BÜYÜ DENİLEN HİLE VE KANDIRMA

Sihir, Yani Büyü Hakkında

Nüzul sürecinde ilk kez Müddessir sûresi 24. âyette geçen “sihir (s-h-r)”, dilde “gizli bir sebeple insanın gözünü ya da gönlünü yanıltan şey” demektir. Görenin görüleni olduğundan farklı algılamasıdır. Görülen, aslında görüldüğü gibi değildir. Eğer dişi keçinin memesi dolu dolu görüldüğü halde sütü az çıkarsa Araplar “anzun meshûrun” (büyülenmiş keçi) derler. Sabahın alaca karanlığına sehar (seher), seherde yenen Ramazan yemeğine de aynı kökten gelen “sahur” ismi verilmiştir. Seher, karanlıkla aydınlığın birbirine karışmış olması halidir ki, hakikatle hayalin, hakla bâtılın, gerçekle yalanın birbirine karıştığı hali çağrıştırır. Sihir, sebebi bilinmeyen herhangi bir şey olarak da tanımlanmıştır. Yukarıdaki birinci tanım özneyi (gören), bu ikinci tanım da nesneyi (görülen) esas alan tanımlardır ve ikisi de birbirini tamamlar. İster özne açısından ister nesne açısından tanımlansın, sihir her hâlükârda hakikatin zıddı olan zannı ve itmînânın zıddı olan vehmi ifade eder. Bunlar bazen görenden, bazen görülenden bazen de her ikisinden kaynaklanır.

Meselâ “Eğer onlara gökten bir kapı aralasak da onlar oraya çıkacak olsalar, ‘herhalde gözlerimiz döndürüldü, biz sihirlenmiş bir topluluğuz’ derlerdi.”[1] âyetinde geçen “sihir” gören açısındandır. Çünkü kaynağı hakikat olduğu halde gören farklı algılamıştır. “Kimi (zaman) söz, bir büyüdür.” hadisinde de dinleyen açısındandır. Bu anlamda Türkçe’de “İki söz, bir büyü” atasözü vardır ve tabii ki mecazdır. Şu âyette ise hem gören hem de görülen açısındandır: “Mûsâ bir de ne görsün: Onların ipleri ve değnekleri, yaptıkları sihir marifetiyle, ona hızla akıyormuş gibi göründü (yuhayyelu ileyhi)”[2] Velid bin Muğıyre, Allah rasûlünün ömründe sihre örnek gösterecek bir olağan dışılık bulamayınca “ebeveynle evlâdın arasını ayırıyor” dedi. Hiç şüphesiz müşrikler bu vahye sözlü bir sihir olarak bakıyorlardı. [3]    

Türkçede “büyü” kelimesiyle karşılanan “sihir”, Arapça lügat anlamıyla, “her ne olursa olsun, sebebi gizli olan ince şey” demektir. Nitekim fecir vaktinin başlangıcına da ufuk çizgisinin inceliğinden dolayı “seher” denilir. Bu anlamda, yani sebebi gizli olan ince şeyleri bilmek ve tanımak anlamında sihrin küfür olmayacağı açıktır. Ancak, dinî örfteki anlamıyla sihir, sadece bu demek değildir. Sebebi gizli olmakla beraber, gerçeğin aksine tahayyül olunan yıldızcılık, falcılık, medyumluk, cincilik, şarlatanlık, hilekârlık yolunda cereyan eden herhangi bir şey demektir. Halk dilinde de sihir veya büyü denilince akla gelen bunlardır ve bütün bunlar çirkin ve bâtıl şeylerdir. Çünkü bunda esrârengiz bir şekilde hakkı bâtıl, bâtılı hak; hakikati hayal, hayali hakikat diye göstermek vardır. Nitekim, “İnsanların gözlerini sihirlediler”[4]; “Sihirleri sâyesinde ipleri ve sopaları onun hayâlini büyüledi, çünkü onlar gerçekten yürüyor gibiydiler”[5] buyrulmaktadır. Demek ki, esrârengiz, gizli sebep ile incelik, dış görünüşü itibarıyla çekicilik ve bir de kötü maksat, sihrin niteliğini belirler.

Tabiatüstü güçler yardımıyla olağanüstü sonuçlar elde etmeye yönelik faaliyete “büyü” denir. Kur’an’da geçen “sihr” kelimesi, büyü anlamını taşımakla beraber, sihr büyüden daha geniş kapsamlıdır. Çünkü sihir, “sahte, gerçek dışı olan bir şeyi gerçekmiş gibi göstermektir.” Bunun için sihirbazlıkta gözü görüşü aldatan hokkabazlık, el çabukluğu ve renk yansıtmasına dayanan bir sanatı yürütme anlamı vardır. Bu yüzden sihirbazlar, illizyonizm, manyetizma, hipnoz ve telepati gibi teknikleri uygularlar. Büyücü ise, iyi ve kötü varlıkların yardımını sağlayan, büyü tekniğini ve usullerini bilen ve kullanan kimsedir. Cahiliyye devrinde büyü ve sihir çok yaygın olduğundan Araplar büyücülerden çekinirler ve onlara saygı duyarlardı.

Büyü ve sihir, menfaat kökenli bir disiplin olduğundan Allah, peygamber ve din tanımaz. Ancak bazı durumlarda kutsal değerleri ve metinleri istismar eder. Ayrıca büyüde, Allah’ın irade ve kudreti üstünde işler başarılabileceği iddiası da vardır. Bütün bunlar, büyücüye Allah’tan ve peygamberden daha büyük değer verildiği gerçeğini ortaya koymaktadır. Hâlbuki büyücülerin gaybı bildiği, başaramayacakları şeylerin bulunmadığı tarzındaki inançlar, İslâm’la taban tabana zıttır. İşte bu yüzden İslâm, büyük günahlar arasında saydığı sihir ve büyücülüğe şiddetle karşı çıkmış; Kur’an ve sünnette de bu iş açık ve kesin olarak yasaklanmıştır.

İslâm bilginlerinden bir kısmı, hiçbir gerçekliği ve geçerliliği bulunmadığı, sadece aldatmadan ibaret olduğu düşüncesiyle büyüyü ve sihri reddederler. Ancak, sihrin mahiyeti ne olursa olsun, onunla meşgul olanların bulunduğunu inkâr etmek mümkün değildir. Bunun için Kur’an, büyü ve sihir diye bir olgunun varlığını kabul eder, fakat onun kullanılmasını onaylamaz. Çünkü Kur’an açısından büyü ve sihir, bir küfür ve fitnedir. İçeriğinde şeytanlık ve hile bulunan çirkin bir sanattır. Öyleyse onun zararını inkâra kalkışmak doğru olmadığı gibi onu haddinden fazla büyütmek de doğru değildir.

Dinî örfte sihir, sebebi gizli olmakla, gerçeğin zıddına tahayyül olunan, gözbağcılık, yaldızcılık, şarlatanlık, hilekârlık tarzında cereyan eden herhangi bir şey demektir. Kendisinde, hakkı bâtıl, bâtılı hak gösterme özelliği söz konusu olduğu için, aslında tahrif olmadan önceki esas şekilleri itibarıyla ortak adları İslâm olan tüm semâvî dinler tarafından kötülenmiş ve yasaklanmıştır. Mâhiyetinde, esrârengiz gizli sebep ile incelik, dış görünüşünde câzibe, hile ve kötü niyet vardır. Bizzat ilâhî irâde ile meydana gelen olaylardan değildir. Ortaya konulabilmesi için teşebbüs edilmesi gerekli özel bir sebebi vardır. Bu özel sebebi herkes bilemediğinden, sihir hârika gibi zannedilir. Bunun için, sebebi herkesçe bilinmeyen herhangi bir hakikat bile başkalarını kandırmak için kullanıldığı takdirde sihir olur. Bu sebebin nazarî/teorik olarak açıklanabilir bir halde bulunması da şart değildir. Az çok taklidî bir şekilde ortaya konulabilmesi de yeterlidir.

Yaratılış sebebi ilmen açıklanamayan, tek başına ya da zincirleme bazı garip olaylar meydana getirebilmek sihir olmaz. Fakat insanları aldatmak için bunlardan faydalanmaya kalkışıldığı ve bu şekilde kalplere tesir ederek dolandırıcılık yapılmak istenildiği zaman bunlar sihir özelliği kazanırlar. Bunun için imansızlık, ahlâksızlık ve aldatmak, sihrin köküdür. Sihirbazlar, çeşitli bilimlerden, sanayi ve teknolojiden, edebiyattan, felsefeden, yaratılışın garip sırlarından kötü niyetleri için yararlanmasını bilirler. Bu şekilde hakkı gizlemek için yazılmış nice felsefeler, romanlar, tarih kılıklı kitaplar vardır. Vaktiyle hukemânın, yani hikmet ehli kimselerin “domuzların boynuna mücevher (inci gerdanlık) takmayın” nasihati, bu gibi kimselerin yüksek ilimleri öğrenerek, bunları kötü maksatlarla kullanmalarını önlemek için verilmiştir. 

Sihir, din açısından şiddetle kınandığı ve yapanlara ağır cezalar öngörüldüğü halde; bazı kayıtlarla meşrû kılınmış hususlar için de kullanılmıştır. Hz. Peygamber’in “Belîğ olan sözlerden bir kısmı muhakkak sihirdir”[6] sözleri bu cümledendir. Ömer bin Abdülaziz de, kişinin güzel konuşması ile gerçeği etkili şekilde ortaya koymasına “sihr-i helâl” demiştir. Bu durumda, hakkı ortaya koyan belîğ konuşmalar helâl bir sihir olup hakkı bâtıl, bâtılı hak şeklinde gösteren belîğ konuşmalar da haram bir sihirdir.[7]          

Büyü anlamına gelen Fransızca ve Almanca “magie”, İngilizce “magi”, “magic” kelimelerinin aslının Yunanca “magos”tan geldiği bilinmektedir. “Sihir” kelimesi, Türkçede “büyü” kelimesiyle karşılanır. Aynı zamanda sihir kelimesi de kullanılır. Fakat, Türkçede sihir ve büyü kelimeleri tümüyle aynı anlamda kullanılmamaktadır. Kur’ân-ı Kerim’de geçen “sihir” kelimesi, büyü anlamını da taşımakla birlikte sihir, büyüden daha geniş kapsamlıdır: Büyü ile sihrin bazı şekilleri arasında farklar vardır.

Öte yandan Türkçe’de büyücü ile sihirbaz tümüyle aynı anlama gelmemektedir. Sihirbazlıkta gözü, görüşü aldatan, hokkabazlık, el çabukluğu ve renk yanıltmasına dayanan bir gösteri anlamı da vardır. İllüzyonizm, manyetizma, hipnoz, telepati gibi teknikleri uygulayan kimse, sihirbazdır. Büyücü ise, iyi veya kötü varlıkların yardımını sağladığı varsayılan, büyü tekniğini, usullerini, tılsımlı sözleri, iksirleri, uygun materyali, muskaları, diğer ilgili maddeleri bilen ve kullanan veya öyle kabul edilen kimsedir. Daha çok el çabukluğuna dayanan, sahne showlarına, halkı eğlendirme amacıyla gösterilen teknik ve illüzyonlara, gözleri yanıltmaya sihirbazlık denilirken; cinlerle iş yaptığı zannedilen, muska ve üfürükten yararlanan, insanların zihnini etkilemeye ve çeşitli rûhî hastalıklara veya bu hastalıkları tedâviye sebep olduğu kabul edilen kimselerin tıp, bilim ve din dışı araçlar kullanarak yaptıklarına da büyü denilmektedir. Cadılar ve kâhinler, büyücülerle karıştırılırsa da aslında onlarınki bir teknik değil; şahsî kabiliyet veya istismara dayanan farklı yöntemlerdir. Medyumlar, falcılar, astrologlar da modern müneccim ve büyücüler olarak kabul edilebilir.

Büyü, “tabiatüstü gizli güçlerle ilişki kurularak yahut kendilerinde gizli güçler bulunduğuna inanılan bazı tabiî/doğal nesneler kullanılarak zararlı, faydalı veya koruma gâyeli bazı sonuçlar elde etmek için yapılan işler” şeklinde tarif edilebilir. Kutsalla ilişkisinin bulunmaması ve ahlâkî amaç taşımaması, büyünün en temel özellikleridir; başlıca gayesi ise daima çıkar sağlamaktır. Batılı bazı araştırmacılar, “din” ile “büyü” arasında benzerlikler bularak, birbirlerini etkiledikleri, birinin diğerini doğurduğunu ileri sürmüşlerdir. Bu, büyüyü tümüyle dışlayan, sihri küfür ve şirk olarak tanımlayan İslâm için, düşünülmesi bile mümkün olmayan bir bühtandır. Hatta, bu değerlendirmeyi, İslâm’ın dışındaki diğer dinler için de doğru olmayan ve din düşmanlığını sergilemek için, iki zıt şey arasında ayrıntıyla ilgili ve çok küçük bir iki benzerliğin kasıtlı olarak abartılmasından dolayı ortaya atılan bir iddia ve her türlü dine karşı bir iftira kabul ediyoruz.

Din ile büyü arasında benzerlik bulanlara karşı şu görüşler ileri sürülür: Din her şeye gücü yeten bir varlığa, büyü ise tabiattaki bir güce yönelmektir. Dinin bir cemaati, büyücünün ise sadece müşterisi vardır. Dinde günah anlayışı varken büyüde yoktur. Dinde açıklık, büyüde kapalılık ve gizlilik; dinde itaat, bağlanma, büyüde muvakkat bir menfaat hesabı vardır. Dindeki duâ, ibâdet, ahlâk, dayanışma, birlik gibi temel unsurlar büyüde yoktur. Büyüde dinî uygulamalardaki mânevî, ruhanî özden, derûnî inanıştan çok; dış unsurlar, katı şartlar, maddî araçlar ön plandadır. Büyü ilâhî otorite ve ahlâkî kuralların dışındadır.

Büyü, inanışa göre, Tanrı veya tanrıların kudretinin üstünde bir şey yapmak veya onları zorlayarak bir gâyeyi gerçekleştirmek iddiasındadır. Hâlbuki dinde Tanrı’ya itaat etmek, O’nun hoşnutluğunu kazanmak, gazabından sakınmak, ceza veya mükâfatına göre tavır almak söz konusudur. Büyünün temel gâyesi, menfaat temini olduğundan, yerine göre dince kutsal sayılan şeyleri de kendi gâyesi için kullanarak dini istismar edebilir. Büyüde şahsî, dinde hem şahsî hem de sosyal gâye söz konusudur. Dinin devamlılığına karşılık, kişinin bilgi, yetenek ve imkânı bitince veya gâyesini gerçekleştirince büyü olayı sona erer.[8]   

 

Sihrin Menşei/Kaynağı

Sihrin menşei konusunda ilk bilgileri Kur’ân-ı Kerim'den öğrenmekteyiz. Kur’an’ın verdiği bilgi, Hz. Süleyman’ın (a.s.) peygamberliği zamanında sih­rin çok yaygın olduğu, şeytanlar tarafından insanla­ra öğretildiği şeklindedir. [9]

Sihrin kaynağı, şeytanlardır: İslâm Ansiklopedisi'nde,[10] "Sihir" maddesini yazan, D.B.Macdonald, sihrin kaynağı konusunda aynı şeyleri ifade ettikten sonra, bu konuda daha geniş bilgiler vererek sihrin menşeine, ruhlar ve cinler fikrini de eklemekte ve konuyu uzun uzun tahlil etmektedir. Hemen her toplumda, Grekler'de (Eski Yunan), Bâbil'de, Mısır'da, İran'da, Keldâniler'de, Hintlilerde ve İbn İshak'a dayandırarak eski Türklerde (Meselâ, orduları yenmek, düşmanları öl­dürmek, nehirleri geçmek ve kısa bir zamanda uzak mesafelere gitmek vb. şekillerde) sihir olayının bulunduğuna işaret eder."[11]

İslâm öncesi Arabistan'da sihir, Arapların ken­dileriyle yakın ilişki içinde bulundukları Yahudiler, İranlılar ve Yunanlılar gibi halklardan alınmış, aynı çeşitten anlayışların bir karışımıdır. Bunlar, tütsüleme, tılsım, muska, okuyup üflemek (tabii ki sünnette meşrû kılınan okuma şekli rukye, bunun dışında­dır), yıldızlara bakarak geleceği haber verme, içine yerleştirilen sayılar, yatay ve dikey olarak toplandı­ğı zaman hep aynı sayıyı ve harflerin gizli değerle­rinden yararlanarak geleceği okumak demek olan “cifir”, bu konuda kitaplar yazılmasına yol açmıştır.[12]

Büyü sözcüğü Türkçedir. Kur’an-ı Kerîm'de, bu anlamı veren “sihir”den söz edilmiştir. Batı literatüründe ise “Magi = Maji”, “Magic = Mãcik” olarak geçer. Büyü -gizemli sanılan- ilkel bir çözüm arayışıdır. Bu kısa tanımdan da anlaşılacağı üzere büyünün temelinde üç şey vardır: a) Gizemlilik iddiası, b) ilkellik, c) çözüm arayışı. Bunlardan birincisinin açıklaması şöyledir:

Büyünün gizemli olduğu sanılır. Yani büyünün, herkes tarafından an­laşılamayan, herkes tarafından bilinemeyen ve yapılamayan birta­kım esra­rengiz ilişkilerden ve bu ilişkilere dayanan formüllerden oluş­tuğu sanılır. Bu sanı, birçok kimselerde kesin bir inanış ve kanaat ola­rak var­dır. Ancak büyü, çeşitli şarlatanlıkların bazı şekilleridir. Çünkü büyünün gerçek oldu­ğunu kanıtlayan bir kimseye rastlanmamıştır. Ayrıca büyü­nün bir aldat­maca olduğunu Kur’an-ı Kerîm açık şekilde ortaya koymak­tadır. Tâhâ Sûresi'nin 57-72. âyetlerinde Hz. Mûsâ ile Mısır Firavun'u ara­sında olup biten bir mûcize ile büyü mücadelesi canlandırılmıştır. Bunlardan özellikle 66-69’uncu âyetlerde bü­yünün içyüzü bü­tün çıplaklığıyla ortaya serilmiştir. Bu âyet-i kerime­lerde özet olarak şöyle bir açıklama vardır:

Firavun'un büyücüleri Hz. Mûsâ'ya, önce hangi tarafın gösteriye baş­la­masını sorunca Hz. Mûsâ: "Hayır, siz atın." yani elinizdeki sicim­leri ve değnekleri atarak büyü gösterisine önce siz başlayın dediği kay­dedilmek­te­dir. 66. ve 67’nci âyetler gösteriyi ve onu şaşkınlık içinde seyreden Hz. Mûsâ'nın ruh halini anlatmaktadır. Bu âyetlerin meâli şöyledir: “Bir de ne görsün, -büyücülerin- şarlatanlığından ötürü, sicimlerınin ve değneklerinin yürüdüğü onun hayalinde canlandırılıyordu.” “Bu yüzden Mûsâ, içinde bir ürperti duydu.”

66’ncı âyet-i kerime, bu olaydaki büyünün bir dereceye kadar içyü­zünü ortaya koymakta, en azından bu işlemin hayalde canlandırılan asıl­sız birta­kım kımıldayışlar olduğunu ifade etmektedir. Sicimlerin ve değ­neklerin, Hz. Mûsâ'nın hayalinde hareket eder gibi göründüklerini kay­deden bu âyet­lerden iki farklı anlam çıkarmak mümkündür. Birincisi: Büyüde kullanılan bu araçların gerçekte hareket ettiklerıdir. İkincisi ise, hareket eder gibi göründükleridir.

Bilindiği üzere iplik ve sopa gibi cansız şeylerin -hele büyü gibi asıl­sız bir işlemde- kendi kendine hareket etmesi olanak dışıdır. Ama bunu il­lüz­yonistlerin yaptığı gibi bazı hilelere başvurarak yapmak el­betteki müm­kündür. Özellikle ilâhlık iddiasında bulunmuş mağrur ve çağının en kud­retli hükümdarı olarak Firavun'un, sahip bulunduğu güç ve imkânlarla devrin profesyonel ve en mâhir büyücülerini bularak bu hileleri yaptırması zor değildi. Kur’an-ı Kerîm, büyünün bir gözbağ­cılık, bir şa­şırtma ve duyu­ları spekülatif yöntemlerle aldatma olduğunu yine bu olayı anlatan A'râf Sûresi'nin 116’ncı Âyet-i Kerime'sinde açıklamakta­dır.

Hz. Mûsâ tarafından, büyücülerden hünerlerini göstermeleri iste­nince onların, seyirciler üzerinde nasıl psikolojik bir etki uyandırdıkla­rını Allah Teâlâ aynen şöyle ifade buyurmaktadır: “Mûsâ: ‘Siz atın.’ dedi. Onlar da hünerlerini ortaya atınca insan­la­rın gözlerini büyülediler. Onları ürperttiler ve muazzam bir büyü or­taya getir­diler.” [13]

Âyet-i kerime'deki: “İnsanların gözlerini büyülediler.” ifadesi çok açık­tır ve bu olaydaki büyünün, gerçek değil, bilakis psikolojik bir etki yaptığını ortaya koymak bakımından da en büyük kanıttır. Bu ilâhî açık­lamadan ko­layca anlıyoruz ki büyünün birtakım hileler olarak izahı var­dır. Bununla birlikte hiçbir gizemli yanı da yoktur. Çünkü Kur’an-ı Kerîm'de sicim diye geçen şeylerin -söylentilere göre- içleri birtakım kim­yasal maddelerle dol­du­rulmuş hayvan bağırsakları ol­duğu ve gösteri sıra­sında bu maddelerin reak­siyona girerek bağırsakla­rın hareket etmesine neden oldukları ihtimali bu­lunduğu gibi, büyücü­ler benzer bazı speküla­tif işler de yapmış olabilir­ler.

İpliklerin ve sicimlerin gerçekte değil, fakat Hz. Mûsâ'nın haya­linde ha­reket eder gibi görünmüş olabileceği ihtimali de vardır. Şöyle ki:

Hz. Mûsâ, Firavun'un ve avanelerinin yanı sıra, kalabalık seyirci kar­şı­sında ve belki de tek başına bulunmak gibi -peygamber bile olsa- insan mo­ralini olumsuz etkileyen bir konumda idi. Allah Teâlâ'ya açıkça kafa tutacak kadar küstahlaşan Firavun'un, bu şedid ve kanlı diktatörün karşı­sında bu­lunmuş olmak ve hele moral verecek bir taraf­tar kitlesinden yoksun olmak gibi etkenler hesap edilirse Hz. Mûsâ'nın bu olayda ne ka­dar zor dakikalar yaşadığını tahmin etmek güç değildir. Aslında bu ihtimali araştırmak yer­sizdir. Çünkü Kur’an-ı Kerîm, bu gerçeği de çok berrak şekilde ortaya koy­makta ve Tâhâ sûresinde şunları kay­detmektedir: “Bu yüzden Mûsâ, içinde bir ürperti duydu.” “Biz O'na, korkma dedik, asıl üstün gelecek olan sensin sen!” [14]

İşte gizemli sanılan büyünün özet olarak aslı esası budur. Onun için büyü/sihir tamamen bir hile ve safsatadır.

Büyünün ikinci niteliği, onun hem amaç, hem de araç bakımından il­kelliğidir. Evet, büyü, hem kaynakları, hem de yapılış ve uygulaması ba­kı­mından ne vahye, ne de akla dayanır. Bilakis vahyi ve aklı hiçe sa­yan rezil bir düşünce ürünüdür. Bu gerçeği anlayabilmek için hiçbir in­cele­meye ve araştırmaya bile gerek yoktur. Sadece bir tek büyücü gör­mek bile büyünün her bakımdan ne olduğunu anlamak için yeterlidir. Bu sefil in­sanlar her türlü faziletten yoksun oldukları gibi, onlara ina­nan ya da tu­zaklarına düşen zavallılarda bile sağlıklı bir moral yapı ve güçlü bir iman yoktur.

 Allah Teâlâ, yine Tâhâ Sûresinde: “Çünkü onların yaptığı bir büyü hilesidir. Büyücü ise nereye varsa asla başarıya ulaşamaz!”[15] buyurmaktadır. Büyünün, etki yapmak bakımından bir “hiç” olduğunun, bundan daha büyük bir kanıtı olamaz.

Büyü, Amaç Bakımından İlkel ve Zararlıdır. Çünkü:

a) Akılcı bir yol değildir. Bilakis büyü, aklı küçümsemekte, hatta onu inkâr etmektedir. Birçok saf ve câhil insan, gerçekleri anlayabilecek bilgi ve basirete sahip bulunmadıkları için, onların basit düşünce yapı­ları bü­yücüler tarafından kullanılmaktadır. Bu ise insan aklının küçümsenmesi demektir.

b) Büyü, akla dayanmadığı gibi, vahye de dayanmamaktadır. Bilakis va­hiy, sihri “küfür” olarak mahkûm etmekte ve sihirbazı kâfir ol­makla suç­lamaktadır. Büyü yapan insanın, İslâm Hukuku'nda cezası pek ağırdır.

c) Büyü, insanların aldatılmalarına ve kötü yönlendirilmelerine ne­den olmaktadır. İnsanları karşılıksız, hatta günah karşılığında zarara uğrat­mak­tadır.

Büyü, Araç Bakımından da İlkel ve Zararlıdır

Türüne göre büyüde kullanılan araçlar son derece iğrençtir. Katır toyna­ğından karga beynine, kıldan dışkıya kadar, büyüde en pis ve en necis mad­deler kullanılır. Ne yazık ki bunların bir kısmı da insanlara şu veya bu şe­kilde yedirilir.

Bu ilkelliğin bir örneği de kutsal değerlere karşı bilinçli saygısızlık­tır. Çünkü bazı büyü türlerinde -özellikle harap olması istenen mekân­lar ve za­rar görmesi istenen insanlar için yapılan büyülerde- Allah'ın yüce ad­ları ve âyet-i kerimeler pis sıvılarla yazılmakta ve ayakkabı to­puklarına, eşiklerin altına ve benzeri yakışıksız yerlere gizli şekilde yerleştirilmekte­dir.

Büyünün üçüncü niteliği ise onun, talihsiz bir çözüm arayışı olma­sı­dır. Çünkü büyü ile derdine derman arayan insan, eğer sorunun çö­zümü için akılcı ve legal bir yol varsa bu yola inanmayacak ya da gü­venmeyecek kadar rüşdünü yitirmiş biridir. Eğer tamamen çaresizlik içinde ise bunu, ikinci bir çaresizlikle birleştirecek kadar Allah'ın feyiz ve nurundan uzak, bilakis da­lâlet karanlığına saplanmış biridir.

Bazı akaid yazarları tarafından, “Sihir haktır” şeklinde kullanılmış olan sözden amaç şudur: Sihir (yani büyü) Kur’an-ı Kerîm'de sözü edil­miş ve işlenmiş bir konu olarak vardır. Elbette ki büyü tarih bo­yunca in­sanları meşgul etmiş bir hâdisedir. En uygar sanılan toplumlar içinde bile sihir ya­pan ve sihre inanan insanlar bulunmuştur. Onun için sihrin bir toplum gerçeği olarak var olduğunu inkâr etmek imkân­sızdır.

İlginçtir ki bazı yazarlar da “Sihir haktır” sözüne, farklı bir yorum ge­tirmiş ve büyünün gerçek anlamda etki yaptığına inanmışlardır. Eğer bü­yü­nün gerçek anlamda etkisi olsaydı, büyücülerin açamadıkları kapı, çö­züm­leyemedikleri sorun kalmayacaktı. Tarihte büyücülerden ve şar­latan­lardan medet uman nice krallar olmuştur ki bunların hepsi de so­nunda hayal kı­rıklığına ve hüsrana uğramışlardır. Büyünün bir tek kere dahi başa­rıya ulaştığı kanıtlanamamıştır. Kaldı ki büyücülere meydan okuyan in­sanlar hiçbir zaman onların büyü yoluyla tertip ettikleri bir kötülüğe uğramamış­lardır! Bu bile büyünün ne büyük bir yalan olduğunu or­taya koyan başlı­başına bir kanıttır.

Bazı kimseler eğer Kur’an-ı Kerîm'in 113’üncü Sûresi olan Felak Sûresi'nin 4'üncü Âyet-i Kerime'sini göstererek büyünün şerri hak­kında bir kanaat ortaya koymak istemişlerse, hemen ifade etmek gere­kir ki bu âyet-i kerime'de şerrinden söz edilen büyü değil, tam tersine “Düğümlere üfleyip tüküren” büyücü kadınlardır. Binâenaleyh bu kimseler, büyü ile büyücüyü birbirine karıştırmışlardır!

Hiç kuşku yok ki her devirde bu gibi gayrı meşrû işlere kendini vererek duygusal insanların psıkolojisini olumsuz yönde etkileyen kadınlar (veya erkekler) bu­lunmuştur. Genelde câhil topluluklar arasında faaliyet gösteren bu kimseler, iplik düğüm­lemek, bu düğümlere üflemek, muska ve tütsü yapmak, kur­şun dökmek ve kehânetlerde bulunmak gibi bâtıl şeylerle bir yandan geçin­meye çalışır­ken, bir kısım insanların iç dünyaları üzerinde etkili ola­bilmek­tedirler. Aslında bunlardan yararlanmak isteyenler, onların şer­rine daha çok uğrayanlardır. Çünkü büyücüye inan­mak küfürdür. Yani İslâm Dini'nden çıkmak için yeterli bir sebeptir. Bu ise şer ve kötülü­ğün en tehlıkelisidir. Ayrıca büyücüye, yapmış olduğu büyü karşılı­ğında ücret vermek, hem iş­lediği bu ağır günaha karşılık onu ödül­len­dirmek, hem zararlı bir fa­aliyete değer biçmiş olmak, hem de böyle bir faaliyeti cesaretlendirmek bakımından elbette ki bu yapılanların hepsi şer­dir, kötüdür. Rabbimiz işte bü­tün bu kötülükleri işleyen kadınların şerrin­den kendisine sığınmamızı is­temiştir.

Büyü, hiçbir reşit toplum içinde legal bir meslek niteliğini kaza­na­ma­mış, vicdanlarda mahkûm olduğu için hep gizli yapılmış ve büyü ya­panla­rın da yaptıranların da sonu daima pişmanlık olmuştur. [16]

Ehl-i Sünnet Âlimlerinin Çoğunluğuna Göre Sihrin Gerçek Olup İnsanlara Etki Ettiğinin Delilleri

 

  • Sihir gerçek olmasaydı, Hârut ve Mârut adlı iki melek, insanlara büyü öğretmezdi,

2- Allah Teâlâ şöyle buyrmuştur: "... ve düğümlere üfleyen büyücü kadınların şerrinden,.."[17] Büyü/Sihir gerçek olmasaydı, Allah Teâlâ büyünün şerrinden kendisine sığınmayı emretmezdi,

 

3- Büyü/Sihir gerçek olmasaydı, Yahudilerden Lebid b. el-E’sam Peygamberimize büyü yapamaz, büyü yapınca Peygamberimiz bundan etkilenmezdi,

 

4- Ehl-i Sünnet, bir kimseye büyü yapıldığı zaman onu savmasının mümkün olmaması, büyünün gerçekten vuku bulduğunu delil olarak gösterir.[18]

Bu delil diye sunulanların hiçbirinin ciddi bir delil olmadığını rahatlıkla söyleyebilirim.

  1. Maddede, Kur’an hiç böyle bir şey demediği halde, iki meleğin insanlara büyü öğrettiği iddia ve iftirası var. Delil olacak hiçbir yönü olmadığı gibi, âyette sihir öğretmenin küfür olduğu vurgulanırken, meleklerin günah işlemeleri, hem de küfre girmeleri gibi iftira atılıyor, Kur’an’da meleklere ait bildirilen hükümlere zıt düşülüyor. Kur’an’a zıt delil mi olurmuş?
  1. Bu kimseler âyetleri anlamama veya yanlış anlamaya mı şartlamışlar kendilerini? Âyette büyünün şerrinden değil, üfürükçünün şerrinden sığınmak emrediliyor. Sığınılması istenen büyü değil; büyücü, rukyeci adıyla üfürükçülük yapanlar.
  1. Maddeyi daha önce uzun uzun açıkladık. Peygamberimize büyü yapılmasının delil olacak hiçbir yönünün olmadığı izah edildi.
  1. Ehl-i Sünnet, bir kimseye büyü yapıldığı zaman onu savmasının mümkün olmaması, büyünün gerçekten vuku bulduğunu delil olarak gösterir. Bu nasıl bir delildir, gelin biraz tahlil edelim: Size bir terörist kurşun sıksa, sizin onu savmanız mümkün değilse, bu bir büyüdür ve büyünün gerçek olduğuna delildir” denilse ne kadar gerçekçi olursa, bu delil diye sunulan ifade de o kadar gerçekçi olur. Birinin yaptığı zarar verecek bir şeyi kişinin savmasının mümkün olmaması, onun büyü olduğunu nasıl ispatlar?! Savmadığımız, savamadığımız nice musibetler, âfetler, hastalıklar var.

Bu kadar basit gerekçeler, temelsiz dayanaklar büyünün etki etmediğinin karşıt görüşlüler tarafından da zımnen kabulü anlamına gelir, gelmelidir.

 

Nitekim İbn-i Kayyim bu konuda şöyle demiştir: "Büyü sebebiyle insanın bedeninde hastalık ve ağırlık meydana gelmesi, akıllı hareket etmemesi, kadının istemediği kimseyi sevmesi veya sevdiği kimseden nefret etmesi gibi büyünün etkisiyle olan şeyler mevcuttur ve insanların geneli bunu bilmektedirler. Pek çok insan ise, büyüyü, başına gelmesinden dolayı bilmektedir."[19]

Sayılanların ancak büyü ile elde edilecek durumlar gibi izah edilmesi, cevaba bile gerek bırakmayan delil gücünü(!) gösteriyor. Pek çok insan, başına gelmesinden dolayı biliyormuş, başına gelenin büyü olduğunu nereden biliyorlarmış? Bizim başımıza gelmediği gibi, Kur’an’dan aldığımız te’minat ile gelmeyeceğine de inanıyoruz. Biz Kur’an’ın hükmüne iman ediyoruz her şeyden önce. O büyünün hileden, hayalden, göz yanılmasından ibâret bâtıl ve başarısız kalmaya mahkûm bir şey olduğunu söylüyorsa, Kur’an’a muhalif başka delil peşine koşmayız. Ve getirilecek delil diye sunulan hususların, Kur’an’ın kesin hükümleri karşısında cılız bir delil gücü bile sergilemediğini belirtiriz. Kadının istemediği kimseyi sevmesi konusunda, kocasını daha fazla istemiyorsa”dan tutun da, parlak sözlerin de büyü olarak kabul edildiğinden, onu sözle, vaadle kandıranların büyücü yerine konulmaları gerektiğine kadar çok şey söylenebilir. Bu örnekler, büyüyü ve büyünün etkisini ispat edecek delil niteliği hiç taşımıyor.

İbn-i Kudâme de bu konuda şöyle demiştir: "İnsanlar arasında,"kocanın karısına yaklaşamaması/onunla cinsel ilişkiye girememesi" diye bilinen olay, erkeğin evlendiği zaman eşiyle birleşmeye ve düğümü çözmeye güç yetiremez. Kocanın, düğüm çözüldükten sonra eşiyle birleşmeye güç yetirmesi, hiç kimsenin inkâr edemeyeceği mütevâtir bir olay haline gelmiştir. Büyücüler hakkında rivâyet olunan öyle haberler gelmiştir ki bunlarda yalan olduğunda ittifak etmek imkânsızdır."[20] Din adına o kadar hurafe üretilmiş, o kadar çok bid’at çıkarılmış, o kadar fazla israiliyat dine katılmış ve bunlara o kadar çok sayıda halk rağbet etmiş ki… Öyleyse bu hususları mütevâtir kabul edip bu kalabalığın gerçek olmayan bir hususta ittifak etmeleri imkânsızdır” mı diyeceğiz? Hakikatin ölçüsü ne zamandan beri çoğunluk oldu?

İktidarsızlık ve bir kocanın eşine karşı psikolojik hastalık gereği görevini yapamaması, tıbben rahat çözülebilecek bir hastalık olarak kabul edilmek istenmeyip, erkekliğin bağlanması diye büyünün etkisiyle açıklanması, bir zandan ibarettir. Örnek gösterilen her iki âlim de, erkekliğin bağlanmasını onlarca büyü örneği içinde en önemli görüyorlar ve büyünün en önemli sebebi sayabiliyorlar. Erkekliğin bağlanması haberlerinin, daha doğrusu böyle bir psikolojik rahatsızlığın büyücülerin yaptığı büyüye bağlanması ve büyünün etkisine bir delil olarak sunulmasının ilmî hiçbir tarafı yoktur. Zavallı büyüden yana olanlar, erkekliğin bağlanmasını büyünün etkisine en önemli örnek gösterirken, kadının benzer problemi olan vajinismusu hiç gündeme getirmemeleri, benzer problemin kadında olduğunun farkında olmayışlarıyla mı, buna yönelik bir uydurma büyü (pardon, büyü bozma) geliştiremedikleri için mi, bilinmez. Psikolojik hastalıkla büyüyü hangi aklî ve naklî bilgi ile ayırt edecekleri bilinmeyen halkın ayırt edip büyüyü bileceğini ve çok sayıda halkın görüşünün mütevâtir görüş olduğunu, bunun da büyünün etkisine delil olarak sunduğunu görüyoruz. Bu tür haberlere mütevâtir deyip yapışacağına, mütevâtir olduğu kesin olan Kur’an’ın sihri bir hayal görme, bir hile, bâtıl bir iş, başarılı olamayacak girişim” olarak hükmettiğine bakmış olsa, bu yanılgıya düşülmezdi. Kur’an’a yönelmiş ve onun hükmüne tam bir teslimiyetle teslim olup kabullenselerdi, bu iddialarından vazgeçerlerdi. Mütevâtir görüş diye, önemli bir kesiminin imanı sorgulanacak durumda olduğu câhiliye toplumunun sayıca çok olan görüşüne denilmez. Bu çoğunluğun görüşüne denilse denilse demokrasi denilir. Bu durum mütevâtir mi olurmuş? Haberi nakledenlerin yalan üzerinde kasten veya tesadüfen birleşmeleri tasavvur olunamayacak ölçüde bir kalabalığın tevâtürü ilmî anlamda tevâtür sayılırken, birinin attığı “bu büyüdür” yalanına bininin sahip çıktığı avamın çoğunluğunun görüşüne tevâtür denilemez. Kur’an, halkın çoğunluğunun görüşü hakkında şöyle der: “Yeryüzünde olanların çoğunluğuna uyacak olursan, seni Allah'ın yolundan şaşırtıp saptırırlar. Onlar ancak zanna uyarlar ve onlar ancak zan ve tahminle yalan söylerler.”[21]   

 

Sihir, bedenleri ve kalpleri etkileyip hastalığa ve ölüme yol açan, karı ile kocanın arasını ayıran ve onların cinsel ilişki kurmalarına engel olan birtakım muska, okuyup üfleme ve düğümlerdir.

Allah büyücüye büyü ile öldürme gücü vermemiştir. Bu, sünnetullaha aykırıdır. Dünya tarihinde hangi büyücü, savaş esnasında kralı, komutanı büyü ile öldürmüş, hangi suikastçı büyü ile kralı öldürüp koltuğuna oturmuştur? Kur’an, Sihirbaz ise nereye varırsa varsın, hiçbir yerde iflah olmaz (başarıya ulaşamaz).”[22] diyorken, kime inanalım? Karı ile kocanın arasının ayrılması konusunu da daha önce izah ettik. Ve rukyeci yazar, kendi anlayışına uygun tanım yapmaktan da çekinmiyor. İyi de o tanımda kendi kalesine gol attığının farkında bile değil. Sihir, ki küfür ve büyük günah olduğunu kendisi de kabul ediyor; birtakım muska, okuyup üfleme ve düğümlerdir diyor. Kendi ifadesine göre, düğümlerin yanında; sihir, muska imiş, okuyup üfleme imiş. Yani rukyeci özelliğiyle kendilerinin yaptıkları imiş.  

 

Kur’ân-ı Kerim’de Sihir Kavramı

“Sihir” kelimesi, türevleriyle birlikte Kur’ân-ı Kerim’de 60 yerde geçer; 2 âyette de “kâhin” kelimesi kullanılır.[23] Kur’an, câhiliyye toplumu üyesi müşriklerin, hak olarak gönderildiklerini tebliğ ettiklerinde, bunları alışılmadık, duyulmadık şeyler olarak değerlendirerek, peygamberlere “büyülenmiş, kendisine sihir yapılmış, cinlenmiş, mecnun” gibi ifâdeler yakıştırdıklarını belirtir. Yine hakkın ifadesi olan vahye de “bu bir sihirdir/büyüdür” dediklerini ifade eder.[24] Kur’an, bu ithamları kesin bir dille reddeder. Peygamberin bir kâhin, mecnun veya sihre uğramış biri, ya da büyücü/sihirbaz olmadığını belirtir.[25] Peygamberlerin mûcize göstermesine karşı kâfirler buna sihir demişlerdir [26]   Bunların yanında sihrin peygamberlerle ve vahiyle zerre kadar ilgisi olmayan, şeytanî bir pislik ve küfür olduğu vurgulanır.

“Sihir” kelimesi, Kur’an’da “hile”,[27], “kandırmak ve aldatmak”[28] anlamlarında kullanılır. Sihirbazlar/büyücüler fesatçı/bozguncu (müfsid) olarak değerlendirilir ve Allah’ın onların işini düzeltmeyeceği açıklanır.[29] Kur’an, sihirbazların, nereye gitseler başarılı olamayacağını belirtir.[30] Allah, sihri tesirsiz bırakacak, iptal edecektir.[31] Kur’an, Hz. Mûsâ ile Firavunun sihirbazları arasındaki mücâdeleyi, değişik sûrelerde ve bazı ayrıntılarla birlikte açıklar.[32] Bu mücâdelenin vurgulanması, her dönemde değişik biçimde ve farklı araçlarla Firavunların sihirbazlar/büyücüler (hakkı bâtıl ve bâtılı hak, akı kara ve karayı ak gösterenler, insanları çeşitli hilelerle kandıran ve oyalayanlar) ile vahyin ve Peygamberî dâvetin karşısına çıkacaklarını hatırlatır. Yine mü’minlere ders ve moral verilir; kim olurlarsa olsunlar, büyücülerin ortaya koyduklarını Allah boşa çıkarıp iptal edecek, her nerede olurlarsa olsunlar büyücüler başarısız olacaklar, her iki dünyada da felâha kavuşamayacaklar, kurtuluşa eremeyeceklerdir.  

 

 

Büyünün Ne Olup Olmadığını Gelin, Kur’an’dan Öğrenelim

“Ve’ttebeû mâ tetlu’ş-şeyâtıynu alâ mulki Süleymân / Onlar, Süleyman’ın hükümranlığı hakkında şeytanların uydurup söylediklerine uydular.”

Yahûdilerin tahrif ettikleri Kitâb-ı Mukaddes’te Hz. Süleyman’ın âhir ömründe putlara taptığı, bu yüzden kâfir olduğu ileri sürülüyor. Bu görüşler, şeytanların uydurup söyledikleridir. Yahudiler de şeytanların uydurduğu bu sözlere uydular. Kendi atalarından olduğu halde, Süleyman aleyhisselâm’a “Kral Süleyman”, “Büyücü Süleyman” diyorlar; ama “Süleyman Peygamber” demiyorlar.

Âyetteki “şeyâtîn” (şeytanlar) kelimesi, klasik tefsirlerde geleneksel anlamda şeytanlar şeklinde anlaşılmış; ancak M. Reşîd Rızâ, En’âm sûresinin 116. âyetine dayanarak buradaki şeytanları “birtakım kıssalar ve masallar anlatan insanlar veya vesvese veren cinler veya her iki cinsten varlıklar”[33], Süleyman Ateş de “şeytan ruhlu kişiler” şeklinde yorumlamıştır[34]. Kur’an’da “insan ve cin şeytanları”ndan bahsedilir.[35] Âyette “Şeytanlar” kelimesinin, bu söylenenlerin hepsini kapsadığı da düşünülebilir.

 

“Ve mâ kefera Süleymânu / Gerçek şu ki Süleyman kâfir olmadı”

Yahudiler, Süleyman’ın (a.s.) bizim “başka kimseye verilmeyen mûcizeler” olarak kabul ettiğimiz olağanüstü yeteneklere büyü sayesinde sahip olduğunu kabul ederek onun peygamber değil, büyücü olduğuna inanıyorlardı. Kur’an’a göre büyücülük küfür olduğu için, Kur’an: “Süleyman, büyücü/sihirbaz değildir, kimseye de büyü öğretmemiştir. Kâfir değildi ki büyü yapsın ve büyü öğretsin’ diyor.

 

“Ve lâkinne’ş-şeyâtıyne keferû yuallimûne’n-nâse’s-sihr / Fakat şeytanlar kâfir oldular; çünkü insanlara sihri öğretiyorlardı.”

Sihir küfür olduğu gibi, sihri öğretmek de küfürdür. Sihir yapan kâfir olduğu gibi, insanlara sihri öğretenler de kâfir olur.

 

“Ve mâ unzile ale’l-melekeyni bi-Bâbile Hârûte ve Mârût / Ve Bâbil’de iki meleğe, Hârût’la Mârût’a hiçbir şey indirilmedi.”

Âyet metninde geçen “mâ” nâfiyedir; aynen hemen öncesindeki ve hemen sonrasındaki mâ harflerinin nâfiye olduğu gibi. Siyak-sibak dediğimiz, cümlenin öncesi ve sonrası ile irtibat sağlayarak anlaşılmayan veya farklı anlaşılabilen ifadeleri önceki ve sonraki ibare ile anlamaya çalışmak gerekir. Önceki ve sonraki mâ nasıl nâfiye ise, buradaki mâ da nâfiyedir. Bu şekilde anlamı da Kur’an bütünlüğüne daha uygun düşer. “… Hârut’la Mârut’a hiçbir şey indirilmedi” Yani, Babil’deki iki meleğe, Allah herhangi bir şey vahyetmedi. Hârût ve Mârût’a, sihirle veya başka bir alanla ilgili bir bilgi, bir emir ve hüküm indirilmemişti. Kur’an’da kendisine vahy indirilen melek, Cebrâil olarak açıklanır. Âyetin bu bölümüne bu anlam daha uygun gözükmektedir. 

“Mâ” nâfiye değil de mevsul kabul edilecek olsa da aslında değişen fazla bir şey olmaz, yeter ki anlamlar tahrif edilmesin. O zaman bu cümlenin meali şöyle olurdu: “Ve mâ unzile ale’l-melekeyni bi-Bâbile Hârûte ve Mârût / Ve Bâbil’de iki meleğe, Hârût’la Mârût’a indirileni öğretiyorlardı (Bu iki melek vasıtasıyla ortaya konulan yüce bilgileri kötüye kullanarak halka öğretiyorlardı).”

                                                                                                                                                                                                      

Her iki durumda da âyetin anlamında meleklerin sihir öğretmesi diye bir şey yok.  Âyetin bu bölümünde de ciddi bir yanlış yapılıyor, akîdeye zarar verecek, Kur’an bütünlüğüyle çelişen, melek inancına zarar veren bir yanlışlık… Çoğu mealler bu yanlışı yapıyor: “… Hârût’la Mârût’a indirilen (sihri) öğretiyorlardı.” Âyete bu şekilde meal veriyorlar. Âyette olmayan bir kelime ilave edip âyetin anlamını tahrif etmekten sakınmıyorlar. Bu, öyle bir ciddi yanlıştır ki, hem Arapça’ya ihânet, hem melek inancına ihânet, hem sihrin küfür ve haramlığını yok saymak şeklinde bir ihânet. Âyete baktığımızda, şeytanlar iki şeyi öğretiyorlar. Bir, sihir öğretiyorlar. Sonra “ve” edatı ile ikinci (başka) şey öğretiyorlar. O da Hârut ve Mârut’a indirilenleri öğretiyorlar. Hârut ve Mârut, insanlara sihir öğretmiyorlar. Bu anlam, Arapçanın gramer kuralına ters, âyete ters, Kur’an bütünlüğüne ters, meleklerin böyle bir günahı işlemeyeceği inancına ters, büyünün Allah tarafından Kur’an gibi inzal olmadığı inancına terstir. Sihir, insanlara öğretsinler diye inzal edilmiş İlâhî bilgiler ve kutsal uygulamalar değildir. Ama, maalesef eski meşhur müfessirlerin bile önemli bir kısmı âyete böyle anlam verebilmiş, yeni tefsirciler ve mealciler de onların yanlış yolunu takip etmişler, etmeye de devam ediyorlar. 

 

Bu âyette Hârût ve Mârût hakkında ayrıntıya girilmediği, ayrıca Hârût ve Mârût’la ilgili senedi güvenilir hiçbir hadis bulunmadığı halde, tarih ve tefsir kitaplarında, özellikle “İsrâiliyat” denilen ve hadis literatürüne de giren yahudi kaynaklı rivayetlerde öyle masalımsı şeyler anlatılmıştır ki, bunlar sadece hurafe değil, İslâm inancıyla bağdaşmayacak çirkinliktedir.

Allah tarafından Hârut ve Mârut aracılığıyla insanlara, büyü ve büyücülükle ilgili hiçbir şey indirilmemişti. Öyle ya Allah, hem büyücülüğü haram kılsın, hem de Babil’deki insanlara dinini ulaştırsın diye gönderilen vahiy melekleri aracılığı ile büyü öğretsin; bu olacak şey değildi. “Hârut ile Mârut’a indirilen” denilen ayetin bölümüne, parantez açıp “sihir” denilmesi nasıl mümkün olabilir? Sihir, gökten indirilme midir, Allah’tan gelme midir? Vahiy midir? Sihir öğretenler kâfir olduğuna göre, iki melek olan Hârut ve Mârut sihir öğreterek kâfir mi oldular? Melekler, hiç Allah’a isyan ederler mi?

Hârut ve Mârut’un Öğrettikleri Neydi? Büyünün bir hakikati olduğu ve tesir edebildiğini ileri süren rukyecilerin ve bazı şahısların delillerinden en önemlisi, bu âyettir, yani Bakara 102. âyeti. Âyette geçen Hârut ve Mârut isimli iki meleğin öğrettiklerinin sihir olmadığı açıktır. Meleklere indirilen şey, bir sihir değil; fesatçı ve kötü kimselerin elinde, küfre vesile olabilecek bir hakikat, büyünün de dayandığı temel bir bilgidir. Ancak şeytanlar bunu sihir yapmak, küfre sebep olmak için öğretmişlerdir. Hâlbuki Bâbil’de kendilerine bu bilgi indirilen iki melek Hârut ve Mârut, “Biz bir fitneyiz, öğreteceğimiz şeyler fitneye müsâittir, sûiistimali küfürdür. Sakın sen bunu öğrenip kötü yolda kullanarak küfre girme” diye öğüt vermedikçe gelişi güzel kimseye öğretmezler; sûiistimalden, küfür ve sihirden men ederlerdi. Şeytanlar ise böyle yapmadılar, bunlarla herkese kötülük yapma yollarını gösterip sihir öğretiyorlardı.

 

“İki melek üzerine indirilen şey” lafzıyla işaret edilen bu bilgi, insanların küfrüne sebep olan sihir ve sihirbazların çok yaygın olduğu Bâbil’de, bunların küfürlerine son vermek, halkı saptırmalarından korumak maksadıyla indirilmiştir. Bu maksatla, büyünün ne olduğu, hangi sebepler zincirinin düzenlenmesinden meydana geldiği, insanları Bâbil’deki sihirbaz kâfirlerin şerrinden korumak maksadıyla iki meleğe ilham edilmiştir. Onlar da bu bilgiyi, sihirbazların otoritesini kırıp küfre son vermek, tevhidi hâkim kılmak maksadıyla yukarıdaki ikazları yaparak insanlara öğretmişlerdir. Hârut ve Mârut, günümüze göre çok basit olan olayların bile bir büyü olarak görüldüğü Mezopotamya’da, diğer insanların kavrayamayacağı birtakım olayların kanunlarını açıklamışlar ve bunu öğrencilerine öğretirken kötüye kullanmamalarını söylemişlerdi. Fakat Bâbilliler ve Bâbil’deki esâretleri sırasında onlardan bazı garip olayların sırlarını öğrenen yahûdiler, kısacası insan ve cin şeytanları bunlara birçok hurâfeleri katmışlar, bir yığın hayaller, vefk, tılsım vs. ortaya atarak bunları sihir yapmada kullanmışlardı.[36]        

Bâbil, Eski Mezopotamya’nın en büyük ve en ünlü şehridir. Bağdat’ın 88 km. güneyinde, Fırat’ın doğu kıyısındaki yedi tepe üzerinde kalıntıları bulunan ve 2000 seneden fazla tarih sahnesinde kaldığı bilinen ve tarihi boyunca Mezopotamya’nın astronomi, astroloji, kehanet ve sihir merkezidir.

Şehir, içinde çeşitli medeniyetleri barındırmış olup bunların en önemlileri, kanunlarıyla ünlü hükümdar Hammurabi’nin yetiştiği Amurrular dönemiyle, Bâbil’e en parlak çağını yaşatan Keldânîler dönemindekilerdir. Bâbil’e dünyanın yedi hârikasından biri sayılan ünlü asma bahçeleriyle, Büyük İskender’in de içinde öldüğü muhteşem sarayı kazandıran Buhtunnasr da (II. Nebukadnezzar) bir Keldânî hükümdarıydı. Milâttan önce 598’de Kudüs’ü işgal eden Buhtunnasr, kral olarak görevlendirdiği Tsedekiya’nın Bâbil’e vergi ödemeyi reddetmesi üzerine şehri 586’da ikinci defa işgal ve tahrip etmiş; yahudilerin tamamını Bâbil’e götürmüş ve yahudi tarihine “Bâbil esareti” diye geçen bu olay kırk yedi yıl sürmüştür. Bâbil, ne zaman yapıldığı bilinmeyen, bugün harabesi bulunan, yaklaşık 85 metrekare genişliğinde bir plan üzerine oturtulan 75 m. yüksekliğindeki ünlü kulesiyle de şöhret bulmuştur.

 

“Ve mâ yuallimani min ehadin hattâ yekuulâ innemâ nahnu fitnetun fe lâ tekfur / Hâlbuki bu iki melek, ‘Biz ancak imtihan vasıtasıyız (fitneyiz); sakın küfre sapma!’ demedikçe hiç kimseye bilgi vermezlerdi.”

Öte yandan âyetteki ilgili kelimenin mütevâtir olan okunuşu “melekeyn” (iki melek) şeklinde olmakla birlikte İbn Abbas, Hasan-ı Basrî, Ebü’l-Esved ve Dahhâk gibi bazı âlimler bu kelimeyi “melikeyn” (iki melik, iki kral) şeklinde okuyarak Hârût ve Mârût’u insan isimleri olarak kabul etmişlerdir. İbn Hazm ise bunların melek değil iki şeytan veya iki cin kabilesi olduğunu ileri sürmüştür. Buradaki “melekeyn” (iki melek) kelimesinin, “iki kudretli kişi” veya “iki ruhanî kişi” anlamında mecaz olduğunu ileri sürenler de vardır.[37] Bize göre, bunların hiçbiri tercih edilen görüş değildir; Rabbimiz “iki melek” dediyse, iki melektir.

 Sözlükte fitne kelimesi “sınama, deneme, maddî ve mânevî sıkıntı, üzüntü, belâ ve felâketle imtihan etme” şeklinde açıklanır. Kelime Kur’an-ı Kerîm’de daima kişinin inanç ve ahlâk bakımından denenip sınanmasını ifade edecek biçimde kullanılmıştır. Bu âyette de fitne kelimesi “insanların imanlarında ne kadar sebatkâr olduklarının sınanıp denenmesi, onların bu bakımdan imtihandan geçirilmesi” anlamında kullanılmıştır. İlgili melekler ise böyle bir imtihan aracı olarak gönderilmişlerdir.

“Biz fitneyiz (fitne; altının içine karışmış madenlerden, altını ayırt etmek için yapılan işleme denir, dolayısıyla müslüman ile kâfiri ayırt etmek için bir fitne, bir imtihan vesilesi), aman ha küfre girme!” demedikçe bir şey öğretmezlerdi o iki melek.

O iki meleğin öğrettikleri şeylerden bahsetmiyor, ama “biz imtihan vesilesiyiz; aman ha kâfir olma!” demedikçe bir şey öğretmediklerini söylüyor. Bakın, bu ayette iki meleğin, insanlara bir şartla bazı şeyler öğrettikleri ifade ediliyor; o şart da küfre girmemeleri. Bu açıklamaya rağmen, yukarıda sihir öğretmenin küfür olduğu vurgulanması da unutuluyor ve meleklerin sihir öğrettiği söylenebiliyor. Ve bu ifade, Kur’an’a dayandırılmaya, âyete böyle yanlış meal verilmeye çalışılıyor. Melekler neden karı ile kocanın arasını ayırmayı, fesat çıkarmayı, yuva bozup huzursuzluk oluşturmayı öğretsin ki… Ama öğrenenler onları öğreniyordu. Melekler sihir öğrettiler denilince, o zaman meleklerin kâfir oldukları vurgulanmış olur. Melekler kâfir olur mu? Öyle olursa vahiy meleği Cebrail’den de şüpheye düşmez mi insanlar? Küfre girebilecek bir varlığın Allah’tan getirdiği vahyin içeriğini değiştirmiş olamaz mı diye vahye ve meleklere kim ne kadar güven duyar? Hâlbuki onlar Allah’a isyan etmezler, edemezler ve ne emredildiyse onu yerine getirirler. Kur’an bu konuda çok net olarak şöyle diyor: “Ey iman edenler! Kendinizi ve ailelerinizi yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten koruyun. Üzerinde oldukça sert (iri cüsseli), güçlü melekler vardır. Allah kendilerine neyi emretmişse ona isyan etmezler ve emredildiklerini yerine getirirler.”[38]

Meleklerin, Allah’ın emrini yapmama gibi bir seçenekleri, Allah’a isyan gibi bir tercihleri, böyle bir iradeleri söz konusu değildir, iradeli varlık değillerdir. Yani öyle bir şey yapma ihtimalleri yoktur. Tabiri caizse bugünün anlayışı ile robot gibidirler. Ne ile programlandılarsa o programı yerine getirirler. Programın dışına çıkmazlar, çıkamazlar. Allah ne öğretti ise odur onlara yeterli ve kâfi olan. İlmi de üretme durumları olmaz. Melekler böyle olduğu halde okuduğum nice meal ve tefsirde maalesef melekler sihir öğretmiş oluyor. Allah’ın demediğini Allah’a dedirtirmiş oluyorlar ve Kur’an’daki melek inancına tümüyle ters bir inanç ortaya koymuş oluyorlar. Allah böyle mi diyor? Allah’ın kitabında hâşâ bir çelişki yoktur. Bir tarafta  ‘sihir öğrettikleri takdirde meleklerin de hâşâ kâfir olacağını’ söylesin ama başka ayette ‘Allah’a hiç isyan etmezler’ desin. Allah’ın kitabı böyle çelişkilerden ve melek adlı kulları böylesine küfre girme gibi özelliklerden masumdur. Ama İsrailiyatı kitaplarına almaktan çekinmeyen tefsircilerimiz meleklere sadece sihir öğrettirmekle yetinmemişler. Daha ne haltlar yedirmişler. Meleklere zina da ettirmişler, içki de içirmişler, puta da taptırmışlar. Kimler? Müfessirlerimiz. Bu büyük bir problemdir. Almanya’dan, Amerika’dan insanlar gelip İslâm dinini tahrif etmiyorlar, bizim insanımız meleklerin masumiyetini ve sihrin çirkinliği inancını tahrif ediyor. Bizim eski tefsirlerimiz bunu yapanlar, modernistler falan da değil. Rivayet tefsiri açısından en önem verilen tefsirlerimizde eleştirmeden bu İsrailiyat uydurmaları gerçekmiş gibi alınmış, hatta o melekleri puta bile taptırmışlar. Bunu yapan âlimler, eğer Mu’tezile veya Şia mezhebine mensup olsalardı, bazıları nasıl hücum ederdi, ama ehl-i sünnete mensup oldukları için, istisnâ dışında eleştirenler bile çıkmamış. 

“Fe yeteallemûne minhumâ mâ yuferrikune bihî beyne’l mer’i ve zevcih / Onlardan, karı-kocanın arasını ayıracak şeyler öğreniyorlardı.” Yine bu cümleyede kimi mealciler, tefsirciler yanlış mana veriyorlar.

Nice âlim, “Melekler karı-kocanın arasını ayıracak şeyler öğretiyorlardı” demişler. Tabii, melekler sihir öğretirlerse, onun bir uzantısı olarak karı-kocanın arasını açacak şeyler de öğretirler. Hâlbuki, dikkat edilmesi gereken husus; “Fe yeteallemûne minhumâ” deniliyor; “fe yuallimani” denilmiyor. Yani meleklerin ne öğrettiklerinden bahsedilmiyor, onların meleklerden ne öğrendiklerinden bahsediliyor. Art niyetli kişiler, öğretmenin öğrettiğini değil;  kendi istediklerini öğrenir. Karı ile kocanın arasının ayrılmasını öğrenmişler meleklerden. Mümkün, bu öğrendikleri psikoloji bilimi idi. Psikolojinin ele aldığı konular ile kadın ve erkek psikolojisi öğrenilerek, bu psikolojik verileri kötüye kullanıp karı ile kocanın arasına açabilir isteyen kişi. Böylece Hârut ve Mârut’ adlı bu iki meleğin insanlara karı ile kocanın arasını ayıracak sihir öğretmedikleri, yahûdilerin Allah katından Hârut ve Mârut’a indirilen bu bilgileri kötüye kullanarak şeytanların/sihirbazların öğrettiği sihirlere karıştırarak kendilerinin ürettikleri anlaşılmaktadır.[39] Yahûdilerin yaptıkları bu büyünün tesiri konusunda ise Cenâb-ı Hak aynı âyette şöyle buyurmuştur: “...Büyücüler, Allah’ın izni olmadan hiçbir hususta zarar veremezler.” [40]

Karı ile kocanın arasını ayırmayı öğrendiler Babil’deki insanlar, meleklerden faydalı şeyler öğreneceklerine. Sözgelimi melekler sihrin büyünün bâtıl olduğunu göstermek için psikoloji ilmini öğrettiler bugünkü ifade ile. İnsanları telkin yoluyla nasıl ikna edersiniz, nasıl onların zihnini belirli noktalara yönlendirirsiniz, nasıl bazı şeylere inandırırsınız; bunu öğrettiler. Tabii bundan fesada meyilli insanlar karı ile kocanın arasını ayıracak şeyler çıkardılar, onu öğrendiler. Birazcık psikoloji bilgisi ile sizden herhangi biriniz bir kadın ile kocasının arasını ayırabilir misiniz, eğer istemiş olsanız? Mümkündür. İnsan psikolojisi, kadın nelerden etkilenir, erkek nelerden etkilenir, birbirlerinin aleyhine bir şeyler söyleseniz ve olayı büyütseniz mümkün ki hiçbir şey yokken bir kadın ile kocanın arasını ayırabilirsiniz. Belki cahil bir insan yapamaz, ama insan psikolojisini bilen bir kimse bunu yapabilir. İşte meleklerin öğrettiği kötü bir şey değil, ama insanlar böyle şeyler öğreniyor. Diyelim ki ben karete öğreniyorum, ustam bana spor özelliğiyle vücut sağlığı açısından karateyi öğrettiği halde, ben onu insanları dövmek için kullanıyorum. Hocamın kabahati var mı? İlmin kabahati var mı? Ben onu kötüye kullanıyorsam benim kabahatim var. Melekler karı-kocanın arasını ayırt edecek şey öğretmediler. İnsanlar bunları öğrendiler, ama Allah dilemeden karı-kocanın arasını ayıramazlar, hiçbir zarar veremezler.

 

“Ve mâ hum bi-dârrîne bihî min âhadin illâ bi-iznillâh / Ne sihir öğreten şeytanlar ne başkaları hiçbir zaman Allah’ın izin vermediği, onaylamadığı bir durumda kimseye zarar veremezler.”

Şeytanların öğrettikleri sihir olsun, diğer insanların meleklerden karı ile kocanın arasını ayırmanın usullerini kendileri çıkartarak öğrenmiş olsunlar, kimse Allah izin vermeden kimseye zarar veremez. Sihir yoluyla da benzer başka yolla da kimse kimseye normal şekilde zarar veremez.

Âyetin bu bölümünden sihir ve benzeri yollarla kimse bir başkasına zarar veremez anlamı çıkar. “Allah izin vermeden kimse zarar veremez” demek, Allah bazen bazı kimselere sihir yoluyla zarar vermelerine izin verir demek değildir. Allah, haram kıldığı, özellikle de küfür olarak ilan ettiği bir şeye izin vermediği için yasaklamıştır. Allah’ın izin verdiği şeyler haram ve küfür olan şeyler değildir. Sihre izin vermeyen Allah, sihrin zararına da izin vermez. Çünkü âyette net olarak bildirmiştir:  Sihre Allah izin veriyor mu, bakalım: “Onlar atınca, Mûsâ dedi ki: 'Sizlerin (ortaya) getirdiğiniz büyüdür. Doğrusu Allah, onu iptal edecek, geçersiz kılacaktır. Şüphesiz Allah, bozgunculuk çıkaranların işini düzeltmez.”[41] “Mûsâ şöyle dedi: "Size gerçek ulaştığında böyle mi söylersiniz? Bu sihir mi! Oysa sihirbazlar, büyücüler başarıya ulaşamaz."[42]

 

İnsanın başına gelen sıkıntılar, Allah'ın yasasının bir gereğidir. İnsan, Allah'ın yasasına aykırı hareket ettiği zaman, sıkıntıya düşer ve zarar görür. Hayır ve fayda da böyledir. Bu hususta yapılması gereken şey, ilâhî yasalara uygun hareket etmektir.

"De ki, ‘Allah'ın dilediğinin dışında kendi nefsim için bir fayda ya da zarara gücüm yetmez. Eğer ben gaybı bilseydim, iyiliği arttırırdım. Bana kötülük de dokunmazdı. Ancak ben, iman eden bir kavim için uyarıcı ve müjdeciden başka bir şey değilim.''[43]

 

"De ki: Ben size bir zarar veya iyilik dokundurmaya güç yetiremem."[44]

 

Zarar veya fayda vermeye yalnızca O muktedirdir. "De ki, Ben, Allah'ın dilediğinden başka, kendim için bir zarar veya faydaya güç yetiremem."[45] Allah Rasûlü, bu durumda ise, bir cin mi, Allah’ın küfür kabul ettiği bir büyü sayesinde insanlara zarar verebilecek? Alt tarafı bir kâğıt parçası ve mürekkep boyasından meydana gelen bir muska mı zarar verecek?

 

"Şayet Yüce Allah, bir zararı kaldırırsa, O'ndan başka onu geri getirecek kimse yoktur ve eğer bir hayrı kaldırırsa O her şeye kadirdir... O, kullarının üstünde kahirdir ve O hikmet sahibidir, haberdardır."[46]

 

“Ve yeteallemûne mâ yedurruhum ve lâ yenfeuhum / Fakat onlar (Yahudiler, sihir öğrenenler ve meleklerden öğrendiklerini yanlış yerlere kullananlar) kendilerine zarar veren şeyleri, fayda vermeyeni (büyüyü) öğreniyorlardı.”

Çıkarcı zihniyet, fayda ile zararı bile tam ayırt edemez. Hoşlandığı nice şey, kendisi için hayır değil, şer olabilir. Zaten şeytana dost olup ona itaat edince, o insanları hüsrana, zarar ve ziyana sürükleyecektir. Büyü ile uğraşan ya da büyü yaptıran kimse, başkasına zarar veremez, ama kendisine büyük çapta zarar verir. Büyünün zararı vardır, var olmasına; zarar, büyü yapanın kendisine.    

 

“Ve lekad alimû lemen işterâhu mâ lehû fi’l-âhırati min halâk / Andolsun onlar, bunu (sihri) satın alan kimsenin âhiretten nasibi olmadığını çok iyi biliyorlardı.”

Allah’ın kitabını veriyorlar, bırakıyorlar; onun karşılığında insanların ve şeytanların uydurduğunu alıyorlar. Dünyayı âhirete değişiyorlar. Âhiretlerini satıyorlar. Ne karşılığında, dünyada zarar görmeleri karşılığında. Hem dünyaları mahvoluyor, hem âhiretleri.

 

“Ve lebi’se mâ şerav bihî enfusehum lev kânû ya’lemûn / “Karşılığında kendilerini sattıkları şey ne kötüdür, bir bilselerdi!”

Kendilerini satıyorlar, izzetlerini, cennetlerini değişiyorlar bir büyüye. Allah’ın kitabını arkaya atıp onun yerine başka kitap edinmekle ne kötü şeyi satın aldıklarını bir bilselerdi. Bilen amel eder, bilen bildiğini uygular.

 

“Velev ennehum âmenû ve’ttekav lemesûbetun min ındillâhi hayr, lev kânû ya’lemûn / Eğer onlar iman edip kendilerini kötülükten korusalardı şüphesiz Allah tarafından verilecek sevap daha hayırlı olacaktı. Keşke bunu bilselerdi!”

Ne kazandılar bu ticaretten? İnsanları kandırarak umut tacirliği yapmaktan, önüne gelen veya kendisine müracaat eden hemen herkese “sende büyü var!” deyip sapasağlam insanı hasta haline getirmeye, evhamlandırmaya ve sonunda rukye yapacağım diye para ile duâ satmaya, ibâdet olan duâyı para karşılığında yerine getirmeye çalıştılar. İyi de, bu kazandıkları para, kendi onurlarının karşılığında kazandıkları para. Onların zararını arttırdı. Âhirette de hiçbir nasipleri olmadığını biliyorlardı. İmanlarını sattılar aslında. Eğer büyü yaparak küfrü tercih etmeselerdi ve iman edip takvâ sahibi olsalardı, o zaman bu büyü parasından, rukye ve üfürük parasından mahrum olurlardı, ama Allah tarafından verilecek sevap daha hayırlı olacaktı. Keşke bunu bilselerdi, yani uygulasalardı…  

Klasik âlimlerimizin çoğunun sihrin etki ettiğine dair genel kanaatleri vardır. Allah özellikle ona ve diğer âlimlerimize rahmetiyle muâmele etsin; Ebu Hanife gibi bazı âlimler sihrin etki etmediğini, büyünün bir hileden bir kandırmadan, bir aldatmadan ibaret olduğunu ifade ederler, ben de bu görüşteyim. Yazı tura atarak bir görüşe sahip olunmaz, hoşuma gitti diye de dinî bir görüş tercih edilmez. Hele bu kadar çoğunlukta olan âlimler bir tarafa tutularak “onlar hata etti” demek ciddi manada bir delillendirmeye ihtiyaç hissettirir. Ama, o âlimler Kur’an’ın hükümlerine tümüyle zıt görüş bildirmekten çekinmiyorlarsa, diğer mü’minlerin tercihi bellidir. “De ki: ‘Siz mi daha iyi bilirsiniz, yoksa Allah mı?”[47] diye sorar Allah. Sonra kendisi verir cevabını: “Allah bilir, siz bilmezsiniz.”[48] İnsan, en azından, bilmediğini bilmeli, haddini bilmeli. Allah’ın hükmüne ters görüş bildirmekten sakınmalı.

 

“Bir mü’min erkek veya bir mü’min kadının, Allah ve rasulü bir emir ve hüküm verdiğinde artık işlerinde bundan başkasını seçme alternatif bir görüş hakları olamaz. Allah’ın ve resulünün emrine itaat etmeyenler doğru yoldan açıkça sapmışlardır.”[49] “Size verdiğimize (Kitaba) sımsıkı sarılın ve dinleyin' (demiştik). Demişlerdi ki: 'Dinledik ve isyan ettik.' İnkârları yüzünden buzağı (tutkusu) kalplerine sindirildi. De ki: 'İnanıyorsanız, inancınız size ne kötü şey emrediyor?”[50] Doğru inancın doğru emirleri; bâtıl, yanlış inancın ise emirleri de bâtıldır, yanlıştır. “Aralarında hükmetmesi için, Allah'a ve elçisine çağrıldıkları zaman mü'min olanların sözü: 'İşittik ve itaat ettik' demeleridir. İşte felaha kavuşanlar bunlardır.”[51] Mü’min, herhangi bir bahanenin arkasına yapışmaz, itaatsizliği tercih edip gerekçeler bulmaya çalışmaz; “duyduk ve uyduk” der. Kalabalık bir caddede bulunan kırmızı ışığa trafikte nasıl itaat ediliyor, edilmezse tehlikesinden çekiniliyor. Allah’ın, Kitabında belirlediği yasaklar “kırmızı ışıklardan çok daha önemlidir.” “Lâ tâate li-mahlûk fî ma’sıyeti’l-Hâlık / Hâlıka isyanda mahlûka itaat olmaz.”[52] İtaat, ancak meşrû alanda gerekir.

Ana delilimiz, temel kaynağımız Kur’an’dır, Kur’an olmalıdır. Maalesef âlimlerimizin ekseriyeti Kur’an merkezli oluşturmamışlar fikirlerini, görüşlerini, bakışlarını, fetvâlarını. Çoğunlukla ikinci üçüncü plana atmışlar Kur’an’ı; rivayetleri daha çok öne çıkarmışlar. Birinci sırada hadis rivayetleri ve onları açıklayan eski âlimlerin görüşleri vardır; ikinci veya üçüncü sırada birinci ve ikinci sıradaki kaynağa ters düşmemek şartıyla âyetler vardır. Ters düşerse, te’vil edilir, mensuh ilan edilir, parantez içine ilavelerde bulunulur. Nüzul sebebinden istifade edilecek taraf varsa o kısım alınır, İsrailiyat varsa, nasıl olsa rivayettir, o da gelsin denilir. Araya mezheplerin, imamların, âlimlerin, müfessirlerin ilaveleri veya yönlendirmeleri girer. Bu tavırlarla şöyle bir netice elde edilir: Sözgelimi sihir hakkında Kur’an bâtıl mı diyor, (âlimleri) “hak” der. Kur’an sihir hakkında hayal, aldatma, fesat, başarısız bir girişim mi der, âlimlerimizin çoğu “sihrin etkisi vardır, eşyanın yapısını değiştirir, kişiyi hatta öldürür.” demekten çekinmez. Allah, “şeytan sadece vesvese verir, insana hâkim olamaz, ona musallat olamaz” desin istediği kadar; rivayetlerden beslenen âlimlerimiz, “hayır! Şeytan insanlara musallat olur, insanın içine cin girer, onu ancak biz çıkarırız, rukyeciler çıkarır” demekte bir sakınca görmezler. Kur’an “âyetleri satmayın, insanların mallarını bâtıl yollarla yemeyin” desin, ücretle Kur’an okunulur, ücretle dua edilir, zaten câiz olmayan muska yazmak için bile hem de ne ücretler alınır. İşin bir de hem suçlu, hem güçlü rolü oynanması var: Onlara “Kur’an’ı niye mehcur bırakıyorsunuz, Kur’an’ı niye inkâr ediyorsunuz?” diye kimse itham etmiyor; “bu rivâyetler Kur’an’a arzedilmeli, Kur’an’a ters düşen söz Peygamber sözü değildir” diyen ve Kur’an’ı merkeze alan kimselere onlar “hadis inkârcısı!” diyebiliyorlar. Az sonra gündeme getireceğimiz Hârut ve Mârut konusunda Kur’an’la, İslâm inançlarıyla hiç bağdaşmayan israiliyat masallarını tefsirlerine alan âlimleri dillerinin ucuyla bile eleştirmezler, dine birçok hurâfe yükleyenlere en küçük tavır almazlar. Bu tavrı, İslâmî ve hatta insanî bulmak çok zordur.  “Ancak onlar, işlerini kendi aralarında (farklı) kitaplar halinde böldüler; her bir grup, kendi ellerinde olanla yetinip sevinmektedir.”[53]; “Dinlerini darmadağınık edip grup grup olan kimselerden olmayın. (Ki onlardan) her bir grup kendi katındaki (dini anlayış) ile sevinip böbürlenmektedir.”[54]        

Sihrin Kur’an’a göre ne olup olmadığını âyetler ışığında ele almaya çalışıyoruz. Sihrin çoğunlukla cinler vasıtası ile yapıldığı düşünülür. Muska yazılır, cinler kullanılır, cin bir insana saldıttırılır, musallat olur, bedenin içine koyarlar, cini çıkartmaya çalışırlar, cin çarpar bazılarını elektrik çarpar gibi, çarpık çurpuk olur insanlar vb. Sâra gibi hastalıklara sahip olunması, cinlerin etkisiyledir. Bir de karabasan gibi rahatsızlıklar, kâbus gibi tacizler vardır ve tabii ki cinlerin etkisiyledir, daha başka bir sürü esrarengiz olaylar… Görmüyoruz ama her taşın altından onlar çıkar. Hatta o kadar korkunç ve zararlı varlıklardır ki kendisine de zararları dokunabilir diye adını anamaz, bazıları “üç harfli” demeyi tercih eder. Bu insanlar Cin Sûresini okurken cin kelimelerini ne yapıyorlar, bilmiyorum. Tuhaftır, aynı insanlar, en azılı cin olan şeytanı şeytan diye dillendirirken, eûzü çekmekten sakınmayıp eûzü’deki şeytanın ismini zikrederken, niye çekinmiyorlar? Buna benzeyen daha nice acayip durumlarla karşı karşıyayız. Hani meşhur fıkralar hep Nasrettin Hoca’ya atfedilir ya, psikolojik rahatsızlıklar da hep cinlere atfedilir benzer şekilde. Peki, cinlerin bundan ne kadar haberleri vardır, bilmem. “Allah, onların hepsini bir araya topladığı gün, ‘Ey cinler (şeytanlar) topluluğu! Siz insanlarla çok uğraştınız’ (der). Onların insanlar arasındaki dostları ise, ‘Ey rabbimiz! Biz birbirimizden yararlandık ve bize verdiğin sürenin sonuna ulaştık’ derler. Allah buyurur ki: ‘Allah’ın dilediği hâriç olmak üzere, içinde ebedî kalacağınız yer ateştir.’ Şüphesiz Rabbin hikmet ve ilim sahibidir.”[55]

 

Hârut ve Mârut’la İlgili Tefsirlerdeki İsrâilayat Örnekleri

Hz. Süleyman döneminde sihirle uğraşan şeytanlar ve şeytan karakterli büyücülerle ilgili olarak Bâbil’de imtihan için insanlara bazı bilgiler öğreten “Hârut ve Mârut adlı iki melek” hakkında çok çeşitli isrâiliyat kaynaklı hurâfeler, meleklerin şânına yakışmayacak, Kur’an’daki “melek” tanımına ters masalımsı rivâyetler, eski tefsirlerin çoğunda yer alır. Bazılarınca eleştirisi yapılmayan ve doğruluğu kesinmiş gibi rivâyet edilen bu söylentiler, tefsirlerimize giren isrâiliyatın seviyesi konusunda bilgilenmemiz açısından önemli örneklerden sayılabilir. Hârut ve Mârut hakkındaki bu rivâyetleri kısaca görelim:    

 

Hârut ve Mârut’un Kim Olduklarıyla İlgili Rivâyetler 

Hârut ve Mârut, iki melektir. Bütün kıraat imamlarınca ilgili âyetteki[56] kelime “melekeyn = iki melek” tarzında okunmuştur. Bunun başka bir şeye ihtimali yoktur. Konu, tevâtürle sâbittir. Buna rağmen şâz tarîkle gelen ve imamlarca asla ehemmiyet verilmeyen bir okuyuşa dayanarak bu hususta çeşitli görüşler ortaya atılmış ve Hârut ile Mârut’un kim oldukları açıklığa kavuşturulmak istenmiştir. Bu konudaki rivâyet ve yorumları tercih eden tefsirlere göre Hârut ve Mârut:

İki melektir (Doğru olan görüş budur; Kur’an’da açıkça iki melek deniliyor);[57]

Cebrâil ve Mîkâil’dir;[58]

İnsanlardan iki kişidir;[59]

İki hükümdardır;[60]

İki şeytandır;[61]

Cinlerden iki kabîledir;[62]

“es-Sicill” ismindeki meleğin yardımcılarındandır;[63]

İns ve cin şeytanlarıdır;[64]

Dâvud ve Süleyman (a.s.)’dır. [65]    

 

Yeryüzüne İndirilen İki Meleğin Mâcerâsı

İbn Abbas’tan rivâyet edildiğine göre, Allah semâların kapılarını meleklerine açtı. Onlar yeryüzündeki insanların amellerine baktılar. İnsanların hata işlediklerini görünce: “Ya Rab, Senin (kudret) elinle yarattığın, meleklerine secde ettirdiğin, eşyanın isimlerini öğrettiğin Âdemoğulları hatalar içinde yüzüyorlar” dediler. Allah da: “Eğer siz onların yerinde olsaydınız, aynı şeyleri yapardınız” buyurdu. Melekler: “Ya Rab, Seni noksan sıfatlardan tenzîh ederiz. Âdemoğullarının yaptığını yapmak bize yaraşmaz” dediler. Râvî der ki; melekler, Allah tarafından yeryüzüne inecek olanları seçmekle emrolundular. Onlar da, Hârut ve Mârut’u seçtiler. Hârut ve Mârut yere indirildi. Allah; kendisine hiçbir şeyi şirk/ortak koşmamaları, hırsızlık yapmamaları, zinâ etmemeleri, şarap içmemeleri, -Allah’ın meşrû gördüğü haller müstesnâ- hiçbir cana kıymamaları şartıyla yeryüzünde ne varsa onlara helâl kıldı. Râvî sözüne devamla der ki; melekler yeryüzünde yaşamalarına devam ederken, kendisine (dünya) güzelliğinin yarısı verilmiş olan Bîzuht isminde bir kadın gördüler. Dayanamayıp onunla zinâ etmek istediler.

 

Bir varmış Bir Yokmuş, Hârut ve Mârut adında insanlara büyü öğreten, sonra her haltı yiyen iki melek varmış

Kadın, meleklerin teklifine yanaşmadı. Onlardan Allah'a şirk koşmalarını, şarap içmelerini, cana kıymalarını ve (gösterdiği) puta secde etmelerini şart koştu. Melekler kadının teklifine: “Biz Allah'a hiçbir şeyi ortak koşmayız” diye cevap verdiler. Meleklerden biri diğerine, kadına varıp tekliflerini tekrarladı. Kadın yine reddetti. “şarap içerseniz olur” dedi. Melekler kadının sunduğu şarabı içtiler ve körkütük sarhoş oldular. Bu esnâda yanlarına bir dilenci geldi ve kendilerinden bir şeyler istedi. Dilenciyi öldürdüler. Onlar bu iki büyük kötülüğü irtikâp edince, Allah gök kapılarını meleklere açtı. Arkadaşlarının bu hallerini görünce: “Yâ Rab! Seni her türlü noksan sıfatlardan tenzîh ederiz. Sen her şeyi en iyi bilensin” dediler. Râvî diyor ki; Allah, Dâvud oğlu Süleyman’a (a.s.), meleklerin dünya azâbı ile âhiret azâbından birini tercih etmelerini vahyetti. Melekler dünya azâbını tercih ettiler. Bunun üzerine Bâbil’de topuklarından tepesi aşağı asıldılar. [66]

 

Yahudiler peygamberlerine zina isnad ederek iftira atarlar;

Tefsir âlimlerimiz de meleklere zina isnad ederek iftira atarlar.

Tefsirci, Kur’an âyetlerini yok sayarsa, başkaları neler yapmaz?

  

Es-Süddî’den rivâyete göre, benzer şekilde, kadınla beraber olmak isteyen meleklere, kadın: “Hangi sözle (duâ ile) semâya çıktığınızı ve hangisiyle indiğinizi bana söylemedikçe arzu ettiğiniz şeye yanaşmam” dedi. Onlar da semâya çıkış ve inişte okudukları duâları kadına bildirdiler. Kadın bunu öğrenir öğrenmez okudu ve semâya çıktı. Allah kendisine, semâdan inileceği zaman duâyı unutturdu. Böylece kadın çıktığı yerde kaldı. Neticede Allah onu bir yıldıza çevirdi. Abdullah bin Ömer o yıldızı her gördükçe lânet eder ve: “Hârut ve Mârut’u fitneye düşüren budur!” derdi. Hârut ile Mârut akşam olunca mûtad şekilde semâya çıkmak istediler, fakat muvaffak olamadılar. Mahvolduklarını anladılar. Allah kendilerini, dünya azâbı ile âhiret azâbından birini seçmeleri hususunda serbest bıraktı. Dünya azâbını tercih ettiler. Bâbil’de asıldılar ve insanlara sihirle konuşmaya başladılar. [67]  

Er-Rabî’den rivâyete göre, yine benzer şekilde anlatılan olayda bu iki meleğin şiddetle arzuladıkları bu kadın, “şarap içmek, adam öldürmek ve puta tapmaktan birini tercih edin” dedi. Melekler: “Bu üç tekliften hiç biri bize yakışmaz, ama yine de bunların en ehveni şarap içmektir” dediler. Kadın onlara şarap sundu. Şarap kendilerini iyice sarhoş edince, kadınla zinâ ettiler. Bu halleri devam ederken yanlarına bir kişi geldi ve durumu gördü. Bu adamı, gördüklerini sağda solda yayıp bizi rezil etmesin diye öldürdüler. Sarhoşluk halleri geçip ayıldıktan sonra, işledikleri günahı ve cürmü anladılar ve semâya çıkmak istediler, fakat buna muvaffak olamadılar. Allah tarafından bu arzularına mâni olundu. İş bu raddeye geldiği zaman, yeryüzünde bulunan bu iki melekle semâ ehli arasındaki perde açıldı. Melekler, Hârut ile Mârut’un içine düştükleri günah ve hayatı gözleriyle gördüler ve bundan dolayı hayret ve dehşete kapıldılar. Ve melekler bu vesîle ile şunu anladılar ki; kim Allah’tan ırak, O’nun murâkabe, müşâhede ve kontrolünden uzak kalırsa o kimse Allah’tan daha az korkar. Artık bundan böyle melekler, yeryüzünde yaşayanların tümüne (imanlı ve imansız oluş hallerine bakmadan) istiğfâr etmeye başladılar. Hârut ile Mârut yukarıda anlatılan hatalara düşünce, kendilerine taraf-ı İlâhî’den şöyle bir teklif geldi: “Dünya azâbını veya âhiret azâbını, bu ikisinden birini tercih edin!” Melekler: “Dünya azâbı fâni, âhiret azâbı bâkîdir” deyip dünya azâbını seçtiler. Bâbil ülkesinde bırakıldılar ve kendilerine orada azâb olunmaktadır. [68]

Bu konu, temel çerçevenin hemen aynı şekilde anlatıldığı hadis rivâyeti olarak da kaynaklara geçmiştir. Hadis rivâyetine göre, yukarıdaki rivâyetlerde anlatıldığı gibi Hârut ve Mârut, her üç büyük günahı da işlemişler, dünya azâbını tercih etmişlerdir. [69]                     

Melekleri zina ettiren masalcı âlimlerimiz onların Allah’a isyan edemeyeceklerini nasılsa unutmuşlar:

“O melekler ki, Allah'ın kendilerine emrettiğine karşı gelmezler ve kendilerine emredileni yaparlar.” (66/Tahrîm, 6)

İbn Cerîr’in, İbn Ömer’den nakline göre Nâfi’ şöyle anlatır: Ben Abdullah İbn Ömer ile yolculuk yaptım. Yolculuğumuz esnâsında gecenin sonuna doğru İbn Ömer bana: “Ey Nâfi’! Bak hele, ‘el-Hamrâ’ (Kırmızı yıldız, yani Çobanyıldızı) doğmuş mu?” dedi. Ben de “hayır, doğmamış” dedim. İbn Ömer bu soruyu iki veya üç kere tekrarladı. Sonra ben (zamanı gelip doğduğunda): “Şimdi doğdu!” dedim. İbn Ömer bunun üzerine: “Ona merhaba da, hoş safâ da yok!” dedi. Ben: “Sübhânellah, Allah’ın emrine boyun eğmiş, itaatli, söz dinler bir yıldızdır o! (ona bu tarzda kızmanın mânâsı ne?)” dedim. Bunun üzerine İbn Ömer: “Sana sadece Hz. Peygamber’den (s.a.s.) duyduğumu söylüyorum; Efendimiz bana şöyle buyurdu: “Melekler: ‘Ey Rabbimiz, bunca hata ve günahlarına karşılık, insanlara nasıl sabırlı davranıyorsun?’ dediler. Cenâb-ı Hak, kendilerine: ‘Ben onları sınadım, sizleri ise onların işlediği günah ve fitnelerden korudum’ buyurdu. Melekler: ‘Biz onların yerinde olsak yine Sana isyan etmezdik’ dediler. Bu iddiâya karşılık Allah: ‘İçinizden iki melek seçin!’ emrini verdi. Onlar da Hârut ve Mârut’u seçtiler.” [70]

Hz. Ali’den rivâyet; Amr bin Saîd, Hz. Ali’nin şöyle söylediğini naklediyor: “Ez-Zühre”  (Çobanyıldızı, Venüs) ismindeki yıldız, aslında İranlılardan güzel bir kadındı. Bu kadın vaktiyle, Hârut ve Mârut ismindeki iki meleğe dâvâcı olarak geldi. Melekler kadını görünce ondan murad almak istediler. Kadın onların teklifini, okudukları zaman göklere çıkmalarını temin eden şeyi öğretmeleri şartıyla “peki” dedi. Kadına öğrettiler. Kadın duâyı okudu, gökyüzüne yükseldi ve o anda (Allah tarafından) yıldıza çevriliverdi.[71] Yine Hz. Ali’den el-Hâfız Ebû Bekr İbn Medûye’nin nakline göre, Hz. Ali şöyle demiştir: “Efendimiz (s.a.s.) şöyle buyurdu: “Allah Zühre’ye (Çobanyıldızı da denilen Venüs gezegenine) lânet etsin! Çünkü Hârut ve Mârut isimli iki meleği fitneye düşüren odur.” [72]

 Meleklerin zina ettiğine dair masallar uyduran tefsir âlimlerimiz, meleklerin erkeklik ve dişiliğinin olmadığını nasılsa unutmuşlar.

 

Hârut ve Mârut Nasıl Bir Cezâya Çarptırıldılar?

Rivâyetlere göre, Hârut ve Mârut’a işledikleri üç büyük günahtan dolayı Allah tarafından verilen ceza konusunda da ihtilâflar vardır:

  1. Kıyâmet kopuncaya kadar saçlarından asılma cezâsına çarptırıldılar;
  2. Başları kanatlarının altına kıstırılmıştır;
  3. İçi ateş dolu bir kuyuya atılmışlardır;
  4. Baş aşağı asılmışlardır ve devamlı olarak demir kırbaçlarla kırbaçlanmaktadırlar;
  5. Ayaklarından uyluklarına kadar tartılmış vaziyettedirler;
  6. Rivâyete göre bir zat kendilerinden sihir öğrenmek niyetiyle Hârut ve Mârut’a gitti. Onları ayaklarından asılmış vaziyette buldu. Gözleri kızarmış, derileri simsiyah olmuştu. Dilleri ile asılmış oldukları yerde bulunan su arasındaki mesâfe dört parmak kadardı. Onlar bu vaziyette “susuzluk” ile cezalandırılıyorlardı. Meleklerin bu durumu adamı ürpertti ve gayrı ihtiyârî “Lâ ilâhe illâllah” dedi. Melekler bunu işitince adama kim olduğunu sordular. O da, “İnsanlardan herhangi biri olduğunu” söyledi. Adama ikinci defa, “kimin ümmetinden olduğunu” sordular. O da: “Muhammed ümmetinden olduğunu haber verdi. Melekler: “Muhammed (s.a.s.) peygamber olarak gönderildi mi?” dediler. O da: “evet” dedi. Melekler: “Elhamdü lillâh” deyip sevinç ızhar ettiler. Yanlarına varan zat, sevinçlerinin nedenini sordu. Melekler: “O kıyâmet peygamberidir (âhir zaman nebîsidir). Artık işkencemizin bitmesi yakındır” dediler;[73]
  7. Bâbil’de bir mağarada azâb içindedirler. [74]

 

 

Olayın Geçtiği Yer

Allah Teâlâ, âyette[75] bahsi geçen iki meleğin Bâbil denen bir memlekete indirildiğini beyan ediyor. Ama dünya coğrafyasında buranın yerini Kur’an bize bildirmiyor. Kur’an’ın bildirmediği şeylerin arkasına düşmenin çok zaman müslümanlara faydası yoktur. Buna rağmen bazı müfessirler bu gibi şeylere fazlaca düşkünlük göstermişlerdir. Bâbil’in yerini tâyin için öne sürülen yerler:

  1. Irak;[76]
  2. Kûfe;[77]
  3. Hîre ile Bâbil arasında bir yer;[78]
  4. Nusaybin;[79]
  5. Dünbavend Bâbil’i;[80]
  6. Demavend dağı;[81]
  7. Garpta bir yer;[82]
  8. Bir kasaba adı;[83]
  9. Arzda bir yer adı;[84]
  10. Arzda bir dağ.[85]

Görüldüğü gibi, âlimlerimiz, meşhur tefsircilerimiz nelerle uğraşmış. Hakkında hiçbir nass olmayan ve bilinmesinde de bizim için hiçbir fayda olmayan bir konuda âlimlerimiz nasıl zanlarını bilgi gibi sunmuşlar. 

 

Zühre ile Hârut ve Mârut’a ait hadis diye uydurulanlar, o zamanlar kamera olsa idi yıllarca izlenen dizi film olurdu.

Rivâyetlerin Tahlili

Bakara sûresinin 102. âyetinden başka, Kur’an’da hakkında hiçbir açıklama bulunmayan ve sahih yollarla Hz. Peygamber’e ulaşan bir hadis de mevcut olmayan bu Hârut ve Mârut meselesi, görüldüğü gibi özellikle meşhur tefsir kitaplarımızda bir hayli yer tutmuştur. Belki yüzde doksan oranında; tefsirle, siyerle, peygamberler tarihi ve megâzi ile uğraşan ve akaid sahasında eser veren müellifler rivâyetleri hiçbir tenkîde tâbi tutmadan kitaplarına almışlar. Haberleri, rivâyet veya dirâyet yönünden ve bazen de her ikisi bakımından tetkik edenler oldukça azdır. Haberlerden bazıları birçok yönleri ile masaldan farksız olduğu halde, nedense bunlara dikkati çekmemişlerdir. İsrâiliyattan olan bu haberlerin naklinde sayısız mahzurlar vardır. Birçok yönleri ile bunlar bâtıl ve lüzumsuzdur. Eğer bunlar İslâmî eserlere girmemiş olsaydı, üzerinde durmaya hiç de lüzum yoktu. Rivâyetler, tenkîd ve tahlile tâbi tutulmalıdır.    

 

Âyette geçen Bâbil’in neresi olduğunu tâyin için ortaya atılan görüşlerin sayısı on’a varmıştır. Belki bu türlü görüşler insanın içindeki merak ve tecessüsü tatmin için iyi şeyler olabilir. Ama bunların yeri, tefsire dair eserler olmamalıydı. Çünkü bunlar âyetten gâye olan irşâd ve öğütleri bir ölçüde gölgeliyor ve murâd-ı ilâhî bunlar arasında kaybolup gidiyor, âyetin mânâsını düşünmek yerine, mü’minler Bâbil’in neresi olduğu sorusu ile uğraşıyorlar. Neticede ortaya atılan görüşlerden hangisinin doğru, hangisinin eğri olduğu yolunda gerçek bir fikre sahip olunamıyor. O zaman bu uğraşmalar tamamıyla lüzumsuz, faydasız oluyor, abesle iştigal sınıfına giriyor.

Hârut ve Mârut’tan maksat kimlerdir? Bunun hakkında da bir hayli şeyler söylenmiştir. Yukarıda da temas edildiği gibi Hârut ve Mârut’tan maksat iki melektir. Ama bu isimler etrafında uydurulan şeylerin vebali tamamıyla uyduranlara âittir ve mü’minler bunlara asla îtibar etmemelidirler. İbn Hazm, bu iki isimden maksadın iki melek olduğuna şiddetle karşı çıkmıştır. Bâzı âyetlere istinad etmeye çalışarak görüşünü müdâfa eden müellife göre, bunlar olsa olsa iki şeytandır veya cinlerden iki kabîle adıdır.[86] Hârut ve Mârut’un, Hz. Dâvud ve Hz. Süleyman olduğu bile öne sürülebilmiştir. Hârut ve Mârut’un kim olduklarını aydınlığa kavuşturmak için öne sürülenleri lüzumsuz ve gülünç bulan İbn Kesîr, bu konuya ait bazı haberleri tek tek inceler ve bunların itimada şâyân olmadıklarını ortaya koyar. [87]

Hârut ve Mârut ile ilgili hadis rivâyeti ve diğer rivâyetlere gelince: Ahmed bin Hanbel tarafından tahrîc edilen bu hadis rivâyeti, Abdürrezzak’ın tefsîrindeki rivâyetten anlaşıldığı gibi, Hz. Peygamber’e (s.a.s.) âit değildir. Rivâyet, Abdullah bin Ömer vâsıtasıyla Kâ’bu’l-Ahbâr’dan alınmıştır. Yani bu haber doğrudan doğruya Kâ’b’ın sözüdür ve isrâiliyattır.[88] Farklı hadis rivâyetlerini kaydettikten sonra İbn Kesîr, şu hükme varır: “Hadis döndü dolaştı ve neticede yahûdilere âit kitaplardan ve Kâ’bu’l-Ahbar’ın nakli noktasında düğümlendi; bu haber isrâiliyattandandır.”[89] Ebû Bekr İbn Merûye’nin Hz. Ali’den rivâyet ettiği hadis rivâyeti için de İbnu’l-Cevzî: “Bunlar sıhhati sâbit olmayan şeylerdir” der. [90]

İbn Kesîr, bir kısmını örnek olarak gördüğümüz Hârut ve Mârut kıssasının varyasyonlarının tümünü bir arada şöyle değerlendirmektedir: “Bu Hârut ve Mârut kıssası, Mücâhid, Süddî, Hasan, Katâde, Ebu’l-Âliye, Zührî, Rebî’ bin Enes ve Mukatil bin Hayyân gibi tâbiûndan rivâyet edilmiştir. Ayrıca mütekaddim ve müteahhir müfessirlerin çoğunluğu da bu kıssayı az çok anlatmışlardır. Hâsıl-ı kelâm bu kıssanın tafsîlâtı benî İsrâil haberlerine dayanmaktadır. Üstelik Peygamberimiz’e kadar kesintisiz sahih senetli bir hadis de vârid olmuş değildir. Kur’an’da onlar hakkında anlatılanlar, kıssanın tafsilâtsız icmâli olup, biz ancak Kur’an’da anlatıldığı kadarına inanırız. Allah, gerçeği en iyi bilendir.” [91]

  

Hârut ve Mârut’a ait yukarıda örnekleri görülen söylentilerin aslı olmadığı halde, birçok İslâmî eserlerde, cezalarının üzerinde durulmuştur. Müellifler, bu türlü düzmeler melekler hakkında câiz midir, değil midir sorusuna cevap vermeden; bunu araştırmaya lüzum görmeden onların cezalarının şekli ile uğraşmışlardır. Kıssanın isrâiliyattan olduğu tesbit edildikten sonra artık, meleklerin uğradığı işkenceyi tâyine veya üzerinde durmaya hiç gerek yoktur!

Kısaca ifade etmek gerekirse, Hârut ve Mârut’un Zühre ile ilgili ve hayal ürünü mâcerâlarını dile getiren tüm rivâyetler bâtıldır ve hepsi de akıl, mantık ve İslâmî ölçüler yönünden reddi gereken şeylerdir. İsrâiliyattan, hem de İslâm’a taban tabana zıt isrâiliyattan olan bu haberlerin hiç birine iltifat etmemek gerekir. Bu efsânelerin kitaplara geçmiş olması ne kadar acıdır. Hârut ve Mârut konusu hakkında rivâyet edilenler, dikkatli muhaddislerin gözlerinden kaçmamıştır. Uydurma hadislere ait mecmualarda rivâyetler tahlil edilmiş ve bunların Hz. Peygamber veya sahâbeye ait oluşu reddedilmiştir. [92]

İmam Kurtubî, bu rivâyetler hakkında şöyle der: Melekleri, her türlü günahlardan berî gösteren inanca ve onların ismetine/günahsızlığına dair Kur’an’ın haberlerine aykırıdır. Melekler hakkında Kur’an; “Allah’ın kendilerine buyurduğuna karşı gelmeyen ve emredildiklerini yapan melekler vardır.”[93]; “Bilâkis melekler, ikrâma mazhar olmuş kullardır.”[94]; “Onlar bıkıp usanmaksızın gece ve gündüz tesbih ederler.”[95] buyurmaktadır.                          

Kadının Zühre (Venüs) gezegenine dönüşmesi olayına gelince: Allah Teâlâ yıldızları ve gezegenleri, gökleri yarattığı zaman vücûda getirdi. Nitekim bir haberde: “gökyüzü yaratıldığında yıldız ve gezegenlerin de yaratıldığı” bildirilmiştir. Bu da Hak Teâlâ’nın şu kavlinin mânâsı içindedir: “Her biri belli bir yörüngede yüzmeye devam ederler.”[96] Bununla da sâbit olmuştur ki, Zühre (Venüs) ve Süheyl (güneydeki parlak yıldız), Âdem’in (a.s.) yaratılmasından önce de var idiler.[97]

Rivâyetler içinde geçen ve meleklerin dünya azâbı ile âhiret azâbından birini tercih etmede serbest bırakıldıklarını ifade eden kısım da sakattır. Bu konuda evlâ olan meleklerin azâb ile tevbe arasında özgür kılınmalarıdır. Zira Allah bir ömür boyu kendisine şirk koşanları bile azâb ile tevbe arasında serbest bırakmıştır. Rahmeti bu kadar geniş olan Yüce Yaratıcı, nasıl olur da, bu hususta Hârut ve Mârut’a karşı cimri davranır?

Allah, Hârut ve Mârut’a “eğer Âdemoğullarını imtihan için vesîle yaptığım şeyleri size tatbik etseydim, siz de tıpkı onlar gibi Bana âsî olurdunuz” buyurunca melekler: “Hayır ya Rab! Sen dediğini bize yapsan, biz Sana asla âsî olmayız” dediler. Bu cümle Allah’ı tekzibdir, O’nu cehâletle suçlamadır ve açık küfürlerdendir.

Kıssacıların; Hârut ve Mârut azâb içinde olmalarına rağmen (hâlen insanlara) sihir öğretmektedirler, Cenâb-ı Hakk’a yalvarmaktadırlar ve ceza çekmektedirler” rivâyet ve iddiaları da akıl mantık açısından tuhaf ve tutarsızdır. Hem ceza çekerken tevbe ediyorlar, hem de küfür olduğu halde sihir öğretmeye devam ediyorlar!

Kıssaya ait rivâyetlerde Zühre’nin fâcire bir kadın olduğu ve Hârut ile Mârut’u fitneye düşürdüğü ifade ediliyor. Arkadan da semâlara yükseltiliyor. Ahlâksız bir kadın nasıl olur da semâlara yükseltilir? Diyelim ki Zühre göklere çıktı. Nasıl parlak bir yıldız olabilir? (Şimdiki modern zihniyet de, bazı ahlâksız kadınları meleğe benzettiği yetmiyor gibi, içlerinden şarkı söyleyebilenlere veya dizilerde, filmlerde rol yapabilenlere de “yıldız” diyor, onları göklere çıkarıyor ya…) Cezâ neticesi kadının yıldıza tebdîl edildiği ifade ediliyor. Günahkâr olan bu kadının parlak değil de; simsiyah olması gerekmez miydi? Zühre (Venüs) adıyla anılan yıldız, göklerin yaratıldığı günden beri semâda cevelân eden, hiçbir şeyden haberi olmayan, günah veya sevapla uzaktan yakından en ufak bir ilgisi ve irtibatı bulunmayan bir gök cismidir. Kendi adına düzülen bu tür yalanlardan onun asla haberi bile yoktur![98]          

Büyük müfessirlerimizden ve derin âlimlerimizden niceleri, gaybı taşlamanın dayanılmaz hafifliğini göstermiş. Tabii, her konuda nasıl ihtilaf edileceğini maalesef çok mâhirane şekilde göstermişler. Allah’ın apaçık hükmüne rağmen, o hükme zıt görüşler savunabilmişler Bazı tefsircilerimiz içinden, Hârut ve Mârut iki melektir diyen çıkmış Kuran’daki ifadeye uygun anlamlar yükleyenler olmuş. Allah; iki melektir diyor. Bu iki melek kim? Bazı tefsircilerimiz bunların adlarını koymuş; Cebrail ve Mikail diye. İnsanlardan iki kişidir diyenler, iki hükümdar, iki şeytan, cinlerden iki kabile, Siccin isminde meleğin yardımcıları, ins ve cin şeytanları, Davud ve Süleyman. Daha fazla diyecekler ama bu kadar ihtilaf yeterli demişler sağ olsunlar. Kur’an “iki melek” desin istediği kadar; müfessirlerimizin kimi “hayır o iki melek değildi, iki melikti” diyenler çıkmış bir hayli, tekrar edeyim o iki meleğe zina da ettirmişler, içki de içirmişler, putlara da taptırmışlar ve böyle insan gibi yaşasalarmış melekler bunları yaparlarmış.

İnsanoğlunu kınamış melekler ne kadar fesat çıkartıyor diye. ‘İçinizden iki meleği seçin yeryüzüne insan gibi göndereyim bakalım onlar ne yapacaklar’ demiş Allah ve o iki melek de her türlü haltı yemiş. Dolayısıyla melekler bile yeryüzüne gelseler her türlü günahı işleyeceklerine göre; sanki denilmek isteniyor ki; insan olarak bizim o kadar günah işlememiz gayet normal… Yani Allah’ın kitabı, melekleri böylesine aşağılayacak İsrailiyata, böyle masallar uydurup âyet açıklaması diye sunulacak bir kitap olmaması gerekiyor. Yine melekler meallerin birçoğunda hep sihir öğreten konumuna düşmüşler. Biz melekleri meallerin yanlış şekilde izah ettiği bu tür küfürden ve böylesi büyük günahlardan tenzih ederiz. Onlar Allah’a tümüyle ibâdet eden, isyan etmeyen varlıklardır. Biz meleklere bu şekilde iman ederiz. Yanılanlar melekler değil, onlar hakkında uydurma ifadeler kullanan maalesef tefsircilerimiz ve mealcilerimizdir. Meal ve tefsirlerdeki sihir öğretme ifadesi Allah’a ve meleklere iftira sayılabilecek bir çirkinliktir.[99] 

 

Kur’an’da Sihir Kelimesinin Geçtiği Diğer Âyetler

“Allah o zaman şöyle diyecek: ‘Ey Meryem oğlu İsa! (...) Hani İsrâiloğullarını (seni öldürmekten) engellemiştim; kendilerine apaçık deliller (mûcizeler) getirdiğin zaman, içlerinden inkâr edenler, ‘bu apaçık bir sihirden başka bir şey değildir’ demişlerdi.”[100]

“Eğer sana kâğıt üzerine yazılmış bir Kitap indirseydik de onlar elleriyle onu tutmuş olsalardı, yine de inkâr ediciler: ‘Bu, apaçık büyüden başka bir şey değildir’ derlerdi.”[101]

“Firavun kavminden ileri gelenler dediler ki: Bu çok bilgili bir sihirbazdır. Sizi yurdunuzdan çıkarmak istiyor; ne buyurursunuz? Dediler ki: O’nu da kardeşini de beklet, şehirlere toplayıcı (memurlar) yolla. Bütün bilgili sihirbazları (toplayıp) sana getirsinler. Sihirbazlar Firavun’a geldi ve ‘eğer üstün gelen biz olursak, bize kesin bir mükâfat var mı?’ dediler. (Firavun:) ‘Evet, hem de siz mutlaka yakınlarımdan olacaksınız’ dedi. (Sihirbazlar,) ‘Ey Mûsâ, sen mi (önce hünerini ortaya) atacaksın, yoksa önce atanlar bizler mi olalım?’ dediler. ‘Siz atın’ dedi. Onlar atınca İnsanların gözlerini büyülediler, onları korkuttular ve büyük bir sihir (ortaya) getirdiler. Biz de Mûsâ’ya, ‘asanı at’ diye vahyettik. Bir de baktılar ki; bu, onların uydurduklarını yakalayıp yutuyor. Böylece gerçek ortaya çıktı ve onların yapmakta oldukları yok olup gitti. (Firavun ve kavmi) orada yenildi ve küçük düşerek geri döndüler. Sihirbazlar ise secdeye kapandılar. ‘Mûsâ ve Hârun’un da Rabbi olan âlemlerin Rabbine inandık’ dediler. Firavun dedi ki: ‘Ben size izin vermeden O’na iman mı ettiniz? Bu hiç şüphesiz şehrin (Mısır) kıptî olan halkını oradan çıkarmak için kurduğunuz bir tuzaktır. Ama yakında (başınıza gelecekleri) bileceksiniz! Mutlaka ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama keseceğim, sonra da hepinizi asacağım.’ Onlar, ‘Biz zaten Rabbimiz’e döneceğiz. Sen sadece, Rabbimiz’in âyetleri geldiğinde onlara inandığımız için bizden intikam alıyorsun. Ey Rabbimiz, üstümüze sabır yağdır ve bizi müslüman olarak öldür’ dediler.”[102]

 

“Ve dediler ki: ‘Sen bizi büyülemek için her ne mûcize getirirsen, biz asla sana inanacak değiliz.”[103]

 

“Firavun dedi ki: ‘Bilgili bütün sihirbazları bana getirin! Sihirbazlar gelince Mûsâ onlara: ‘Atacağınızı atın’ dedi. Onlar (iplerini) atınca, Mûsâ dedi ki: ‘Sizin getirdiğiniz sihirdir. Allah onu iptal edecek, boşa çıkaracaktır. Çünkü Allah fesatçıların/bozguncuların işini düzeltmez. Suçluların hoşuna gitmese de Allah, sözleriyle gerçeği açığa çıkaracaktır.”[104]

“İçlerinden bir adama: ‘İnsanları uyar ve iman edenlere, Rableri katında onlar için yüksek bir doğruluk makamı olduğunu müjdele’ diye vahyetmemiz, İnsanlar için şaşılacak bir şey mi oldu ki, o kâfirler: ‘Bu elbette apaçık bir sihirbazdır’ dediler.”[105]

 

“Katımızdan onlara hak (mûcize) gelince: ‘Bu elbette apaçık bir sihirdir’ dediler. Mûsâ: ‘Size hak geldiğinde onun için (hep böyle) mi dersiniz? Bu bir sihir midir? Hâlbuki sihirbazlar iflâh olmazlar’ dedi.”[106]

 

“...(Rasûlüm!) ‘ölümden sonra muhakkak diriltileceksiniz’ desen, kâfir olanlar derhal ‘bu, açık bir büyüden başka bir şey değildir’ derler.”[107]

 

“Öncekilerin başına gelenlerden ders almaları gerekirken onlar hâlâ buna (Kur’an’a) inanmıyorlar. Onlara gökten bir kapı açsak da oradan yukarı çıksalar, yine ‘gözlerimiz boyandı, daha doğrusu bize büyü yapılmıştır’ derler.”[108]

 

“Biz, onların seni dinlerken ne maksatla dinlediklerini, kendi aralarında fısıldaşırlarken de o zâlimlerin, ‘Siz, sihirlenmiş bir adamdan başkasına uymuyorsunuz!’ dediklerini çok iyi biliriz.”[109] 

“(Firavun’un sihirbazları) şöyle dediler: ‘Bu ikisi (Mûsâ ve Hârun), muhakkak ki, sihirleriyle sizi yurdunuzdan çıkarmak ve sizin örnek yolunuzu ortadan kaldırmak isteyen iki sihirbazdırlar sadece. Öyle ise hilenizi kurun; sonra sıra halinde gelin! Muhakkak ki bugün, üstün gelen kazanmıştır. Dediler ki: ‘Ey Mûsâ! Ya sen at veya önce atan biz olalım.’ ‘Hayır, siz atın’ dedi. Bir de baktı ki, büyüleri sâyesinde ipleri ve sopaları, kendisine gerçekten koşuyor gibi görünüyor. Mûsâ, birden içinde bir korku duydu. ‘Korkma!’ dedik, ‘üstün gelecek olan, kesinlikle sensin.’ Sağ elindekini at da, onların yaptıklarını yutsun. Yaptıkları, sadece bir büyücü hilesidir. Sihirbaz/büyücü ise, nereye varsa (ne yapsa) iflâh olmaz. Bunun üzerine sihirbazlar secdeye kapandılar; ‘Hârun’un ve Mûsâ’nın Rabbine iman ettik’ dediler.”[110]

“...(O müşrik) zâlimler (mü’minlere:) ‘Siz, ancak büyüye tutulmuş bir adama uymaktasınız!’ dediler.”[111]

 

“Dediler ki: ‘Sen, olsa olsa iyice sihirlenmiş birisin!”[112]

“(Firavun ve adamları Hz. Mûsâ’ya, azâbı görünce) Dediler ki: ‘Ey sihir ustası! Sana verdiği ahid uyarınca bizim için Rabbine duâ et; çünkü biz, doğru yola gireceğiz.”[113]

“İşte böylece, onlardan öncekilere herhangi bir peygamber geldiğinde hemen: ‘O, bir büyücüdür veya delidir’ dediler.”[114]

“O gün cehennem ateşine itilip atılırlar da, ‘işte yalanlayıp durduğunuz ateş budur’ denilir. Bir sihir midir bu, yoksa görmüyor musunuz?”[115]

“(Ey Muhammed!) Sen öğüt ver, Rabbinin nimetiyle sen ne bir kâhinsin, ne de cinlenmiş bir deli.”[116]

 

“Onlar bir mûcize görürlerse hemen yüz çevirirler ve: ‘eskiden beri devam edegelen bir büyüdür’ derler.”[117]

“(Rasûl’üm,) Sen -Rabbinin nimeti sâyesinde- mecnun (cinlenmiş veya deli) değilsin.”[118]

 

“De ki: ‘Yaratıkların şerrinden, bastırdığı zaman karanlığın şerrinden, düğümlere üfleyenlerin şerrinden, hased ettiği zaman hasedçinin şerrinden, tan yerini ağartan Rabbe sığınırım.”[119]

 

 

Hadis-i Şeriflerde Sihir Kavramı

“İçki bağımlısı, sihre inanan ve akrabalarıyla alâkasını (sıla-i rahmi) kesen cennete giremeyecektir.” (Hadisin bazı rivâyetlerinde “mü’minun bi-sihrin, -sihre inanan-” geçmesine karşılık, bazılarında “musaddıkun bi’s-sihr -sihri tasdik eden-” şeklinde geçmektedir.)[120]

 

“Düğüm atarak üzerine üfleyen kimse sihir yapmıştır. Sihir yapan ise şirk koşmuştur. Üzerine bir şey takan kimse, (taktığı şeye) güvenmiş olur.”[121]

 

“(Şu) Helâk edici yedi şeyden sakının.” Dediler ki: ‘Bunlar nelerdir, ey Allah’ın Rasûlü? Buyurdular ki: “Allah'a şirk/ortak koşmak, sihir yapmak, Allah’ın haram kıldığı canı haksız yere öldürmek, yetim malı yemek, fâiz malı yemek, savaşta düşmandan kaçmak, kendini savunmaktan âciz nâmuslu kadınlara zinâ iftirâsında bulunmak.”[122]

  

İki yahûdiden birisi, diğerine ‘beraberce gidip şu peygamber’e soru soralım’ dedi. Arkadaşı, ‘ona peygamber deme! Sonra senin ona peygamber dediğini duyarsa (sevincinden) dört gözlü olur’ dedi. Sonra Nebî’ye (s.a.s.) geldiler ve ona: “Mûsâ’ya apaçık dokuz âyet verdik” [123] âyet-i kerimesini sordular. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurdu: “Allah'a hiçbir şeyi şirk/ortak koşmayın, zinâ etmeyin, Allah’ın haram kıldığı bir canı haksız yere öldürmeyin, hırsızlık yapmayın, sihir yapmayın, bir suçsuzu öldürmesi için devlet adamına götürmeyin, fâiz yemeyin, iffetli bir kadına zinâ suçu isnâd etmeyin, savaştan kaçmayın ve siz yahûdilere mahsus olmak üzere Cumartesi gününe tecâvüz etmeyin.” Bunun üzerine o iki yahûdi, Hz. Peygamber’in iki elini ve iki ayağını öptüler. ‘Senin peygamber olduğuna şehâdet ederiz’ dediler. Hz. Peygamber, “o halde müslüman olmaktan sizi engelleyen nedir?” buyurunca dediler ki: ‘Dâvud (a.s.), zürriyetinden bir peygamberin devamlı olarak bulunması için duâ etmiştir. Şâyet müslüman olursak, yahûdilerin bizi öldürmelerinden korkarız.[124]

“Dâvud Peygamber’in gecede bir saati vardı ki, bu saatte âilesini uyandırarak şöyle derdi: ‘Ey Dâvud âilesi, kalkın ve namaz kılın. Zira bu saat öyle bir saattir ki, sâhir (sihir ve büyüyle uğraşan) veya vergi toplayandan başkasının duâsına karşılık verilir.”[125]

 

“(Belîğ olan) sözlerden bir kısmı, muhakkak sihirdir.”[126]

 

“Baykuşlarda (uğursuzluk diye) bir şey yoktur. Yorum yapmanın en doğrusu, hayra yormadır. Göz değmesi de bir gerçektir.”[127]

 

“Uğursuzluğa yorma yoktur. Dürüst yorum, güzel söz hoşuma gider.”[128]

 

“Fal açan ve kendisi için fal açtıran ve kehânette bulunan ve kendisi için kehânette bulunulan ile sihir yapan ve kendisi için sihir yaptıran kişi Bizden değildir.”[129]       

 

Kur’an Sihir İçin Hak/Gerçek mi Der, Yoksa Bâtıl mı?

Nice akaid kitapları sihir haktır, diyebiliyor; nice âlim de yine sihrin hak olduğunu vurguluyor. Bu âlimler yanılabilir mi? Yanılabilir. Peki, hiç yanılmayan Kur’an ne diyor? “Sihir” kelimesi, Kur’an’da “hile”[130], “kandırmak ve aldatmak”[131], uydurma[132], hayal[133] anlamlarında kullanılır. Sihirbazlar/büyücüler fesatçı/bozguncu (müfsid) olarak değerlendirilir ve Allah’ın onların işini düzeltmeyeceği açıklanır.[134] Kur’an, sihirbazların, nereye gitseler başarılı olamayacağını belirtir.[135] Allah, sihri tesirsiz bırakacak, iptal edecektir.[136] Kur’an net olarak sihre bâtıl, sihri iptal eden mûcizeye de hak demektedir.[137] Kur’an’ın hükümlerini mi kabul edeceğiz, yoksa bazı âlimlere atfedilen Kur’an’a taban tabana zıt görüşleri, rivayetleri mi?

“(Sihirbazlar,) ‘Ey Mûsâ, sen mi (önce hünerini ortaya) atacaksın, yoksa önce atanlar bizler mi olalım?’ dediler. ‘Siz atın’ dedi. Onlar atınca insanların gözlerini büyülediler, onları korkuttular ve büyük bir sihir (ortaya) getirdiler. Biz de Mûsâ’ya, ‘asanı at’ diye vahyettik. Bir de baktılar ki; bu, onların uydurduklarını yakalayıp yutuyor. Böylece hak ortaya çıktı ve onların yapmakta oldukları bâtıl (yok) olup gitti.[138]

 

Katımızdan onlara hak (mûcize) gelince: ‘Bu elbette apaçık bir sihirdir’ dediler. Mûsâ: ‘Size hak geldiğinde onun için (hep böyle) mi dersiniz? Bu bir sihir midir? Hâlbuki sihirbazlar iflâh olmaz, kurtuşa ermezler’ dedi.” [139]

 

Öyle ise hilenizi (keyd) kurun; sonra sıra halinde gelin! Muhakkak ki bugün, üstün gelen kazanmıştır. Dediler ki: ‘Ey Mûsâ! Ya sen at veya önce atan biz olalım.’ ‘Hayır, siz atın’ dedi. Bir de baktı ki, büyüleri sâyesinde ipleri ve sopaları, kendisine gerçekten koşuyor gibi hayal oluyor, görünüyor. Mûsâ, birden içinde bir korku duydu. ‘Korkma!’ dedik, ‘üstün gelecek olan, kesinlikle sensin.’ Sağ elindekini at da, onların yaptıklarını yutsun. Yaptıkları, sadece bir büyücü hilesidir. Sihirbaz/büyücü ise, nereye varsa (ne yapsa) iflâh olmaz, başarıya ulaşamaz. Bunun üzerine sihirbazlar secdeye kapandılar; ‘Hârun’un ve Mûsâ’nın Rabbine iman ettik’ dediler.”[140]

Kur’an, Hz. Mûsâ ile Firavun’un sihirbazları arasındaki mücâdeleyi, değişik sûrelerde ve bazı ayrıntılarla birlikte açıklar.[141] Bu mücâdelenin vurgulanması, her dönemde değişik biçimde ve farklı araçlarla Firavunların sihirbazlar/büyücüler (hakkı bâtıl ve bâtılı hak, akı kara ve karayı ak gösterenler, insanları çeşitli hilelerle kandıran ve oyalayanlar) ile vahyin ve Peygamberî dâvetin karşısına çıkacaklarını hatırlatır. Yine mü’minlere ders ve moral verilir; kim olurlarsa olsunlar, büyücülerin ortaya koyduklarını Allah boşa çıkarıp iptal edecek, her nerede olurlarsa olsunlar büyücüler başarısız olacaklar, her iki dünyada da felâha kavuşamayacaklar, kurtuluşa eremeyeceklerdir.    

 

İlginçtir ki bazı yazarlar Kur’an “sihir bâtıldır, Allah onu bâtıl kılacak, iptal edecektir” dediği halde, "Sihir haktır." demişler, bununla da yetinmeyip Allah’ın büyüyü iptal edeceğini beyan etmesine, büyücünün başarılı olamayacağını ilan etmesine ve büyünün bir hile ve aldatmadan ibaret olduğunun ifade edilmesine rağmen büyünün gerçek anlamda etki yaptığına inanmışlardır. Eğer büyünün gerçek anlamda etkisi olsaydı, büyücülerin açamadıkları kapı, çözümleyemedikleri sorun kalmayacaktı. Tarihte büyücülerden ve şarlatanlardan medet uman nice krallar olmuştur ki bunların hepsi de sonunda hayal kırıklığına ve hüsrana uğramışlardır. Büyünün bir tek kere dahi başarıya ulaştığı kanıtlanamamıştır. Kaldıki büyücülere meydan okuyan insanlar, hiç bir zaman onların büyü yoluyla tertip ettikleri bir kötülüğe uğramamışlardır! Bu bile büyünün ne büyük bir yalan olduğunu ortaya koyan başlı-başına bir kanıttır. 

 

Düğümlere Üfleyenler

“Büyü/Sihir gerçek olmasaydı, Allah Teâlâ büyünün şerrinden kendisine sığınmayı emretmezdi” diyor rukyeci geçinenler.[142] Bazı kimseler eğer Kur’ân-ı Kerim'in 113 üncü sûresi olan Felak Sûresi'nin 4'üncü âyet-i kerimesini göstererek büyünün şerrinden Allah’a sığınılıyor gibi bir kanaat ortaya koymak istemişlerse; hemen ifade etmek gere­kir ki bu âyet-i kerimede şerrinden söz edilen büyü değil, tam tersine “düğümlere üfleyen üfürükçülerdir,” rukyeci geçinen cin musallat olmuş, içinden cin çıkaracağız diye hastaya sünnette olmayan, akılla izah edilemeyen uygulamalar yapanlardır. Binaenaleyh bu kimseler, büyü ile büyücüyü birbirine karıştırıyorlar. Ama nedense günümüzdeki rukyecilerle üfürükçüleri ayrı tutmaya, onları birbirine karıştırmamaya çalışıyorlar.

Üfürükçüler Hep Kadın mı Olur; Üfürükçülüğü Cinsiyetle Bağlantılı mı Ele Alacağız?

Hiç kuşku yok ki her devirde bu gibi gayrı meşrû işlere kendini vererek duygusal insanların psıkolojisini olumsuz yönde etkileyen kadınlar bu­lunmuştur. Genelde cahil topluluklar arasında faaliyet gösteren bu kadınlar, iplik düğüm­lemek, bu düğümlere üflemek, muska ve tütsü yapmak, kur­şun dökmek ve kehanetlerde bulunmak gibi bâtıl şeylerle bir yandan geçin­meye çalışır­ken, bir kısım insanların iç dünyaları üzerinde etkili ola­bilmektedirler. Aslında bunlardan yararlanmak isteyenler, onların şer­rine daha çok uğrayanlardır. Çünkü büyücüye inan­mak küfürdür. Yani İslâm Dini'nden çıkmak için yeterli bir sebeptir. Bu ise şer ve kötülü­ğün en tehlikelisidir. Ayrıca büyücüye, yapmış olduğu büyü karşılı­ğında ücret vermek, hem iş­lediği bu ağır günaha karşılık onu ödül­lendirmek, hem zararlı bir fa­aliyete değer biçmiş olmak, hem de böyle bir faaliyeti cesaretlendirmek bakımından elbette ki bu yapılanların hepsi şer­dir, kötüdür. Rabbimiz işte bü­tün bu kötülükleri işleyen kadınların şerrin­den kendisine sığınmamızı is­temiştir.[143]

 

“Düğümlere üfleyen kadınlar” ifadesiyle, sihir yapmak için bağladıkları düğümlere üfleyen kadınlar kast edilmiştir. Bu ibâre, “erkeklerin kadınlara düşkünlüğünden yararlanıp, naz ve işve ile onların zihinlerini çelerek istedikleri görüşe döndüren kadınlar” şeklinde de anlaşılmıştır. “Bunlar, düğüm gibi açılması zor olan erkekleri naz ve işveleriyle fikirden fikre döndürürler. Böylelerin, erkeklerin fikirlerini çelmek için döktükleri dil, yaptıkları işve, erkeklerin düğüm gibi düşüncelerini üfleyerek çözmeleri, onları çeşitli fitnelere düşürmeleri” şeklinde de tefsir edilmiştir.[144] Âyetin bu şekilde yorumlanması, telkinin sihir olduğuna, sihrin de telkinden ibaret olduğuna dair yukarıda kaydettiğimiz hususlara uygundur.

Ben, “üfleyen karılar” ifadesini şöyle anlıyorum: Burada düğümlere üfleyenlerin cinsiyetinden bahsedilmiyor. Yaptıkları işin çirkinliğinden bahsediliyor. “Düğümlere üflemek” denilince; erkekçe, dobra dobra bir kişiye zarar vermek, onunla erkekçe mücadele etmenin dışında; kalleşçe bir düşmanlıktan bahsediliyor. Burada “erkeklik”, “erkekçe” ifadeleri cinsiyetle ilgili değil; karakterle ilgili olarak anlamlandırılmalıdır. Türkçede, “erkekliğe sığmayan” bu çirkinliğe ait bir kaba kelime vardır: “Kancık”. Kancık kelimesi; cinsiyet ifade ederek dişi hayvan için kullanıldığı gibi, kötü yola düşmüş kadın için de kullanılır. Güvenilmeyen, ne yapacağı bilinmeyen kimse için, dönek tabiatlı, hâin, hilekâr kimse için, ister kadın ister erkek, münâfık karakterli kimseler için kullanılır. İşte, üfürükçülük kancıkça iş yapmaktır. Kancıklıktır. Yoksa, cinsiyet ön plana çıkmıyorbildirilmiyor; her ne kadar cadı diye isimlendirilen bu tür işlerle uğraşanların önemli kesimi kadınlar olsa da, âyetteki müennes takısı, cinsiyet belirtmek için değil, karakter belirtmek için bu şekilde ifade edilmiş; olay cinsiyetle değil, karakterle alâkalıdır. Kancıklık yaparak düğümlere üfleyenlerin şerrinden Allah’a sığınıyoruz.   

İslâm’a rağmen müslümanların içinde icrâ-yı faâliyet gösteren büyücü ve sihirbazların, kaynağı Bâbil, Âsur, Eski Mısır, yahûdilik vs. gibi İslâm öncesi küfür ve şirk dönemlerine ulaşan efsun, tılsım ve büyüleri, onlara İslâmî bir kimlik vermek sûretiyle müslümanların câhil halk tabakası arasına yaydıkları bilinmektedir. Bunda da en çok şamanlar, budist râhipler, maniheist din adamları, yahûdiler rol oynamış, karşı gelemeyince, ellerinde mevcut birtakım tılsım, efsun, vefk vs. büyü cinsinden hurâfeleri İslâm’a sokmaya çalışarak, bu yüce dini tahrif etme, Kur’an’ı topluma, anlaşılmaz bir sihir kitabı olarak algılatma yoluna gitmişlerdir. Böylece Kur’an’ı hükümsüz bırakma ve Onun denetiminden uzak kalan toplumlar üzerinde eski hâkimiyetlerini sürdürme maksadı gütmüşlerdir. Bunu gerçekleştirmek için, âyetlerden, hadislerden, esmâ-i hüsnâdan, bazı İslâmî duâlardan yararlanmışlar, bunları istismar ederek büyü yapmada kullanmışlardır. Hâlbuki İslâm büyüyü yasaklamış, bunun şirk ve küfür olduğunu bildirmiştir. Cinci olduğunu iddia eden muskacı, üfürükçü ve büyücüleri “hoca” sıfatıyla adlandırmışlar, dinin şirk ve küfür kabul ettiği bu sahtekârlıkları, müslümanlığın sahip çıktığı imajı vererek dine büyük darbeler indirmişlerdir.

Görüldüğü gibi, “düğümlere üfleyenler”, İslâm’ı iptal ederek, Kurân-ı Kerim’i devre dışı bırakmak isteyen, içine sokuşturmak istedikleri hurâfe ve büyülerle tevhid dinini tahrif etme arzusunda olan İslâm düşmanlarıdır. Kur’ân-ı Kerim’in inmesi ve İslâm’ın bunların faâliyet alanlarında hâkim olmasıyla menfaatleri haleldâr olmuş bu tür kimseler, hem intikam almak, hem de eski sömürü çarklarını işletmeye devam edip, bu zavallı halkı pençelerinde tutmak için sihre meşrûiyet kazandırmak istemişlerdir. Yüce Allah’ın, “düğümlere üfleyenlerin şerrinden” kendisine sığınılmasını isteyerek, mü’minleri onların bu sinsi ve çok tehlikeli faâliyetlerine karşı uyarmasına bu açıdan da bakmak gerektiği kanaatindeyiz. Kısacası düğümlere üfleyerek sanat icrâ eden sihirbaz ve büyücülerin asıl tehlikesi, Kur’an’ı ve islâm’ı tahrif etmeye ve onları kötü amaçlarına yönelik istismar etmeye yönelik faâliyetleridir.

Kur’ân-ı Kerim indiği zaman, dünyada mevcut tüm toplumlarda olduğu gibi, câhiliye Araplarında da karanlık korkuları vardı. Onlar, gece karanlığında cinlerin ortaya çıkıp kendilerini çarpacaklarına inandıklarından geceleyin bir dereye indiklerinde o derenin en büyük cinine sığınıyorlar ve böylece güven içinde olduklarına inanıyorlardı. Yine bu dönemde Araplar arasında, insanları hasta yapmak, onları istediği yöne sevketmek, onlara zarar vermek amacıyla sihir yapan erkek ve kadınlar vardı. Bunlar büyü yaparken, okuyup üfleyerek düğüm atıp bağlarlardı. Yine toplum içinde, haset eden insanların nazarlarının değeceğine inanılır ve bunun için çeşitli tılsımlara, hurâfe yollarına başvurulurdu. Bu açıdan bu âyetlerin amacı, gecenin karanlığında cinlerin çarpacağını yahut büyücülerin insana zarar vereceğini veya mutlaka göz değeceğini anlatmak değil; tek kuvvet ve kudret sahibinin Allah olduğunu, O’na sığındıktan sonra hiç kimsenin ve hiçbir şeyin zarar veremeyeceğini, başkasına değil; yalnız Allah'a sığınmak gerektiğini anlatmaktır.[145]

 

Bu âyet, büyünün gerçek ve insana etki etmesine delil değil; üfürükçülüğün (her ne adla yapılırsa yapılsın) Allah’a sığınılması gereken bir şer olduğunu bildiren bir ifadedir.

 

Hz. Peygamber Sahâbe'den Ukbe b. Âmir'e şöyle buyurmuştur: "Görmedin mi? Bu gece benzeri asla görülmemiş âyetler indirildi: Kul eûzü bi-Rabbi'1-felak ve Kul eûzü bi-Rabbi'n-nâs"[146]  Rasûlullah, Felak ve Nâs sûrelerinin en güzel sığınma duâları olduğunu açıklamış ve çok okunmasını tavsiye etmiştir. [147]

Aişe (r.a.) diyor ki: “Rasûlullah (s.a.s.) hastalandığı zaman kendi üzerine Felak ve Nas sûrelerini okur ve üflerdi. Ağrısı çok şiddetlendiği zaman da ben onun üzerine okur ellerimle sürerdim. Bu sûrelerin bereketlerini ümit ederdim.”[148]

Ebu Said el-Hudri diyor ki: Rasûlullah (s.a.s.) cinlerin ve insanların gözlerinin şerinden Allah’a sığınırdı. Felak ve Nas sûreleri inince (duâlarında Allah’a sığınmak için) bunları aldı ve bunların dışındakileri bıraktı.[149]

 

İslâm ve Üfürükçülük

Bu sûreler ile ilgili üçüncü mesele, İslâm'da üfürükçülüğün yerinin ne olduğudur. Ayrıca üfürükçülüğün etkili olup olmadığı da tartışma konusudur. Pek çok sahih hadiste şöyle rivayet edildiği için bu problem ortaya çıkmıştır: Rasûlullah her gece uyumadan önce ve özellikle hasta iken 'Muâvezeteyn'i, bazı rivayetlerde ise 'Muâvezat' yani İhlâs ve 'Muâvezeteyn' sûrelerini üç defa okuyarak elleri üzerine üfler, baştan aşağı bedenine sürer ve bütün bedeni üzerinde gezdirirdi. Son hastalığında bunu yapması mümkün olamadığından Aişe (ya kendi isteği ile ya da Rasûlullah'ın (s.a.s.) emriyle) bu sûreleri okur ve Rasûlullah'ın üzerine üfler, Rasûlullah da bedenine sürerdi. Bu hadis sahih senetlerle Buharî, Müslim Neseî, İbn Mace, Ebu Davud ve İmam Malik'in Muvatta'sında Aişe'nin sözleriyle mervidir. Rasûlullah'ın aile hayatını Aişe annemizden daha iyi kim bilebilir?

Peygamberimizin duâ olarak okudukları ve bazen üflemeleri, üfürükçülük değil, rukyecilik değil, duâdır. Rasûlullah’ın sadece korunma sûrelerini okuyup ellerine üflemesi ve hastalara iyileşmesi için dua etmesi ile üfürükçülük, birbirinden cennetle cehennem kadar farklıdır. 

Burada üfürükçülük hakkındaki ilk şer'i açıklama şu rivayettedir: İbn Abbas'tan rivayet edilen uzun bir hadis'in sonunda Rasûlullah'ın şu sözleri kayıtlıdır: “Ümmetim içinde yetmiş bin kişi, hesapsız cennete girecektir. Onlar: fal baktırmayan, yaralarını dağlamayan, rukye okumayan (üfürükçülük yapmayan) ve yalnız Allah’a tevekkül eden kimselerdir.”[150]   

Muğire b. Şube'den şöyle rivayet edilmiştir: Rasûlullah buyurdu ki “Yarasını dağlayan, rukye okuyup üfürükçülük yaptıran tevekkülden uzak olmuştur.”[151]

 

“Muska asan, ona bırakılır (Allah ondan elini çeker).”[152]

İbn Mesud'un rivayetine göre Rasûlullah on şeyi beğenmemiştir. Bunlardan biri de üfürükçülüktür. Muâvezeteyn ve Muâvezât bundan müstesnadır.[153]

 

“Ve O Düğümlere Üfleyenlerin Şerrinden.”

Rukyecilik yapanlara niye üfürükçü denilmiştir? Üfürük, bilindiği gibi üfleyerek çıkarılan nefes demektir. Üfler veya üfürürken ağızdan tükrük de çıkar. Âlimlerimiz, rukye yaparken ağızdan ne kadar tükürük çıkmalı, bunu özel kavramlarla en hassas şekilde belirtmişlerdir. Tükürük kelimesinin çok nezih şeyler akla getirmediği için bazılarınca kaba karşılansa da ulemânın bu ilmî(!) araştırmalarla uğraştıkları da bilinmeli. Âlimlerimizin gerçekten çok ciddi ilmî çalışmaları yanında bu tür gayretleri de değerlendirilmelidir diye düşünüyorum.

“Ve o düğümlere üfleyenlerin şerrinden.”[154] Yani iplere, ipliklere, düğümlere yahut gönüllerde düğümlü azimler, inançlar, tutkunluklar içine üfleyen yahut öyle düğümler içinde anlaşılmaz kapalı bir halde olarak üfürükçülükle efsun yapan büyücü nefislerin, yahut karıların, yahut toplumların şerrinden. "Nefs etmek", bizim "nefes etmek" dediğimiz üflemektir ki, biraz tükrüklü, veya tükrüksüz olarak üfürür gibi yapmaktır. Keşşaf sahibi tükrükle üflemektir, demiş. Levâmi' sahibi de üfürmeye benzer, tükrüksüz olarak rukyede (okuyup üflemek) yapılır. Tükrükle olursa tefl, yani "tüh tüh" diye tühlemek tabir olunur demiştir.

İbn Kayyim de: Büyücüler sihir yaptıkları zaman fiillerinin tesirine, çirkin nefeslerinin bazı kısımları karışan bir nefesle yardım dilenirler, diye nakletmiş, Alûsî bundan dolayı Keşşâf sahibinin dediğine, daha doğru demiştir. Râgıb da der ki: “Nefs, (nun, fe, peltek se) az bir tükrük fırlatmaktır ve bu “tefl”den (tühlemekten) daha azdır. “Nefsu’r-râkıy ve’s-sâhır” sözü, rukyecinin ve sihirbazın (büyücünün) düğümlerine üflemesi anlamına gelir. Yüce Allah şöyle buyurmuştur: “Ve min şerri’n-neffâsâti fi’l-ukad / Ve o, ukdelere üfleyen neffâsların şerrinden.”[155] “Yılan, burnuyla yaralarken (sokarken) ağzından zehir fışkırttı (tükürdü)” anlamna gelen “el-hayyetu tenfusu’s-summe” buradan gelir.  Lisânu’l-Arab: “Ennefsu sözcüğü et-teflu sözcüğünden daha özel anlamlıdır. Çünkü “et-teflu” beraberinde bir miktar tükrük olmasıdır. “En-nefsu” “en-nefh”a (yani üflemeye) benzer. Bunun bizatihi “et-tefl” olduğu da söylenmiştir.” Tâcu’l-Arûs: “en-nefh”a (üflemeye) benzer ki efsundaki gibi beraberinde herhangi bir tükrük olmaz. Eğer beraberinde bir tükrük olursa, buna, “et-teflu” denir. En doğru açıklaması budur.” Okyanus: “et-teflu” manasından ekall olarak üfürmek manasınadır ki bundan üflemek ile tabir olunur.”[156]  Üfürüntü, "Göğüs darlığı olan elbette üfler" diye de bir mesel vardır. Lâkin Nihâye'de, “nefh’e (üfürmeye) benzer ve tühlemekten daha azdır. Çünkü tefl her halde tükrükten bir şey karışmadan olmaz” demesinden anlaşılan “nefs”te tükrük şart değildir. Kamus sahibi de: "Böyle nefs (üflemek), nefh (üfürme) gibidir ve tühlemekten daha azdır." demiş ve mütercimi bunu şöyle izah etmiştir: Tefl (tükürmek) mânâsından daha az üfürmektir ki, buna üflemek denilir. Üfürükçülerin üflemesi gibi tükrüksüz olur ve tefl azca tükrük ile "tüf tüf" diye üfürmektir ki tüflemek denilir. Yalancılık kısmından olan şiir ve gazellere söylenir. Büyücü kadınlara denilir ki, ipi düğümleyip ona efsunla üfledikleri için. Müellifin üfürükçü kadınları ile tefsiri nüfus, yahut nisâ (kadınlar) itibarına dayanır. Zira cadılığın pek çoğu kadınların işidir. Demek olur ki "nefs"in esasında biraz tükrük fırlatmak olsa bile nefh gibi tükrüksüz sade nefes etmekle de olur. Nitekim dilimizde nefes edici, okuyucu, üfürükçü denilen rukyecilerde bilinen, tükrüksüz üflemektir. Fakat zarar vermek için sihir yapan kötü büyücülerde yılanın dişinden zehiri fışkırtması gibi tükrük savurtmak da âdet olduğu anlaşılıyor.

Bununla beraber hava, rüzgâr, nefes üfürmek demek olan nefh, ruh nefheylemek tâbirinde olduğu üzere can vermek, hayat ve ilim başlangıcı olan ruhu feyizlendirmek mânâsına kullanıldığı gibi "Rûhu'l-kudüs kalbime nefes eyledi." hadis-i şerifinde vârid olduğu üzere ruhun kalp ve vicdana bir mânâ, bir ilim veya söz, vahiy etmesi mânâsına da istiare yoluyla olsa bile denildiğinde de şüphe yoktur. Demek ki nef(e)s etmenin çirkin kısmına karşı olarak bir de kudsî kısmı vardır. Vaaz ve öğütde, öğretim ve eğitimde, ruhî tedavilerde olduğu gibi, güzel hikmetli sözler, hayırlı niyetler, kudsî mânâlar ve nefesler sarfıyla yapılan ruhî telkinler bu çeşittendir. Fakat burada bahis konusu, şerrinden sığınılması emrolunan çirkin nefesler olduğu, bunda da bilinen sihirbaz erkek ve kadınların zehre benzeyen çirkin tükrüklü üfürükleri ile efsunları bulunduğu için "düğümlere üfleyenler" ifadesi onlar hakkında yaygınlaşmıştır.

Bunu açıklamak için "ukad"in mânâlarını da tahlil etmek lazım gelir. “Ukad” kelimesi, malûmdur ki, "ukde" nin çoğuludur. Ukde, bir şeyin uçlarını derleyip birbirine sıkı tutturmak, yani düğüm bağlamak, düğmek ve düğümlemek demek olan "akd" maddesinden isim olduğu için esas mânâsı, düğüm demektir.

Fakat akd, hissî ve manevîden daha genel olarak kullanıldığı için, ukde dahi akd gibi sade hissî bir düğümden ibâret olmayarak birçok mânâlara gelir. Ondan dolayı düğüm denilince normal bir ip düğümünden ibaret zannedilmemesi için Kamus'tan, Nihaye'den, Râğıb'dan bazı mühim mânâlarını kaydedelim:

 

Ukad Kelimesinin Tekili Olan Ukde Kelimesi Kamusta/Sözlükte Şu Anlamlara Gelir:

1- Ukde, düğüm ve düğüm yeri.

2- Beldeler üzerine velâyet.

3- Valiler için akt edilen anlaşma ki, akt edilen anlaşma demektir.

4- Sahibinin mülk olarak inandığı akar.

5- Ağacı çok ve girift yer.

6- Develer için otları yeterli otlak.

7- Bir kimsenin yeterli derecede geçimi kendisine bağlı bulunan şey.

8- Bolluk arazi.

9- Ağaç yemeye mecbur kalmış hayvanlar.

10- Herhangi bir şeyin kesin vücubu, ki, nikâh bağı ve alış-veriş sözleşmesi bundandır.

11- Kin ve öfkeye de, çoğul sigasıyla, ukad denir. "Düğümleri çözüldü", öfkesi sükûn buldu demektir.

12- Ukde, kamışa da söylenir ve bazı yerlerin de özel ismidir. Hepsi düğüm mânâsıyla ilgili olan nice mânâlar ki, çoğunu ve hepsini belki bu âyette düşünmek mümkün olabilir. Râgıb da Müfredat'da akdin önce ipin bağlanması ve binanın bağlanması gibi katı cisimlerde kullanıldığını, sonra da ticaret akdi, ahid ve diğerleri gibi mânâ cinsinden olan şeylere isâre edildiğini söyledikten sonra der ki: Ukde, Akdolunanın ismidir, nikâhdan, yeminden ve diğerlerinden, "Bekleme süresi dolmadan nikâh bağını bağlamaya kalkmayın."[157] ve dil tutulduğunda denir. "Dilinde ukde var." demek, tutukluk, pelteklik var demektir. de "ukde"nin çoğuludur ve bu büyücü kadının bağladığıdır ki, aslı azimettendir. Onun için ona ukde denildiği gibi azimet de denilir. Bundandır ki: Büyücüye muakkid (akt eden) denilir. Ve onun denilir, telkîhi (aşılanması) tutunca kuyruğunu kısan deve; kuyruğu kıvrık teke veya köpektir. Köpeklerin çatışmasına da teâkud denilir.

Demek ki büyücü erkek ve kadının üflediği, akdettiği ukdeler, düğümlediği düğümler bu mânâlarla ilgili bir azim ve azimet düğümüdür ki, asıl uçları onların nefislerinde düğümlenmiş olup onunla diğerleri üzerinde iradelerini şeytanlıkla yürütmek isterler, bir akiddeki el sıkma kabilinden, görünüşteki ip düğümü de onun bir görünümüdür.

O azimet denilen şeyin ne olduğuna gelince: Evvela bilinen şeydir ki azim ve azimet bir işin yapılmasına kalbi bağlamaktır. Yani kalbi kesin olarak bağlamakla kastetmek ve yönelmektir. Ciddiyet ve sabır ile çalışmak ve önem vermektir diye de tarif edilir. Böyle azimle yapılması gereken büyük hayırlı işlere ve ruhsat yönü aranmayarak icrası istenilen çok mühim görevlere azimet, azâim ve avâzim denilir. Büyücünün ukdesinde esas olan, şer ve şeytanlığa taalluk eden bir kalbin akdi ile takip olunur bir azimettir ki, Ragıb bunu şöyle tarif etmiştir: "O azimet bir sığındırma afsûnudur ki, sanki sen onunla şeytanın üzerine sende iradesini yerine getirmesine bir akid yapmışsın, onu bağlayıp düğümlemişsin gibi tasavvur olunur."

Bu açıklamalardan sonra şu sonuca gelmiş oluyoruz ki, ukdelere, tükrüklü veya tükrüksüz üflemek ukdenin hissî ve mânevî tasavvur olunabilen her mânâsına göre onun gerek bağlanması, gerek çözülmesi, nokta-i nazarından nefes sarfetmek, ilkaat (atmalar) ve telkinler ile nefisler üzerinde heyecanlandırmalar ve kışkırtmalarda bulunmak gibi bir vechile düşünülebilir. Bahis konusu ise şer olan nefes (üfleme)ler olduğu, bunun sonucu ve en açık misâli de işleri, güçleri küfür ve fitne olan büyücülerin efsun düğümlemeyle şunu bunu bağlamak, sihir yapmak için püf püfleyerek veya tüh tühleyerek azim ve azimetle sarfettikleri şeytanlı üfürükleri ve tükrükleriyle düşünüldüğü için büyücülerin, cadıların ünvanı olmuş ve bundan dolayı çoğunlukla "büyücü kadınlar, cadılar" diye tefsir olunmuştur.

Burada dikkati çeken noktalardan birisi de "neffâsât"ın müennes çoğul olarak getirilmiş olmasıdır. Onun için bunun müennes olan mevsûfunu takdir etmede üç vecih söylenmiştir:

1- Zâhiri üzere "nisâ" (kadınlar) takdir olunarak "üfleyici karılar" demek olmasıdır. Bunda da iki vecih vardır: Birisi, yukarıda işaret olunduğu üzere cadılık çoğunlukla kadınların şiârı olması ve büyü işinde kadının rolünün çok olmasıdır. Birisi de, erkeklerin azim ve kuvvetleri üzerinde kadın hilesinin, kadın tuzaklarının şirreti veya kadın câzibesinin yüreklere işleyen büyüleyici tesiridir ki, bunu büyünün hakikatine inanmayanlar dahi itiraf ederler. Bununla beraber iki görüşün ikisi de bir mânâya yöneliktir denilebilir.

2- Dişiyi ve erkeği içine almak üzere nüfûs (nefisler) takdiriyle "üfleyici nefisler" demek olmasıdır. Zira Arapça'da "Sin" ile nefis kelimesi müennestir. Bu mânâ, erkeğe ve dişiye, fertlere ve toplumlara sadık olmak itibarıyla daha kapsamlı olduğu ve nüzul sebebi sayılan rivayetlere uygun bulunduğu için genellikle en tercih olunan görüş budur. Onun için meâlde bu mânâ gösterilmiştir.

3- "Üfleyici toplumlar" diye cemaatler takdir edilmesidir. Çünkü büyücülerin toplanmasıyla yapılan büyü daha şiddetlidir. Bu da erkeği ve dişiyi kapsarsa da fertlere şümûlü açık olmaz.

Bu vecihler de anlaşıldıktan sonra beyân olunan mânâların sonucuna gelelim. Tefsirlerde buna başlıca üç mânâ verilmiştir:

1- Genellikle yaygın olan mânâdır ki, şöyle demişlerdir: İpliklere düğümler atıp da onlara üfleyerek rukye ve efsun yapan büyücü karıların veya nefislerin veya toplumların şerrinden. İbn Cerir bunu: Rukye ederlerken (üflerlerken) iplik düğümlerine üfleyen büyücü kadınların şerrinden diye anlattıktan sonra: "Tevil (yorum) ehli de, yani tefsirciler de dediğimiz gibi söylemiştir, diyerek şunları nakleder: Muhammed b. Sa'd tarîkıyla İbn Abbas'dan: sihir karışan rukyeler. Hasen'den: Büyücü kadınlar ve erkekler. Katade'den: “Şu rukyelerin sihir karışanından sakınınız” demiştir. Tâvus'tan: "Mecnûnların rukyesinden şirke daha yakın bir şey yoktur” demiştir. Mücahid ve İkrime de demiştir ki iplik düğümlerinde rukyelerdir (Düğüm atarak rukye yapmaktır). İkrime demiştir ki iplik düğümlerinde ahzdir (yani bağlama denilen tutukluktur ki Arapça'da ahze denilir). İbn Zeyd'den ukdelerde büyücü kadınlardır. Fakat bu rivayetlerde "iplik ukdesi" ile tahsisi ancak Mücahid ve İkrime'den vârid olmuştur. Bu açıklamanın ifadesi, sihir karışmayan, yani şer ve şeytanlık için olmayıp da ondan korunmak ve bir hastalık veya âfete Allah'tan şifa niyazı için kendine veya diğerine hulûs-i kalp ve salih niyet ile bir duâ veya âyet okuyup üflemek kabilinden olan nefeslerin caiz olduğuna işarettir. Çünkü bunda kimseye zarar vermek veya sapıtmak veya Allah'tan başkasına sığınma ve iltica mânâsı yoktur. Bu sûrelerde "sığınırım de!" emirleri de her şeyden Allah'a sığınmak gereğini anlatır. Rasûlullah'ın kendisine ve diğerlerine bu şekilde okuyup üflediği ve böyle hayır için rukye (üfleme)ye müsaade ettiği sâbit ve bu sebeple gerek ruhanî ve gerek cismanî nice hastaların şifa bulduğu da vâki olmuş ve görülmüştür. Ancak okuyuculukla büyücülük edenlerin de şerrinden korunmak için bu âyetin hükmü ile, büyü karışan rukyelerden (okuyup üflemelerden) sakınılmasının gereği hatırlatılmış, ukdeleri iplik düğümleri diye tahsis edenler de böyle düğümlere üflemenin büyü kabilinden olduğunu anlatmak istemişlerdir. Bununla beraber mutlaka okuyup üfleme ile koruma ve yardım isteme, yani okumakla tedavi caiz olup olmayacağı hakkında da ihtilaf edilmiştir: Şüphe yok ki bu sûrelerde ve diğer âyetlerde emrolunduğu üzere herkesin Allah'a sığınarak kendisi ve diğerleri için duâ etmesi, okuması, sadece meşrû değil, dince emredilmiştir. Lâkin bunun tedâvi için kendine okutmak denilen mânâ ile rukye denilen tarzda yapılmasında, Razî'nin beyan ettiği üzere ihtilaf edilmiştir. Bazıları rukyeyi, yani okuma ile tedâviyi yasaklamışlardır. Bunlar, şu hadis ile istidlâl etmişlerdir. "Allah'ın birtakım kulları vardır ki, kendilerine ne keyy (yarayı dağlama), ne de rukye (okuyarak tedavi) yaptırmazlar, yani dağlanmazlar ve başkalarının nefesiyle tedavi istemezler ve ancak Rab'lerine tevekkül ederler." Bir hadiste de "Allah'a tevekkül etmemiştir dağlanan ve okunmak isteyen." buyurulmuştur.

 

Bunun izahı Buhârî'nin ve daha geniş olarak Müslim'in Husayn b. Abdurrahman'dan senetleriyle rivayet ettikleri şu hadistedir: Demiştir ki: Saîd b. Cübeyr'in yanında idim. Dün gece düşen yıldızı hanginiz gördü? dedi. Ben, dedim. Sonra da, ama ben bir namazda değildim, böcek sokmuştu, dedim. Ne yaptın? dedi, "Rukye ettirdim, okuttum." dedim. "Seni ona ne sevketti?" dedi. "Şâbî'nin bize haber verdiği bir hadis." dedim. Şâbî size ne haber verdi? dedi. Büreyde b. Husayb Eslemî'den "Gözden veya zehirli bir böcek veya hayvanın sokmasından başkasında rukye (okuyup üfleme) yoktur." dediğini bize haber verdi, dedim. Bunun üzerine dedi ki: İşittiğini tutan iyi yapmıştır. Fakat İbn Abbas bize Hz. Peygamber’den (s.a.s.) şöyle haber verdi: "Peygamber buyurdu ki: 'Bana ümmetler gösterildi, peygamber gördüm yanında bir toplumcuk, peygamber gördüm yanında bir-iki adam, peygamber gördüm yanında kimse yok. Derken bana bir büyük kalabalık gösterildi, zannettim ki benim ümmetim, derken bana denildi ki: Bu Mûsâ ve kavmidir, lâkin ufuğa bak, baktım ki yine bir büyük kalabalık, derken bana denildi ki: Diğer ufuğa bak, baktım ki bir büyük kalabalık. İşte denildi bu senin ümmetin, beraberlerinde hesapsız ve azapsız cennete girecek yetmiş bin vardı.” Peygamber bunu söyledi, sonra kalktı evine girdi. İnsanlar bu hesapsız ve azapsız cennete girecekler kimler olduğu hakkında konuşmaya daldılar. Bazıları: "Bunlar Rasûlullah'la sohbet edenler olsa gerek." dediler. Bazıları da: "Bunlar İslâm'da doğup da Allah'a hiç şirk koşmamış olanlar olsa gerek" dediler, daha birtakım şeyler söylediler. Derken Rasûlullah (s.a.s.) çıktı: "Neden bahsediyorsunuz?" dedi, durumu haber verdiler, buyurdu ki:

"Onlar, o kimselerdir ki, rukye yapmazlar, rukye istemezler, tetayyûr yani uğursuz da görmezler ve ancak Rablerine tevekkül ederler." Fakat Buhârî'de, Mesâbih'de ve Meşârık'da yoktur ve hadis şöyledir: "Onlar, o kimselerdir ki, uğursuzluk kabul etmezler, rukye yapılsın istemezler, dağlanmazlar ve ancak Rab'lerine tevekkül ederler."[158] Bu, daha sahihtir.

İkrime demiştir ki: Rukye eden (okuyan) üflememeli ve sıvazlamamalı ve düğüm yapmamalıdır. İbrahim Nahaî'den de selef; okunmalarda üflemeyi mekruh görürlerdi, diye nakledilmiştir. Bazısı da demiştir ki: Dahhâk'ın yanına gittim ağrısı vardı, sana tâvîz okuyayım mı ey Ebu Muhammed! dedim. "Peki, velâkin üfleme." dedi, ben de Muavvizeteyn'i okudum."

Okuyup üfleme ile tedavi, halkın pek çoğunun zannettiği gibi dinin emrettiği ve dindarlığın gerektirdiği bir şey değil, sonuçta bir izindir. Çünkü insanları, mümkün olan en zayıf bir fayda ihtimalinden dahi mahrum etmemek gerekir. Mü’minin mü’mine duâsı dinen meşrû ve güzel bir iş sayılsa da, duâ etmekle başkasının nefesinden medet beklemek farklı şeylerdir. Allah bütün insanlara kitabıyla en güzel duâları öğretmiş, bütün kötülüklerden de doğrudan doğruya kendisine sığınılmasını emretmiştir. Öyleyse her sorumlu can, bunları bellemeli ve her yerde bunları kendisine can simidi edinmelidir. Çünkü doğrudan Allah’a sığınma imkânı varken bunu terkedip “ben o kapıya gidemem, ne isteyeceğimi bilemem” diyerek duâ tellalı aramaya ve onun nefesinden medet ummaya kalkışmak, dinin emri değil, cahiliyye âdetidir.

Rasûlullah'ın kendisine başkalarının okumasını istemediğini anlatan şu rivayet de çok mühimdir. Yine Sahîh-i Müslim'de: Hz. Âişe demiştir ki: Rasûlullah (s.a.s.) bizden bir insan rahatsız olduğu zaman onu sağ eliyle mesheder (sıvazlar), sonra şöyle derdi: "İnsanların Rabbi olan Allah'ım o sıkıntıyı gider, şifâ ver, sen şifa vericisin, senin şifandan başka şifa yok, senin şifân dert bırakmaz." Ne zaman ki Rasûlullah (s.a.s.) hastalandı ve ağırlaştı, sağ elini tuttum, onun yaptığını yapmak istedim, elini elimden çekti, sonra "Allah'ım, beni affet, beni Refîk-ı alâ ile beraber kıl." dedi, ben baka kaldım, ne göreyim iş tamam olmuştu (yani vefat etmişti).

Sihir şâibesi olmamak üzere ruhî ve bedenî kurtuluş için tesirli duâlarla rukye (okuyup üflemek) caiz olmakla beraber, istirkâ yani kendini başkasına okutmak, okuyup üfleme talep etmek, Allah'a sığınmak ve duâ etmek için başkasının aracılığını dilemek mânâsını içine almış olması itibarıyla dinen hoş görülmüş değildir. O yukarıda zikrolunan hadis rivâyetleri gereğince Allah'ın hesapsız ve azapsız cennete girecek has kulları rukyeden sakınırlar.

Zararı yok eden sebepler üç kısma ayrılır: Birincisi “maktûun bih”tir (kesinleşmiş; yüzde yüz): Susuzluk zararını gideren su ve açlık zararını gideren ekmek gibi. İkincisi “maznun”dur (zan altında bulunan, şüphe edilen; yüzde elliden yukarı ihtimal). Hacamat etmek, kan almak, ishâl ilacı içmek ve tıp konularına ait tedaviler yapmak gibi. Üçüncüsü de “mevhûm”dur (“kuruntu”, yüzde elliden aşağı beklenti), rukye, yani okuyup üfleme gibi. Şimdi maktûun bih (kesinleşmiş) olanın terkedilmesi tevekkülden değildir. Hatta ölüm korkusu olduğu takdirde terk edilmesi haramdır. Fakat mevhum (kuruntu) olana gelince tevekkülün şartı onu terketmektir. Zira Rasûlullah (s.a.s.) tevekkül edenleri onlarla vasfeylemiştir: "Okunup üflenmek (rukye) istemezler..." İkisi arasında orta derecede olan maznuna gelince ki, doktorlar katındaki açık sebeplerle tedavi olmak böyledir. Görülüyor ki burada okuyup üfleme ile tedavinin terkedilmesi, daha iyi olan mevhûm kısmından sayılmıştır. Mevhûm denilmekten maksad da, hiç aslı yok, yalan demek değil, maktûun (kesinleşmiş olan) ve ğalib zan demek olan maznûnun karşıtı yani zannın tercih edilmemiş, zayıf tarafı yüzde elliden aşağı düşen kısmı demektir ki, tıbbî tedavilerin de birçoğu böyledir. İsabeti yüzde yüz olan maktû, yüzde elliden yukarı olan maznûn, yüzde elliden aşağı olan da mevhûm kısmındandır.

Usûl ilmi (Usûl-i Fıkıh) kâidelerine göre ise kesin delil ile itikad ve amel vâciptir. Tersine kuvvetli delil bulunmayan zanna dayanan delil ile itikad vâcip olmasa da, ihtiyaç halinde amel vâcip olur, vehim ve şüpheye itibar yoktur. Ancak ihtiyat mevkiinde vehim ve şüpheyi kesmek için faydalı olduğu zaman nazar-ı itibara alınabilir. Bu esas üzere Fıkıh'ta da, şifa, Allah'tan bilinmek şartıyla tedavinin kesin olanıyla amel vâcip, korku zamanında terk edilmesi haram; maznun (gâlip zan) olanıyla amel câiz, durumlara ve şahıslara göre bazan yapılması, bazan da terkedilmesi daha uygun; mevhûm (kuruntu) olanıyla da amel etmek yasaklanmış değilse de, terk edilmesi daha uygun denilmiş, rukye (okuyup üfleme) de mevhûm (kuruntu) kısmından sayılmıştır. Kuruntu olmasının sebebi de duâ olması itibarıyla değil, okuyanın nefesinde sebeplik düşüncesi itibarıyladır.

 

2- Bir de "düğümlere üfleyen kadınlar", yani hilebaz kadınlar, yahut erkekleri fitneye düşüren, onlara güzelliklerini arz ederek taarruz edip meftûn eyleyen fitneci kadınların şerrinden, diye tefsir edilmiştir. Razî'nin beyanına göre Ebu Müslim bu sonuncuyu tercih etmiştir ki, erkeklerin azim ve iradelerinde fikir ve bakışlarında tesir etmek sûretiyle tasarruf eden kadınlar, demek olur. Bu şekilde ukde azîmet, yani kalbin bağlanması ve görüş mânâsına, yahut ip düğümünden istiâre edilmiş, nefs de ipin düğümünü yumuşatmak için tükürmekten istiâre edilmiş olup mânâ şu olmuş olur: Kadınlar, erkeklerin gönüllerine üfler gibi verdikleri heyecanlar ve yumuşatıcı tesirlerle onları görüşten görüşe, azîmetten azîmete çevirir, türlü fitneye düşürürler. Onun için Allah onların şerrinden sığınmayı emretmiştir. Bu mânâ "Muhakkak eşlerinizden ve çocuklarınızdan size düşman olanlar vardır, onlardan sakının." [159] âyetinin mânâsı ile kadınlara yönelik; "Muhakkak sizin tuzağınız büyüktür." [160] âyetinin mânâsına uygundur. Râzî der ki: "Bu görüş güzeldir, fakat tefsircilerin çoğunun görüşü hilâfına olmasa..."

Felak sûresi 4’üncü ayette, sihir ve büyücülük gibi ruhsal etkileşimlerden, kirli ve karanlık işlerle uğraşan bütün insanların şerrinden Allah’a sığınmak gerektiği vurgulanır.

Ayetteki “en-neffâsât”, “üfleyenler-üfürükçüler”; “el-ukad” da, “düğümler” anlamına gelir. Ayrıca “en-neffâsât”ın, klasik Arapça’da, “bütün esrarengiz uğraşları tanımlamak için kullanılan deyimsel bir ibare” olduğu da söylenir. “Neffâsât” kelimesi dişil (müennes) olduğu ve büyü işleriyle de daha çok kadınlar uğraştığı için, “en-neffâsâti fi’l ukad” terkibinin, “büyücü kadınlar” anlamına geldiği belirtilmiştir. Şu halde bu terkip, hem bir ipe birçok düğüm atıp ona üfleyen ve bu arada bazı sihir tekerlemeleri söyleyen üfürükçü kadınlara, hem de büyücülük gibi kötü ve karanlık işlerle uğraşan kadın-erkek bütün insanlara işaret etmektedir.

Bu ayetlerde, bütün kötülüklerden Allah’a sığınmak emredildiğine göre, herkesin bu ayetleri okuyarak ve gereğini yaparak Allah’a sığınması, hem meşrû, hem de dince istenen bir şeydir. Fakat tedavi için, insanın kendini okutmasının câiz olup olmadığı tartışmalı bir konudur.

Sonuç olarak bu ayetin, fiilen olup olmaması bir yana varlığına inanılıp etkisi altında kalınan sihir ve büyücülük gibi ruhsal etkileşimlerden başka, kötü fikirlerin ve sapık ideolojilerin tesiriyle insanların içindeki inanç düğümlerinin çözülüp onların inkâr ve ümitsizlik karanlıklarına düşmelerine dikkat çektiği; ayrıca bir nükleer sistemi, bir düğmeye basarak harekete geçirmek sûretiyle doğabilecek büyük felaketlere de dolaylı bir şekilde işaret ettiği söylenebilir. [161]

Allah’a tevekkül etmeden ve normal tedavi yollarına başvurmadan sadece okumaya ve üflemeye bel bağlamak, dinen hoş karşılanan bir durum değildir. Ama normal tedavi yollarına başvurup bu arada Allah’a niyazda bulunmakta ve şifayı O’ndan beklemekte hiçbir sakınca yoktur. Çünkü hasta okumakla huzur duyar, duâ ile de moral bulur. Bu da onun iyileşmesine yardımcı olur. Şu halde şifayı Allah’ın verdiğine ve tedavi yollarını şifaya sebep kıldığına inanarak tedavi ile meşgul olmak, caizdir. Bir de iyi niyetle Allah’a sığınmayı, O’ndan şifa isteyerek okuyup üflemeyi, büyücülük gibi düşünmek doğru değildir. Demek ki, okuyup üfleme ile tedavi, halkın pek çoğunun zannettiği gibi dinin emrettiği ve dindarlığın gerektirdiği bir şey değildir.

 

Asıl dindarlığın gereği onu terketmek sûretiyle Allah'a dayanmak ve ancak Allah'a sığınıp O'na kendisi doğrudan doğruya duâ etmek ve duâsına başkalarının aracılığını istememektir. Mü’minin mü’mine gerek huzurunda ve gerek arkasından duâsı meşrû ve müstahsen ve hatta dinî görevi bulunduğunda ve "Duâ ibâdetin iliğidir." hadis-i şerifi gereğince duâ ibâdetin, dindarlığın özü olduğunda şüphe yok ise de, duâ etmek başka, okuyup üflemek, başkasının nefesinden medet beklemek yine başkadır. Allah Teâlâ duâyı emretmiş "Bana duâ edin, duânızı kabul edeyim."[162] buyurmuş; "Ben (o kullara) yakınım. Bana duâ edince duâ edenin duâsına karşılık veririm."[163] buyurmuş, "De ki: Duânız olmasaydı Rabbim size ne değer verirdi?"[164] Fakat şirkten, kendinden başkasına duâ etmekten yasaklamış, "Ben ancak Rabbime yalvarırım ve hiç kimseyi O'na ortak koşmam, de."[165] buyurmuştur.

 

Sihir ve Büyünün Ne Gücü Var ki, Ondan Korkalım…

Cinlerin insana tasallut etmesi, musallat olup olmaması ile ilgili Kur’an ne diyor, onu görelim. Öncelikle ifade edelim ki, en zararlı cin şeytandır. Şeytan vesveseden başka ne yapabilir insana? En zararlı cin (şeytan) sadece bir fısıltı halinde bir söz söylemekten başka bir şey yap(a)mıyorsa, ondan daha alt seviyede olan diğer cinlere neden bu kadar yükleniliyor? Şunu yaptı, bunu etti, adamı çarptı, içine girdi, dışına çıktı vs. vs. Muskacılar, cinciler, büyücüler, üfürükçüler neyin nesi oluyor? Cinlerin, şeytanın insana musallat olup olamayacakları konusunda önce Kur’an’a bakalım;

 

“Benim kullarıma senin hiçbir musallat olman saltanatın söz konusu değildir ancak azgın insanlardan sana tâbi olanlar, isteyerek senin yoluna gidenler hâriç.”[166]

 

“Onlar üzerine hiçbir musallat olman söz konusu değildir.”[167]

Şeytan ahirette diyecek ki “benim sizin üzerinize bir saltanatım, musallat olmam söz konusu değildi, ancak ben sizi fısıltı ile davet ettim, siz de bana icabet ettiniz. Gelin dedim geldiniz, fısıltı ile söyledim hatta, bana niye kızıyorsunuz, kendinize kızın” diyecek şeytan. Hatta “ben şirk koşanlardan Allah’a sığınıyorum” diyecek.[168] Şeytanın kendilerinden Allah’a sığınacağı insanlar, düşünebiliyor musunuz? Şeytan’ın şirk koştuğuna dair hiçbir ifade var mı Kur’an’da? Tam tersine Allah’a duâ ediyor ‘bana mühlet ver’ diyor. Başka bir tanrıya başka bir puta hiçbir şey söylemiyor. Şeytandan daha şeytanlaşanlardan korkmak lazım, sakınmak lazım.

İman eden ve Rablerine tevekkül edenlere o şeytanın hiçbir musallat olması söz konusu değildir, özellikle mü’minlere ve Allah’a tevekkül edenlere. O yüzden bir mü’min çok rahat meydan okuyabilir cinlere. “Bütün cinciler ne kadar cinleri varsa toplasınlar, şeytanlar gelsinler bir araya ve bana zarar versinler güçleri yetiyorsa” diyebilir. Allah’ın izni ile zerre kadar bir zarar veremezler. Meydan okuma derken kendisinde bir güç olduğu için değil; Allah’ın hükmünden dolayı, çok net şekilde Allah’a iman ettiği, O’ndan başkasında güç kuvvet olmadığını kabul ettiği için, Allah’ın ‘size hiçbir zarar veremezler’ demesine inandığı için bu şekilde söyleyebilir. Zarar verecek fayda verecek ancak Allah’tır ve Allah onlara insana musallat olma, insanı ele geçirip iradesini yok edecek bir güç ve bu şekilde bir izin vermemiştir. Yeryüzünün efendisi cinler şeytanlar değil, yeryüzünde halife insandır. Öyle bizi çarpacak çırpacak güçleri falan yok bunların, bizden âciz varlıklar, bize saygı duymaları emredilen varlıklardır. İşte en zararlısı şeytan, onun da yapabileceği şey ancak vesvese. Yani fısıltı; belli-belirsiz isyana teşvik. Ama hilesi zayıf.

Dıştaki şeytan veya cinler değil esas bizi zorlayacak olan. İçimizdeki şeytan asıl önemli olan. Ben, benim nefsimin hevâsı, arzusu. Ben şeytanlaşırsam, şeytan ile iş birliği yaparsam esas problem burada. Bir adı tâğut olan yönetici şeytanlardan, bir adı Amerika olan, İsrail olan şeytanlardan esas sakınmamız gerekiyor. Öteki şeytan ne yapabilir ki... Küçük görmüyoruz ama gözümüzde büyütmüyoruz da. Beriki şeytanlar bakın neler yapıyor Suriye’de, Filistin’de, dünyanın her tarafında? Şeytanizyon diye bir şey var evlerimizde, esas onlardan Allah’a sığınmak lâzım. Batılılar magic box yani büyülü kutu diyor. Öteki şeytanın nedir ki gücü? “Şeytanın hilesi çok zayıftır.”[169] Cinlerden olan şeytan ne halt edebilir? O’nun pabucu çoktan dama atıldı. İnsan şeytanları neler icat ettiler, telefonlar, internetler, televizyonlar, devletler, çeşitli silahlar, makineler, robotlar, daha neler neler. Esas sihir burada, esas şeytanlık burada. Dolayısıyla cinlerin, şeytanların çarpması, çırpması, insanın içine girmesi, musallat olması söz konusu değildir. Adamı saatlerce dövüyorlar şeytan çıkartmak için. Bu dayağı yiyen kim olsa ‘çıktı, çıktı’ diyecek tabii, sabaha kadar dayak yemektense. Başka girilecek bir yer yok da burnunun deliğinden şeytan senin içine girecek, içinde nerede ne yapacak, ne işi var orada? Dışarıdan yapacağını yapamıyor da mı içine giriyor, tuhaf tuhaf şeyler. Allah, cinlere mekân olarak insanın içini mi göstermiş? Dünyanın onca güzellikleri içinde insan vücudunun içi; kanlar, bozulmuş gıdalar, dışarı atılması gereken pislikler içinde yaşamayı çok mu seviyor bu cinler?

Sihirbazlar daha çok sahnede gösteriler yaparlar el çabukluğu ile göz boyaması dediğimiz şekilde insanların hayal görmesine sebep olur. Tabii hileler var, günümüzde teknolojik aygıtlar da buna yer yer katkı sağlar. Hileyi bilmediği için izleyenlere çok enteresan gelir. Google’a bir tıklayın, sihirbaz hileleri başlığına bakın; aslında çocukça kandırmalara âlet olduğunuzu görürsünüz. Siz onun konuşmasına, eline-ayağına bakarken diğer kandırmayı göremiyorsunuz veya el çabukluğunu hissedemiyorsunuz. Dolayısıyla sihir dediğimiz şey hilelerdir, tabii kandırılmaya müsait insanlar olduğu müddetçe daha nice sihirbazlar, büyücüler, cinciler, üfürükçüler çıkar. Kur’ân-ı Kerim hiçbir ayetinde sihirden Allah’a sığınmayı emretmiyor çünkü yok öyle bir zarar, aldatmadan kandırmadan ibaret; ama üfürükçülerin şerrinden, o cinci denilen, hoca denilen, okuyup üfleyen üfürükçüler var ya, medyum, rukyyeci gibi adlar alanlar, muska yazıyor, okuyup üflüyor… İşte onların şerrinden Allah’a sığınmamızı istiyor Allah. Esas tehlike orada, oraya gittinmi adam seni ikna edecek. Müşteri geldi, yani yolunacak kaz. Seni hasta çıkarması lâzım; yoksa para kazanamaz ki. Seni inandıracak hastalığına ve ondan sonra abone müşteri olacaksın, bedava da reklamcı aynı zamanda. Aslında hepimizin zihninde bazı sorunlar belirmiş olabilir, ‘tamam ama benim akrabamdan, tanıdıklarımdan falan kişi vardı, cin girmişti içine, şöyle olmuştu; sihir yapmışlar, muska yazmışlar, adam veya kadın şöyle zarar görüyordu, bir sürü varlıklar gördü, kendisine bir şeyler engel oluyordu…’ gibi çoğumuzun anlatacağı hikâyeler vardır. Peki, ya bunları nereye koyacağız?

Beyin de diğer organlarımız gibi bir organdır, o da ârızalanır, hastalanır. İlaçların yan etkisi olur, şok geçirebiliriz, psikolojimizi etkileyen önemli bir durumla karşılaşır, hastalanırız. Bu yüzden hallüsinasyon görmeye başlarız. Veya genlerimiz vasıtası ile meyilliyizdir psikolojik zafiyetlere, o yüzden olur. Gayri İslâmî ortamların insan psikolojisini olumsuz etkilemesi %100 gibidir. Hangimizin psikolojik yapısı sapasağlam duruyor? Mümkün mü, bunca tuğyan, bunca zulüm, bunca her değerimize saldırı karşısında sapasağlam kalabilmek? Suriye olaylarını bile dinleye dinleye insanın psikolojik dengesi bozuluyor ister istemez. Sözgelimi Suriye’de annesini babasını kaybeden veya yaralanan çocuklar artık hiç ağlayamıyor, üzülemiyor, o duyguyu yitirmiş, dengesi bozulmuş, yani tepki veremiyor, ağlama hissini bile kaybetmiş, alt üst olmuş. Bunun cinle ne alâkası var? Bunun şeytan gibi, cin gibi Amerika ile alâkası var, tâğutlarla alâkası var, zâlimlerle alâkası var, zulme karşı tepki göstermeyen koca bir ümmet ile alâkası var. Rukyecilere ve onlara inanan kişilere göre, iş kolay; okuruz, üfleriz; içinden cini çıkarıveririz, düzeliverir. Bununla ilgili değil, canına okumuşlar çocukların. Yaşadığımız topraklarda da benzer durumlar vardır. Adama ‘Allah’ diyorsun hiç etkilenmiyor, ama maç diyorsun dört gözü birden açılıyor adamın, para diyorsun daha başka her tarafı açılıyor kadının. Yani insanımızın dengesi tümüyle alt üst olmuş, şeytana gerek yok ki. Dolayısıyla dengeler bozulunca anormallikler de ortaya çıkar. Yani insanın beyninde küçücük bir elektrik dalgalanması, elektriğin kontak yapması, devresinin yanması vb. bazı rahatsızlıklara sebep olur. Sâra hastalığı eskiden cinle ilgili en önemli delil olarak kullanılırdı, kitaplarda öyle geçerdi. “Bak sapasağlam insan kaskatı kesiliyor, ağzından köpükler çıkıyor, bayılıyor, yatıyor yerlere; demek ki cin girmiş içine” derlerdi, ama hiç alâkası yok. Beyindeki elektrik ârızası, teşhisi de çok kolay, tedavisi de mümkün epilepsi denilen sâra hastalığının. Bugün rahatlıkla biliniyor elektronlarla beyindeki elektrik dalgaları tespit ediliyor. Çok net olarak bilinen bir rahatsızlık. Karabasan derler, albastı derler; çoğu kişide olmuştur. Bu, insanın aşırı yorgunluğundan, mümkün ki kan kaybından, aşırı stresten dolayı beynin halüsinasyon göstermesi ile alâkalıdır. Tıp dilinde ismi, teşhisi, tedavisi olan, beyinle ilgili fiziksel bir rahatsızlıktır. 

İnsanın beyni yönlenirse; söz gelimi bir bardak su getirip “şu sıvıyı içince başının ağrısı gidecek” diye seni telkin yoluyla inandırırlarsa, suyu içince hakikaten başının ağrısı geçer ve o içtiğini su değil de çok önemli bir ilaç olarak görürsün. Bunun hemen aynısı olan bir uygulama yaparlar tıp doktorları, polisebo verirler, faydalı olur çoğu hastaya. Biraz reklam yapılır kimi zaman; doktor gelip ‘yeni ilaç deneyeceğiz bu senin hastalığın için bire bir’ falan diye o ilacı över, hâlbuki hap görünümü verilen kapsülün içinde un vardır, başka bir şey yoktur; ama aynen hap görünümündedir. Dünya çapındaki anketler % 65 diyor polisebonun faydası için. Hastaların % 65’i doktorun verdiği ilacı çok faydalı görüp o polisebodan istiyorlar. Polisebonun faydası % 65; peki, ya gerçek ilaçların faydası? İlginçtir; normal ilaçların etkisi de % 65 olarak görülmüştür. İlaç diye yuttuğumuz şeyler ilaç olmasa bile ilaç etkisini veriyor veya gerçek ilaç olarak kullandığımız şeyler, ilaç görüntüsü verilmiş ilaç olmayan bir şeyle aynı derecede etki yapıyor. Hani meşhur tabir vardır ya ‘grip, ilaç ile 1 haftada, ilaçsız 7 günde tedavi olur’ diye; aynen onun gibi. Ama polisebo veya ilaç olmayan şey, yan etkisi olmayan bir şeydir. İlaç ise bir tarafı iyi etmiş olsa bile, başka bir tarafı bozacak, hastanelere abone edecektir sizi. Yan etkisi çoğu zaman düz etkisinden daha fazladır. Sadece ilaçların değil; Batıdan gelen her türlü aygıtların da yan etkileri, ters etkileri insanları mahvetmektedir.

 

       Sihir/Büyü, Sadece Göz Boyamadır

      Sihir (büyü), hakikat taşımamasına, gerçekliği olmamasına rağmen insanlık tarihinde hep rağbet görmüş, halkın çoğu korktuğu için, kimi onlara inandığı için, kimi endişe ve şüphe içinde olup kendini riske atmamak için sihirle uğraşanlarla ve sihirle mücadeleyi göze almamış, alamamıştır.

      Sihir (büyü), insanlık tarihinde çok eskilere dayanmaktadır… Rabbimiz Şuarâ Sûresi 153. âyette Semud kavminin, Hz. Salih’i büyülenmiş olmakla nitelendirdiklerini belirtmektedir ki bu da büyünün ne kadar eskilere dayandığını göstermesi açısından önemlidir…

      Büyü, hemen hemen tüm toplumlarda bulunan bir halk inancıdır… Allah, Zariyat Sûresi 52. âyette, gelen her elçinin. kavmi tarafından büyücü olmakla itham edildiğini söyleyerek büyücülüğün ne kadar köklü ve yaygın bir inanç olduğunu göstermektedir.

       Bilimin gelişmediği, sosyal olayların sosyolojik değerlendirme konusu olmadığı, insan psikolojisinin göz önünde bulundurulmadığı zamanlarda halkın kendi bünyesinde doğurduğu esrarengiz inanışlar etkin olmuştur… Bunun sonucu olarak toplumlar cin korkusu yaşamış ve sihir denen düzenbazlığa inanmak durumunda kalmışlardır…

      Cinlere olağanüstü güçler yükleyen halk inancında büyü büyük bir yer tutar… Bunun içindir ki bilimin, sosyolojinin, psikolojinin ve hepsinden önemli olarak vahyin söz sahibi olmadığı insanlık tarihi boyunca beklenmeyen olumsuz gelişmeler ya sihre ya da cin çarpmasına bağlanmıştır…

        Çağımızda hâlâ cin korkusunun sürüyor olması, büyüye inanılması, ilmî verilerin halkı tatmin etmediğini ve gerekli çalışmaların yapılmadığını göstermektedir… İnsanın ruhuna, mânevî boyutuna eğilmeyen günümüz bilimi, insanı hak ettiği konuma taşıyamayacaktır…

         Beden sağlığına dikkat eden tıp ilminin ruh sağlığına dikkat çekmemesi ve konuya gereken önemde eğilmemesi, mânevî hastalıkların yanında, maddî hastalıkların da gün geçtikçe artmasında etkili olmaktadır… Ruh sağlığı bozulan insanın beden sağlığının risk taşıdığı ehlinin mâlumudur… Stresin birçok hastalığı tetiklediğini belirten uzmanların stres için ruha uygun reçetelerinin olmaması ciddi bir eksikliktir…

       Ruh dünyası bozulan birinin sosyal hayatında meydana gelecek bozuk ilişkilerin sihre bağlanması doğru olmaz… “Yaratan bilmez mi?”[170] ayetince yaratılanın yaratanının gözüyle okunması olarak değerlendirdiğimiz vahiy okumalarının eksikliğini insanlık bugünlerde daha iyi anlamaktadır…

         Kur’an’ın bildirdiğine göre büyü ilk olarak Firavun döneminde devlet eli ile desteklenmiştir... Firavun, sihirbazlar eliyle otoritesini güçlendiriyordu… Büyüyü devlet olarak destekleyen ve büyücülüğü teşvik eden Firavun’un Musa hakkındaki Mü’min Sûresi 24. ayette geçen “bu yalancı bir sihirbazdır” ithamı Firavun’un sihirbazlara “yalancı” gözüyle baktığının delilidir…

        Sihirbazlar, A’raf Sûresi 113. Ayette "Eğer üstün gelen biz olursak, elbet bize bir mükâfât var, değil mi?" diyerek Firavundan büyülerine karşılık ücret dilenmektedirler… Büyücülerin ücret talebi sihirbazların acziyetini gözler önüne sermektedir… Eğer büyünün hakikati olsaydı Firavun sihirbazların güdümünde olurdu sihirbazlar Firavun’un güdümünde olmazlardı…

         Kur’an, büyüyü her zaman gözlerin yanılsaması ve gözlerin aldatılması bağlamında zikreder… Örneğin; A’raf Sûresi 16. ayette: “İnsanların gözlerini büyülediler…”, Tâhâ Sûresi 66. Ayette ise Firavun’a bağlı sihirbazların yaptıkları sihirden kaynaklı Mâsâ’nın gözlerine onların iplerinin koşar gibi göründüğü buyurularak sihir gözle bağlantılı işlenmekte ve sihrin gözü yanıltmaktan ibaret olduğu belirtilerek büyünün hakikatinin olmadığı vurgulanmaktadır…

         Yine Tûr Sûresi 15. Ayette "(Nasıl) Şimdi bu, büyü müymüş, yoksa siz mi görmüyor muşsunuz?" ayeti ve Hicr Sûresi 15. ayette "Herhalde gözlerimiz döndürüldü, biz büyülenmiş bir topluluğuz," ifadeleriyle sihrin maddî boyutu ve göz ile olan ilişkisi anlatılmaktadır.

        Tâhâ Sûresi 69. âyette: "Sağ elindekini at! Onların yaptıklarını yutsun. Çünkü onların yaptıkları, bir büyücünün hilesidir. Büyücü de nereye varsa iflâh olmaz!"

Âyetlerde büyünün hile (aldatma) olduğu ve büyücülerin asla iflah olmayacakları anlatılmaktadır. Buna sebep olarak sihirbazın kendisini izleyenlere eşyanın hakikatini değiştirdiğine inandırmak istemesi, kendisine yaratıcılık atfetmesi ve dolaylı yoldan ilahlık iddiasında bulunmuş olması gösterilebilir…

      Yalan ve aldatma üzerine kurgulanan büyücülük mesleğini icra edenlerin arasında zengin fertlerin bulunmaması, hatta bu işle uğraşanların nerdeyse tümünün sefalete mahkûm yaşam sürmeleri, yaptıkları büyünün hakikat içermediğini, büyünün bir göz boyama oyunu olduğunu apaçık göstermektedir…

        Kur’an; Firavun’un Mâsâ’ya inanan sihirbazlara tehditler savurduğunu ve onları keseceğini söylediğini nakletmektedir.[171] Firavun sihirbazların güçlerini, acziyetlerini bildiği için bu tehditlerde bulunmuştur… Değilse, Firavun o sihirbazları tehdit etmek yerine; onlardan korkardı…

      Kısacası sihir/büyü sadece göz boyama oyunudur… Birtakım hilelerle gözlerin yanıltılması halidir… Bunun dışında sihir yoktur… Türkçede kullanılan “gözlerimi büyüledi”, “dinleyenleri sesi ile büyüledi”, “yaptığı hareketlerle izleyicileri büyüledi” gibi ifadeler, Kur’an’da anlatılan büyünün özellikleriyle birebir uymaktadır…

        İnsan güzel ve süslü sözlerin, görüntülerin, davranışların etkisinde kalarak da büyülenebilir… Ancak bu büyü de maddî bir büyüdür ve aldatmacadan ibarettir… Yalan konuşan birine kanmak, güzel giyimli birinin zenginliğine inanmak, iç dünyasını gizleyip dış dünyasında dürüst görünmeye çalışan hainlere aldanmak gibi…

        Büyücünün karı ve koca arasını açmak, sevenleri ayırmak, birbirini sevmeyenleri birleştirmek, kaybolan eşyayı geri getirmek gibi etkinliği ve yetkinliği olamaz… Zira bu durum kalplerde ülfet peyda eden Rabbimizin buyruklarına terstir… Herhangi bir kimseye tılsım, muska, düğüm vs. şekillerle sihir yapılabileceğine inanmak, sadece cehalettir…

        Eğer sihirbazlar yaptıkları sihirlerle insanların arasını açma, ülfet sağlama gibi yetkinliğe sahip olsalardı birkaç kuruş peşinde koşmazlardı… Sihir bir maharet ve yetenek işidir… Bir oyun ve aldatma becerisidir… El çabukluğu işidir… Tek işlevi gözleri yanıltmaktır… Dolayısı ile Peygamberimize sihir yapıldığı ve yapılan sihirden dolayı peygamberimizin bazen ne yaptığını hatırlamadığı gibi rivayetler birer uydurmadan ibarettir…

     Sihrin Babil’de iki melek tarafından insanlara imtihan amaçlı öğretildiği de bir Yahudi efsanesidir… Kur’an Bakara Sûresi 102. âyette bu efsaneyi olumsuzluk “mâ”larını ard arda zikrederek red eder… Bu iddia Yahudilerin iftirası idi ve ilgili âyet de bu iftirayı yalanlamak için indirilmiştir…

     Müslümanlar sihre inanmakla İlâhî gücü sihirbazlara yüklediklerinin farkında değiller… Müslüman halklarda var olan sihir inancı, aslında bir şirk inancıdır ve bundan şiddetle uzak durulması gerekmektedir…[172]

Büyünün Etkilemesi Konusunda Mezhebî Görüşler

 

Yine rukyeci, rukyeyi ve büyünün önemini savunuyor:

Büyü, kendisine büyü yapılan kimseyi öldürebilir veya onun tabiatını ve davranışlarını değiştirebilir. İmam Şâfiî ve İmam Ahmed b. Hanbel de bu görüştedirler."[173]

“Mu'tezile ve Kaderiyye buna aykırı görüş belirtmişlerdir ki onların zaten aykırı görüşlerine itibar edimez. Ehl-i sünnettin ittifak ettiği meselerde bid’at ehlinin görüşü kale alınmaz.” Onlar yazara göre bid’at ehli ise, yazar da onlara göre bid’at ehlidir. Onların Kur’an’dan ve sünnetten daha kuvvetli delilleri var ise niye ehl-i sünnete aykırı görüşlerine itibar edilmesin? Ehl-i Sünnet ictihad etmişse, onlar da ictihad etmiş. İctihadlardan biri doğru, diğeri yanlıştır. Ama, peşinen ön yargılı bir tarzda, “ehl-i sünnet tüm ictihadlarında isabet etmiştir, Mu’tezile ve Kaderiyye de ehl-i sünnete ters tüm ictihadlarında yanılmıştır” demek ilmî ve objektiflik ölçülere sığar mı? Onların da kendi mezheplerinin dışındaki tüm ehl-i sünnet mezheplerine yanlış demeleri o zaman doğru olacaktır. “Benim mezhebimin içtihadı, yanlış olma ihtimali olan doğrudur. Diğer mezheplerin görüşü ise doğru olma ihtimali olan yanlıştır.” demeliyiz. Bu mezheplerin mensupları Müslüman kabul edildiği halde, İslâm mezhebi kabul edilen mezheplerin ictihadlarında tümüyle yanıldığını ve hiç doğru içtihada ulaşamadığını iddia etmek; ancak bağnazlıkla, mezhepçilik ve mezhep taassubuyla izah edilebilir. Ehl-i Sünnet, akaid mezhebidir; daha doğrusu akaid mezhepleri koalisyonudur. Ehl-i sünnet dışı mezhepler de ehl-i sünnet mezhepleri de akaidde mü’minleri bağlamaz. O yüzden bu mezhep tartışmasının yeri akaid konuları hiç olmamalı. Bakın, bu konuda ehl-i sünnetin ittifak ettiği söylenen bir husus var; o husus, konuyla ilgili âyetlere taban tabana zıt. Neyi tercih edecek mü’minler? Kaldı ki, ehl-i sünnet kolay kolay ittifak da etmez. Ehl-i Sünnet âlimlerinin bazıları büyünün hak ve hakikat olduğunu, etki edebileceğini kabul etmez. Ehl-i Sünnet bazı âlimler, sihrin hakikatinin olmadığını, büyü adına görülen şeylerin bâtıl birtakım hayaller olduğunu söylerler. Bunlar arasında Ebû Hanife vardır, Ebû Ca’fer Esterebâzî ile hanefî âlimlerden Ebû Bekr er-Râzî de vardır. Zâhirîlerden İbn Hazm’ın da bu görüşte olduğu kaydedilmektedir. Dolayısıyla bu âlimler de, bu rivâyetlerin sahih olmadığını kabul etmektedirler.

Ehl-i Sünnetim diye, isterse bu konudaki ehl-i sünnetin görüşü ittifak halinde kabul görmüş olsun, o görüş veya ictihad, Kur’an’a zıt ise, bir mü’min, Kur’an’la uzlaşmayan bir görüşü, fetvayı, ictihadı kesin şekilde kabul etmez, edemez, etmemelidir.[174] Mezhepler dinin önüne geçemez. Mezhepler, dinin bir yorumudur, dinin kendisi gibi algılanamaz. Akaidde mezhep olmaz, olmamalıdır. Kur’an’daki akaid esasları bütün mü’minleri bağlayan esaslardır, ilkelerdir. Mezhep akaidi, yorumdur, ictihaddır. Akaidde inanç esasları, beşerî yorumlara, zan içeren ictihadlara dayanmaz; mütevâtir olan Kur’anî hükümlere dayanır.   

Sihrin Göz Boyama ve Değişik Araçlarla Yapılan Hile ve Kandırmadan İbaret Olduğunu Söyleyen Âlimlere Bir Örnek; Ebû Bekr el-Cessas

“Sihrin/büyünün hak olduğunda, etki ettiğinde, ehl-i sünnet âlimleri ittifak etmiştir” gibi doğru olmayan nice sözler, maalesef nice kitaplara geçmiştir. Bu ifadenin doğru olmadığını görüyoruz. Sihrin/büyünün göz boyamaktan ve değişik âlet ve yöntemlerle hile yapıp insanları kandırmaktan ibaret olduğunu belirten nice âlim vardır. Ahkâmu’l Kur’an sahibi meşhur Hanefî âlim Ebû Bekr el-Cessâs (h. 305-370) sihir/büyü hakkında şu bilgileri verir:

Dil bilimcilerin anlattıklarına göre sihir kelimesi sözlükte, sebebi elle tutulmayan, gözle görülmeyen ve gizli olan şeye denir.  “Sihir” kelimesinin sözlükteki anlamı budur. Ancak daha sonra bu kelime sebebi gizli olan, insanı gerçek dışı hayallere sürükleyen, bir nevi aldatma ve kandırma işleri anlamında kullanılır oldu. “Sihir” kelimesi, herhangi bir kayda bağlı olmaksızın yalın olarak kullanıldığında faili yerilir. Ancak övgüye layık işler bağlamında kullanıldığında kayıtlı olarak kullanılır.

Nitekim bir rivayette şöyle buyrulmuştur: “Şüphesiz bazı konuşmalarda sihir vardır.”[175]

Şüphesiz bazı konuşmalarda sihir vardır” buyurmuş. Mesela başkasına haksızlık yapmış olan bir adam, güzel bir savunma yaparak kendisini dinleyenleri âdeta büyüler ve böylece başkasının hakkını alıp götürür. “Bazı ilimde cehalet vardır” buyurmuş. Bir alanda bilgi sahibi olan bir kimse, bilmediği alanda da konuşmaya kalkarsa o alanda cahil olduğu ortaya çıkar. “Bazı şiirlerde hikmet vardır” buyurmuş. Buna da darb-ı meseller ve insanların öğüt aldığı vaaz ve nasihatler örnek gösterilebilir. “Bazı sözlerde de zayilik vardır” sözüne gelince; bunun için de şu örnek verilebilir: Kelimelerinizi ve sözlerinizi, dinlemek istemeyen ilgisiz bir kimseye anlatmaya kalkarsanız bu durumda o kelimeleriniz ve sözleriniz zayi olmuş olur; boşa konuşmuş olursunuz.”

Rasûlullah (s.a.s.), bazı konuşmaları sihirle nitelemiştir. Çünkü konuşmayı yapan kişi, ya daha önce gizli kalmış bir gerçeği güzel konuşması ile bildirip net bir şekilde izah edip açıklığa kavuşturuyor, ki bu helâl olan bir sihirdir ki Peygamber (s.a.s.) Efendimiz, Zibrikan b. Bedir hakkında bu türden bir konuşma yapan Amr b. Ehtem’in konuşmasına ses çıkarmamış ve ona kızmamıştır. Rivayet olunduğuna göre bir adam, Ömer b. Abdulaziz’in huzurunda belagatlı bir konuşma yapmış, Ömer de “Allah’a yemin ederim ki, bu helâl olan sihirdir” demiştir.

Ya da konuşmasıyla bâtılı gerçekmiş gibi tasvir eder, dinleyicileri de yaldızlı sözlerle aldatır. Şu halde sihir kelimesi yalın olarak kullanıldığında, gerçekliği olmayan ve aldatıcı güzel bir kılıfa sokulan bâtıl şeyler anlamına gelir. Nitekim bu konuda Yüce Allah şöyle buyurmuştur: “İnsanların gözlerini büyülediler.”[176]

Firavun‘un sihirbazları, gerçekliği olmayan bir şeyi gerçekmiş gibi göstererek ortaya attıkları iplerinin ve değneklerinin yılanmış gibi hareket ettiği algısını izleyenlerin zihinlerinde meydana getirdiler. İlgili ayet bu duruma şöyle bir açıklık getirmektedir: “Onların ipleri ve değnekleri yaptıkları sihirden dolayı kendisine hızla sürünür gibi görünüyor.”[177]

Yüce Allah izleyicilerin sürünme zannettikleri şeyin aslında bir sürünme olmadığını, aksine bir hayal olduğunu bildirmektedir. Bir gerçeği anlatıp onu açıklayan konuşma, helâl olan sihirden sayılır. Ama göz boyama, aldatma, bâtılı hak sûretinde gösterme amacıyla yapılan konuşma, kınanan sihirden sayılır.

Beyana ve konuşmaya sihir denilmiştir. Çünkü güzel ve etkili konuşabilen bir kimse, güzel bir şeyi çirkin gösterebileceği gibi, çirkin bir şeyi de güzel gösterebilir. Sihirbazın/büyücünün allayıp pullayarak bir şeyi olduğundan farklı göstermesine sihir denildiği gibi, güzel konuşmaya da bu bakımdan sihir denilmiştir.

Ebubekir el-Cessâs dedi ki: Güzel ve etkili konuşmaya gerçek anlamda değil de mecazî anlamda “sihir” denilmiştir. Gerçek, vasıflarını anlattığımız şeydir. Bu sebeple sihir kelimesi yalın olarak kullanıldığında; muhatapları veya izleyicileri aldatmak, zihinlerini karıştırmak, gerçekliği ve sâbitliği olmayan şeyleri varmış gibi göstermek amacıyla allayıp pullayarak olduğundan farklı bir şekilde gösterilen şeylere denir. [178]

 

 

Sihrin Çeşitleri, Sihirbazların Amaçları ve Hedefleri

İlk olarak; Cenab-ı Allah’ın Kur’an’da kendilerinden söz ettiği Babil halkının sihri.

Babil halkı sabii olup yedi gezegene tapıyor, onları ilah olarak adlandırıyor, kâinattaki olayların failinin onlar olduğuna inanıyorlardı. Bunlar muattıla yani Allah’ın sıfatlarının varlığını kabul etmeyen kimselerdi. Bunlar evrendeki gezegenleri ve diğer gök cisimlerini yoktan var edip yaratan bir sâni-i hakikinin varlığını kabul etmiyorlardı. Bunlara Yüce Allah Hz. İbrahim’i aleyhisselam gönderdi. Hz. İbrahim, onları Allah’a imana davet etti. Onları şaşkına çeviren deliller ileri sürerek kendileriyle tartıştı. Karşı koyamayacakları delillerle karşılarına çıktı.

Sihir çeşitlerinin çoğu tahayyüllerden ibaret olup eşyanın aslından farklı bir şekilde görünmesini sağlamaktadır.

Sihir çeşitlerinden biri, halkın bildiği ve âdetin kendisiyle cari olup gittiği ve görülebilir nitelikte olan sihirlerdir.

Elle tutulup gözle görülmeyen, gizli kalan, hakkında bilgi sahibi olanlar dışında kalan kimselerin hakikî manasını ve iç yüzünü bilemediği bir sihir çeşidi de vardır. Zira her ilmin gizli aşikâr, açık ve kapalı tarafları vardır. Açık ve aşikâr olan tarafı gören ve işiten her akıllı kimse bilir. Gizli ve kapalı olan tarafı ise hakkında araştırma yapmış, bilgi sahibi olmuş, uygulamasını yapmış ehli kimselerden başkası bilemez. Buna şöyle bir örnek verilebilir: Nehirde gemi yolculuğu yapan bir kimse, üzerindeki hurma ağaçları ve binalarla birlikte kıyının da kendisiyle birlikte hareket etmekte olduğunu zanneder. Geceleyin kuzeyden rüzgâr estiğinde gökyüzünü seyretmekte olan bir kimse, ayın bulutlarla birlikte güneye doğru kaymakta olduğunu zanneder. Üzerinde renkli bir işaret bulunan bir topaç hızla döndürüldüğünde, nokta veya ben şeklindeki o işaret topacın çevresini kuşatan bir çember gibi görünür. Hızla dönmekte olan değirmen taşında da benzer şeyler görülebilir. Ucunda ateş közü bulunan bir tahta çubuk havada hızla döndürüldüğünde tahta çubukta havada bir ateş çemberi görüntüsü meydana gelir. İçi su dolu bir cam bardağa atılan bir üzüm tanesi, erik veya şeftali büyüklüğünde görülür. Ufak tefek bir adam, suyun gerisinde durduğunda iri cüsseli görülür. Yerden yükselen buharlar, sabahleyin doğmakta olan güneş kurşunu çok büyük gösterir. Ama buharlardan ayrılıp yükseldiğinde göze küçük görünür. Suya düşen bir çubuk, kırık veya eğri görünür. Yüzüğü gözünüze yanaştırdığınızda halkası bilezik büyüklüğündeymiş gibi görünür. Eşyanın olduğundan farklı görünmesiyle ilgili olarak bunlara benzer daha birçok örnek verilebilir ki, halkın çoğu bunları bilir.

Bir diğer sihir çeşidi: Elle tutulup gözle görülemeyen, ancak hakkında bilgisi ve düşüncesi olan erbabınca bilinen sihir çeşide de vardır. Sihirbazın ipi buna örnek gösterilebilir. Bu ip bazen kırmızı, bazen sarı, bazen de siyah renkte ortaya çıkar. Bunun en güzel şekillerinden biri de gözbağcılarının yaptığı gibi eşyayı olduğundan farklı gösteren hareketlerde bulunmak ve insanı çeşitli hayallere sürüklemektir. Mesela elinde tuttuğu bir serçeyi gözlerinizin önünde keser. Sonra de kesip başını gövdesinden ayırdığı serçenin uçtuğunu size gösterir. Bunu el çabukluğu ile becerir. Aslında kesilip başı koparılan serçe ile uçan serçe aynı değildir. Doğrusuna bakılırsa o sihirbaz, yanında iki serçe bulunduruyordu. Birini keserken diğerini saklayıp gizlemişti. Daha sonra diğerini uçururken de önce kesmiş olduğunu saklayıp gizlemişti. Sihirbaz, bir adamı kestiğini, yanındaki kılıcı yuttuğunu gösterir. Ama gerçek, hiç de onun bize gösterdiği gibi değildir.

Sihirbazların yaptıklarına gösterilebilecek örneklerden biri de şudur: Tunç veya diğer madenlerden imal edilen ve birbiriyle çarpışmakta olan, sonra biri bu iş için hazırlanmış olan hileleri kullanarak diğerini öldüren iki süvari.

Bir örnek de şu: At üzerinde ve elinde bir borazan bulunan tunçtan yapılmış bir süvari heykeli. Hiç kimse kendisine yaklaşmadığı ve eliyle dokunmadığı halde bu süvari heykeli, her saat başı o borazanı çalar.

Sihirbazlar, cinler ve şeytanlarla konuştuklarını, muska ve tılsımlarla onları itaat altına aldıklarını, istediklerini önceden bir şeyler yapma ve bu iş için kendileriyle anlaşma yaparak hazırladıkları cin ve şeytanlar aracılığıyla elde ettiklerini iddia etmektedirler. Cahiliye döneminde Arap kâhinleri işlerini bu şekilde yürütüyorlardı. Hallâc-ı Mansur da gösterdiği harika hallerin çoğunu, anlaşmalı olduğu cin ve şeytanlar aracılığıyla gerçekleştirmişti. Bu kitap bunların hepsini anlatmaya müsait olsaydı, Hallâc’ın ve emsallerinin “harika” diye gösterdiklerinin iç yüzünü açığa çıkaracak şeyleri mutlaka anlatırdım.

Sihir çeşitlerinden biri de insanlar arasında laf taşımak, jurnalcilik yapmak, belagatlı ve şatafatlı cümleler kurmak, insanların zihnini ifsad etmek, kafalarını karıştırarak onları sinsice birbirine düşürmek de bir nevi sihirdir. Sihrin bu türü halk arasında fazlasıyla yaygındır. Anlatıldığına göre bir kadın, evli bir çiftin arasını bozmak istemiş. Önce kadına gidip; “Kocan senden yüz çevirmiş. Ona sihir yapmışlar. Sana karşı tutuk hale getirilmiş. Senin için ona ben de bir sihir yaparım. Öyle bir hale gelir ki, senden başkasını istemez ve senden başkasına bakmaz. Ancak bunu yapabilmem için, uyuyacağı zaman onun sakalından ustura ile keseceğin üç tel getirip bana vermelisin. Bunu başarabilirsen bu iş tamamdır” demiş. Kadın, onun bu söylediklerinin doğruluğuna inanıp ona aldanmış.

Fitnekâr kadın bu defa kocanın yanına gidip ona, “Karın, gönlünü başka bir erkeğe kaptırmış. Seni öldürmeye karar vermiş. Onun bu durumundan haberdar oldum. Acıdığım için sana bu öğüdü veriyorum. Uyanık ve tedbirli ol. Ona asla aldanma. O, seni usturayla öldürecek. Zaten bunu onun halinden de anlayacaksın. Bunu yapacağından asla şüphe yok” demiş. Adam evine gitmiş. Uzanıp uyur gibi yapmış. Karısı uyuduğunu zannedince hemen keskin bir usturayı eline almış ve sakalından üç tel kesmek için adamın üzerine eğilmiş. Adam hemen gözlerini açmış. Karısının, elinde usturayla boğazına doğru eğildiğini görmüş. Karısının kendisini öldüreceğinden artık hiç şüphesi kalmamış. Derhal ayağa kalkıp karısını öldürmüş. Karısını öldürdüğü için de kendisi de öldürülmüş. Buna benzer sayılamayacak kadar çok örnek vardır.

Büyücüler ve cin çarpmış oldukları varsayılanların üzerine okuyanlar (rukyeciler), iddia ettikleri gibi başkalarına zarar veya fayda vermeye muktedir olsalardı, havada uçabilselerdi, gaybı bilselerdi, uzak ülkelerden haberler getirebilselerdi, çalınan veya saklanan şeylerin yerlerini bilselerdi, anlattığımız şekillerden başka bazı yöntemlerle insanlara zarar verebilselerdi, o zaman hükümdarların hâkimiyetine de son verirlerdi. Onları öldürerek ülkelerinin başına geçer, hazinelerine sahip olurlardı. Öyle ki kendilerine asla zarar gelmez, hoşlanmadıkları işler başlarına gelmezdi. Kendilerine suikastte bulunmak isteyenlere karşı savunma ihtiyacını duymazlardı. İnsanların elindeki nimetleri istemeye muhtaç olmazlardı. Böyle bir durum söz konusu olmadığına, bu iddia sahipleri insanlar arasında en perişan halde, en tamahkâr, en hilebaz olduklarına, insanların ellerindeki parayı elde etmek için çeşitli yollara tevessül ettiklerine, fakir ve geçinemez oldukları apaçık olduğuna göre, bunların hiçbir şeye muktedir olmadıkları kesin olarak anlayıp tespit etmiş olmaktayız. Halktan cahil ve güven vermeyen insanların elebaşları, sihirbaz ve okuyup üfleyenlerin (rukyecilerin) iddialarını hemen tasdik ederler. Bu iddiaları reddedenlere de şiddetle karşı çıkarlar. Bu konuda gelen yalan ve uydurma rivayetleri de sahih kabul ederler. “Sihirbaz ise nereye varsa kurtuluşa eremez.”[179]

Cahil kimseler, sihirbazların bu anlatılanlardan daha tuhaf ve daha feci şeyleri yapabileceklerine de inanırlar. Şöyle ki: Onlar, Hz. Peygamber’e (s.a.s.) sihir yapıldığını, sihrin onu çok etkilediğini, hatta “Ben bir şeyi yapmadığım ve söylemediğim halde o şeyi yapmışım veya söylemişim gibi hayal ediyordum” dediğini iddia ederler.

Cessas diyor ki: Bu gibi rivayetler, aşağılık ve değersiz cahillerle oynamak, onları ‘peygamberlerin mucizeleri meğer boş şeylermiş’ demeye sürüklemek, o mucizelere dil uzattırmak ve peygamberlerin mucizeleriyle sihirbazların yaptıkları işler arasında bir fark olmadığına, hepsinin aynı türden şeyler olduklarına inandırmak için inançsız kimseler tarafından uydurulmuştur. Tuhaftır ki bazı kimseler, hem peygamberleri tasdik edip onların gösterdikleri mucizelerin gerçek olduğuna inanırlar, hem de sihirbazların yaptıkları bu gibi şeylerin doğruluğuna inanırlar. Oysa Yüce Allah “Sihirbaz ise nereye varsa kurtuluşa eremez”[180] buyurmuştur. Bu inançta olanlar, Cenab-ı Allah’ın yalanladığı, iddiasının asılsız olduğunu, tuttuğu yolun yol olmadığını bildirdiği kimseleri doğrulamış olmaktadırlar.

Cahilliği sebebiyle Yahudi kadının, yapacağı sihrin Peygamber’in (s.a.s.) bedenine etki edeceğine inanarak ona sihir yapmış olması mümkündür. Ama Cenab-ı Allah, onun sihri gizlediği yerden Peygamber’i (s.a.s.) haberdar etti. Kadının da yaptığı kötülükten dolayı cehaletini ortaya çıkardı. Kadın, Peygamber’in (s.a.s.) bu sihrin etkisinden kurtulduğu takdirde nübüvvetini ispatlamış olacağını düşünerek bunu yapmıştı. Yoksa bu sihir, ona zarar versin ve durumunu karmaşık hale getirsin diye yapmış değildi. Diğer taraftan konuyla ilgili hadisi rivayet eden ravilerin tamamı, Peygamber’in (s.a.s.) durumunun karmaşık hale geldiğini söylemiş değillerdir. Aksine bu ifade, hadise daha sonraları eklenmiş olup hadisin aslında mevcut değildir.

Peygamberlerin mucizeleri ile hayallere kaptırmaya ilişkin anlattığımız diğer şeyler arasındaki farkı şöyle açıklayabiliriz: Peygamberlerin mucizeleri kendi hakikatleri üzeredir. İçleri dışları gibidir. Üzerlerinde ince bir tefekküre daldığınızda, sahihliğini ve gerçekliğini daha iyi kavrarsınız. Bütün yaratılmışlar onların emsallerini ve benzerlerini getirmeye çabalasalar bunu başaramazlar. Sihirbazların allayıp pullayarak eşyayı olduğundan farklı göstermeye çalışmaları ve hayal oyunları, gerçekliği olmayan asılsız şeyler göstermek için yapılan bir nevi hile ve ince oyunlardır. Sihirbazların olduğundan farklı gösterdikleri şeyler, derin bir tefekkür ve araştırma neticesinde anlaşılır. Bunu öğrenmek isteyen herkes, çabalama neticesinde herhangi bir sihirbaz kadar öğrenebilir ve onun yaptıklarının benzerini yapabilir. [181]

 

Büyünün Etkisi Yoktur

Sihir ya da büyünün insanlık tarihinde fiilen var olduğu, Bâbil döneminden beri bilinip bazı çeşitlerinin uygulandığını biliyoruz. Ancak, sihirbazlar, büyücüler tarafından çeşitli maksatlarla yapılarak bazı etki ve sonuçları iddia edilen, kendilerine diğer insanlardan üstünlük, ayrıcalık, maddî-mânevî çıkar sağladığı görülen sihir ya da büyünün insanlar veya eşya üzerinde gerçekten tesiri var mıdır? Bu soruya tarihten bu yana açık, net ve kesin bir cevap üzerinde uzlaşılamadığı görülmektedir.  Sihrin başlıca iki kısma ayrıldığını, bir grubun sırf yalan-dolan, üçkâğıtçılık, göz boyama ve el çabukluğu, göz bağcılığı türünden şeyleri içerdiğini; diğer grubun da bilimsel, teknolojik bazı gerçeklere dayandığını ve bu bilimsel gerçeklerin istismar edilmesi sûretiyle ortaya konulan bazı olayları kapsamına aldığını söyleyebiliriz. Bu durumda birinci grup sihir ya da büyünün hiçbir şekilde gerçekle ilgisi olmadığı ortaya çıkmaktadır. İkinci grup sihirde ise, bazı bilimsel gerçekler yer almakta, eşya ya da Allah’ın tabiatta yarattığı bazı kanunların özellik ve inceliklerinden yararlanıldığı, bunların kötü maksatlarla kullanılarak şirk ve küfre âlet edildiği görülmektedir. Bu açıdan, birinci gruba giren ve aslı olmayan, yalana-dolana dayanan sihrin herhangi bir tesirinin olmayacağı açıktır. İkinci gruba giren sihirlerin birtakım bilimsel gerçekleri içinde barındırdığını belirten bazı âlimler, bu çeşit büyülerin tesir edebileceğini söylemişlerdir.

Kur’ân-ı Kerim’de yer alan âyetlerle, bazı hadislere dayanan bir kısım İslâm âlimleri büyünün bir hakikati olduğunu ve tesir ettiğini, bunun şerrinden Allah'a sığınmak gerektiğini söylemişlerdir. Mu’tezileye ve ehl-i sünnete mensup bazı âlimlere göre ise büyü, gerçek değildir. Sihir diye bir şey yoktur. İnsan hiçbir şekilde, dokunmadan başkasına etki yapamaz. Ancak mu’tezile ve bazı ehl-i sünnet âlimlerinin, bir kimseye dokunmadan etki edilemediği görüşünün, devirlerindeki fen ve teknik uygulamaların, çağımızdaki seviyeye ulaşmamış olmasından dolayı bu şekilde ortaya konduğu da bir gerçektir. Çünkü günümüzde fizikî birtakım yollarla, ses dalgaları, elektrik, kızıl ya da mor ötesi ışınlar kullanılarak eşyaya ya da herhangi bir insana etki etmenin mümkün olduğu anlaşılmıştır. Artık zamanımızda ses, ışık, elektrik dalgalarıyla el değmeden birtakım cihazlar çalıştırılabilmektedir. Tv., uydular, uzaktan kumandalı silahlar, füzeler vs. araç ve gereçler buna bir örnektir. Ancak bunların fizikî birtakım kanunlarla, bilimsel yollarla yapıldığı, bir sihir ya da büyü olmadığı ortadadır. Ehl-i sünnet âlimlerinden İmam Ebû Hanife, Ebû Bekir er-Râzî, İbn Hazm, Ebû Câfer el-Esterebâzî,’ye göre büyünün aslı yoktur. Hepsi göz boyamadan ve insanları aldatıp kandırmadan ibarettir. Yine kaydedildiğine göre, ehl-i sünnet âlimlerinin bir kısmına göre büyü vardır. Bunlara göre, bazı kimseler riyâzet, isimlerin ve rakamların özellikleri, efsun ve uzlet gibi yollara başvurarak başka varlıklar üzerinde etki yapabilecek duruma gelebilirler. Cinlerin kötüleriyle temas kurup onlar aracılığıyla olağanüstü şeyleri yaratan yine Allah’tır. Sihirbaz, büyüsüyle bir olayın sebeplerini bir doğrultuda düzenlemeye sevkeder. O isimlere ve rakamlara o özellikleri veren de Allah’tır. Böylece her işin fâili Allah olmaktadır.[182]

 

 

Telkin

Sihir konusunu, birtakım saçmalıklardan, asılsız uygulamalardan ve hurâfelerden arındırarak Kur’an ve sahih sünnetin ışığında düşünürsek, âlimlerimizin de belirttiği gibi, bunlardan bir kısmında gerçek payı olmalıdır. O halde sihrin bu gerçek kısmı ve tesiri nedir? Kanaatimizce bu, günümüzde geçmiş asırlara nispetle gayet iyi bilinen ve kullanılan “telkin”dir. Telkin, yaldızlı sözlerle, aldatıcı davranış ve yalan-dolan haberlerle muhâtabın kafasını ve gönlünü bulandırmak, fikirlerini çelmek, kanaatini değiştirmek ya da arzu edilen görüş veya kanaate sahip olmasını sağlamaktır. Telkin, günümüzde söz, propaganda, yazı, resim, film, müzik, spor, yalan haber vs. yollarla çok modern bir şekilde yapılmaktadır. Bunun için kaset, disket, cd., bant, resim, yazı, tv., telefon vs. araçlarla muhâtaba ulaşılmakta, onun fikirleri çelinmekte, belli bir kanaate sahip olması temin edilmektedir.[183] Tâbir câizse kişi, yavaş yavaş şartlandırılmakta, beyni yıkanmakta, yani büyülenmektedir. Bu şekilde telkin sahiplerinin isteği doğrultusunda, insanlara doğrular yanlış, yanlışlar doğru, hak bâtıl, bâtıl hak, yalanlar doğru gibi gösterilmekte, kabul ettirilmektedir. Geçmişte bir insan ya da cin şeytanının, sihirbazının bir ya da birkaç kişiyi, bir kabile veya site halkını büyüleyip kandırarak küfre götürebilmesine karşılık; günümüzün modern sihirbazları, sahip oldukları iletişim araçlarıyla milyonlarca insanı, az geliş(tiril)miş veya geri bıraktırılmış toplumları, ulusları, istedikleri biçimde şartlandırmakta, zehirlemekte, yalan yanlış fikirler empoze ederek, kendi benliklerinden koparmaya çalışmaktadırlar.

Yalan haberler, reklâmlar, seks filmleri, pembe diziler, spor ve özellikle futbol maçları, müzik vs. yollarla insanların beyinleri dumûra uğratılıp uyuşturulmakta, insanlar düşünemez, doğruyu yanlışı, faydalıyı zararlıyı ayırt edemez hale getirilmektedir. İletişim araç ve gereçlerinin yoğun baskısı, sihirleyici, büyüleyici gücü altında insanlar cinsel ihtiyaçlarıyla midelerinden başkasını düşünemez, akıl ve irâdelerini kullanamaz, silkinip kendilerine gelemez duruma sokulmaktadır. Bu gerçeği inkâr edemediklerinden Batılılar bile, tv.ye magic box (büyüleyici kutu) demektedir. Eski büyücülerin/sihirbazların yerini alan tv., seyirciyi efsunlayıp hipnotize etmekte, aptallaştırmaktadır. Bu sihirli iletişim gücünün sahipleri ve yönlendiricileri, çıkarlarını tehlikede hissettikleri anda kamuoyu oluşturmakta, halk kitlelerini harekete geçirerek hükümetleri devirmek, ya da onlara arzuladıkları kararları aldırtmak istemektedir.

Televizyonu da fesatta geçecek teknolojik aygıtlar gün geçtikçe daha da yaygınlaşmaktadır. İnternet, halkın dörtte üçünden fazlasında mevcut. Halkın yarısından çoğu sosyal medyayı takip ediyor. Cep telefonu olmayan beşikte bebek bile kalmadı. Bebekler artık telefon ellerinde olmadan yemek bile yemiyor. Eğer cinlerin musallat olmasına engel olurum diyen rukyeci varsa, işte meydan; buyursun! Şu cinlerin, şeytanların cirit attığı internet dünyasının, sanal âlemin insanlara musallat olmasının önüne geçsin. Büyük bir ecir ve sevap alsın. İnsanı dört bir yandan kuşatıp musallat olan cinlerin, şeytanların saldırılarından insanı kurtarmaktır esas şifasına sebep olmak. Peygamberimiz gözle görülmeyen mikroplara da “cin” diyordu. İnsana musallat olan cinler olan korona virüsü insan vücudundan çıkarsın da gerçekten cin musallatına çözüm buluyormuş diyelim. Yoksa, insanın içine cin girmiş diye insanı döverek cini dövdüğünü zanneden, çaresiz insanların umutlarıyla oynayan, insanları maddî ve mânevî yönüyle sömüren ve bunları din adına yapan kimselerin insanlara musallat olması sözkonusu olacaktır. Zaten Türkiye, ne çekiyorsa kurtarıcıların elinden çekiyor. Cinlerden insanları kurtaracağını iddia edenlerin elinden bu halkı kim kurtaracak? 

Büyü yapmak isteyen sihirbazların, Allah’ın yasakladığı birtakım fiilleri işleyerek şeytan ya da cinlere yaklaşmak istedikleri nakledilegelen hususlardandır. Tarih boyunca bu tür kimseler yıldızlara taparak, Allah'a şirk koşarak, şeytanı övüp ona tapınarak şeytanın yardımını temin etmeye çalışmışlardır. Şeytanın da pislikte, şerde, fenalıkta kendisine en uygun olan kimseleri dost edindiği muhakkaktır. Ancak şeytanın, tevhid ehli mü’min kullara karşı, bu tür müşrik ve müflis insanlara yardımı ne kadar tesirlidir? Bunlar, Allah’ın iyi kullarına zarar vermeye muktedir olabilirler mi? Hemen kısaca cevap verelim ki, şeytan ve yandaşları Allah ve Rasûlü’nün yolundan gidenlere, Kur’ân-ı Kerim’e sımsıkı sarılanlara hiçbir şekilde zarar veremezler. Bu husus, Kurân-ı Kerim’de haber verilmiştir. [184]

Buraya kadar kaydedilen hususlardan sihrin başlıca iki kısma ayrıldığını görmekteyiz. Birinci kısım, sırf yalan-dolan ve kandırmacadan ibaret olan söz ve fiillerle ortaya atılan büyü çeşididir. İkinci kısım da az çok var olan bir gerçeği sûiistimal ederek yapılan sihirlerdir. Eskiden sihir zannedilen nice hususların günümüzde artık astronomi, astrofizik, kimya, fizik, biyoloji, tıp, eczacılık vs. gibi müspet bilimlerle, edebiyat, psikoloji, parapsikoloji, hitabet ve sosyoloji bilimlerinin meşguliyet alanına girdiği de bir gerçektir. Bilim ve fennin, düşüncenin gelişmesiyle artık günümüzde insanlar, geçmişte sihir olarak adlandırılan, halkın kandırılmasına vesile kılınan birçok olayın sebebini bilmekte, bunların açıklamasını yapabilmektedirler. Haberleşme araç ve gereçlerinin son derece yaygınlaştığı günümüzde artık insanlar, duydukları her şeye körü körüne inanmamakta, bunların aslını ve gerçeğini araştırmaktadırlar.

 

Büyücüler Halkı Kandırıyor

Günümüzde halk, sihirbazların yaptıkları çoğu şeyin duyu organlarının yanıltılmasına dayandığını, kendisini seyreden ya da kendilerine program yaptıranların verdikleri para olmadan sihirbazların, büyücülerin karınlarını bile doyurmaktan âciz olduklarını bilmektedirler. Geçmişte sihir ya da büyü olarak takdim edilen pek çok olay, artık müsbet bilimlerin ilgi alanına girmiş, sebebi, mâhiyeti, sonucu açıklanabilir konuma gelmiştir. Yukarıda saydığımız sihir çeşitlerinin ikinci grubu olan güçlü ruh sahiplerinin büyüsüyle ilgili olarak müfessirlerin kaydettiği bazı hususlar vardır ki günümüzde bunları kabul etmek, pek mümkün görünmemektedir. Meselâ bu gruba giren güçlü ruh sahibi kimsenin, kendi bedeninin dışında etki edebilecek kadar irâdesinin güçlendiği, eşyada, hayvanlarda, İnsanlarda kendi vücuduymuş gibi tasarruf yapabildiği, dilediği zaman başkalarının bünye ve şeklini değiştirebildiği, İnsanı öldürecek, diriltecek ya da sözgelimi eşek haline getirebilecek hüner elde edebildiği, havada uçup suda yürüyebildiği ileri sürülmektedir.

Artık çağımızda, bir eşyaya ya da insana dokunmadan, ya da belli fizikî kanunlara göre çalışan araçların yardımı olmadan uzaktan etki etmenin mümkün olduğunu ileri sürmek çok güçtür. Bu husus, son derece tartışmaya müsâit bir konudur. Biyoenerji olayında olduğu gibi, makul bilimsel bir açıklaması mevcut olmalıdır. Bir eşyayı dokunarak kaldırabilir, yerini değiştirebilir, ya da imha edebilirsiniz. İnsan da buna dâhildir. Ancak, günümüzde onlara uzaktan tesir etmenin, zarar vermenin, ya da imha etmenin yolları bellidir. Ya top-tüfek vs. atarsınız, ya uçakla, füzeyle bombalarsınız, ya da lazer vs. gibi ışınlarla çalışan silâhlar geliştirerek elinizi dokunmadan hedefiniz olan varlığı imha edersiniz. Veya o eşya ya da canlı ışınlarla bombardımana tâbi tutarsınız. Onu hasta eder veya ölümüne sebep olursunuz. Uzaktan kumandalı bombalarla, evinde oturan birini, uçakta veya arabasında yolculuk yapanları havaya uçurabilirsiniz. Geçmişte sihir olarak nitelendirilebilecek bu olayların hemen hepsinin bilimsel bir açıklaması mevcuttur. Eğer insanları uzaktan büyü ve sihir yoluyla öldürmek mümkün olsaydı, dünyanın dört bir yanına dağıtılmış, sürülmüş, katliama, soykırıma uğratılmış yahûdiler, sihir işlerini en iyi bilen bir millet olarak bunu düşmanlarına tatbik eder, onların baskı ve zulümlerinden kurtulurlardı. Hâlbuki tarih bize bunun aksini söylüyor.

Bu açıdan sihir yoluyla insanlara zarar vermek, onları öldürmek hususundaki iddialar, düşmanlarından savaş vs. yollarla doğrudan intikam alamayan, onların karşısına çıkamayan, ezilmiş, mağlup olmuş zavallı kişi ve toplumların, hasımlarının kalbine korku salmak, onların zararlarından emin olmak maksadıyla çaresizlik içinde başvurdukları, sığınıp teselli aradıkları bir husus olmalıdır. Yukarıda da belirtildiği gibi, sihir ve büyünün İsrâiloğulları, Süryânîler gibi güçsüz toplumlarda, ilkel kabilelerde yayılması, Mısır’da, İran’da Bâbil’de tevhid devirlerinde yasaklandığı için el altından gizli gizli devam etmesi, bu görüşümüzü destekleyen hususlardandır.

İnsana hayat vermek, ya da onu öldürmek, ancak Cenâb-ı Hakk’ın irâdesiyledir. Bu iş, Allah’ın elindedir ve O’nun emriyle meydana gelmektedir. İnsanların ya da başka nesnelerin bu hususta, sebep olmaktan öteye bir fonksiyonu yoktur. Bu konularda insan diler, Allah da onun sonucunu yaratır. Bu sebeple, öldürmek maksadıyla bir insana ateş eden kimse, Allah dilemedikçe karşısındakini öldüremez. Kurşun seker, isabet etmez, öldürücü şekilde yaralayamaz vs. sebeplerden dolayı kişi bu arzusuna erişemez. Öldürme ve diriltmenin Allah'a ait olduğuna dair birçok âyet vardır. Meselâ: “Doğrusu, dirilten ve öldüren Biziz. Hepsinin gerisinde de Biz kalırız.”[185]

Kısacası herhangi bir zahmet, tehlike ya da gayret ve çalışmaya girmeden oturduğu yerden büyü yaparak bir kimsenin hasımlarını bertaraf etmesi, imha etmesi sözkonusu değildir. Bu, “sünnetullah”a, Allah’ın kâinata koyduğu değişmez tabiî kanunlara ve irâdesine aykırıdır. İnsanlar açısından bu, mümkün de değildir. Eğer böyle bir şey mümkün ve câiz olsaydı, Hz. Peygamber, düşmanlarıyla savaşa çıkmaz, ordular tertip etmez, müslümanlar kendilerini tehlikeye atmaz, şehid vermezlerdi. Hasımlarını daha kolay ve zahmetsiz, tehlikesiz olan bu yolla ortadan kaldırmaya çalışırlardı. Yahûdiler, hıristiyanlar, müşrikler, münâfıklar, İslâm düşmanları da bu yolla Hz. Peygamber’i, sonraları müslümanların liderlerini, komutanlarını ortadan kaldırmaya muvaffak olurlardı. Hâlbuki böyle bir şey sözkonusu olmamıştır. Hz. Peygamber, düşmanlarının karşısına silâhıyla, ordusuyla çıktığı gibi, düşmanları da O’nun karşısına silâhlarıyla, askerleriyle çıkmışlar ve çarpışmışlardır.

Sihirbazların, eşyaların şeklini değiştirebildikleri, bir insanı eşek yapabildikleri iddiası da artık günümüzde komik kabul edilen bir husustur. Bunun mümkün olamayacağını herkes bilir. Bir canlının anatomisini değiştirmek, onu başka kılıklara sokmak, onun hayatına son vermek demektir. Bu, Kur’an’da “mesh” diye bahsedilen olaydır ki, bunun gerçekleşebilmesi, ancak Cenâb-ı Hakk’ın kudreti dâhilindedir. Allah’tan başka varlıkların, kendileri de âciz birer varlık olan sihirbazların bunu yapabilmesi mümkün değildir.

Günümüzde, artık havada uçmanın, denizde yürümenin de orijinal bir tarafı, sihir diye nitelendirilebilecek bir yönü kalmamıştır. Sıradan İnsanlar bile, biraz pilotluk eğitiminden sonra uçabilmekte, kanat, ya da paraşüt takarak tehlikesizce aşağılara süzülmekte, ayağına deniz paleti takan herkes bir motorun arkasından iple tutunarak denizin üstünde süratle kayabilmektedir. Bunların, tabiatta mevcut olan birtakım denge kanunlarına bağlı olduğunu da herkes idrâk etmektedir.[186]

Günümüzde başta televizyon kanalları ve cep telefonlarına kadar düşen internet olmak üzere medya, yani dünkü adlandırma ile sihirbazlık/büyücülük, halkın bağlılığını sağlamak ve sürdürmek yolunda Firavunların ve Firavunî düzenlerin vazgeçemediği bir araçtır.        

 

 

Sihirbazlardan Medet Uman Firavun

“Firavun’un kavminden ileri gelenler dediler ki: ‘Bu gerçekten çok bilgili bir sihirbazdır. Sizi yurdunuzdan çıkarmak istiyor.’ Firavun, ‘Peki, ne buyurursunuz?’ (dedi.) Dediler ki: ‘Onu da kardeşini de beklet; şehirlere toplayıcılar (memurlar) yolla. Bütün bilgili sihirbazları sana getirsinler.’ Sihirbazlar Firavun’a geldiler; ‘Eğer üstün gelen biz olursak bize muhakkak bir ödül olmalıdır’ dediler. O da ‘Tamam; ayrıca sizler mutlaka yakınlarımdan olacaksınız’ dedi.”[187]

Firavun’un yardımcıları ona, Mûsâ ve Hârun’u halkın önünde rezil olana kadar bırakmasını öğütlediler. Firavun da polislerini göndererek sihirbazları getirtti.

Firavunlar, günümüzde bu tür bir sihirden medet ummuyorlar. Çünkü klasik büyü,  hiçbir konuda başarısını ispatlamış, kendisi ile netice alınmış değil. Dâvet sahiplerine karşı çağdaş Firavunların kullandıkları büyücüler, eskisinden daha iğrençtir. Yazarlar, gazeteciler, sanatçılar, televizyon yayıncıları, emniyet yetkilileri ve istihbarat büroları vs. bunlar, gerçek anlamda hiçbir etkisi olmayan sihirden çok daha etkili, güçlü ve zararlıdır. Bütün dünya sihri bir araya getirilse, günümüzdeki araçlarından yalnız birinin verdiği zararı verebilmesi mümkün değildir.

                                                                      

Sistemini korumaya çalışan Firavun’la, sihirbazlar arasında artık pazarlık başlamıştır. İnsanları kandırmakta uzman bir sihirbaz ne isteyebilir? Hediyeler, ödüller, bahşişler... “Eğer biz kazanırsak, kesin bir mükâfat var mı?” Ne ödülü? Firavun ve üst seviyedeki yöneticiler açısından her türlü fedakârlık zamanıdır. Çünkü bu, bir devlet sorunudur. İslâm dâvetine karşı tâğutî düzeni koruma meselesidir. Cevap, kesinlikle ‘evet’tir. Belki binlerce evet... Ödüller, bahşişler, armağanlar değil sadece; makam ve mevkiler de var. ("devlet sanatçısı" ilân edilecektir sihirbazlar.) Onların devlet başkanına yakınlaşmalarını sağlamak, makam ve rütbe...

Bu tablo aynı zamanda bize, Firavnî-şeytanî rejimlerde makam sahibi olmanın ölçülerini de öğretiyor. Firavun’u ve onun küfrünü, zulmünü, işkencesini ve yoksulları ezmesini sağlayanlar ve koruyanlardır ona yakın olanlar. Dolayısıyla makam ve mevkiler onlarındır. Bu kişiler kara cahil, sihirbaz, yalancı ve dalkavuk olsa bile durum değişmez.

Mûsâ’nın (a.s.) büyücülerle buluşma zamanı, bayram günü insanların toplandığı kuşluk vaktidir.[188] Vaktin tâyini, Hz. Mûsâ’ya aittir. Rasülün böyle bir vakti seçmesi, o ortamda insanlara tebliğ etmenin uygun zamanını kolladığını göstermektedir. Büyücüleri Allah’a karşı yalan uydurmamaya dâvet eder ve azapla uyarır.[189] Ancak, Firavun onların etkilenmesini ve misyonlarını terk etmelerini önlemek için gizli bir görüşmede bulunarak onları şeytan yolunda sâbit kılmaya çabalar. Firavun’un verdiği moral destek ve vaadlerle[190] Allah’ınki kıyaslanabilir mi?[191]

“(Sihirbazlar,) ‘Ey Mûsâ, sen mi (önce hünerini ortaya) atacaksın, yoksa önce atanlar bizler mi olalım?’ dediler. ‘Siz atın’ dedi. Onlar atınca insanların gözlerini büyülediler, onları korkuttular ve büyük bir sihir (ortaya) getirdiler. Biz de Mûsâ’ya, ‘asanı at’ diye vahyettik. Bir de baktılar ki; bu, onların uydurduklarını yakalayıp yutuyor. Böylece gerçek ortaya çıktı ve onların yapmakta oldukları yok olup gitti.”[192]

 

Kur’an, burada başka bir çehre sergiliyor. Mûsâ (a.s.) ve sihirbazların karşılaşma sahnesi. Bütün insanlar etraflarına toplanmışlar ve geniş halkalar oluşturmuşlardı. Ve artık yarışma başlıyor. “Ey Mûsâ, önce ya sen at, ya da biz!” “Siz atın” dedi. Böylece kendisi sonra atıp, onlarınkini bozacak ve yarışmayı kazanacaktı.

Sihirbazlar ip ve sopalarını atınca insanların gözlerini -bir çeşit onları kandırma yöntemiyle- büyülediler ve onları korkuttular. Sihrin ne tür etkisi olduğunu Kur’an’dan öğreniyoruz: 1. “İnsanların gözlerini büyülediler.” Büyücüler görsel showlarla halkın gözüne hitap ederler. Gözleri etkilerler, göz boyaması der halk buna. Günümüzün sihirbazları olan sömürücüler de halkın gözünü etkileyerek kandırmayı sürdürüyorlar. 2. “Onları korkuttular” Bâtıl düzenler korku düzenidir. Her dönemdeki büyücüler insanlara korku salarlar. “Cin senin içine girmiş, yiyecek seni. Bak şu videolara. Senin durumun daha kötü olabilir. Seni çarpabilirler, kamyon çarpar gibi; hasta ederler, sâralı yaparlar, deli ederler ve öldürebilirler, korkun cinlerden” derler. “İşte o şeytan sizi ancak dostlarıyla veya şeytan ancak kendi dostlarını korkutur. Eğer, gerçekten mü'min kimselerseniz onlardan korkmayın, Benden korkun.”[193] Hoca denilen rukyeciler de insanları takvâya, Allah korkusuna dâvet edip Allah’ın yasakladığı başka korkuları engellemeye çalışacağına; cinlerden, onların vereceği zarardan korkuturlar. İnsanları her dönem mutlaka bazı şeylerle veya bazı kimselerle korkutma ihtiyacı hisseder Firavunlar ve sihirbazlar. “Sanat ve çeşit itibarıyla büyük bir sihir ortaya koymuş oldular.”

(Günümüzdekiler de rollerine iyi çalışıyorlar, halkı insanın içinde cin varmış zannedecekleri şekilde, videolarla, canlı yayınlarla etkiliyorlar.) “O sırada da Allah “asanı at” diye Hz. Musa’ya vahyetti. Asa da onların büyüsünü yok etti. Sihirbazlar yenilgiye uğradı, Mûsâ (a.s.) kazandı. “(Firavun ve kavmi) orada yenildi ve küçük düşerek geri döndüler…”[194] Vahyi temsil edebilen Mûsâ olalım yeter ki, büyücülerin ortaya attığı malzemeleri yer bitirir, silip süpürürüz. “Sihirbazlar ise secdeye kapandılar. ‘Mûsâ ve Harun’un da Rabbi olan âlemlerin Rabbine iman ettik’ dediler…”[195] Darısı, günümüz sihirbazı olan medya patronlarına, rukye diyerek insan içinden olmayan cinleri çıkarmaya kalkanlara, gözleri boyayanlara, insanları kandırmaya çalışanlara…

 

Bu karşılaşmada Firavun ve zümresi kaybetmekle, halkın önünde rezil olmuştu. Sihirbazların ise kalpleri uyandı; hakikat onları kuşatarak teslime zorladı. Secde etmeleri bunu gösteriyor. Sanki biri onları secdeye itmişti. Kur’an’ın buradaki ifadesi gayet açıktır. Eğer Mûsâ gibi vahiyle, Allah’ın yardımı ile meydan okursak bu sihirbaz güruhuna, gâlip gelecek olan biz olacağız. Vahiy ile, âyetlerle kuşanalım yeter ki. Allah’ın yardımı bize gelecektir. Bu âyette Sihirbazların âlemlerin Rabbine iman etmelerini engelleyecek Firavun’un hiçbir tepkisi yok. Onu kızdıran tek şey, izni olmaksızın iman etmeleridir. Bu da Firavunluğun boyutunu tasvir ediyor. Zira o, kalplere ve vicdanlara hükmetmeyi istiyor ki; onun emri olmaksızın kimse hakka inanıp bağlanmasın.

Hz. Mûsâ, Rabbinin yardımıyla muzaffer olur. Bunun üzerine büyücüler secdeye kapanarak iman ederler.[196] Hem de ne iman! Firavun’un onların ellerini ayaklarını çaprazlama kesip hurma dallarına asma tehdidine karşı, zerre kadar imanlarından kuşkuya düşmezler. Şerefi, ezelî ve ebedî olan’ın yanında ararlar. Firavun’un zor kullanmasına rağmen, dayatılan gayr-ı resmî ajanlığa, bir daha geri dönmezler.[197] Çünkü onların kalbine artık iman yazılmıştır. Günümüzde, nerede o sihirbazlıktan tevbe edenlerin imanı? Âyet ve duâ, umut ve güven satmaları karşılığında aldıkları üç-beş kuruş paradan vazgeçemeyenler, elini ayağını Allah yolunda seve seve fedâ edebilir, Firavunlara meydan okuyabilir mi? Evet, deniyorsa, aynen o günkü sihirbazlar gibi vahye teslim olmaları, büyüye hizmeti terk etmeleri gerekiyor.

Büyücüler, meslekleri icabı büyü ile büyü olmayanı ayırt edebilirler. Onlar iman ettiği halde, Firavun’un iman etmemesi gösteriyor ki Firavun, inanmak için mucize istemesinde samimi değildir. Hz. Musa’yı âciz kılacağını düşünerek böyle bir istekte bulunmuştur. 

Firavun, tuzağı geri tepince, bu sefer kendisinin ve rejiminin şerefini içine düştüğü pisliklerden kurtarmak için bahaneler aramaya başladı. İnsanlara, “Mûsâ bâtıl üzeredir’ mi diyor; sihirbazlar Firavun’un adamları olduğu halde ‘niçin iman ettiler’ mi diyor? Hayır! O takdirde bir kurnazlık gerek. Ve iftiraya başvuruyor: “Bu yenilgi, devlet aleyhine bölücü bir grubun yaptığı tezgâhın sonucudur. Onlar, devlet yetkililerini yönetimden uzaklaştırmak ve hükümetin yasal başkanını alaşağı etmek için aralarında anlaştılar.” Görüldüğü gibi Firavun’un bu buluşu, tarih boyunca süregelen bütün Firavunların yöntemlerine son derece uygundur.

Firavun’un iman eden sihirbazları tehdit ettiği ve sonra uyguladığı “taslib” asarak idam etmektir. Genelde, kişinin boynuna ip geçirerek asıp ölmesini sağlamak şeklinde uygulanır. İbnül-Münzir ve başkalarının da İbn Abbâs’tan naklettiklerine göre bu tür idamı ve organları parçalama şeklini Firavun başlatmıştır. Anlaşıldığı gibi Firavun, muhâliflerini bastırmak için birçok işkence çeşidi icad etmiştir. Bunları ister kendi kafasıyla bulsun, isterse içişleri bakanlıklarının, istihbaratçıların, emniyet güçlerinin yardımlarıyla bulsun ve hatta yabancı devletlerden getirtsin, durum değişmez.

Sihirbazlar, Rablerine duada bulunuyorlar: “Ey Rabbimiz, üstümüze sabır yağdır ve bizi müslüman olarak öldür.” Bize sabır ve tahammül yağdır ki, işkence acıları, sopa ve kırbaç ızdırapları, bıçak kesikleri ve boyunların vurulmasından doğan dehşet, bize caydırıcı etki etmesin. İbn Abbas ve Süddî’den nakledildiğine göre, Firavun bu tehditlerini uyguladı, kimini parçaladı kesti, kimini de idam etti. Suç? Hakkı görüp teslim olmak, müslümanlığı kabul etmek.

Firavun, muvahhidleri altetmek için cedeli, kitle haberleşme araçlarını (büyücüleri) kullanmış ve son çare olarak da sâdık askerlerini devreye sokmuştur.[198] Kendisi, kesin çözümden yanadır. İktidarını ordusuna ve halkına borçlu olmasına rağmen, ordusuyla tuzak kurarken, Allah’ın ondan çok daha etkili tuzak kurabileceğini[199] gözardı etmektedir. [200]

 

 Tüm Firavunların Göz Boyama Aracı Olan Medyası; Sihirbazlık        

Günümüzde başta televizyon kanalları olmak üzere medya, yani dünkü adlandırma ile sihirbazlık/büyücülük, halkın bağlılığını sağlamak ve sürdürmek yolunda Firavunların ve Firavunî düzenlerin vazgeçemedikleri bir araçtır. 

Firavunların dayanakları, hilesi zayıf olan şeytanın taktikleridir. Türlü hileler, nutuklar, vaadler, yalanlar, entrikalar, karayı ak ve akı kara gösteren şarlatanlıklar. Gösteriş/şov yaparak halkın gözünü boyamak, aldatarak kamuoyu oluşturmak, Firavunları ve düzenlerini güçlü göstermek, avutma ve uyutma araçları, hakkın değil; güçlünün egemenliği... eski ve çağdaş tâğutların sarıldıkları ipler/yılanlardır.

 

Firavun zamanındaki büyü, bir güç gösterisinin ögesi olarak kullanılmakla, doğrudan doğruya Firavun düzeninin güvenlik önlemi niteliği kazanmaktadır. Ancak, bir de dikkat çekici bir başka nokta vardır bu olayda. Büyünün devlet desteğine sahip olmasına karşın, Hak Din’i getirmiş olan Peygamber’in gösterdiği mûcizeler için “büyü” denilmekle kalınmamakta, Peygamber de “büyücü” olmakla suçlanmaktadır. Kendileri için doğal, olağan, gerekli ve yararlı, kim bilir belki de bir ayrıcalık sebebi gördükleri büyüyü, egemen güçler, kendilerine karşı çıkanlarda suç kabul etmekte ve onları bununla suçlayıp karalamaktadırlar. Eski ve çağdaş Firavunların bir şarlatanlık örneği de propaganda sanatı(!)dır.

 

Eski ve Modern Büyünün Etkisi İçin Bir Örnek: Karı-Koca Arasını Ayırmak

“...Onlar karı ile koca arasını açan şeyleri öğreniyorlardı...”[201] Geçmişte, şeytan karakterli kişiler ya da sihirbazlar, insanların, karı-kocanın, akrabaların arasını açmak için sınırlı çapta faâliyette bulunabilmekte, dünya çapında düşünüldüğü zaman küçük zararlara sebebiyet vermekteydiler. Bunlar, belki bin bir şeytanlık ya da kurnazlıkla, halktan yana görünerek karıyı kocasına, kocayı karısına karşı kışkırtıp aralarına geçimsizlik sokmakta, belki ayrılmalarına sebep olmaktaydılar. Kim bilir, kadınların kulaklarına kocalarının kendilerini sevmediğini, aralarında başka bir kadın bulunduğunu, ya da kocanın kendisine haksızlık yaptığını, yeterli gezdirmediğini, güzel giydirmediğini, istenildiği şekilde yedirmediğini, ona karşı cimrilik yaptığını fısıldıyorlar, huzursuzluk ve münâkaşalara, mutsuzluklara sebep oluyorlardı. Kocanın kulaklarına, karısının kendisini istemediğini, evlenmeden önce bir başkasını sevdiğini, zorla kendisiyle evlendirildiğini, hâlâ o eski şahsı sevdiğini, karısının onunla ilişki kurduğunu söylemekte, ya da “hanımın ev işlerini iyi yapmıyor, güzel yemekler yapmıyor, israf ediyor...” gibi araya kırgınlık ve kızgınlık sokacak düşünceleri fısıldıyor, vesvese veriyordu. Böylece huzurlu ve mutlu ruhlar, gönüller altüst oluyor, canlar sıkılıyor, ruhlar daralıyor, sonu ayrılıklarla neticelenecek fâcialar meydana getiriyor, yavruları ana-babalı öksüz bırakabiliyorlardı.

Günümüzün modern ve çok daha güçlü büyücüleri, artık gizli gizli kişilerin kulaklarına fısıldayarak onları büyülemiyorlar. Onlar, toplumlara, fıtratlarında ve benliklerinde yer almayan, değerlerine zıt fikirleri ve hevâlara hoş gelecek özgürlük anlayışlarını pompalıyorlar. Kadın-erkek eşitliğini, kadınların ezildiğini, horlandığını, kocaların onları ezdiğini, erkeklerin onları köle haline getirdiğini, kızların evlenip koca kahrı çekmeye, çocuk doğurup bakmaya, büyütüp terbiye etmeye mecbur olmadıklarını, evlilik denilen kurumun kutsal olduğuna inanmaya gerek olmadığını, cinsel özgürlük olması gerektiğini, iffet, nâmus, bâkirelik gibi kavramların gereksiz ve boş şeyler olduğunu, kadının da istediği zaman, istediği süre, istediği erkekle serbeste yaşayabilme hakkı olduğunu, onun da erkek gibi herhangi bir işte çalışıp kazanarak özgürce harcayabilmesi gerektiğini sûret-i haktan görünerek, güya kadınların hakkını savunarak, şuursuz kesimlere “telkin” ediyorlar. Onları şartlandırıyor, büyülüyorlar. Bunun sonucu olarak âileler çöküyor, karı-koca arasında kavga ve gürültüler, nifak tohumları atılıyor, boşanmalar çoğalıyor, yapısı ve sağlamlığı âileye dayanan toplumlar çatırdıyor. Sağlıklı nesiller yetiştirebilmek imkânsız hale getirilmek isteniyor. Zina, fuhuş ve benzeri çirkinlikler, Allah’ın haram kıldığı fiiller yayılıyor, ahlâken çöküş başlıyor. Toplumlar zayıflıyor, insanların fıtratları yozlaşıyor, kimlik ve benlikleri kayboluyor, başka toplumların ve devletlerin hâkimiyeti altında yok olmaya aday hale geliyorlar.

 

Karı-Kocanın Arasını Açan Modern Sihirbaz Değnekleri; TV. ve Cep Telefonu

Boşanmaların oranı konusunda, tv. öncesi ile tv. sonrası karşılaştırmalı istatistikler, özellikle cep telefonu kullanımıyla ilgili esaret, olayın vehâmetini ve modern büyünün etkisini belgeler. İşi gücü güzel gözükerek fitneye sebep olmak, erkekleri tahrik etmek, kışkırtmak olan, çağdaş hile ve aldatma araç ve öğeleri olarak eski sihirbazların değneklerinin yerini tutan kozmetik ürünler, fotoğraf hileleri, vücutları teşhir eden giyinmeler/soyunmalar, müzik ve dansın katkıları vb. ile erkekleri büyüleme işini başarıyla gerçekleştiren “sanatçı”, “yıldız” denilen aktrist ve şarkıcıların eski zamandaki büyücü kadınlara, cadılara benzerlikleri değerlendirilmelidir. Bu starları/sanatçıları(!) izlerken, erkek, onları kendi karısıyla ister istemez mukayese etmekte, ahlâksız kadınların teknikle takviye edilen, şeytanın nefislere, olduğundan çok daha güzel gösterdiği yalancı güzelliğine vurularak karısından soğuyabilmektedir. Yine, yakışıklı ve ağzı güzel (büyüleyici) lâf yapan aktörler, şarkıcılar kadınları teshir edip büyülemekte, o da kocası ile filmdeki, pembe dizideki, magazin adlı büyü showlardaki şeytanın allayıp pulladığı oğlanla/jönle, kendi kocasını karşılaştırmakta, etkisinde kaldığı bu büyünün bedelini, günlük hayattaki çatırdayan yuvasıyla ödemektedir. Günümüzde “sanat”, çağdaş büyü aracı olarak kullanılmakta, sanatçı da modern büyücü rolünü üstlenmektedir.

Sanat, ruhun güzelliklerinin dışa yansıması olmaktan çıkarılmış; toplumları maddî yönden sömürme, mânevî yönden de uyuşturma görevi almış emperyalizmin cadısıdır. Bu çirkin büyücünün kendisini güzel gösteren maskesinin sırıtan makyajını göremeyen gâfil gençler, yalancı güzelliğine âşık oldukları bu cadının kollarına atılır atılmaz karı-koca arası ayrılmakta, aile hayatı can çekişmeye başlamakta... Şimdi sanat adlı bu cadı, büyüsüyle arkasından koşturduğu gençlerin ruhunu almakla yetinmemekte, bu cinâyetten önce kendi tanrılığına iman ettirip kendine taptırmakta. Bize düşen görev, gücümüzün yettiği oranda, işi ilâhlık taslamaya kadar vardıran bu büyücünün maskesini düşürmek ve çevremizdeki kurbanlarını azaltmak için çalışmak. Bunun da yolu, maskesini takarak onun rolünü oynadığı “gerçek güzel”i insanlara tanıtmaktan geçiyor. Sahtekârlar ne ile kandıracaklarsa, o şeyin gerçeğini hakkıyla tanımayanları kandırabilirler sadece. Gerçeğin apaçık ortaya çıkması gerekir ki sahtekâr bâtıl eriyip yok olsun.

Bu yönüyle, modern sihirbazlar ve büyücüler tarafından uygulanan, toplumlara yöneltilen sihrin ne kadar etkileyici ve tahrip edici olduğu, âileleri yıkmada, karı ile kocanın arasını ayırmada ne kadar güçlü rol oynadığı ortadadır. Bunların şerrinden, zararından emin olabilmek için de her şeyin yaratıcısı Yüce Allah'a sıkı sıkıya bağlanmak, O’nun emir ve yasaklarına kulak vermek, gönderdiği Kitab’ına ve Peygamberinin tavsiyelerine uymak, fitne saçan ortamlardan sakınmak, insan ve cin şeytanlarının kulaklarımıza fısıldadığı telkinlere kapılmamak gerektiği açıktır. Politikacıların yalan vaatleriyle halkı nasıl büyüleyip kandırdıkları, medyanın nasıl akı kara, karayı da ak gösterdiğini ve toplumu nasıl etkilediği ortadadır. Hz. Peygamber’in bu konuda: “Belâğatlı sözlerden bir kısmı sihirdir.”[202] buyurması da konuyu kavramamıza katkıda bulunmaktadır. Böyle yıkıcı tesirleri olabilen modern sihrin tesirinden korunabilmemiz için Allah’a yönelmemiz, O’na sığınmamız, O’nun gösterdiği sırât-ı müstakîym adlı yoldan çıkmamamız gerekiyor. “De ki: ‘Yaratıkların şerrinden, bastırdığı zaman karanlığın şerrinden, düğümlere nefes eden büyücülerin şerrinden, hased ettiği zaman hasedçinin şerrinden, tan yerini ağartan Rabbe sığınırım.”[203]

 

Ve Sihir/Büyü Yönüyle Günümüz Câhiliyesi  

Sihir ve büyünün hiçbir çeşidi, İslâm toplumunda yer bulamaz. Bu tür sapıklıklar, ancak câhiliyye toplumlarında yaygınlaşabilir. İçinde yaşadığımız toplumun câhiliyye toplumu olup olmadığıyla ilgili bir yargıya varmak için gelin, bu konuda aynamızı topluma tutalım:

Düzen ve çevrenin, fıtrata müdâhale edip İslâm’ı bireysel ve toplumsal alanlardan tümüyle uzaklaştırma mücâdelesi ve yer yer başarısı, insanımıza ağır bedeller ödetiyor. İslâm’ın çoğu hükümlerinin yaşan(a)madığı günümüzde stres ve psikolojik bunalımların hemen her çeşidi giderek hemen her insanı kemiriyor. Ve denize düşen yılana sarılıyor: Dinini bilmediği, ilkel ve modern hurâfeleri de reddedemediği için câhil insanlar, çözümü de cincilerde, üfürükçü ve muskacılarda arıyor. Medyada; medyumlardan, falcılardan, astrologlardan yani modern müneccimlerden, cinci ve büyücülerden geçilmiyor. Boyalı basın dediğimiz, yazıdan daha çok resimlerin yer aldığı gazetelerin tümünde her gün burç ve fal köşeleri yayınlanmaktadır. Buralarda "yıldızınız diyor ki", "burcunuz", "elektronik burç falı", "bilgisayarlı astrolojik fal" gibi köşelere ne demeli? (Bu hurâfeler, irticâ kavramına girmediğinden kimsenin bir şey dediği yok. Peki müslümanların da mı diyeceği bir şey yok?!)

Müneccimlik, sanıldığı gibi tarihe karışmış değil; sadece modernleşmiştir o kadar. Astrolog veya medyum denilen müneccimler, yıldız falına bakan kimselerdir. Modern müneccimler, horoskop denilen yıldızların, burçların bulundukları yerin haritasını çıkarıp, falına bakacakları kimsenin doğum tarihleriyle kıyaslayarak kişilerin geleceğini, dolayısıyla gaybı biliyor havasını vermeye çalışırlar. Eski Yıldızname'lerin yerini günlük burçlar, astrolojik hurâfeler almış; müneccimin adı da astrolog veya medyum olmuştur artık.

Açıkça kâfir olanların yanında, nice müslümanım diyen insan, hâlâ yıldızların, burçların insan kaderinde etkili olduklarına inanmaktadır. Müneccimin, kâhinin; geleceği (her şeyi değilse bile, çok şeyi) bileceğine hâlâ inanılır ki, gelecekle ilgili değerlendirmelerde bulunanlara “sen müneccim misin, nereden biliyorsun?” diye sorulur; “adam sanki kâhin”  denilir. Bu cümlelerin arkasında, müneccim demek ki her şeyi biliyormuş, kâhin olsa gaybla ilgili bir hususu bilmesi beklenirmiş gibi bir anlam yatıyor.  

Yine, bu sapık düşünceye göre yıldızlar konuşur, vahyeder; onların rasülleri/elçileri ise astrologlar, medyumlar ve cincilerdir. Yıldızların konuşma dilini anlayan bu sivri akıllılar, bu mesajları  "yıldızınız diyor ki...", "burcunuzun durumuna göre başınıza şu, şu gelecek" diye insanlara para karşılığı tebliğ eder ki, bu mesaja göre bilinçlensinler ve ona göre davransınlar. Allah’ın Kur’an’da net olarak ne dediği, neleri emrettiği, inancı sorulduğunda “tabii ki müslümanım elhamdu lillâh” diyen bu insanlar tarafından önemsenmez. Ama acaba burcu ne diyormuş, onu öğrenmezse, bir türlü rahat edemez.

Müneccimlik, gelecekte meydana gelecek, özel ve genel olaylara, yıldızlara bakarak haber vermektir.  Hz. Peygamber’in bu konuyla ilgili şöyle bir ikazı vardır: “Bazı insanlar, Allah’ın nimetiyle geceyi geçiriyor, sabah olunca da, ‘bize şu yıldız sebebiyle yağmur yağdırıldı’ diyor. Böyle demeleri sebebiyle onların çoğu kâfir olmuştur.”[204] Yine bir başka hadis rivâyeti de benzer bir ikazdır: “Kim yıldızlarla haber vermeye çalışırsa, sihir ile haber vermiş olur.”[205]

Gelecekte olacak şeyler hakkında bilgi sahibi olmak için başvurulan çeşitli yolların en belirginlerinden biri faldır. Daha çok baht, uğur ve talihi, genel olarak da gelecekte olacak şeyleri anlamak için birtakım garip yollara başvurarak bunlardan anlam çıkarma ve kişilik okuma işine fal; bu işi yapmaya da falcılık denir. Gelecek zamanda vuku bulacak olayları haber vererek gayb sırlarını bildiğini iddia edene de falcı, medyum denir.       

Câhiliyye Arapları, bir yolculuğa, bir savaşa, bir ticarete, evlenmeye yahut herhangi önemli bir işe teşebbüs edecekleri zaman üç zar (veya ok) çekerler yahut kuş uçururlardı. Bu zar veya okların birinde, "Rabbim emretti", yahut "yap" diye emir; diğerinde "Rabbim nehyetti" veya "yapma" diye nehy kelimeleri yazılı olurdu; biri de boş bulunurdu. Birisi torbaya elini sokar, zarlardan birini çeker, emir çıkarsa yaparlar, nehy çıkarsa yapmazlar, boş çıkarsa bir daha çekerlerdi. Kur'an, bunu şiddetle yasaklamıştır. "Ey iman edenler! İçki, kumar, putlar ve fal okları şeytan işi birer pisliktir; bunlardan kaçının ki, kurtuluşa eresiniz."[206]

Bugün yaygın olan fal çeşitlerinden biri de, modern câhiliyyenin itibar ettiği yıldız falıdır. Gökteki burçlardan yola çıkılarak yapılan bu falcılığın aslı, Sâbiîlere dayanır. Sâbiîler, gökyüzünü on iki burca taksim etmişler ve eflâkten/göklerden yalnız tapındıkları ve heykellerini diktikleri  "sebaî" gezegenlerin durumlarına göre, yeryüzünde meydana gelecek olayları bildireceği iddiasıyla yıldızlarla ilgili birtakım hükümleri yazmışlardı. Onların bu inançları, günümüze kadar gelmiş bulunmaktadır.[207]

Dinimizin kesinlikle yasakladığı falcılık, bir çeşit gaybdan haber vermektir. Hâlbuki, Kur'an; gaybı, Allah'tan başka hiçbir kimsenin bilemeyeceğini, peygamberlerle meleklerin dahi kendilerine vahyedilmedikçe gaybdan haber veremeyeceklerini açıkça bildirmektedir. "De ki: 'Göklerde ve yerde olan gaybı, Allah'tan başka bilen yoktur."[208]; "De ki: Size 'Allah'ın hazineleri elimdedir demiyorum, gaybı da bilmiyorum."[209]; "Eğer gaybı bilseydim, daha fazla hayır yapardım." [210] ayetleri buna yeterli delildir.

Kendilerine "arrâf", "kâhin" veya "medyum" denilen falcıları ve bu falcılara gidip fal açtıran, onlara inanan veya destekleyenleri Peygamberimiz, ağır bir dille kınamış, hatta küfürle nitelemiştir. "Kim bir arrâfa gidip de ona bir şey sorarsa, kırk gecelik namazı kabul olmaz." [211]"Kim bir kâhine gider,  dediklerini doğrularsa; şüphesiz ki Muhammed'e indirilmiş olanı inkâr etmiş olur." [212]

Burç falı, "insanları, doğdukları burçlara göre gruplayarak geleceğini okumaya, kaderine dair konuşmaya" denir. Modern cahiliyyenin yaşandığı günümüzde kendini aydın sanan birtakım gazete ve televizyon programcıları, her gün yıldız falı hurâfesiyle insanların kaderi hakkında birtakım yorumlar yapmaktadırlar ki bunlar hiçbir bilimsel dayanağa sahip değildir. Ayrıca bu asılsız yorumlar, okuyucuların ruhsal dengelerine olumsuz yönde etki yapmaktadır. Bu bir atma, saçma ve aldatmadan ibarettir. İslâm âlimleri, Sâbiîler gibi, tesiri yalnız yıldızlardan, burçlardan bilerek onlardan birtakım hükümler çıkarmaya kalkışmanın küfür ve şirk olduğunda ittifak etmişlerdir.[213]; “Onların çoğu, şirk koşmadan Allah'a inanmazlar.”[214]

Arapça'da "Se ha ra" kökünden türeyen “sihir” kelimesinin anlamı, hile yapmak, aldatmak, göz boyamak, gıda vermek, oyalamak ve bozmak demektir. Kelimenin ifade ettiği mana itibariyle baktığımızda da İslâm'ın yüksek değerleriyle bağdaşması mümkün değildir. İslâm, hilenin, aldatmanın, göz boyamanın, insanları asılsız şeylerle oyalamanın ve bozgunculuğun karşısındadır. Bunların tümüne her ne sûretle olursa olsun Müslüman'ın tevessül etmesini yasaklar. Kelimenin Mûsâ ve Süleyman kıssalarıyla Kur'an'da geçiyor olması, bunun İslâmîliğine delâlet etmez. Kur'an bunları geçmişin bir vâkıası olarak ele alır ve ipliğini pazara çıkartır. Nitekim Mûsâ’nın (a.s.) kıssasında Firavun'un ve sihirbazlarının hilesini Allah boşa çıkartarak elçisini galip getirmiştir. Allah'tan uzak cahilî toplumların, insanları kendilerine bağlamak ve kişisel çıkar sağlamak için varıp dayandıkları yer kâhinler, medyumlar, sihirbazlardır. Haktan yüz çevirenlerin bâtıldan başka gidecekleri yerleri mi var?

Allah; Mûsâ’yı, kardeşi Hârun'la (a.s.) birlikte ayetlerle destekleyerek[215] Firavun'a gönderince, onun cevabı sihirbazlarını çağırmak olmuştu.[216] Ancak Allah'ın âyetleri karşısında yenik düşen sihirbazlar: "Biz Mûsâ ve Hârun'un Rabbine iman ettik" diye secdeye kapandılar.[217] Firavun'un tehditlerine aldırmayarak: "Seni bize gelen bu mucizelere ve bizi yaratana üstün tutmayacağız. Ne hüküm vereceksen ver, senin hükmün ancak bu dünyada geçerlidir."[218] diyerek şehâdete yürüdüler.

Süleyman’ın (a.s.) hükümdarlığı konusunda konuşanlar, O'nun bu imkânları sihir ve büyü ile elde ettiğini söyleyerek Allah'ın lütfünü görmezlikten gelmişlerdi. Kur'an bu konuyu ayrıntılarıyla açıklayarak[219] Süleyman’ı (a.s.) temize çıkarmaktadır. İsrailoğulları'nın haktan yüz çevirenleri, tarihin her döneminde fitnenin, bozgunculuğun, azgınlığın[220] kaynağı olmuşlar; her defasında da Allah'tan gerekli uyarıyı almışlardır. Sihir ve büyünün kaynağı bunlara dayanmaktadır.

Bunlarla yakın temasta olan kişi ve toplumlarda kehanette bulunan medyumlar, sihirle ve büyü ile uğraşan sihirbazlar, Cifir ve Ebced hesabıyla meşgul olanlar hep olagelmiş, bâtıla dalanların umut kaynağı olmuşlardır. Allah bunların hiç birine ne gaybı bilme, ne de bir başkasını gaybî bir güç ile etkileme imkânı vermiştir. Bunların tüm hünerleri yalan, hile ve telkinlerle kişiyi psikolojik olarak etkilemeye çalışmaktır.

Bunların gerçekten iman eden mü’minler yanında hiçbir değerleri olmadığı gibi, onlar üzerinde hiçbir etkileri de yoktur. Onlar Allah'ın dilediğinden başkasının olmayacağına inanır ve yalnız O'na sığınıp O'ndan yardım beklerler.[221]

Konuyla ilgili yanlış itikad veya hurâfeler sebebiyle dilimize giren deyimlerden bazıları: “Cadı kazanı” (sanki o kazandan hayır gelecek) “gözün faltaşı gibi açılması” (faltaşı açılıyor falı biliyor falla alâkalı olarak göz de onun gibi açılıyormuş), “müneccim misin?”, “kâhin gibi”, “yıldızı kaymak” (bir insan ölünce gökte sanki onun yıldızı var, o kayar), “yıldızları barışmak” (iki insan iyi geçinirse onların kaderleri olan gökteki yıldızları da barışmışlardır da ondan iyi geçiniyorlardır)  sanatçılara: “star/yıldız” (yere sığdıramazlar göklere çıkartırlar) “yıldızınız diyor ki”, “burcunuza göre...”, “felek” (eski insanların kadere hükmeden tanrı gibi düşündüğü şekliyle göklere verdiği addır, dolayısıyla gök yuvarlak olduğu için kamburdur ama aynı zamanda kaderi tayin eder, kendisi kanburdur, ama tanrı veya yarı tanrıdır) “cingöz” (övülür mü yerilir mi, cin, göz yani gözü cinden olan kimse)  “cini tepesine çıkmak”, “cin fikirli”, “cin çarpması”, elini tahtaya vurup kulağını mı burnunu mu çekmeler, böyle gülünç, akıl dışı modern hurafeler…

Hayatın her alanını kuşatan İslâm’ın kişisel, toplumsal ve siyasal boyutu gerektiği şekilde yaşanmadığından, psikolojik hastalıklar ivme kazanarak insanı her yönüyle pençesine alıyor. Stres ve bunalımın bin bir çeşidi altında ezilen insan, yeterli inanç ve bilinçten yoksun ise, düştüğü ıstırap denizinden kurtulmak için sarıldığının yılan olduğunu düşünmüyor bile. Her türlü üfürükçülerden, vesvese verenlerden Allah’a sığınması gerektiği halde, şeytanlara ve şeytanlaşan üfürükçülere sığınabiliyor. Kur’an’ın fıtrî prensiplerine sarılıp ibâdet, zikir ve tefekkürle ruhunu arıtacak ve gıdalandıracak yerde, ruhundaki hastalığı artıracak zehirlere ve mikroplara yöneliyor. Yine, müslüman psikolog ve psikiyatristlerden yararlanıp tıp ilminin imkânlarından istifade edeceğine istismarcılara teslim oluyor.

Vahye teslim olmayan, aklını ve mantığını da kullanmayan enâyiler bulundukça; adlarına hoca, muskacı, cinci, büyücü, sihirbaz, arrâf, medyum, kâhin, astrolog, falcı... denen kimseler de bulunacak, kendisinden yardım isteyenleri sömürmekle kalmayacak, onları dünyada ve âhirette perişan etmeye çalışacaktır. Suç, bu istismarcılardan daha çok, bunların oltalarına takılan zavallılardadır. İslâm’ın yaşanmadığı yerde bu çeşit istismarcıların, sahtekârların önüne geçilmesi de imkânsızdır.

Kur’ân-ı Kerim’de sihirden bahsedilir, Kur’ân-ı Kerim o sihri anlatırken “yuhayyelu ileyhi bi sihrihim / sihirbazlar sihriyle ona hayal gösteriyorlardı” der, “ve lâ yuflihu’s-sâhiru /  büyücüler sihirbazlar hiçbir zaman kazanamazlar” der. Onların yaptığı “innema sanau keydu sâhir / onlar sihirbaz hileleri yaptılar” der. Sihirbazlar hile ile yaparlar bu işi; aldatmaktan ibarettir, kandırmadan ibarettir. Kur’an böyle dediği halde âlimlerimiz sihir haktır, sihir olur, tutar, derler.

 

Ne Yapmalıyız?

Eğer psikolojik problemlerimiz, bunalımlarımız varsa psikolojimizi düzeltmeye çalışalım. Önce sağlığımıza kavuşalım. Mümkün, Müslüman doktorlardan da gerekirse istifade edebiliriz. Yine psikolojimizin sağlam olması için Allah’ın kitabını bol bol okumak, ibâdet etmek, duâ etmek ile psikolojik olumsuz şartlardan kurtulmak ve akl-ı selime riayet etmek gerekiyor. Aman ha akrabalarınızdan, çevreden böyle psikolojik veya beyin ile alakalı bir zarar görüp hastalanan bir kimseyi cincilere, üfürükçülere, büyücülere götürmeyin. Onlardan Allah’a sığınmamız icap ediyor, onlara sığınmamız değil! Müslümanca tedavi olmaya çalışın veya kendi kendinizin doktoru olmaya gayret edin. Sihrin kandırmadan, aldatmadan, el çabukluğundan ve telkinden başka bir etkisi yoktur. Muskaların herhangi bir faydası, etkisi yoktur. Ondan medet ummak, nazar boncuğundan medet ummak gibidir. Ben 8 yıl kadar Avrupa’da kaldım, oradaki papazların muska yazdığına şahit oldum, üçgen şeklinde yaparlar. Hristiyanlık akidesinin, teslis akidesinin bir göstergesidir simgesidir. Muskalar üçgendir, hıristiyanlardan gelmiştir. Bunların cinlerle filan hiç ilgisi ve dolıyısıyla faydası yoktur. Allah’ın kitabına teslim olun. Allah izin vermediği müddetçe kimse size ne zarar verebilir ne bir şey yapabilir. Cinler de öyle korkulacak varlıklar değildir. Siz, esas cinlerden değil; cin gibi insanların zararlarından korunmaya çalışın.

                                                            

Muska (Nüsha): (Kelimenin aslı nüsha’dır.) Bazı hastalıkları, kötülükleri ve nazarı defetmek için boyna asılan veya üstte taşınan yazılı kâğıt. Hıristiyanlıktaki teslis inancının simgesi olarak üçgen şeklinde, üç köşeli katlanır; içinde çoğu zaman anlamsız şekiller ve uydurmalar bulunur. Kötülüklerden koruyacağına inanıldığı için, şirk unsuru kabul edilir. Nazardan koruduğuna inanılan nazarlıklar, nazar boncukları da muska kabul edilir. Büyü yapmak, ya da büyüden korunmak için kullanılan muskalar vardır.

    

Büyü mü, Psikolojik Rahatsızlık mı?

Psikolojik birçok hastalığın belirtileri toplumumuz tarafından doğaüstü güçlere atfedilen büyü, sihir ve cinlerin meydana getirebildiği durumlarla karıştırılmaktadır...

Psikolojik birçok hastalığın belirtileri, toplumumuz tarafından doğaüstü güçlere atfedilen büyü, sihir ve cinlerin meydana getirebildiği durumlarla karıştırılmaktadır. Bu karıştırma sonucu birçok hastalığın çaresi değişik yerlerde aranmakta, ancak harcanan onca emek, kaynak ve zamana rağmen sorunlara çözüm bulunamamaktadır. Oysa sorunlara önce bilimsel çözümler arama, daha sonra diğer yollara başvurma daha akılcı olacaktır.

“Uykuyla uyanıklık arasında rüya mı değil mi bilemiyorum, siyahlı bir adam geliyor, yatağımın üzerine doğru kapaklanıyor ve beni sıkmaya başlıyor. Nefesim kesiliyor, ellerimi kıpırdatamıyorum, bağırmak istiyorum, ama sesim çıkmıyor. Ölecek gibi oluyorum, bütün bedenimde onun ağırlığını hissediyorum.”

Bu ifadeler 20 yaşında genç bir bayana ait. Tüm uğraşlarına rağmen sorununa çözüm bulamayınca son çare olarak bir psikologa başvurur. Sizlerin de tahmin edebileceği üzere daha önce hocalara gitmiş, büyüden cinlere, efsunlardan muskalara varıncaya kadar her tür ihtimal düşünülmüş; ancak harcanan onca emek, kaynak ve zamana rağmen sorunlarına çözüm bulamamış.

Hastanın anlattıklarında geçen olay, gerçekten de son derece ürkütücü ve insanda sorunun doğaüstü olaylarla ilgili olduğu izlenimini uyandırıyor. Konunun uzmanı olmayan herkes de aynı düşünceyi açığa çıkarabilecek bir durum... Ancak olay düşünüldüğü gibi değil. Sorun doğaüstü unsurlarla (yani cinlerle, büyü ile) ilgili olmayıp tamamen psikolojik... Psikoterapi ile birkaç aylık bir süre içinde bu ve buna benzer rahatsız edici belirtiler tamamen ortadan kalktı ve hasta sağlığına kavuştu.

 

Psikolojik Hastalıklar Büyüyle Karıştırılıyor

Psikolojik birçok hastalığın belirtileri toplumumuz tarafından doğaüstü güçlere atfedilen büyü, sihir ve cinlerin meydana getirebildiği durumlarla karıştırılmaktadır. Aşağıda değinilen belirtiler şizofreniye ait olup belirtilerin nasıl da büyü ya da cinlerin musallatı ile karıştırılabileceğine dikkat edin.

- Yorum yapan, tartışan, telkinde bulunan başkalarının duymadığı sesler duyma (işitsel halüsinasyon),

  • Kendisine dokunulduğunu, sıkıldığını, vurulduğunu hissetme (dokunsal halüsinasyon),

- Çevresinde yabancı insan, hayvan, canlı ya da cansız, hareketli ya da hareketsiz varlıklar görme (görsel halüsinasyon),

- Zaman zaman gerçekleşen bilinç ve hâfıza kayıpları,

- Âniden gerçekleşen kendine ya da çevreye yönelik şiddet davranışları,

- Kendi kendine konuşma ya da söylenme,

- Çevreden kopukluk ve farklı bir âlemde olma durumu,

- Vücut duruşunda heykelsi bir donukluk,

- Vücudunun belli bölümlerinde çökme ya da yükselme olması,

Bu belirtileri, ortalama bir insana söylediğinizde, aklına ilk olarak kişiye büyü yapıldığı ya da cinlerin musallatına uğranıldığı düşüncesi gelecektir. Daha önceki örnektekine benzer şekilde sıra dışı bir tablo olmakla birlikte, bu belirtiler tamamen psikolojik kökenli olup beyinle ilgili psikolojik bir hastalık olan şizofreniye aittir. Bunlar tümüyle psikolojik faktörlerden kaynaklanan ve yine psikolojik tedavi ile ortadan kaldırılabilen sorunlardır.

 

Psikotik Bozukluk

Psikolojide bu tür çizgi ötesi belirtileri ihtiva eden rahatsızlıklar psikotik bozukluk olarak adlandırılmıştır. Bu tür rahatsızlıklar hayal gücü geniş, sezgileri güçlü, metafizik yönleri gelişkin insanlarda yaşam olaylarının getirdiği o negatif etkinin kişinin iç dünyasında meydana getirdiği bozulmaya bağlı olarak ortaya çıkmaktadır. Genetik faktörler kadar çevreden gelen etkenler de rol oynamaktadır. Tedavi edilmediğinde delilik olarak adlandırabileceğimiz noktaya kadar gidebilir.

Tabi burada şu soru insanın aklına gelmekte: “Diğer belirtileri bir kenara koyalım; görüntü, ses ve hisler nasıl oluşmaktadır?” Bütün bunları dışarıda görülen rüya olarak adlandırıyoruz. Bu halüsinasyonlar, normalde uyku evresinde beynin içinde oluşması gereken rüya halinin günlük hayatın içinde güpegündüz görüntülerle, seslerle ve bedenî hislerle vuku bulması halidir. Diğer bir deyişle artık mızrak çuvala sığmamakta ve kişinin iç dünyasında yıllarca birikmiş olan negatif duyguların oluşturduğu o olumsuz etki dışarıya taşmaktadır.

 

Gerçek ve Hayal Birbirine Karışır

Rüyaların; rahatlama, sorunlara çözüm üretme, içsel iletişim, sembolik düşünme, dolaylı ifade gibi son derece önemli işlevleri vardır. Genetik açıdan psikotik yönelimli bir insanın yaşadığı, kökeni çocukluğa dayalı şiddet, hayatî tehlike, büyük korkular, taciz ya da tecavüz gibi sarsıcı travmatik olaylar; anne ve babanın yapması gerekenleri yapmayıp yapmaması gerekenleri yapması sonucu kişiliğin zarar görmesi, kişinin düşünce, duygu ve davranışlarının oluşum süreçlerini olumsuz yönde etkiler. Bu etki ilk aşamada hafif olup gerekli tedbirler alınmaz ise daha sonraki evrelerde daha da ağırlaşır.

İşte bu aşamada rüyalar içeride değil dışarıda, gece değil gündüz yaşanmaya başlanır. Tabii bu durumu yaşayan insan gördüğü, duyduğu ve hissettiği şeyler ile gerçek hayata dair ses, görüntü ve hisleri birbiriyle karıştırmaya başlar. Diğer bir deyişle gerçek ve hayal birbirine karışmıştır.

İşte bu durumu yaşayan insanlar gördükleri, duydukları ve hissettiklerini cinlere ve büyü etkisine bağlama eğilimindedir. Toplum da bu yönelimi destekler ve sorun doğaüstü unsurlara bağlanmış olur. Hâlbuki sorun psikolojik faktörlere bağlı olarak ortaya çıkan sıra dışı belirtilerdir.

Bu belirtilere doğaüstü karakter yüklenmesi çoğunlukla aşağıdaki sebeplerden kaynaklanmaktadır:

- Bu belirtilerin sıra dışı oluşu genel anlamda toplumda yaygın fizyolojik ve psikolojik rahatsızlıklarla benzeşmemesi ona doğaüstü bir karakter yüklenmesine neden olabilmektedir.

- Soruna yapılan dinî içerikli müdahalelerin işe yarıyor oluşu sorunun büyü ya da cinlerle ilişkilendirilmesine neden olabilmektedir.

- Bilimin bu tür konulara yadsıyıcı ve reddedici tavrı insanları uzmanlardan yardım almaktan soğutmakta ve halkımız bu konuda ehliyetsiz kişilere yönelmek durumunda kalmaktadır.

- Kişi ya da yakınları kişinin ruhsal problemler yaşadığı gerçeğini kabullenmek yerine; sorumluluğu kendisi dışındaki doğaüstü unsurlara atmak daha kolaylarına gelmektedir.

- Bu alanda çok büyük bir rantın varlığı istismarcıların onlardan çıkar elde etmeye yönelik tezgâhların kurulmasına neden olmuştur.

- İnsanların bu konularda yeterli dinî bilgiye ve doğru bakış açısına sahip olmayışı din adına yanlış insanlara yönelime neden olabilmektedir.

- Bu konuda geleneksel tedavilerin yetersiz oluşu uzun süreli ağır ilaçların kullanımını içerip psikolojik destek ve psikoterapi içermemesi de insanlarda tatminsizliğe yol açmakta ve farklı arayışlara yöneltebilmektedir.


Ortak Çözüm

Bu sorunun çözümünde her kesime önemli görevler düşmektedir. Âlimler ve yazarlar toplumu bilinçlendirmeli, bu konuda dinin bakış açısının ne olduğu ve bu tür sorunların çözümünde mânevî destek alınabilecek kaynakların neler olduğunun ortaya konulması gereklidir. Psikolog ve psikiyatristlerin toplumda var olan bu yönelimi yadsımak, aşağılamak yerine; halkın dinî hassâsiyetlerini paylaşan, daha saygılı ve kuşatıcı bir yaklaşım sergileyerek bu tür sorunların çözümünde öncelikli merci haline gelmeleri temin edilmelidir. Toplumumuzun da dikkatli, uyanık olup iyice araştırmadan ve seçeneklerinin neler olduğunu iyice anlamadan kulaktan duyma bilgilerle hareket etmemesi faydalı olacaktır.[222]

 

Sihrin/Büyünün Hükmü

Kur’ân-ı Kerim’de Yüce Allah, büyü ile uğraşmayı küfür olarak nitelendirmiştir.[223] Hz. Peygamber de müslümanların büyü ile meşgul olmalarını şiddetle yasaklamıştır. Bir hadislerinde, “Helâk edici yedi şeyden sakının” buyurmuşlar, ashâb, “Bu yedi şey nedir, yâ Rasûlallah?” diye sorduklarında, “Allah'a şirk koşmak, sihir yapmak, haksız yere bir cana kıymak, fâiz ve yetim malı yemek, düşmana hücum esnâsında savaştan kaçmak, iffetli mü’min hanımlara zinâ isnâdında bulunmak”[224] buyurmuştur. Bir diğer hadislerinde de, büyü yapan kimsenin Allah'a şirk koşmuş olacağını bildirmişlerdir.[225] Bir başka hadislerinde ise, sihre inanan, onun doğruluğunu tasdik eden kimselerin Cennete giremeyeceklerini haber vermişlerdir.[226]  

Büyü yapmanın büyük günahlardan olduğu konusunda İslâm âlimleri arasında ittifak vardır. Sihri öğrenmek ve öğretmek de haramdır. Büyüyü meslek edinen ve sihirbazlığı küfre vardıran kimselerin şiddetle cezalandırılması gerektiği kaynak kitaplarda kaydedilmektedir. Yapılan büyü küfrü gerektiriyorsa, bunu yapanın küfre gireceği açıktır. Küfrü gerektirmiyorsa, Şâfiî mezhebine göre, sihir yapan ta’zîr olunur, tevbe etmesi istenilir. İmam Mâlik, “sihir yapan kâfirdir, sihir yapmasından dolayı öldürülür. Tevbe etmesi istenilmez; etse bile kabul olunmaz, mutlaka öldürülür” görüşündedir. Kadı Iyâd’ın bildirdiğine göre, Ahmed bin Hanbel de aynı fikirdedir. Ashâb ve tâbiîn’e mensup birçok âlimin kanaatinin de böyle olduğu nakledilmiştir. İmam Ebû Hanîfe ile İmam Muhammed’in görüşlerine göre, büyü yapan kâfir olur. Böyle bir kimsenin tevbe etmesi istenilmez.[227]                          

Çok eski zamanlardan beri insanlar, gayb âlemini merak etmiş, hakkında bilgi edinmek istemiş, bazı açıkgözler de bunu istismar ederek gâibden haber vermeye başlamışlardır. Eskiden bu işle meşgul olan kâhinler, arrâflar, falcılar, cinciler vardı; günümüzde bunlara ek olarak medyumlar ve ruhçular da var. Bu kişiler, çeşitli yol ve vâsıtalardan istifade ederek insanların geçmişi, geleceği, ruhlar âlemi gibi gayb haberleri vermişlerdir, vermektedirler. Bunlara inanmayanlar yanında, inananlar da vardır. Hâlbuki Peygamberimiz (s.a.s.), Allah’ın en seçkin kulu olmasına rağmen, O’nun hakkında Kur’an diliyle şöyle buyrulmuştur: “De ki: ‘Allah’ın dilemesi dışında ben kendim bir fayda ve zarar verecek durumda değilim. Gaybı/görülmeyeni bileydim, daha çok iyilik yapardım ve bana kötülük de gelmezdi.”[228]; Allah’tan başka hiçbir varlığın gaybı bilmediğini şu âyet kesin bir şekilde ortaya koyar: “De ki: ‘Göklerde ve yerde gaybı, Allah’tan başka bilen yoktur...”[229]

 Peygamber Efendimiz (s.a.s.): “Gayb habercisine (arrâfa, kâhine) inanan kimsenin kırk gün namazının kabul olunmayacağını”[230] haber vermiştir. Yine şöyle buyurmuştur: “Kâhin ve arrâfa inanan kimse, kendisine gönderilen (Kitabı, vahyi) inkâr etmiştir.”[231] Peygamber Efendimiz’e, “ama, bazı söyledikleri doğru çıkıyor” diyenlere, “Allah’a âsi olan cinlerin, edindikleri bazı bilgileri, bir doğrunun yanına yüz yalan katarak bu kâhinlere ulaştırdıklarını, bunlar vâsıtasıyla halkın inancını bozduklarını, onları sapıklığa düşürdüklerini söylemiştir.[232]

Bu kesin deliller karşısında müslümanların, gâipten haber verdiğini iddia eden kimseleri dinlemeleri haramdır.[233] Onlara değer verip, onlara danışmaya, onlardan yardım istemeye gitmenin de haram olduğunda şüphe yoktur.

 

Ruh Çağırma

Günümüzde, özellikle sosyete denilen tabaka arasında yaygın olan ruh çağırma olayı da bir nevi modern kâhinliktir. Birçok tecrübeler, medyumların madde ötesi bir varlıkla temas kurdukları kanaatini vermektedir. Ancak bunun ruh olduğu ve söylediğinin gerçeğe uygunluğu sâbit değildir. Elmalılı merhûmun ifadesiyle “bunların büyük ruhları ve şahsiyetleri çağırıp getirme iddiaları yalan olduğunda şüphe yok ise de, habis ruhları ve sefil şahsiyetleri efsunlayıp topladıkları ve bu sûretle yüce ruhlara zarar vermeye çalıştıkları muhakkaktır.[234] Ruh çağırma seanslarında, gelenin ruh olduğu belli değildir; bunun cin olma ihtimali daha kuvvetlidir. Cin çağırma işi, toplumumuzda öteden beri bilinmekte idi; şimdikiler bunu biraz daha modernize ederek “ruh çağırma” dediler. Aynı zamanda gelen varlığın veya hayalin ya da sesin verdiği haber ve bilgiler, yalan ve yanlış ile karışıktır.

Dinimiz ruh ve diğer madde ötesi varlıklar üzerine ilmî araştırma yapmayı engellemez; aksine teşvik eder.[235] Ancak maddî mânevî menfaat sağlamak gâyesiyle ve İslâm inancına uymayan telâkkîler, anlayışlar içinde bu işlerle uğraşmayı ve mesnedsiz iddialara inanmayı meneder.

 

Kehânet ve Arâfet/Arrâflık

Kehânet, gâibden haber vermek, falcılık, bakıcı­lık etmek demektir. Bu işle uğraşan kimselere de kâhin denir.[236] Kâhin, gizli, geçmiş haberleri bir ne­vi kendi zannı ile (tahmini) haber veren kimsedir. Geleceğe ait haberleri, yine zanna dayanarak haber veren kimseye de Arrâf denir. Bu iki uygulama, bazen hata eder bazen isabet eder.[237] Kâhin lafzı, daha umumi olup, Arrâf lafzının mânâsını da içine alır.[238]

1. Câhiliyede Kehânet ve Arâfet: Câhiliye Arapları arasında kâhin, olağanüstü güçleri olduğuna inanılan, bu güçleri meslek halinde kullanan ve hizmetlerine karşılık ücret alan kimselerdir.[239] Gele­cekte olacak şeyler hakkında haber veren ve sırları bilme iddiasında olan, bu kimselerden bazıları, ken­dilerine haber getiren cinlerden yardımcılarının ol­duğunu zannederler.[240] Bazıları da gaybî şeyleri bir kısım sebeplerin mukaddimâtı ile bildiklerini iddia ederler. Muhetelif çeşitleri olan kehânetin bir kısmı cinlerle ilgilenmekle, bir kısmı tecrübe ile, bir kısmı da yıldızlarla uğraşmak sûretiyle olur.[241] Câhiliye Arapları özellikle kâhinlere saygıyla bakıyorlar, onların sözlerini takdirle karşılıyorlar. Onları, ruhî hastalıkların doktorları olarak görüyor­lardı. Psikolojik sıkıntıların ve ruhî problemlerin hepsinde onlara koşuyorlardı. Sarsıldıklarında, sı­kıntıya düştüklerinde dertlerini onlara anlatıyorlar, onların katında huzur ve marifet olduğunu söylü­yorlardı.[242]

Tarihî kaynaklar, bu inancın Araplar arasında yaygın olduğunu, her mahalleye ait bir kâhinin bu­lunduğunu[243] anlatarak Hicaz bölgesinde bulunan meşhur kâhinlerin isim listelerini vermektedirler. Bunlar arasında: İzzi Selemetü'l-Kâhin, Şıkk bin Enmar, Satıh bin Mazin, Tureyfetü'l-Kâhin, Zebra, Hunafîr bin Te'em, Mûsâ bin Mezûr, Seleme el-Hemedânî, Sevad bin Kaarib, Fatma binti Mürri Has'amiyye zikredilmiştir.[244]

Araplara ait rivâyetle­re dayanarak kâhinler ve kehânet hakkında şu noktaları tesbit edebiliriz:

a) Araplar arasında kâhinliğin dînî bir özelliği yoktur.

b) Kâhinler, soru sahiplerinin sorunları üzerin­de, sözlerini ve cevaplarını, sıcak, coşturucu bir üs­lup içinde söylerler. Konuşmalarının arasına birta­kım imâlar yerleştirirlerdi ki, dinleyiciler, bunların içinden kafalarındaki soruların cevaplarını bulabilirlerdi.

c) Gizli kapalı, secîli imâlar içeren sözleriyle, in­sanlara gaybî olan şeyler hakkında bahsediyorlardı.

d) Onlar, insanları uyutarak ya da insanların kendileri, kuruntuya kapılarak, hatta bizzat kâhin­lerin kendilerinin de dillerinden dökülen secîler ve tevriyeler nedeniyle, onlara tâbi olan cinlerin oldu­ğunu, kendilerine düşen görevde yardımcı oldukları zehâbına kapılıyorlardı. Kendilerini izleyen bu cin­lerin, göklere kulak verip oradan haber çaldıklarını, getirip bu haberleri söylediklerine inanıyorlardı.[245]

Görüldüğü gibi, kâhinlerin ilham kaynağı, cin­ler ve şeytanlar idi. Buna bazı Kur'an âyetleri de delâlet etmektedir.[246] Şöyle ki: "Andolsun ki, gökte burçlar meydana getirdik, onları bakıp temâşâ edenler için süsleyip donattık. Onları, kovulmuş her şeytandan koruduk. Fakat kulak hırsızlığı yapan olursa parlak/alevli bir ateş onu kovalar."[247]; "Onu inatçı her türlü şeytandan koruduk. Onlar, o yüce âlemi asla dinleyemezler.”[248]

Müslim, Abdullah bin Abbas'tan rivâyet edilen bir hadisi şöyle anlatır: Peygamber’in Ensar'dan olan sahâbîlerinden bıri, bana haber verdi ki; kendileri bir gece Rasûlullah ile beraber otururken bir yıldız kaymış da ortalık aydınlanmış. Rasûlullah da onlara: “Câhiliye dev­rinde bunun gibi bir yıldız atıldığı/kaydığı zaman sizler ne derdiniz?” diye sordu. Oradakiler: Allah ve Rasûlü en iyi bilendir. Bizler, bu gece büyük bir kimse doğ­du veya büyük bir kimse öldü der idik, dediler. Rasûlullah: "şüphesiz ki bu yıldız hiçbir kimsenin ölümü ve hayatı için atılmaz. Lâkin ismi çok mübarek ve âlî olan Rabbimiz bir işe hükmettiği zaman Arşı ta­şıyan melekler tesbih ederler. Sonra onların arka­sından gelen semâ ehli tesbih eder. Nihâyet bu tes­bih şu dünya semâsının ehline ulaşır. Sonra Arşı taşıyan meleklerin ardından gelenler, onlara: ‘Rabbimiz ne buyurdu?’ diye sorarlar. Onlar da berikilere Rabbin buyurduğu şeyi haber verirler. Böylece semâlar ahâlisinin bir kısmı diğerinden haber ister. Nihâyet o haber şu dünya semâsına ulaşır. Bu esnada cinler kulak hırsızlığı yapıp süratle bir şey kaparlar da bunu kendi dostlarına ulaştırırlar. Ve bu yıldızla ken­dileri taşlanır. İşte bu vecih üzere, yani kendisinden hiçbir tasarruf yapmadan getirdikleri şey sâbittir ve vâkidir. Lâkin onlar buna yalan karıştırırlar ve artırma yaparlar."[249]

Bu hadiste de açıkça anlatıldığı gibi cinlerin/şeytanların kulak hırsızlığı yaparak getirdikleri bilgileri, kendileriyle ilişki kuran kâhinlere vermektedirler.

Kehânet ve arâfette bulunma vasıtaları; daha çok yıldızlara bakma (Astroloji), kuş uçurma, fal okları çekme, problemleri kâhin'e anlatma, çizgiler çizme, efsun yapma, duâlar okuma (kendilerine has tekerlemeler) gibi işlerdir. Bunun yanında tecrübî bilgiler ve bazı tılsımlardan da faydalanmakta­dırlar.[250]

Kehânet ve arâfet inancı, farklı ifadelere bürünerek ülkemizde de aynı muhtevâyı kapsar tarzda devam etmektedir. Halk arasında bu tür inançlara fazla rağbet edilmekte, cinci, muskacı, efsuncu, üfü­rükçü gibi isimler altında faaliyet gösteren kişilere gidilmekte ve problemlere çözüm aranmaktadır. Ül­kemizde bu işle uğraşan kişiler, halka güven telkin etmek için kendilerine “hoca” ismi vermek sûretiyle bu işleri dînî bir iş gibi takdim ederek, halkın mâne­vî duygularını istismar etmektedirler. [251]

2. Hadislerde Kehânet ve Arâfet/Arraflık: Kâhin kelimesi, Kur'an'da iki yerde geçmekte­dir. Bu âyetlerle Arap kâfirlerinin Hz. Peygamber'e nisbet ettikleri, kâhinlik vasfı reddedilmektedir.[252] Hz. Peygamber'in hadisleri de kehânet ve kâhinliği yermiş, yasaklamış ve reddetmiştir. Kâhinlik yap­mak, içki içmekle, sihir yapmakla günah açısından eşit tutulmuştur.[253] Bazı hadislerde kâhine gitme­nin, onu tasdik etmenin, Hz. Muhammed'e indirile­ni (Kur’an’ı) inkâr etmek demek olduğu belirtilerek, küfürle nitelendirilmiştir.[254] Ayrıca "Hulvanul-Kâ­hin" adıyla, alınan kâhinlik üceretinin de haram ol­duğu, özellikle vurgulanmıştır. [255]

Câhiliye Arapları arasındaki yaygın inançlar­dan teşe'üm, sihir, fal okları gibi, kehânet ve arâfet de Kur’an’ın temel esprisine zıt düşmektedir. Bu açıdan Kur'an ve Sünnet, bu tür inançları ve Al­lah'ın birliği ve mutlak hâkimiyeti konusunda şüp­heye düşürecek her davranışı yasaklamıştır.

Kaynaklar bize kehânetin Nuh Tufanı öncesine kadar uzandığını haber vermektedir.[256] Yunan, Mı­sır, Yemen ve Hicaz gibi beldelerde kâhinlik ve ke­hânet biliniyordu. Kuzey Asya halkları arasında da yaygındı. Şâmân diye bilinen kâhinler, eski Türk kavimleri arasında kam diye de anılırdı. Kam, kâ­hin, sâhir (sihirbaz) mânâlarını ifade ettiği gibi, hâ­zık doktor, âlim, filozof mânâlarına da gelir. Şâmânın birinci görevi kehânette bulunmak, büyü ve efsun yapmak gibi işlerdi. Onların bu işleri, yardımcı ruhlar vasıtasıyla yaptığına inanılırdı. Ruhlar şâmâna yol gösterirler, kuvvet verirlerdi. Kuş şeklinde tasavvur edilen yardımcı ruhlar, göklere çıkan Şâmâna yar­dım ederlerdi.[257]

Görüldüğü gibi, eski Türklerde de değişik isim­lerde, ama tamamen kâhinlerin ve arrâfların fonk­siyonunu yüklenmiş, cinler ve şeytanlar yerine, yar­dımcı ruhlardan bilgi ve yardım aldığına inanılan şahıslar bulunmaktadır.[258]

Kehânet, genel anlamda gelecekten haber vermek demektir. Eskiden Tevhid Dininin, yozlaşarak asıllarını kaybeden ve birer bâ­tıl din haline gelen uzantılarında din adamlarının yürüttüğü bir meslek ol­muştu. Tıpkı bazı tarikat şeyhlerinin “İstihâre Namazı”nı rüya falı haline dönüştürüp bir kehânet aracı haline getirdikleri gibi. Bu mesleği icrâ edenlere, litera­türda “kâhin” denir. Genellikle kurbanların parçalanan organları üze­rinde çeşitli yo­rumlar yapı­larak bu meslek icrâ edilirdi.

Ayrıca fala bakılarak geleceği okumaya da kehânet denilmiştir. Bu iş çok eski çağlardan beri yapılmaktadır ve yukarıda sözü edilen kehânet­ten fark­lıdır. Bunu bir hobi olarak yapanların yanı sıra ücretle fala ba­kanlar da var­dır. Hatta gelecekte yaşanacağını ileri sürdüğü olaylar hakkında kitap yazan­lar bile olmuştur. Yahudî kökenli Fransız tıp doktoru Nostradamus gibi.

İslâm'ın bu konudaki yargısı kesindir: Gelecekten haber vermek bâtıldır ve yasaktır. Falcı ve kâhin de aynen büyücü gibi kâfirdir. Bunlara, yani bunların verdikleri gaybî haberlere inanan da kâfirdir.

Hava raporları, uzay raporları ve sismik öngörüler gibi ilmî tah­min­leri elbette ki kehânet'in dışında tutmak gerekir. Çünkü bunlar, hem bir­takım araçlara ve ince hesaplara dayanmaktadır; hem önceden hayat ve tabiat hakkında bazı sonuçlar elde ederek insanlığı bundan ya­rarlandır­mak gibi olumlu amaçlar gütmektedir; hem de adı üstündedir: “Tahmin”den iba­rettir. [259]

 

Fal ve Falcılık

Eskiden yazılı oklarla, günümüzde yıldız, kahve, bakla, iskambil kâğıdı gibi vâsıtalarla yapılan falcılık da bir nevi gâipten haber vermedir; çünkü gelecek (müstakbel) gaybdır; bu sebeple her nevî falcılık ile bunlara inanmak haramdır.[260]

Nazarlık, Nal, Muska vb. Kullanmak

Birden ortaya çıkan veya sebebi bilinmeyen hastalıklara yakalanmamak veya tedâvi etmek üzere başvurulan birtakım tedbirler vardır; nazarlık, at nalı, at kafası, çeşitli muskalar takma, kurşun dökme, tütsü yapma bunun bazı örnekleridir. Bunlar, tıp yönünden bir faydası olmadığı, üstelik bâtıl inançları devam ettirdiği için haram kılınmışlardır. Peygamberimiz (s.a.s.) nazarlık kullanmayı menetmiş, bu gibi şeyleri asan kimselerin bey’atlerini kabul etmemiştir.[261]

Uğursuz Saymak

İnsanlar, eskiden beri bazı yer, zaman, şahıs ve şeyleri uğursuz veya uğurlu saymışlar, bu inanca göre karar verdikleri, hareket ettikleri olmuştur. Hiçbir ilmî ve dinî esasa dayanmayan bu inanç İslâm’da reddedilmiş, uğur veya uğursuzluğu insanların kendi inanç ve davranışlarında aramaları istenmiştir. Hz. Peygamber (s.a.s.), buna benzer başka inanışları da zikrederek şöyle buyurmuştur: “Hastalığın bir başkasına geçmesi, uğursuzluk, (ölü ruhunun temsilcisi) baykuş, karındaki yılan diye bir şey yoktur; cüzzamlıdan -arslandan kaçar gibi- kaçın.”[262] Hadisin başında “hastalığın birinden diğerine geçmesi (sirâyet, salgın) diye bir şey yoktur” derken, sonunda cüzzamlıdan uzak durulması” emrolunuyor. Hadis açıklayan bilginler burada biri inanç, diğeri davranış ile ilgili iki noktanın bulunduğunu söylemişlerdir;

a) İnanç: Hastalığı yaratan, insanı hasta eden, bunu belli kanunlara bağlayan Allah’tır. Bir hasta ile temas eden iki kişiden biri hastalığa yakalanıp diğeri sağlıklı kalabilir; bu Allah’ın irâdesine bağlıdır.

b) Davranış; Salgın hastalığın birinden diğerine geçmesi Allah’ın takdir ettiği, yarattığı bir tabiat kanunudur. Hasta ile temas, hastalanmanın sebebidir; sebepleri olaylara bağlayan Yaratıcı, bunu böyle dilemiştir; şu halde insanın bu sebeplerden kaçınması gerekir  (“Hastalıklı hayvanları, sağlıklı hayvanlara katmayı” meneden Buhârî hadisi de aynı hükmü desteklemektedir.)

Câhiliyye devrinde Araplar baykuşun, ölünün kemikleri veya ruhundan meydana geldiğine, insanın karnında bir yılanın bulunduğuna ve aç kalınca insanı öldürdüğüne, ürküttükleri hayvanların sağ veya sollarından karşı yöne gidişlerine göre uğur veya uğursuzluğa inanırlardı. Hadis bunların da aslı astarı bulunmadığını bildirmektedir. Bazı gün, şahıs, eşya ve yerleri uğursuz saymak, ölüm veya felâketten söz ederken kulak çekip tahtaya vurarak korunmaya çalışmak da aslı astarı olmayan inanç ve davranışlar arasındadır. Buhârî’nin bir başka rivâyetinde “kadın, ev ve binekte uğursuzluktan” bahsedilmiştir. Fakat bu hadisin baş tarafını Hz. Âişe annemiz açıklıyor: Peygamberimiz’in (s.a.s.) câhiliyye âdetlerini söylediğini, “onlar, bu üç şeyde uğursuzluk bulurlardı” dediğini açıklıyor.

 

Uğurlu saymak

Rasûl-i Ekrem (s.a.s.), uğursuzluk inancını reddederken “en iyisi, uğurlu saymaktır (fe’l, tefe’ül)” buyurmuş, “Tefe’ül nedir yâ Rasûlallah?” dediklerinde; Herhangi birinizin duyduğu güzel, hayırlı bir sözdür”[263] cevabını vermiştir. Buna göre bir kimsenin iyi bir söz duymasını, bir şeye yönelince ilk olarak “başarı, esenlik, mutluluk” gibi bir kelime işitmesini uğurlu saymasında mahzur yoktur. Uğur inancının hedefi, insanların hayatlarını, mânâsız ve mesnetsiz vehimlere göre değil; gerçeklere göre düzenlemesi ve idare etmesidir.[264]             

 

 

RASÛLULLAH’A BÜYÜ YAPILDI MI?  

Büyücüler, Öyle Bir İddiada Bulunmuşlar ki, O Doğru Olsa, Kendi Tezleri Doğru Çıkacak

Başta Buhârî ve Müslim olmak üzere, hadis kitaplarında Peygamberimiz’e (s.a.s.) büyü yapıldığına dair rivâyetler vardır. Önce bu rivâyetleri görelim: 

Hz. Âişe şöyle demiştir: “Benî Zureyk yahûdilerinden Lebîd bin el-A’sam adlı bir kimse, Hz. Peygamber’e büyü yaptı. O kadar ki, Rasûlullah bir şeyi yapmadığı halde kendisine onu yaptığı hayali gelirdi. Nihâyet günün yahut gecenin birinde Rasûlullah (s.a.s.) duâ etti, sonra tekrar duâ etti, sonra tekrar duâ etti; sonra bana şöyle dedi: “Yâ Âişe, kendisinden fetvâ istediğim şey hakkında Allah’ın bana fetvâ verdiğini bildin mi? Bana iki kişi geldi, birisi başucumda, diğeri de ayakucumda oturdu. Daha sonra başucumda oturan ayakucumda oturana yahut ayakucumdaki başucumdakine: ‘bu zâtın rahatsızlığı nedir?’ diye sordu. O da: ‘Büyülenmiştir’ diye cevap verdi. Öteki. ‘Ona kim sihir yapmıştır?’ diye sordu. Diğeri de: ‘Lebîd bin el-A’sam’ cevabını verdi. Sonra: ‘Büyü hangi şeye yapılmıştır?’ dedi. Öteki: ‘Bir tarakla, saç döküntüsüne ve bir de erkek hurma tomurcuğunun içine’ dedi. Diğeri: ‘O büyü nerededir?’ diye sordu. Öteki: ‘Zû Ervân kuyusunda’ diye cevap verdi.” Hz. Âişe dedi ki: ‘Daha sonra Rasûlullah ashâbından bazı kimselerle beraber oraya gitti. Sonra bana: “Yâ Âişe! Vallahi o kuyunun suyu kına ıslatılmış gibi kırmızımtırak, etrafındaki hurması da şeytanların başları gibiydi” dedi. Bunun üzerine ben: ‘Yâ Rasûlullah, sen o sihri çıkarıp yakmadın mı?’ diye sordum. Rasûlullah: “Hayır, Bana Allah âfiyet verdi. İnsanlara bir kötülük getirmekten çekindim. Emrettim de o kuyu kapatıldı” buyurdu.” [265]

Hz. Peygamber’e sihir yapıldığından bahseden diğer bir rivâyet, Zeyd bin Erkam’dan (r.a.) nakledilmiştir. Ahmed bin Hanbel tarafından kaydedilen bu rivâyet de şöyledir: Zeyd bin Erkam’dan, “Yahûdilerden bir adam Rasûlullah’a sihir yaptı. Bunun üzerine Hz. Peygamber birkaç gün rahatsız oldu. Nihâyet Cebrâil (a.s.) gelerek Rasûlullah’a: ‘Sana yahûdilerden bir adam büyü yaptı. Bir ipe düğümler atarak filan kuyuya attı, oraya o sihri çıkartıp getirecek bir adam gönder’ dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber Hz. Ali’yi gönderdi. Hz. Ali de o ipi çıkararak getirdi ve çözdü. Bundan dolayı Hz. Peygamber sanki bağlarından çözülmüş gibi rahatladı. Bunu o yahûdiye söylemediği gibi, ölünceye kadar onun yüzünü de görmedi.”[266] En-Nesâî’nin Zeyd bin Erkam’dan yaptığı bu konudaki rivâyetinde ise sihri çıkarmak üzere gönderilen kimsenin Hz. Ali olduğu belirtilmemiştir. [267]

 

Peygamberimize Atfedilen Sözler Birbirleriyle Çelişir mi? Ama, hem de kaç yönden çelişen rivâyetler sahih olamaz. Bu konudaki rivâyetlerde şu yönlerden çelişkiler ciddi boyuttadır. 

Kuyuya kimin gittiği hususunda farklı görüşler vardır.

Kuyudaki muskaya ne yapıldığına dair rivayetler birbirini tutmaz.

Çıkarılan muskaya ne yapıldığı da karışıktır.

Sihrin etkisinin ne kadar sürdüğü de tartışmalıdır.

Büyüyü yapanın kim olduğu üzerinde de ittifak edilememiştir.

Büyü sonucunda peygamberimizin nasıl hastalandığı da tartışmalıdır.

 

 

Rivâyetler Arası Çelişkiler

  • Kuyuya Kim Gitti?
  1. Rivâyetlerin bir kısmında kuyuya bizzat Rasûlullah’ın (ashâbıyla birlikte) gittiği geçmektedir. Misâl: Yukarıya almış olduğumuz varyantta şöyle geçmektedir: “Daha sonra Rasûlullah ashâbından bazı kimselerle beraber oraya gitti.”[268]
  1. Ali’yi gönderdiğine dair rivâyetler. Misal: “Cibrîl Rasûlullah’a geldi ve şöyle dedi: ‘Yahudilerden filanca sana sihir yaptı ve seni büyülemek için düğümler attı.” Bunun üzerine Rasûlullah onu aldırmak için Hz. Ali’yi gönderdi.[269]
  1. Kimi gönderdiğini belirtmeden sadece başkalarını gönderdiğinden bahseden rivayetler. Misal: “Sonra Allah ona yahudilerin yaptığı şeyi bildirdi. O da kuyuya adam gönderdi ve içinde sihir yapılmış bulunan düğümler çıkarıldı.”[270]
  • Kuyudaki Muskaya Ne Yapıldı?

Kuyuya kimin gittiğinde farklılıklar olması yanında, muskaya ne yapıldığında da aynı durum sözkonusudur.

  1. Muskanın kuyudan çıkarıldığını zikreden rivayetler. Misal: “Hz. Peygamber kuyuya geldi ve onu çıkardı.” [271] Peygamber emretti ve muska çıkarıldı.[272]
  1. Muskanın kuyudan çıkarılmadığını zikreden rivayetler. Misal: “Hz. Âişe sordu: “Muskayı çıkardınız mı?” Rasûlullah da “hayır” dedi.[273]
  • Çıkarılan Muskaya Ne Yapıldı?

Rivayetlerde çıkarılan muskanın ne yapıldığını takip ettiğimizde farklılıklara (çelişkilere) rastlamaktayız.

  1. Sadece muskanın getirildiği ve Rasûlullah’ın bağdan kurtulmuş gibi kalktığı: Rivayetlerin bir kısmında muskanın getirildiği ve Rasûlullah’ın bağdan kurtulmuş gibi kalktığı zikredilir. Ancak, muskanın ne yapıldığına temas edilmez. Misal: “Rasûlullah adamlar gönderdi, gidip muskayı çıkardılar. Muska Rasûlullah’a getirildi. Rasûlullah sanki bağlardın kurtulmuş gibi rahatladı.”[274]
  1. Rasûlullah’ın muskayı açmadığı ve Allah Teâlâ’nın kendisine şifa verdiğini söylemesi: Hadisin Buhârî’deki tüm tariklerine ve Müslim’e baktığımızda, hiçbirisinde Rasûlullah’ın sihirden kurtulmak için rukye yaptığı ve Muavvizeteyn sûrelerini okuduğu geçmez. Rasûlullah’ın bu rivayetlerde söylediği şudur: “Hayır! Bana gelince Allah bana âfiyet ihsan etmiş ve şifa vermiştir.”[275]
  1. Rasûlullah’ın muskadaki düğümleri çözdüğü ve bağdan kurtulmuş gibi kalktığı. Misal: “Rasûlullah muskayı aldırmak için Hz. Ali’yi gönderdi. O da onu çıkarıp getirdi. Rasûlullah ondaki düğümleri çözmeye başladı. Her düğümü çözüşte bir hafiflik hissetti. Düğümleri çözdükten sonra Rasûlullah bağdan kurtulmuş gibi rahatlayıp kalktı.”[276]
  1. Rasûlullah’ın Felak ve Nâs sûrelerini âyet âyet okuyarak muskadaki düğümleri çözdüğü. Hadis kitaplarının hiçbirinde Rasûlullah’ın Felak ve Nas sûrelerini okuyarak düğümleri çözdüğünü hadis kitaplarında bulamadık. İbnu’l Cevzî’nin belirttiği gibi, bu rivayet tefsir kitaplarında nakledilmiştir.[277] Misal: “Hz. Ali ile Ammar kuyuya geldiler. Kuyunun suyu sanki kınayla boyanmış gibiydi. Suyunu boşalttılar. Ardından taşı kaldırıp altından bir hurma kapçığı çıkardılar. Bir de baktılar ki üzerinde on bir tane düğüm var. Bu arada Felak ve Nâs sûreleri nâzul oldu. Rasûlullah bunları okumaya başladı. Her bir âyet okuyuşunda bir düğüm çözüldü. Nihayet düğümlerin hepsi çözüldü ve Allah’ın Peygamberi hanımlarına, yeme-içmeye yöneldi.[278]
  • Sihir Ne Kadar Sürdü?

Sihir hadisinin tariklerine baktığımızda ne kadar sürdüğünün çok farklı geçtiğini görürüz:

  1. Birkaç gün sürdü. Bir rivayette şöyle geçer: “Yahûdilerden bir adam Rasûlullah’a büyü yaptı. Bu sebeple birkaç gün rahatsızlandı.”[279]
  1. Kırk gece sürdü. El-İsmâilî’nin belirttiğine göre, Ebû Damre’nin rivayetinde böyle geçmektedir.[280]
  1. Altı ay sürdü. Ahmed bin Hanbel’in bir rivayetinde şöyle geçer: “Rasûlullah altı ay müddetle hanımlarıyla beraber olmadığı halde olduğunu sanıyordu.[281]
  1. Bir yıl sürdü. Abdurrezzak’ın bir rivayetinde bu halin bir yıl devam ettiği zikredilir. İfade şöyledir: “Rasûlullah Hz. Âişe’ye bir yıl yaklaşamadı.”[282]
  • Büyüyü Yapan Kim?
  1. Birinde büyü yapan Lebîd’in yahûdi olduğu,
  1. Diğer rivayette yahûdilerin antlısı (onlarla antlaşmalı) bir münâfık olduğu,
  1. Bir başkasında ise Peygamber’e hizmet eden bir yahûdi çocuğunun, Peygamber’in tarağındaki kılları ve tarağının dişlerini alıp yahûdilere verdiği, yahûdilerin de bunları Lebîd’e verdiği anlatılır.

Bu konuda Hz. Âişe'den gelen rivayetlerin birçoğunda, sihir yapan kimsenin Yahudi Lebîd b. el-A’sam olduğuna dair bir bilgi yoktur. Bu hadislerde sadece Hz. Peygamber'e büyü yapıldığından bahsedilmektedir.[283]

  • Büyü Sonucunda Peygamberimiz Nasıl Hastalandı?
  1. Konuyla ilgili hadisleri rivayet eden ravilerin tamamı, Peygamber’in (s.a.s.) durumunun karmaşık hale geldiğini söylemiş değillerdir. Aksine bu ifade, hadise daha sonraları eklenmiş olup hadisin aslında mevcut değildir.[284]
  1. Hadisin bazı rivâyetlerinde "sihirlenmesi dolayısıyla, Hz. Peygamber'e bir şeyi yapmadığı halde o işi yaptığı hayali gelirdi" denir.
  1. Bazılarında ise hanımlarıyla cinsel ilişkide bulunmadığı halde yaklaştığını zannettiği söylenir.

Olayı rivayet etmesi ve kendisinden yorum yapmaması beklenen râvi Süfyân b. Uyeyne de, "İşte bu, büyüden meydana gelebilecek rahatsızlı­ğın en şiddetlisidir" demektedir.[285]

Bu konuda Peygamberimizin kendi ağzından söylediği bir söz yok iken, onun başından geçenleri, ne çok kimse ve kendi farklı yorumlarını katarak neler söylememişlerdir? Hz. Âişe, Peygamberimizin diğer eşleriyle münasebet yapmadığı halde yaptı zannettiğini nereden ve nasıl bilebilir? Kendisi ve Peygamberimizin diğer eşleriyle ilgili bu tür çok mahrem hususları insanlara niye yayma ihtiyacı hisseder?

Sağlam, sahih bir hadiste bu kadar çelişki olur mu? Aynı hadisin farklı rivayetlerinde bu kadar çok çelişki olması, söz konusu rivâyetlerde zabt yönünden bazı kusurların mevcut olduğunu hatıra getirmektedir. Yani, râvîlerin olayı iyi zapt edemedikleri ortaya çıkmaktadır. Bu kusur da, hadisin sıhhatine ciddi anlamda zarar verir. Bu denli çelişki içeren ve râvilerinin zapt kusuru olan hadisler delil olamaz, hele akaidde kesinlikle delil teşkil etmez. Hele Kur’an’a muhalif hususlar içeriyorsa, hiç mi hiç itibara alınmaz.

Allah’ın Rasûlünü, Allah’ın koruma sözüne rağmen Yahudilerin büyüsüne kapılacak kadar zavallı bir konuma düşürmek bir Yahudi hilesi değilse, Müslümana yakışmayan bir hamakat olsa gerek…

Zeyd bin Erkam’dan nakledilen ve Ahmed bin Hanbel ile Nesâî tarafından kaydedilen son rivayette, düğümler atılarak sihir yapılan ipin kuyudan çıkarılıp getirildiği, “bu düğümler çözülünce, Hz. Peygamber’in sanki bağlarından kurtulmuşçasına ferahladığı”ndan söz edilmektedir. Bu ifade, Buhârî’nin de aralarında olduğu kaynaklardaki başka bir hadis rivâyetinde Fâtiha okuyarak üflenen bir delinin bağdan çözülür gibi olduğundan, aynı kelimelerle söz edilmektedir.[286] Bu durumda, bir yahûdinin yaptığı büyünün, Hz. Peygamber’de bir delide gözlenebilecek bir tesir meydana getirebileceğini, doğrusu insanın gönlü kabul edemiyor.

Felak ve Nâs sûrelerinin nüzul sebebi olarak, bazı müfessirler bu konudaki hadis rivâyetlerini gösterirler. Peygamberimiz’in, kendisine yapıldığı ileri sürülen büyüden kurtulması için bu iki sûrenin indiği iddia edilir. Bu âlimlere göre bu sûreler Medine’de nâzil olmalıdır. Çünkü Peygamberimiz’e büyü yaptığı ileri sürülen Lebîd bin el-A’sam, Medine’li bir yahûdidir ve meydana geldiği ileri sürülen bu olayın, hicretten çok sonra olduğunu (hicrî 7. yılda) rivâyet sahipleri belirtir. Ancak, Felak ve Nâs sûreleri Mekkîdir, Fîl sûresinden sonra Mekke’de nâzil olmuştur. Bu durumda Hz. Peygamber’e sihir yapıldığından bahseden mezkûr rivâyetlerin bu sûrelerin inmesiyle herhangi bir ilgisi söz konusu değildir. 

Mu’tezile, bu konuyla ilgili rivâyetleri Hz. Peygamber’in ismetine aykırı olduğu gerekçesiyle tamamen reddetmiştir. Ehl-i sünnet’e mensup bir kısım âlimler, sihrin hakikatinin olmadığını, büyü adına görülen şeylerin bâtıl birtakım hayaller olduğunu söylemişlerdir. Bunlar arasında Ebû Ca’fer Esterebâzî ile Hanefî âlimlerden Ebû Bekr er-Râzî de vardır. Zâhirîlerden İbn Hazm’ın da bu görüşte olduğu kaydedilmektedir. Dolayısıyla bu âlimler de, bu rivâyetlerin sahih olmadığını kabul etmektedirler.

Sihirle İlgili Hadis Rivâyetlerini Kabul Etmeyenler

Mu’tezile sihri, sihirle ilgili hadisleri kabul etmez. Sihrin hakikati olmadığını, bir hayalden ibaret olduğunu, bu sebeple Rasûlullah üzerinde etkisi olmadığını iddia ederler. Örneğin Şeyhu’l-Mu’tezile Ebûbekr el-Esam (201/816), Kur’an naslarına muhâlif gördüğü için sihir hadisini kabul etmez. Ebû Hanife’nin de (150/767) Mu’tezile gibi düşündüğü rivayet edilir.[287] İbn Hazm (456/1064), Şâfîlerden Ebû İshak el-Esterâbâdî, Hanefilerden el-Cessâs diye ma’ruf Ebûbekr er-Râzî de (370/981) sihir hadisini kabul etmez. Kâfirlerin uydurması olan bu haberleri nakledenlerin kıssaclar ve câhil hadisciler olduğunu söyler. Onların bunları boş işlerle uğraşan ahmaklarla alay etmek ve peygamberlerin mûcizelerini inkâra sevk etmek için uydurduklarını belirtir.[288] Hadisi kabul etmeyenlerden bir kısmı ise bunun yahudilerce uydurulduğunu söylerler.[289]  

 

 

Cessâs’ın Görüşleri

“Sihirbaz ise nereye varsa kurtuluşa eremez.”[290]

Cahil kimseler, sihirbazların bu anlatılanlardan daha tuhaf ve daha feci şeyleri yapabileceklerine de inanırlar. Şöyle ki: Onlar, Hz. Peygamber’e (s.a.s.) sihir yapıldığına, sihrin onu çok etkilediğini, hatta “Ben bir şeyi yapmadığım ve söylemediğim halde o şeyi yapmışım veya söylemişim gibi hayal ediyordum” dediğini iddia ederler.

Yahudi bir kadın, hurma çiçeğinin kabuğu, tarak ve bez parçası içine koyduğu sihir malzemesini bir kuyunun dip taşının altına yerleştirmişti. Bu sihir oradan çıkarıldıktan sonra Peygamber (s.a.s.), kendisine ârız olan o halden kurtulmuştu. Cenab-ı Allah, Peygamber (s.a.s.) hakkında ortaya attıkları bu iddianın sahipleri olan kâfirleri yalanlama bağlamında şöyle buyurmuştur:

 

“Zâlimler, (inananlara): “Siz ancak büyülenmiş bir adama uyuyorsunuz” dediler.”[291]

 

Cessas diyor ki: Bu gibi rivayetler, aşağılık ve değersiz cahillerle oynamak, onları ‘peygamberlerin mucizeleri meğer boş şeylermiş’ demeye sürüklemek, o mucizelere dil uzattırmak ve peygamberlerin mucizeleriyle sihirbazların yaptıkları işler arasında bir fark olmadığına, hepsinin aynı türden şeyler olduklarına inandırmak için inançsız kimseler tarafından uydurulmuştur. Tuhaftır ki bazı kimseler, hem peygamberleri tasdik edip onların gösterdikleri mucizelerin gerçek olduğuna inanırlar, hem de sihirbazların yaptıkları bu gibi şeylerin doğruluğuna inanırlar. Oysa Yüce Allah “Sihirbaz ise nereye varsa kurtuluşa eremez”[292] buyurmuştur. Bu inançta olanlar, Cenab-ı Allah’ın yalanladığı, iddiasının asılsız olduğunu, tuttuğu yolun yol olmadığını bildirdiği kimseleri doğrulamış olmaktadırlar.

Cahilliği sebebiyle Yahudi kadının, yapacağı sihrin Peygamber’in (s.a.s.) bedenine etki edeceğine inanarak ona sihir yapmış olması mümkündür. Ama Cenab-ı Allah, onun sihri gizlediği yerden Peygamber’i (s.a.s.) haberdar etti. Kadının da yaptığı kötülükten dolayı cehaletini ortaya çıkardı. Kadın, Peygamber’in (s.a.s.) bu sihrin etkisinden kurtulduğu takdirde nübüvvetini ispatlamış olacağını düşünerek bunu yapmıştı. Yoksa bu sihir, ona zarar versin ve durumunu karmaşık hale getirsin diye yapmış değildi.

 

Diğer taraftan konuyla ilgili hadisi rivayet eden ravilerin tamamı, Peygamber’in (s.a.s.) durumunun karmaşık hale geldiğini söylemiş değillerdir. Aksine bu ifade, hadise daha sonraları eklenmiş olup hadisin aslında mevcut değildir.

Peygamberlerin mucizeler ile hayallere kaptırmaya ilişkin anlattığımız diğer şeyler arasındaki farkı şöyle açıklayabiliriz: Peygamberlerin mucizeleri kendi hakikatleri üzeredir. İçleri dışları gibidir. Üzerlerinde ince bir tefekküre daldığınızda, sahihliğini ve gerçekliğini daha iyi kavrarsınız. Bütün yaratılmışlar onların emsallerini ve benzerlerini getirmeye çabalasalar bunu başaramazlar. Sihirbazların allayıp pullayarak eşyayı olduğundan farklı göstermeye çalışmaları ve hayal oyunları, gerçekliği olmayan asılsız şeyler göstermek için yapılan bir nevi hile ve ince oyunlardır. Sihirbazların olduğundan farklı gösterdikleri şeyler, derin bir tefekkür ve araştırma neticesinde anlaşılır. Bunu öğrenmek isteyen herkes, çabalama neticesinde herhangi bir sihirbaz kadar öğrenebilir ve onun yaptıklarının benzerini yapabilir.[293]

Peygamberimiz’e Sihir Yapılmadığına, Yapılmışsa Tesir Etmediğine Dair Deliller

Bu Hadis Rivâyetleri Peygamberimize Büyü Yapıldığına Delil Olmaz. Çünkü;

Kur’an’a Terstir:

Müşriklerin Peygamberimiz’e “meshûr = büyülenmiş” dediklerini ve bu ithamların kesinlikle yanlış olduğunu Kur’an vurgular.

Peygamberimiz, mecnûn (cinlenmiş, cinler tarafından deli edilmiş) de değildir.

Kur’an, Peygamberimiz’i insanların şerlerinden Allah’ın koruyacağını net biçimde ifade ediyor.

Sihir ve büyü yapanlar iflâh olmaz, başarılı olamaz.

Kur’ân-ı Kerim’de Peygamberimize büyü yapıldığına dair en küçük bir işaret bile yoktur. Tam tersine, Ona büyü yapılmadığına dair kesin deliller vardır. Yukarıda belirttiğimiz şekilde birkaç hadis rivayetinden başka bu hususta hiçbir delil yoktur. O hadis rivayetleri delil olur mu, bakalım:

Bu Hadis Rivâyetleri Peygamberimize Büyü Yapıldığına Delil Olmaz. Çünkü;

 

 

1) KUR’AN’A TERSTİR

a- Müşriklerin Peygamberimiz’e “meshûr = büyülenmiş” dediklerini ve bu ithamların kesinlikle yanlış olduğunu Kur’an vurgular: “...Zulmedenler dediler ki: ‘siz olsa olsa, ancak büyülenmiş (meshûr) bir adama uymaktasınız.’ Bir bakıver; senin için nasıl örnekler verdiler de böylece saptılar. Artık onlar hiçbir yol da bulamazlar.”[294]; “Biz onların seni dinlediklerinde ne için dinlediklerini, gizli konuşmalarında da o zâlimlerin ‘siz büyülenmiş (meshûr) bir adamdan başkasına uymuyorsunuz’ dediklerini çok iyi biliriz.” [295]

Sihri kabul etmek, müşrikleri tasdik etmek demektir. Eğer Rasûlullah’a sihir yapıldığı kabul edilecek olursa bu, sihrin onun aklını etkilediği, ruhunda hâkimiyet sağladığı anlamına gelir. Bu ise, müşriklerin ona büyülünmiş diye iftira atmalarını değil, doğru söylediklerini kabul etmeyi neticelendirir. Başkaları için bile sihrin etki etmesi doğru olmadığı halde, peygamberimizin Kur’an’la sâbit olan sihirlenmiş olmadığı hükmü kabul edilmemiş olur. Başkaları için sihir mümkün bile olsa, Onun için olamaz, çünkü Allah onu korumuş ve onun sihirlenmiş olmadığını belirtmiştir. 

 

b- Peygamberimiz, mecnûn (cinlenmiş, cinler tarafından deli edilmiş) de değildir:“ (Ey Muhammed!) Sen öğüt ver. Rabbinin nimetiyle sen ne bir kâhinsin, ne de cinlenmiş bir deli. Yoksa onlar ‘Muhammed bir şâirdir; onun, zamanın felâketlerine çarpılmasını gözetliyoruz’ mu diyorlar?”[296]; “(Rasûl’üm), sen -Rabbinin nimeti sâyesinde- mecnun değilsin.”[297]; “(Sizin yakînen tanıdığınız) arkadaşınız (Muhammed) mecnun değildir.”[298]

c- Kur’an, Peygamberimiz’i insanların şerlerinden Allah’ın koruyacağını net biçimde ifade ediyor. “...Allah seni insanlardan korur.” [299]; “O alay edenlere karşı Biz sana yeteriz.”[300]

d- Sihir ve büyü yapanlar iflâh olmaz, başarılı olamaz: “...Yaptıkları, sadece bir büyücü hilesidir. Büyücü nereye varsa iflâh olmaz, başarıya ulaşamaz”[301]

Kur’an’a ters düşmesi yetecektir delil olarak, ama maalesef yetmiyor, Selefî olduğunu iddia edenler bu şekilde âyetlerden delil getirdiğimiz ve rivayetlerin âyetlere ters düştüğü belirtildiği zaman, Kur’an’a teslim olup semi’nâ ve eta’nâ (duyduk ve uyduk) diyeceklerine; “siz hadis inkârcısısınız” diye ithamlarda bulunmanın dayanılmaz hafifliğini yaşıyor. Öyleyse, o hadis rivayetlerini de ele alıp incelemek gerekiyor.

2) PEYGAMBERLİK SIFATINA TERSTİR

Bu Hadis Rivâyetleri Peygamberimize Büyü Yapıldığına Delil Olmaz. Çünkü;

Peygamberlik Sıfatına Terstir:

Peygamberlerin emîn/güvenilir olmaları

Ismeti, korunması

Eğer Hz. Peygam­ber'in aklında bir karışıklık olsaydı, Onun, kendisine indirilmeyen bir şeyin nâzil oldu­ğunu zannetmesi sözkonusu olurdu.

a- Peygamberlerin emîn/güvenilir olmaları: Peygamberler emîn, güvenilir şahsiyetlerdir. Peygamberimiz, kendisine büyü yapıldığından dolayı, ne yapıp yapmadığını bilmeyen ve aylarca bu hali devam eden zavallı bir kimse konumuna düşer ki, böyle bir kimsenin otoritesi olmaz, sözü dinlenmez, davet ve tebliğini uygun şekilde yapamaz.

b- Ismeti, korunması: “Ey peygamber! Rabbinden sana indirileni tebliğ et! Eğer bunu yapmazsan O’nun mesajını iletmemiş olursun. Allah seni insanlardan koruyacaktır. Şüphe yok ki Allah kâfirler topluluğunu hidayete erdirmez.”[302]

c- Eğer zannettikleri gibi Hz. Peygam­ber'in aklında bir karışıklık olsaydı, Onun, tebliğ etmediği bir şe­yi tebliğ ettiğini veya kendisine indirilmeyen bir şeyin nâzil oldu­ğunu zannetmesi sözkonusu olurdu.

3) HADİS RİVÂYETLERİ İNCELENDİĞİNDE DELİL OLAMAYACAKLARI KESİN ŞEKİLDE BELLİ OLUYOR

Bu Hadis Rivâyetleri Peygamberimize Büyü Yapıldığına Delil Olmaz. Çünkü;

Hadis Rivâyetleri İncelendiğinde Delil Olamayacakları Kesin Şekilde Belli Oluyor:

Peygamberimize Büyü Yapıldığı İddiasının Felak-Nâs Sûrelerinin Nüzul Sebebi Olmadığı,

Bu Rivâyetlerin Hepsi Âhad Haberdir.

Hadis Rivâyetleri Arasında Çelişkiler Var

Tarihî Vâkıaya Ters Düşmesi

Zarar Verme ve Zararı Kaldırma Kudreti Kime Aittir?

Allah, Peygamberine Yahudi Büyücüye Karşı Niye Yardım Etmedi?

 

a- Peygamberimize Büyü Yapıldığı İddiasının Felak-Nâs Sûrelerinin Nüzul Sebebi Olmadığı: Geçmişte, bu rivayetleri Felak ve Nâs sûrelerinin nüzul sebepleri arasında gösteren bazı mûfessirler olmuştur. Bu âlimlere göre bu sûreler Medine'de nazil olmuştur. Çünkü Lebîd b. el-A'sam adlı şahsın yaptığı bu büyü olayı Medine dö­neminde meydana gelmiştir.[303] Müfessirlerin çoğu bu sûrelerin Mekke döneminde indirildiğini kaydetmekte­dirler.[304] Bu durumda Hz. Peygamber'e sihir yapıldığından bahseden anılan rivayetlerin, bu sûrelerin inmesiyle herhangi bir ilgisi söz konusu değildir. Hz. Peygamber'e sihir Medine'de yapıldığına, Felak ve Nâs sûresi de Mekke'de nâzil olduğuna göre, bu sûrelerin Hz. Peygamber'e büyü yapılmasından dolayı nâzil olduğu hususu doğru olmamalıdır.

 

b- Bu Rivâyetlerin Hepsi Âhad Haberdir. Peygamberimiz’e büyü yapıldığından bahseden bu rivâyetlerin sadece Hz. Âişe ve Zeyd bin Erkam’dan (r.a.) gelen âhad haberler olduğu görülmektedir. Kur’ân-ı Kerim mütevâtirdir ve sihrin hayalden, göz aldatmadan ibaret olduğu, büyücülerin nerede olsa başarılı olamayacağını ve Allah’ın Rasûlünü insanlardan koruyacağını ve onun meshur, sihre uğrayan bir kimse olmadığını beyan ettiğini biliyoruz. Âyete ters düşen bir rivayet sahih olmaz. Sahih kabul edilse bile âhad haberlerin akîde konusunda delil olmayacağı sözkonusudur. Âyetlere tümüyle zıt olan bir durumu kabul etmek, âyetleri yalanlamak demektir. Bir mü’min Allah’ı, Allah’ın âyetlerini yalanlayamayacağına göre, âyetlerle bağdaşmayan bir hadis rivayetinin Peygamberimize nisbetinin doğru olmadığını kabul etmek gerekir.    

 

c- Hadis Rivâyetleri Arasında Çelişkiler Var: Bu konudaki hadis rivâyetleri çelişkilerle doludur. Birinde büyü yapan Lebîd’in yahûdi, ötekinde yahûdilerin antlısı (onlarla antlaşmalı) bir münâfık olduğu; bir başkasında ise Peygamber’e hizmet eden bir yahûdi çocuğunun, Peygamber’in tarağındaki kılları ve tarağının dişlerini alıp yahûdilere verdiği, yahûdilerin de bunları Lebîd’e verdiği anlatılır. Bu konuda Hz. Âişe'den gelen rivayetlerin birçoğunda, sihir yapan kimsenin Yahudi Lebîd b. el-Asam olduğuna dair bir bilgi yoktur. Bu hadislerde sadece Hz. Peygamber'e büyü yapıldığından bahsedilmektedir.[305] Bazı hadislerde "Sihirlenmesi dolayısıyla, Hz. Peygamber'e bir şeyi yapmadığı halde o işi yaptığı hayali gelirdi" denir. Bazılarında ise hanımlarıyla cinsel ilişkide bulunmadığı halde yaklaştığını zannettiği söylenir. Olayı rivayet etmesi ve kendisinden yorum yapmaması beklenen râvi Süfyân b. Uyeyne de, "İşte bu, büyüden meydana gelebilecek rahatsızlı­ğın en şiddetlisidir" demektedir.[306] Kimi rivayetlerde bir zaman verilmezken, bir rivayete göre ise, Hz. Peygamber'in bu rahatsızlığı yaklaşık altı ay kadar sür­müştür.[307] Konuyla ilgili hadisleri rivayet eden ravilerin tamamı, Peygamber’in (s.a.s.) durumunun karmaşık hale geldiğini söylemiş değillerdir. Aksine bu ifade, hadise daha sonraları eklenmiş olup hadisin aslında mevcut değildir.[308]

Zeyd bin Erkam’dan yapılan bu rivâyetlerde büyüyü kuyudan çıkarmak için Hz. Ali’nin veya bir başka sahâbînin gönderildiğinden söz edilirken; bu konuda Hz. Âişe’den yapılan yukarıda kaydedilen hadislerde ise, Hz. Peygamber’in yanına ashâbından bazı kimseleri alarak sihrin bulunduğu kuyuya kendisinin gittiğinden bahsedilmektedir.

 

d- Tarihî Vâkıaya Ters Düşmesi: Hz. Peygamber’e hangi yahûdi çocuğu, ne zaman hizmet etmiştir? Gâyet ihtiyatlı hareket eden, kendisine gelen İbrânîce mektupları dahi, güvenmediğinden dolayı yahûdilere okutmamak için Zeyd bin Sâbit’e İbrânîceyi öğrenmesini emreden Peygamber (s.a.s.) bir yahûdi çocuğunu nasıl harîm-i ismetine alır? Ona hizmet edecek pek çok müslüman evlâdı varken -ki bunlardan biri de Enes bin Mâlik’tir- yahûdi çocuğunun hizmetine gerek duyulmuş mudur?

Tarihte Peygamber’e hizmet eden bir yahûdi çocuğu bilinmediği, siyerle ilgili hiçbir kitapta bundan bahsedilmediği gibi, Peygamber’in altı ay büyülenmiş şekilde anormal bir tarzda hasta yattığı, hâşâ ne yaptığını bilmez bir şaşkınlık içine düştüğü de bilinmemektedir. Bu rivâyetlerin, büyünün etkisini desteklemek ve insanları bundan korkutmak amacıyla ortaya atıldığında şüphe yoktur.

Hz. Mûsâ karşısında başarısızlıkları ortaya serilen büyücülerin Muhammed aleyhisselâm’a karşı başarılı olmaları da düşünülemez. 

e- Zarar Verme ve Zararı Kaldırma Kudreti Kime Aittir? Allah, bir kâfire, bir yahûdiye mü’minlerin liderine, bir peygambere ciddi bir zarar verme kudretini vermiş ve bu kimse, yine büyü ile verdiği zararı kaldırma kudretine sahip ise, bu durumda zarar verme ve zararı giderme kudretinin Allah’a ait olmasının özelliği, ayrıcalığı kalmaz. Allah’ın kâinattaki değiştirilemez kanunları demek olan Sünnetullah, cinlere, cincilere, büyücülere üstünlük vermez, dilediklerine yarar, dilediklerine zarar verebilecek gücü vermez. Bu kudret, sadece Allah’a aittir. “Allah sana bir sıkıntı verirse, onu O'ndan başkası gideremez. Sana bir iyilik dilerse O'nun nimetini engelleyecek yoktur.”[309]; “Oysa onunla (öğrendikleri sihir bilgisiyle) Allah'ın izni olmadıkça hiç kimseye zarar ulaştıramazlardı. Buna rağmen kendilerini zarara uğratacak ve yarar sağlamayacak şeyi öğreniyorlardı.”[310]  

f- Allah, Peygamberine Yahudi Büyücüye Karşı Niye Yardım Etmedi? Allah’ın mü’minlere yardım vaadi olduğu halde, Peygamberini yardımsız bırakmadığı halde, bütün hayatı kâfirlerle mücadeleyle geçen rasûlüne muska yapıldığını Allah (eşleriyle aralarında problem çıkınca, eşlerinin yaptıklarını kendisine haber verdiği gibi) niye ona baştan haber vermedi, onu bir müddet kâfirlerin eline bıraktı? Hanımının yaptığında olduğu gibi, olanı ona niye bildirip yapanı cezalandırma imkânı sağlamadı da günlerce bu sıkıntıyı çekmek zorunda kaldı?

Bu Hadis Rivâyetleri Peygamberimize Büyü Yapıldığına Delil Olmaz. Çünkü;

Bir İslâm Düşmanı Yahûdi, Peygamberimize Düşmanlık Yapıp Aylarca Onun Zarar Görmesini Sağlayacak, İslâm, Devlet Olduğu Halde Bu Kimseye Hiçbir Ceza Uygulamayacak, Olur mu Böyle Bir Şey?

Bu Hadislerin Sahih Olmadığını İddia Eden Âlimlerin Varlığı,

Büyünün Hiçkimseye Etki Etmeyeceğini Söyleyen Âlimler Var, Onların Görüşüne Ters

Birçok Müfessir ve Âlime Göre Bu Rivâyetler Delil Olmaz.

Senedlerindeki Râvîlerde Ârızalar Var

g- Bir İslâm Düşmanı Yahûdi, Peygamberimize Düşmanlık Yapıp Aylarca Onun Zarar Görmesini Sağlayacak, İslâm, Devlet Olduğu Halde Bu Kimseye Hiçbir Ceza Uygulamayacak, Olur mu Böyle Bir Şey? Sihir küfür kabul edilir ve İslâm müctehidlerinin çoğuna göre sihirbazın katli gerekirken, peygamberimiz kendisine karşı böyle bir suç işleyen bir yahudiye devlet başkanı olduğu halde, hiçbir ceza vermemesi, insanları ifsad eden, peygambere ve devlet başkanına büyük çapta zarar veren kimseye karşı hiçbir yaptırım uygulanmaması, hatta peygamberimizin “bir daha yapma!” gibi bir nasihat bile etmemesi, nasıl mümkün olur? 

  h- Bu Hadislerin Sahih Olmadığını İddia Eden Âlimlerin Varlığı: Meselâ Cessas şöyle der: Bu gibi rivayetler, aşağılık ve değersiz cahillerle oynamak için inançsız kimseler tarafından uydurulmuştur. Bu inançta olanlar, Cenab-ı Allah’ın yalanladığı, iddiasının asılsız olduğunu, tuttuğu yolun yol olmadığını bildirdiği kimseleri doğrulamış olmaktadırlar.[311]

  İmam Mâtüridî’den nakledildiğine göre Ebu Bekr Esâm, burada, rivayet edilmiş olan sihir hadisi metruktür, çünkü bunda kâfirlerin Aleyhissalâtu ve's-Selâm'a meshûr demelerinin sıdkı (büyülenmiş demelerinin doğruluğu) lâzım gelecektir. Bu ise Kur’an-ı Azîmü'ş-şân'ın nassına muhaliftir, demiş ve Mu'tezile bu fikirde ısrar etmiş ve sihirden etkilenmenin mansıb-ı Nübüvvete yakışmayacağını söylemişlerdir."[312]

Hanefî âlim Ebû Bekr el-Cessas, söz konusu rivâyetlerin mülhidlerin bir uydurması olduğunu söylemektedir.[313]

 

i- Büyünün Hiçkimseye Etki Etmeyeceğini Söyleyen Âlimler Var, Onların Görüşüne Ters: Ehl-i sünnet âlimlerinden İmam Ebû Hanife, Ebû Bekir er-Râzî el-Cessâs, İbn Hazm, Ebû Câfer el-Esterebâzî ve benzer âlimlerin, ortak görüşü olarak; “büyünün aslı yoktur. Hepsi göz boyamadan ve insanları aldatıp kandırmadan ibarettir. Büyü, kimseye etki etmez” denildiğine göre, Peygamberimize büyü yapılıp etki ettiğine dair rivâyet sahih olmamış oluyor.

 

k- Birçok Müfessir ve Âlime Göre Bu Rivâyetler Delil Olmaz. O Âlimlerden Bazılarını ve Gerekçelerini Görelim:

 

Cessas: (Peygamberimize yapıldığı iddia edilen sihir olayını anlatarak, şunları söyler:) Bu gibi rivayetler, aşağılık ve değersiz cahillerle oynamak için inançsız kimseler tarafından uydurulmuştur. Bu inançta olanlar, Cenab-ı Allah’ın yalanladığı, iddiasının asılsız olduğunu, tuttuğu yolun yol olmadığını bildirdiği kimseleri doğrulamış olmaktadırlar.[314]

 

Elmalılı Hamdi Yazır: "... Bu rivayetlerin hepsinin sıhhati kabul edildiği takdir­de bile, Resülullah'a velev bir an için olsun bir sihir yapılmış ol­duğuna mutlaka itikadın vücübunu ifade edecek kuvveti hâiz de­ğildir. Zira esas itibariyle haber-i âhad hududunu geçmiş değil­lerdir. Haber-i âhad'ın sıhhati ise itikadın cevazını ifade etse bile, vücübunu ifâde eylemez. Hâlbuki bunda itikadın vücûbu şöyle dursun, Kur’an'ın nassına muhâlif olduğundan dolayı câiz bile olamayacağına kail olanlar vardır. Peygamber'e bir sihir yapıldığına ve O'nun hasbelbeşeriyye ondan biraz müteessir ve müteellim olduğuna itikad etmek câiz olabirse de vâcib değildir."[315] (Peygamber’e büyü yapıldığına O’nun beşer olması hasebiyle ondan biraz etkilenip biraz acı duyduğuna inanmak, câiz olabilirse de vâcib değildir)

 

Seyyid Kutub: “Peygamberimiz (s.a.s.) hakkında -sahih, fakat mutevâtir olmayan- bazı hadisler rivâyet edilmiştir... Evet, bu türlü rivâyetler var. Fakat bu zayıf rivâyetler peygamberliğin fiil ve tebliğlerindeki “ismet” sıfatına muhâlif düşmektedir. Peygamber’in (s.a.s.) her sözü ve her hareketi birer sünnettir ve şeriattır. Bu itikat esasıyla o hadislerin bağdaştırılması mümkün değildir. Müşrikler Peygamberimiz’e büyülenmiş, sihir yapılmış bir kimse gözüyle bakınca Allah Teâlâ derhal âyet inzal buyurarak onda sihir ve büyü gibi şeylerin bulunmadığını haber verdi. Mezkûr hadisler Kur’an’daki bu habere de muhâlif düşmektedir. Onun için bu rivâyetler uzak görülmektedir. İnanç ve akîde ile ilgili meselelerde bu türlü “âhad” hadislerle hükmolunamaz. Akaidde yegâne kaynak Kur’an’dır. Hadis kaynaklarına gelince; inanç mevzûunda sadece “mütevâtir” olan hadislerle amel edebiliriz. Mezkûr hadisler ise mütevâtir değildir. Bütün bunların dışında şunu da belirtelim ki, Felak ve Nâs sûrelerinin Medine’de nâzil olduğuna işaret eden zayıf rivâyetlerin yanında, Mekke’de nâzil olduğuna dair çok daha kuvvetli rivâyetler vardır; tercih edilen rivâyetler de bunlardır.”[316]

M. izzet Derveze: “Sûrenin Mekke’de nâzil olduğu doğru olunca, Peygamber’in sihirlenmesi hakkında sûrenin peşinden getirilen ve özellikle sûrenin bu yüzden indiğini söyleyen diğer rivâyetler kökten yıkılmış ve sûrenin hedefleri hakkında bizim belirttiklerimizin doğruluğu ortaya çıkmış olmaktadır… Biz sûrenin, (Peygamber’in) sihirlenmesi hakkında Hz. Âişe’den naklen Buhârî ve Müslim’in rivayet ettiği hadis karşısında hayret ediyoruz.”[317] demektedir.

 

Muhammed el-Gazâlî: Rivayeti kabul etmeyen muâsır el-Gazâlî şöyle der: “Buhârî dahi rivayet etse, bu doğru değildir. Buhârî’nin rivayetine göre, Lebid bin A’sam, Hz. Peygamber’e sihir yapmış ve bunun üzerine Muavvizeteyn sûreleri nâzil olmuştur. Şimdi soruyorum, elimizdeki mushaf Muavvizeteyn’in Mekke’de nâzil olduğunu söylüyor. Sihir hâdisesi ise Medine’de vuku bulmuştur. Kime inanalım; Buhârî’ye mi, Mushaf’a mı? Peki, uyuduğu halde, kalbi sürekli Allah ile beraber olan bir peygamber, nasıl olur da bir yahûdinin sihrinden etkilenir? Bu, aklın kabul edeceği bir söz değildir.”[318]

 

Halil Günenç: Hadisi tenkit eden Halil Günenç başta Sahihayn olmak üzere hadis kitaplarında geçen, yapmadığı şeyi yapıyormuş gibi gelmesi durumunu kabul etmez ve şöyle der: “Müfessirlerin ifade ettikleri üzere Rasûlullah’a (a.s.) büyü yapılmış ve bunun sonucunda da rahatsız olmuşlardı. Ancak olayda bazı abartmaların da olduğu muhakkaktır. Çünkü Rasûlullah’ın nakledildiği gibi aklî dengesi hiçbir zaman bozulmamış, yapmadığı şeyi yapmış ya da söylemediği bir şeyi söylemiş gibi bazı hayallere de kapılmamıştır. Bütün bunlar, birer yalan ve iftiradır. Eğer iddia edildiği gibi bir durum sözkonusu olsaydı, Rasûlullah’ın (a.s.) söz ve fiillerine itibar edilmezdi. Kaldı ki bu durum vahiy ile vahiy olmayan şeylerin birbirine karışmasına yol açacağından müslümanlar için hüccet teşkil etmesi mümkün olmazdı. Oysa böyle bir durum yoktur ve tamamıyla uydurmadır.”[319]

 

Fahrettin Yıldız: Tefsirlerin çoğunda yer alan bir rivayete göre, Medine Yahudilerinden Lebid ibn el-A’sam ve kızları, on bir düğüm bağlayıp bunlara üfürerek Peygamber’e büyü yapmışlar, sûre de bu münasebetle inmiş. Bu ve buna benzer diğer rivayetlerin hiçbiri, sûrenin iniş sebebi olamaz. Çünkü bu sûre, Medine’de değil, Mekke döneminde inmiştir. Ayrıca bu sûreyi oluşturan ayetler, yalnızca büyücülerle ilgili de değildir; tam aksine sûrede yaratıkların tümünün, kötü ve karanlık işler yapan bütün insanların şerrinden Allah’a sığınmak emredilmiştir. Öyleyse sûrenin inişinin, bu rivayette anlatılan büyü olayı ile doğrudan bir ilgisi yoktur. Bunlar, büyük bir ihtimalle büyü ve nazarın etkisini desteklemek, insanları bunlarla korkutmak amacıyla ortaya atılmış rivayetlerdir ve doğru değildir. Eğer bu rivayetler doğru kabul edilirse, Müşriklerin Peygamber’e “büyülenmiş” demelerinin de doğru olması gerekir. Hâlbuki Allah, Elçisine büyülenmiş diyenlerin sözlerini reddetmektedir.

Peygamber’e (s.a.s.) büyü yapıldığına ve onun bundan etkilendiğine dair bazı hadisler vardır. Ancak bu hadisler, “Peygamber’in (s.a.s.) Allah tarafından korunacağını” ve “büyücülerin nereye varsalar başarılı olamayacaklarını” açıkça belirten ayetlerle örtüşmediğinden, Peygamber’e sihir yapıldığına değil, yapılmadığına inanmak gerekir.[320]

M. Sait Şimşek: Muavvizeteyn olarak bilinen bu iki sûrenin, Peygamberin sihirlenmesi üzerine indirildikleri birçok müfessir tarafından ileri sürülmektedir. Konuyla ilgili rivâyetler, sihrin Peygamber üzerindeki etkisinin müddetine dair farklı rakamlar verseler de, onun yapmadığı şeyleri yaptığını sanacak kadar sihrin etkisinde kaldığını anlatmaktadır. Etkilenme müddetini altı aya çıkaran ve muhaddislerce sahih kabul edilen rivâyetler vardır.

Rivâyetlerde iddia edildiği gibi gerçekten Peygamber, yapılan sihrin etkisinde kalmış mıdır? Geçmişte de günümüzde de bazı âlimler, nakledilen bu rivâyetlerin, İsrâ sûresinde geçen ve Kur’ân-ı Kerim’in kesin olarak reddettiği müşriklerin: “Siz ancak sihirlenmiş birine tâbi oluyorsunuz.”[321] şeklindeki iddialarıyla paralellik arz ettiğini söyleyerek reddetmişlerdir.[322]

 

Konuyla ilgili rivâyetlere yapılan bu tür itirazları cevaplamaya çalışanlar, rivâyetleri kurtarmak için birtakım yorumlar yapıyorlarsa da sihir, bedenin biyolojik yapısına değil; kişinin akıl ve muhâkemesine zarar verdiğinden, Peygamber hakkında bunu kabul etmek, vahiy olmayanla vahyi karıştırabileceğini kabul etmek sonucunu doğurur. Allah peygamberlerini bu gibi durumlardan korumuştur.”[323]  

 

Muhammed Abduh: İctimâî tefsir ekolünün kurucusu olarak kabul edilen Muhammed Abduh da bu rivâyetlerde anlatılanları kabul etmenin, İsrâ sûresinin 48. âyetinde dile getirilen müşriklerin iddialarını kabul etmek anlamına geldiğini belirtmektedir. Peygamberliğin ne olduğunu bilmeyenlerin ancak böyle bir iddiada bulunabileceklerini söyleyen Abduh, söz konusu rivâyet sahih olsa bile âhad haber olduğunu, itikat ve Peygamberin masumiyeti gibi bir konuda bu tür hadislere itibar edilemeyeceğini söylemektedir.

Abduh, mukallitlerin sihir hadisini kabul etmelerinden Allah’a sığınır. Kur’an’ın, sihri Rasûl’den nefyetmesiyle ilgili olarak şöyle söyler: Müşriklerin bu iftirayla ne kasdettikleri zâhirdir. Çünkü onlar şeytan, Muhammed’e hulûl etmiştir (musallat olmuştur) diyorlardı. Şeytanın hulûl etmesi ise, onlarca sihir olarak görülüyor ve sihrin bir çeşidi olarak kabul ediliyordu. Bu tür sihir ise Lebid’in yaptığı söylenen sihrin neticesinin aynısıydı. Çünkü bu mukallidlerin iddialarına göre, Lebid Peygamber’in aklını ve düşünme yeteneğini karıştırmıştı. İtikad edilmesi gereken ise, Kur’an’ın kesin olduğudur. Çünkü o tevâtür yoluyla masum olan bir zat kanalıyla bize kadar gelmiştir. İnanılması gereken de, Kur’an’ın isbat ettiğinin tasdik edilmesi, nefyettiğinin kabul edilmemesidir. Kur’an ise Rasûlullah’ın sihirden uzak olduğunu beyan etmiş, onun sihirli (sihirlenmiş) olduğu sözünü de Rasûlullah’ın düşmanları olan müşriklere nisbet etmiş, onları bu bâtıl iddiaları yüzünden kınamıştır. Öyleyse rasûlullah asla sihre kapılmamıştır. Eğer onların iddia ettikleri gibi, Rasûlullah’ın aklı karışmış olsaydı, bu durumda tebliğ etmediği bir şeyi tebliğ ettiğini, kendisine inzal olunmamış bir hususu inzal olunmuş sanması câiz olurdu.[324]

Reşid Rızâ: Buhârî’deki bazı hadislerin metinleri illetten uzak değildir. Bu illetler hadisçilerin sıraladıkları mevzû hadislerin bazı alâmetlerine uymaktadır. Rasûlullah’a sihir yapıldığı hadisi gibi.[325]  

 

Muhammed Ammâre: Rivâyeti kabul etmeyen Muhammed Ammâre de şöyle demektedir: “Hiç kimse âhad bir haberi kendi görüşüne ve aklına ters düştüğü için reddetmemiştir. Reddedenler, sübûtu kat’î bir Kur’an âyetine ya da Peygamber açıklamasına ters düştüğü için karşı çıkmışlardır. Ben, sihir ve Garânîk gibi hadisleri reddederken, tıpkı Muhammed Abduh gibi Kur’an’da (müşriklere atfedilen) “siz ancak sihir yapılmış birine tâbi oluyorsunuz.” âyetine dayanıyorum.[326]

 

Süleyman Ateş: "Peygamber eğer yapılan büyünün etkisinde kalıp yapmadığını yaptı zannedecek kadar bir aklî denge bozukluğuna uğrarsa, ne O'nun masumluğu, ne de vahiylerin korunma garantisi kalır. Peygamber böyle kusurlardan uzak, münezzehtir."[327]

 

h- Senedlerindeki Râvîlerde Ârızalar Var. Metin tenkidi yönüyle tümüyle ârızalı olan bu rivâyetler, sened tenkidi yönüyle de problemlidir.[328]

Hz. Peygamber'e büyünün tesir ettiğini kabul ettiğimiz­de karşımıza çıkacak bir problem de şudur: Daha önceki bö­lümde kaydedildiği üzere sihrin bir kısmının cinlerle irtibat yoluyla, onları kullanarak yapıldığı ileri sürülmektedir. Bu id­diada bulunanlara göre cin, sihir yapılan kimseye gelerek onu etkilemekte, çarpmakta, hastalandırmaktadır. Biz bu hususun isbâtının mümkün olmadığını kaydetmiştik.

Bazı sahih hadislerde de, Hz. Peygamber'in, Yüce Allah'ın izniyle şeytanın şerrinden emin olduğu haber verilmek­tedir.[329]

Burada hemen kaydetmek gerekirse, Zeyd b. Erkam'dan (r.a.) bu hususla ilgili olarak gelen rivayetleri de bu doğrultu­da değerlendirmemiz gerektiği açıktır. Bu rivayet­lerde sihrin Hz. Peygamber üzerindeki tesirini anlatmak için kullanılan lafızların O'nu (s.a.s.) bir deliyle aynı konumda gösterdiğine daha önce işaret etmiştik. Hz. Peygamber hak­kında böyle bir durumu kabul etmek mümkün değildir. Yine bu hadislerde de zabt kusuru olduğu çok açıktır. Çünkü hadis âlimleri katında daha sahih konumda olan Buhârî ve Müs­lim'in bu konudaki rivayetlerine aykırılıklar vardır. Kanaatımizce bunlar da ravilerden kaynaklanmaktadır.

Bu konudaki hadis rivâyetleri doğru olsa; büyücülerin, bütün peygamberlere, sâlihlere zarar vermeye, kendilerine büyük mülk sağlamaya güç yetirebilmeleri gerekir. Allah, Peygamber’e “büyülenmiş” diyenleri reddetmektedir. Bu rivâyet doğru olsa, müşriklerin Hz. Peygamber hakkındaki bu sözlerinin doğru olması gerekir ve kendisi bu kusurla illetli olur. Bu ise Peygamberlik makamı için câiz değildir. Peygamber’e büyü yapıldığı kabul edilirse, Peygamberin getirdiği tüm şeriatten şüpheye düşülebilir. Muhâlifleri, cin ve büyü aracılığıyla Rasûlullah’a istediklerini söyletip yaptırabilir. Rasûlullah’ın getirdiklerinin ne kadarının Allah'a ait olduğu, ne kadarının sihir etkisiyle söyletene ait olduğu bilinemez.      

 

Felak sûresinin âyetleri, bir tek âyet hâriç, büyücülerle ilgili değildir. Bu sûredeki âyetler, karanlıktan, hasetçilerden, her türlü yaratıkların şerrinden Allah'a sığınmayı emretmektedir. Bundan sonra gelen Nâs sûresinde de insanlara kötülük aşılayan, onları kötü yollara sürmeye çalışan insan ve cin vesvecilerinden Allah'a sığınmak emredilmektedir. Bütün rivâyetler, Felak ile Nâs sûrelerinin beraber indiğini söylemektedir. Cin ve insan vesvesecilerinden Allah'a sığınmayı emreden Nâs sûresinin bu rivâyetlerde anlatılan büyü olayıyla bir ilgisi yoktur.

Allah, Peygamberini insanların zarar ve şerlerinden koruyacağını vaad etmiştir.[330] Peygamber (s.a.s.), eğer yapılan büyünün etkisinde kalıp, yapmadığını yaptı, yaptığını yapmadı zannedecek kadar bir aklî denge bozukluğuna uğrarsa, ne onun mâsumluğu, ne de vahiylerin korunma garantisi kalır. Peygamber (s.a.s.) elbette böyle kusurlardan uzaktır, münezzehtir. Kur’an, Peygamber’e büyülenmiş diyenleri “zâlimler” diye nitelendirmektedir. “O zâlimlerin, ‘siz büyülenmiş bir adama uyuyorsunuz!’ dediklerini biliyoruz...”[331] “O zâlimler: ‘Siz, sadece büyülü bir adama uyuyorsunuz’ dediler...”[332] Peygamber’e meshûr, yani büyülü, büyüye uğramış diyen kimseler zâlim olduklarına göre, Peygamber’e büyü yapıldığı hakkındaki bu rivâyetlerin hepsi zâlimlerin anlatımıdır. Bunu çıkarıp uydurdukları senet zinciriyle Peygamber’in (s.a.s) seçkin bir sahâbesine dayandıranlar, müslüman görünseler de, gerçekte Peygamber düşmanı yalancılardır. Bir müslüman, Kur’an’a tamamen ters olan, Peygamber’in mâsumluğunu/korunmuşluğunu dinamitleyen bu yalanlara nasıl inanır?

Sihrin etkisini kabul eden bilginlerin anlatımına göre esas büyü, cinlerin etkisiyle olur. Büyücü, yaptığı tılsımlarla kötü cinleri etkisi altına alıp büyülemek istediği kişiye kötülük yaptırır, aklını çeldirir, sağlığını bozar ve benzeri kötü işler yapar. Yani, büyünün tesirini kabul edenlere göre, büyünün kötü etkisini yapan, cinlerdir. Büyülü kişi, cinlerin etkisi altına girer. İsrâ sûresinin 47, Furkan sûresinin 8-9. âyetleri Peygamber’in büyülü olmadığını, ona büyü yapılmadığını, onun bu tür iftiralardan uzak olduğunu belirttiği gibi; Peygamber’in asla cinli olmadığını, cinin etkisi altına girmediğini bildiren birçok âyet de[333] bu büyü yalanını reddetmektedir. [334]

Tüm rivâyetlerdeki ifadelere göre, bir yahûdi Hz. Peygamber’e sihir yaparak, halk arasındaki deyimiyle O’nun erkekliğini bağlamış, hanımlarına yaklaşamamasını temin etmiştir. Büyü yoluyla, Hz. Peygamber üzerinde böyle bir etki meydana getirilebildiğini kabul etmek mümkün görünmüyor. Bu hususu doğru kabul etmek, yahûdi, kâfir ya da müşriklerin sihir/büyü yoluyla Hz. Peygamber üzerinde istedikleri etkiyi meydana getirebildikleri düşüncesine kapı açar. Büyü yoluyla Hz. Peygamber altı ay boyunca iktidarsızlaştırılabildiği durumda O’nun mübârek hanımları olan annelerimize kocalık haklarını yerine getiremiyor, onların cinsel arzu ve ihtiyaçlarını gideremiyordu gibi iftiralara varacak yanlış düşünce ve ithamlara yol açabilecek tehlikede bir bühtandır.

Hz. Peygamber’e sihrin etki ettiğini kabul ettiğimizde karşımıza çıkacak bir problem de şudur: Sihrin bir kısmının cinlerle irtibat yoluyla, onları kullanarak yapıldığı ileri sürülmektedir. Bu iddiada bulunanlara göre cin, sihir yapılan kimseye gelerek onu etkilemekte, çarpmakta, hastalandırmaktadır ki, bunun isbâtı mümkün değildir. Geriye diğer bir yol kalıyor ki, o da, cin ya da şeytanların vesvese/telkin yoluyla bir kimseyi etki altına almalarıdır. Her iki yolla da Hz. Peygamber’e, sihir yapılarak, cinler kullanılarak sihirbazlarca tesir edilmesi söz konusu olamaz. Rasûlullah’a, cinlerin ya da şeytanların çarpmasını, ya da telkinde bulunmasını, kendilerinin bundan etkilenmelerini kabul etmek mümkün değildir. Buna peygamberlik makamı engeldir, bunu tartışmaya gerek yoktur; yukarıda zikredilen konuyla ilgili âyetlere aykırıdır. Yine bazı sahih hadislerde de, Hz. Peygamber’in Allah’ın izniyle şeytanın şerrinden emin olduğu haber verilmektedir. [335]        

Buhârî ve Müslim'in Sahihlerinde veya Kütüb-i Sitte'nin içinde yer alan bazı eserlerde nakledildikleri için bunları sahih kabul etme mecburiyetinde olmaları söz konusu değildir. Bu, Kütüb-i Sitte'yi, ya da Buhârî ve Müslim'in Sahîh'lerindeki tüm hadisleri reddet­mek, onların hiçbirinin sahih olmadığını ileri sürmek demek değildir. Ancak ortada Hz. Peygamberin ismet sıfatına doku­nan bir durum söz konusudur ve bu husus bu rivayetlerden kaynaklanmaktadır. Günümüzde Garânîk olayı, ya da Selman Rüşdi'nin Şeytan Âyetleri (Satanic Verses) gibi Hz. Peygamber'in ismetine yönelik saldırılara malzeme veren, Kur’an-ı Kerîm üzerinde şüpheler doğmasına yol açan, ilhâd ve küfre, ateizme, İslâm'a saldırı için destek olan bu tür rivayetleri[336] günümüz müslümanlarının, okuyan-düşünen, araştırıp mu­kayese yapan aydınlarının, gençlerinin sahih kabul etmeleri beklenemez. Onlara, binbir sıkıntı ve zahmetle te'vîl ve yorumlar yapmaya çalışılan, çoğunda da muhatabı tatmin et­mediğini gördüğümüz bu tür rivayetlere dayalı bir Peygamber imajı sunmaya kimsenin hakkının olmadığı açıktır. Bu konuda anlaşıl­maz bir muhafazakârlığa da gerek olmadığı kanaatindeyiz.

 

Hz. Peygamberi ve onun ismetini (Kur’an’la sâbit olan, onun insanlardan korunduğunu), Kur’an-ı Kerîm'i ve onun güve­nilirliğini mi savunacağız, yoksa bu tür rivayetleri mi? Artık günümüzde müslüman âlimlerinin buna bir karar vermelerınin vaktinin geçmekte olduğu hususunu açıklamaya gerek yoktur. Bu görüşlerin asla Hadis ve Sünnet'i reddetme anlamı­na gelmeyeceği açıktır. Rasûlullah'ın Sünnet'i, İslâm'ın ikinci temel kaynağıdır, Hz. Peygamber de Kur’an-ı Kerîm'i tefsir et­mede en yetkili kimse olup, aynı zamanda Kur’an'ın ilk müfessiridir. Davranışları Allah tarafından müslümanlara güzel bir örnek gösterilerek, benimsenip örnek alınması emredilmiş yüce bir önder, bir ufuk şahsiyettir. Tabii ki Sünnet'siz İslâm olamaz, İslâmî bir hayat yaşanamaz. Bu hususu tartışmaya hiçbir şekilde gerek yoktur. Sünnet'i red ve inkâr, İslâm'ı, Kur’an'ı red ve inkârdan başka bir şey de değildir. Ancak bızim burada işaret etmek istediğimiz nokta, geçmişte Buhârî'yi, Müslim'i ya da eserleri Kütüb-i Sitte içeresinde yer alan Tirmizî, Ebu Dâvud, Nesâî ve İbn Mâce'yi tenkîd eden bazı İs­lâm âlimlerinin bu tenkidlerinde büsbütün haksız olup olma­dıkları hususudur. Kur’an'a ve Hz. Peygamber'in ismet sıfatı­na aykırı düşen bu şekildeki rivayetlerden dolayı Kütüb-i Sit­te müelliflerini tenkîd eden bu âlimler, fikrî ve ilmî açıdan günümüz şartları gözönünde bulundurulduğu takdirde bu tenkîdlerinde pek de haksız sayılmazlar. Aksine bu konularda tıtiz davranmalarının ne kadar yerinde olduğu açıkça ortaya çı­kar.

Mu'tezile, yukarıda kaydettiğimiz konuyla ilgili rivayetleri Hz. Peygamber'in ismetine aykırı olduğu gerekçesiyle tamamen reddetmiştir. Kadı Abdülcebbâr bu konuda şunları söylemiştir: "Cenâb-ı Hak, “Allah seni insanlardan korur', 'Büyücü ne­reye varsa iflah olmaz” buyurduktan sonra, bu rivayetler nasıl doğru kabul edilebilir? Bunları kabul etmek peygamberliğe söz getirir. Eğer bu doğru olsa, büyücülerin, bütün peygamberlere, salihlere zarar vermeye, kendilerine büyük mülk sağlamaya güç yetirebilmeleri gerekir. Bunlar bâtıl şeylerdir. Allah, Peygamber'e 'Büyülenmiş' diyenleri reddetmektedir. Bu rivayet doğru olsa, müşriklerin Hz. Peygamber hakkındaki bu sözlerinin doğru ol­ması gerekir ve kendisi bu kusurla illetli olur. Bu ise caiz değil­dir.[337]

Sihrin sâbit ve yukarıda kaydedilen rivayetlerin sahih olduğunu ileri süren bir kısım âlimler ise, aksi görüşte olanla­rı bid'atçılıkla suçlamışlardır. Bu şekilde bir tutum takınanlar arasında İmam Mâzirî de vardır, İmam Mâzirî bu konuda şun­ları söylemiştir:

"Ehl-i Sünnet ve âlimlerin cumhurunun (çoğunluğunun) görüşüne göre sihir sâbittir. Onun da diğer eşya gibi hakikati var­dır... Ehl-i Bid'at bu hadisi Nübüvvet makamına şüphe getirir dıye reddetmişlerse de, durum öyle değildir. Çünkü Allahü Teâlâ Onu peygamberliğe ait işlerde masum kılmıştır. Ancak, dünya iş­leriyle ilgili konularda ve insanlığa ârız olabilecek bazı hususlar­da etkilenmesi mümkündür."[338] İmam Mâzirî'nin yukarıda kaydedilen "Ehl-i Sünnet ve cumhurun görüşüne göre sihir sâbittir" şeklindeki ifadesi tar­tışmaya müsait bir sözdür. Kanaatimizce bu konuda Ehl-i Sünnetin ve cumhurun aynı görüşte olduğunu tesbit etmek oldukça zordur. Çünkü Ehl-i Sünnet mezhebine mensup ol­duğu halde aksi görüşte olan büyük âlimler vardır. Ki bunlar arasında er-Râzî, İbn Hazm, Ebu Ca'fer Esterebâzî, İmam Ebû Hanîfe vb. islâm âlimleri yer almaktadır. Kaldı ki bu konuda görüşünü yazılı olarak ifade etmeyen ya da açıkladığı halde sayfalara geçerek günümüze ulaşmayan İslâm âlimleri de mev­cut olabilir.

Gerçekten geçmiş asırlarda bu konuyla ilgili ola­rak anket yapılarak, dünyada mevcut tüm İslâm âlimlerinin görüşleri alınmış mıdır? Böyle bir şeyin meydana geldiğini zannetmiyoruz. Bu durumda İmam Mazirî veya benzeri kim­selerin, "Bu konuda Ehl-i Sünnet'in ve Cumhurun (İslâm âlimle­rinin çoğunluğunun) görüşü budur" şeklindeki ifadelerinin kendi gorüşlerini haklı ve güçlü göstermeye yönelik bir genellemeden ibaret olduğu hatıra gelmektedir. Geçmişte bazı âlimlerin eserle­rinde yer alan bu tür sözlerin, yeni yetişmekte olan âlimler ya da okuyucular üzerinde pisikolojik bir baskı oluşturduğu bir gerçek­tir. Böyle bir baskı altında kalan yeni nesil ilim adamlarının, "âlimlerin çoğunluğunun görüşünden ayrılmayayım, yoksa sapı­tırım" endişesiyle hareket ettikleri, eskiden söylenilip ortaya ko­nulan yorum ve görüşlere teslim olup, onları aynen benimsedik­leri, böylece kendi görüş ve kanaatlerini ortaya koymaktan çekindikleri de bir gerçektir. Bunun da, İslâmî ilimlerde gerilemeye yol açtığı, ilerleme ve gelişmenin önünü kapayarak, yeni nesiller içerisinden büyük dehâlar, kudretli ilim adamları yetişmesini en­gellediği açık bir husustur.

Bu sebeple bu rivayetlere sahih hük­münü vererek, Hz. Peygamber'e yapılan büyünün kendisine tesir ettiği kanaatine varabilmek mümkün değildir. Bunlara dayanarak, Resülullah'a yapılan büyünün kendisine tesir ettiğine inanmayan kimseleri bid'atçılıkla suçlamak ise, son derece hatalı, Yüce Allah katında sorumluluğu gerektiren bir tutumdur.[339]

 

 

Bölüm 2

ŞEYTAN DENİLEN    DÜŞMANIMIZ

İblis ve Şeytan Kelimelerinin Anlamı 

“İblis”, kelime anlamı yönünden, hayırsız olan, zarara uğrayan, şaşkınlığa düşen manalarına gelmektedir. İblis kelimesi Kur'an-ı Kerim'de 11 yerde geçer. Şeytana, işlediği hatanın onu sonsuza kadar hüsrana (zarara) uğratması sebebiyle ‘İblis’ denmiştir. İblis, Şeytanın Kur’an’daki özel adıdır. İblis, insanı kıskanması yüzünden Allah’a karşı gelen ve O’nun huzurunda küstahlık yapıp kibirlenen ve bu yüzden de kovulan (racim olan), insanın en önemli düşmanıdır.

           "Şeytan" ise, uzaklaştı manasındaki "şatane" fiilinden türemiştir.  Yandı anlamındaki "şâta" fiilinden türediğini öne süren bazı âlimler de vardır. Şeytan kelimesinin aslının "Satan" olup, bunun İbrânîce olduğu, rakip, muhalif gibi anlamlara geldiği, Tevrat'ta da bu anlamda kullanıldığı da ileri sürülür. Şeytan, cinlerden ve insanlardan en şerli (en kötü) yaratıkları nitelemek için kullanılan bir kavramdır. "Şeytan" ve çoğulu olan "şeyâtîn" kelimeleri Kur'an-ı Kerim'de toplam 88 yerde geçmektedir. Şer'î ıstılahta, Yüce Allah'ın Hz. Âdem'e secde emrine karşı gelip isyan ettiği için ilâhî rahmetten kovulan ve insanların amansız düşmanı olan cinlerin inkârcılarından gizli bir varlıktır. 

           Kur'an, şeytanla İblis'in fonksiyon bakımından aynı olduklarını gösteriyor. Şeytan, İblis'in faal hale geçişinde aldığı ad, kuvvetlerinin tümüne verilen ad; İblis de şeytan denen şer kuvvetin kaynağı, babası olan varlığın özel adıdır. Hz. Âdem’in cennetten çıkmasına sebep olan şeytanın, İblis’ten başka ‘Azâzil’, ‘Adüvvullah’ gibi adları da vardır. İblis, şeytanî bütün faaliyetlerin beyni ve babası konumundaki varlıktır. Âdem (a.s.) ile diğer insanlar arasında nasıl bir ilgi varsa, İblis ile diğer şeytanlar arasında da benzer ilgi vardır.

Şeytan ve Özellikleri

“Şeytan” kelimesi; azgınlıkta, şer ve kötülükte emsalsiz olan, şerir ve inatçı anlamına gelen her azgına verilen bir cins isimdir. Şeytan kelimesinden, daha çok, cin cinsinden olan cin şeytanı anlaşılırsa da, kötü ruhlu insanlara da bu ad verilir. Dolayısıyla, kötü ruhla alakası olan, görülen veya görülmeyen her kötü ve haktan uzak ve insanları sapıttıran şeylere şeytan ismi verilir. Cin şeytanı olduğu gibi, insanlardan da şeytanlar vardır. İnsan ve insan şeytanı görüldüğü halde, ruhta gizlenen kötülük görülmez; eserleri ile bilinir. Bu sebeple, şeytan isminden, genel olarak, gizli ve kötü bir kuvvet, kötü ve habis ruh anlaşılır.

İnsan şeytanı, cin şeytanına tâbi, ona bağlıdır. Yaratılışta her cins, bir “ilk fert” ile başladığından, “şeytan” denilince, bu cinsin ilk ferdi olan ve atası sayılan ilk şeytan, yani “İblis” akla gelir. İblis, şeytanın özel ismidir. Allah’a isyan ederek kibirlenip böbürlenen ve insan neslinin ilk ferdi Âdem (a.s.)’e secde etmeyen İblis, ilk şeytandır, şeytanların atasıdır. Şeytan cinlerdendir. “Hani Biz meleklere, ‘Âdem’e secde edin’ demiştik de, İblis’ten başkası hemen secde etmişti. O, cin’den idi. Rabbinin emrine karşı gelmişti.”[340] Şeytan, kötülüğün, küfrün, zulmün, şirkin temsilcisidir. Allah’a ilk isyan eden varlık şeytandır. Allah şeytana kıyâmete kadar yaşama hakkı vermiştir. Yani kıyâmete kadar ölmeyecek, devamlı olarak Allah’ın kullarını doğru yoldan çıkarmak için çalışacaktır.

           

İblis ateşten yaratılmıştı ve cinlerdendi.[341] Hz. Âişe’nin (r.anhâ) rivâyetine göre Peygamberimiz (s.a.s.) şöyle buyurdu: “Melekler nurdan yaratıldılar. Cinler zehirli ateşten. Âdem ise, size özellikleri söylenen şeyden (topraktan) yaratıldı.”[342]

           

Evrende Hz. Âdem'den önce yaratılmış melek ve cin adında iki varlık mevcuttu.[343] Ruhanî varlıklar üç kısımdır. Birinci kısma girenler, Allah'a itaat ve ibâdet eden meleklerdir ki, bunlar Allah'a hiç isyan etmezler, yanlış iş yapmazlar ve insanı aldatmazlar. İkinci kısımdakiler, şerir ve isyankâr olan şeytanlardır. Bunlar, insanları aldatırlar, şer ve kötülük için çalışırlar. Üçüncü nevi ruhanî yaratıklar ise, ikisi ortası olan gizli yaratıklardır. Bunların hayırlıları ve Allah'a itaat edenleri olduğu gibi; şerlileri ve Allah'a isyan edenleri de vardır. Özel anlamıyla cin, bunlara denir. Cin denince, mü’mini de kâfiri de olan ruhanî varlıklar anlaşılır.

Hz. Âdem'e secde emrine kadar, hissiyatına/nefsine dokunan bir teklif yapılmamış ve imtihan olunmamıştı. Onun bu âna kadar, Allah'ın emirlerine göre mi, yoksa öz nefsinin isteklerine göre mi hareket ettiği bilinmiyordu. İlk imtihanında kaybetti; Âdem'e secde emri, onun hissiyâtına ters düştü. Emri yerine getirmekten kaçındı.

Eski adı Azâzil olan olan şeytan, Hz. Âdem'e secdeyi kabul etmediği andan itibaren, "hayırdan ümidini kesmiş, pişmanlık ve üzüntü duyan" anlamında İblis; secde etmeyiş sebebi olarak da "beni ateşten, onu ise çamurdan yarattın" diyerek hükümsüz bir bahane ve kendisince geçerli bir gerekçe gösterdiği ve Hz.Âdem'i cennetten çıkarmaya çalıştığı andan itibaren de Şeytan adını almıştır. Dolayısıyla İblis ve Şeytan, davranışlarına paralel olarak, ona sonradan verilen iki isimdir. Kur'an'da Hz. Âdem'e secde söz konusu olan bütün âyetlerde özellikle "İblis" kelimesinin kullanılmış olması, bu görüşü desteklediği gibi, âyetlerde kullanılan kelimelerin yerli yerince seçilişi ve Kur’an’ın yüce üslûbu hakkında bir fikir de vermektedir.

“Şeytan” kelimesi; azgınlıkta, şer ve kötülükte emsalsiz olan, şerir ve inatçı anlamına gelen her azgına verilen bir cins isimdir. Şeytan kelimesinden, daha çok, cin cinsinden olan cin şeytanı anlaşılırsa da, kötü ruhlu insanlara da bu ad verilir. Dolayısıyla, kötü ruhla alakası olan, görülen veya görülmeyen her kötü ve haktan uzak ve insanları sapıttıran şeylere şeytan ismi verilir. Cin şeytanı olduğu gibi, insanlardan da şeytanlar vardır. İnsan ve insan şeytanı görüldüğü halde, ruhta gizlenen kötülük görülmez; eserleri ile bilinir. Bu sebeple, şeytan isminden, genel olarak, gizli ve kötü bir kuvvet, kötü ve habis ruh anlaşılır.    

İnsan şeytanı, cin şeytanına tâbi, ona bağlıdır. Yaratılışta her cins, bir “ilk fert” ile başladığından, “şeytan” denilince, bu cinsin ilk ferdi olan ve atası sayılan ilk şeytan, yani “İblis” akla gelir. İblis, şeytanın özel ismidir. Allah'a isyan ederek kibirlenip böbürlenen ve insan neslinin ilk ferdi Âdem’e (a.s.) secde etmeyen İblis, ilk şeytandır, şeytanların atasıdır. Şeytan cinlerdendir. “Hani Biz meleklere, ‘Âdem’e secde edin’ demiştik de, İblis’ten başkası hemen secde etmişti. O, cin’den idi. Rabbinin emrine karşı gelmişti.”[344] Şeytan, kötülüğün, küfrün, zulmün, şirkin temsilcisidir. Allah’a ilk isyan eden varlık şeytandır. Allah şeytana kıyamete kadar yaşama hakkı vermiştir. Yani kıyamete kadar ölmeyecek, devamlı olarak Allah’ın kullarını doğru yoldan çıkarmak için çalışacaktır.

Şeytan, insanı hak yoldan, selim fıtrattan aldatma ve çarpık gösterme sayesinde uzaklaştırabilmektedir. İnsanı gurura, hayale, çirkini güzel görmeye sevk eden şeytan iç dengeleri alt üst eder ve gerçeğin çehresini değiştirir. İnsanın doğruyu-yanlışı, hakkı-bâtılı fark edememesi böyle başlar ve bu gidiş, sapma, uçuruma yuvarlanmayla son bulur. Şeytanın kullandığı en büyük silâh, insanı gurura sevketmektir. Gururun esas anlamı, aldanmak ve bu aldanışla eşya ve olayları çarpık görmektir. O halde şeytanın başarısı, onun kuvvetinde değil; insanın kuvvetlerini, insanın aleyhine kullanabilmesinden kaynaklanıyor. "Şeytan insanlara, vaatlerde bulunur, onları hayale sevk eder. Ve şeytan insanlara gururdan/aldanmadan başka bir şey vaad etmez."[345]  Şeytanın bu gururu istismar etmesine, daha ilk insanın sürçmesi anlatılırken dikkat çekilmiştir.[346]

Şeytan, insanı Allah yolunda infak etmekten fakirlikle korkuturak caydırdığı gibi [347];  bâtıl yolda saçıp savurmayı, israfı körükler. "Şu bir gerçek ki, israfla saçıp savuranlar, şeytanın kardeşleridir ve şeytan, Rabbine karşı çok nankördür."[348] Aynı şekilde şeytan her türlü haramı ve aşırılığı, fahşâyı, sosyo-psikolojik bozuklukları emreder.[349] Şeytanın yaydığı bozukluklardan biri de fâizdir. Fâiz yiyenler, şeytanın çarpmasına uğramış kişilerdir.[350]    

 

Şeytanın Görevi

Âyet-i kerimeden net olarak anlaşıldığı gibi, şeytan, insanları doğru yoldan, Allah’ın yolundan saptırmaya çalışacaktır; bu onun görevidir. İnsanlar içerisinde ona uyanlar olacağı gibi, ona uymayıp reddedenler de olacaktır.

Allah Teâlâ Kur’an’da, şeytanın bizim düşmanımız olduğunu bizlere defalarca bildirmiştir. Bu düşmanlık kıyâmete kadar devam edecektir. Biz mü’minler, devamlı olarak şeytandan uzak durmalıyız ve kesinlikle ona uymamalıyız. Aksi halde biz de onun gibi Allah’a isyan edenlerden oluruz.

 

“Ey İnsanlar! Yeryüzündeki temiz ve helâl şeylerden yiyin, şeytana ayak uydurmayın, zira o sizin için apaçık bir düşmandır. Muhakkak size, kötülüğü, hayâsızlığı, Allah’a karşı da bilmediğiniz şeyleri söylemenizi emreder.”[351]

Şeytan insanları kötülüğe ve isyana çağırırken “Ben şeytanım” dememekte, bunu saklamaktadır. Bu işi başka bir kimlikle yapmaktadır.

Günümüzde birçok insan farkına varmadan ya da bile bile şeytanın tavırlarını sergilemektedir. İnsanları medeniyet adına şeytanî metodlarla hayâsızlığa götürenler günümüz dünyasının birer şeytanlarıdırlar. Ayrıca çoğu iletişim araçları da aynı görevi üstlenmiş durumdadır.

Allah, her insanı, yol gösteren bir melekle desteklediği gibi; ona vesvese veren bir de şeytan vermiştir. Müslümana düşen görev, şeytana değil meleğe uymaktır.

 

İblis, Meleklere Hocalık Yapmış Büyük Bir Âlim miydi, Yoksa Kendini Bile Yeterince Bilmeyen Câhil Biri mi? 

Tefsirlere kadar girmiş İsrailiyat denilen yahudi uydurmalarına göre, İblis meleklerin hocası ve reisi idi. İslâm âlimleri buyuruyor ki: İmam-ı Salebi hazretlerinin, İbni Abbas hazretlerinden rivayet ettiğine göre; İblis, meleklerle beraber idi. Ateşten yaratılan cinler taifesinden idi. Melekler ise, nurdan yaratıldı. İblis’in önceki adı Azazil idi. Cennetin bekçilerindendi. Dünya seması meleklerinin reisi idi. Dünya, semasının ve yerin sultanıydı. Meleklerden ilimde üstün idi. Gök ile yeryüzü arasını idare ediyordu, bunun için kendini büyük gördü. Bu hâli onu Allah’a isyana sürükledi. Allahü teâlâ da onu, rahmetinden uzaklaştırdı.” Bu ifadelerin kaynağı olarak da Kurtubi’nin el-Câmiu li Ahkâkimi’l Kur’an adlı meşhur tefsiri gösterilir.

“İblis, Cennet bekçilerinden idi, dünya semasının işlerini idare ediyordu.” Bu söz de İbn Abbas’ın sözü olarak, Beyhakî adlı meşhur hadis kitabında geçtiği belirtilir. Taberî, ve Suyutî ve Taberî, tefsirinde Said bin Müseyyib’den şu sözü naklederler: “İblis, Meleklerin reisi, hocası idi.”

Ve İblis’in ne kadar büyük âlim olduğunu açıklamak üzere uydurulan masallar, rivayet kılıfı ile insanlara, tefsir ve hadis diye sunulur. 

Hâlbuki İblis, ilim sahibi olduğu için azan birisi olarak Kur’an ve sahih hadislerde hiç gündeme gelmez. Tam tersine, biz Kur’an’dan yola çıkarak İblis’in câhil olduğunu, bilgisizce yargılara varıp uygulamalar yaptığını söyleyebiliriz. 

Kur’an, Âdem’e tüm eşyanın isimlerini öğrettiğini bildiriyor.[352] Melekler “Bizim Senin öğrettiğinin dışında hiçbir bilgimiz yok; her şeyi bilen Sen’sin”[353] demişlerdi. Bu sözlerinden anlaşılıyor ki, Allah meleklere ilim verip bilmediklerini öğretmiş. Ama, İblis’e Allah’ın ilim verdiğine, bir şeyler öğrettiğine dair hiçbir ifade olmadığı halde, halka mal olmuş bu menkıbe kültürü, Allah tarafından kendilerine ilim verilmiş melekleri câhil, ilmî seviyeden uzak olan İblis’i meleklere hocalık yapacak şekilde âlim gösterebilmektedir. Meleklere hocalık yapacak derecede ilim sahibi olmayı İblis’e/Şeytana yakıştıran halk, ilimden uzak olmayı şeytanlıktan uzak olmak gibi faziletli olduğunu bu sözle işaret etmiş olur. “İlim şeytana has bir şeydir; biz ilimden uzak olalım ki, şeytana benzemeyelim” gibi bir arka planını yine şeytanın doldurduğu uydurma bir cehalet savunusudur bu. Âlimlerden kuşku duyan, ilimde derinleşmeyi zararlı gören bir yaklaşımla; siz de ilimde râsihlerden olmaya çalışırsanız, ihtimal ki sonunuz şeytan gibi olur demekte ve ilimden uzak olmanın sanki şeytanlıktan uzak olunacağına dair yalana dayanan bir argüman oluşturmakta, şeytanın bu konuda da oyununa gelmektedirler. Şeytanın büyük bir âlim olduğu ile ilgili bu uydurma rivayet, bir taraftan şeytanı övmeye hizmet ederken, diğer taraftan ilmin kişiyi kurtarmayacağı, hatta şeytan gibi saptıracağı tehlikeli ve riskli bir şeytanî özellik olduğu anlayışını insanlara vermektedir.        

Allah, Hz. Âdem’e kendi ruhundan üflemiş, tüm eşyanın isimlerini öğretmiş, onu yeryüzüne halife tâyin etmişti. İblis bunları anlamadı. Âdem’in değerini bilemedi. Evet, İblis, Allah’ın Hz. Âdem’e verdiği bu ilâhî emaneti, yani insan olarak yeryüzündeki ‘halifelik’ emanetini anlamadı, kibri ve bilgisizliği yüzünden Âdem’e secde etmedi.

İblis, aynı zamanda Allah’ın gelecek zamanlara ait planlarını göremeyip, kör nefsinin arzusuna uydu ve isyan etti. Öyleyse kim nefsinin arzularına hiç bir sınır tanımadan uyarsa, onda İblis ahlâkı var demektir. İblis, Allah’ın emrinin her şeyden önemli olduğunu, O’nun emrine “duyduk ve uyduk” denilip itaat edilmesi gerektiğini yeterince idrâk edememişti. İblis, halifeliği anlamamıştı, Allah’ın eşyanın isimlerini öğrettiği kimsenin seviyesini anlayamamıştı.

İblis, Âdem’in varlığının dış görünüşüne bakıp kendini üstün görmüştür ve yaratılışın iç yüzünü, sırrını, hikmetini anlamamıştır. Hâlbuki Allah’ın bütün işlerinin hikmetleri vardır, her birinin kendine ait sırları vardır. Âdem’i sırf toprak zanneden İblis mantığı, câhilliğinden ötürü kendi maddesini ondan üstün sanmıştır. (Bugün, kendini mal, yüz güzelliği, makam, ırk, soy, sınıf veya ülke olarak üstün görenlerin mantığı da İblis mantığıdır.) İblis, Âdem’i toprak, kendisini ateş olarak biliyor ve ona göre değerlendiriyordu, bu ölçü ise onun ilimden uzak olduğunu gösteriyordu. Toprağın ateşten çok daha faydalı, çok daha kıymetli olduğunu da bilmiyor, bilmediğini de bilmiyordu. Kendisinin üstün olduğunu ilme değil, zanna ve hevâsına dayanarak ileri sürmüştü. Böyle bir varlık meleklere nasıl hocalık yapar? Melekler, “Bizim Senin öğrettiğinin dışında hiçbir bilgimiz yok.”[354] Dediklerine göre, onlara hocalık yapacak başka birine de ihtiyaçları yok demektir. Kaldı ki, eğer onlara hocalık yapacaksa, Cebrail gibi büyük melekler dururken, İblis’e hocalık düşer miydi? Bütün bu soru ve ithamlara cevap verilemez. Şeytan, kendisinin büyük âlim olduğu uydurmasını yaygınlaştırarak, bir taraftan kendini herkese büyüttürmüş oluyor; diğer taraftan ilimde ilerlemeyi şeytan işi bir uğraş olarak gözden düşürmek istemek durumundadır. Şeytanı yücelten bu tür rivayetler, kesinlikle doğru değildir. Şeytan cahil bir varlıktır.

Câhil, bir kimsenin bilinmesi gerekenleri hiç bilmemesi değil; yanlış bilmesidir. İblis’in bildiği şeylerin niceleri yanlışır. Allah’la bağını koparan kimse, ilimle de koparmştır. Çünkü “ilim, ancak Allah katındadır.”[355] İlâhî vahiyden kaynaklanan ilim, Allah’tan olduğuna göre, İslâm’ın tamamı ilimdir. Âlim de gerçek anlamıyla müslümandır. İblis, kâfirlerden olduğuna göre câhildir. Kur’an kâfire âlim, câhile de müslüman demez. Hakka, hakikate dayanan İlâhî nur olan Allah’ın verdiği bilgiyi kabullenmeyen kim olursa olsun buna, profesör bile olsa, Âdem’den de daha tecrübeli de olsa “câhil” denilir. Allah’a isyan edip tevbe etmeyen ve kâfirlerden olduğu kesin olan birine ilim sahibi denilemez. Yoksa Kur’an ölçü olarak kabul edilmemiş olur.

 

Âdem’e İtaat ve Bey’at İfadesi Olarak Secde Etmeyen İblis’in Câhilliği ve Kibir İçinde Hevâsına Tâbi Olduğu

Âdem (a.s.) yaratılıp Allah’ın meleklerle birlikte secde etmesini istediği İblis’in isyanında, İblis’in şeytanlaşıp lânet edilme sürecini başlatan ve bizim de onun adımlarını takip etmemek için ibret almamız gereken dikkat çeken bazı hususlar vardır. Bakara sûresi 30-37. âyetlerde anlatılan kıssadan çıkarmamız gereken önemli hikmetler vardır. Bunlardan İblis’le ve kısmen insan olarak bizimle ilgili olan bazı ibret alınacak çıkarımları şöyle sayabiliriz:

1- Bu kıssada üç yaratıktan söz edilmektedir. Bunlar: Teslimiyet örneği melekler; kibir, öfke, isyan ve günahta ısrar eden nankörlük örneği İblis ve iyiliğe de kötülüğe de yönelme hissini içinde barındıran, her iki yöne de gidebilme gücüne sahip olan insan.[356] İnsan bu haliyle hem meleklerle hem de İblis'le aynı yerde bulunabilecek ve yarışabilecek durumdadır. Yani hem meleklerden de yüce, hem de İblis'ten de aşağılık olabilir. [357]

2- Allah, Âdem'e kendi ruhundan üflemiş, tüm eşyanın isimlerini öğretmiş, onu yeryüzüne halife tayin etmişti. İblis bunu görünce kıskandı ve secde etmedi. İblis, Allah'ın Âdem'e verdiği bu halifelik emanetini anlamadı, kibri ve bilgisizliği yüzünden secde etmedi. İblis, Allah'ın gelecek zamanlara ait planlarını ve hikmetlerini göremeyip kör nefsinin arzusuna uydu ve isyan etti. Kim nefsinin arzularına hiçbir sınır tanımadan uyarsa, onda İblis ahlâkı var demektir. İblis'i isyana sevk eden haset/kıskançlık, kibir ve cehalet, şeytanî özelliklerdir. Kimde bu özellikler varsa, o şeytanî karaktere sahiptir.

3- Meleklerin Allah'ın öğrettiğinden başkasını bilmemeleri; gaybın Allah'a ait bir sır olduğunu ortaya koyar. Rabbimiz, meleklerin ve bizim bilmemizin faydalı olmadığı 'gayb'ı kendine saklamıştır. Bu anlamda gaybı bildiği zannedilenler, falcılar, medyumlar, kâhinler yalancıdırlar.

4- İblis, Âdem'in varlığının dış görünüşüne bakıp kendini üstün görmüştür ve yaratılışın iç yüzünü, sırrını, hikmetini anlamamıştır. Hâlbuki Allah'ın bütün işlerinin hikmetleri vardır, her birinin kendine ait sırları vardır. Âdem'i sırf toprak zanneden İblis mantığı, kendi maddesini ondan üstün sanmıştır. Materyalizm/maddecilik şeytanî bir felsefedir. Ona göre ateşten yaratılmak, bir üstünlük sebebiydi.[358] Böylece o, ateşin topraktan üstünlüğü gibi iki madde arasında, aslında olmayan bir fark görmüştü. Her iki maddenin yaratıcısının da Allah olduğunu itiraf etmesine rağmen, Âdem'in halifelik ve İlâhî ruh taşıması, eşyanın isimlerini bilmesi gibi üstünlüklerini bilmezden gelmişti.

Âdem'de toprak, kendisinde ateşten başka bir mâhiyet görmemiş;  ölüden diri, diriden ölü yaratan ve bütün meziyetleri bahşeden Allah'ı maddeye mahkûm saymıştı. Bu, İlâhî hükümleri, kendi nefsine ve aklına göre değerlendirip mantığına ters gelen bir hükmü reddeden bir akılcılık olduğu gibi; ırkçılığın da temeli idi. Yaratıkları, ruhî yapısıyla değerlendirmeyip, sadece maddî özellikleriyle, asâletiyle değerlendiren ırkçı anlayışın temeli de İblis tarafından böyle atılıyordu. Maddeyi tek ve gerçek ölçü sanmakla şeytanca bir yanılgıya düşmüştü. His ve duygularıyla hareketi sonucu kendi nefsinden kaynaklanan yanılgısını Allah'ın emrine tercih etmekle insanın üstünlüğü gerçeğini kabul etmemişti.

5- İblis'in üstünlük ölçüsü geçersizdir. Kişiye değerini kendi hammaddesi veya soyu değil; Allah'ın koyduğu ölçü verir. Irkçılık ve soy üstünlüğü iddiası, şeytanî mantıktır. Kur'an'a göre üstünlük takvâda,[359] ilimde[360] ve cihaddadır.[361] Kim, kendi aslını, soyunu, ırkını başkalarına karşı bir üstünlük sebebi sayarsa, onda iblis anlayışı var demektir. İblis, bu yanlış çıkarım sonucu Rabbine istikbâr edip isyan ettiği gibi, her çeşit ırkçılık da istikbâra ve isyana yol açan tehlikedir.

6- İblis'in belki en önemli hatası, yanlış şekilde kıyas etmesi, Allah'ın hükmüne rağmen akıl yürütmesidir. Bu akıllılık değil; akılcılıktır. Bu şeytanî anlayışa göre ölçü, Allah'ın hükmü değil; akıldır. Böylece akıl putlaştırılmıştır. Aklın Allah'ın hükmüne teslim olması, kulun yaratıcısına itaat etmesi gerektiği halde,[362] kendi görüşünü/hevâsını ilâhlaştırmasıdır. Yani kendi aklınca ateş topraktan üstündür; dolayısıyla kendisi de Âdem'den üstündür. Hâlbuki o durumda Allah'ın kesin secde emri vardı. İtaat eden bir kula yakışan, mutlak Yaratıcı karşısında emri dinlemekti. Aklına çok güvenip Âdem'i kıskanan İblis isyan etti ve lânetlendi. O, ölçüleri tersyüz etti, Allah'ın yarattığı akılla Allah'ın hükmünü tartmaya çalıştı. Aslında, bu aklı doğru kullanmak değildi. Akıl, ilmin verilerini kullanırsa hakka ulaşır; zanna dayanırsa bâtıla, yanlışa ulaşır. İblis’in “ateşin topraktan hayırlı olduğu” ve “ateşten yaratılanın da topraktan yaratılandan hayırlı olduğu” varsayımı ilme dayanan bir hakikat değildir; İblis’in zannı idi. Zan da hakka ulaştırmaz. Bu, akletmek değil, hevâya tâbi olmaktır. Aslında toprak-ateş kıyası, kendisinin daha üstün olduğu şeklinde hevâsının gurur ve kibirle ilgili çıkarımı idi. Allah’a teslim olması, hükmüne itaat etmesi gerekirken O’nun hükmüne alternatif üretmeye kalktı. "Allah ve Rasûlü bir işe hüküm verdiği zaman, iman etmiş bir erkek ve kadına o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Kim Allah ve Rasûlü'ne karşı gelirse, apaçık bir dalâlete/sapıklığa düşmüş olur." [363]

7- Şeytanın ateşin topraktan üstün olduğuna dair hükmü de yanlıştır. Toprak, nimetleri, bereketi, üremeyi temsil eder. Toprağın bu üreticiliğine, besleyiciliğine karşılık, ateş; yakıcı, yıkıcı, mahvedicidir. Bu, toprağın ateşe mânevî üstünlüğüdür. Maddî üstünlük ve galibiyete gelince, ateş toprağı yakamaz; ama toprak ateşi söndürür. Ateş geçicidir, yanan ateş,  bir müddet sonra sönüp kaybolur gider. Toprak ise çağlar boyu, nesilden nesile hem de çeşit çeşit verir de verir. Ateşin, yani yakıcı ve yıkıcı şeylerin, meselâ ateşli silâhların, atom bombası vb. araçların güç kaynağı, büyüklük ve üstünlük vasıtaları olduğunu iddia etmek şeytânî bir değerlendirmedir. Şeytan, bu tür yakıcı ve yıkıcı şeyleri, dostlarının gözünde büyüterek, bu sahte güçleri elinde bulunduranlardan insanları korkutur. Ayrıca toprak tevâzunun, secdenin timsalidir; ateş ise isyanın. 

8- Kibir/büyüklük taslamak, insanı alçaltan şeytanî bir huydur. Bu huy, insanı Allah'ın hükümleri karşısında istikbâr etmeye ve istiğnâ duygusuna götürür. Kibir, istikbâr, istiğnâ (kendini Allah'a karşı muhtaç hissetmeme) duyguları, şeytanın önemli araçlarındandır. Tarih boyunca gelmiş geçmiş bütün azılı inkârcıların tavrı istikbârdı. Bu çirkin huy yüzünden insanlar Rablerine secde etmekten,  O'nun emirlerini dinlemekten yüz çevirirler.

İnsanın topraktan yaratılmasının bir hikmeti de, toprağın tevâzu (alçak gönüllülük) ve haddini bilme halini hatırlatmasıdır. Böylece insan, Allah karşısında haddini bilmeye çağrılıyor. Peygamberimiz şöyle buyurur: "Kim Allah için tevâzu gösterirse, Allah onu yüceltir; kim de kibirlenirse Allah onu alçaltır." [364] 

9- Hz. Âdem'i şekavete (bedbahtlığa/mutsuzluğa) düşüren şey, İblis'e aldanıp Rabbinin tenbihini/uyarısını unutmaktır. Onun ve soyunun şekavetten kurtulması da Allah'tan gelen "hidâyet"e uymasıdır.[365] İlâhî hidâyette yaratılışın cevabı, saadetin formülü, kurtuluşun reçetesi vardır. Bu hidâyette fıtratın ihtiyaç duyduğu ilkeler ve ölçüler, fazilet, en olgun düzen ve dosdoğru bir yol vardır. İnsan, sapmamak ve sıkıntıya uğramamak için Allah'ın hidâyetine tâbi olmalıdır. O daima bu hidâyete muhtaçtır. Bu hidâyetten ve Allah'ın zikrinden yüz çevirenler, kendi bedbahtlığını kendileri kazanırlar, gündüzleri geceye ve nurları zulumâta (karanlıklara) çevirirler. [366]

10- Yasak ağaçtan yemek, Hz. Âdem'in şekavetine (bedbahtlığına) sebep oldu.[367] İnsan, tıpkı atası Âdem gibi, ister bile bile, ister unutarak Rabbinin yasak ağaçlarından yerse, O'nun sınırlarını çiğnerse veya hükmüne uymazsa, şekavete düşer, mutsuz olur, hüsrâna uğrayıp çok şey kaybeder. Şeytan da bizim yasak ağaçlara meyletmemiz için bin bir cazip gerekçeler gösterecek ve bizi isyana teşvik edecektir.

Günümüzde tâğûtî düzenlerin ve düzenbazların egemenliği sayesinde şeytanın yandaşları yeryüzünün her tarafını işledikleri şerler, sebep oldukları fesatlar, yapa geldikleri günahlar yüzünden "yasak ağaçlar"la doldurdular. Onlar sürekli "yasak ağaç" üretmekte ve şeytânî vesvese ve kandırmaca ile insanları o ağaçlara yaklaştırmaktadırlar. Müslümana yakışan, yasak olmayan ağaçlar bulup onların meyvesinden yemek, ya da cennetin helâl ağaçlarını yeryüzünde yetiştirmektir.   

11- Hz. Âdem, Rabbinin uyarılarına rağmen yasağa uymayı unuttu.[368] İnsan unutarak veya aldanarak hata yapabilir. İman eden insana yakışan, İblis gibi hatasını savunmak değil; Âdem ve eşi gibi yanlışını anlayıp Allah'tan bağışlanma dilemektir. Çünkü Allah, şirkin dışında bütün günahları affeder.[369] Hz. Âdem ve Hz. Havvâ'nın, hatalarını anladıktan sonra yaptıkları duâ; tevbe edilmeyen küçük günahların bile karşılık göreceğinin delilidir. Öyleyse, bütün günahlara tevbe etmeli, sürekli Allah'a istiğfarda (bağışlanma dileğinde) bulunmalıdır. 

12- Fıtratı bozulmamış insanlar, kötülüğü kolay kolay kabul etmezler. İblis, insanın bu özelliğini bildiği için ona öğüt veriyormuş edasıyla sokulur, doğrulardan olduğuna inandırmak için yemin eder, yasakları çiğnetmek için bunu yapınca elde edeceği çok güzel sonuçlardan bahseder ve böylece onu kandırabilir. Şeytan ve onun yardımcıları, insanı kandırmak için daima hoşa gidecek şekilde yaldızlı ve süslü sözler söylerler. İddialarını ispatlamak için inandırıcı ve kandırıcı -kendilerine göre- deliller getirirler, ikna odaları kurarlar, her türlü ikna yöntemlerini kullanırlar. Allah tarafından yasaklanan şeyleri, çeşitli yorumlarla güzel/normal göstermeye çalışırlar. Bütün bu nefse hoş gelen söz ve tavırlar, aslında saptırıcı, istikameti şaşırtıcı ve çarpık içeriklidir. Bu câzip yöntemler, avlarını tuzağa düşürmeye yarayan şeytanî hilelerdir. [370]

13- Şeytan, Âdemoğluna duyduğu haset yüzünden iğvâsını, her zaman ve her şartta sürdürecektir. Ne şeytan, ne de onun yardımcıları tatil yapmayacaklardır.[371] Şeytan ve dostları en çok müslümanlarla uğraşırlar. Onları Allah'tan, O'na ibâdetten, O'nun yolunda harcama yapmaktan, cihaddan, her türlü hayırlı işlerden alıkoymaya çalışırlar.

14- "Kahrolsun İblis!" demenin, "şeytana uydum", "şeytanın vesvesesi, kandırması olmasaydı..." demenin faydası yoktur. Kişi kendi arzusuyla ve nefsinin isteğiyle şeytanın aldatmalarına kanar, onun adımlarını izler. Çünkü şeytanın ve yandaşlarının sâlih mü'minler üzerinde bir gücü yoktur. O yalnızca vesvese verir, davet eder, günahları ve dünya tutkularını çekici gösterir, yanlış yapmaya özendirir.[372] O, hiç kimseyi kendi emrine uymaya zorlayamaz. Üstelik, şeytanın hilesi, oldukça zayıftır.[373] Ama ne yazık ki insanların çoğu bu zayıf hilelere aldanır. Şeytanın davet ettiği veya söz verdiği şey de aldanmadan, yanılmadan, yani seraptan ve ümniyyeden (boş hayalden) başka bir şey değildir. [374]

15- İblis'in lânete uğrama meselesi, sadece Allah'ın bir emrini yerine getirmemekle oluşan bir isyan değildi; Mü'min insan da yanılarak, unutarak isyan edebiliyor, ama lânetlenmiyor, şeytanlaşmıyordu. Çünkü tevbe çeşmesi ile tekrar arınabiliyor, hatasından dönebiliyordu. İşte şeytanî isyanın farkı burada düğümleniyordu: İblis, günahını itiraf ve tevbe etme, özür dileme yerine itirazı ve rezil bir hayatı tercih etti. İnsanın kendi hatasını savunması, te'vil etmesi, suçunu Allah'a karşı itiraf edip kabullenmemesi şeytanî özelliktir.

Allah, Âdem'i ve eşini affetti. Çünkü onlar, günahlarını Allah'a itiraf ettiler, hatalarının bağışlanmasını istediler. Yaptıkları yanlışı savunmadılar, Allah'ın emrini beğenmezlik etmediler, ona karşı kibirlenmediler. İblis ise af dilemediği gibi hatasını da kabul etmedi. Allah'ın emrine karşı istikbâr etti. İnsanın önünde iki yol vardır. Birisi, İblis'in itaatten çıkma ve Allah'a isyan yolunda ısrar yolu; diğeri, Âdem'in hatasından dönüp tevbe etme yolu.  Allah'ın İslâm'la gönderdiği hükümlere (ölçülere) teslim olduğu ve onları kabul ettiği halde hata edenler, sonra da günahlarına tevbe edenler, tıpkı Hz. Âdem gibi affedilirler. İmanda, farz ve haramlarda (Allah'ın hükümleri konusunda) pazarlık yapanlar, sonra kendi görüşlerini daha doğru ve üstün görenler, şeytanın arkadaşıdırlar.

16- İblis, Allah'a inanmakta, O'nun sıfatlarını bilmektedir. Ancak Allah'a itaat etmeyip büyüklenen ve yüz çeviren biridir. Bu yüz çevirmesi ve büyüklenmesinden dolayı lânetlenmiştir. İnsanlardan da kim büyüklük taslayarak Allah'ın emirlerinden yüz çevirirse Allah'ı tanısa ve O'na inandığını söylese de İblis gibi nankörlerden sayılacak ve lâneti hak edecektir. İsyan eden, büyüklenen ve Allah'ın yolundan alıkoymaya çalışanlar, İblis ile birlikte cehennem halkı olarak orayı dolduracaklardır.   

17- Kadın, tüm insanların asırlar boyu çektiği çilenin sebebi değil; onun yaratılışta kardeşi, insan olmada eşidir. Üstünlük, cinsiyette veya rütbelerde aranmamalıdır. Bu kıssaya göre, şeytanın ilk saptırdığı kadındır veya erkektir denilemez. Kadının, şeytanın görevini üstlenip kocasını saptırdığı da iddia edilemez. Kadın ve erkek (Âdem ve eşi), yasağı birlikte çiğnemişler; yine birlikte tevbe etmişlerdir.

Yine bu kıssaya göre, insanoğlunun hangi şeyden yaratıldığı gâyet açıktır. Kadının erkeğin kaburga kemiğinden yaratıldığı gibi iddialar, Kur'an'dan dayanak alamaz. Kadın ve erkeğin ortak adı insandır ve insan topraktan yaratılmıştır. [375]  

18- İnsan, şeytanın kendisine düşman olduğunu ve daima kendisinin felâketini istediğini unutmamalıdır. Şeytanın ve dostlarının tuzağına düşerek günah işlemesi, onun şeytan tarafından zavallı duruma düşürülmesi demektir. Günaha devam ettikçe hareket yönü, alçalmaya doğru olacaktır. Tevbe etmemek ve şeytanın süslediği hayallere dalmak, zaafın ve alçaklığın en derinine doğru yol almak demektir. İnsanın şerefli olabilmesi için el-Aziz olan Allah'a dayanıp teslim olması, isyandan ve şeytandan uzak durması gerekir.    

19- Kur'an, şeytanın velî (dost-yardımcı) tutulmamasını ihtar ediyor.[376] Şeytanla dost olmak, yılanla yatağa girmekten çok daha tehlikelidir. Akıllı insan, kendine zararlı dost tutmaz. İnsan, ya Allah'ın hizbi, ya şeytanın hizbidir (yandaşı, taraftarıdır).[377] İnsan savaşçıdır; ya Allah yolunda ya da tâğut uğrunda.[378] İnsanın her davranışı bir ibâdettir; Allah'a veya şeytana ibâdet! [379] Yolların ayrılış noktası; insanın ya Allah'ın emirlerine kulak verip hakka itaat etmesi yahut da şeytana uyup onun emirlerine itaat etmesidir. Üçüncü bir yol yoktur. Ya Allah yahut şeytan. Ya hidâyet yahut dalâlet. Ya hak, ya bâtıl. Ya kurtuluş ya hüsran. Kur’an’ın bütünüyle anlattığı hakikat işte budur. Diğer bütün düşünceleri ve insanları ilgilendiren halleri Kur'an, bu hakikat üzerine bina eder.                                          

Şeytan ve yandaşlarına karşı mücadele ciddî ve sürekli bir iştir. İnsan güçlü bir iman ve şeytanın istekleri yerine Allah'a şartsız itaat ile mücadeleyi başarı ile bitirebilecek ve şeytanın alçaltmasından kurtulmuş olacaktır. İnsan, sürekli olarak şeytanî hilelere karşı uyanık olmalı, onlarla savaşmalı, tuzakları sezmeye ve açığa çıkarmaya çalışmalıdır. Ancak her şeye rağmen tuzağa düşebilir. Tuzağa düşünce de tevbe ederek toparlanmalıdır. İnsan fıtratına uygun davranış, hatalarda ısrar değil; tevbedir.    

20- Âdem kıssası, tüm insanlığın tarihidir. Bu kıssa, insanı Allah'ın emrine uymaya, yasaklarından kaçınmaya alıştırıp teşvik ediyor, İblis'in düşmanlığını hatırlatıyor. Adam olmak; Âdem olmak, Âdem gibi olmak, onun gibi yaşamak demektir. Âdem, yeryüzünde halife olarak yaratılmıştı. Âdem kelimesi elif, dal ve mim harfiyle yazılır. Âdem’in elif’i kıyâmı, dal’ı rukûyu, mim’i de secdeyi çağrıştırır. Adam olmak, Allah için kıyâm etmek, belimizi sadece O’nun huzurunda bükmek, O’nun huzurunda eğilip başkalarının önünde eğilmemek ve sadece O’na secde etmekle, ibâdet edip kulluk yapmakla mümkün olur. Âdem gibi/Adam gibi adam olanlara selâm olsun!                     

 

İblis ve Cinler Melek midir ya da Meleklikten Dönüşen Varlıklar mı?

Cinler melek; melekler cin değildir. Zira Kur’an bu konuya açıklık getirmiş ve ikisinin farklı varlıklar olduğunu açıkça ortaya koymuştur; “Allah'ın, onları hep birden toplayacağı, sonra da meleklere, "Bunlar mı size ibâdet ediyorlardı?" diyeceği günü bir hatırla! (Melekler) derler ki: "Seni eksikliklerden uzak tutarız. Onlar değil, sen bizim dostumuzsun. Hayır, onlar cinlere ibâdet ediyorlardı. Onların çoğu cinlere inanıyordu."[380] Bu noktada meleğin ve cinlerin insan hisleriyle idrak edilememesinden hareketle ikisini de aynı kefeye koymak ilmî bir yaklaşım olamaz. Zira insan hisleriyle idrak edilemeyen ve farklı olan birçok varlık vardır. Sadece bu boyuttan hareketle meleği cinle eşitlemek doğru olmayacaktır. Bu iddiayı meleklere secde emredildikten sonra, İblis’in isyan edenlerden olduğunun belirtilmesinden dolayı tekrarlamak da doğru olmayacaktır. Zira yukarıya aldığımız ayetler[381] melek ve cinin ayrı varlıklar olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Dolayısıyla Cin’in önceden Melek olduğu ve isyandan sonra Cin’e dönüştüğü kabul edilemez. Çünkü rabbimiz meleklerin hiçbir zaman isyan etmediklerini ve etmeyeceklerini bize bildirmektedir; “Ey iman edenler! Kendinizi ve yakınlarınızı ateşten koruyun ki onun yakıtı insanlar ve taşlardır; üzerinde oldukça sert, güçlü melekler vardır. Allah kendilerine neyi emretmişse ona isyan etmezler ve emredildiklerini yerine getirirler.”[382] Meleklerin cinleşmeye yönelip isyan etmeye kalkması, Allah’ın arşını taşıyan meleklerin (hâşâ) tahtı devirip darbeye teşebbüsleri ve asla olmayacak benzeri şeyleri de ihtimal dâhiline sokacaktır. Bu nedenle meleklerin isyan edip Cin’e dönüşme iddiası asla kabul edilemez. Cin’in ve Meleğin farklı olduğunu apaçık bildiren Kur’an ayetlerinin yanında, diğer zayıf yorumların bir değerinin olamayacağı açıktır.

Bu konuyu Meleklerle, Cinler arasındaki benzerlik ve farkları maddeler halinde sıralayarak biraz daha açmaya çalışalım;

 

 

Meleklerle Cinlerin Arasındaki Benzerlik ve Farklılıklar Nelerdir?

Benzer Özellikleri

a-) Melekler de Cinler gibi insan duyularıyla idrak edilemezler.

b-) Melekler de cinler gibi akla sahiptirler ve o akılla kıyas yapıp akıl yürütebilmektedirler.[383]

c-) Melekler de cinler gibi ve belki de onlardan çok daha hızlı olma yeteneğine sahiptirler.[384]

d-) Melekler Cinlerin ifritleri dâhil, hepsinden çok daha fazla güce sahiptirler.[385]

 

Farklı özellikleri

a-) Melekler çeşitli özelliklere sahip kılınmış, mutlak olarak Allah’a itaat eden şerefli kullarken, Cinlerin durumu daha farklıdır.

b-) Melekler bu üstün halleriyle iman edilmesi gereken varlıklar olarak, Kur’an tarafından açıkça öne çıkarılmışlarken, cinler ise imana konu edinilmemiş, tersine onlar atfedilen birçok yanlış güç ve kudret iddiası yalanlanmış ve doğru bir bilgilendirme yoluna gidilmiştir.

c-) Meleklerin tümü insana hep iyiliği teşvik ederken, cinlerin kâfir olanları (cin şeytanları), insanlara kötü vesveselerle zarar vermeye çalışmaktadırlar.

b-) Melekler cinlerden farklı olarak iradeleri yoktur, onlar mutlak olarak itaat ederler.[386]

c-) Melekler cinler ve insanlar gibi imtihana tabi tutulmamışlardır.

d-) Melekler cinlerden farklı olarak hiçbir şekilde cehenneme girmezler.

e-) Melekler nurdan, cinler ateşten yaratılmışlardır. (Meleklerin neden yaratıldığına dair Kur’an bir bilgi vermez. Fakat “Melekler nûrdan, cinler kızıl ateşten, Âdem de size bildirilen şeyden (topraktan) yaratılmıştır.” şeklinde Hz. Aişe’ye nisbet edilen bir rivayet vardır.[387] Bu rivayetten yola çıkarak Meleklerin, mahiyetini tam bilmediğimiz bir nurdan olduğunu kabul edebiliriz.

f-) Meleklere insan sûretine girme ve benzeri birçok güç verilmiş, fakat bu imkân ve güçler Cin’e verilmemiştir.

g-) Meleklerin göğün her yerinde görevlendirilmelerine bağlı olarak, serbestçe hareket edebiliyorlarken, Cinler göğün sınırlı yerlerinde ve kendilerine çizilen sınırlara mahkûmdurlar.[388]

 

 

İblis ve Faâliyet Alanı

İblis, Allah'ın doğru yolunun üzerine oturup, insanlara her yönden yaklaşıp onları kandırmaya çalışacağına söz verdi.[389] İblis böylece düşmanını seçti, faaliyet alanını belirledi. Onun düşmanı, yaratılmasıyla ve secde emriyle kendisinin racîm olup kovulmasına sebep olan insanın bizzat kendisi, gönlü, kafası, nefsi ve onun bulunduğu her yerdi. İblis, bütün gücünü kullanarak, bütün imkânlarını seferber ederek, düşmanlarını azdırmaya, isyana sürüklemeye ve kendine bağlamaya gayret edecektir. Kabilesini (askerlerini), dostlarını, cinlerden ve insanlardan yardımcılarını devreye sokacak, bu iş için kullanacaktır.

İnsanın iç dünyası, bu anlamda bir mücadele, bir savaş alanıdır. Onun içinde iyiliğe de kötülüğe de meyil vardır. İblis, sürekli kötülüğe olan meyilleri ön plâna çıkarmaya çalışacak, ona sürekli kötülükleri telkin edecektir. Ona bu faâliyet iznini veren Rabbimiz şöyle buyurur: "Onlardan güç yetirdiklerini sesinle sarsıntıya uğrat, atlıların ve yayalarınla onların üstüne yaygara kopar, mallarda ve çocuklarda onlara ortak ol ve onlara vaadlerde bulun (söz ver). Şeytan, onlara aldatmadan başka bir şey vaad etmez."[390] Bu İblise verilmiş olan bir emir değil; 'haydi elinden geleni ardına koyma, yapabileceğini yap, serbestsin' demektir.    

        

Hayatımızla, ibâdet ve inançla, haram ve helâl hükümleriyle ilgili kesin söz Allah’a aittir. Bu gibi konularda kendine göre dinler ve inanışlar uyduranlar İblisin arkadaşları, dostları ve askerleridirler.

Allah’tan insanları kandırmak için izin alan İblis, işe ilk defa Âdem’i ve onun eşini kandırmakla başladı. Âdem’i, ‘yasak ağacın meyvesinden yerseniz cenette ölümsüz olursunuz’ fitnesiyle ve Allah adına yemin ederek kandırdı. Yasak meyveyi yiyen ilk insanlar Cennetten çıkarıldılar ve dünyaya gönderildiler.

                                                          

Âdem tevbe etti ve bağışlandı.[391] Âdem’in günahı nefsine aldanması idi. Bir anlık kanma sebebiyle işlenen günahları Allah bağışlardı. Ama şeytanın günahı nefse aldanmanın ötesinde Allah’ın emrini beğenmemek, kendini O’nun karşısında güçlü görmek, Allah’ın emrini bilerek dinlememek idi. Bu hata bağışlanmazdı.

İblis, Kur’an’da ‘şeytan´olarak da anılıyor. Şeytan, bütün kandırmaların, bütün kötülüklerin, bütün hak yoldan saptırmaların ortak adı olmaktadır. Bu manada birçok şeytan olabilmektedir. İblisin dünyada insanları kandırıp günaha ve isyana götürme faaliyetlerine artık şeytanî işler dememiz mümkündür.

Şeytan, itaat etmeye de isyan etmeye de, yani hayır işlemeye de şer işlemeye de meyilli yaratılan Âdemoğlunu, kendi tarafına çekmeye, ona günah işletmeye çalışır. Ancak onun Allah’a hakkıyla teslim olmuş kullar üzerinde bir hâkimiyeti, bir gücü yoktur:

"Meleklere, Âdem'e secde edin! Demiştik. İblisin dışında hepsi secde ettiler. İblis, 'Ben, dedi, çamurdan yarattığın bir kimseye secde mi ederim?'

Dedi ki: 'Şu benden üstün kıldığına da bir bak! Yemin ederim ki, eğer beni kıyâmete kadar yaşatırsan, pek azı dışında, onun neslini kendime bağlayacağım!

Allah buyurdu: 'Git! Onlardan kim sana uyarsa, iyi bilin ki cehennem hepinizin cezasıdır. Mükemmel ve tam bir ceza!

'Onlardan, gücünün yettiği kimseleri dâvetinle şaşırt; süvarilerinle, yayalarınla onları yaygaraya boğ; mallarına, evlâtlarına ortak ol; kendilerine vaadlerde bulun.'

Şeytan, insanlara, aldatmadan başka bir şey va'detmez.

Şurası muhakkak ki, benim (ihlâslı) kullarım üzerinde senin hiçbir ağırlığın (hâkimiyetin) olmayacaktır. (Onları) koruyucu olarak Rabbin yeter."[392]

                                                                      

İblis'in Başvurduğu Yöntemler

İblis insanları kandırmak için yaklaşırken birçok yöntem kullanır. Bunlardan bazıları şunlardır:

1- Şeytan her şeyden önce bir vesvesecidir. Vesvese; fısıltı, hışırtı gibi gizli seslere denir. Gönülde birbiri arkasından gelip tekrar eden gizli söze vesvese denir. Şeytan insana sokulur ve tıpkı nefis gibi ona sinsi bir şekilde vesvese verir, onu kandırır, ona telkinde bulunur. [393]

2- İblis insanları Allah'ın rahmetinin ve affının geniş olması ile aldatır ve onları günah işlemeye teşvik eder. Onlara sanki 'yiyin, için, zevkinize bakın, ibâdeti sonra yaparsınız, Allah nasıl olsa affedicidir, sizi de affeder' der. Kur'an, bizi bu noktada da uyarmaktadır: "...Sizi ğarûr/aldatıcı, sakın Allah'a güvendirerek aldatmasın." [394]

3- İblis'in bir diğer yöntemi insanlara Allah'ın adını ve O'nu hatırlamayı unutturmasıdır.[395] Allah'ı unutanlar, kuşkusuz O'nun hükümlerini kulak arkası ederler, emirlerini kaale almazlar, nefislerinin isteklerine karşı çıkmazlar; âhiret azabını hatırlamazlar, cennetteki nimetleri akıllarına getirmezler. Ne Allah'ın azabından korkarlar, ne de O'nun vereceği mükâfatları beklerler.

4- İnsanları özelllikle mal ve dünyalıklar konusunda korkuya düşürür. Onların dünyalıklara hırslarının artması için fakirliği silâh olarak kullanır, cimriliği ve aç gözlülüğü teşvik eder. Maldan ve dünyalıklardan başka bir kutsal tanımayan insanlar elbette İblis'in istediği noktaya gelen kimselerdir. İblis, bu gibi kimseleri çok rahat güdebilir. Onlara çok rahat kötülükleri yapmalarını emreder.[396]

5- İnsanların aralarını açmaya çalışır. Sürekli kavga, savaş, anlaşmazlık, fitne, güvensizlik, birbiri hakkında kötü düşünme tam da İblis'in arzu ettiği şeydir. İblis, insanlar arasında fitne çıkarmaktan asla vazgeçmez.[397]

6- İblis, kendine bağladığı, Hakk'tan yüz çeviren kimselerin yaptıklarının doğru, üzerinde bulundukları yolun sağlam olduğunu, inançlarında, sözlerinde ve işlerinde bir yanlışlık bulunmadığını onlara telkin eder. Onların yanlış ve sapık işlerini allayıp pullar. Böylece onların bu kötülüklere devam etmelerini sağlar.[398]

7- Şeytan ve onun yardımcıları olan cinler ve insanlar, diğerlerini kandırmak için süslü ve yaldızlı sözler söylerler. İddialarını ispatlamak için inandırıcı ve kandırıcı kendilerine göre deliller getirirler, her türlü ikna yöntemlerini kullanırlar. Çekici, hoşa giden, gönle rahatlık veren, ama aslında saptırıcı ve çarpık sözler kullanırlar. Avlarını bu yöntemle avlamaya çalışırlar.[399]

8- İblis, insanları kendi yoluna davet etmek için birtakım araçlardan yararlanır. Bu araçların başında içki, kumar ve putlara tapmak gibi şeyler gelir.[400] Bu gibi şeyler, esasen şeytanın pis işlerindendir. Bunlardan sakınmak, şeytanın aldatmasından kurtulmak anlamına gelir. İçki ve kumar gibi alışkanlıklara dalanların akıl ve şuurları yerinde olmadığı için şeytanın oltasına kolay takılırlar. Bütün kötülüklerin anası olan içki şeytanın işini kolaylaştırır.[401]

Şüphesiz ki İblis'in en önemli tuzaklarından biri de içki ve uyuşturucudur. Günümüzde içkinin ve uyuşturucunun çokça tüketildiği toplumlarda şeytanın saltanatı ve düzeni hâkimdir. O toplumlarda yaşayan insanların çoğu, şeytanın iki ayaklı askerleri haline gelmişlerdir.

9- Büyüklenme, istikbâr etme, kendini müstağnî görme, yani Allah' a muhtaç olmama duyguları da şeytanın önemli araçlarından biridir. Şüphesiz büyüklenmek, İblis'in ahlâkıdır. O bu duygu ile insanları Allah'ın huzurunda boyun eğmekten, O'nun emirlerine uymaktan uzaklaştırır. Aldatıcı bir gururla onlara istiğnâ, yani Allah'a ihtiyaç duymama duygusu telkin eder.

İblis bunlara benzer kendine ait tuzaklarla, verdiği vaadlerle, söylediği yalanlarla, süslediği zevk ve tutkularla, kendine bağlı olanları Allah'ın yolundan uzaklaştırmaya çabalar.[402]

Unutmamak gerekir ki İblis'in Allah'ın sâlih kulları üzerinde bir gücü yoktur. O ancak kendine bağlı olanları yönlendirir, istediğini yaptırır. İblis yalnızca davet eder, özendirir, teşvik eder. Ona aldananlar, onun yolunu izler. [403]

 

 

Şeytanın İnsana Dört Bir Yandan Yaklaşması

Allah tarafından kıyametin kopmasına kadar kendisine mühlet verilen İblis, insana nasıl yaklaşacağını yemin ederek şöyle dillendiriyordu: "İblis: 'Beni azdırmana karşılık, and içerim ki, ben de onları (insanları) saptırmak için senin sırât-ı müstakimin/doğru yolunun üstünde tuzak kuracağım. Sonra elbette onlara önlerinden, arkalarından, sağlarından, sollarından sokulacağım ve sen, onların çoklarını şükredenlerden bulamayacaksın.' dedi." [404]

Şeytan, insanları kandırıp saptırmak için bütün yolları deneyeceğini açıkça söylemektedir. "Bütün cephelerden, her taraftan, yani gücümün yettiği her yerden, insanın hangi tarafını, hangi duygusunu zayıf bulursam; o taraftan sokulacağım. Vesvese vereceğim, kendime dâvet edeceğim. Benim dâvetime uymazsa hiç olmazsa Allah'a isyan etmesini ona fısıldayacağım, yani günahkâr olması için elimden geleni yapacağım." diye söz vermiştir. Şeytan bunu yapabilecek mi? Buna gücü yetecek mi?

Aslında onun zorlayıcı bir gücü yoktur.[405] Ama o nereden öğrenmişse; insanın karakterini, kötülüğe ve iyiliğe, hayra ve şerre meyilli olarak yaratıldığını biliyordu. Ondaki kötü meyillere, aşırı isteklere hitap edecekti. Aklını kullanmayanlar ile, sonunu düşünmeden zevklerinin peşinden gidenler, onun süslü sözlerine kanacaklardı.

İbn Abbas'tan (r.a.) gelen bir rivâyete göre, "önlerinden yaklaşacağım" demek, onları dünyaya düşkün edeceğim; "sağlarından yaklaşacağım" demek, din işlerinde, ibâdet ve amellerinde onlara şüphe vereceğim; "sollarından yaklaşacağım" demek, onlara günah işlerinde azgın bir iştah (şehvet) vereceğim, anlamına gelir.[406]

Katâde de diyor ki: "Onlara önlerinden gelecek ve âhiret yok, yeniden diriliş yok, cehennem yok, cennet yok diyeceğim. Arkalarından gelip; dünya tutkularını süsleyip, allayıp pullayıp onları bu gibi zevklere dâvet edeceğim. Sağlarından gelip, ibâdetleri (hasenâtı) zor göstereceğim, geciktirmeye çalışacağım. Sollarından da yaklaşıp, günahları zevkli ve süslü gösterip onlara günah işlemelerini tavsiye edeceğim."[407]

Şeytan ve dostları, insanlara (özellikle müslümanlara) daha çok sağdan yaklaşırlar, onları din ile, din motifleriyle aldatırlar. Nice zâlim sömürücü ve diktatörler, kitleler üzerindeki hâkimiyetlerini sürdürebilmek için dindar görünürler, dinî motifleri kullanırlar. İslâm'a bağlılık ve saygıları olmadığı halde kitleleri susturabilmek için dinî sloganlara başvururlar. Allah'ın âyetlerini çıkarları, düzenlerinin devamı için kullanmaktan çekinmezler.

Şeytan ve dostları, insanlara önlerindeki âhireti mümkün olduğu kadar unuttururlar. Hayatın yeme-içme ve zevklenmek olduğunu aşılarlar. Birkaç günlük dünyayı boş geçirmemek için nefsin istediklerini ona vermek gerektiğini iddia ederler. Onları dünyaya ve bitmez tükenmez tutkulara bağlarlar. O tutkuların peşinden bir ömür sürmelerini temin ederler. Ölümü ve ölümden sonrasını unutturmaya, boş hayaller peşinde koşturmaya çaba gösterirler.

İblis ve yandaşları insana soldan yaklaşarak, küfrü, şirki, isyanı zararsız göstermeye çalışırlar. İslâm'ın kötü (münker) dediklerini insanlara sevimli, câzip olarak sunarlar. İçki, kumar, uyuşturucu, zina, hak yeme, çılgınca eğlenmeyi, hayatın gayesi olarak sunarlar. Allah'ı hatırlamayı unuttururlar. O'na ibâdet etmeyin, yasaklarından kaçmayı zor ve ağzın tadını kaçırıcı, eğlenme ve zevki engelleyici olarak gösterirler. Akla gelmedik şeytanî metodlarla, hile ve tuzaklarla insanları Allah yolundan uzaklaştırmak için gayret ederler.[408]           

İblis ve dostlarının aldatma ve tuzaklarından, kandırma ve şerlerinden kurtulmanın yolu, dinde ihlâs sahibi olmak, İslâm'ı samimi bir şekilde yaşamak ve Allah'a sığınmaktır.

İnsan, imtihan için yaratılmıştır. Ya hayr işleyerek râzı olunan kulların arasına katılacak; ya da şer işleyip cezayı hak edecek. Nefsi onu kötülüğe de iyiliğe de götürebilir. Şeytanın ve nefsin faaliyetleri imtihan olmanın bir gereğidir. Sıkıntı, meşakkat olmadan imtihan olmaz. İşte bu noktada Allah’ın hikmeti ortaya çıkmaktadır. Allah dileseydi ne şeytan olurdu, ne de kullar günah işleyebilirlerdi. Ancak, dünya hayatı imtihan içindir. İnsan, birtakım denemelerden geçecek ve makamını kendisi kazanacaktır.

Şeytan, yani İblis; insanın içine fısıldar, vesvese verir, insanı hayallere sürükler, hayırlı işleri yapmamaya, şerli işleri yapmaya davet eder. İnsanın içinde kötülüğe dâvet eden her çağrı, her duygu şeytandandır. O ve kabilesi insanları, onların görmeyecekleri yerden gözetlerler. Ancak o ve kabilesi, inkârcıların dostudurlar.[409]

 O, insanlara sağlarından, sollarından, önlerinden, arkalarından sokulur; onların Allah’a şükredici olmamaları için çalışır.[410] Bu amacına ulaşmak üzere atlılarını ve yayalarını seferber eder, onlara karşı yaygara koparır, onlara mal ve çocuklarında ortak olmaya kalkışır.[411]

Şeytan, müslümanları hayır yapmaktan alıkoymaya çalışır. Zekât ve sadaka verenleri ‘fakir olacaksınız’ diye korkutur.[412] Şeytan, insanlara her türlü ahlâksızlığı emreder.[413] Onlara içkiyi, kumarı, zinayı süslü gösterir, böylece insanları Allah’ı anmaktan uzaklaştırır.

 Şeytan, insanlara Allah’ı ve O’nun kitabını hatırlamayı unutturur. Böylece onları daha iyi kontrol altına alır ve hata yaptırır. Şeytan, Allah’ın gücünü ve kaderini unutturarak evrendeki olayları, insan hayatında olanları tesadüflere bağlar ve insanları bunlara inanmaya çağırır. Böylece Allah’ı hatırlarına getirtmez. Şeytan, kendi yolundan gelenlere; başkaları üzerine haksızlık yapmaya, onların elindekine göz dikmeye dâvet eder. İnsanlar arasında anlaşmazlıkların kavgaların çıkmasına sebep olur.[414]

Şeytanın işi fesat ve fitnedir. O, insanlar içinden kendine yandaşlar (veliler) bulur ve bir çok işini onlara yaptırır. "Şeytanın evliyâsına/dostlarına karşı savaşın; şüphe yok ki şeytanın düzeni ve tuzağı zayıftır."[415] Aslında şeytanın hilesi zayıftır. "Şeytanın dostlarına karşı savaşın; şüphe yok ki şeytanın düzeni ve tuzağı zayıftır."[416] Onun insan üzerinde herhangi bir gücü yoktur. "Benim (ihlâslı) kullarım üzerinde senin hiçbir ağırlığın (hâkimiyetin) olmayacaktır. (Onları) koruyucu olarak Rabbin yeter."[417] Fakat insan, şeytanın fısıltılarına, kandırmacalarına, vesveselerine; hoşuna gittiği için kanmaktadır.

Yeryüzünde şeytana tâbi olup da Allah’ın dininden yüz çevirenlere Allah; ‘Hizbü’ş şeytan-şeytan taraftarı’ demektedir: "Şeytan onları istilâ etmiş, onlara Allah'ı anmayı unutturmuştur. İşte onlar, hizbü'ş-şeytan/şeytanın taraftarıdırlar. İyi bilin ki hizbü'ş-şeytan mutlaka kaybedenlerdir."[418] Demek ki, yeryüzünde tâbi tutulduğu imtihanı başarıp başaramamasına göre, insan ya şeytanın, ya da Allah'ın hizbinden olmak durumundadır.  

 

[1] 15/Hicr, 14-15

[2] 7/A’râf, 116; 20/Tâhâ, 66

[3] Hayat Kitabı Kur’an, s. 1192

[4] 7/A’râf, 116

[5] 20/Tâhâ, 66

[6] Buhârî, Nikâh 47; Müslim, Cum’a 47

[7] Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, 1/366-367

[8] Hikmet Tanyu, T.D.V. İslâm Ansiklopedisi, c. 6, s. 501-502

[9] 2/Bakara, 101

[10] Bu İslam Ansiklopedisi, T. Diyanet Vakfı’nın 44 ciltlik ansiklopedisi, değil; Daha önce Milli Eğitim Bakanlığı tarafından tercüme ve te’lif olarak basılan İslam Ansiklopedisi.

[11] D.B. Macdonald "Sihir" maddesi, İ.A., X: 599-611

[12] Meydan Larousse, "Büyü" Mad. II 685; Ali Çelik, a.g.e., s. 201-211

[13] 7/A’râf, 116

[14] 20/Tâhâ, 67-68

[15] 20/Tâhâ, 69

[16] Ferit Aydın, a.g.e., s. 311 vd.

[17] 113/Felak, 4

[18] Rukyeci Adil Ramazanoğlu

[19] et-Tefsîru'l-Kayyim; s. 571; Rukyeci Adil Ramazanoğlu

[20] el-Muğnî; c. 8, s. 151; Rukyeci Adil Ramazanoğlu

[21] 6/En’âm, 116

[22] 20/Tâhâ, 69

[23] Kur’an’da Sihir Kelimesinin Geçtiği Âyetler (60 yerde): 2/Bakara, 102; 5/Mâide, 110; 6/En’âm, 7; 7/A’râf, 109, 112, 113, 116, 116, 120, 132;  10/Yûnus, 2, 76, 77, 77, 79, 80, 81; 11/Hûd, 7; 15/Hıcr, 15; 17/İsrâ, 47, 101; 20/Tâhâ, 57, 58, 63, 63, 66, 69, 69, 70, 71, 73; 21/Enbiyâ, 3; 23/Mü’minûn, 89; 25/Furkan, 8; 26/Şuarâ, 34, 35, 37, 38, 40, 41, 46, 49, 153, 185; 27/Neml, 13; 28/Kasas, 36, 48; 34/Sebe’, 43; 37/Saffât, 15; 38/Sâd, 4; 40/Mü’min, 24; 43/Zuhruf, 30, 49; 46/Ahkaf, 7; 51/Zâriyât, 39, 52; 52/Tûr, 15; 54/Kamer, 2, 34; 61/Saff, 6; 74/Müddessir, 24.

[24] 10/Yûnus, 2

[25] 52/Tûr, 29-30; 68/Kalem, 2; 81/Tekvîr, 22

[26] 5/Mâide, 110; 6/En’âm, 7; 10/Yûnus, 77; 27/Neml, 13, 28/Kasas, 48; 37/Sâffât, 14-15

[27] 20/Tâhâ, 64, 69

[28] 23/Mü’minûn, 89

[29] 10/Yûnus, 81

[30] 20/Tâhâ, 69; 10/Yûnus, 77

[31] 10/Yûnus, 81

[32] 7/A’râf, 103-126; 10/Yûnus, 75-86; 20/Tâhâ, 56-72; 26/Şuarâ, 30-51

[33] I, 397

[34] I, 203

[35] 6/En’âm, 112

[36] Fahreddin Râzi, a.g.e. 263-264; S. Ateş, Yüce Kur’an’ın Çağdaş Tefsiri, 1/206-2079; A. Osman Ateş, a.g.e. s. 234-235

[37] Reşîd Rızâ, I, 402

[38] 66/Tahrîm, 6

[39] Fahreddin Râzî, a.g.e. s. 1/371

[40] 2/Bakara, 102

[41] 10/Yunus, 81

[42] 10/Yunus, 77

[43] 7/A'raf, 188

[44] 72/Cin, 21

[45] 10/Yunus, 49

[46] 6/En'âm, 17-18

[47] 2/Bakara, 140

[48] 2/Bakara, 216

[49] 33/Ahzâb, 36

[50] 2/Bakara, 93

[51] 24/Nur, 51

[52] Müslim, İtaat 39, h. No: 1840; Buhârî, Ahkâm 4

[53] 23/Mü’minûn, 53

[54] 30/Rûm, 32

[55] 6/En’âm, 128

[56] 2/Bakara, 102

[57] Et-Taberî, I/452-453; et-Tabressî, I/175; İbn Kesîr, I/241

[58] Et-Taberî, I/452; et-Tabressî, I/174; el-Mehdevî, et-Tahsîl, varak 11a; İbn Kesîr, I/239

[59] Et-Taberî, I/455; et-Tabressî, I/175; M. Tenzîl, I/42; İbn Kesîr, I/240

[60] Et-Taberî, I/455; et-Tabressî, I/175; M. Tenzîl, I/42; İbn Kesîr, I/240; İbnu’l Arabî, Ahkâmu’l Kur’an, I/29

[61] et-Tabressî, I/175; Râgıp el-isfehanî, el-Müfredât, s. 542; İbn Hazm, El-Fasl, IV/33

[62] El-Cessas, Ahkâmu’l Kur’an, I/56, et-Tabressi, I/175; İbn Kesîr, I/240; İbn hzam, el-Fasl, IV/33

[63] İbn Ebî Hatim’den naklen İbn Kesir, I/123-124

[64] Et-Tabressi, I/175

[65] İbnu’l Arabî, Ahkâmu’l Kur’an, I/29; İbn Kesîr, I/240

[66] Taberî, I/456

[67] Taberî, I/457

[68] Taberî, I/457-458; İbn Kesîr, Tefsîr, el-Bidâye; el-Vâhıdî, Tefsir; el-Kirmânî, Lübâbü’t-Tefsir; Tefsîru Askerî; Ebul’l-Leys  es-Semerkandî; et-Tabressî; et-Tıbyân vb.

[69] Ahmed bin Hanbel, Müsned, hadis no: 6178; Taberî, II/433; İbn Kesîr, I/241-242

[70] Taberî; İbn Kesîr; İbn Arabî, Ahkâmu’l-Kur’an vb.

[71] Taberî; İbn Kesir

[72] Zâdu’l-Mesîr I/124; İbn Kesîr I/243

[73] M. Tenzîl, I/43; el-Vâhıdî, Tefsir, varak 37a-b

[74] İbn Hazm, el-Fasl, IV/32; naklen Abdullah Aydemir, Tefsirde İsrâiliyyat, s. 151

[75] 2/Bakara, 102

[76] Et-Tûsî, et-Tıbyân, I/374; el-Muharrar, I/varak 84a; Zâdü’l Mesîr, I/125; İbn Hazm, el-Fasl, IV/34 

[77] et-Tıbyân, I/374; et-Tabressî, I/175; el-Muharrar, I/varak 84a

[78] el-Muharrar, I/varak 84a

[79] et-Tıbyân, I/374; et-Tabressî, I/175; el-Muharrar, I/varak 84a; Zâdü’l Mesîr, I/125

[80] Et-Taberî, I/459

[81] el-Muharrar, I/varak 84a; et-Tıbyân, I/374; et-Tabressî, I/175

[82] İbn Atıyye, el-Muharrar, I/varak 84a

[83] Et-Taberî, I/459

[84] Et-Taberî, I/459

[85] Zâdü’l Mesîr, I/125

[86] İbn Hazm, el-Fasl, IV/32-33; Naklen A. Aydemir, s. 153

[87] İbn Kesîr, I/240-241

[88] İbn Kesîr, I/241-242

[89] İbn Kesîr, I/242-243

[90] İbnu’l-Cevzî, Zâdu’l-Mesîr, I/124

[91] İbn Kesîr, Tefsir I/203

[92] Bu konudaki örnekler için bkz. A. Aydemir, s. 157

[93] 66/Tahrim, 6

[94] 21/Enbiyâ, 26

[95] 21/Enbiyâ, 20

[96] 36/Yâsin, 40

[97] Kurtubî, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an I/52

[98] A. Aydemir, a.g.e. s. 136-161; karş. Yusuf Özbek, İslâm Açısından Sihir, s. 101-131

[99]

[100] 5/Mâide, 110

[101] 6/En’âm, 7

[102] 7/A’râf, 109-126

[103] 7/A’râf, 132

[104] 10/Yûnus, 79-82

[105] 10/Yûnus, 2

[106] 10/Yûnus, 76-77

[107] 11/Hûd, 7

[108] 15/Hıcr, 13-15

[109] 17/İsrâ, 47

[110] 20/Tâhâ, 63-70

[111] 25/Furkan, 8

[112] 26/Şuarâ, 153

[113] 43/Zuhruf, 49

[114] 51/Zâriyât, 52

[115] 52/Tûr, 13-15

[116] 52/Tûr, 29

[117] 54/Kamer, 2

[118] 68/Kalem, 2

[119] 113/Felak, 1-5

[120] Ahmed bin Hanbel, 4/399; Ebû Ya’lâ, el-Müsned hds no: 3386; İbn Hibbân, Sahîh 7/366, 648; Hâkim, Müstedrek 4/146

[121] Nesâî, Tahrîmu’d-Dem 199, 7/117

[122] Buhârî, Vesâyâ 23, Tıb 48, Muhâribîn 31; Müslim, İman 38, 4; Ebû Dâvud, Vesâyâ 10, 1; Nesâî, Vesâyâ 11

[123] 17/İsrâ, 101

[124] Tirmizî, İsti’zân 33, Tefsîr Benî İsrâil 18, 16; Nesâî, Tahrîmu’d-Dem 18; İbn Mâce, Edeb 16/2

[125] Ahmed bin Hanbel, 4/22, 218

[126] Buhârî, Tıbb 51, Nikâh 47; Müslim, Cum’a 47

[127] Tirmizî, Tıbb, hadis no: 2062; İbn Mâce, Tıbb, hadis no: 3506-3509; Ebû Dâvud, Tıb, c. 2, s. 336

[128] Buhârî, Tıbb 44; Müslim, Selâm 111, 112; Ebû Dâvud, Tıbb, c. 2, s. 343; Tirmizî, Siyer, hadis no: 1615; İbn Mâce, c. 2, s. 365-366

[129] Bezzâr, Müsned; Taberânî, Mu’cemu’l-Evsat

[130] 20/Tâhâ, 64, 69

[131] 23/Mü’minûn, 89

[132] 7/A’râf, 117

[133] 20/Tâhâ, 66

[134] 10/Yûnus, 81

[135] 20/Tâhâ, 69; 10/Yûnus, 77

[136] 10/Yûnus, 81

[137] 7/A’râf, 118

[138] 7/A’râf, 116-118

[139] 10/Yûnus, 76-77

[140] 20/Tâhâ, 63-70

[141] 7/A’râf, 103-126; 10/Yûnus, 75-86; 20/Tâhâ, 56-72; 26/Şuarâ, 30-51

[142] Adil Beyazyıldız

[143] Ferit Aydın, İslam’da İnanç Sistemi, Kahraman Yayınları: 311 vd.

[144] Bkz. Fahreddin Râzi, Elmalılı ve S. Ateş’in Tefsirleri, Felak sûresi tefsiri

[145] İzzet Derveze, Tefsîru’l-Hadis, c. 1, s. 197-198; S. Ateş, Yüce Kur’an’ın Çağdaş Tefsiri, c. 11, s. 191

[146] Müslim, Müsâfirîn 264

[147] Dârimî, "Fezâilü'l-Kur’an", 25. Bu iki sûresin faziletiyle ilgili diğer rivayetler için bk. İbn Kesîr, VIII, 550-55

[148] Buhari, Fedailu’l-Kur’an: 14.

[149] Nesai, İstiaze: 37.

[150] Buhârî, Tıb 42

[151] Tirmizî, Tıb 14

[152] Tirmizî, Tıb 24

[153] Ebu Davud, Ahmed, Neseî, İbn Hibban, Hakim

[154] 113/Felak, 4

[155] 113/Felak, 4

[156] Râğıb el-İsfehani, el-Müfredat elfâzı’l Kur’an, Pınar Y., s. 1468

[157] 2/Bakara, 235

[158] Buhârî, Tıb 42

[159] 64/Teğâbün, 14

[160] 12/Yusuf, 28

[161] Fahrettin Yıldız, Tefsir Notları

[162] 40/Mü’min, 60

[163] 2/Bakara, 186

[164] 25/Furkan, 77

[165] 72/Cinn, 20

[166] 15/Hicr 42

[167] 34/Sebe’, 21

[168] 14/İbrahim, 22

[169] 4/Nisâ, 76

[170] 67/Mülk, 14

[171] 20/Tâhâ, 71

[172] Cahit Karaalp

[173] İdraru'ş-Şurûk fî Envâi'l-Furûk,  c. 4, s. 149

[174] 33/Ahzâb, 36

[175] Taberani, Mu’cemu’l-Kebir, 10/83

[176]7/A’râf, 116

[177] 20/Tâhâ, 66

[178] Ebû Bekr el-Cessâs, Ahkâmu’l Kur’an, İ’tisam Yay., s. 136-143

[179] 20/Tâhâ, 69

[180] 20/Tâhâ, 69

[181] Ebû Bekr el-Cessâs, Ahkâmu’l Kur’an, İ’tisam Yay., s. 143-158 (özetlenerek)

[182] Fahreddin Râzi, Mefâtihu’l-Gayb Terc. 263; S. Ateş, Yüce Kur’an’ın Çağdaş Tefsiri, 1/209; A. Osman Ateş, Kur’an ve Hadislere Göre Cinler-Büyü, s. 232

[183] İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, c. 8, s. 88

[184] 14/İbrâhim, 22; 15/Hıcr, 42; 16/Nahl, 99; 17/İsrâ, 65

[185] 15/Hıcr, 23

[186] A. Osman Ateş, Kur’an ve Hadislere Göre Cinler-Büyü, Beyan Y., s. 224-229

[187] 7/A’râf, 109-114

[188] 20/Tâhâ, 59

[189] 20/Tâhâ, 61

[190] 20/Tâhâ, 62-64

[191] 20/Tâhâ, 68

[192] 7/A’râf, 115-118

[193] 3/Âl-i İmrân, 175

[194] 7/A’râf, 119

[195] 7/A’râf, 121-122

[196] 20/Tâhâ, 60

[197] 20/Tâhâ, 73

[198] 20/Tâhâ, 68

[199] 3/Âl-i İmran, 54

[200] Mevdudi, Kur’an’da Firavun, s. 9, 38-43

[201] 2/Bakara, 102

[202] Buhârî, Tıb 51, Nikâh 47; Müslim, Cum’a 47

[203] 113/Felak, 1-5

[204] Buhâri, Megazi 35; Müsned, Ahmed b. Hanbel, II/525

[205] Ebû Dâvud

[206] 5/Mâide, 90

[207] Elmalılı, Hak Dini Kur'an Dili,  c. 7,  s. 5208

[208] 27/Neml, 65

[209] 6/En'âm, 50

[210] 7/A'râf, 188

[211] Müslim, Selâm 125

[212] Tirmizî, Tahâret 102; İbn Mâce, Tahâret 122; Ebû Dâvud, Tıb, hadis no: 3904; Ahmed bin Hanbel, II/ 408

[213] Elmalılı, Hak Dini Kur'an Dili,  c. 1, s. 5207

[214] 10/Yûnus, 106

[215] 20/Tâhâ, 12-47

[216] 20/Tâhâ sûresi, 58-73; 7/A’râf, 111-112

[217] 20/Tâhâ, 70

[218] 20/Tâhâ, 72

[219] 2/Bakara, 102

[220] 17/İsrâ, 4-7

[221] 113/Felak sûresi, 1-5; 114/Nâs sûresi, 1-6

[222] Moral Dünyası, Aylık Kültürel Aile Dergisi, Editör, Mayıs 2008

[223] 2/Bakara, 102

[224] Buhârî Vesâyâ 23, Tıb 48, Hudûd 44; Müslim, İman 145; Ebû Dâvud, Vesâyâ 10, hadis no: 2874

[225] Nesâî, Tahrim 19, hadis no: 4076

[226] Ahmed bin Hanbel, Müsned, III/14, 83; IV/399

[227] A. Osman Ateş, Kur’an ve Hadislere Göre Cinler-Büyü, s. 333-334

[228] 7/A’râf, 88

[229] 27/Neml, 65

[230] Müslim, Selâm 125; Ahmed bin Hanbel, 2/429, 4/68

[231] Tirmizî, Tahâret 102; İbn Mâce, Tahâret 122

[232] Buhârî, Bed’ü’l-Halk 6, 11, Tıb 46, Edeb 117; Müslim, Selâm 122, 123

[233] Hayrettin Karaman, Günlük Hayatımızda Helâller Haramlar, s. 137-139

[234] Elmalılı, Hak Dini Kur’an Dili, Eser Y. c. 8, 6365

[235] 51/Zâriyât, 20-21

[236] Kamus, IV, 266; Fischer. F. "Kehânet" maddesi, İ.A. VI, 71

[237] İbn Manzur, Lisan, XIII, 362-363; IX, 237; Râğıb, Müfredat, 265

[238] Âlûsî, Bulûğul-Ereb, III, 269; Ali Çelik, İslam’ın Kabul veya Reddettiği Halk İnançları, Beyan Y., 211

[239] İzutsu, T. Kur’an’da Allah ve İnsan, s. 163

[240] Alûsî, a.g.e., III, 269-270

[241] Âlûsî, a.g.e., III, 270

[242] Derveze, İ. Asru'n-Nebî, s. 294; Ebû Ubeyde, Eyyâmu'l-Arab Kable'l-İslâm, I, 229

[243] Ebû Ubeyde, Eyyâmu’l-Arab I, 229; İbn Hişâm, Sîre, I, 204; İzzet Derveze. a.g.e. s. 293

[244] Âlûsî, Buluğu'1-Ereb, III, 269-288

[245] İbn İshak, Sîre, s. 13; Süheylî, Ravdu’l-Unuf, II, 295; Mesûdî, Murûru’z-Zeheb, II, 173; Fischer, A.. İ.A., VI, 71-72

[246] 15/Hıcr, 16-18; 37/Sâffât, 6-10; 72/Cinn, 8-9

[247] 15/Hicr, 16-18

[248] 37/Sâffât, 6-10

[249] Müslim, Selâm 124, 11/1450; Ayrıca bk. Süheylî, Ravdu'l-Umıf; I. 303; Aynî. Ümdetü’l-Kari, VII

[250] Âlûsî, Bulûğul-Erab, III, 269-306

[251] Ali Çelik, İslam’ın Kabul veya Reddettiği Halk İnançları, Beyan Y., 212-215

[252] 69/Haakka, 43; 52/Tûr, 29

[253] Ahmed bin Hanbel, Müsned III, 14

[254] Ahmed bin Hanbel, Müsned. II, 408. 429, 476; İbn Mâce, Taharet 122/1, 209; Ebû Dâvud, Tıb 21/IV, 22-226; Dârimi,

     Vûdu’ 1140 I/259; Nesai, Sehv 20/III, 4-19

[255] Buhârî, Büyû’, 113-III, 43; Müslim, Musâkat 39/11, 1198; Tirmizî, Nikâh 37/III, 438; Nesâî, Buyû’ 91/VII, 309

[256] İbn Hacer, Fethu'1-Bâri, X. 182

[257] Kafesoğlu, Türk Bozkır Kültürü, s. 88-89

[258] Ali Çelik, a.g.e., s. 216-217

[259] Ferit Aydın, a.g.e., s. 317

[260] 5/Mâide, 3

[261] Nesâî, Zînet 17; İbn Mâce, Tıb 39

[262] Buhârî, Tıb 19, 25, 43-45; Müslim, Selâm 102

[263] Buhârî, Tıb 43, 44; Müslim, Selâm 110

[264] Hayrettin Karaman, Günlük Hayatımızda Helâller Haramlar, s. 151

[265] Müslim, Selâm 43; Karşılaştırın: Buhârî, Bed’ü’l-Halk 11, Tıb 47; İbn Mâce, Tıb 45, hadis no: 3545; Ahmed bin Hanbel, Müsned VI/57

[266] Ahmed bin Hanbel, Müsned IV/367

[267] Nesâî, Tahrim 20, hadis no: 4077

[268] Buhârî, Tıb 76; Müslim, Selâm 39; Ahmed bin Hanbel, VI/63; İbn Mâce,  

[269] İbn Ebî Şeybe, V/435, rakam 2; Ahmed bin Hanbel, IV/367; et-Taberânî, Kebîr, V/180, rakam 5016. Tefsir kitaplarındaki rivayetlere bakıldığında Hz. Ali ile beraber Zubeyr ve Ammar bin Yâsir’i gönderdiği geçmektedir. Bazılarında Hz. Ali ile Ammar’ı, bazı rivayetlerde Ammar’ı bir grup ile gönderdiği geçmektedir.

[270] Abdurrezzak, XI/14, rakam 19764; Nesâî, Tahrim 37, Seherâtu Ehli’l Kitab 20, et-Taberânî, Kebir, V/179; İbn Sa’d, Tabakat, II/199

[271] Buhârî, 5765, 6063İbn Ebî Şeybe, 2; Nesâî 4091, Ahmed bin Hanbel, IV/367…

[272] Buhârî, hadis no: 6063

[273] Buhârî, 3268, 5763, 5766, 6391; Beyhakî, Delâil’n-Nubuvve, VI/247

[274] Nesâî, hadis no: 4091

[275] Buhârî, 5766 numaralı hadis ile diğer zikredilen hadisler.

[276] Zikri geçen şu hadisler: İbn Ebî Şeybe, 2; Ahmed bin Hanbel, IV/367; Taberânî, 5011-3, 5016; Müstedrek, IV/360-1, rakam 8014

[277] İbnu’l-Cevzî, Zâdu’l-Mesîr, IX/270

[278] Şevkânî, Fethu’l Kadir, V/616; İbn Kesir, Tefsir, VIII/557-8; Bağavi, Semerkandi, Vâhidî, Beydavî, Ebû Hayyan, Ebu’s-Suud, İbnu’l Cevzi,  Kurtubi, Âlûsi, Suyutî, Bursevi, Sâbunî, Zuhaylî

[279] Zikri geçen hadisler: İbn Ebî Şeybe 2; Ahmed bin Hanbel, IV/367; Nesâî, 4091, Taberânî, 5016

[280] Bkz. İbn Hacer, Fethu’l-Bârî, XI/390

[281] Ahmed bin Hanbel, VI/63

[282] Abdurrezzak, XI/14, rakam 19764. Ebû Dâvud hadisi rivayeteden Yahya bin Ya’mer’in (90’dan önce/709) Hz. Âişe’den hadis işitmediğini söylemiştir (bkz. Ez-Zehebî, Nubelâ, IV/442, rakam 170. Bu sebeple rivayete mursel denmiştir. Ancak ez-Zehebî bunu kabul etmez ve onun başka sahabilerden rivayetine temas eder. Bkz. Tezkiratu’l-Huffâz, I/75. Bunun yanında, bunun senedinde geçen Atâ bin Ebî Müslim el-Horasanî (135/752) bulunmaktadır. Sadûk olmasına rağmen çok yanılan, mursel rivayet eden müdellis birisidir. Bkz. Ez-Zehebî, Nubelâ, VI/140-3, rakam 52; İbn Hacer, Takrîb s. 392, rakam 4600   

[283] Bkz. Buhârî, Cizye 14, Tıb, 49, 50, Edeb, 56; Ahmed bin Hanbel, Müsned, VI, 63-64, 96

[284] Ebû Bekr el-Cessâs, Ahkâmu’l Kur’an, İ’tisam Yay., c. 1, s. 157

[285] Buhârî, Tıb 49; Edeb, 56; Ahmed bin Hanbel, Müsned, VI, 64

[286] Buhârî, İcâre 16, Tıb 39; Ebû Dâvud, Büyû’ 37, Tıb 19; Ahmed bin Hanbel, V/211

[287] Bkz. Eş-Şevkânî, Fethu’l-Kadîr, I/131

[288] El-Cessâs, Ahkâmu’l Kur’an, I/59-60. Cessâs’ın bu görüşünde Mu’tezile Fırkasının tesirinde değil de, aynı görüşü müdafaa eden İmam-ı A’zam Ebû Hanife’nin tesirinde kaldığını söyleyebiliriz. Çünkü Cessâs, mezhep imamına son derece bağlı olup, onu her hâlukârda savunmaktadır.” (Cessâs ve Ahkâmu’l Kur’an’ı, s. 29).

[289] Bkz. Taberî, Câmi’, I/460; Zemahşerî, Keşşâf, II/103 Ayrıca Ahmed el-İskenderî’nin Keşşâf’ın zeylinde bulunan Kitabu- İnsaf’ının bu sayfadaki açıklamalarına bakınız; IV/301; er-Râzî, Tefsir, III/193, 32/179; Kurtubî, Câmi, II/46; bursevî, Tefsir X/543; eş-Şihâb, Hâşiye, VIII/416; el-Cemel, Futuhâtu’l-İlâhiyye, IV/607; Macdonald, Sihir, İslam Ansiklopedisi, X/603; Hamevî, Sihr, s. 106.

Felak ve Nâs surelerinin Mekkî olduğu rivayeti daha doğrudur diyen Süleyman Ateş, sihirle ilgili tüm rivayetleri topluca şöyle değerlendirir: “Aslında yalnız Sa’lebî’nin bu senedsiz rivayeti değil; bu konudaki senedli rivayetler de birbirini tutmaz, çelişkilerle doludur. Bu rivayetlerin hiçbiri sûrenin iniş sebebi olamaz… Ayrıca bu rivayetler çelişkilerle doludur… Bu rivayetlerin büyü ve nazarın etkisini desteklemek ve insanları bunlardan korkutmak amacıyla ortaya atıldığında şüphe yoktur. Verilmek istenen temel düşünce şudur: Büyü ve nazar Peygamber’e bile tesir etmiştir. Onun için bunlardan sakınmak lâzımdır.” Süleyman Ateş hadisi reddetmek için kullanılan delilleri serdettikten sonra şöyle der: “… Peygamber’e büyü yapıldığı hakkındaki bu rivayetlerin hepsi zâlimlerin anlatımıdır. Bunu çıkarıp uydurdukları sened zinciriyle Peygamber’in güzîde bir sahâbisine dayandıranlar, müslüman görünseler de, gerçekte Peygamber düşmanı yalancılardır. Bir müslüman, Kur’an’a tamamen ters olan, Peygamber’in korunmuşluğunu dinamitleyen bu yalanlara nasıl inanır?” (Gerçek din Bu, I/176).

Ali Osman Ateş’in ifadeleri biraz daha yumuşaktır: “Bir yahudinin yaptığı sihrin, Hz. Peygamber’de bir delide gözlenebilecek bir tesirin meydana getirebileceğini doğrusu insanın gönlü kabul etmiyor.” (Cinler-Büyü, s. 272)    

[290] 20/Tâhâ, 69

[291] 25/Furkan, 8

[292] 20/Tâhâ, 69

[293] Ebûbekr er-Râzî, el-Cessâs, Ahkâmu’l Kur’an, İ’tisam Y., c. 1, s. 156-158

[294] 25/Furkan, 8-9

[295] 17/İsrâ, 47

[296] 52/Tûr, 29-30

[297] 68/Kalem, 2

[298] 81/Tekvîr, 22

[299] 5/Mâide, 67

[300] 15/Hicr, 95

[301] 20/Tâhâ, 69

[302] 5/Mâide, 67

[303] Derveze, et-Tefsiru'l-Hadis, 1, 198; Sübkî, el-Menhel, VIII, 11

[304] Derveze. a.g.e., I, 199

[305] Bkz. Buhârî, Cizye 14, Tıb, 49, 50, Edeb, 56; Ahmed bin Hanbel, Müsned, VI, 63-64, 96

[306] Buhârî, Tıb 49; Edeb, 56; Ahmed bin Hanbel, Müsned, VI, 64

[307] Ahmed bin Hanbel, Müsned, VI, 63

[308] Ebû Bekr el-Cessâs, Ahkâmu’l Kur’an, İ’tisam Yay., c. 1, s. 157

[309] 10/Yûnus, 107

[310] 2/Bakara, 102

[311] Ebû Bekr el-Cessâs, Ahkâmu’l Kur’an, İ’tisam Yay., c. 1, s. 157

[312] Yazır, Hak Dini, IX, 6356

[313] Ebû Bekr el-Cessâs, Ahkâmu’l Kur’an, İ’tisam Yay., c. 1, s. 157

[314] Ebû Bekr el-Cessâs, Ahkâmu’l Kur’an, İ’tisam Yay., c. 1, s. 157

[315] Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, IX, 6358

[316] Seyyid Kutub, Fî Zılâli’l Kur’an, Hikmet Y. c. 16, s. 445-446

[317] İzzet Derveze, el-Tefsîru'l-Hadis, Nüzul Sırasına Göre Kur’an Tefsiri, I, 216

[318] El-Muslimûn, Sünnet Üzerine Bir Kitap ve Bir Açık Oturum, trc. Mehmet Görmez (Ali Özek’in Muhammed el-Gazâli’den tercü ettiği Fakihlere ve Muhaddislere Göre Nebevî Sünnet’in sonunda), İst. 1992, s. 292

[319] Halil Günenç, Günümüz Meselelerine Fetvalar, I/48

[320] Fahrettin Yıldız, Tefsir Notları

[321] 17/İsrâ, 48

[322] M. Sait Şimşek, Hayat Kaynağı Kur’an Tefsiri, c. 5, s. 508

[323] M. Sait şimşek, Hayat Kaynağı Kur’an Tefsiri, c. 5, s. 508

[324] Muhammed Abduh, Tefsiru Cüz’i Amme, s. 139, 182

[325] Mecelletu’l-Menâr, 29/1, 104

[326] El-Müslimûn, Sünnet Üzerine Bir Kitap ve Bir Açık Oturum, trc. Mehmet Görmez, s. 307-308

[327] Süleyman Ateş, Yüce Kur’an'ın Çağdaş Tefsiri, XI, 195

[328] Bu rivayetlerdeki ravîler Hişâm b. Urve'deıı itiba­ren tek ravi sayısına iniyor. Bütün bu ravîlerin hocalarıyla çağ­daş oldukları, onlarla karşılaştıkları sabit olsa bile, bu hadisle­rin metninde yer alan ve İslâm âlimleri arasında tartışmalara sebep olan problem dolayısıyle, bu rivayetlerin yukarıdaki ravilerden alındığına kesin olarak hükmetme konusunda bazı tereddütlere yol açıyor. Söz gelimi babası Urve'den nakilde bulunmakla meşhur olan Hişâm b. Urve'nin, bu rivayetleri de arada hiçbir vasıta olmaksızın doğrudan babasından aldığı hu­susunda şüphelere yol açacak bazı bilgiler mevcuttur. Hişam'm rivayet konusundaki gevşekliği de babasından nakilde "irsal" yapmasıdır. Yani doğrudan ba­basından işitmediği halde, rivayeti aldığı şahsı atlayarak ken­disi doğrudan babasından işitmiş gibi rivayet etmesidir.

Bu hadis rivâyetlerinin senedinde yer alan bazı ravîlerin tenkide uğradıkları da görülmektedir. Nitekim Hişâm b. Ur­ve'nin ravîlerinden Ebû Usâme Hammad b. Üsâme el-Kûfî, tedlîs yapmakla ve hadis hırsızlığıyla suçlanmıştır (İbn Sa'd, et-Tabakât, VI, 394-395; Zehebî, Mizânû'’l İ’tidâl, I, 588; İbn Hacer, T. Tehzîb, II, 6). Bu riva­yeti, Yahya b. Sa'îd el-Kattân vasıtasıyla Hişam b. Urve'den alan Muhammed b. el-Müsennâ (v.252) da hâfıza yönünden tenkide uğramıştır (Zehebî, Mizânü'l-İ’tidâl IV, 24; İbn Hacer, T. Tehzîb, V, 272). Hişâm b. Urve'nin ravilerinden Abdül­melik b. Abdilaziz İbn Cüreyc (v. 150) ile Süfyan b. Uyeyne (v.198) de tenkid edilmişlerdir. ed-Dârekutnî, İbn Cüreyc'in tedlîsinden sakındırmış ve onun mecruh kimselerden işittiği şeylerde tedlîs yaptığını bildirmiştir. İbn Hıbbân da onun ted­lîs yaptığını bildirmiştir. Yahya el-Kattân ise, Atâ'nın kendisıne verdiği bir kitaptan nakilde bulunması dolayısıyla İbn Cü­reyc'in Atâ'dan yaptığı rivayetlerin tamamının zayıf olduğunu söylemiştir. (İbn Hacer, T. Tehzîb, III, 503) Ahmed b. Hanbel de İbn Cüreyc'in mürsel olarak naklettiği bazı hadislerin mevzu olduğnu bildirmiştir. (Zehebî, Mizânü’l-İ’tidâl II. 659)

Ravî Süfyân b. Uyeyne de tedlîs yapmakla suçlanmış, (İbn Hacer, T. Tehzîb, III. 503) Yahya b. Sa'îd el-Kattân, onun yaşlandığında h. 197 yılında ihtilât ettiğini bildirmiş, bu yıldan sonra ondan işitenlerin riva­yetlerinin muteber olmadığını söylemiştir. (Zehebî, Mizanü’l-Î'tidâl, II, 171; İbn Hacer, T. Tehzîb, II, 359) Hişâm b. Urve'nin ravîlerinden Vüheyb b. Hâlid de hâfızası bozulduğu için tenkide uğramıştır. (İbn Hacer, T. Tehzîb. VI, 109). Hişâm b. Urve'nin râvilerinden olan Ma'mer b. Râşid (v.152) de cerhedilmiştir. Ebû Hatim, Ma'mer'in Basra'dayken naklettiği şeylerde galatlar var, sâlihu'l-hadistir, demiştir. Yahya b. Ma'în ise, Ma'mer, ez-Zühri ve İbn Tavus hâriç, Iraklılardan naklettiği zaman ona muhalefet et. Bas­ra ve Kûfe halkından yaptığı rivayetler sahih değildir, demektedir (İbn Hacer. T. Tehzîb, V, 500-502).

Ab­dullah b. el-Mübârek ile Muğîre, Kûfeliler'in hadislerini el-A'meş ile Ebû İshak'ın ifsâd ettiğini söylemişlerdir. Ahmed b. Hanbel, el-A'meş'in hadisinde birçok ıztırap bulunduğunu bildirmiştir. ez-Zehebî, el-A'meş'in bazan kim olduğu bilinme­yen zayıf kimselerden tedlîs yaptığını zikretmiş, rivayet eder­ken (Haddesenâ) dediği zaman problem olmadığını, fa­kat (An) lafzını kullandığında tedlîs ihtimhalinin söz ko­nusu olduğunu söylemiştir. (Bu rivâyetlerinde de “an” lafzını kullanmıştır).  Ali b. el-Medînî ise, el-A'meş'in zayıf kimselerden naklettiği hadislerinde evhamının çok ol­duğunu bildirmiştir (Zehebî, Mizânü’l İ’tidâl II, 224). Burada, el-A'meş'in konumuzla ilgili olarak Yezîd b. Hayyân vasıtasıyla Zeyd b. Erkam'dan (r.a.) yaptığı rivayetinde de tamamen “an” lafzını kullandığını gözönünde bulundurmamız son derece faydalı olacaktır. Söz konusu rivayeti el-'A'meş'ten alan ravî Ebû Muâviye ed-Darîr Muhammed b. Hazm et-Temîmî el-Kûfî (v.195) de hadis âlimleri tarafından tenkid edilmiştir. Ebû Muâviye'nin tenkide uğradığı hususların başında zabt yönü gelmektedir ki, bu husus konumuz açısından çok mühimdir. Ahmed b. Hanbel, Ebû Muâviye'nin, el-A'meş'in hadisinin dışındaki rivayetlerin­de ızdırab bulunduğunu, çünkü naklettiği şeyleri iyice ezber­lemediğini söylemiştir. Yahya b. Ma'în, onun Ubeydullâh b. Ömer'den münker şeyler naklettiğini ifade etmiş, İbn Sa'd ve Ya'kûb b. Şeybe ise tedlîs yaptığını bildirmişlerdir. İbn Ebî Hatim de, el-A'meş'ten nakil konusunda onun Süfyân'dan sonra geldiğini belirterek, zabtının Süfyân kadar güçlü ol­madığına işaret etmiştir (İbn Hacer, Tehzîbu't-Tehzîb, V, 91).  

[329] Müslim, Mûnafıkun, 69-70; Tirmizı, Radâ', 17/1172; Nesâî, lşretü'n-Nisâ, 4/3959; Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 309

[330] 5/Mâide, 67

[331] 17/İsrâ., 47

[332] 25/Furkan, 8

[333] 52/Tûr, 29-30; 68/Kalem, 2; 81/Tekvîr, 22

[334] S. Ateş, Gerçek Din Bu, s. 174-177; Yüce Kur’an’ın Çağdaş Tefsiri, c. 11, s. 194-195

[335] Müslim, Münâfıkîn 69-70; Tirmizî, Radâ’ 17, hadis no: 1172; Nesâî, İşretü’n-Nisâ 4, hds no: 3958; Ahmed bin Hanbel, 3/309; A. Osman Ateş, a.g.e. s. 268-291

[336] Bu konuda bkz. Turan Dursun, Din Bu, 1, 116-118

[337] Râzî, Mefâtîh, XXXII, 187-188; Krş. Ateş a.g.e., XI, 195

[338] Aynî, Umdetü’l Kari, XXI, 277; Davudoğlu, Sahih-i Müslim Terc. IX. 5804; Krş. Sübkî, el-Menhel, VIII, 120

[339] Ali Osman Ateş, Kur’an ve Hadislere Göre Cinler-Büyü, s. 294

[340] 18/Kehf, 50; 2/Bakara, 34

[341] 18/Kehf,  50;  15/Hıcr, 27;  55/Rahman, 15

[342] Müslim, Zühd 10, Hadis no: 2294, 4/2294

[343] Bkz. 2/Bakara, 31; 15/Hicr, 26-29)

[344] 18/Kehf, 50; 2/Bakara, 34

[345] 4/Nisâ, 120; 17/İsrâ, 64

[346] Bkz. 7/A'râf, 20

[347] 2/Bakara, 268

[348] 17/İsrâ, 27

[349] 2/Bakara, 268; 24/Nur, 21

[350] 2/Bakara, 275

[351] 2/Bakara, 168-169

[352] 2/Bakara, 31

[353] 2/Bakara, 32

[354] 2/Bakara, 32

[355] 46/Ahkaf, 28

[356] 76/İnsan, 2-3; 91/Şems, 8

[357] 95/Tîn, 4-5

[358] 38/Sâd, 71-85

[359] 49/Hucurât, 13

[360] 39/Zümer, 9

[361] 4/Nisâ, 95

[362] 33/Ahzâb, 36

[363] 33/Ahzâb, 36

[364] İbn Mâce, Zühd 16; hadis no: 4176

[365] 2/Bakara, 38; 20/Tâhâ, 123

[366] 20/Tâhâ, 124

[367] 20/Tâhâ, 117

[368] 20/Tâhâ, 115

[369] 4/Nisâ, 116; 5/Mâide, 40; 39/Zümer, 53; 61/Saff, 12 vd.

[370] 6/En'âm, 112-113

[371] 36/Yâsin, 60; 7/A'râf, 16-17; 17/İsrâ, 64; 2/Bakara, 268 vd.

[372] 17/İsrâ, 65

[373] 4/Nisâ, 67

[374] 14/İbrahim, 22; 4/Nisâ, 120; 15/Hicr, 42; 17/İsrâ, 64 vd.

[375] 55/Rahmân, 14; 6/En'âm, 2; 23/Mü'minûn, 12; 32/Secde, 7; 37/Saffat, 11

[376] 18/Kehf, 50-51

[377] 58/Mücâdele, 19, 22

[378] 4/Nisâ, 76).

[379] 51/Zâriyât, 56; 36/Yâsin, 60

[380] 34/Sebe’, 40-41

[381] 34/Sebe’, 40-41

[382] 66/Tahrîm, 6) Zaten meleğin isyan ederek Cin’e dönüşme ihtimalinin varlığı, mitolojilerde olduğu gibi, cehennemdekilerin

[383] 2/Bakara, 30

[384] 70/Meâric, 4; 32/Secde, 5

[385] 81/Tekvîr, 20; 11/Hûd, 80-83

[386] 66/Tahrim, 6

[387] Müslim, Zühd 60. Ayrıca bk. Ahmed İbni Hanbel, Müsned, VI, 153, 168

[388] 72/Cin, 8-9;  https://www.haksozhaber.net/cinler-melek-veya-taninmayan-varliklar-midir-32174yy.htm#:~:text=Cinler%20melek%20ya%20da%20meleklikten,%3F%22%20diyece%C4%9Fi%20g%C3%BCn%C3%BC%20bir%20hat%C4%B1rla!

[389] 7/A'râf, 17

[390] 17/İsrâ, 64

[391] 2/Bakara, 37

[392] 17/İsrâ, 61-65

[393] 114/Nâs, 4-6

[394] 31/Lokman, 33; 35/Fâtır, 5

[395] 58/Mücadele, 19

[396] 2/Bakara, 268

[397] 17/İsrâ, 53

[398] 27/Neml, 24; 16/Nahl, 63

[399] 6/En'âm, 112-113

[400] 5/Mâide, 90-91

[401] A. Osman Ateş, Şeytan, s. 214

[402] Zübeyir Yetik, Şeytan, s. 97-107

[403] H. K. Ece, Hz. Âdem, s. 139-141

[404] 7/A'raf, 16-17

[405] 15/Hıcr, 41-42

[406] İbn Kesir, 2/9

[407] İbn Kesir, 2/9

[408] M. Alagaş, Şeytan ve Dostları, s. 27-52

[409] 7/A'râf, 27

[410] 7/A’râf, 17

[411] 17/İsrâ, 64 ve Müslim, Münafikûn 66, 68, Hadis no: 2813, 4/2167

[412] 2/Bakara, 268

[413] 2/Bakara, 288

[414] H. K. Ece, İslâm'ın Temel Kavramları, s. 286

[415] 4/Nisâ, 76

[416] 4/Nisâ, 76

[417] 17/İsrâ, 65

[418] 58/Mücâdele, 19

Ögeyi değerlendirin
(0 oy)

Yorum yapın

(*) ile işaretlenmiş zorunlu alanların tümünü doldurduğunuzdan emin olun. HTML kodları kullanılamaz.