yalnız O’na secde ederler.”[351]; “Göklerde bulunanlar, yerdeki canlılar ve bütün melekler, istikbâr etmeden/büyüklük taslamadan Allah’a secde ederler. Çünkü onlar, üstlerindeki Rablerinden korkarlar ve kendilerine ne emrolunursa onu yaparlar.” [352]

Gerçek mü’minler, istikbâr/büyüklük duygusuna kapılmazlar: “Âyetlerimize ancak, o kimseler iman ederler ki, bu âyetlerle kendilerine öğüt verildiğinde istikbâr etmeden/büyüklük taslamadan secdeye kapanırlar ve Rablerini hamd ile tesbih ederler. Onların, vücutlarını yataklarından uzaklaştırıp korkuyla, umutla Rablerine yalvarırlar ve kendilerine verdiğimiz rızıktan Allah yolunda harcarlar. Yaptıklarına karşılık olarak, onlar için nice sevindirici ve göz aydınlatıcı nimetler saklandığını kimse bilmez. Öyle ya; mü’min olan, fâsık/yoldan çıkmış kimse gibi midir? Bunlar, elbette bir olmazlar. İman edip de sâlih ameller işleyenlere gelince, onlar için yaptıklarına karşılık olarak varıp kalacakları cennet konakları vardır.” [353]

 

İstikbâr ve istiz'âf, İslâm'ın onaylayamayacağı bir durumdur. Müstekbirler müstaz'afların kanı, eti, kemiği ve alın teri üzerinde köşklerini yükseltirler. İstikbâr, Allah'a  şirk koşmaktan başka bir şey değildir. Allahu ekber/Allah'tan başka büyük yoktur, tek büyük olan Allah'tır ilkesini inkârla, Allah'ın kibriyâsını reddedip sahip oldukları iradeyi kötü yolda kullanan müstekbirler, sayıca çok az olmalarına karşın, özellikle Allah'a olan iman ve güvenlerinin za'fından ve dünya hayatını âhirete tercih etmelerinin sonucu Allah'tan çok büyüklük taslayanlardan korkmalarından ötürü istikbâra ses çıkarmayan müstaz'af yığınlarının sessizliğinden ve kölece boyun eğişlerinden yararlanırlar. İslâm bir yandan mücadelesini istikbâra ve müstekbirlere karşı yöneltirken, öte yandan köleliğin içlerinde âdeta ayrılmaz bir nitelik haline geldiği müstaz'af kitleleri ayaklandırmaya ve "Lâ ilâhe illâllah, Allahu Ekber" ilkeleri çerçevesinde başkaldırmaya çağırır. Böylece başlayan bir mücadelede, istikbâra karşı koyuşta ve bu karşı koyuşun getirdiği zorluklara sabreden müstaz'afları Allah, yeryüzünün doğularına ve batılarına vâris kılar, müstekbirlerin yalancı cennetlerini târumar eder, saraylarını başlarına geçirir. Ama eğer müstaz'aflar istiz'âfa râzı olup giderlerse hem dünya hayatında mezellet ve meskenetin pençesinde bayağı bir hayat sürerler, hem de âhirette müstekbirlerle birlikte ateşe atılırlar. [354]

 

 

Mazlum Müstaz’afların Terleri ve Kanları ile Beslenen Vampir: MÜSTEKBİR

                                                                                                            

Müstekbir; büyüklenen, kibirlenen, kendini üstün gören demektir. Kavram olarak müstekbir; Allah’a karşı kendini yeterli görerek isyan eden, Allah’ın hâkimiyetini reddeden, insanlara karşı kibirlenip büyüklük taslayarak onlar üzerinde zorla egemenlik kurmaya çalışan demektir.  

         

"Müstekbir, kalbindeki hastalığın[355] gözüne de yansıdığı[356] kimsedir. O yüzden gözleri sirk aynaları gibi çarpık gösterir. Küçüğü büyük, büyüğü küçük gösteren çukur ve tümsek aynalar gibidir bakışları. Cüce oldukları halde kendilerini yüce görmeleri, başkalarına da sömürülecek zavallı diye bakmaları bundandır. Hakkı bâtıl ve bâtılı da hak görmeleri de aynı hastalığın belirtisidir.    

Türkçe'ye Yunanca'dan giren "manyak" kelimesi, müstekbir kelimesinin Türkçe tam karşılığıdır. Bu, müstekbir için zorlama bir abartı ifadesi değil; gerçek bir tanımdır. Şöyle ki, "megalo", büyük demektir; psikolojik bir hasta/ruh hastası olan "megaloman": Megalomani'ye, yani büyüklük kuruntusuna tutulmuş kimse anlamına gelir. "Megalomani" kendini büyük görme hastalığı, büyüklük kuruntusu mânâsınadır. "Mani" ve "manya" saplantı, iptilâ, tutku, düşkünlük şeklinde ortaya çıkan delilik haline verilen addır. "Manyak" da, Manya'ya (delilik gibi bu psikolojik hastalığa) uğramış ruh hastası demektir. Dolayısıyla "manyak" kelimesinin Türkçe’deki tüm olumsuz anlamları, istikbâr/kendini aşırı beğenme hastalığının bir göstergesi ve sonucudur. Yani tüm müstekbirler manyaktırlar. Bunun için olsa gerektir; tımarhanedeki delilerin çoğu, kendilerini meşhur büyüklerden, müstekbirlerden biri gibi görür ve gösterir. Deli bile, kendini akıllı gösteren meşhur delilerle/müstekbirlerle kendisi arasındaki yakın bağı görebilmektedir.    

Kur’an kavramlarıyla söylersek, tüm müstekbirler; aşağılık birer kâfir, azgın birer tâğuttur; zâlim, fâsık ve fâcirdir. Toprakları, havayı ve suyu bile kirleten, fesâdını tüm çevresine yansıtan insanlık düşmanı asalaklardır. Müslüman, ne müstekbir olabilir ne de müstaz’af; ne ezen, ne de ezilen. Ama ille de müstekbir veya müstaz’af olmaktan biri konusunda tercih yapmak zorunda kalırsa, müstaz’aflığın daha ehven olduğunu bilir.     

Gerçek anlamda büyümektir; kendimizi Allah için âciz/küçük görmek. Kendimizi büyük görmek de, gerçek anlamda küçüklük. Ulu önderimiz Peygamberimiz öyle buyurur  çünkü: "Kim Allah için tevâzu gösterirse Allah onu yükseltir. Kim de kibirlenip büyüklük taslarsa Allah onu alçaltır. Kim Allah'ı çok zikreder/anarsa, Allah onu sever."[357] Seni küçük görenlere, müstekbirlere karşı görevin: Onun terazisinde de ağır gelmek için uğraşman; ama bunu kendi hastalığın olarak değil, onu hastalıktan kurtarmak için yapmandır.  Seni büyük görenlere, müstaz'af mü'minlere karşı görevin: Muhâtabın kendisini çok küçük görmesine engel olarak kendine zarar vermesinin önüne geçmek, aynı zamanda seni büyüklenip böbürlenmeye götürerek sana zarar vermesine de mâni olmaktır. Meşhur Nebevî tavsiyeyi bilirsiniz: "Mazlum kardeşinize de zâlime de yardımcı olun." “Zâlime nasıl yardımcı olabiliriz?” "Zulmüne engel olarak!"[358] Müstekbir için de aynı yardım sözkonusu.

İslâm zâlimlere en küçük meyli, onlara seyirci kalmayı bile haram sayar. Zâlim müstekbirler olsa gerek İncil’e “bir yüzünüze tokat vurana diğer yüzünüzü çevirin” diye cümleler yerleştiren. Misyonerler tarafından zulme rızâ yaygınlaşsın istiyor müstekbirler. Bu tür cümleleri müstaz’aflar okusun da kendilerinin zulümlerine ses çıkarmasın istiyor müstekbir Batı dünyası. Kibirli, bizim sâyemizde (bizim ona bu fırsatı vererek, ona karşı küçüklüğü, köleliği kabullenmemizden dolayı) büyüklenmemeli; büyüklük taslayanlara hadlerini bildirebilmeli ve acziyetlerini gösterebilmeliyiz. Ölçü belli: "Kâfirlere karşı şiddetli/çetin; kendi aramızda merhametli olmak";[359] "Mü'minlere karşı alçak gönüllü /şefkatli; kâfirlere karşı onurlu ve zorlu olmak." [360]

 

Yeryüzünde zulme sebep olan, arzı ifsâd eden ve zayıfları ezen kimseler müstekbirdir ve istikbarları yüzünden taşkınlık yapmaktadırlar.[361] Onlar, kendilerini güçlü ve üstün gördükleri için İlâhî yasaları tanımazlar ve akıllarına estiği gibi hareket ederler. İnsanlara kötülük yapmak için başvurulan çeşitli hile ve kurnazlıkların arkasında istikbâr vardır.[362] Yeryüzünü zulüm ve kahırla dolduran ve kitleleri ezen ordular da istikbâr ordularıdır.[363]

Müstekbirlik, inkârcıların, kâfirlerin özelliğidir.[364] Allah’a ve O’nun âyetlerine karşı müstekbirlik yapanlar için dünyada alçaltıcı bir azap vardır.[365] Allah’ın âyetlerine karşı müstekbirlik yapanlara göğün kapıları açılmayacak, onlar deve iğnenin deliğinden geçinceye kadar Cennet’e giremeyecektir. Onlar için Cehennem’de ateşten yataklar hazırlanmıştır.[366] Allah’a karşı ibâdet etmeye müstekbirlik yüzünden yanaşmayanların sonları da cehennem olacaktır.[367] Müstekbirler büyük bir haksızlık içerisindedirler. Bu nedenle Allah, müstekbirleri kesinlikle sevmez.[368] Müstekbirler, Allah’ın âyetlerine karşı kibirlenirler ve onları yalanlarlar.[369] İçlerinde sakladıkları büyüklenme hastalığı yüzünden Allah’a kulluktan, O’na itaat etmekten yüz çevirirler.

Müstekbirler, kendilerinde bir üstünlük olmadığı halde büyüklük duygusuna kapılıp doğru yoldan çıkan kimselerdir. Zayıf karakterli oldukları için, aşağılık duygusuyla acziyetlerini insanlara karşı böbürlenerek gidermeye, gizlemeye çalışırlar.

           Esasen Allah ‘ekber/en büyük’ olduğu için büyüklük hakkı da O’nundur.[370] Ancak, Allah’a hakkıyla inanmayan kimseler bu gerçeği görmek istemezler. Sahip oldukları dünya malı, güç veya iktidar gibi kendilerine sınav olarak emanet edilen şeylere aldanarak kendilerini Allah’tan ve O’nun emirlerinden müstağnî sayarak müstekbirleşirler. Müstekbirler, zayıf bırakılmış, ezilmiş kimseleri yani müstaz’afları sömürürler. Onların boyun eğmişlikleri üzerinde iktidarlarını sürdürürler. Müstekbir, mazlumların kanıyla beslenen vampirdir. Komünizm, sosyalizm, kapitalizm ve diğer izmler de müstekbirdir. En büyük müstekbirler Siyonistler ve onların hizmetinde olan ABD ve AB ülkeleridir. Bilinçli-bilinçsiz onlara abdlik/kulluk yapanlar sâyesinde bu sömürüyü yürüttükleri için bu işbirlikçi ve yardımcılar da suç ortaklarıdır. Bu zulümlere seyirci kalanlar ise dünyada zilletten, âhirette azaptan kolaylıkla kurtulamazlar.       

Ve... Büyüklük taslamanın sonu ile ilgili 2 uzak tarihten, 2 de yakın tarihten ibret:

Şeytan: İstikbâr etti/kibirlenip büyüklük tasladı; herkesin hakaretle/lânetle andığı aşağılık mahlûk oldu. İlk müstekbir, yani ilk büyüklük taslayan İblis’tir.  O, Allah’ın secde emri karşısında kibirlendi, müstekbir oldu ve secde etmekten yüz çevirdi.[371]

Firavun: Müstekbirleşti ve "ben sizin en yüce rabbinizim" diyecek cür'et gösterdi;[372] Herkese secdede ve küçülmüş vaziyette teşhir edildi. [373]

Superman (süpermen) filmlerinin insanüstü güçleri olan süpermeni/sahte ilâhı (bu filmin kahramanı) Cristopher Rewee, attan düştü, tekerlekli sandalyeye mahkûm oldu. Bırakın havalarda uçmayı, yerde yürüyemeyecek zavallı halde yaşamaya mecbur kaldı.

Muhammed Ali Clay: Müslüman olduğu ve en büyük olanın kim olduğunu bildiği halde, "en büyük benim" demenin cezası olarak alzheimer hastalığına tutuldu, dili zor konuşur, eli ve ayağı zor hareket eder hale geldi.

 Günümüzün müstekbir karakterli kişi ve grupları yakından tanımak için Kur’an’a bakmak yeterlidir. Yine bu zâlimlerin müstaz’af haline getirdikleri zayıfları Kur’an’dan tanıyoruz. Yapılacak iş, müstaz’aflara destek olmak, onları savunmak; her türlü meşrû aracı kullanarak müstekbirlerin baskı ve zulümlerini önlemeye çalışmak, kendimiz eğer müstaz’af isek bundan da âcilen kurtulmaya gayret etmektir. Unutmamak gerekir ki, geniş kitleleri istikbâr ile sömüren zâlim azınlık, müstaz’afların kurtuluşunu sağlayacak tevhîdî çözümlere asla yanaşmayacaktır. Yine unutulmaması gerekir ki zâlimlere az da olsa meyil, ateşin dokunmasına sebeptir. “Zulmedenlere meyletmeyin. Aksi halde size ateş dokunur (cehennemde yanarsınız). Sizin Allah’tan başka dostlarınız yoktur. Sonra da size yardım edilmez.”[374]; “İşte âhiret yurdu! Biz onu yeryüzünde büyüklenmeyen/böbürlenmeyen ve bozgunculuk yapmak istemeyenlere veririz. (En güzel) âkıbet, takvâ sahiplerinindir.” [375]

Bizi, müslümanlığımızdan dolayı küçük göreni, "hayvandan daha aşağı"[376], "yaratıkların en şerlisi"[377], bir "pislik"[378], "sağır, dilsiz, kör ve akılsız" (görmek zorundayız.)

 

Ezilen, zulme uğrayan kitlelere, zulme uğradıklarını hatırlatmak, onları mustaz’af olduklarının bilincine vardırmak, vahyî sorumluluğumuzun gereğidir. Toplumda soyundan, renginden, maddî imkânsızlığından dolayı ezilmiş, itilmiş kakılmışları sahiplenmek ve onları horlayıp ezenlere karşı tavır almak mecbûriyetindeyiz. Müslüman, Allah’ın sevmediği insanlara en küçük muhabbet besleyemez. “Şüphesiz Allah müstekbirleri sevmez.”[379] Müstekbirlerin istikbâr ellerini kesmek müslümanın temel görevlerinden biridir. Amerika ve onun arkasında onu yöneten, yüce zannedilen cüceyi sömürge devleti gibi kendi çıkarları için kullanan İsrail, en büyük müstekbir güçlerdir. Yeni dünya düzeni demek “müstekbirlerin zulmüne ses çıkarmayan düzen” demektir. Afrika ve Asya’da yaşayan insanları, o ülkelerde yönetime getirdikleri veya seçtirdikleri kuklaları sâyesinde fakirleştiren, kendisine köle haline getiren bu vampir müstekbirlere karşı tüm gücümüzle cihad etmek zorundayız. Amerikanlaştırılmış din, “lâ”sı olmayan, demokrat ve mevcut yapıyı koruyan muhâfazakâr anlayışlardır. Bu anlayışı sadece Amerika değil; Avrupa Birliği adlı müstekbir topluluğu da tek din anlayışı olarak kabul etmektedir. Müslüman, lâ/hayır diyerek müstekbirlere tavır almak mecbûriyetindedir. Onun için, bırakın ezilip sömürülmeye, yani müstaz’aflığa rızâ göstermeyi,  tüm dünya garibanlarını, ezilmişleri de bu vampirlerin elinden kurtarmaya çalışır muvahhid müslüman.  

Ne ezen ne ezilen, Hak’ca bir düzen. Ne müstekbir ne müstaz’af, Kur’an’a inanıp teslim olan ve dünyadan zulüm ve fitneyi kaldırmaya çalışan bir insan ve sistem…

Tâğutun en örgütlü biçimi olan İslâm dışı düzenler, tüm kurum ve kuruluşları ile, medya ve kapitalist sermaye kuruluşları gibi tüm işbirlikçileriyle mü’minlere saldırmakta ve onları çeşitli hilelerle güçsüz bırakmak istemektedir. Bugün yeryüzünün birçok yerinde katledilen, savaşacak silâh ve güce sahip olamamış, duâ etmekten, yardımcı istemekten[380]  başka çaresi olmayan insanlar, zulme başkaldıramadıklarından (büyük ihtimalle) mâzurdurlar. Ama onların bu imdat seslerini duymazlıktan gelen elinde imkânı olan kimseler zâlimlere tavır almıyor ve yeryüzünden zulmü, fitne ve fesâdı kaldırmaya çalışmıyor, bu uğurda mücâdeleyi göze almıyorsa, bunlar kesinlikle işbirlikçi sayılır ve müstekbirlerin günahına ortak olur. “Size ne oldu da, Allah yolunda ve ‘Rabbimiz! Bizi, halkı zâlim olan bu şehirden çıkar, bize tarafından bir sâhip gönder, bize katından bir yardımcı yolla’ diyen müstaz’af zavallı erkekler, kadınlar ve çocuklar uğrunda savaşmıyorsunuz? İman edenler Allah yolunda savaşırlar, kâfirler ise tâğut yolunda savaşırlar. O halde şeytanın dostlarına karşı savaşın; şüphesiz ki şeytanın düzeni ve tuzağı zayıftır.”[381] Evet, bu âyetler ışığında düşünelim. Çağın en vahşi müstekbirleri tarafından işgal edilen Afganlı, Irak’lı ve Filistin’li müstaz’af müslümanlar, yarın mahşer günü onlar için rahatını bozmak istemeyen bizlerden dâvâcı olursa, ne diyeceğiz? Dünyanın neresinde olursa olsun müstaz’af mazlumların safında yer almıyor ve onları ezen; mallarını, terlerini, onurlarını, ırzlarını, kanlarını ve canlarını heder eden müstekbirlere karşı, onların anlayacağı dilden “dur!” diyemiyorsak, bunun hesabını nasıl vereceğimizi düşünmek zorundayız.      

Müstekbir cânîleri güçlü kılan, zulme rızâ gösteren müstaz’af, fakat zâlim kimselerdir. Müstekbirleri uyarmaktan korkan, zâlimlere itaati fitne ve fesad çıkmasın(!) diye sürdüren, zulümlere baş eğmeyi “sabır” zanneden, görevlerini ve özellikle emr-i bi’l ma’rûf ve nehy-i ani’l münkeri terkeden, güçleri varken başkaldırmayan insanlar da zâlimdir. Aslında kendileri de müstaz’af oldukları halde, müstekbirlerle işbirliği yapmaktan çekinmediklerinden dolayı Allah bu gibileri zâlim müstaz’aflar diye nitelemektedir. Bu zâlim müstaz’aflar güç kaynağı gördüğü hangi müstekbir varsa onu ilâh kabul eden kimse durumundadır. Müstekbir de zâten kendini tanrı yerine koymaya kalkan küstah…

Bir insanda kendini yüksek görme ve hırs, söz söylerken soğan gibi kokar. Kavakların dikliğine, boylarının uzunluğuna bakıp onları önemli bir şey sanmayın. Bütün kibirli, meyvesiz ve gölgesiz yaratıkların başları bulutlarda sallanır. Önü bir damla pis su, sonu leş, ortası b.. torbası olan, nasıl büyüklük taslar? Kibirlenip büyüklenenin aldanma dünyasına. ‘Dünya benim!’ diyenin gittik dün yasına.

Müstaz’af halk, müstekbirleri omuzlarında taşıdığı için onlar büyük gözükür; fırlatıp atınca yerde sürünmeğe başlar. Müstekbirler, önlerinde diz çöküldüğü için büyüktür; o halde biz de ayağa kalkalım!

 

"Allah için tevâzu gösteren kimseyi Allah yükseltir; büyüklük taslayanları ise Allah alçaltır."

 

"Büyük olmak için küçükleşen ne insanlar var!"

"Küçüklerin istikbârı / büyüklük taslamaları kadar tehlikeli bir şey yoktur."

"Başını semâya çarpmaktan bermûtad cüceler korkarlar."

"İnsan, gayesi nisbetinde büyüktür."

"Alçak yerde tepecik, kendini dağ sayar."

"Ne kadar az yüksekten uçarsan, düştün zaman o kadar az incinirsin."

"Bir insanda kendini yüksek görme ve hırs, söz söylerken soğan gibi kokar."

"Kibri terkeyle dost,

Dime 'benem'

Gönlünün mescidinde

Koma sanem"

"Topraktan yaratılan insan, toprak gibi tevâzu sahibi olmazsa, aslından/insanlığından çıkmış olur."

"Kibirliye karşı kibirlilik vaciptir."

Gerçek anlamda büyümektir; kendimizi Allah için âciz/küçük görmek.

Gerçek anlamda küçülmektir; kendimizi büyük görmek. 

Seni küçük görenlere/müstekbirlere karşı görevin: Onun terazisinde ağır gelmek için uğraşman; ama bunu kendi hastalığın olarak değil, onu hastalıktan kurtarmak için yapmaktır.  

Seni büyük görenlere/müstaz'af mü'minlere karşı görevin: Muhâtabın kendisini çok küçük görmesine engel olarak kendine zarar vermesinin önüne geçmek, aynı zamanda seni büyüklenip böbürlenmeye götürerek sana zarar vermesine mâni olmaktır.

Kibirli, bizim sayemizde (bizim ona bu fırsatı vererek, ona karşı küçüklüğü/köleliği kabullenmemizden dolayı) büyüklenmemeli; büyüklük taslayanlara hadlerini bildirebilmeli ve acziyetlerini gösterebilmeliyiz.

Ölçü belli: "Kâfirlere karşı şiddetli/çetin; kendi aralarında merhametli olmak." [382]  "Mü'minlere karşı alçak gönüllü/şefkatli; kâfirlere karşı onurlu ve zorlu olmak." [383] 

  

 Günümüzün müstekbir karakterli kişi ve gruplarını yakından tanımak için Kur’an’a bakmak yeterlidir. Yine bu zalimlerin müstaz’af haline getirdikleri zayıfları Kur’an’dan tanıyoruz. Yapılacak iş, müstaz’aflara destek olmak, onları savunmak; her türlü meşru aracı kullanarak müstekbirlerin baskı ve zulümlerini önlemeye çalışmaktır. Unutmamak gerekir ki, geniş kitleleri istikbâr ile sömüren zâlim azınlık, müstaz’afların kurtuluşu sağlayacak tevhîdî çözümlere asla yanaşmayacaktır. Yine unutulmaması gerekir ki zâlimlere az da olsa meyil, ateşin dokunmasına sebeptir. “Zulmedenlere meyletmeyin. Aksi halde size ateş dokunur (cehennemde yanarsınız). Sizin Allah’tan başka dostlarınız yoktur. Sonra da size yardım edilmez.” [384]

“İşte âhiret yurdu! Biz onu yeryüzünde büyüklenmeyen/böbürlenmeyen ve bozgunculuk yapmak istemeyenlere veririz. (En güzel) âkıbet, takvâ sahiplerinindir.” [385]

Ezilen, zulme uğrayan kitlelere, zulme uğradıklarını hatırlatmak, onları mustaz’af olduklarının bilincine vardırmak, vahyî sorumluluğumuzun gereğidir. Müslüman, Allah’ın sevmediği insanlara en küçük muhabbet besleyemez. “Şüphesiz Allah müstekbirleri sevmez.”[386] Müstekbirlerin istikbâr ellerini kesmek müslümanın temel görevlerinden biridir.

 

İstikbâr-Müstekbir Konusuyla İlgili Âyet-i Kerimeler

A- İstikbâr ve Bunun Fiil Olarak Kullanımının Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 42 Yerde): 2/Bakara, 34, 87; 4/Nisâ, 172, 173; 5/Mâide, 82; 6/En’âm, 93; 7/A’râf, 36, 40, 48, 75, 76, 88, 133, 206; 10/Yûnus, 75; 14/İbrâhim, 21; 16/Nahl, 49; 21/Enbiyâ, 19; 23/Mü’minûn, 46; 25/Furkan, 21; 28/Kasas, 39; 29/Ankebût, 39; 32/Secde, 15; 34/Sebe’, 31, 32, 33; 35/Fâtır, 43; 37/Sâffât, 35; 38/Sâd, 74, 75; 39/Zümer, 59; 40/Mü’min, 47, 48, 60; 41/Fussılet, 15, 38;  45/Câsiye, 31; 46/Ahkaf, 10, 20; 71/Nûh, 7, 7; 74/Müddessir, 23.

B- Müstekbir Kelimesi ve Çoğulunun Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 6 Yerde): 16/Nahl, 22, 23; 23/Mü’minûn, 67; 31/Lokman, 7; 45/Câsiye, 8; 63/Münâfıkun, 5. 

C- İstikbâr ve Müstekbir Konusunda Âyet-i Kerimeler

  • İstikbâr: Bakara, 34, 87; Nisâ, 172, 173; Mâide, 82; En’am, 93; A’raf, 36, 40, 48, 75, 76, 88, 133, 206; Nahl, 49; Enbiyâ, 19; Yûnus, 75; İbrâhim, 21; Mü’minûn, 46; İsrâ, 111; Furkan, 21; Ankebut, 39; Sebe’, 31-33; Secde, 15; Saffat, 35; Ahkaf, 10, 20; Ğâfir, 43, 47-48, 60; Fussılet, 15, 38;  Kasas, 39; Sâd, 74-75; Müddessir, 23; Zümer, 59; Nuh, 7; Câsiye, 31;
  • Müstekbir: Nahl, 22-23; Lokman, 7; Mü’minun, 67; Câsiye, 8; Münâfikun, 5

D- Kibir Konusunda Âyet-i Kerimeler

  • Allah, Kendini Beğenenleri Sevmez: Nisa, 36-37; Nahl, 23; Lokman, 18; Hadîd, 23.
  • Kibirlenerek Allah’a Kulluktan Çekinmek: Nisâ, 172-173; A’raf, 146-147; Secde, 15; Zümer, 60, 72; Mü’min, 35, 76.
  • Allah’ın Âyetlerini Kibirlerine Yediremeyenler: A’raf, 36, 146-147, 206; Nahl, 4k8; Fussılet, 37-38.
  • Münafıklar, Kibir Yüzünden İmandan Kaçarlar: Bakara, 206; Münâfikun, 5-6.
  • İblis’in Kibri: Bakara, 34; A’raf, 11-13; Hıcr, 28-33; İsrâ, 61-62; Kehf, 50; Tâhâ, 116; Sâd, 71-76.
  • Allah’ı Unutarak Gurura Kapılmak: Tevbe, 25-26.
  • Kibirle Yürümekten Sakınmak: İsrâ, 37; Lokman, 18.
  • Kibirden Sakınmak: Lokman, 18; Fâtır, 10.

Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar

  1. Fi Zılâli'l-Kur'an, Seyyid Kutub, Hikmet Y. c. 1, s. 117-118
  2. Hak Dini Kur'an Dili, Elmalılı Hamdi Yazır, Azim Y. c. 1, s . 272-274
  3. Kur'an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Mahmut Toptaş, Cantaş Y. c. 1, s. 123-124
  4. Hadislerle Kur'an-ı Kerim Tefsiri, İbn Kesir, Çağrı Y. c. 2, s. 284-290
  5. Hulâsatü'l-Beyan Fî Tefsîri'l-Kur'an, Mehmed Vehbi, Üçdal Neşriyat, c. 1, s. 96-99
  6. Mefatihu'l-Gayb (Tefsir-i Kebir), Fahreddin Razi, Akçağ Y. c. 2, 337-342; 380-386
  7. El-Mîzan Fî Tefsîri'l-Kur'an, Muhammed Hüseyin Tabatabai, Kevser Y. c. 1, s. 174-178
  8. Şâmil İslâm Ansiklopedisi, Şâmil Y. c. 3, 222-223; c. 4, s. 389-391
  9. Sosyal Bilgiler Ansiklopedisi, Risale Y. c. 3, s. 81-84
  10. İnanç ve Amelde Kur'anî Kavramlar, Muhammed el-Behiy, Yöneliş Y. s. 104-107
  11. Kur'an'da Temel Kavramlar, Ali Ünal, Kırkambar Y. s. 371-378
  12. Kur'an'da Siyasî Kavramlar, Vecdi Akyüz, Kitabevi Y. s. 275-295
  13. İslâm'ın Temel Kavramları, Hüseyin K. Ece, Beyan Y. s. 317-320; 467-472
  14. Kur'an'da Temel Kavramlar, Cavit Yalçın, Vural Y. s. 135-150
  15. Kur’an’da İnsan ve Toplum, Ekrem Sağıroğlu, Pınar Y. s. 50-55
  16. Kur'an'da Toplumsal Çöküş, Ejder Okumuş, İnsan Y. s. 122-127
  17. Kur’anî Terimler ve Kavramlar Sözlüğü, Mustansır Mir, İnkılab Y. s. 191-192
  18. İslâmî Terimler Sözlüğü, Hasan Akay, İşaret Y. s. 342-343
  19. Lâ, Mustafa Çelik, Ölçü Y. s. 166-172
  20. Haksöz, sayı 44 (Kasım 94), s. 41-42
  21. Mustaz'af - Müstekbir, İmam Humeyni, çev. Serdar İslâm, Objektif Y.

 

[1] 9/Tevbe, 32

[2] 5/Mâide, 44-46

[3] 60/Mümtehıne, 8

[4] 57/Hadid, 25

[5] 4/Nisâ, 105

[6] 4/Nisâ, 60

[7] Yusuf Kerimoğlu, Kelimeler Kavramlar, s. 30-31

[8] 6/En’âm, 115

[9] 7/A'râf,  159

[10] 21/Enbiyâ, 47; 10/Yûnus, 54

[11] 4/Nisâ, 58; 5/Mâide, 52

[12] 5/Mâide, 44, 45, 47

[13] 9/Tevbe, 32

[14] 5/Mâide, 44-46

[15] 4/Nisâ, 54

[16] 6/En’âm, 152

[17] 2/Bakara, 123

[18] 6/En’âm, 1

[19] 82/İnfitâr, 6-7

[20] 55/Rahmân, 7

[21] 2/Bakara, 143

[22] Tabatabâî, El-Mizan, 1/323. S. Kutub, fi-Zılali’l Kur’an, 1/130. İbni Arabî, Ahkâmu’l Kur’an, 1/61. Mevdudî, Tefhimu’l Kur’an 1/123

[23] 49/Hucurat, 13

[24] 5/Mâide, 8

[25] 7/A'râf, 159

[26] 21/Enbiyâ, 47; 10/Yûnus, 54

[27] 65/Talâk, 2

[28] 4/ Nisâ, 58; 5-Mâide, 52

[29] 5/Mâide, 44, 45, 47

[30] 5/Mâide, 44

[31] 31/Lokman, 13

[32] 2/Bakara, 229

[33] 2/Bakara, 35, 131

[34] 9/Tevbe,  23

[35] 2/Bakara, 254

[36] 31/Lokman, 13

[37] 5/Mâide, 45

[38] Bk. 2/Bakara, 61; 3/Âl-i İmrân, 21, 112, 181, 155; 6/En’âm, 93; 7/A’râf, 33, 146; 28/Kasas, 39; 41/Fussılet, 15; 42/Şûrâ, 42; 10/Yûnus, 23; 22/Hacc, 40; 40/Mü’min, 75

[39] Bk. 2/Bakara, 173; 6/En’âm, 145-146; 16/Nahl, 90, 115; 28/Kasas, 76; 38/Sâd, 22, 24; 42/Şûrâ, 28, 39, 42; 49/Hucurât, 9  

[40] Bk. 2/Bakara, 229; 10/Yûnus, 90; 65/Talâk, 1

[41] Bk. 39/Zümer, 53; 40/Mü’min, 28

[42] 7/A’râf, 141; 12/Yûsuf, 25; 20/Tâhâ, 47; 18/Kehf, 87; 14/İbrâhim, 6; 29/Ankebût, 10; 38/Sâd, 41; 27/Neml, 21; 24/Nûr, 2   

[43] 6/En’âm, 1; Zulmün bu anlamı için diğer örnekler olarak bk. 39/Zümer, 6; 6/En’âm, 59, 63; 2/Bakara, 19; 13/Ra’d,16; 24/Nûr, 40 v.d.    

[44] 31/Lokman, 13

[45] 6/ En’am/ 39

[46] 14/İbrahim, 1-2; Ayrıca: 2/Bakara, 59, 165; 3/Âl-i İmran, 117, 135; 4/Nisâ, 168; 7/A’râf, 103, 162, 165; 11/Hûd, 67, 94; 51/Zâriya, 59 vb.

[47] 5/Mâide, 27-29

[48] 12/Yusuf, 75

[49] 65/Talak, 1

[50] 38/Sâd, 24

[51] 7/A’râf, 103

[52] 2/Bakara, 279

[53] 22/Hacc, 39

[54] 4/Nisâ, 75

[55] 2/Bakara,  57; 7/A’râf, 160; 9/Tevbe,  70; 29/Ankebût,  40; 3/Âl-i İmran,  25, 161; 6/En’âm,  160; 45/Câsiye, 22. v.d.

[56] 2/Bakara, 51

[57] 2/Bakara, 114

[58] 2/Bakara, 140

[59] 2/Bakara, 165

[60] 2/Bakara, 254

[61] 3/Âl-i İmrân, 151

[62] 5/Mâide, 45

[63] 6/En’am, 21

[64] 6/En’am, 47

[65] 6/En’âm, 157

[66] 9/Tevbe, 23

[67] 11/Hûd, 18-19

[68] 11/Hûd, 113

[69] 16/Nahl, 90

[70] 17/İsrâ, 16

[71] 18/Kehf,57

[72] 22/Hacc, 71

[73] 26/Şuarâ, 227

[74] 29/Ankebut, 68 ve benzeri: 39/Zümer, 32

[75] 31/Lokman, 13

[76] 32/Secde, 22

[77] 40/Mü’min, 18-19

[78] 42/Şûrâ, 39-45

[79] 49/Hucurât, 11

[80] 61/Saff, 7

[81] 65/Talak, 1

[82] 76/İnsan, 30

[83] Müslim, Birr, 15, hds. no: 2577, 4/1994

[84] 11/Hûd, 102; Buhâri, Tefsir 161, hds no: 206; Müslim, Birr  61, 62 –2583- ;  İbn Mâce, Fiten 22, hds no: 4018)

[85] Buhâri, Mezâlim 9, hadis no: 9, Cihad 180; Müslim, İman 7, hadis no: 19, 1/150; Ebû Dâvud, Zekât 5, hadis no: 1584; Tirmizî, Zekât 4, -625-

[86] Tirmizî, Deavât 129, Hadis no: 3598, 5/578

[87] Buhâri, İman 4, 5, Rikak 26; Müslim, İman 64, 65; Ebû Dâvud, Cihad 3; Tirmizî, Kıyâme 53, İman 13

[88] İbn Mâce, Fiten 20, Hadis no: 4012, 2/1330

[89] İbn Kesir, Hadislerle K. K. Tefsiri, c. 5, s. 2089; Râmuz el-Ehâdis, c. 2, s. 445

[90] Deylemî; İbn Aslâkir, Tarih   

[91] Tirmizî; Tuhfetu'l Ahvezî Şerhu Câmiu't Tirmizî, 8/423

[92] Buhari, Mezalim 4

[93] Buhâri, Edebu’l-Müfred, 82, hadis no: 649-650

[94] Buhâri, Askalânî, Şerh-i Sahih-i Buhâri, c. 5, s. 161

[95] Buhâri, Mezâlim 10; Tirmizî, Sıfatu’l-Kıyâme 1, hds no: 2534

[96] Müslim, Birr ve’s-Sıla, 59 hadis no: 2581

[97] Müslim, Birr ve’s-Sıla, 60, hds no: 2582; Tirmizî, Sıfatu’l-Kıyâme 1, hds no: 2535       

[98] Buhâri, K. Mezâlim ve’l-Gasb, 8, hadis no: 8;  Müslim, K. Birr ve’s-Sıla, 57, hadis no: 2579

[99] Buhâri, K. Mezâlim ve’l-Gasb, 13-15; Müslim, K. Müsâkat, 137, 142 hadis no: 1610, 1612

[100] Müslim, İman 61, hadis no: 218; Nesâi, Âdâbu’l-Kudât, 30 hds no: 5384

[101] Lokman, 13

[102] Hadislerle Kur’an Tefsiri, İbn Kesir, I/508

[103] 21/Enbiyâ, 59

[104] Toshihiko İzutsu, Kur’an’da Dini ve Ah. Kavramlar, s. 226

[105] 22/Hacc, 39-40   

[106] Bk. 2/Bakara, 49-51

[107] 26/Şuarâ, 18-19

[108] 40/Mü'min, 26; 26/Şuarâ, 22

[109] 48/Fetih, 26

[110] 6/En’am,  82

[111] 31/Lokman, 13

[112] Buhâri; Müslim, nak. Muht. İbn Kesir, 3/65

[113] 21/Enbiyâ, 29

[114] 7/A’râf,  103

[115] 11/Hûd,  37

[116] 11/Hûd, 67, 94; 17/İsrâ, 59

[117] 30/Rûm,  29

[118] 37/Saffât,  22

[119] 3/Âl-i İmrân, 94

[120] 6/En’âm, 68, 93; 9/Tevbe, 23; 21/Enbiyâ, 2, 3, 5; 22/Hacc, 52-53; 39/Zümer, 32; 11/Hûd, 18-19; 2/Bakara, 114; 4/Nisâ, 168

[121] 4/Nisâ,168

[122] 31/Lokman, 13

[123] 5/Mâide,  44

[124] 7/A’râf,  23

[125] 3/Âl-i İmrân, 135; ayrıca bk. 4/Nisâ,  64, 110

[126] 10/Yûnus,  44; ayrıca bk. 9/Tevbe,  70; 29/Ankebût, 40; 2/Bakara,  57; 7/A’râf,  160; 16/Nahl, 33, 118 vd.

[127] 35/Fâtır,  32

[128] 4/Nisâ, 110

[129] 41/Fussılet, 46

[130] Hüseyin K. Ece, İslâm'ın Temel Kavramları, 786-788

[131] Mevdûdi, Tefhîmu’l-Kur’an, c. 1, s. 65

[132] 24/Nûr, 34

[133] 33/Ahzâb, 46

[134] 5/Mâide, 15

[135] 2/Bakara, 267

[136] 18/Kehf, 57

[137] 62/Cuma, 5; 39/ Zümer, 32

[138] 6/En’âm, 93

[139] 2/Bakara, 114

[140] 31/Lokman, 13

[141] 2/ Bakara, 51, 92-93; 7/A’râf, 148

[142] 5/Mâide, 72

[143] 5/Mâide, 45

[144] 53/Necm, 52

[145] 7/A’râf, 23; 28/Kasas, 16

[146] 11/Hûd, 101; 43/Zühruf, 76; 3/Âl-i İmrân, 117; 16/Nahl, 33

[147] 3/Âl-i İmrân, 133-135

[148] 35/Fâtır, 32

[149] 2/Bakara, 229

[150] Hüseyin K. Ece, a.g.e., s. 766-771

[151] 2/Bakara, 270; 5/Mâide, 72; 40/Mü’min, 18

[152] 2/Bakara, 258; 3/Âl-i İmrân, 86; 5/Mâide, 51; 6/En’âm,  144; 28/Kasas, 50; 46/Ahkaf, 10

[153] 3/Âl-i İmrân, 57; 42/Şûrâ, 40

[154] 7/A’râf,  44; 11/Hûd,  18

[155] 3/Âl-i İmrân, 151; 5/Mâide, 72; 42/Şûra, 21, 45

[156] 6/En’âm, 135; 12/Yusuf, 23

[157] 2/Bakara, 193

[158] 2/Âl-i İmrân, 94; 6/En’âm, 21, 93, 144; 29/Ankebût, 68; 61/Saff, 7

[159] 17/İsrâ, 47

[160] 6/En’am, 144

[161] 18/Kehf, 57

[162] 4/Nisâ, 10

[163] 2/Bakara, 140

[164] 24/Nûr, 50

[165] 29/Ankebût, 49

[166] 49/Hucurât, 11

[167] 60/Mümtehıne, 9

[168] 5/Mâide, 51

[169] 6/En’am, 68

[170] 9/Tevbe, 23

[171] 11/Hûd, 113

[172] İbn Mâce, Fiten 20, Hadis no: 4012, 2/1330

[173] 11/Hûd, 18

[174] 5/Mâide, 8

[175] Müslim, İman 7, Hadis no: 19, 1/50; Ebû Dâvud, Zekât 4, Hadis no: 1584, 2/104; Tirmizî, Zekât 4, Hadis no: 625, 3/21

[176] 2/Bakara, 279

[177] 26/Şuarâ, 227

[178] 4/Nisâ, 148

[179] 3/Âl-i İmrân, 128

[180] 13/Ra’d, 6

[181] 10/Yûnus, 54; 39/Zümer, 47

[182] 5/Mâide, 39

[183] 3/Âl-i İmrân, 135

[184] 3/Âl-i İmrân, 40, 57

[185] 15/Hicr, 78-79

[186] 28/Kasas, 59

[187] 23/Mü’minûn, 28

[188] 23/Mü’minûn, 41

[189] 11/Hûd, 82

[190] 7/A’râf, 91

[191] 26/Şuarâ, 189

[192] 7/A’râf, 136

[193] 18/Kehf, 49

[194] Ebû Dâvud; Avnu'l Ma'bûd, Şerh-i Sünen-i Ebî Dâvud, 13/244

[195] 6/Enâm, 129

[196] Tefsir-i Âlûsi, 8/27

[197] 6/En'âm, 47

[198] 6/En'am, 135

[199] 6/En'âm, 45

[200] 6/En'âm, 47

[201] 10/Yûnus, 14

[202] 21/Enbiyâ, 11

[203] 6/A'râf, 34; 10/Yûnus, 49

[204] Abdülkerim Zeydan, İlâhi Kanunların Hikmetleri, s. 150-158

[205] 11/Hûd, 117

[206] Abdülkerim Zeydan, a.g.e. s. 161-162

[207] 4/Nisâ, 75

[208] 42/Şûrâ, 42

[209] 6/En’âm,  135; 28/Kasas, 37

[210] 5/Mâide, 51

[211] 60/Mümtehine, 9

[212] 9/Tevbe, 23

[213] 45/Câsiye, 19

[214] 6/En’âm, 129

[215] 42/Şûrâ, 42

[216] 11/Hûd, 116

[217] 37/Saffât, 22-24

[218] 6/En’âm, 68

[219] 2/Bakara, 150

[220] 11/Hûd, 113

[221] 11/Hûd, 37); 23/Mü’minûn,  27

[222] 46/Ahkaf, 12

[223] 16/Nahl, 41

[224] 4/Nisâ, 97

[225] 22/Hacc, 39-40

[226] 2/Bakara, 193

[227] 4/Nisâ, 75-76; Vecdi Akyüz, Kur’an’da Siyasi Kavramlar, s. 260-261

[228]4/Nisâ, 13-14

[229] 65/Talak, 1

[230] Mehmed Âkif Ersoy, Safâhat, s. 400

[231] 4/Nisâ, 75

[232] 6/En’âm 68

[233] 5/Mâide, 45

[234] Hüseyin K. Ece, A.g.e. s. 769-770

[235] 2/Bakara, 29; 31/Lokman, 20; 10/Yûnus, 55, 66

[236] 3/Âl-i İmrân, 21

[237] Fevzi Zülaloğlu, Haksöz, 71, s. 38-41

[238] Tirmizî; Tuhfetu'l Ahvezî Şerhu Câmiu't Tirmizî, 8/423

[239] 42/Şûrâ, 39

[240] Kurtubî 16/39

[241] Askalânî, Şerh-i Sahih-i Buhâri, 5/99

[242] 11/Hûd, 113

[243] Tefsir-i Zemahşerî, 2/433

[244] 3/Âl-i İmrân, 192

[245] Tirmizî; Nesâi; Tâc Tercümesi, c. 3, s. 106    

[246] Râmuz el-Ehâdis, c. 2, s. 445

[247] 28/Kasas, 8

[248] Zâriyât, 40

[249] 28/Kasas, 40

[250] Beyhakî, Şuabu'l İman; Tefsîr-i Zemahşerî, 2/433

[251] Tefsîr-i Zemahşerî, 2/433

[252] 23/Mü'minûn, 27

[253] Abdülkerim Zeydan, A.g.e. s. 165-174

[254] 31/Lokman, 13

[255] 5/Mâide, 45

[256] Ekrem Sağıroğlu, Kur'an'da İnsan ve Toplum, s. 70-71

[257] 4/Nisâ, 75

[258] Hz. Ali (r.a.)

[259] Hz. Ali (r.a.)

[260] Said Nursi

[261] 26/Şuarâ, 227

[262] 2/Bakara, 34

[263] 2/Bakara, 34

[264] 7/A'râf, 36

[265] 45/Câsiye, 31

[266] 2/Bakara, 87

[267] 38/Sâd, 75

[268] 28/Kasas, 39

[269] Bk. 35/Fâtır, 43; 31/Lokman, 7; 63/Münâfıkûn, 5

[270] Bk. 28/Kasas, 39; 25/Furkan, 21

[271] 7/A’raf, 36, 75-76; 28/Kasas, 76-77

[272] 46/Ahkaf, 20; 40/Mü'min, 60

[273] 7/A’râf, 40-41

[274] 40/Mü'min, 60

[275] 16/Nahl, 23

[276] Ebû Dâvud, Libas 29, Hadis no: 4090, 4/59. Bir benzeri için Bk. Müslim, Birr ve Sıla 136, Hadis no: 2620, 4/2023; Ibn Mâce, Zühd 16, Hadis no: 4174, 2/1397; Ahmed bin Hanbel, 2/248, 376, 414, 444

[277] H. K. Ece, İslâm’ın Temel Kavramları, 317 vd.

[278] 45/Câsiye, 37

[279] 16/Nahl, 49

[280] 7/A’râf, 36

[281] 38/Sâd, 75-76

[282] 2/Bakara, 87

[283] 37/Saffat, 35

[284] 31/Lokman, 6

[285] 41/Fussilet, 15

[286] 46/Ahkaf, 11

[287] 7/A’râf, 146

[288] 28/Kasas, 4

[289] Bk. 2/Bakara, 34

[290] Bk. 45/Câsiye, 8

[291] 5/Mâide, 45

[292] A.g.e. s. 467 vd.

[293] 16/Nahl, 22-24

[294] Ejder Okumuş, Kur'an'da Toplumsal Çöküş,  s. 122-123 

[295] 7/A’râf, 75

[296] 71/Nuh, 6

[297] 7/A’râf, 77; 21/Enbiyâ, 2

[298] 7/A’râf, 88

[299] 21/Enbiyâ, 2

[300] 14/İbrahim, 22

[301] 41/Fussılet, 15

[302] Eşref Altaş, Haksöz, sayı 44, s. 41

[303] 7/A’râf, 137

[304] H. K. Ece, a.g.e. 470 vd.

[305] 34/Sebe’, 31-33

[306] 34/Sebe’, 31-33

[307] 22/Hacc, 46; 15/Hıcr, 75; 12/Yusuf, 11

[308] 4/Nisâ, 97

[309] 34/Sebe, 31

[310] 34/Sebe’, 31-33

[311] 4/Nisâ, 75

[312] 4/Nisâ, 75

[313] 7/A’râf, 176

[314] 33/Ahzâb, 67

[315] E. Altaş, Haksöz, 44, s. 42

[316] 28/Kasas, 4-5;  Ayrıca bkz . 7/A’râf, 137

[317] 34/Sebe’, 31-35

[318] 4/Nisâ, 97

[319] 33/Ahzâb, 67

[320] 34/Sebe’, 31-33

[321] 4/Nisâ, 88-89

[322] 4/Nisâ, 75

[323] S. Müslim, Nevevi Şerhi, c. 2, s. 89

[324] Bk. 2/Bakara, 34

[325] Ekrem Sağıroğlu, Kur'an'da İnsan ve Toplum, s. 53

[326] Ali Bulaç, Sosyal Bilimler Ansiklopedisi, c. 3, s. 82

[327] 16/Nahl, 23

[328] 40/Mü’min, 35

[329] E. Okumuş, Kur’an’da Toplumsal Çöküş, s. 125

[330] 41/Fussılet, 15-16

[331] 7/A’râf, 77-79

[332] 7/A’râf, 91-93

[333] 7/A’râf, 132-137

[334] 6/En’âm, 93  

[335] 4/Nisâ, 173

[336] 23/Mü’minun, 64-67

[337] 46/Ahkaf, 20; Vecdi Akyüz, Kur’an’da Siyasî Kavramlar, s. 284-288

[338] 2/Bakara, 34, 7/A’râf, 11; 38/Sâd, 71-75

[339] 23/Mü’minun, 45-48; 7/A’râf, 132-133; 10/Yûnus, 75-93; 28/Kasas, 39-42, 78-84; 29/Ankebut, 39

[340] 37/Saffat, 35-36; 7/A’râf, 74-79, 88-93

[341] 2/Bakara, 87-88

[342] 40/Mü’min, 56; 41/Fussılet, 38; 74/Müddessir, 11-26

[343] 63/Münâfikun, 5-6

[344] 29/Ankebut, 39

[345] 7/A’râf, 75, 88

[346] 11/Hûd, 27

[347] 17/İsrâ, 16; 34/Sebe’, 34

[348] Ali Bulaç, S. B. Ansiklopedisi, c. 3, s. 84

[349] 7/A’râf, 75-76

[350] 7/A’râf, 88

[351] 7/A’râf, 206

[352] 16/Nahl, 49-50

[353] 32/Secde, 15-19

[354] Ali Ünal, Kur'an'da Temel Kavramlar, s. 377

[355] 2/Bakara, 10

[356] 2/Bakara, 18

[357] İbn Mâce, Zühd 16

[358] Buhari, Mezalim 4

[359] 48/Fetih, 29

[360] 5/Mâide, 54

[361] 28/Kasas, 39

[362] bkz. 35/Fâtır, 43; 31/Lokman, 7; 63/Münâfıkun, 5

[363] bkz. 28/Kasas, 39; 25/Furkan, 21

[364] 7/A’raf, 36, 75-76; 28/Kasas, 76-77

[365] 46/Ahkaf, 20; 40/Mü'min, 60

[366] 7/A’râf, 40-41

[367] 40/Mü'min, 60

[368] 16/Nahl, 23

[369] 7/A’râf, 36

[370] 45/Câsiye, 37

[371] 2/Bakara, 34

[372] 79/Nâziât, 24

[373] bk. 10/Yunus, 92; Londra British Museum’da sergilenen ceset

[374] 11/Hûd, 113

[375] 28/Kasas, 83

[376] 7/A'râf, 179

[377] 8/Enfâl, 55

[378] 9/Tevbe, 28

[379] 16/Nahl, 23

[380] 4/Nisâ, 75

[381] 4/Nisâ, 75 ve 76

[382] 48/Fetih, 29

[383] 5/Mâide, 54

[384] 11/Hûd, 113

[385] 28/Kasas, 83

[386] 16/Nahl, 23

Ögeyi değerlendirin
(0 oy)
Son değişiklik Cumartesi, 17 Haziran 2023 16:21

Yorum yapın

(*) ile işaretlenmiş zorunlu alanların tümünü doldurduğunuzdan emin olun. HTML kodları kullanılamaz.