DARU'L HARP MI DARU'L HARAP MI?

Ö n s ö z                                                                            

Allah’ın ismi ve izniyle…

Hamdolsun O’na. Salât ve selâm Yüce Rasûle, âline ve ashâbına.

Her konuda en güzel örnek olan tek önderin izinden gidenlere selâm olsun. 

Bu ülkede yaşayan insanların bir kısmı, İslâm’ı ve onunla ilgili kavramları hiç önemsemezken; diğer kısmı mirasyedi rahatlığıyla geleneği yerli-yersiz kullanıp bilinçsiz bir tüketici ve tükenici rolü üstlenmekte. Güzel istisnâlar elbet hâriç.

On üç asırdır kullanılan “Dâru’l-Harp” kavramı ve bunun etrafındaki konular, İslâm’ın belirli oranda da olsa hâkimiyeti esnâsında ortaya konulan fıkhın bir ülkeye ve orada yaşayan insanlara yönelik hukukunu, ictihad ve fetvâları içeren bir miras. Ve yirminci asırla birlikte egemenliğin İslâm’ın elinden tümüyle (ç)alınmasından sonra dünyanın hızla helâke sürüklenmesi; savaşlar, işgaller, sömürüler, zulümler, kaoslar, travmalar, bunalımlar, fitneler, fesatlar… Her şeyin altüst olduğu ve dâru’l-İslâm diye bir yerin kalmadığı dünyada, Müslümanların ülkelerini “savaş yurdu” halinde görmeyip her tarafını saran küfürle fiilen savaşmadığı da acı bir gerçek. İçinde bulunduğu konum her şeyiyle değişmiş, yaşanması gerekeniyle ve farazî olanıyla fıkhın altyapısının tümüyle yok edildiği bir dünyada yaşıyor Müslümanlar. Eski kitaplarda yeri olmayan ve hayal bile edilemeyen tarzda her konuda, özellikle yönetimde “gâvurlaşma” ile değişen konumu iyi tahlil etmek ve hangi konumda isek onun fıkhını oluşturmak ümmetin kurtuluşu için ilk adım olması gerekiyor.

Bugün Müslümanların konumu, Mekke dönemine daha çok benziyor. Hicretten önceki Mekke’nin, dâru’l-harp tanımı içine girmeyeceği de tüm ilim ehlinin mâlumu. Hayatı, dünyayı ve içinde bulunduğu konumu doğru tespit ve teşhis edemeyen Müslümanların çıkış yolları için doğru çözüm de bulamayacakları bir gerçek.

Elinizdeki kitap, Müslümanların ev sohbetlerinde tartıştığı, ama üzerinde güncelleşmiş ilmî çalışmaların hemen hiç yapılmadığı, pek yazıya dökülmediği bazı konuları içeriyor. Dâru’l-harp anlayışı etrafındaki problemleri masaya yatırıyor. İslâm’ın vatan ve millet anlayışını tahlil ederek, hırsızlık ve Cuma namazı örneği ile dâru’l-harp anlayışının günümüz dünyasındaki problemleri çözmek yerine, daha bir karmaşa ve kargaşa içine sürüklediği değerlendiriliyor. Bu problemlerden kurtulmanın müslümanca yolu olan tebliğ ve cihadı terk edip en azından yozlaştıran bazı Müslümanların “tekfircilik hastalığı”nı kurtuluş ve canlanış gibi görmelerinin hazin haline işaret ederek “tekfir” konusunu geniş şekilde ele alıyor.

Güzellikler tümüyle Rabbimizden, hatalar da bizden… Böylesine hayatî konularda yanlışlık yapma ihtimali elbette büyük risk. Rabbim’den hatalarımın bağışlanmasını istiyor, ama okuyucunun bağışlamayıp düzeltmek için gördükleri hataları, kendilerine yakışan üslûpla ve delilleriyle birlikte bildirmelerini bekliyorum.             

Ey Rabbimiz, unutur ya da yanılırsak bizi muâheze etme, bizi affet, bağışla bizi. Bize merhametinle muâmele et. Sen bizim mevlâmızsın, kâfirlere karşı bize yardım et…  

                                                                                                             Ahmed KALKAN       

                                                                                                                       Ümraniye, Ağustos 2008

                                                                                                                  

 

 1.Bölüm

Dâru’l-Harb Anlayışı Etrafındaki Problemlere Bakış

 

 

  

Dâru’l-Harb Anlayışı ve Hırsızlık

 

İslâm'da Robin Hood'luk Yoktur

Batılı ve (ne kadar yerli olduğu tartışılabilecek) Türk filmlerinde biraz sosyalizm, biraz halk tipi eşkıyâlık propagandası kokan, kahramanın zenginden çalıp fakirlere dağıtması rolünü İslâm onaylamaz. Yani, hırsızın malını çalmak da hırsızlıktır. Hırsızdan hırsızlık yapana had uygulanıp uygulanmaması İslâm mezhepleri ve müctehidler arasında ihtilâflıdır. Ama kesinlikle ta'zîr de olsa bu tür hırsızlık yapana cezâ verilir. Hırsızlık suçsa, kötüyse hırsızın malını çalmak da aynı suçu işlemektir, aynı kötülüğü yapmaktır. Bu ilk hırsızın şahıs, kurum, devlet, müslüman veya kâfir olması, hükmü değiştirmez.

Hırsızlığın en büyüklerinden biri, umûma, halka ait malları çalmaktır. Bu, bazen devlet malı zannedilerek yapılır. Devlet, aslında soyut bir kavramdır, varlığı kâğıt üzerindedir. Devlet malı, aslında halkın malıdır. Yöneticiler âdil bir müslüman ve yönetim İslâmî ise, Allah'ın hükmüne göre adâletli bir şekilde halkın malını halkın en önemli ihtiyaçlarından başlayarak halka harcar. Bu vasıflardan birine sahip değilse halka zulüm ve halkın malına ihânet sözkonusu olur. Bazıları şöyle der: “Herkes çalıyor. Biz de aslında devletteki kendi hakkımızı almış oluyoruz!” Farkında olmasalar da, bu tavır, tüm halkı soymak, meşhur deyimle tüyü bitmemiş yetimin hakkına el uzatmaktır. Bir kişinin malını çalan kimse, onunla helâllaşma imkânına sahiptir. Mümkün ki, o kimse onu affeder. Ama umuma/kamuya ait mallar bütün müslümanların, bütün halkın mülküdür. Allah’tan korkmayanların yaptığı, onlara gerekçe olacak bir neden değildir. "Bir kavimde gulûl (denen devlet malından hırsızlık) zuhûr ederse Allah o kavmin kalplerine korku atar. Bir kavim içinde zinâ yayılırsa orada ölümler artar. Bir kavim, ölçü ve tartılarda (hile yaparak) miktarı azaltırsa Allah ondan rızkı keser. Bir kavmin (mahkemelerinde) haksız yere hükümler verilirse o kavimde mutlaka kan dökme yaygınlaşır. Bir kavim ahdinden dönüp gadre yer verirse Allah onlara mutlaka düşmanlarını musallat eder."[1]

Bazı insanlar, müslüman olmadıklarından dolayı kâfirlerin mallarının ve İslâmî bir devlet olmadığı, tâğûtî bir düzen olduğu için devlet malının çalınmasının câiz olduğunu ileri sürerler. Devletin olduğu varsayımıyla elektrik, su, belediye otobüsü vb. kullanımlarda sahtekârlık ya da hile ile de olsa bu tür hırsızlıkta sakınca olmadığını iddiâ ederler. Bu anlayış ve tavır, doğru da değildir, İslâmî de. Savaşla normal hali, ganimetle hırsızlığı karıştırmaktır. İslâm'ı da, sosyal yapıyı da bilmemektir. Dâvâya da büyük zarar sözkonusudur. Toplum ve yöneticiler açısından; "güvenilmez, hırsız, halkın malına zarar veren bir kimsenin dini ve dâvâsı da hak olamaz" denilir. Bu birkaç kişinin müslüman vasfından dolayı, tüm müslümanlar bu anlayışta ve bu tavırda kabul edilir. Tebliğ ve dâvetin önü kesilmiş olur. Peygamberimiz'in Mekke'de kâfirlerin mallarına karşı tavrı nasıl olmuştu? Müşriklerin onca zulüm ve baskılarına, müslümanların mal ve canlarına saldırılarına rağmen, hicret esnâsında Rasûlullah müşriklerin kıymetli para ve mallarından oluşan emânetlerini sahiplerine iâde etmek için yeğeni Ali'yi sûikast yapılacak yatağına yatırma riskini tercih etmişti. Mallarının gasbedilmesi câiz olan kâfirler ve devletler, müslümanlarla fiilen savaş halinde olanlardır. Mevcut şartları savaş olarak değerlendirmek İslâm hukukuna da, genel değerlendirmeye de uygun değildir. Yoksa, savaş dışında kâfirlerin kendileri, şirketleri, kurumları, malları ganimet kapsamına girmez. Filistin gibi işgal güçlerine karşı fiilî savaş durumunu yaşayan insanlar için elbette cihad hükümleri, ganimet durumu sözkonusudur.

Bir Gazete Haberi: Hırsızlar Faturaları Yüzde 15 Kabarttı

Türkiye'de 2006 yılında elektrik kayıp ve kaçak tutarı 2,1 milyar YTL oldu. 1 milyar 70 milyon YTL'si kaçak kullanımdan kaynaklanan bu tutar faturalara yüzde 14,47 zam olarak yansıdı. Başbakanlık Yüksek Denetleme Kurulu (YDK), Türkiye'de 2006 yılında elektrik kayıp ve kaçak tutarının 2,1 milyar YTL olduğunu belirledi. Bunun 1 milyar 70 milyon YTL'sinin kaçak elektrik kullanımından kaynaklandığı hesaplandı. Elektrikte kayıp ve kaçak nedeniyle yurttaşlar elektrik faturalarını yüzde 14,47 zamlı ödediler.

 

1,5 Milyar Dolar Gitti

TEDAŞ genelinde kayıp-kaçaklara giden toplam 19 bin 61,4 gwh'lik enerji miktarının ekonomik karşılığı, 2006 yılı ortalama enerji alış fiyatıyla (11,233 YKr/kwh) 2,1 milyar YTL oldu. Raporda, 2006 yılı ortalama dolar kuru 1,4406 YTL olarak alındığında, kayıp-kaçak tutarının yaklaşık 1,5 milyar dolara ulaştığı kaydedildi. Söz konusu kayıp-kaçak miktarının bir kısmının teknik kayıplarla ilgili olmakla birlikte yaklaşık yarısının kaçak kullanılan enerjiye karşılık geldiğinin altı çizildi. Rapora göre, kaçak kullanılan elektrik miktarı 9 bin 530,7 gwh olarak belirlendi. Kaçak elektriğin tutarı 1 milyar 70 milyon YTL olarak hesaplandı.

Maliyetler Arttı

Raporda, elektrikte maliyet unsurlarına da yer verildi. Buna göre, 2006 yılı için, kwh başına 13,129 yeni kuruş olan elektrik maliyetinin içinde 1,900 kuruş kayıp ve kaçaktan kaynaklandı. Böylece kayıp-kaçak maliyeti, toplam elektrik maliyetinin yüzde 14,47'sini oluşturdu. Kayıp-kaçak, enerji satın almadan sonraki en yüksek maliyet kalemini oluşturdu. Bazı bağlı şirketlerde yoğunlaştığı gözlenen kaçak kullanımların, enerji satış maliyetini dolayısıyla da satış fiyatlarını artırdığı kaydedilen raporda, "İyi niyetli olan ve borcunu zamanında ödeyen diğer aboneleri olumsuz yönde etkilemektedir" denildi.[2]

Yukarıdaki haberden de anlaşılacağı gibi, kaçak kullanılan elektriğin bedeli, halka yansıtılıyor ve halk, kaçak elektrik kullananların sebep olduğu açığı kapatmak için elektriğe her yıl  % 14.47 daha fazla para ödüyor. Yani, kaçak elektrik kullanan insanlar, halkın fatura bedellerinin % 14.47 tutarında haklarını gaspetmiş oldular. Halk, kendi harcamadığı elektrik parasını, kaçak kullananlar yerine bu bedeli ödemiş oldu. 2006 yılı hesaplarına göre, bir yıllık kaçak kullanılan elektriğin tutarı 1 milyar 70 milyon YTL olmaktadır. Kaçak elektrik kullanan kişiler, yeni para birimiyle 1 milyar YTL.’den fazla parayı, halkın sırtına yüklediler, halkın bu kadar parasını çaldılar. Tabii, halktan kaç kişi çıkar ve bu kadar parasını, kaçak elektrik kullanan kimselere helâl eder? Bu, Müslüman-kâfir, fakir-zengin bütün halkın cebine el uzatmak ve onların paralarını çalmak değil de nedir? Bu duruma, kul hakkının ne olduğunu bilen hangi vicdan sahibi, hangi Müslüman fetvâ verebilir?  

 

Dâru’l-Harp ve Dâru’l-Harpte Kâfirlerin Malı

 

Müslümanlara göre, insanî ilişkiler savaş değil; barış esasına dayanmaktadır. Burada aklımıza şöyle bir soru gelebilir: “Mâdem İslâmiyet’e göre barış esastır; o halde niçin ‘kâfirler dünyası’, ‘dâru’l-harb/savaş dünyası’ gibi ayrımlar ortaya çıkmıştır? Neden böyle bir ayrıma gerek görülmüştür?”

Evet! İslâm hukuk kitaplarında karşılaştığımız "dâru’l-harb" terimi, ister istemez, bizde insan ilişkilerinin barış değil de savaş esâsına dayanmakta olduğu şeklinde bir kanaat uyandırmaktadır. Evet ama, böyle bir yargı, gerçeklere inememekten ve meselenin esasını bilmemekten doğmaktadır. Çünkü: İslâm hukukçuları, milletleri/toplumları üç kategori altında toplamışlardır: 1) İslâm dünyası (dâru'l-İslâm): İçinde İslâm kanunlarının uygulandığı ülkeler, 2) Müttefikler dünyası: Vatandaşlarının aşağı yukarı hepsi gayri müslimlerden oluşan, fakat müslümanlarla antlaşma yapmış bulunan memleketler, 3) Savaş dünyası (dâru'l-harb): Halkı müslüman olmayan ve müslümanlarla da hiçbir antlaşması bulunmayan yerler. Bu ayrımı, onlara tarihî olaylar empoze etmiştir. Yoksa şeriat onları bu hususta zorlamış değildir.  

 

Bazı fıkıh kitaplarında “dâru'l-harb” teriminin kullanılması ve buna ait özel fıkhın oluşturulması; müslümanlara, savaşın dışındayken, düşmanın malına, servetine el koyma veya onları yok etme yahut da kişisel hürriyetlerine ilişme gibi hiçbir şekilde bir bahâne vermemektedir. Bazı câhillerin zannettiğinin aksine, bir yer dâru'l-harp olsa, orada barış içinde yaşayış sürdürülürken, kâfirlerin mal ve canlarına dokunulamaz; savaş şartlarındaki hususlar geçerli olmaz. Bütün bu sebeplerden dolayıdır ki, bu terimin kullanılması, yani ülkelerin ve insanların çeşitli kategorilere ayrılması, ortadaki gerçeklerden hiçbir şey değiştirmiyor, değiştirmez. Kur’an’ın emir ve yasakları her coğrafyada uygulanmaya çalışılır. Helâllar ve haramlar coğrafyaya, dâru’l-harb anlayışına göre değişmez. Ülke ister Dâru’l İslâm kabul edilsin, ister Dâru’l Harb olarak değerlendirilsin; ancak savaş şartlarında savaş hukuku geçerli olur.

 

Tarihî olaylardan ve o zamanki gerçeklerden yola çıkarak müctehidlerin tasnif edip tanımladıkları şekilde; bugünkü dünyayı dâru'l-harb ve dâru'l-İslâm kavramlarıyla izah etmenin doğru olmayacağı kanaatini taşıyorum. Sözgelimi Türkiye'nin durumu, dâru'l-harb tanımına girdiği iddiâsı, bu değerlendirme ile ancak savaş şartlarında câiz olabilecek nice uygulamaların, sulh ve salâh ortamını bozacak ve bazı haramları helâl ilân edecek nice yanlışların ortaya çıkmasına zemin hazırlayacaktır. Safların net olmadığı, müslümanlarla İslâm düşmanlarının cephelere ayrılmadığı, savaş şartlarının tümüyle ortaya çıkmadığı yerlere dâru'l-harp denilmesi, bugünkü dünya için ve İslâm'ın genel tavrı açısından yanlış uygulamalara sebep olabilecektir. Unutmayalım ki, dâru’l-harb ve dâru’l-İslâm kavramları Kur’ânî kavramlar olmayıp, tarihî şartlardan dolayı müctehidlerin tasnifinden ibârettir ve bu konudaki fıkhî hükümler, o günkü dünya açısından doğru olsa bile, bugün için aynen uygulanmasında büyük sakıncalar olan ictihâdî, o zamanlara âit, beşerî yorumlardan ibârettir.

 

Kimileri bugün müslümanların yaşadığı tüm ülkeleri "dâru'l-harb/savaş yurdu" ilan edip ifrâta kaçarken; bazıları da bu memleketlerin "dâru'l-İslâm/İslâm yurdu" olduğunu tefrîtini gösteriyor. Ortadoğu ülkelerinin başındaki tâğutlar, kendi İslâm dışı yaşayış tarzlarını örtbas etmek ve halkı kandırmak için ülkelerinin yönetiminin şeriat olduğunu iddiâ edebiliyorlar. Bu tür ülkelerden biri için söylenmiş meşhur bir sözü hatırlatalım: "Suud'da şeriat olsaydı, önce kralın eli kesilirdi; çünkü en büyük hırsız odur." İş imkânı, mal emniyeti, sosyal güvence gibi alanlarda devlet, görevini yapmaz ve hırsızlığa giden yolları tıkamaz, hatta bu yolları bilinçsizce teşvik ederken, hangi ortamda yetiştiği, hangi şartların kurbanı olduğuna bakmaksızın, gariban biri, hırsızlık gibi bir suç işlediğinde âcilen en ağır biçimde cezâlandırılır. Şartlar tümüyle oluşmuşsa hırsızın elinin kesilmesi ancak İslâm Devletinde (eski tâbiriyle dâru'l-İslâm'da) mümkün olacağından, kendi memleketlerini bu özellikte göstermeyi politikalarına uygun gören yöneticiler, bunun ispatı olsun diye, gariban halka bu ağır cezâları vererek işe başlarlar. Ama aynı suçu daha büyük oranda resmî şemsiye altında işleyenler ödüllendirilir. Meselâ 1970'lerden sonra Pakistan'da üç beş kez İslâm devleti ilân edilmiş, şeriat kurallarının geçerli olduğu yetkililerce açıklanmıştır. İslâmî muhâlefeti susturmak için ilân edilen şeriatın uygulanıyor gözükmesi için de küçük hırsızların elini kesmekle, düzenin ve çevrenin kurbanı olarak zinâ eden halktan bir kadını cadde ortasında recmetmekle işe başlanır.

 

Kur'an'ın emrettiği inanç, ahlâk, eğitim, sosyal ve ekonomik imkânları temin etmek gibi devlete ait görevlerin hiçbirini Kur'an'ın istediği gibi yapmayan devlet, oluşturduğu bataklıklarda doğal olarak üreyen sinekleri öldürmeyi mârifet sayar. Tabii, şeriat cezâ demektir, İslâm insanların gözünü korkutmak demektir, câhiliyyyenin bozduğu insanın cezâsını zavallılara çektirmek demektir bu anlayışta ve bunların tavırlarını gözlemleyen kamuoyunda. Sonra kamuoyunda ve medyada bu uygulamalara karşı soğukluk ve eleştiriler oluşur, fatura, sorumlulara değil; İslâm'a kesilir; şeriat(!) tekrar rafa kaldırılır. İleride muhâlefeti ve halk isteğini başka yollarla engelleyemeyince ilân edilecek yeni bir şeriat devletine(!) kadar bu böyle sürer. Sonra rafa kaldırılan eski tas aynı hamamda farklı tellaklar tarafından kullanılmaya devam eder. Bu uygulamalar Batı tarafından İslâm'ı suçlama aracı olarak kullanıldığı gibi, halkının önemli bir oranı müslüman olan ülkelerin başındaki yöneticiler açısından da tâğûtî yönetimlerin ne kadar insancıl, İslâm şeriatının da ne kadar acımasız ve çağdışı olduğunun ispatı olarak sunulur. Tâliban bu görüntüyü daha da abartılı hale getirmiş, İslâm düşmanı kanallar da bunları daha da abartarak dünya kamuoyuna sunma başarısını(!) göstermiştir.

Hıyânet, Hâinlik

Emânetlere, kendisine güvenilip geçici bir süre kontrolüne bırakıldığı şeye karşı hıyânet etmek, o emânetin sahibinin zarar görmesine kasıtlı olarak sebep olmak da bir çeşit hırsızlıktır. Hıyânet diye dillendirdiğimiz anlam, İslâmî literatürde daha çok "gadr" kelimesiyle ifade edilir. Gadr: Vefasızlık, ihânet, verilen sözü yerine getirmemek, ahdi bozmak demektir. Arapça'da "gadîr veya gaddâr adam" denilince, sözüne hiç güvenilmeyen kişi anlaşılır. Mağdûr da gadr'e uğramış, haksızlığa mâruz kalmış, zarar ve ziyan görmüş kişi demektir. Gadr veya gaddârlık Türkçe'de Arapça'daki mânâlarından daha değişik anlamlarda kullanılmıştır. Dilimizde gadr; "zulüm, merhametsizlik", gaddâr da; "hiç merhameti olmayan, zâlim, merhametsiz, insafsız" şeklinde anlaşılır. Kurân-ı Kerim'de;  "...Allah hâinleri sevmez"[3] buyrulur. Hadis-i şerifte şöyle buyrulur: "El, aldığı şeyden onu geri verinceye kadar sorumludur."[4]

Emânet: Birisinin koruması için bırakılan maddî ve mânevî hakka denir. Aynı zamanda emânet; emniyet edilip inanılan şeydir. Peygamberlerde bulunan sıfatlardan biri de "emânet"tir. Rasûlullah, hicretten önce, kendisinde bulunan emânetleri sahiplerine iade etmişti. Çünkü kâfirler ona "el-emin" olarak mallarını emânet ediyorlardı. Hz. Peygamber "emânete ihânetin münâfıkların alâmetlerinden olduğunu" söylemiştir.[5] Emânet, mü'minlerin de temel vasıflarından biridir.[6] İhânet edilmemesi gereken en önemli emânet Kur'an ve Sünnet'tir. Bu kaynaklara sahip çıkmayan büyük hâindir. Vedâ Hutbesi'nde Rasûlullah şöyle buyurmuştur: "Size bir emânet bırakıyorum ki, ona sarıldıkça sapıklığa ve dinsizliğe düşmezsiniz. Bu emânet Allah'ın kitabı Kur'ân ve benim sünnetimdir."[7]; "Emânet sahibi olmayan kişinin gerçek imânı yoktur."[8]

"Emin": "Bir şeyi koruyan, güvenilen, itimatlı adam, hâin olmayan" anlamındadır. "Emin, mü'min ve emânet" kelimelerinin kendinden türediği "emn", her türlü korku ve şüpheden uzak olmak, bütünüyle tatmin ve huzura kavuşmuş olmak demektir. "El-Emîn"; güvenilir, mûtemed anlamına geldiği gibi, bazan da emniyet içerisinde olan, emniyetli mânâlarına gelir. Bu şekilde Emâneti yerine getirene emin kişi denir. "Emîn" vasfı, tüm Rasûllerin ortak vasıflarından biridir.[9] Peygamberler emîn/güvenilir vasıfları ile Allah'ın dinini tebliğ ediyorlar ki, insanlar kendilerine inansın. Kur’an’da belirtildiği gibi,[10] peygamberlerin emin'lik vasfını toplum da kabul etmek zorunda kalıyordu. Son Nebî ve Rasûl olan Hz. Muhammed (s.a.s.) de daha risâlet görevine başlamadan önce "Muhammed'ül-Emîn" olarak tanınmıştı. O da risâlet görevini kendinden öncekilerden geniş ve özde aynı emîn bir peygamber olarak Mekke şirk toplumunda yerine getirdi. Tarihin hangi döneminde olursa olsun, bir kimse topluma bir dâvâ ile gelip onları dâvet ettiğinde, toplumun ona inanması için o kimsenin "emîn" vasfına sahip olması lâzımdır. Günümüz İslâm dâvetçileri de başarılı olabilmeleri için, peygamberlerin bu en temel vasıflarına sahip olmaya çalışmalıdırlar.

Bir kimsenin "emîn" sayılabilmesi için o kimsenin dâvâsında samimi olduğunda güvenilir olması, dâvâyı yüklenmeye güç yetirebilmede güvenilir olması ve her türlü zorluğa o uğurda katlanacağı hususunda güvenilir olması gerekir. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm'de "bir işi yapabilme gücüne sahip" mânâsında da kullanılmaktadır "emîn" kelimesi.

Emin olma; sırf doğru olma, güvenilir olma, bir işi yapabilme gibi mânâlarda kullanılmaz. Kur’ân-ı Kerîm'de emîn kavramının bir de azâbdan, korkudan, kendi kendinden "emîn olma" gibi anlamları vardır. "Korkudan, (azaptan), "emîn" olma (hakkı), iman eden ve imanlarını bir zulme bulaştırmayanlara âittir. Ve doğru yolu da bulmuş olanlar onlardır."[11] "Emîn" olanlar emâneti yüklenip iman edenler, sâlih amel işleyenlerdir. Allah azaptan emîn olacak olanların bunlar olduğunu belirtiyor.

Gerek ganîmette ve gerekse başkasına âit mallarda yolsuzluk yapmayı yasaklayan birçok hadis de vardır: "Allah nezdinde hıyânetin en büyüğü, iki arâzi veya ev komşusundan birisinin diğerine âit bir arşın toprağı kendi zimmetine geçirmesidir. Allah kıyâmet gününde, bu toprağın yedi katını, onun boynuna geçirir."[12]; "Kim şu üç şeyden berî/uzak olarak ölürse (azap görmeksizin) Cennete girer: Kibir, gulûl (ganîmet veya toplum malından çalma), borç."[13]

Devlet halkın malını, halk da devletin (aslında tüm halkın) parasını çalmaya çalışıyor. Tabii, bu konuda devleti yönetenlerin uzmanlığı ve yaptıklarını yasallaştırarak yaptığı için çaldığı minarelerin kılıfını hazırlaması çok daha ileri safhalarda hırsızlığı ortaya koyuyor. Bazı hırsızlıkların kanun kılıfı içinde yapılması onun hırsızlık olduğunu engeller mi? Haksız vergiler, enflasyon denilen devletin elinin halkın cebinden devamlı para çalması birer hırsızlık değil midir? Nasılsa elektriğini, devlete borcunu, haksız da olsa vergisini zamanında yatıramayan, para bulup zamanında denkleştiremeyen vatandaşa gecikme cezâsı adına yüksek meblağda fâiz ve para cezâsı verilerek soygunun başka bir çeşidi sergilenmiyor mu? Kredi kartları ve borçlarının nasıl bir soygun olduğunu piyasada kullanımda olan 40.000'i geçen sayıdaki kredi kartı kullananların iyi bildiğini zannediyorum. Kapitalizmin, holdinglerin, hiper ve süper marketlerin, reklâmların, modanın... âdî hırsızlıktan farkı, çaktırmadan ve kandırarak, insanları değişik şekilde uyutup uyuşturarak soyması değil midir? Kapitalist düzen hırsız düzenidir, soygun ve sömürü düzenidir. Sahtekârlıkların da bin bir çeşidi sergilenebiliyor, bu yollardan biri ya da birkaçıyla, ama mutlaka tüm insanlar soyuluyor.   

Sovyetler Birliği zamanında ve Rusya'nın süper güç maskesi taktığı dönemlerde bir Amerikalı ile Rus'un halkın ekonomik durumuyla ilgili bir konuşması fıkra cinsinden aktarılır: Rus Amerikalı muhâtabına sorar: "Amerikan vatandaşları ortalama kaç dolarla geçinir?" Amerikalı "1200 dolarla" diye cevap verir. "Peki, bu parayı nasıl kazanır?" diye soran Rus'a Amerikalının verdiği cevap "Biz özgür bir ülkede yaşıyoruz. Kimse onun nasıl kazandığına karışmaz" olur. Soru sırası kendine gelen Amerikalı Rus'a aynı soruyu sorar: "Rus vatandaşları ortalama kaç dolarla geçinir?" Rus cevap verir: "220 dolarla." Amerikalı hayret içinde tekrar sorar: "Bu parayla bir insan nasıl geçinir?" Rus'un verdiği cevap: "Biz de özgür bir ülkeyiz. Kimse onun nasıl geçindiğine karışmaz" olur. Rus'un verdiği cevap, Türk yöneticilerinin de dilleriyle değilse, halleriyle verdiği cevaptır.   

Hırsızlara cezâ verilir gibi yapılır Türkiye gibi kapitalist ülkelerde. Aslında cezâlandırılan mağdurlardır. Parası çalınanlardır. Onların hakları korumaya alınmaz. Soyguncunun hakları daha önemlidir. Onlar ne de olsa kendilerinden sayılır. Yenilerini şimdilik bilmiyoruz, başbakanlık ve cumhurbaşkanlığı yapmış bazı kimselerin yedi sülâlesinin yolsuzluklara, banka boşaltmalara, hortumculuğa battığını, bu yeğenler ve yiyenlerin cesaretlerini yakınları olan devlet büyüklerinden aldığını bilmeyen yoktur. Başbakanlık yapmış bayanın villalarını, yatlarını, çiftliklerini, Amerika'daki köşklerini herkes bilir, ama nereden elde ettiğini sormaz. Krallar gibi yaşar devlet balına elleri değenler. Çocuklarının düğünleri prens ve prenseslerin düğünüdür. Yüzlerce kiloluk altın, ya da milyon dolarlarla ifade edilen mal varlıkları, ortaklıkları kendileri itiraf ederler, etmedikleri bilinmez. Tabii, bu devirde bir başbakan maaşıyla nasıl geçinir insan? Hz. Ömer'in devletin mumunu selâm alırken, özel konuşma yaparken söndürdüğünü de bilmiyorsanız öğrenebilirsiniz bu yavuzlardan, seçim konuşmalarında. Soyguncuların eğitim ve yönetiminden, yönlendirmesinden geçmiş halka göre de bu anormal değildir: "Eee, bal tutan parmağını yalar." Her türlü çirkinliğine rağmen bal tuttuğu düşünüldüğünden politikacı eli tatlıdır, yalanmaya değer; pis değil, kutsal kabul edilip öpülmeye lâyık sayılır ve halktan her yiğidin gönlünde politikacılık aslanı yatmakta, bazen de kükremekte, zor zaptedilmektedir. Kapkaççılığın cezâsı T.C. cezâ kanunlarına göre 6 ay hafif hapistir. O da 1,5 ay uygulanır; tabii hırsız acemilik edip yakalanabilirse ve bir yolunu bulup rüşvetle işi savuşturamazsa. "Polisler, emniyet güçleri ve hatta onların üstündeki bürokrat ve seçilmişler arkalarında veya yanlarında olmasa, büyük hırsızlıklar, hortumlar yapılabilir mi?" diye halk sormaz bile. Halkın gözü sahnedeki oyundadır, perdeyi aralama cesâret ve riskini nereden alsın ki perde arkasını görebilsin? Polisin, trafik polisinin, hâkimin... eline düşen insanlar biraz görür gibi olur perde arkasını. Resmî görevliler işi kılıfına uydurdukları ve halk da devletten ürkütülüp korkutulduğu için resmî görevlilerin ve baştakilerin soygununu karşı çıkalamaz, dillendirilemez kabul eder ve üç maymunu oynar. Araba kullanıp da kendisinden alınan vergilerle maaş alan trafik görevlilerince soyulmayan sürücü var mıdır bu ülkede? Bu olayın sadece trafikle sınırlı olduğunu iddia eden? Tapu kadastro dairelerinde, maliye ve vergi dairelerinde, gümrüklerde, belediyelerde... Rüşvet ve haksız cezânın olmadığı yerlerin listesi herhalde daha kolay tutulur. Vatandaş, hem çocuğunu okulda okutmaya mecbur tutulur, hem her yıl Milli Eğitim Bakanları ve daha alt kademedeki sorumlular açıklama yapar; "zorla para alınamaz, yasaktır...", hem de kayıt parası diye soygunlar yapılır. Devlet dairesinde veya Belediyelerde bir işe girmek için ne dolaplar çevrilir, ne paralar döner. Artık halkın tavsiyeleri de değişti. Meselâ mahkemelik olan insanlara şöyle diyor: "Arkadaş, avukat tutacağına hâkim tut! Hem daha ucuz, hem daha kolay netice alınıyor." Çoğu avukat da suçlu ile hâkim arasında emânetçi ve aracılık görevi üstleniyor, bu ballı işe bulaşan parmaklarını da yalıyor tabii. Mahkeme faslı da formalitenin uygulanmasından ibâret minâre kılıfları. Bunları bilmeyen yoktur, kahve köşelerinde dillendirmeyenler de. Ama büyük harflerle haykıran, hesap sormaya çalışan, soyguncu taşeron ve piyonları oynatan kuklacıları gösteren çıkmaz. Kaldı ki, kimi kime şikâyet edecek? Bataklık kurutulmadan bunlar nasıl önlenecek? Hasta adam Osmanlının, hastayı tedâvi adıyla zehirleyen kendi paşalarından birinin sözünü, Osmanlının komadaki çocuğunun bağlı olduğu hortumu kesip hortumu kendine yönlendiren doktor gömleği giymiş sahte kurtarıcıların şöyle değiştirdiği anlaşılıyor: "Uluslararası sömürü teşkilâtları, emperyalist devletler siz dışarıdan; hortumcularla birlikte biz içeriden yıkmaya çalıştığımız, yiyeceğini elinden alıp ölüme mahkûm ettiğimiz halde, hâlâ ölmüyor bu hasta." Ha biraz daha gayret, az kaldı!..

Emperyalist devletlerin söz dinleyen uşaklarıdır Batıyı taklit eden Ortadoğu ülkelerinin başındakiler. Başta pragmatist Amerika ve onun sömürgecisi İsrail olmak üzere, çıkarcı Batının sömürü çarklarını döndüren hizmetçileridir müslümanların başındaki tâğutlar. Dünya Bankası, IMF, Uluslararası Para Fonu, kazın geleceği yerden tavuğu esirgemez. Aynı zamanda borçluya zehirli, uyutucu ve uyuşturucu reçeteler dayatma hakkını da kendinde görür. Batıyı savunmak, sömürüyü ve soygunu savunmaktır. Batı tefeci, Doğuda tefeciye paçasını kaptırmış zavallıdır. Öde öde borç bitmez. Batıda her doğan çocuk günahkâr doğarken, onun sömürgesi durumundaki Doğu ülkelerinde her çocuk borçlu doğar. Batı çocuğu yaşadıkça günahlarını arttırırken (nasıl olsa bebekliğinde vaftizle günahını çıkartmıştır, büyüyünce de aynı usulle papaza itiraf edip günahlarını çıkarttıracaktır), Doğulu çocuk da borcunu devamlı arttıracaktır (çocuk çalışacak, emeği soyguncuların kasasına haksız ve ağır vergi, borç fâizi vb. şeklinde akacak, düzenler tarafından borcunu ödedikçe borcu çoğaltılacaktır; eh, rejim niye vardır, bu yardım ve hizmetleri yapmayıp da ihmal mi etsin vatandaşını?!).

Düzenin hırsızlığı, kılıfı önceden hazırlandığı için yasal hırsızlıktır: Haksız vergiler, harçlar, fakirleştirmek, enflasyonla fakirin cebindeki parayı devamlı eriterek çalmak, tüyü bitmemiş yetimin hakkını zenginlere peşkeş çekmek, banka boşaltanlara ve diğer hortumculara ceza vermek yerine, onların boşalttığı bankaları fakir halka vergiler bindirerek ödetmek...

  Hırsızlığa Giden Yolun Kapanması ve Müslümanın Paraya Bakışı

İslâm, özel mülkiyeti, kişilerin mal mülk sahibi olmalarını -helâl kazanç, hibe, miras gibi meşrû yollardan elde edilmiş olmak şartıyla- câiz görmüş, mülkiyet hakkını korumak için tedbirler almıştır. Bu tedbirler, sosyal adâleti temin ve cezâ tedbirleri olmak üzere ikiye ayrılabilir.        

Sosyal Adâlet

Sosyal adâletten maksat, toplumun her ferdine fırsat eşitliği tanımak ve herkesin insana yaraşır şekilde yaşama imkânlarını temin etmektir. Bu, İslâm devletine görev olarak verilmiştir. Ayrıca zekât, nafaka, yardımlaşma, fâizsiz borç verme, vakıf ve hayır kurumları da bu tedbirler arasında anılmaya değer.

 

İslâm devleti mecbûri ve temel görev olarak toplumun eğitimiyle ve Allah'ın indirdiği hükümleri adâletle ve samimiyetle uygulayarak başta şirk olmak üzere her çeşit haramlara giden yolu tıkamakla görevlidir. İslâm toplumu, içindeki emin ve ehil insanlarca (âlim, aydın, yazar, hatip, eğitimci gibi yetişkin seçkinleriyle) ve güçleri oranında onlara destek verip yardımcı olan halkıyla, evlerde anne ve baba ile İslâm devletinin eğitim ve ıslah çabalarına katkıda bulunur. Yalnız, bu faâliyetlerde dikkat edilmesi gereken durum şudur: Bu eğitim ve ıslah kurallarını insanlar kendi kafalarından tespit etme yanlışlığına düşmeden, âlemlerin Rabbı, yani eğitimcisi, terbiye edip yetiştiricisinin eğitim ve ıslah prensiplerini uygulamak zorundadırlar. İslâmî yönetimde müslüman halk ve devlet birbirini tamamlar. Birinin yaptığını diğeri bozmaz. Yetişen insanlar çifte standârtlı olmaz. Câmiyle okul, ibâdetle kanunlar, evle sokak birbirine düşman olmaz, tam tersine uyumlu bir işbirliğine gidilir.   

Böyle bir sistemde yetişen insanlar, Allah'ın rızâsını her hedefin önüne geçirirler, her idealleri bu ölçü içindir. Böyle bir toplum, mal-mülk konusunda, rızık ve kader konusunda, dünya ve imtihan, âhiret ve hesap konusunda Hakk'a Hakk'ın istediği gibi inanmayanlardan çok farklı düşünür ve hayatlarını tanzim ederler. Bilirler ki, onlar için dünya geçim dünyası değildir, maldan, paradan çok önemli şeyler vardır. Meselâ, içinde bulunduğumuz zaman diliminde yaşadığımız ülkede açlıktan ölen kimse duyulmamış, görülmemiştir. Rızkı veren Allah'tır. Allah, hikmeti gereği ve sınav aracı olarak herkese aynı düzeyde mal ve rızık vermemiştir. Üstünlük zenginlikte ya da fakirlikte değil, hakiki imanda ve imanın ihlâsla yaşanması demek olan takvâdadır. Allah korkusu, İlâhî emirler ve Rasûlullah (s.a.s.)'ın Sünneti üzerine binâ edilen ahlâkları onları her çeşit haramdan, özellikle kul hakkından sakındırır, başkasının malına göz dikmenin âhirette mutlaka hesabının çok ağır şekilde verileceğini bilir. Dünyada da haram malın, haram gıdanın zararlarını anlar. Haram yemenin kendi iç bünyesini, psikolojik hayatını, fıtratını tahrip ettiğini bilir, aynı zamanda toplumu ifsâd ettiğini, hırsızlığın toplumda olması gereken kardeşlik, güven, dayanışma gibi nice ilişkilere zarar veren toplumsal mikrop olduğunu değerlendirir.

     

 Mal, esâsen insanların sahip olmak istedikleri, ihtiyaç için elde edebildikleri, biriktirilebilen, taşınabilir veya taşınamaz şeylerdir, varlıklardır. Mallar ve çocuklar dünya hayatının süsü[14] olduğu gibi, aynı zamanda birer fitnedir, yani insan için birer deneme alanıdırlar.[15] Mala sahip olma ile onu harcama yeri; onun kullanılış gâyesidir. Malların gerçek sahibi Allah'tır. O dilediğine dilediği kadar mal ve rızık verir, dilediğinden dilediği kadar, isterse tümünü istediği anda alıverir. Verdiği malla da, mahrum bıraktığıyla da dilediğini (tabii lâyık olanları, lâyık oldukları şekilde) onurlandırır, dilediğini alçaltır.[16] Mallar, Allah’ın insanlara birer emânetidir. O’nun helâl kıldığı yoldan kazanılmalı ve o mal Allah’a varmak gâyesi için kullanılmalıdır. İnsan ölünce Rabbine kavuşacaktır. Öyleyse kendisine emânet olarak verilen malı, âhiret bilinci ve hesap şuuru içinde kullanıp harcamalıdır. Bir başka deyişle, mal insanın hayatını sürdürebilmesi için Yaratıcı tarafından insanın emrine verilen bir faydalanma aracıdır. İnsan bu aracı güzel bir yoldan elde etmeli ve emânetin asıl sahibinin gösterdiği gibi kullanmalı, bu şekilde hem dünya hem âhiret mutluluğuna ulaşmalıdır. Mal, insanın sonsuz hayattaki durumuna kesinlikle etki edecektir.

İslâm toplumunda müslümanca yetişmiş bir müslüman bilir ki, sadece kendisinin değil, "yeryüzünde yürüyen tüm canlıların rızkını Allah vermektedir."[17] Bunca varlığın rızkını veren, onlardan hiçbirini unutmayan, ihmal etmeyen, açlıktan öldürmeyen Allah, elbette kendisini unutmaz, rızkını kesmez. Müslüman inanır ki; "Allah, rızıkta insanlardan bazılarına bazılarından fazla verir."[18] Bunun nice hikmetleri vardır, rızkın artırılması da eksiltilmesi de birer sınavdır. Zengin eden de, varlıklı kılan da O'dur.[19] "Allah, size verdiği rızkı kesiverse, size rızık verebilecek olan kimdir?"[20] Allah birine zarar verirse, onu Allah'tan başka giderecek yoktur, bir hayır verirse, bunu da giderecek kimse yoktur. O, her şeye kaadirdir, O, kullarının üstünde her türlü tasarrufa sahiptir, O her şeyi yerli yerinde yapar, her şeyden haberdârdır.[21] “Yoksulluktan korkanlar, bilmelidir ki, Allah dilerse onları kendi lutfundan zengin edecektir.” [22]; "Allah, kullarından dilediği kimsenin rızkını genişletir ve dilediğinin rızkını da kısar."[23] “Allah, kullarına rızkı bollaştırsaydı, yeryüzünde taşkınlık yapar, azarlardı. Fakat O, (rızkı) dilediği ölçüde indiriyor. Çünkü O, kullarından haberdârdır, her şeyi görendir.”[24] Dünya malı fitne/sınav olduğu için, imtihan gereği Allah'ın bazılarını faydalandırdığı dünya hayatının ziynetine/süsüne göz dikmemesi istenir.[25] Allah, mü'minleri açlıkla, mallardan ve ürünlerden, meyvelerden azaltarak fakirlikle imtihan eder, mü'minlere yakışan sabretmektir.[26] "Kişinin günahları çoğaldığı vakit (günahlarına keffâret olarak) Allah Teâlâ onu geçim sıkıntısı ile imtihan eder." Çünkü "günahlardan öyleleri vardır ki, onları ancak geçim sıkıntısı uğrunda çekilen zahmetler mahveder."[27] Bununla birlikte, iman edip günahlardan sakınan takvâ sahiplerini Allah, ummadığı yerlerden rızıklandırır, Allah'a güvenene Allah yeter.[28] "Kim de Allah'ı zikretmekten, namaz ve Kur'an'dan, Allah'ı hatırlayıp ibâdet ve itaatten yüzçevirirse, onun için dâr bir geçim, geçim sıkıntısı vardır."[29] Müslüman, geçim sıkıntısından şikâyet edip nankörlük edeceğine, bardağın dolu tarafını görmeli, haline hamd ve şükür etmelidir. Şükredince Allah'ın kendisine verdiği nimetlerini arttıracağını, nankörlere de azâp edeceğini bilir.[30] 

Bütün bu mal ve rızıkla ilgili inanç ve bilinç, gözünün başkalarının malında olmasına, kul hakkına tecâvüz etmesine, hırsızlık gibi haksız ve bâtıl yollarla başkasının malını yemesine engel olacak, hâkimlere ve yetkili şahıslara rüşvet vermeyecektir.[31] Müslümanın gönlü imanla dolu olduğu için, karnı tam tok olmasa da gözü toktur.

Cezâ Tedbiri

Bir kimseyi, özel mülkiyet düşmanlığına sevkeden haklı sebepleri ortadan kaldırıp sosyal adâleti temin ettikten sonra sıra cezâ müeyyidesine gelir. Mal dokunulmazlığıyla ilgili yaptırımların hem maddî, hem de mânevî olan çeşitleri vardır. Bir başkasının malına, meşrû olmayan, rızâsına dayanmayan yollarla el uzatmak yasaklanmış, her çeşit haksız kazanç haram kılınmıştır. Hırsızlık, gasp ve rüşvet gibi başkasının malına her türlü tecâvüz, gayr-ı meşrû kazanç yasaklanıp haram kılınmıştır.

Emeği sömürmek

“İşçiye hakkını, teri kurumadan veriniz.”[32]; “Ben kıyâmet gününde üç kişinin hasmıyım. Bana verdiği sözden cayanın, hür bir kimseyi satıp hakkını yiyenin, bir işçiyi çalıştırıp hakkını tam olarak vermeyenin.”[33]

Haram Kazanç Yolları

 

Aslında helâl olan, fakat hırsızlık gibi haram yollarla elde edilmiş olan paralarla alınan gıda maddelerini yemek de haramdır. Böyle haram parayla elde edilen yiyecekler, farkında olmasak bile beden ve ruh sağlığımız açısından sakıncalı, âhiret gıdalarına ulaşma açısından engelleyici özelliktedir. Kur’an, temiz gıdalardan yememizi emretmiştir.[34] Maddî bakımdan temiz olsa da, haram olan gıdalar, manevî yönden temiz değildir.

Mü’min, kendisinin ve bakmakla yükümlü olduğu kimselerin ihtiyaçlarını karşılamak ve gücü yetiyorsa toplumdaki ihtiyaçları gidermek için Allah’ın meşrû kıldığı, helâl yollardan geçimini temin etmeye çalışacaktır. Geçim zorluğunu bahane ederek haram yollardan para kazanmaya çalışmak, dünyada zulme ve sömürüye sebep olmak, âhirette İlâhî azâba uğramak demektir. Peygamberimiz bu gerçeği şöyle açıklar: “Haramla beslenen vücut (cennete girmez;) ona ancak ateş yaraşır.”[35]

Haramla beslenen kimse, Allah'tan uzaklaşacağı için, duâsı da Allah tarafından kabul edilmeyecektir. "...Bir kimse ellerini semâya kaldırarak: 'Yâ Rabbi, yâ Rabbi, diye duâ eder. Hâlbuki yediği haram, içtiği haram, giydiği haram; kendisi haramla beslenmiş olanın duâsı nasıl kabul edilir?"[36] Müslümanın yiyeceğine, içeceğine, giyeceğine ve diğer ihtiyaçlarına dikkat edip bu konuda hırsızlık gibi her türlü haramdan tüm gücüyle uzak durması gerekmektedir. Helâl lokmanın açacağı kapı da büyük olacaktır: "Kim helâl lokma yer, Sünnet (Şeriat) gereğince amel eder ve insanlar da, onun kötülüklerinden emin olurlarsa o kişi muhakkak cennete girer."[37]   

    

Allah'a hakkıyla kulluk yapan, temiz ve helâl rızıklardan başkasını istemeyip nimetlere şükreden sâlih kullara, Allah dünyada da güzellikler ve zenginlikler verir. Nankörlük edenlerin kendilerine gelmesi için, onları cezalandırır: "Allah, güven (ve) huzur içinde olan bir şehri misal verir ki, o şehrin (halkının) rızkı her taraftan bol bol gelirdi. Fakat Allah'ın nimetlerine nankörlük ettiler de yapmakta oldukları şeylerden dolayı Allah, onlara açlık ve korku elbisesini tattırdı. Andolsun ki, onlara kendilerinden peygamber geldi de onu yalanladılar. Onlar (kendilerine) zulmederlerken azap onları hemen yakalayıverdi."[38]

Çalınan ve Gasp Edilen Şeyi Satın Almak

Çalınan veya haksızlıkla sahibinden alınan bir şeyi bilerek satın almak, bu haksız fiile yardımdır. "... Günah ve düşmanlık üzerine yardımlaşmayın; Allah'tan korkun; çünkü Allah'ın cezâsı çetindir."[39] Suça yardım da suçtur, harama yardım da haramdır. Peygamberimiz (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Kim, bildiği halde hırsızlık eşyayı satın alırsa, onun günahına ve şerefsizliğine katılmış olur.”[40]

Bırakın, böyle kesin haram olan hususları; İslâm, müslümanın şüpheli şeylere düşmekten sakınmasını bile emretmiştir. Müslüman, ihtilâflı ve şüpheli şeyleri terk ederek apaçık bir harama sürüklenmekten kendini korumuş olur. Bu, İslâm'ın terbiye çeşitlerinden biridir. “Kul, mahzurlu olan şeye düşmekten çekinerek mahzurlu (sakıncalı) olmayan şeyi bırakmadıkça takvâlı kişilerden olma derecesine ulaşamaz.”[41]

Öyle bir sömürü düzeni içinde, öyle bir karanlık ve fırtınalı câhiliyye döneminde yaşıyoruz ki, kapitalizm din olmuş, para da kapitalistleşen halk için tanrı, banka tapınak, çek ve hisse senedi kutsal kitap.

İki yol var: Biri dünyevîleşme, dünyayı âhirete tercih; ikincisi ise dünyayı ebedî hayatın kapısı yapmak. Bugün yol ayrımındayız: Ya nefsimiz veya Rabbimiz. Ya geçici menfaat veya dâvâ. Ya fâni olan, ya bâki olan. Tercih bize kalmış. Tercihini Allah’tan yana yapanlara selâm olsun!     

 

 İslâm’ın Vatan Anlayışı

Bir kimsenin doğup büyüdüğü, ya da yerleşip yurt edindiği yerdir vatan. Çoğulu "evtân" olan vatan kelimesi Arapça "vatane" fiilinden bir isim olup fiil anlamı; yerleşmek, ikamet etmek demektir. Kur'ân-ı Kerîm'de yurt, vatan anlamında "ed-dâr" lafzı kullanılır. "Dünya hayatı eğlence ve oyundan başka bir şey değildir: Âhiret yurdu (dâru’l-âhıra) ise, Allah'tan korkanlar için daha hayırlıdır. Aklınızı kullanmaz mısınız?[42] "Biz onlara âhiret yurdunu hatırlama (zikra’d-dâr) özelliği verdik."[43] Vatan kelimesi Kur'ân'da geçmez, bu kökten "mevtın"in çoğunu "mevâtın" yer ve mevki anlamında bir âyette şöyle kullanılır: "Şüphesiz ki Allah size bir çok yerde (mevâtına kesîrah) ve Huneyn savaşı yapıldığı günde yardım etmişti."[44]

Hadislerde ise "vatan" ve "mevtın" sözcükleri; yer, mevki, yurt, belde ve ülke anlamlarında kullanılmıştır. Hadiste "O, benim vatanım ve yurdumdur"[45] buyrulur. Burada "vatan" ve "dâr" eş anlamlıdır. Abdullah b. Ömer'in naklettiği; "Rasûlullah (s.a.s.) yedi yerde namaz kılınmasını yasaklamıştır. Bunlar; çöplük, hayvan kesilen yerler, mezarlık, yol kenarı, hamam, deve ağılı ve Beytullah'ın üstünde namaz kılmak."[46] Burada "mevâtın" (yer, yerler) anlamında çoğul kullanılmıştır.

Günümüzde vatan sözcüğü belli bir topluluğun hâkim güç olarak yaşadığı, sınırları belirli toprak parçasını ifade etmektedir. Böyle bir beldeye "ülke" veya "yurt" denildiği gibi, tebaasına da "vatandaş" veya "yurttaş" denir.

İslâmî açıdan yurt veya vatan "dâr" sözcüğü ile ifade edilir. Bu da İslâm toplumunun yaşadığı ve hâkim olduğu yerler için "dâru’l-İslâm", düşman elinde bulunan ülkeler için de "dâru’l-harp" olarak ifade edilir. İslâm fıkhında dâr; "bir Müslüman veya gayrimüslim idârecinin hâkimiyeti altında bulunan ülke" olarak tarif edilir.[47]

Dünya ülkelerinin dâru’l-İslâm ve dâru’l-harp olarak ikiye ayrılması Kur'ân ve sünnette yapılmış bir tasnif değildir. Bazı çağdaş Müslüman araştırıcı ve yazarlar bu taksimi olaylar ve siyasî şartlar karşısında fakîhlerin yapmış olduğunu belirtmişlerdir.[48] Mûteber hadis kaynaklarında yer almayan ve daha çok Hanefîlerce delil olarak kullanılan bazı hadis rivâyetlerinde bu tâbirlerin kullanıldığı görülür. Şu rivâyetler örnek olarak verilebilir: "Dâru’l-harpte hadler uygulanmaz."[49] "Dâru’l-harp'te Müslümanla harbî arasında faiz yoktur."[50] "Dâru’l-İslâm kendinde bulunanı saldırıdan korur, dâru’l-harp de içinde bulunanı mubah kılar."[51]

Asr-ı Saâdette dâru’l-İslâm ve dâru’l-harp kavramının ortaya çıkışı şu şekilde olmuştur. Mekke döneminde mü'minlerin sayısı az olup, güç bakımından bağımsız yaşayabilecek durumda değillerdi. Çünkü Mekke yöresinde yönetim ve ekonomik güç müşriklerin elindeydi. İslâm'ın ilk zamanlarında dâvet ve ta'lim işleri Mekke'de Erkam b. Ebi'l Erkam'ın (ö. 13/634) evinde gizlice yürütülmüştü. İçlerinde Hz. Ömer'in (ö. 23/643) de bulunduğu birçok kimse orada Müslüman olmuştu. Bu yüzden o eve "dârûl-İslâm" denilmiştir.[52] Buradaki "dâr" sözcüğünün "ev, bina" anlamında kullanıldığı açıktır.

İbn Abbas’ın (r.anhümâ) hicretten önceki dönem için Medine hakkında da dâruşşirk deyimini kullandığı görülür. O şöyle demiştir: "Allah elçisi, Ebû Bekir ve Ömer de muhâcirlerdendi, çünkü onlar da müşriklerden hicret ettiler. Ensar'dan muhâcir olanlar da vardı. Çünkü Medine dâruşşirk idi, onlar da Akabe gecesi Rasûlullah'a geldiler."[53]

Müslümanlar Medine'ye hicret edip siyasî, ekonomik ve askerî bir güç olarak kendi toplumlarını yönetecek güce kavuşunca İslâm Devlet sistemi uygulaması başlamıştı. İşte artık Medine yöresinde yahudilerle ve diğer müşrik topluluklarla İslâm toplumu arasında birtakım ikili anlaşmalar yapılıyordu. Bu konuda hazırlanan ilk İslâm Anayasası'nı örnek verebiliriz.[54]

Böylece Medine'de dâru’l-İslâm uygulaması söz konusu idi. Ancak, Mekkeli mü'minlerin hicret ederek yerleşmeleri nedeniyle önceleri Medine bir "dâru’l-hicre" yani "hicret vatanı" durumunda idi. Mekke ise halen "dârul-küfr ve'l-harp" durumundaydı. Çünkü orada hiçbir Müslüman bir yakını veya müşriklerden birisinin himayesi olmadan namaz bile kılamıyordu. İbn Hazm bu durumu şöyle belirtir: "Rasûlullah’ın (s.a.s.) Medine'si dışında her yer dâru’l-harp, düşmanla çatışma ve cihad alanıydı."[55] Bu duruma göre hicretten önce dâru’l-İslâm mevcut değildi. Hicretle birlikte Medine yöresi dâru’l-İslâm halini aldı. Daha sonra Hz. Peygamber zamanında fethedilen yerler dâru’l-İslâm'a katılırken, fetihten sonra Mekke de dâru’l-İslâm'a katılmış oldu.

İşte sınırlarla çevrili bir toprağın mü'minlere vatan oluşu bu ölçüler içinde gerçekleşmiştir. Mekke'de doğup büyüyen, mal-mülk sahibi olan ilk mü'minler mal, can, ırz güvenliği, inanç ve ibâdet öğürlüğünü tehlikede görünce önce Habeşistan'a daha sonra da Medine'ye hicret ederek öz yurtlarını terk etmişlerdir. Ancak bu, sürekli terk etmekten çok, İslâm'ı serbest yaşayıp yayabilecekleri yeni bir ortam arayışıydı. Nitekim Hz. Peygamber'in hicret için Mekke'den ayrılırken Kâbe'ye doğru bakarak; "Vallahi biliyorum ki, sen hiç şüphesiz Allah'ın yarattığı yerlerin en hayırlısı ve Allah'a en sevgili olansın" dediği nakledilir.[56] Yine vatanından kendi isteği dışında çıktığını şöyle belirtir: "Eğer senin halkın, beni senden çıkarmamış olsaydı, çıkmazdım. (Allah’ım!) Beni, beldelerin Sana en sevimli olanında yerleştir."[57]

Diğer Müslümanlar da Mekkelilerin dayanılmaz işkenceleri karşısında hicret için izin isteyince Allah elçisi şöyle buyurmuştur: "Sizin hicret edeceğiniz yurt bana gösterildi. Orasının iki kara taşlık arasında, hurmalık, çorak bir yer olduğunu gördüm. Orası Yesrib (Medine)'dir. Gitmek isteyen oraya gitsin. Orası yakın bir beldedir. Siz orayı biliyorsunuz; Şam'a giderken ticaret kervanınızın yoludur."[58]

Hicret emri verilince şu âyet inmiştir: "Şöyle de: ‘Rabbim! Beni takdir ettiğin yere gönül rahatlığı ve selâmetle girdir. Oradan gönül rahatlığı ve selâmetle çıkar. Sen bana nezdinden yardımcı bir güç ver."[59]

 “Din ve vicdan özgürlüğü”, gerçek anlamda ancak Kur’an ahkâmının yürürlükte olduğu İslâm devletinde (dâru’l-İslâm’da) olur.

Pek çok İslâm fakîhinin tarif ettiği şekliyle dâru’l-İslâm; "Müslümanların idâre ve hâkimiyetleri altındaki yerdir."[60] Üzerinde İslâm’ın hâkim olduğu yerleri (dâru’l-İslâm’ı) her türlü tehdit ve tehlikeden korumaya çalışmak şarttır. Çünkü orada yaşayan İslâm toplumunun mal, can ve ırzını koruma, selîm aklını ve fıtratını muhâfaza edecek tedbirler alma, din ve vicdan özgürlüğünün devamını sağlama ile eş değerdedir.[61]

 

Konum Tesbiti ve Yaşanması Gereken Konumun Fıkhı

Konum Tesbiti: Şeytan ve dostları, marksist ve faşist hareketler­den ziyade İslâmî hareketlerle ilgilenmekteler ve ra­hatsız oldukları bu hareketlere müdâhale edebilmek için fırsat gözetmektedirler.

Müslümanların muhâtap ve mükellef oldukları Rabbânî yolda, müslümanların bulundukları konu­ma göre yüklenen ve birbirini takip eden Rabbânî tavırlar vardır. Rabbânî yolu bütünsel olarak idrâk ederek, bu idrâk ile ciddi bir çalışmaya girişmeyen müslümanların yaşamaları ve yerine getirmeleri ge­reken ilk çalışma, Rabbânî yolun ilk aşamasındaki çalışmalardır. İşte bu öncelikli çalışma ile yüzyüze gelen müslümanlara, şeytan ve dostları iki ayrı bo­yuttan yaklaşmaktadırlar.

Birinci boyuttan yapılan yaklaşım, müslümanları ilk aşamadaki çalışmalardan geri bırakmayı hedef almaktadır. Bu yaklaşımlarda müslümanların çeşitli zaaflarından faydalanılmakta ve müslümanlar uzlaş­maya, taviz vermeye, müsait zamanı ve mekânı beklemeye teşvik edilmektedirler. Böylesi müdâhalelerin tesirinde kalarak bir köşeye çekilen, Allah yo­lunda koşması gereken ayaklarıyla bağdaş kurup oturan, Allah'a kulluk gibi yüce bir eylemi sadece duâ ve bedduâ çerçevesine hapsederek pasifize olan birçok müslüman bulunmaktadır.

Elbetteki   şeytan  ve  dostlarının  bu  boyuttaki yaklaşımına aldanmayan azimli, dirâyetli ve fedâkâr müslümanlar da bulunmaktadır. Şeytan ve dostları­nın bu müslümanları ilk aşamadaki çalışmalardan geriye çekmesi ve dolayısıyle pasifize etmesi imkân­sızdır. İşte böyle bir durumda şeytan ve dostları bu müslümanlara ikinci boyuttan yaklaşmakta ve bu müslümanları sonraki aşamalarla ilgili çalışmalara yöneltmektedirler. Bazı takvâ duygularıyla ve Al­lah'ın yardımına ilişkin vaadlerle ileriki aşamalara ait çalışmalara yöneltilen bu müslümanlar, haklı olarak birçok problemlerle karşılaşmaktalar ve bu problem­ler   karşısında yetersiz kalarak bunalıma düşmekte­dirler. Tabii ki bu sonuçtan yine şeytan ve dostları memnundurlar. Çünkü her iki durumda da ilk aşa­madaki çalışmadan uzak kalınmakta ve bu çalışma­lar yerine getirilmemektedir.

Kur'an ve Sünnet'i bir bütün olarak idrâk ede­meyen müslümanların, bu gibi şeytânî yaklaşımlar­dan korunabilmeleri oldukça zordur. Meselemizle il­gili olarak, şu İlâhî hükmü tefekkür etmemiz gerekir: “Allah hiç kimseye, güç getireceğinden başka­sını yüklemez.” [62]

Bu âyet-i kerimede, güç ve mükellefiyetle ilgili olarak anlamamız gereken iki önemli gerçek vardır. Bunlardan birincisi şudur: Kur’ân-ı Kerim'le muhâtap olan müslümanlar, bu temiz kaynakta birçok Rabbânî tavırlarla karşılaş­maktadırlar. Şânı yüce Rabbimiz bu hükümleri müs­lümanlara vaz’ederken, müslümanların konum ve seviyesi dikkate alınmıştır. Nitekim bazı peygamber­lere vaz’edilen yükümlülükler, birçok peygamberlere yüklenmemiştir. Bunun nedenini düşünen müslümanlar, bu nedenin müslümanların konum ve seviyesiyle ilgili olduğunu idrâk edeceklerdir.

Bizler için hidâyet rehberi olan Kur’ân-ı Kerim'de; câhiliyede fert olarak yaşayan müslümanlara yüklenen tavırlar, cemaat olma sürecindeki müslü­manlara yüklenen tavırlar ve cemaat olan müslü­manlara yüklenen tavırlar vardır. Bu tavırların hepsi Kur’ân-ı Kerim'in bütünlüğünde zikredilmektedir. İşte bu tavırlara yaklaşırken, muhâtabın konum ve se­viyesi dikkate alınmalıdır. Câhiliyede fert olarak ya­şayan müslümanın, İslâm cemaatini veya İslâm dev­letini mükellef tutan tavırlara gücünün yetmeyeceği âşikârdır. Cemaati veya devleti mükellef tutan bu ta­vırlar, Kur’ân-ı Kerim'de zikredilmesine rağmen câhiliyede fert olarak yaşayan müslümana yüklenmemektedir. Cemaati veya devleti mükellef tutan bu ta­vırlar, söz konusu konum ve seviyede bulunmayan peygamberlere dahi yüklenmemiştir. Şânı yüce Rabbimiz açık bir şekilde "Allah hiç kimseye, güç getireceğinden başkasını yüklemez" [63] buyurmakta­dır. Fakat ne yazık ki Kur’ân-ı Kerim'e gelişi güzel yaklaşan bazı kimseler, Allah'ın bu konumdaki müs­lümanlara yüklemediği tavırları yüklenmeye ve çev­resindeki   müslümanlara  yüklemeye  çalışmaktadır. Zikrettiğimiz âyet-i kerimeden anlamamız gereken iik gerçek bu olmalıdır.

İkinci gerçek ise, bulunduğumuz konumda yaşamakla ve yansıt­makla mükellef olduğumuz Rabbânî tavırlar, güç yetireceğimiz tavırlardır. Câhilî sistemlerin empoze et­tiği güç anlayışı ile "Bunlara gücümüz yetmez" de­mek, câhilî bir mâzeretle Rabbânî bir yoldan çıkmak demektir. Çünkü bizlere bu tavırları yükleyen şânı yüce Rabbimiz "Allah hiç kimseye güç yetireceğinden başkasını yüklemez"[64] hükmü ile, bulunduğu­muz konumda bizlere yüklenen tavırların, güç yetirebileceğimiz tavırlar olduğunu beyan etmektedir.

Kur'an ve Sünnet'te beyan edilen ve tevhidi bir anlayışla bütünlük kazanan Rabbânî tavırlara karşı yaklaşım böyle olmalıdır. Müslüman ne bu tavırlar­dan geri kalmalı, ne de yapılamıyacak tavırlara yö­nelmelidir.

Bazı samimi kardeşlerimiz Hz. İbrahim’in (a.s.) eylemine özenmekteler, kendilerini ve Hz. İbrahim’i (a.s.) gerektiği gibi tanımadan heyecanlı konuşma­lar yapmaktadırlar. Bilmemiz gerekir ki Hz. İbra­him'i "Halîlullah" makamına ulaştıran eylem, putları kırma vâkıası değil, ateşe atılırken gösterdiği tavır ve tevekküldür. Nitekim  gündeme  getirdiği  Rabbânî mesaj, bu tavrın ve tevekkülün neticesinde yankılanmıştır.  İslâm adına yaptıkları bir eylemden sonra kendisini müdâfaa etmeleri için on tane avukat tu­tan kimselerin, Hz. İbrahim’in (a.s.) bu tavrını idrâk edebilmeleri oldukça güçtür.

Bütün bunları dikkate alarak Hz. İbrahim’in (a.s.) eylemine özenen müslümanlara hatırlatmak isteriz ki, Hz. İbrahim’in eylemini yapmak ko­lay, ancak o eylemden sonra Hz. İbrahim’in tavrını ve tevekkülünü göstermek zordur. İbrahimî bir tevekkülle sonuçlanmayan eylemler ise İbrahi­mî eylemler değildir.

Rasûlullah (s.a.s.) Efendimiz, Hz. İbrahim kıssa­sını bilmesine ve bu tavrı yerine getirmeye lâyık bir kimse olmasına rağmen, ümmeti için zorluk dileme­miş ve bizlere örnek olabilecek bir mücadele meto­du takip etmiştir.

Bu meseleleri idrâk eden müslümanların, ön­celikle bulundukları konumu tesbit etmeleri ve bu konumda yüklenmeleri gereken Rabbânî tavırları iz­zet ve onurlu şekilde yüklenmeleri gerekmektedir. O halde konumumuz nedir? [65]

 

        İslâm’ın Dâr Anlayışı, Dâru’l-Harp ve Dâru’l-İslâm’la Sınırlı Değildir             

Dâr Meselesi: Tevhidî yola tâlip olan ve bu yolda mücadele vermek isteyen müslümanların, tevhidî çizginin han­gi noktasında bulunduklarını bilmeleri için öncelikle bulundukları konumu Rabbânî esaslara göre tesbit etmeleri gerekmektedir. Çünkü her konumun kendi­sine özgü bir fıkhı bulunmaktadır. Yanlış konum tesbiti, uygulanmaması gereken fıkhı önereceğinden, konum tesbiti bu açıdan önemli ve ciddi bir mesele­mizdir.

Bu meselede dâru’l-İslâm ve dâru’l-harp olmak üzere iki görüş yaygınlaşmıştır. Yaygınlaşan bu iki görüşü savunanlar birbirlerine cephe almakta ve tar­tışmalar değişik vâdilerde sürmektedir. Fakat ne ya­zık ki her iki taraf da savunduğu kavramı bilinçli bir şekilde savunmaktan uzaktır. Meselâ dâru’l-harp görü­şünde olanlara; "Neden dâru’l-harp?" şeklinde bir soru yöneltsek, bu kardeşlerimizden büyük çoğun­luğu; "İslâm hukuku yürürlükte olmadığı için dâru’l-İslâm değildir. Dâru’l-İslâm olmadığı için dâru’l-harp­tir" diyeceklerdir. Çünkü başka bir seçenekleri yok­tur.

Gri kavramını bilmeyen bir topluma, gri renkte bir tabela göstererek; "Bu beyaz mıdır, yoksa siyah mıdır?" sorusu yöneltilirse, dâru’l-harp ve dâru’l-İslâm meselesinde olduğu gibi iki ayrı gruplaşma ola­caktır. Bir kısmı "Siyah olmadığı için beyazdır" der­ken, bir kısmı da "Beyaz olmadığı için siyahtır" diye­ceklerdir.

'Dâr' meselesindeki ihtilâfların bir nedeni, müslümanların dâru’l-İslâm ve dâru’l-harp kavramlarıyla karşı karşıya getirilmeleri ve bu iki kavramdan birini seçmeye şartlandırılmalarıdır. Bu iki kavramdan bi­rini seçmeye zorlanan kimselerin bir kısmı "dâru’l-İslâm olmadığı için dâru’l-harptir" derken, diğer kıs­mı da "dâru’l-harp olmadığı için dâru’l-İslâm'dır" de­mektedirler. Bu durumun müsebbipleri ise bir taraf­ta şeytan ve dostları, diğer tarafta hazır bilgilerle ye­tinen, çalışmaktan ve araştırmaktan kaçınan âlim­lerdir. Bu âlimler herhangi bir “dâr” kavramını savu­nacakları zaman, kendilerine bu kavramın getirdiği fıkıh sorulacağından, dâru’l-İslâm veya dâru’l-harp demekteler ve kütüphane raflarında hazır bulunan dâru’l-İslâm ve dâru’l-harp fıkhını yorulmadan ve yo­rumlamadan söylemektedirler. Nitekim bu kimseler tarafından dâru’l-harp fıkhı ile yüzyüze getirilen bir­çok müslüman, bu fıkhı yürürlüğe koyma noktasın­da çeşitli problem ve çelişkilerle karşılaşmışlardır.

Dâru’l-harp fıkhının getirdiği zorluk, problem ve çelişkilerden kaçınmak için, sebep ve illetini göz önüne getirmedikleri bazı ictihadlara sığınarak dâru’l-İslâm görüşünü savunanlar ise kendilerini pasifize eden bir sapıklığa düşmüşlerdir. Allah'ın düş­manlarını dost kabul etme zilletine düşen bu insan­lar, dâru’l-İslâm kabul ettikleri beldelerde genellikle ıslahatçı metodu benimsemişler ve İslâm düşmanı olan tâğutu, bazı İslâmî motiflerle güzelleştirmeye çalışmışlardır.

Hâlbuki “dâr” kelimesi, yer veya toprak parçası anlamına geldiği için "dâru’l-İslâm"; İslâm'ın hâkim olduğu yer demektir. Bulundukları ülkeye dâru’l-İslâm diyen sapıklara, İslâm'ın hangi yere hâkim oldu­ğunu sormak isteriz!

Bu ülkelerde İslâm'ın hâkim olduğu ve tâğutî müdâhaleden uzak olan bir metrekare yer var mı­dır? Camilerde İslâm mı hâkimdir, yoksa tâğut mu? Kıblemiz olan Kâbe-i Muazzama, kimlerin ta­hakkümü altındadır? Tapusuna sahip olduğunuz evleriniz sizin mi? Bu evlerinizi halka açık bir namazgâh ve İslâm'ın açıkça anlatıldığı bir mescid haline getirebilir misi­niz?

Tâğuta bağlı bel'amlar tarafından savunulan dâru’l-İslâm görüşünü daha fazla ciddiye almamıza ve eleştirmemize gerek yoktur. Çünkü bunların açık bir sapıklıkta olduğu âşikârdır. Bu görüşü savunan­lardan ziyade dâru’l-harp görüşünü savunan samimi kardeşlerimizi değerlendirmemiz gerekir. Tâğutun mâhiyetini bilen ve tâğuta bağlı bel'amlar vasıtasıyla savunulan dâru’l-İslâm görüşüne haklı olarak karşı çıkan bu kardeşlerimiz gerçekten samimidirler. Ne var ki hak olan bir görüşü zamansız ve mekânsız gündeme getirme noktasında yanılgıya düşmüşler­dir. Yanılgının biz insanlara özgü olduğunu idrâk ederek bu kardeşlerimize hüsn-i zanla yaklaşıyor ve bu meselemizi ciddi bir şekilde tekrar değerlendirmelerini istirham ediyoruz. Tabii ki bu dileğimiz, dâru’l-İslâm görüşünü bilmeyerek savunan kimselere de yöneliktir.

Dâru’l-harp görüşünü savunan bazı kardeşleri­miz "Müslümanlar için en güzel örnek Rasûlullah (s.a.s.) ve onun takip ettiği metoddur. Bilindiği gibi Rasûlullah (s.a.s.) Mekke ve Medine olmak üzere iki ayrı dönem yaşamıştır. Mezhep imamlarına göre Mekke dönemi dâru’l-harptir. Değişik bölgelerdeki müslümanlar Mekke dönemine benzer bir ortamda bulunduklarına göre bu müslümanların konumu da dâru’l-harptir" demektedirler.

Elbette ki müslümanlar için en güzel örnek Rasûlullah’tır (s.a.s.). Mezhep  imamları tarafından Mekke dönemine dâru’l-harp, dâru’l-küfr veya dâru’ş-şirk denilmektedir. Bu konuda kavram tartışmasına girmek abestir. Çünkü meselenin rahatsızlık veren tarafı hangi kavramın kabul edileceği değil, bu kav­ramların getirdiği fıkıhtır. Mekke dönemine dâru’l-harp diyen müctehidlerin, dâru’l-harp fıkhını Mek­ke dönemini dikkate alarak hazırlamaları gerekirdi. Oysa bilinmektedir ki dâru’l-harp fıkhı, Kur’ân-ı Kerim'in Medenî sûreleri ve Rasûlullah’ın (s.a.s.) bu dönemdeki sünnetiyle  kesinlik kazanmaktadır. Yine bilinmektedir ki dâru’l-harp fıkhı Mekke dönemi müslümanlarınca yaşanmamıştır. Bu konuda Ebûbekir’in (r.a.) müşriklerle bahse girme olayı delil olarak öne sürülmektedir. Bilindiği gibi Ehl-i Kitap olan Rumlar, o dönemde Mecûsi olan İranlılara yenilince müslümanlar üzülmüş, Mekkeli müşrikler ise sevin­mişlerdi. Bu olay üzerine nâzil olan Rûm sûresinin ilk âyetlerinde, Rumların bir süre sonra tekrar gâlip gelecekleri beyan edilmektedir. Bu âyetlerle karşıla­şan müşrikler, bu âyetlere inanmaz ve Ebûbekir (r.a.) ile bahse girmek isterler. Ebûbekir (r.a.) durumu Rasûlullah’a (s.a.s.) bildirir ve onun izniyle, Rumların tekrar gâlip geleceğine dair müşriklerle bahse gi­rişir. İşte bu olaydan hareket eden bazı hanefi fakîhler, bu olayı örnek göstererek dâru’l-harpte bulunan Müslümanların, kazanacaklarından emîn olma şar­tıyla harbîlerle mal ve para karşılığında bahse gir­melerine cevaz vermişlerdir. Hâlbuki bu olayı, olayın yaşandığı ortama göre değerlendirme­miz gerekir. Nâzil olan her âyete yakînen iman eden Ebûbekir (r.a.), müşriklerin teklif ettikleri bahsi kaza­nacağını elbette ki biliyordu. Şüphesiz, kazanacağını bildiği bahis tekiifi karşısında tereddüde düşmesi ve Rasûlullah’a (s.a.s.) müracaat etmesi, bahse girme­nin müslümanlar arasında şüpheli görüldüğüne işa­rettir. Ebûbekir’in (r.a.) bahis karşısında tereddüte düşme nedenini anlamaya çalışırken, bahis teklifini kabul etmediği zaman Mekke müşriklerinin "Ebûbe­kir, inen âyetlerin doğru olduğuna kendisi de inan­mıyor, inansaydı bahse girmekten kaçınmazdı" diyeceklerini ve ba­his teklifini diğer müslümanlara da götürerek onla­rın da iman etmedikleri konusunda velvele yapacaklarını dikkate almamız gerekir.

Bilindiği gibi Rasûlullah (s.a.s.) bahsi kabul et­mesi için Ebûbekir’e (r.a.) izin vermiştir. Netice ola­rak bahsi kazanan Ebûbekir’in yine Rasûlullah’a müracaat ederek "Bahsin karşılığı olan de­veleri alayım mı?" diye sorması, bahse girme nede­ninin müşriklerin malını almak için olmadığını gös­termektedir. Bu sırada Medine'de bulunan Rasûlullah (s.a.s.), bahis karşılığı olan develeri (safların ay­rıldığı o dönemde bir harbî olan müşriklerde kalmaması için) almasını ve bu develeri fakirlere tasadduk etmesini buyurmuştur. Dikkat edilirse, bahis karşılığı olan bu develer ne beytü’l-mâle kabul edilmiş ve ne de Ebûbekr’in kullanmasına izin verilmiştir. Kal­dı ki Rasûlullah’ın bu olayda bahse ilişkin ver­diği izin umuma değil, kişiye özeldir. Böyle bir izni umûma şâmil kılmak ise fıkıh usûlüne aykırıdır.

Bu gibi meseleler yeterince incelenirse, Mede­nî sûrelerle ve Rasûlullah’ın (s.a.s.) bu dönemdeki sünnetiyle kesinlik kazanan dâru’l-harp fıkhının, Mekke dönemi müslümanlarınca yaşanmadığı müşâhede edilecektir. Dâru’l-harp fıkhının yaşanmadığı böyle bir döneme dâru’l-harp demek ile İslâm fıkhı­nın yaşanmadığı bir döneme dâru’l-İslâm demek arasında herhangi bir fark yoktur.

Dâru’l-harp görüşünü savunmalarına rağmen bazı Rabbânî sebepleri ve maslahatları zikrederek "Bunlardan dolayı şu an için dâru’l-harp fıkhını yaşayamıyoruz" diyen kimselerin belirttikleri neden­ler, Rabbânî nedenlerdir. Onları bu konuda eleştir­miyor, ancak şu hususun açıklığa kavuşmasını istiyo­ruz. Fıkhını yaşamadıkları veya şu an için yaşama­maları gereken bir kavramı nasıl sahipleniyorlar? Şayet dâru’l-harp fıkhına muhâtap  oldukları için dâru’l-harp diyorlarsa, bu ilmî bir yaklaşım değildir. Çünkü dâru’l-harp fıkhına muhâtap olduğumuz gibi, dâru’l-İslâm fıkhına da muhâtabız. Dâru’l-İslâm fıkhı­na muhâtap olmamızla birlikte dâru’l-İslâm fıkhını yaşayamadığımız bir beldeye nasıl ki dâru’l-İslâm diyemiyorsak; dâru’l-harp fıkhıyla muhâtap olmamıza rağmen nefsânî olmayan, Rabbânî nedenlerle bu fık­hı yaşayamadığımız beldeye de dâru’l-harp diyeme­yiz.

Bu hususu daha açık anlayabilmemiz için muhâtap olmakla, mükellef olmak arasındaki farkı be­lirtmemiz gerekir. Nitekim bu önemli farkı idrâk et­meyen bazı kardeşlerimiz "Rasûlullah (s.a.s.) tevhidî mücadelenin belli bir dönemine kadar savaş ayetleriyle muhâtap olmamıştır. Bizlerin ise durumu fark­lıdır. Çünkü Kur’ân-ı Kerim'in tamamı elimizde ve bizler savaş âyetleriyle yükümlüyüz" demektedir­ler.

Müslümanlar Kur’ân-ı Kerim'de beyan edilen hükümlerin hepsine muhâtaptırlar. Ancak, içinde bulundukları konum ve şartlara göre muhâtap ol­dukları bazı hükümlerle mükellef değillerdir. Muhâtap olmak ile mükellef olmak arasındaki bu farkı idrâk etmemiz gerekir. Meselâ hac hükmüyle bütün müslümanlar muhâtaptır. Mükellefiyet ise gücü yeten müslümanlaradır. Bunun gibi, Kur’ân-ı Kerim'de tevhidî mücadeley­le ilgili olarak fertleri, cemaati veya devlet yapısına kavuşan müslümanları mükellef tutan hükümler var­dır. Müslümanlar, bu hükümlerin hepsine muhâtap olmalarına rağmen, hepsiyle mükellef değildirler. Bu hükümlere yaklaşım, Rabbânî bir konum tesbitiyle olmalıdır.

Dâr meselesiyle ilgili olarak sadece geçmiş fıkıh kitaplarına bağımlı kalan bazı kimseler de, isteyerek veya istemeyerek çeşitli çıkmazlara girmektedirler. Fıkıh kitaplarında dâru’l-İslâm'ın tarifi yapılmakta ve bu konumun fıkhı verilmektedir. Dâru’l-İslâm'a göre dâru’l-harp olan yerler açıklanmakta ve farazî fıkıh olarak da, herhangi bir İslâm beldesi müstevlî­ler tarafından istilâ edilirse o günün müslümanlarına kıyam emredilmekte ve dâru’l-harp fıkhı verilmekte­dir. İşte farazî fıkhın uzandığı son nokta budur. Daha açık bir ifadeyle farazî fıkıh bu konuda günümü­ze uzanmamıştır.

Fıkıh kitaplarına mutlak bağımlı olan kimseler "ictihad kapısı kapalı olduğuna göre yapılacak bir şey yok. Mevcut ictihadlardan en uygununu alıp o ictihadla amel etmemiz gerekir" demektedirler. Ta­bii ki bu yaklaşımın da ne gibi sonuçlar meydana ge­tirdiği âşikârdır. Bu kimselerde evrensel olan yüce İslâm dinini belli mezhebî dairelere hapsetme temâ­yülü bulunmaktadır. Oysa ki din mezhebin içinde değil, mezhep dinin içindedir. Müslümanlar İslâm di­nini yaşayabilmek için mezhebî birçok görüş ve ictihadlara muhtaçtırlar. Ancak unutmamak gerekir ki, müslümanlar Kur’an ve Sünnet'e göre müslümandırlar. Evrensel olan bu dinin evrensel kaynağı Kur’ân-ı Kerim'dir. İslâm dinini beli bir mezhebî daire içerisi­ne hapsederek mezhebî görüşlerin uzanmadığı bir meselede dine, dolayısıyla dinin evrensel kaynağı olan Kur’ân-ı Kerim'e müdâhale hakkı tanımamak zulümdür.

Kendilerine âlim denilen bazı kimseler Kur'an'ı yanlış anlama ihtimalini ileri sürerek, müslümanlar ile Kur’ân-ı Kerim arasına aşılması mümkün olma­yan engeller koymuşlardır. Bu müdâhale, vebali çok büyük olan bir cür’ettir. Kur’ân-ı Kerim, sadece âlimlerin de­ğil, bütün dünya müslümanlarının Kitabıdır. Müslü­man, Kitabını okuyacak, meal ve tefsirlerle anlama­ya çalışacaktır. Âlimlere düşen görev, Kitab'ı müslümanların elinden almak değil, Kitab'daki bir hükmü yanlış veya eksik anlayan bir müslümanı uyararak düzeltmektir.

Tekrar dâr meselesine dönecek olursak, dâru’l-İslâm olan herhangi bir bölge İslâm düşmanı müstevlîler tarafından istilâ edilir ve İslâm fık­hı yürürlükten kaldırılırsa, o bölge kesinlikle dâru’l-harp olmakta ve o günün müslümanlarına kıyam emredilmektedir. Nitekim müctehid imamlar bu ko­numun fıkhını  açık bir şekilde vermişledir.

Ancak açıklığa kavuşturmak istediğimiz bir hu­sus vardır. Dâru’l-İslâm olan bir belde müstevlîler tarafın­dan istilâ edildiği zaman, o belde dâru’l-harp olmak­ta ve o günün müslümanları dâru’l-harp fıkhıyla yü­kümlü bulunmaktadırlar. Şayet bu dönemde saflar ayrılır ve mücadele başlarsa, bu mücadele bin yıl da sürse o belde dâru’l-harp konumunu muhafaza eder. Ancak, böyle bir mücadele yaşanmamışsa, İslâmî anlayışları tahrif edilmesine rağmen ken­dilerine müslüman denilen halk, kıyam eden hizbullahîleri yalnız bırakarak hizbuşşeytanlara arka çıkmışsa, hizbullahî âlimler şehid edilerek söz meydan­larına bel'amlar gelmişse, yirmi yedi derece sevaba nâil olabilmek için ca­milere giden halk, buradaki bel'amları dinleyip onla­ra itaat ederek dinden çıkmışsa, eğitim ve kültür faâiyetleriyle hak olan gerçek bâtıl, bâtıl ise hak olarak empoze edilmişse, bu karanlık dönem birkaç nesil yaşanmış ve bu­nun neticesi olarak İslâm'ı bilmeden sahiplenen ve yine İslâm'ı bilmeden reddeden kişiler, partiler, gruplar oluşmuşsa., işte böyle bir belde dâru’l-harp değildir ve bu beldede Allah'ın lutfuyla şuurlanan müslümanlar dâru’l-harp fıkhıyla yükümlü değiller­dir. Çünkü bu müslümanların karşısında kendilerine verilen kültür ve eğitimle bâtılı idrâk edemeden be­nimseyen ve hakkı idrâk edemeden reddeden bir kitle bulunmaktadır.

Farazî fıkhın bu noktaya uzanmadığı âşikârdır. Ancak müctehid imamları, böyle bir durumu ta­hayyül etmedikleri ve farazî fıkıh çerçevesine dâhil etmedikleri için suçlayamaz ve onları itham edeme­yiz. Kaldı ki bu mesele ictihadî bir mesele de değil­dir. Kur'an ve Sünnet'in bütünlüğünde bu konuma örnek birçok konumlar verilmiş ve bu konumdaki müslümanlara muhkem âyetlerle, kesinleşen bir yol gösterilmiştir.

Bazı kimselerin zikrettiği "İslâm'ın hâkimiyetin­deki bir belde İslâm'ın hâkimiyetinden çıkarsa, bu belde tekrar İslâm'ın hâkimiyetine girinceye veya kı­yâmete kadar dâru’l-harptir" görüşü, Kur’ân-ı Kerim'e muhâlif bir görüştür. Kur’ân-ı Kerim'in beyanı­na göre birçok kavme peygamber gönderilmiş ve bu kavimlerden bazısı belli bir süre İlâhî dine teslim ol­duktan  sonra sapıklığa ve dalâlete düşmüşlerdir. Dikkat etmemiz gereken husus, şânı yüce Rabbimiz dalâlete düşen bu kavimlere yeni bir peygamber gönderdiği zaman, bu peygamberini dâru’l-harp fıkhıyla yükümlü tutarak "bu kavim daha önce Be­nim râzı olacağım din üzereydi. Bunlar tekrar bu di­ne teslim oluncaya kadar bunların kanları, canları, malları sana mubahtır" şeklinde bir hüküm beyan etmemiştir.

Kur'ân-ı Kerim'e muhâlif görerek benimsemedi­ğimiz mezkûr görüşe göre İspanya, İspanya'da ika­met eden müslümanlara göre dâru’l-harptir ve bu­radaki müslümanlar dâru’l-harp fıkhıyla yükümlüdür­ler. Bu görüşü benimseyen müslümanların bir kısmı tekfir ve tahkîre devam ederek tebliğe muhtaç olan insanları tebliğden uzaklaştıracak, bir kısmı ise har­bî olarak gördüğü insanların mallarını gasbedecektir.

Sonuçta ne olacaktır? İslâm'dan bîhaber olan İspanyol, karşısında bir gaspçı, bir soyguncu olarak gördüğü müslümanları, nasıl değerlendirecektir? Bu müslümanlann dâveti nasıl karşılanacak, İslâm cemaati nasıl teşekkül ede­cek ve nasıl genişleyecektir?

İspanya örneğini idrâk eden "ancak, bulundu­ğumuz konum, zaman süreci bakımından İspan­ya'dan farklıdır" diyen kardeşlerimize, Kur'ân'ı Kerim'in zaman sürecine ilişkin ölçüsünü belirtmemiz gerekir.

Kur’ân-ı Kerim'de müslümanlara hitap eden ve Müslümanların gayrimüslimlere karşı tavırlarını be­lirleyen İlâhî hükümler, hikmetli bir gelişim göster­mektedir. Uyarıp korkutma ve onlardan gelen ezi­yetlere sabır ile başlayan tevhidî tavırlar, müslüman­ların konum ve seviyesine göre değişmektedir. Câhiliyenin yerleşip kökleştiği toplumlarda tevhidî mücadeleye talip olan müslümanlar, câhiliye mensupla­rını uyarıp korkutma ve kurtuluşa çağırmakla yü­kümlüdürler.

Peki hangi toplum, câhiliyenin yerleşip kökleştiği bir toplumdur? Câhiliyenin yerleşip kökleşmesi için ne kadar süre geçmesi veya kaç nesil yaşanması gerekmekte­dir?

Kur’ân-ı Kerim'in bu konuya ilişkin hükmü net ve açık olup muhtelif sûrelerde zikredilmektedir. “O (Kur'an), Azîz, Rahîm (olan Allah)’ın indir­diğidir. Babaları (yakın ataları) uyarılıp korkutulmadığı için kendileri gâfil olan bir kavmi uyarıp korkutman içindir.”[66]

Bu Rabbânî ölçüyle, yaşanılan toplumların de­ğerlendirilmesi; caddelerdeki, kulüplerdeki, diskoteklerdeki gençliğin ve onların emekli kahvesinde pinekleyen babalarının ve yakın atalarının incelen­mesi gerekir.

Yaşanılan dünyadaki mustaz’aflar ve müstekbirler, câhilî eğitim ve kültür aşamasından (yönlendirme ve dayatmalarından) geçmişler, bilerek veya bilmeyerek birçok câhilî görüşleri be­nimsemişlerdir. Şeytânî otoriteler tarafından uzun yıllardan beri sürdürülen propaganda faâliyetleri ile hak gizlenmiş, bâtıl ise hak olarak empoze edilmiştir.

Osmanlı dönemindeki saltanat sistemiyle, padi­şahlık ve saraylardaki ihtişamlı yaşantı ile kafası dol­durulan yeni nesillere, bu çarpıklığın yegâne nedeni olarak dinin istismarı gösterilmiştir. Bu başlangıçtan sonra dinin İstismar edilmemesi için din ile dünya iş­lerini ayırması gerektiği izah edilmiştir.

Bunu yeterince izah etmiş olacaklar ki, beş va­kit namaz kılmalarına rağmen bu sapık fikirleri sa­vunan kitleler oluşmuştur. Bu kimseler tâğut için ça­lışmakta ve çeşitli sloganlar altında tâğut için savaş­maktadırlar. İslâm'ı bilmeyen bu kimseler, İslâm dini üzere olduklarını zannetmekteler ve bel'amların cen­net vaadleriyle avunmaktadırlar.

Bunun yanısıra İslâm'ı savunmaya çalışan müslümanlarda da menfî değişiklikler meydana gelmiş ve bu kardeşlerimiz de insanları doğrudan doğruya Allah'a değil, dolaylı olarak çeşitli gruplara, kişisel görüşlere ve beşerî yollara çağırma gafletine düş­müşlerdir.

Bu gibi dâvetlerle ve câhilî propaganda ile kar­şılaşan insanlar, bütününü ve gerçeğini kavrayama­dıkları İslâm'a karşı çıkmakta ve kabul etmemekte­dirler. Meselâ bazı ülkelerde İslâm'ın sosyal adaleti halka sunulmamışken, bu insanlar İslâm'ın ceza hu­kuku ile yüzyüze getirilmişlerdir. İslâm'ı bu cezâî müeyyidelerden ibaret görüp bu müeyyidelere göre değerlendiren birçok insan, İslâm gerçeğini kavra­yamamış ve rahmetini idrâk edemedikleri İslâm'a karşı cephe almıştır.

 

“Hayır! Onların çoğu hakkı bilmiyorlar, bun­dan dolayı yüz çevirmektedirler.”[67]; “Hayır! Onlar ilmini kuşatamadıklan ve kendi­lerine de henüz yorumu gelmemiş bir şeyi yalan­ladılar.” [68]

Daha önce de ifade ettiğimiz gibi halkında müslüman olan birçok ülkede dindar geçinen büyük ço­ğunluğun yaşadıkları ve yansıttıkları din, İslâm değil­dir. Kişisel menfaatlerle gölgelenen, grupsal veya partisel çıkarlar için vasıta olarak kulanılan, beşerî eğilimlerle te’vil ve tahrif edilen din, kesinlikle ve ke­sinlikle İslâm değildir.

Ne yazık ki, düşünen birçok insan, kendilerine yansıyan bu çarpık olguyu İslâm olarak anlamışlar ve bu anlayışla İslâm'a karşı olumsuz tavır takınmış­lardır. İslâm'a tâlip olan insanların bile gerçek bir İslâm'ı kavrayamadıkları bir dönemde; kendilerine yansıyan çarpık din anlayışına karşı çıkan zümreyi; "gerçek İslâm'a karşı çıkıyorlar!" diyerek “harbî” olarak yaftalamak haksızlıktır. Değil günümüzde, cumhuriyete geçiş döneminde bile dine karşı tavır koyanların, gerçek İslâm'a mı yoksa bid'atler, hurâ­feler ve saltanat sistemiyle gölgelenen din anlayışı­na mı tavır gösterdikleri, incelenmesi ve gozönüne getirilmesi gereken bir meseledir.

Yaşadığımız çağda müslüman aydın, müslüman entelektüel kimlikleriyle ortaya çıkan ve İslâm'a gö­re yabancı olan bu kimliklerle meselelere çözüm arayan bir zümre bulunmaktadır. Doğu-Batı ilişkisini inceleyerek doğunun içinde bulunduğu vahim duru­mu, Batı sapıklığının bir yansıması olarak gören bu aydınlar, çözüm konusunda karşı oldukları Batının tesirinde kalmaktadırlar. Batı anlayışının kökeninde, herhangi bir olumsuz durumla karşılaşıldığı zaman bu olumsuz durumu meydana getiren dış sebeplere yönelme ve sebeplere karşı mücadele vardır. Bu Ba­tıcı yaklaşım, kendilerine müslüman entelektüel de­nilen kesim üzerinde de görülmektedir. Bu kimsele­re göre yegâne suçlu ve menfî durumların yegâne müsebbibi Batı'dır.

Tek yönlü olan bu yaklaşım, İslâmî bir yaklaşım değildir. Çünkü dünya tarihinin her döneminde bâtılı benimseyen, bâtılı yaşayan ve bâtılı yansıtan in­sanlar bulunmaktadır. Müslümanlara yüklenen ilk görev, bâtılı yıkma veya bâtılı yok etme değil; hakkı bilip hakka sarılarak bâtılın olumsuz tesirinden kur­tulmaya çalışmaktır. Hakkı bilen, hakkı yaşayan ve haktan tâviz vermeyen toplumların, bâtıl propagandalardan etkilenmeleri çok güçtür. Herhangi bir toplum, bâtıl görüşlerden etkileniyor ve bâtıla meyledi­yorsa, bu olay, söz konusu toplumun haktan uzaklaş­tığına ve değişip bozulduğuna işarettir. Nitekim şânı yüce Rabbimiz Kur’ân-ı Kerim'de "Gerçekten Alİah kendi nefislerinde olanları değiştirip-bozuncaya kadar, bir toplulukta olanı değiştirip bozmaz."[69] buyurmaktadır. Dünyanın hiçbir yöre­sinde kendileri doğru yolda olup da, sapanların etki ve gücü ile bâtıla düşmüş bir kavim gösteremeyiz. Çünkü doğru yolda bulunan ve bu yola teslim olan müslümanlara Rabbimiz "Siz doğru yola erişir, hidâyet üzere olursanız, dâlalette olan/sapan size zarar veremez" [70] hükmü ile beyan edilen vaadi vardır. Bu İlâhî vaadin ışığında, şeytan ve dostlarının müslümanlar üzerin­de hiçbir nüfuzlarının olmadığını kavrayabiliriz: “Gerçek şu ki, iman edenler ve Rablerine te­vekkül edenler üzerinde onun (şeytanın) hiçbir zorlayıcı gücü yoktur. Onun zorlayıcı gücü (nüfûzu, sultası, hâkimi­yeti) ancak onu dost edinenler ile, onunla O'na (Allah'a) şirk/eş koşanlar üzerindedir.” [71]

Firavun konumundaki birçok müstekbirin ve emperyalist ülke olan Amerika ve Rusya'nın, hal­kında müslüman olan ülkelerdeki şeytânî tahakküm­lerinin nereden kaynaklandığı, zikredilen âyet-i kerimelerde beyan edilmektedir. İlk sebep, onların dost kabul edilmesi, ikinci sebep ise onları mutlak güç sa­hibi görerek gerçek güç ve kuvvet sahibi olan Al­lah'a şirk/eş koşulmasıdır.

İçinde bulunulan vahim duruma müsebbip ara­yanların, zikredilen Rabbânî görüşleri tefekkür et­meleri gerekir. Suçlu aramak için uzağa gitmeye hiç gerek yok. Kur’ân-ı Kerim'de zikredilen örnekler­le, Firavunlaşmış bir toplumun üç-beş müslümana hiçbir şey yapamadığı ve onları saptıramadığı bilin­mekteyken; müslüman olarak adlandırıp bir halkı temize çıkararak, üç-beş Firavunu suçlamak ve içine düşülen menfî durumun gerçek müsebbibi olarak onları görmek büyük bir yanılgıdır. Gerçek suçlu, ilâhlık taslayan sahte ilâhlar değil, bu sahte ilâhları benimseyen, onları destekleyerek yaşatan, onların zillet verici gölgesinde yaşayan ve bütün bunlara rağmen kendilerine “Müslüman” denilen halktır.

Emperyalizm, birçok bölgedeki varlığını, silah zoru kullanmadan yürütmektedir. Çünkü bu bölge­lerdeki halk, câhilî propagandanın tesiriyle sömürü ve zulme karşı pasifize edilmiştir. Firavunlara karşı çıkmaları gerekirken, Firavunlarla birlik olup Mûsâ’lara karşı çıkmaktadırlar.

İlâhî din anlayışının böylesine tahrif edildiği bir bölgeye, dâru’l-İslâm veya dâru’l-harp diyebilir mi­yiz?

Bu iki konuya şartlanmış olanlar, Nuh’u (a.s.) hangi dâr kavramına dâhil edeceklerdir? Açıkça bi­linmektedir ki tûfan gerçekleşinceye kadar Nuh (a.s.) ve beraberindeki mü'minler ne dâru’l-İslâm fık­hını ve ne de dâru’l-harp fıkhını uygulamışlardır.

Müctehid imamların dâru’l-harbe ilişkin öne sür­dükleri birçok görüş, zamanında ve mekânında doğ­ru olan isabetli görüşlerdir. Meselâ dâru’l-İslâm olan bir belde müstevlîlerin istilâsına uğrar ve İslâm fıkhı yürürlükten kaldırılırsa, bu belde dâru’l-harp olmak­tadır. Dâru’l-harp olan bu beldede İslâm fıkhını yü­rürlükten kaldıran müstevlîler harbîdir. Çünkü bun­lar hangi dine savaş açtıklarını ve kimin hükmünü yürürlükten kaldırdıklarını bilmektedirler. Dâru’l-harp fıkhına göre bu harbîlerin kanı, canı, malı müslümanlara mubahtır. Bu harbîleri öldürmek câiz ol­duğu gibi bu harbîlere destek olanları da öldürmek câizdir. Çünkü bunlar da harbî hükmündedir.

İşte dâru’l-harp fıkhını kapsamına alan bu dö­nem bazı ülkelerde yaşanmadan veya kısmî olarak yaşanmışsa da netice alınmadan geride kalmıştır. "Geride kalmıştır" diyoruz, çünkü bu dönemden gü­nümüze gelinceye kadar birçok toplumsal değişiklik­ler meydana gelmiştir. Şeytânî propagandalar vası­tasıyla bâtılı benimseyen ve bâtılı destekleyen kitle­ler oluşmuştur. Kendilerine verilen câhilî kültür ile bâtılı destekleyen bu insanlar harbî değildir. Bu gibi toplumsal değişmeleri gözönünde bulundurmadan dâru’l-harp fıkhını günümüze veya geleceğimize uzatmak, Kur’ân-ı Kerim'le uyuşmayan bir yaklaşım­dır. Çünkü Kur’ân-ı Kerim'de toplumsal değişiklikler dikkate alınmış ve İlâhî din anlayışları tahrif edile­rek câhiliyenin yerleşip-kökleştiği toplumlarda tev­hidî mücadele ile görevlendirilen müslümanlar, câhiliye mensuplarına harp açmakla değil, onları uyarıp korkutmak ve kurtuluşa çağırmakla görevlendiril­miştir. Bu görev yerine getirilirken muhâtap alınan câhiliye mensubu, kanı, canı, malı mubah olan bir harbî olarak değil; kurtulması umud edilen bir insan olarak kabul edilmektedir.

Kur’ân-ı Kerim'de dâru’l-İslâm ve dâru’l-harp kavramları geçmemekle beraber, değişik peygam­ber kıssalarında o peygamberlere yüklenen görevler zikredilerek hangi konumun fıkhı verildiği beyan edilmektedir. Bu durumu değerlendirdiğimizde, dâr meselesinin üç ayrı boyuttan önem kazandığını ve değiştiğini görmekteyiz. Bu üç boyut; toplumun ya­pısı, müslümanların durumu ve üçüncü olarak gay­ri müslimlerin İslâm'ı nasıl anladıkları ve bu anlayışla İslâm'a nasıl yaklaştıklarıdır. Meselâ câhiliyenin yerleşip kökleştiği bir toplumda yaşayan müslümana göre içinde bulunduğu ülke dâru’l-câhiliyedir. Bu ül­kede  yaşayan müslüman, şeytânî otoriteye karşı mücadele verirken; bu mücadelesini otoriteden ziya­de şeytânî otoriteyi destekleyen ve yaşatan halka karşı yoğunlaştırır. Rabbânî mesajı gücünün yettiği bir çerçevede yaygınlaştırmaya çalışır. Halktan belli bir kesim şuurlanırsa, meselesini idrâk eden bu ke­simin şeytânî otoriteleri desteklemeyeceğini ve do­layısıyla şeytânî otoritelerin yıkılacağını bilir. İşte bu toplumun içinde yaşayan müslümana göre dâru’l-câhiliye olan bu ülke; bir İslâm devleti kurulduğu za­man, bu devlette yaşayan ve imama biat eden müslümanlar tarafından dâru’l-harp veya dâru’s-sulh ola­rak kabul edilebilir. Çünkü İslâm devleti, herhangi bir ülkenin konumunu belirlerken, o ülkede yaşayan halkı değil; yönetimi esas alır. İslâm devletinin ilişki­si ve mücadelesi halktan ziyade yönetimledir. Bir ül­kenin konumunu belirlerken, bu iki farklı durumu birbirinden ayrı değerlendirmeliyiz. Bulundukları ül­kede tevhidî bir mücadeleye girmekle yükümlü olan müslümanların, bu ülkenin konumunu kendilerine göre tespit etmeleri gerekir. Çünkü yaşamaları gere­ken fıkıh, kendilerinin içinde bulundukları durumun fıkhıdır.

Halkında müslüman olan birçok ülkede yaşanı­lan konum, câhiliye konumudur. Bu ülkelerdeki şeytânî tahakkümler gücünü ve yaşama fırsatını, câhiliyeyi bilerek veya bilmeyerek benimseyen halktan almaktadırlar. Bulunduğumuz konumda yaşamamız gereken fıkıh, dâru’l-câhiliyede bulunan müslüman­ların yaşamakla mükellef oldukları fıkıhtır. Dâru’l-harp fıkhı ile dâru’l-câhiliye fıkhı arasındaki farklar ise, müslümanların gayri müslimlere karşı davranış ve yaklaşımlarında belirginleşmektedir. İslâm'ı bile­rek reddeden kâfirler ile İslâm'ı bilmeden reddeden cahillerin hepsi, İslâm'a göre gayri müslimdirler. Kâfirler ve cahiller gayri müslim olmalarına rağmen, İslâmî ölçülere sahip olan müslümanların kâfirlere ve cahillere karşı tavırları farklılık göstermektedir. Hak­kı bilmelerine rağmen inkâr eden kâfirleri tekfir et­mek câiz iken; cahillerin tekfir edilmeleri câiz değil­dir. Bu kimselerin net ve açık bir tebliğle uyarılmala­rı ve kurtuluşa dâvet edilmeleri gerekmektedir. Çünkü bütün peygamberler, insanları cennete dâvet etmeden cehenneme terk etmemişlerdir. Câhiliyeyi bilerek veya bilmeyerek destekleyen insanları İlâhî hükümlerle uyarmışlar, bu insanları merhamet duy­guları ile Allah'a kulluğa ve ebedî kurtuluşa dâvet et­mişlerdir. Rahmân sıfatının ışığında yapılan bu teb­liğ eylemini soğuk harp olarak değerlendirmek ve dâru’l-harp çerçevesine dâhil etmek ise ayrı bir ya­nılgıdır.

Yaşadığımız çağa yeni bir peygamber gönder­meyecek olan Rabbimiz, câhiliye mensuplarını uyarıp korkutma görevini Rasûlullah’ı (s.a.s.) kendileri­ne örnek alan öncü müslümanlara yüklemektedir. Bu kutlu müslümanların dünyaya yansıtacakları Rabbânî mesaj ise elbetteki Kur’ân-ı Kerim'dir.

Câhiliyeyi muhâtap alan ve câhiliye mensupla­rını Allah (c.c.) ile karşı karşıya getiren Kur’ân-ı Kerim âyetleri, belli meselelerden başlamakta ve kendişine özgü bir gelişim göstermektedir. Câhiliyeyi muhâtap alan bu tebliğde; Allah inancı netleştirilmekte, cahilîyenin bâtıl görüşleri çürütülmekte, doğ­ru ve gerçek bilgi verilmekte, bu bilginin gerektiği tavır emredilmekte ve sonuç olarak âkıbet bildiril­mektedir. Bu çizgide yapılan tebliğ ile câhiliye men­subu, hangi hükme karşı çıktığını, kime karşı savaş açtığını ve neyle tehdit edildiğini net ve açık bir şe­kilde bilmektedir. Nitekim İslâm'a göre uyarıp korkutmanın gerçek mâhiyeti de bu şekildedir.

Dâru’l-harp görüşünü bilinçsizce savunan ve Rabbânî tebliğin mâhiyetini bilmeyen kimseler, bu görüşü savunduğumuz için bizleri zor olandan kola­ya sığınmakla itham edebileceklerdir. Rabbimizin emrettiği yolda zor ve kolay arasında muhayyer bırakılsaydık, elbette ki kolay olanını seçerdik. Ancak "net ve açık tebliğ gündeme gelmelidir" derken, bu bizim şahsî tercihimiz değil, Rabbimizin bu konum­daki müslümanlara kesin emridir. Kaldı ki zor olan, silâhın karşısına silâhla çıkmak yerine, silâhın karşı­sına Kitap ile, Hükmullah ile çıkmaktır. Silâha sarılarak öldürmeye ve yıkmaya teşebbüs ettikleri için değil, sadece ve sadece "Rabbimiz Allah" dedikleri için işkenceye uğratılan ve şehid edilen müslümanlar, müstekbirlerin tanınmasına, katı kalplerin yumu­şamasına ve insanların uyanmasına vesile olmuşlar­dır. Bu fedâkâr müslümanların kanları ile dirilip şuurlanan ve belli bir seviyeye gelen müslümanlar ise, zamansız savunulan dâru’l-harp fıkhını, zamanı ge­lince yaşayabilecek müslümanlardır.

Halkında müslüman olan ülkelerdeki bazı müs­tekbirlerin küfürlerinde bilinçli olması, bu ülkedeki müslümanların  yaşamaları  gereken  fıkhı  değiştirmez. Toplumsal bir çalışmayla mükellef olan müslü­manlar, içinde bulundukları toplumun genel yapısını göz önüne getirmekle yükümlüdürler. Toplum içer­sindeki istisnâların varlığı, müslümanların o topluma karşı göstermeleri gereken Rabbânî tavırları değiş­tirmez. Çünkü toplumsal çalışmaya etki eden faktör, toplumdaki istisnâî fertler değil, o toplumun genel yapısıdır. Küfründe bilinçli olan Firavunlara dahi net ve açık tebliğ gidecek ve Firavunların bu tebliğe kar­şı gösterecekleri tavırla, Firavunların gerçek yüzü halka yansıtılacaktır.

Ayrıca dünya müslümanlarının değişik konum­larda bulunmaları, bu müslümanların vahdetini en­gellemeyecektir. Bazı ülkelerde yaşayan kardeşleri­miz, elbette ki farklı konumlarda bulunmaktadırlar. Bu kardeşlerimiz, içinde bulundukları konumu dikka­te alarak, tevhidi yolun o konumdaki fıkhını yaşaya­caklardır. Bu olay dünya müslümanlarının vahdetini zedeleyen bir nitelik taşımaz. Çünkü dünya müslü­manlarının vahdeti, bulunan konumda değil, takip edilmesi gereken tevhidî çizgide sağlanacaktır. Vah­det için gerekli olan esas, dünya müslümanlarının aynı tevhidî çizgide bulunmalarıdır. Tevhidî çizginin değişik noktalarında bulunmalarına rağmen aynı tevhidî çizgiyi takip eden dünya müslümanları, vah­detin Rabbânî iklimini teneffüs edebilecekler ve ay­nı yolun yolcusu olan kardeşlerine gerektiği gibi sa­hip çıkabileceklerdir. [72]

Vatandaşlık 

Vatandaşlık kavramı, kişinin belirli bir devlete mensubiyetini ortaya koyan ve muhtevasını belirleyen hükümler itibariyle onun hukukî sıfatı şeklinde tezahür eden bir statüyü ifade eder.

 

Vatandaşlığın İslâm devletindeki anlamı konusunda akla ilk gelen prensip, "Mü'minler ancak kardeştirler"[73] âyetidir. İslâm devleti için yeryüzündeki bütün Müslümanlar prensipte fark gözetilmeksizin vatandaşlık bağı içerisinde addedilirler. Gayri müslim bir diyardan İslâm toprağına göçen her Müslüman, İslâm devletinin tam anlamıyla vatandaşı olur; diğer Müslümanların sahip olduğu bütün haklardan istifade eder. Bunun için o göçmenin, fıkhî anlamda seferîlik şartlarından çıkması; en az on beş gün ikamet ederek "mukim" hale gelmesi lazım ve yeterlidir.[74]

İslâm devletinin gayri müslim vatandaşlarına (tebaasına) gelince, bunlar zimmî (ehl-i zimme) adı altında mü'minlerden farklı bir statüye bağlanmışlardır. Zekât adı ile Müslümanlardan tahsil edilen vergilerden ve mü'minler için mecburî olan askerlik mükellefiyetinden muaf tutulurlar. Güvenliklerinin devlet tarafından tamamen üstlenilmiş olmasına mukabil, birçok muâfiyet ve istisnaları olan, oranı düşük bir nevi baş vergisi mâhiyetinde yıllık cizye öderler. Aralarındaki ihtilâfları kendi dinlerinin kurallarına göre bir nevi adlî özerklik içinde kendi aralarında hallederler.

Bazı Müslümanlar İslâm toprağında yaşamasalar bile, dünyadaki bütün Müslümanlar esas itibarıyla bir tek millet teşkil ederler. Kur'ân-ı Kerîm'den ve Rasûlullah'ın sünnetinden kaynaklanan bu şuur, değişik coğrafyalarda yaşayan muhtelif Müslüman halklarda olan ortak bir kamuoyu teşkil etmeye devam etmektedir.

Müslüman halkları yöneten devletler ve siyasî otoriteler İslâm'ın ne kadar içinde ve ne kadar Kur’an ahkâmına, O’nun ölçülerine riâyetkâr ve İslâm hukukuna ne derece bağlı iseler, ümmet şuuruna ve esprisine yakın ilişkilerin o derece rahatlayacağı tabiidir. Yakın zamanların ve şimdiki dünyanın içinde Müslüman halkın yaşadığı ülkelerin, İslâm devleti sayılacak şekilde Allah’ın indirdikleri ile hükmetmedikleri ve yöneticilerinin hemen hepsinin tâğut olduğu inkâr edilemez. Resmen dillendirilmese bile laiklik ve ulusalcılığa dayanan ulus devlet ölçeğindeki günümüz Ortadoğu ülkelerinin devletleri, ümmetçilikten ve tüm Müslümanları kucaklayıp kardeş kabul etme ve onlara hizmet etme anlayışından çok uzaktır. Bu çizgide halkı Müslüman ülkelerin vatandaşlık hukuklarının mü'minlerin kardeşliği esasıyla somut anlamda bir bağlantısı kalamayacağı tabiidir. Günümüzde, içinde Müslümanların yaşadığı ülkeler, aralarında sosyal, ekonomik ve kültürel dayanışmayı kayda değer bir seviyede gerçekleştirmek bir yana; siyasî işbirliği konusunda dahi başarı sağlayamamaktadırlar.

Bugün bütün dünya Müslümanlarının ortak kamuoyu, bölünmüşlüğü ve dağınıklığı ortadan kaldıracak ve iman kardeşliği esasını ön plana çıkarıp ihyâ edecek gelişmeleri iştiyakla beklemeye devam etmektedir.[75]

Câhiliyyenin Vatan Anlayışı ve “Ya Sev, Ya Terk et!” Dayatması

 

Irkçıların bir sloganı var: “Ya sev, ya terket!” diye. Ya her şeyiyle, düzeni, fesadı, ahlâksızlığı, zulmü, müslümanların başörtüsüne bile çoğu alanda izin vermeyen anlayışıyla seveceksiniz, ya da defolup gideceksiniz... Bu tehdit dolu mesaj, ne olduğu tartışılan “vatan” kavramını, toprak ve ülkeyi; içinde yaşayan insandan, hem de kendi vatandaşından daha üstün görmenin (putlaştırmanın) uzantısı bir dayatma değil de nedir? “Ya sev, ya terket!” Bu sloganla Hz. Peygamber’in, içinde Allah’ın evi, en mukaddes yer bulunan Kâbe’nin bulunduğu, kendi ülkesi Mekke’den hicretini, hatta on yıl sonra Mekke’yi fethettikten sonra bile, tekrar eski vatanını değil de Medine’yi tercihini nasıl izah edeceğiz? Mekke’de doğan veya doyan bir kimse, Mekke’de inandığı gibi yaşatmayan yöneticileri ve onların düzeninin hâkim olduğu ülkeyi ne kadar sevebilir? Artık o, mü’min vasfını kazanır kazanmaz, Medine’nin doğal vatandaşı, gönülden Medine’li değil midir? Dâru’l-harb veya dâru’l-küfürde doğan mü’min bir kimsenin gerçek vatanı, dâru’l-İslâm değil midir?

“Ya sev, ya terket!” Öyle mi? Ne tümüyle ve her şeyden çok seveceğim, ne de kolay kolay terk edeceğim! Kim, kime neyi zorla sevdirmeye kalkıyor; kim kimi, hangi hakla nereden ve niçin kovuyor? Mekke’den Rasûlullah’ı ve mü’minleri kimler kovuyordu? Bu tür sloganı kimler söylüyordu dersiniz? Şimdi üzerinde yaşanılan ülke, Mekke’ye/Dâru’l-harbe benzemiyor da Medine’ye mi benziyor yoksa? Bu ölçüler içinde bu slogan doğaldır, ama tek şartla; bunu inancını yaşamak isteyen müslümanlara karşı söyleyenlerin, tarih boyu peygamberlere ve mü’minlere hangi inançtaki insanların bu sözü söylediğini değerlendirmeleri gerekiyor: “Kavminden ileri gelen müstekbirler/büyüklük taslayanlar dediler ki: ‘Ey Şuayb! Kesinlikle seni ve seninle beraber iman edenleri memleketimizden çıkaracağız; yahut dinimize döneceksiniz.’ (Şuayb) Dedi ki: ‘İstemesek de mi (bizi yurdumuzdan çıkaracak veya dinimizden döndüreceksiniz)? Allah bizi ondan (kâfirlikten) kurtardıktan sonra tekrar sizin dininize dönersek, Allah’a karşı iftirâ etmiş oluruz. Rabbimiz Allah’ın dilemesi hali müstesnâ geri dönmemiz bizim için olacak şey değildir. Rabbimizin ilmi her şeyi kuşatmıştır. Biz sadece Allah’a dayanırız. Ey Rabbimiz! Bizimle kavmimiz arasında adâletle hükmet (kimin haklı, kimin haksız olduğunu adâletle açığa çıkar). Çünkü Sen hükmedenlerin en hayırlısısın.”[76]    

Onlar bilmiyorlar ki, insan bir yeri sadece sevmediği için terk etmez. Seven insanlar da sevdiklerini isbat etmek için, ya da daha büyük sevgi (Allah sevgisi) için sevdiklerini terk etmek zorunda kalabilirler. Hele bir toprak sevgisi, Allah sevgisi ile çatışıyor ve birinden birini tercih etmek gerekiyorsa... Yoksa, şehidlik kavramını bile anlayamayız; öyle ya şehâdet, vatanı terk etmek değil midir? O zaman Allah’a tercih olunan bu sevgi bir puta dönüşür. Seven sevdiği için fedâkârlığı, o uğurda gerekli mücâdeleyi göze alandır. Sevdiğinin (vatanın) üzerine çöreklenen ve oradaki İslâm dışı da olsa yönetimi, zulmü de onaylayıp seven, Allah için sevgi beslenilmemesi gereken hususlara da gönlünü açan kimse, sevdiğini iddiâ ettiğini ya öldürmek için delicesine seviyor, ya da orayı putlaştırıyor demektir. Bir mü’min, sevdiğini Allah için sever, buğz ettiğine de Allah için buğz eder. “Vatan sevgisi imandandır” diye meşhur olan söz, kesinlikle sahih hadis metinlerinde yoktur. Ama, insanın doğup büyüdüğü yeri belirli ölçüler içinde sevmesi, fıtrî/doğal bir özelliktir. Fakat, sevgide ölçülü, âdil olmak ve Allah’a isyan edenlere ve O’nun yasakladıkları şeylere muhabbet duymamak şartıyla. “Vatan sevgisi”, cennet sevgisi demektir. Müslümanın esas vatanı, ana vatanı, baba ocağı orasıdır. Babamız Âdem ve anamız Havvâ, ilk olarak orayı vatan edinmişlerdi ve esas gideceğimiz yer, hazırlandığımız ve yatırımlarımızı yaptığımız mekân orasıdır. Dünyanın hiçbir yeri bizim gerçek vatanımız olamaz, burada misafiriz, yolcuyuz. Kaldı ki hiçbirimiz doğacağımız yeri kendimiz seçmedik. Her insan için doğduğu yer kutsal sayılınca, her insana göre kutsal olan da değişecek, aralarındaki üstünlük de göreceli olacaktır. Ölçü, insanın kendisi olursa, İlâhî ölçüleri kendi sübjektif ölçülerine göre tahrif eder.

Arzın/Ülke Topraklarının Kutsallaştırılıp Putlaştırılması

Bir insan, belli bir yerde değil; tüm yeryüzünde halife olması için yaratılmıştır. İslâm'ı, bulunduğu yerde yaşayıp oraya hâkim kılmak için çalıştığı gibi, dünyanın ulaşabildiği her tarafına da götürme zorunluluğu vardır. Bir insan, doğacağı yeri seçme hakkına sahip olmadığından, tercihinde olmayan bir konudan dolayı ne ayıplanır, ne de şereflenir. Allah, bizi bu topraklarda değil de;  çok farklı hatta sevmediğimiz bir yerde dünyaya getirebilirdi; Diğer insanların oralarda dünyaya gelmesi gibi. O zaman o yaratıldığımız yerin mi, yoksa şimdi yaşadığımız yerin mi kutsal olması gerekecekti? Müslüman için tüm arz Allah'ın mülküdür. Hepsi aynı değerdedir. Bir yerin fazileti, orada inanılıp uygulanan inançla ilgili olmalıdır. Toprak, üstünde yaşayan insanların inançlarıyla bütün olarak değerlendirilmelidir. Bu arada nice insanın hadis diye ileri sürdüğü “Hubbu’l vatan mine’l îman (Vatan sevgisi imandandır) ifadesinin hadis olmadığını, mevzû/uydurma olduğunu söyleyelim.[77]  İnsanın ırkına, doğduğu yere göre bir toprak parçasına kutsallık atfetmesi, Allah için değil de; o toprak parçası için ölümü göze alabilecek hale gelmesi, vatanın -üzerinde hangi hükümlerin uygulandığına bakılmadan- yüceltilmesi bu açıdan değerlendirilmelidir. Vatan kelimesi Kur'an'da geçmez. İslâmî açıdan yurt veya vatan "dâr" kelimesiyle ifade edilir. İslâm toplumunun yaşadığı ve hâkim olduğu yerler için klasik ve meşhur değerlendirmeye göre "dâru’l-İslâm", müslümanların idâre ve hâkimiyetleri altında olmayan yerler ise "dâru’l-harp" kabul edilir. Eğer bir kimse, yaşadığı ülkede İslâmî inancını, tevhidî duruşunu ve dinini yaşama hürriyetini kaybetmişse; gücü yetiyorsa cihad ederek bu temel haklarını yerli veya yabancı işgalcilerden geri alması veya gücü yetmiyorsa bunları koruyup dinini yaşayabileceği yere hicret etmesi gerekir. Cihad ve Hicret'in Kur'an'da ve Sünnette çok büyük önemi vardır.

 

Ayrıca, içinde Kâbe'nin bulunmasından dolayı müslüman açısından dünyanın en kutsal yeri sayılmaya müsâit olan bir vatanda, Hak Dinin yaşanamadığı için oradan hicret eden Rasûlullah ve ashâbının, aynı zamanda gerçek vatanları olan Mekke'deki yönetime karşı inanç savaşı yaptıkları unutulmamalıdır. Şu âyet; vatan, cihad ve hicret kavramları açısından değerlendirilmelidir: “Nefislerine yazık eden kimselere, canlarını alırken melekler: 'Dünyada ne işte idiniz?' derler. Bunlar; 'biz yeryüzünde güçsüz bırakılmış çaresiz kimseler idik' diye cevap verirler. Melekler: 'Allah'ın yeri geniş değil miydi? Hicret etseydiniz ya!' derler. İşte onların barınağı cehennemdir; orası ne kötü bir gidiş yeridir."[78] Medine için, oradaki hurmaları için savaşan kimsenin mücâdelesinin Allah için olmadığı, ancak Allah yolunda savaşanların cennetle müjdelenen şehitler olabileceğini Rasûlullah'ın hadislerinden öğreniyoruz.

Vatan kavramının hicret kavramıyla çok yakın ilişkisi vardır. Dinini kendi doğduğu veya sonradan yerleştiği ülkede gerçek anlamıyla yaşayamayan Müslümanların dinlerini rahat yaşayabileceği yere hicret etmeleri vâciptir.

 

      Hicret; İçeride ve Dışarıda Dâru’l-İslâm Arayışı

Hecr veya hecrân/hicrân; insanın başkasından (bedenen, kalben veya dille) ayrılması demektir. Hicret; ayrılma, terk etme ve göç etme mânâlarına gelir. Seyyid Şerif Cürcanî hicreti şöyle tanımlar: "Küfür ahkâmının tatbik edildiği beldeden, dâru’l-İslâm'a intikâl etmeye hicret denilir."[79] Hicret kelimesi; sözlükte, kişi veya kişilerin bulundukları yerden göç yoluyla ayrılmaları anlamına gelir. Bu ayrılma beden ile olabileceği gibi, dil veya kalp ile de olabilir.[80] Bir âyette ise kalbi Allah’ın dışındaki şeylerden ayırıp yine O’na yönelmek anlamında kullanılmaktadır ki bu, Allah’a hicret (yönelme) ibâdetidir.[81] Lügatte göç etmek anlamına gelen hicret, şer’î ıstılahda; bir mü’minin, fitne beldesinden ve dini husûsunda korkuda olduğu bir yerden, dini husûsunda emniyette olacağı bir beldeye göç etmesidir. Dünyada büyük değişikliklere yol açan, yeni bir çağın başlangıcı olan en büyük ve en önemli hicret, Peygamberimiz zamanında Mekke’de yaşayan Müslümanların Medine’ye hicretidir.  

 

Müslümanlar İslâm’ı yaşama konusunda baskıya, işkenceye, dayatmaya uğradıkları zaman, Allah’ın geniş arzında İslâm’ı yaşayabilecekleri bir yere göç edeceklerdir. Kendi içlerinde, gönüllerde sürekli bir şekilde kötüden iyiye doğru, eksiklikten tekâmüle doğru mânevî hicreti sürekli yaşayacaklardır.

Kutsal değerlerin tehlikeye düştüğü sırada, sırf bedensel gâyelerle toprağa bağlılığı sürdürmek Kur'an'ın tâlimatına aykırıdır. Vatan, ancak insanî/İslâmî değerlerle birlikte kutsaldır. Diğer bir deyişle, bu değerlerden koparılmış kuru bir toprak parçası saygın belde anlamında vatan değildir. Toprağın kutsal belde olmaktan çıkışı halinde Kur'an, "Allah'ın geniş yeryüzünün" herhangi bir yerini Allah erleri için barınmaya daha müsait görmektedir.[82] Bunun aksini savunarak süflî veya fânî birtakım çıkarlar için belirli bir toprak üzerinde ısrar edenler, Kur'an tarafından kınanmaktadırlar. Böyle bir ısrar, yani hicretten kaçış, kötülüklerde ısrara benzer. 

Mü'min her an hicret halindedir, daha doğruya, daha güzele doğru yürüyüş, daha ileri menzillere ulaşmak için sefer halindedir. Bu bazen beldeden beldeye doğru mekân değişikliği, bazen iç âlemin bir menzilinden öteki menziline doğru hal değişikliğidir. Bütün hayat, bir yolculuktur, insan da yolcu. Önemli olan bu yolculuğu hayırlı bir kulvarda (sırât-ı müstakîmde) ve hep hayra doğru sürdürmektir. O yüzden hicret, sadece sosyolojik değil; aynı zamanda psikolojik imkân değişikliğidir. İç âlemde yapılacak hicretlere engel hale gelen topraklarda yapılacak tek hicret, oraları terk etmektir.

Hicret, son çare olsa da, onu ümitsizlik halinde başvurulan bir hareket olarak görmek doğru olmaz. Çünkü hicrette aynı zamanda kuvvetli bir ümit, vaziyetin başka bir yerde daha iyi olacağına duyulan bir temenni ve beklenti vardır. Özellikle toplu halde yapıldığında, savaşta planlı geri çekilmeye benzemektedir. Ancak, hepsinden önemlisi, hicret, bir kişinin itikadı uğrunda malını-mülkünü fedâ etmesini ve sevdikleriyle yakınlarını terk etmesini ifade eder. Pek çok peygamber, imanları uğrunda hicret etmek zorunda kalmıştır. Hicretin hakikî ruh ve biçiminin temsilcisi olarak Kur’an’da Hz. İbrâhim zikredilmektedir.[83]  

    

Kur'ân-ı Kerim'de Hicret

Kur’ân-ı Kerim’de “hicret” kelimesi geçmez. Ama, hicret kelimesinin türediği kök olan “hecr” kökünden gelen çeşitli türevler, -ki bunların tümü hicret/göç, ayrılmak, terk etmek anlamındadır- Kur'ân-ı Kerim’de toplam 31 yerde geçer.[84] Allah yolunda hicret edenlere, hem dünyada güzel bir yer, hem de âhirette ecir vardır.[85] Hicret eden, sonra öldürülen veya ölenlere Allah güzel rızık verecek, hoşnut olacakları bir yere yerleştirecektir.[86] Zulüm ve kötülük diyarından başka bir diyara hicret, ya gönüllü olur, veya zorla yaptırılır. Allah, hicret edenlerin, memleketlerinden çıkarılanların, kendi yolunda ezâya uğratılanların, savaşan ve öldürülenlerin günahlarını elbette örtecektir.[87] Öz diyarını zorla terk, yurttan sürülmek veya çıkarılmakla gerçekleşir. Bu durumda, zulme uğrayanların kendilerini savunma hakları da doğar.[88]

Kur'an'ın hicretle kast ettiği göç, sadece bedensel olmayıp, kalbi Allah dışındaki şeylerden ayırıp Allah'a yönelmek anlamında da kullanılmaktadır. Kur'an buna Allah'a hicret veya Allah yolunda hicret demektedir.[89]

Müslüman bir toplumun bir beldede hayatta kalma ve İslâmî olarak gelişme mücâdelesinde son alternatif hicrettir. Belli bir ortamda İslâm’ın gelişmesi ya da hayatta kalması ihtimali ortadan kalktığında ve bu yolda gösterilecek çabaların sonuçsuz kalacağı anlaşıldığında, bir kişi ya da grup o ortamı terk etmeye karar verebilir. Bir kişi, şayet düzenli olarak teşekkül etmiş bir topluluğun üyesiyse ve topluluk hicret etmeye karar vermişse, o kişinin de toplulukla birlikte hicret etmesi gerekir. Kendi elinde olmayan şartlar dolayısıyla bunu yapamaması ayrı bir konudur.[90] Böylece hicret, bir iman imtihanı haline gelir.[91]

Hz. İbrahim, Ashâb-ı Kehf, Yûnus (a.s.) gibi tarihte yaşadıkları vatanda hak dini tebliğ etme ve yaşama imkânı bulamayanlar da hicret etmişlerdir. Eğer bir kimse yaşadığı ülkede mal, can, ırz, dinî inanç ve dinini koruma ve yaşama hürriyetini kaybetmişse bunları koruyup dinini yaşayabileceği yöreye hicret etmesi gerekir. Nitekim dinini gizleyen bazı mü'minlerin Mekke'de kalması ve zorla sokulduklar Bedir Gazvesinde ölmesi üzerine şu âyet inmiştir: "Nefislerine yazık eden kimselere, canlarını alırken melekler: ‘Dünyada ne iş yaptınız?’ derler. Bunlar; ‘Biz yeryüzünde mustaz’af, güçsüz bırakılmış kimseler idik’ diye cevap verirler. Melekler şöyle derler: ‘Allah'ın arzı geniş değil miydi, oraya göç etseydiniz ya!’ İşte onların durağı cehennemdir. Ne kötü bir gidiş yeridir orası."[92]

Hanefîlere göre küfür diyarından İslâm diyarına hicret etmek vâciptir. Hanbelîlere göre, bir kimse dâru’l-harp'te dinini açığa vurup yaşıyor olsa bile, Müslümanların sayısını çoğaltmak ve cihada katılmak için bunun dâru’l-İslâm'a hicreti sünnet olur. Şâfiîlerden el-Mâverdî'ye (ö. 450/1058) göre, 'bir Müslüman küfür diyarında dinini açığa vurabiliyorsa, orası bu kimse için dâru’l-İslâm hükmünde olur. Onun orada kalması, hicret etmesinden daha faziletlidir. Çünkü onun yardımıyla orada İslâm'ın yayılması umulur.[93]

Hicret edilecek yerle ilgili duyulabilecek iş bulamama, aç kalma, çevre edinememe gibi endişeleri şu âyet kaldırmaktadır: "Kim Allah yolunda hicret ederse yeryüzünde gidecek, barınacak birçok yer bulur, genişlik de bulur. Kim evinden Allah ve Rasûlüne muhâcir olarak çıkıp da sonra yolda ölürse, onun mükâfatı Allah'a aittir."[94] Allah'ın elçisi hicreti teşvik etmiştir. Hadiste şöyle buyurulur: "Allah yolunda hicret eden kimseyi, yüce Allah'ın bağışlaması hak olur."[95] Muhâcir, hadislerde şöyle tarif edilmiştir: "Gerçek muhâcir, Allah'ın haram kıldığı şeyleri terk eden, yani haramları işlememek için yurdundan ayrılan kimsedir."[96]

Hz. Peygamber'in yeni yurdu olan Medine'ye hicreti bütün Medîneli mü'minlerce büyük sevinç gösterilerine neden olmuştur. Mü'minler evlerinin damlarına çıkmış, gençler ve hizmetçiler yollara dökülmüş; "Ey Allah'ın Rasûlü! Ey Muhammed" diye sesleniyorlardı. Çocuklar ve hizmetçiler yollarda ve damlarda; "Allah'ın elçisi geldi, Muhammed geldi. Allahu ekber (Allah her şeyden büyüktür)" sesleriyle ortalığı çınlatıyorlardı.[97] Talea’l-bedru aleynâ (Ay doğdu üstümüze) diye başlayan Medineli kızların Peygamber’i karşılarken koro halinde terennüm ettiği o güzelim kasideyi dinleyip de O Büyük Muhâciri kendi şehrine girerken kim gözünün önünde canlandırmaz ki! 

Hicret eden, hakiki bir mü’min olduğunu ispatlar.[98] Allah’ın rahmetine mazhar olur,[99] günahları affolunur[100] ve hem bu dünyada, hem de âhirette büyük mükâfât kazanır.[101]   

Hicret, Allah’ın mükâfât vaad edip övdüğü bir fiil olduğu gibi, hukukî haklar da getiren bir eylemdir. Başka bir müslüman topluluğun yanına hicret edenler, o topluluktan ekonomik yardım almaya hak kazanırlar.[102] Hicret etmeyenler İslâmî devlettekilerden velâyet haklarını talep edemez.[103]

Mü’min, yaşadığı ülkesinde yeterli şekilde inanç ve ibâdet hürriyetinden mahrum ise, inancına göre yaşayabileceği özgürlük ülkelerine hicret etmelidir. İmkân bulanların zulüm ülkesinden özgürlük ülkesine hicret etmeleri farzdır. İmkânları varken bunu yapmayanlar Allah katında sorumludurlar.[104] Hicret etmediklerinden dolayı, imanını ve Müslümanlığını yitiren ve bu yüzden çok büyük acılar çeken toplumlar vardır.

Bütün insanlar Allah'ın kuludur ve yeryüzü de Allah'ındır, bütün genişliğiyle yalnız onundur. Arz bütün insanları içine alacak kadar geniştir. O halde insan bulunduğu yerde dinini, Allah'ın emirlerini bütünüyle yaşayamıyor, bu konuda zorluklarla karşı karşıya bırakılıyor, Allah'tan başka her şeye ve herkese kul olması için zorlanıyor ve bu telkin yapılıyorsa orası müslümanın yaşayabileceği yer değildir. Yaşayabileceği yeri aramalı ve bulmalıdır. Bütün yeryüzü Allah'ın olduktan sonra, onun Allah indinde en çok sevileni kullarının yalnız Kendisine ibâdet ettikleri yerdir.

İslâm, hiçbir şeyin putlaştırılmasına müsaade etmez; isterse bu, içinde doğup büyüdüğümüz, yakınlarımızın, malımızın, ticaretimizin, acı tatlı her türlü hâtıralarımızın ve daha nice güzel şeylerimizin bulunduğu yer olsun. Müslüman nerede inancını yaşayabiliyorsa, vatanı orasıdır. "Kişinin bulunduğu memlekette yalnız Allah'a ibâdet etmek kolay olmaz; dinini açığa vurmakta zorluklarla karşılaşır, dâralırsa, orada bağlanıp kalmamalı, ibâdetlerini serbest yapabileceği yere gitmelidir. Hicret edip o dârlıktan genişliğe çıkmak için ne gerekiyorsa yapmak ve Allah'a kulluk etmek mü'minin prensibi olmalıdır"

Bütün bâtıl ideolojileri, tâğûtî düzenleri, câhiliyye âdet ve anlayışlarını, İslâm dışı tüm dünya görüşlerinden ayrılan, onları terk eden, tâğuttan kaçınan kimsedir muhâcir ve bu eylemlerdir hicret. Rasûlullah da (s.a.s.) İslâm’ın ibâdet ilkelerini yerine getiren kimsenin Allah yolunda hicret etmiş gibi olacağını, coğrafya/ülke değişikliği anlamında göç etmemiş de olsa Allah’ın onu bağışlayacağını haber vermiştir.[105] İmanlara ve İslâmî yaşayışa çok yönlü saldırıların gözlendiği modern câhiliyyenin hortlatıldığı günümüz ortamında mü’minlerin imanlarını koruyup gereği gibi ibâdetlere sarılmaları hicrettir. Büyük Muhâcir (s.a.s.), bu konuda şöyle buyuruyor: “Fitne zamanında ibâdet, bana hicret etmek gibidir.”[106]

    

İnsanın dünyaya gelişi de, ölümü de bir hicrettir. Cennette yaratılan insan dünyaya hicret etmiş, esas hicreti de Cenneti hak eden bir hayattan sonra O’na döndürülerek yapacaktır.

"Sizi analarınızın karınlarında, üç karanlık içinde bir yaratılıştan sonra öbür yaratılışlara (geçirerek) yaratıp duruyor."[107] Dokuz ay konuk olduğu annesinin karnından hicret edip dünyaya gelen bebek, çocukluğa, gençlik ve ihtiyarlığa doğru hicretini yapacak, misafiri olduğu dünyadan, sonunda anne karnı gibi dâracık ve karanlık kabre göçecek. Orada da hicret bitmeyecek, âhiret denilen son(suz) hayatla hicreti tamamlayacaktır. Topraktan Yaratan’a doğru hicrettir aslında tüm dünya hayatı. Cennette yaratılan insan yine cennete dönecek. Daha doğrusu, insan O’ndan geldi, O’na dönecektir; hicret bu şekilde sona erecektir.  

İnsan her an hicreti yaşamaktadır, farkında olmasa da. Kalbi/gönlü, hayali, düşünceleri, psikolojisi her an hicreti yaşamaktadır. Aynen bazı hücrelerinin ölüp bazılarının yaratılmasındaki hicret gibi; kanının devamlı hicreti gibi. Bu yazıyı okurken kaç organımız hicreti yaşıyor, düşündük mü?

Yaratanın yarattığı kanundur, sünnetullahtır hicret. O yüzden sadece insan değildir hep hicreti yaşayan. Bulutların oradan oraya hicreti olmasaydı yağmur yağmaz, yağmur bulutlardan yere hicret etmeseydi rahmetsiz kalırdı tüm varlıklar, hicret edecek yer de bulamazdı. “De ki: ‘Suyunuz çekilecek olsa, söyleyin bakalım, size kim bir akarsu getirebilir?”[108] Bir adı da yağmur olan rahmet hicrettir, hicretin rahmet olduğu gibi.

Hareketsiz/hicretsiz su bile kokuşacak, sinek yuvası ve pislik adası olacaktır.

Güneş, ay ve yıldızlar, aynen yerküremiz gibi her an hicret etmekte, belirli yörünge üzerinde hep muhâcir olarak gezmektedir.[109]

Canlılar âlemini bir an düşünürsek, her gün milyarlarca canlı yokluk âleminden varlık âlemine hicret etmekte, doğup vücuda gelmekte, bir nicesi de hayatı terk ederek bilinmeyen âleme doğru hicretini sürdürmektedir. Bunlar, her gün gözlerimizle gördüğümüz, yüce Allah'ın her gün, ölümü ve hayatı yaratışından, devamlı hicret kanununun işleyişinden başka bir şey değildir. "Ve daha sizin bilmediğiniz nice şeyleri yaratıyor."[110]

Arı, kovanında hapis hayatı yaşarsa çiçek çiçek hicret etmese nasıl bal yapacaktır? Demek ki bal (gibi tatlı gelen şeyler) için hicret şarttır. Leylekler kış gelince hac yolculuğuna çıkıp hicret etmese hayatlarını nasıl devam ettirecekler? Kuşlar yuvalarından hicret etmese, kendilerinin ve yavrularının karınları nasıl doyar?

Hicret Batıdan Doğuya, dalâlet ehlini taklitten, sırât-ı müstakîme yolculuktur.

Sıçramak için geril(e)mek gerekir. Aynen bunun gibidir hicret; kaçmak, geriye dönmek değil; mevzî/strateji değişikliğidir.     

Tebdîl-i mekânda ferahlık vardır. Hicret, haramlardan helâllere, zulümden adâlete, isyandan tâate, atâletten faâliyete yönelmektir.

Kelime-i Tevhid, her çeşit bâtıl tanrı anlayışından Allah’a şirk/ortak koşulan her inanç ve düşünceden Allah’a hicrettir. Tâğutları, sahte tanrıları “lâ” kılıcıyla kesip “illâ” ile Allah’a yönelip hicret etmektir. Şirk pisliğinden tevhidin güzelliğine, küfrün karanlıklarından imanın nûruna, haramların zararlarından helâl nimetlerin faydalarına hicrettir.

Tüm ibâdetler de hicret fonksiyonuna sahiptir. Namaz hicrettir, hem de göklere/yücelere miractır, yukarılara yolculuktur, kaldıraçtır. Zekât, cimrilikten cömertliğe, sahiplik iddiâsından emânetçilik bilincine hicrettir. Hac, doğduğu veya doyduğu yerden ayrılmak, vahyin indiği yerlere beden ve gönülle hicret değil midir? Oruç, hayvanlarla ortak olan yemeyi içmeyi terk edip, yiyip içmeyen meleklere benzeyip melekleşmeye hicrettir.

Tefrikadan vahdete, bireysellikten cemâate, ilgisizlikten kardeşliğe göç etmektir hicret. Tâğutların çürük ipinden kopması mümkün olmayan Allah’ın gökten uzattığı ipine (Kur’an’a) sarılmaktır hicret.

İbrâhim (a.s.) gibi “Yuh olsun size de, Allah’ı bırakıp taptığınız şeylere de. Siz aklınızı hiç kullanmaz mısınız?”[111] deyip İbrâhimî hicreti yaşamaktır: “… (İbrâhim): ‘Doğrusu ben Rabbim (in emrettiği yer)e hicret ediyorum. Şüphesiz O, mutlak güç ve hikmet sahibidir’ dedi.”[112]

Gerektiğinde hicret de bir tür cihaddır. Kâfirlerin zulmü altında ezilip kalmak ve hak dinin yayılmasına hizmet edememek, neticede çok kötü bir başkalaşıma neden olabileceğinden az çok gücü varken bundan kaçınmamak nefse bir zulümdür.

İlim aramak, haccetmek, cihad etmek veya bunlar gibi herhangi bir dinî amaçla Allah rızâsı için yapılan her hicretin Allah ve Rasûlüne yapılmış bir hicret olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.

Ve… Mekke’den Medine’ye hicret olmasaydı? Düşünmek bile istemez insan…

Hayat, baştan sona yüzlerce, binlerce ayrılıkla doludur. Mü’min de kâfir de nice ayrılıklar tadâr. Niçin sen Allah için her sevdiğinden seve seve hicreti/ayrılmayı zor görüyorsun? Bilmez misin Kur’an’da belirtilen şu sünnetullahı: “Sevdiklerinizden infak etmeden, onlardan ayrılmadan iyiliğe/cennete kavuşamazsınız.”[113]

Nihâî tercihini Allah’tan yana, O’na doğru yapan, hicretin her çeşit kötülükten uzaklaşmak olduğunu kabul eden ve vuslatı Allah’ın rızâsında arayanlara selâm olsun!

                               

Hicret kelimesi; sözlükte, kişi veya kişilerin bulundukları yerden göç yoluyla ayrılmaları anlamına gelir. Bu ayrılma beden ile olabileceği gibi, dil veya kalp ile de olabilir.[114] Bir âyette ise kalbi Allah’ın dışındaki şeylerden ayırıp yine O’na yönelmek anlamında kullanılmaktadır ki bu, Allah’a hicret (yönelme) ibâdetidir.[115] Lügatte göç etmek anlamına gelen hicret, şer’î ıstılahda; bir mü’minin, fitne beldesinden ve dini husûsunda korkuda olduğu bir yerden, dini husûsunda emniyette olacağı bir beldeye göç etmesidir.  

 

Müslümanlar İslâm’ı yaşama konusunda baskıya, işkenceye, dayatmaya uğradıkları zaman, Allah’ın geniş arzında İslâm’ı yaşayabilecekleri bir yere göç edeceklerdir. Kendi içlerinde, gönüllerde sürekli bir şekilde kötüden iyiye doğru, eksiklikten tekâmüle doğru mânevî hicreti sürekli yaşayacaklardır.

Kur’an’a ve Hadislere Göre Hicret Çeşitleri

 

a) Allah’a Hicret

İnsanın şeytandan ve her türlü kötü duygu ve düşüncelerden arınıp Allah'a hicreti, ana yurdu maddî anlamda mutlaka terk etmeyi gerektirmez. Böylece hicret kavramı, daha geniş bir dinî ve ahlâkî anlam kazanır. Böyle bir hicret, kesintisiz sürer. Şeytandan Allah'a hicret etmeyen bir kişi, gerçek mü'min olamaz: "Allah yolunda hicret eden, çok bereketli yer ve genişlik bulur. Evinden Allah'a ve peygamberine hicret ederek çıkan kimseye ölüm gelirse, onun ecrini vermek Allah'a aittir. Allah, bağışlar ve merhamet eder."[116] Hz. İbrâhim, kavmine Allah'a iman çağrısı yaptığında ona inanmamışlar ve tehditte bulunmuşlardı. Ancak Hz. Lût, O'na inanmıştı. Kavminin bu tutumu karşısında Hz. İbrâhim, onlara şöyle dedi: "Doğrusu ben Rabbime (Rabbimin dilediği yere) hicret ediyorum. Şüphesiz O, azîz/güçlü ve hakîmdir/bilgedir, hikmet sahibidir."[117] Bu âyette hicret sözcüğü, açıkça hem maddî, hem de mânevî anlamda kullanılmıştır.

 

b) Müşrikleri Terk Edip Onlardan Hicret

“Onların (müşriklerin) söylediklerine sabret/katlan ve onları güzel bir şekilde terk et (ve’hcür).”[118] Bu ilâhî sözdeki "hecr-i cemîl" terkibi, "insanın kalben ve fikren kötülerden, kötülüklerden uzak durması, iyi ahlâkla donanıp kötülüklere karşı güzel ve etkili bir muhâlefet ortaya koyması" anlamına gelmektedir. [119]

 

c) Kötülükleri ve Haramları Terk Etmek

“Kötü şeyleri terk et (fe’hcür).”[120]; "Müslüman, dilinden ve elinden müslümanların selâmette kaldığı kimsedir. Muhâcir de, Allah'ın nehyettiği şeyleri terk edendir."[121]; “Muhâcir, Allah’ın yasakladığı şeylerden uzaklaşan ve onları terk eden kimsedir.”[122] Bir adam, Rasûlullah’a (s.a.s.) sordu: “Yâ Rasûlallah, hangi hicret daha fazîletlidir?” Allah’ın elçisi buyurdu ki: “... Allah’ın yasakladığı/haram kıldığı şeyleri terk etmendir.” [123]

Abdullah bin Amr (r.a.) anlatıyor: "Bir adam, Rasûlullah’a (s.a.s.): 'Yâ Rasûlallah, hangi hicret daha fazîletlidir?' diye sordu. Rasûlullah da (s.a.s.): "Allah'ın yasakladığı (haram kıldığı) şeyleri terk etmendir" buyurdu. Ve devamla: "Hicret, iki kısımdır: Şehirlilerin hicreti ve çölde yaşayanların hicreti. Çölde yaşayanın hicreti, vazifeye çağrıldığında gelmesi, emrolunduğu şeyi yapmasıdır. Şehirlilerinki ise, çölde yaşayanınkinden daha ağırdır. Ecir ve sevâbı da daha çoktur." [124]        

d) Fitne Zamanında İbâdet, Bir Çeşit Hicrettir

"Ortalık kargaşa içindeyken ibâdet etmek, bana hicret etmek gibidir."[125]

e) Olumsuz Hicret

Bir de olumsuz hicretler vardır; Peygamberimizin ümmetinden bazılarını Allah’a şikâyet edeceğini ifâde eden âyette olduğu gibi: “Peygamber dedi ki: ‘Ey Rabbim! Doğrusu kavmim bu Kur’an’ı mehcûr (hicret edilip terk edilen bir şey yerinde) tuttular.”[126] Bu âyette geçen hicret (mehcûr) kelimesi, terkedilmiş, dinlenilmeyen veya hakkında saçma sapan şeyler söylenen demektir.

Kur’an’dan, Allah’tan uzaklaşmak, önceliği başka şeylere vermek, hayatın merkezine başka şeyleri yerleştirmek, tersine bir hicrettir. Hicrandır, sürgündür olumsuz hicretler. Peygamber tâbiriyle "…Kim elde etmek istediği dünya malı, ya da evleneceği kadın için hicret ederse onun hicretinin karşılığı da hicret ettiği şey olur." [127]

Doğudan/doğrudan Batıya/bâtıla yapılan hicret; “hicret”i ters çeviren yanlış bir “tercih”tir.[128] “Allah ve Rasûlünün koyduğu hükme karşı mü’min bir kadın ve erkeğin o işi kendi isteklerine göre seçme/tercih hakkı yoktur…” [129]

 

Temel tevhidî sâbiteleri terk edip olumsuz anlamda değişim ve dönüşüm yaşayanlar, muhâcir değil; olsa olsa tükürdüğünü yalayan döneklerdir. “Ey insanlar! Siz Allah’a muhtaçsınız. Zengin ve övülmeye lâyık ancak O’dur. Allah, dilerse sizi yok eder ve yerinize yeni bir mahlûk getirir.”[130]; “Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse (bilsin ki) Allah, sevdiği ve Kendisini seven, mü’minlere karşı alçak gönüllü (şefkatli), kâfirlere karşı onurlu ve zorlu bir toplum getirecektir. (Bunlar) Allah yolunda cihad ederler ve hiçbir kınayanın kınamasından korkmazlar. Bu, Allah’ın, dilediğine verdiği lutfudur. Allah’ın lutfu ve ilmi geniştir.”[131]

Kur’an’da hicret, şu anlamlarda da kullanılır: Kur’an’dan, hakdan ayrılıp uzaklaşmak;[132] terk etmek, irtibatını kesmek, uzaklaşmak;[133] terk etmek, ayrılmak, kötülükle mukabele etmemek;[134] ayrılmak, yaklaşmamak, yalnız bırakmak.[135]

İlim aramak, haccetmek, cihad etmek veya bunlar gibi herhangi bir dinî amaçla Allah rızâsı için yapılan her hicretin Allah ve Rasûlüne yapılmış bir hicret olduğu da değerlendirilir.

 

Ahlâkî anlamda hicret devam etmektedir. Çünkü müslümanlar, her zaman günah ortamından ve şeytanın egemenlik alanından İslâm'ın hâkimiyet alanına göç etmekle yükümlüdürler. Bunun için kötülük yurdundan iyilik yurduna hicret, kıyâmete kadar geçerlidir.

Hicret gerekli, imkânlar da yeterli iken kötülük yurdunda oturmak, hem büyük bir günah, hem de nefse zulümdür. Çünkü mâzeretsiz olarak hicreti terk edenlerin varacağı yer, cehennem olacaktır.[136] Allah yolunda hicret edenler, dünyada güzel mekân ve bol imkânlara kavuşur, âhirette de en yüksek onur pâyesini ve Allah'ın rızâsını kazanırlar.[137]

Hicretin Sonuçları

 

Hicret ve cihad, Allah’ın rahmetine ulaştırır: "İman edenler ve hicret edip Allah yolunda cihad edenler var ya, işte bunlar, Allah'ın rahmetini umabilirler. Allah ğafûr ve rahîmdir."[138] Dolayısıyla, hicret ve cihad konusunda görevlerini yapmayanların Allah’ın rahmetini umma hakları yoktur.

Hicret ve cihad, kötülükleri örter ve cennet gibi en güzel mükâfatlara ulaştırır: “Rableri, onların duâlarını kabul etti (Dedi ki:) ‘Ben, erkek olsun kadın olsun -ki hep birbirinizdensiniz- içinizden, çalışan hiçbir kimsenin yaptığını boşa çıkarmayacağım. Onlar ki, hicret ettiler, yurtlarından çıkarıldılar, Benim yolumda eziyete uğradılar, çarpıştılar ve öldürüldüler; andolsun, Ben de onların kötülüklerini örteceğim ve onları içinden ırmaklar akan cennetlere koyacağım. Bu mükâfât, Allah tarafındandır. Allah, mükâfâtın en güzeli kendi nezdinde olandır.”[139]

Gerektiği halde hicret yapmayanlarla mü’minler dost olamaz: “(Münâfıklar) Sizin de kendileri gibi inkâr etmenizi istediler ki, onlarla eşit olasınız. O halde Allah yolunda hicret edinceye kadar onlardan hiçbirini velî/dost edinmeyin…”[140] âyetindeki hicret kelimesi iki şekilde yorumlanmıştır. 1- Zâhirî anlam, küfür diyarından iman diyarına göç ediş, 2- Şehvetlerin, kötü ahlâkın ve günahların terki ve reddi.           

“İman edip hicret edenler, Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihad edenler ve (mücâhidleri) barındırıp yardım edenler var ya, işte onların bir kısmı diğer bir kısmının velîleridirler. İman edip de hicret etmeyenler ise, onlar hicret edinceye kadar size onların velâyetinden/dostluğundan hiçbir şey yoktur.(Bununla beraber) Eğer onlar din husûsunda sizden yardım isterlerse, sizinle aralarında sözleşme/anlaşma bulunan bir kavim aleyhine olmaksızın (o müslümanlara) yardım etmek üzerinize borçtur. Allah, yapacaklarınızı hakkıyla görmektedir.”[141]

Allah’ın geniş arzında hicret etmekten kaçınan, böylece kendilerine yazık eden mustaz’af kimselerin cezâsı cehennemdir: “Kendilerine yazık eden (nefislerine zulmeden) kimselere melekler, canlarını alırken: ‘Ne işte idiniz?’ dediler. Bunlar: ‘Biz yeryüzünde mustaz’af/çaresiz idik’ diye cevap verdiler. Melekler de: ‘Allah’ın arzı geniş değil miydi? Hicret etseydiniz ya!’ dediler. İşte onların barınağı cehennemdir. Orası ne kötü bir gidiş (yeri)dir. Erkekler, kadınlar ve çocuklardan (gerçekten) âciz olup hiçbir çareye gücü yetmeyenler, hiçbir yol bulamayanlar müstesnâdır. İşte bunları, umulur ki Allah affeder. Allah affedicidir, bağışlayıcıdır. Allah yolunda hicret eden kimse, gidecek çok yer ve bolluk/genişlik bulur. Kim Allah ve Rasûlü uğrunda hicret ederek evinden çıkar da sonra kendisine ölüm yetişirse artık onun mükâfâtı Allah’a âittir. Allah çok bağışlayıcı ve merhamet edicidir.”[142]

 Gerçek mü’minler, imanlarını hicret ve cihadla isbat edenlerdir: “İman edip de Allah yolunda hicret ve cihad edenler; (muhâcirleri) barındıran ve yardım edenler var ya, işte gerçek mü’minler onlardır. Onlar için mağfiret ve bol rızık vardır. Sonradan iman eden ve hicret edip de sizinle beraber cihad edenler de sizdendir. Allah’ın kitabına göre rahim sahipleri (akrabâlar) birbirlerine (vâris olmaya) daha uygundurlar. Şüphesiz ki Allah her şeyi hakkıyla bilendir.”[143]

Allah katında derece/rütbe yönüyle üstün olan kimseler; iman, hicret ve cihad edenlerdir: “İman edip de hicret edenler ve Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihad edenler derece/rütbe bakımından Allah katında daha üstündürler. Kurtuluşa erenler de işte onlardır. Rableri, onlara kendinden bir rahmet ve rızâ ile, onlar için içinde ebedî tükenmez bir nimet bulunan cennetleri müjdeler. Onlar orada ebedî kalacaklardır. Şüphesiz ki Allah katında büyük mükâfât vardır.”[144]

Allah’ın rızâsı hicret eden ve muhâcirlere yardım eden öncülere ve onlara uyanlaradır: “(İslâm dinine girme husûsunda) Öne geçen ilk muhâcirler ve ensâr ile onlara güzellikle uyanlar; Allah onlardan râzı olmuştur, onlar da O’ndan râzı olmuşlardır ve (Allah) onlara, içinde ebedî kalacakları, zemininden ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır. İşte büyük kurtuluş ve mutluluk budur.”[145]; “Eğer hicret şerefi olmasaydı, ben muhakkak ensârdan bir fert olmak isterdim.”[146]; "İslâm, şüphesiz garip olarak başladı ve (günün birinde) garip hale dönecektir. Ne mutlu gariplere!" "Garipler kimlerdir?" diye soruldu. Rasûlullah (s.a.s...): Kabilelerinden (İslâmiyet için) uzaklaşanlardır."[147]

Hicret, âhiretle birlikte dünyada da güzellik kapılarının açılmasına sebeptir: “Zulme uğradıktan sonra Allah yolunda hicret edenlere gelince, onları dünyada güzel bir şekilde yerleştireceğiz. Eğer bilirlerse âhiretin mükâfâtı elbette daha büyüktür. (Onlar,) Rablerine tevekkül ederek sabredenlerdir.”[148]

Mü’minler, geniş yeryüzünde Allah’a kulluk etmek için mutlaka uygun bir yer bulabilir: “Ey iman eden kullarım! Şüphesiz Benim yarattığım yeryüzü geniştir. O halde (nerede güven içinde olacaksanız orada) yalnız Bana kulluk edin (Eğer bir ülkede Bana kulluk etmeniz mümkün değilse, Bana rahatça kulluk edeceğiniz başka bir yere hicret edin).”[149]

 

Bir mü’min, kâfir topluluktan ayrılıp Müslümanlarla birlikte yaşamalıdır: "(Allah'a) Şirk/ortak koşan bir müşrik müslüman olduktan sonra, kâfirlerden ayrılıp müslümanlar arasına katılmadıkça Allah, onun hiçbir amelini kabul etmez."[150] "Ben, müşriklerle beraber yaşayan müslümanlardan berîyim/uzağım. Müslümanlarla müşriklerin ateşleri birbirini görmesin."[151]; “Müşriklerle beraber oturmayın, onların içine girip onlara karışmayın; kim onlarla birlikte oturur veya onların içine karışırsa onlar gibidir.”[152]

 

Ashâbdan biri sordu: 'İslâm'ın alâmetleri nelerdir?' Rasûlullah buyurdu: "Azîz ve Celîl olan Allah rızâsı için müslüman oldum, küfrü, isyanı bıraktım demen, namazı kılman, zekâtı vermen, müslümanların malı, can ve ırzlarının birbirlerine haram olduğunu, müslümanların birbirlerine yardım eden kardeşler olduklarını kabul etmen ve Aziz ve Celîl olan Allah'ın, müşrikler arasında iken İslâm'ı kabul ettiği halde onları bırakıp müslümanların içine gelmeyen kimsenin hiçbir amelini kabul etmeyeceğini bilmendir."[153]

Hicret, belli şahıslara, belli bir mekâna ve belirli bir yere âit değil; şartların oluştuğu bütün zamanlarda ve bütün mekânlarda geçerlidir. “Tevbe sona ermedikçe hicret sona ermez; güneş batıdan doğuncaya kadar da tevbe son bulmaz.”[154]

 

"Kâfirlerle savaş devam ettikçe, düşmanla çarpışıldığı sürece hicret devam eder."[155]

 

 "Memleketler, Allah'ın memleketleridir. Kullar da Allah'ın kullarıdır. Nerede hayır bulursan orada yerleş."[156]

Hicret, hangi mekân ve hangi zamanda olursa olsun, şartları oluştuğunda gündeme gelen bir ibâdet ve şartlar çerçevesinde işlenen bir eylemdir. Hadis-i şerifte[157] Mekke'den Medine’ye hicretin kaldırılmış olduğu belirtilmişse de, müslümanlara baskı yapılan her küfür diyarından İslâm yurduna hicret, farz olarak sürmektedir.

Her an Allah’a doğru hicretini gerçekleştirme gayretinde olan tevhid eri mü’minlere selâm olsun!

 

 

Millet ve Milliyet Kavramlarının Tahrifi

                                                                                                                                                                            

Türkçede kavim, kabile veya belli bir topluluk anlamında kullanılan “millet” kavramı İslâm kültüründe daha farklı mânâlara gelmektedir. “Millet” sözlükte, tutulan ve gidilen yol demektir. Bu yol eğri de olabilir, doğru da. Bu anlamdan hareketle ‘millet’ kelimesi ‘din ve şeriat’ yerine kullanılmaktadır. Çoğulu, milel’dir. Kur’an’da ve İslâm kültüründe millet, din anlamında kullanılmıştır.

Esasen din, şeriat ve millet kelimeleri birbirine yakın mânâda olup, her biri başka yönlerden yaklaşık aynı anlamı ifade ederler. ‘Millet’ kavramı, tıpkı din terimi gibidir. Yüce Allah’ın, peygamberleri aracılığı ile kulları için belirlediği hükümler manzûmesidir. İnsanlar bu hükümlere uyarak O’nun rızâsına kavuşurlar Millet ile din arasındaki fark; millet kavramı, gönderildiği peygamberin adıyla söylenir. “İbrahim milleti”, “Mûsâ milleti” gibi. “Allah’ın dini” denilebilir ama, “Allah’ın milleti” demek yanlış olur.[158]

                      

İmam Kurtubî şu açıklamada bulunur: Millet, din demektir. Yüce Allah'ın kitaplarında ve peygamberlerinin aracılığıyla kulları için koyduğu şeriatın adıdır. O bakımdan millet ile şeriat arasında fark yoktur. Din ile millet ve şeriat arasında ise belli bir fark vardır. Çünkü millet ve şeriat, Allah'ın kullarını yerine getirmeye çağırdığı şeyin adıdır. Din ise kulların Allah'ın emrine uygun olarak yaptıkları şeye denir.[159]  

"Millet" kelimesinden murâd, dindir. Çünkü örfen millet sözünden: Allah Teâlâ'nın, Peygamberleri vâsıtasıyla kullarına meşrû kıldığı şey kastedilir. Ancak, mecâzen bâtıl dinlere de ıtlak edilerek: "Küfür tek millettir" denilir ve "küfür dinlerinin hepsi bir yoldur" mânâsı kastedilir. Millet kelimesi örfen hak dine mahsus olduğu için bazı kelâm ulemâsı, ehl-i sünnetin mezhebini naklederken: "millîler şöyle demiştir..." ifadesini kullanırlar.[160]

İtikat ve iman yönünden din, amel ve uygulama bakımından şeriat, sosyal bakımdan, yani sosyal realite yönünden de millet kavramları kullanılır. İtikat edilen (inanılan) şeyler, genelde amel edilen (pratikte uygulanan) şeylerdir. Amel edilen ve uygulanan şey ne ise, üzerinde birlik sağlanan şey de odur. Buna göre ‘millet’, bir toplumun etrafında toplandığı ve üzerinde yürüdüğü, kitlenin uyduğu ve bağlı olduğu ilkeler ve takip ettiği yoldur. Bu yolun hak olanı da, bâtıl olanı da olabilir.

“Millet”, kabile veya kavim demek değildir. Millet kavramı, daha çok, din etrafında bir araya gelen insanlar topluluğunu anlatır. Millet, toplumun adı olmaktan çok; toplumun üzerinde toplandığı inancı ifade etmektedir. “Ehl-i millet” denildiği zaman, bir millete uyan kimseler anlatılmış olur ki, bu hiç bir zaman “nation” anlamındaki kavim, ırk, kabile, ulus anlamına gelmez. Müslüman millet deyince, Allah’ın dini İslâm’a inanan ve ona uyan topluluklar akla gelir. Türk kavmi, Arap kavmi, Alman ulusu demek doğrudur. Ama -İslâm kültürüne ve Kur’an’daki kullanıma göre- Türk milleti, Fransız milleti... demek doğru değildir. Çünkü millet kelimesi, bir inancı, o inanç etrafında bir araya gelen topluluğu ifade eder.

Kur’ân-ı Kerim’de Millet Kavramı

“Millet” kelimesi, Kur’ân-ı Kerim’de 15 yerde geçer. Bütün bu âyetlerdeki “millet” kelimesi “din” anlamında kullanılır. Din; yani inanç sistemi ve şeriat. Birkaç örnek verelim: “Kendini bilmez beyinsizden başka kim İbrahim milletinden yüz çevirir?!”[161]; “İbrahim milleti” şeklindeki tamlama Kur’an’da sekiz yerde geçmektedir.[162]

         Yusuf (a.s.), Allah’a inanmayan bir topluluğun milletinden yüz çevirdiğini, onların dinlerine tâbi olmadığını söylüyor.[163] Zâlim ve puta tapan yöneticilerin dinini terkedip Tevhid dinine inanan “Kehf ashâbı”, birbirlerine; “...Çünkü onlar üzerinize çıkıp gelirlerse, sizi taşa tutarlar veya sizi milletlerine (dinlerine) geri çevirirler; bu durumda ebedî olarak kurtuluş bulamazsınız.” diyorlardı.[164]

         Şu âyet millet kavramının anlamını daha açık bir şekilde ifade etmektedir: “Sen onların milletlerine (dinlerine-inanç sistemlerine) uymadıkça, yahûdi ve hıristiyanlar senden kesinlikle râzı (hoşnut) olacak değillerdir…”[165] Yahûdi ve hıristiyanlar ne Peygamberi, ne de O’na inanan müslümanları, kendi inanç sistemlerine, kendi uydukları yola, yaşama biçimlerine uymadıkça sevmezler. Tarihte olanlar ve içinde yaşadığımız şartlar bunu açıkça isbat etmektedir.

         Hz. Şuayb’i (a.s.) tehdit eden müşrikler diyorlardı ki; “Ey Şuayb, seni ve seninle birlikte iman edenleri ya ülkemizden sürüp çıkaracağız, veya mutlaka bizim milletimize (dinimize) geri döneceksiniz.” Şuayb (a.s.) ise, onların milletine (dinlerine) dönmeyi Allah’a iftira etmek olarak değerlendiriyor.[166]

         Görüldüğü gibi millet kavramının Türkçedeki ‘ulus, kavim’ kelimesiyle ilgisi yoktur. “Millet” kelimesinin Türkçede ulus, ırk ve toplum anlamında kullanılması kesinlikle ve büyük bir yanlıştır. Bu kavram, belirli bir dine inananlar topluluğunu anlatmaktadır. Ümmet ise, belli bir peygamberi takip eden mü’minleri anlatır. Türkçede, ‘şoför milleti’, ‘kadın milleti’, ‘erkek milleti’ gibi söyleyişler de yanlış kullanılan sözlerdir. Halk, millet kelimesini belli bir topluluk adı olarak kullanmakta ise de bu galattır, Kur’an kültürüne terstir.

‘Küfr’ün tek millet olduğu gerçeğini hatırlarsak, bu kavramın ifade ettiği anlam biraz daha iyi anlaşılmış olur.[167]   

 

Kur’an’da “millet” kelimesi, başka âyetlerde de kullanılır. [168]

Kur'ân-ı Kerim'de "millet" kavramı, hep din mânâsında kullanılmıştır. Hatta bir âyet-i kerimede; "kavim" ve "millet" bir arada kullanılmıştır. Hz. Yusuf’un (a.s.) kıssası beyan edilirken; "De ki; size rızıklanacağınız bir yemek gelecek oldumu, ben muhakkak onun ne olduğunu, size daha gelmezden evvel haber veririm. Bu Rabbim'in bana öğrettiği ilimlerdendir. Çünkü ben Allah'a inanmayan bir kavmin milletini (dinini) -ki onlar âhiret gününü inkâr edenlerin ta kendileridir- terkettim"[169] buyurulur. Bu âyette geçen "Allah'a inanmayan bir kavmin milletini terkettim" ibaresi, kavim ile milletin ayrı ayrı anlama sahip olduğunu göstermektedir. Dolayısıyla "Türk kavmi" vardır, ama "Türk milleti (şeriatı) yoktur. Türk kavmine mensup insanlardan; mü'min olanlar bulunduğu gibi; olmayanlar da mevcuttur. Farklı dinlere tâbi olmaları, onların "Türk kavmi"nden olma özelliğini ortadan kaldıramaz. Çünkü insanlar, hangi kavimden olacaklarına bizzat kendileri karar veremezler. Ancak hangi milletten (dinden) olacakları konusunda irâde beyan etme hakları vardır. Ya iman ederek "İslâm milleti"nden olurlar; ya inkâr ederek "küfür milleti"ne geçerler.

 

Millet, ortak bir itikada sahip olmakla birlikte, bir imam etrafında toplanmayan fertlerin durumunu beyan eder. Her müslüman, İslâm milletinin bir ferdidir. Eğer bir imama bey'at ederlerse, "ümmet" olarak anılırlar. Dünya üzerinde yüzlerce kavim vardır. Bu kavimlerin fertleri içerisinde "İslâm milleti"ne tâbi olanlar bulunduğu gibi, "küfür milleti"nden olanlara da rastlanabilir. Dolayısıyla yeryüzünde iki millet vardır. Birisi İslâm milleti, diğeri de küfür milletidir. Rasûl-i Ekrem (s.a.s.), Hz. Ebû Dücâne'yi mezara koyarken "Bismillâh! Alâ millet-i Rasûlillâh (Allah'ın ismiyle ve Rasûlullah'ın milleti/dini üzere)" (demiştir. Hangi kavimden olursa olsun; her mü'min mezara konurken aynı sözler tekrar edilir.[170]   

Hadis-i Şeriflerde de "Millet" Kelimesi, Din Anlamında Kullanılır

"Kim ki İslâm'dan başka bir millet (din) adına yalan yere ve kasden yemin ederse, o kimse dediği gibidir. Kim de keskin bir âletle kendini öldürürse, bu kimse de Cehennem ateşinde o âletle azâb olunur."[171] Millet, din mânâsınadır. Millet-i İslâmiyye, millet-i yahûdiyye, millet-i nasrâniyyet (İslâm milleti, Yahûdi milleti, Hıristiyan milleti) gibi İslâm'dan başka bir dine edilen yeminin sûreti, din-i Nasârâya, din-i Yahûda, yahut milel-i kefereden (kâfir milletlerden/dinlerden) herhangi bir milletin nâmına yemin etmektir.[172]

 

  

Küfür Tek Millettir

Aralarında Ebû Hanife, Şâfiî, Dâvud, Ahmed bin Hanbel'in de bulunduğu bir grup ilim adamı, Bakara sûresinin 120. âyet-i kerimesine dayanarak küfrün tek bir millet olduğunu söylemişlerdir. Çünkü Yüce Allah; "Onların milletine (dinine)"[173] diye buyurarak (hıristiyan ve yahûdiler iki ayrı dine mensup oldukları olduğu halde) "millet" kelimesini tekil olarak zikretmiştir. Bunlar ayrıca; "Sizin dininiz size; benim dinim bana"[174] buyruğunu, Hz. Peygamber'in de: "İki ayrı millete mensup kimseler arasında mirasçılık olmaz"[175] hadisini de delil gösterirler. Yani burada iki ayrı milletten kasıt, İslâm ve küfürdür. Bunun delili ise Peygamber Efendimiz'in: "Müslüman, kâfire mirasçı olmaz."[176] anlamındaki bir başka hadisidir. İmam Mâlik ve kendisinden gelen bir başka rivâyette Ahmed bin Hanbel ise küfrün ayrı milletler olduğu görüşündedir. Buna göre yahûdi hıristiyana mirasçı olmadığı gibi; yahûdi ve hıristiyan da mecûsiye mirasçı olmaz. Onlar bu görüşlerine Peygamber Efendimiz'in "İki ayrı millete mensup kimseler arasında mirasçılık olmaz" hadisinin zâhirini delil alırlar.[177]  

Millet kelimesinin çoğulu "milel"dir. Din tarihi hususunda tartışılmaz otorite olan Şehristanî'nin meşhur eserinin adı el-Milel ve'n-Nihal'dir. Bilindiği gibi "nihal" kelimesi "nıhle"nin çoğuludur. Nıhle ise; "kupkuru zan ve vehim" mânâsına gelir. Dolayısıyla "el-milel", vahye dayanan dinlerin (milletlerin) tarihi, "en-nihal" ise, vahye dayanmayan sistemlerin (milletlerin) mâhiyetidir.

Millet Kavramının Tahrifi

Kur’an’ın ve dolayısıyla İslâm’ın kelimelere yüklediği anlamı atıp, o kelime ve kavramlara çok farklı mânâlar yüklemek, insanla Kur’an arasındaki köprüleri yıkmaktan daha fecî bir duruma sebep olmaktadır. Bu tavır; tahrif, dejenerasyon, ihânet, hakka bâtılı karıştırmak, bâtıla hak maskesi takmak şeklinde ifade edilebilir.  

Nice Kur’an kavramının başına gelen bu durumdan, millet kavramı da nasibini almıştır. Millet, İslâm kültürüne göre din anlamında kullanıldığından, “İslâm milleti”, “küfür milleti” tâbirleri doğrudur. Türk milleti, Yunan milleti... gibi ifadeler yanlıştır. Millet kelimesinin kavim/ulus anlamında kullanılması, 19. asırdan sonra ve özellikle 20. asırda yaygınlaş(tırıl)mıştır. Bu galat, Kur’an kavramlarının câhiliyye tarafından içinin boşaltılıp sapık inançlar doğrultusunda doldurulmasına açık bir örnektir. Millî: Millete âit, millete has, milletle ilgili demektir. Millet hangi anlama geliyorsa, millî de ona ait anlamında kullanılır. Yani, aslında “dinî” demek olan bu kelime, “kavmî/ulusal” anlamında kullanılmaktadır. Milliyet: Aynı milletten, yani aynı dinden olma hali, bir milleti diğer bir milletten ayıran unsurların toplamına denir. Aynı millete mensup olanların tamamı anlamındadır. Sonradan “milliyet” kelimesi de, kavmiyet; inanç, tarih, dil, gelenek, kültür, ideal ve vatan birliği anlamında kullanılmaya başlanmıştır. Milliyetçilik de; milletin, milliyet topluluğunu/kendi dininden olanları esas alan, milletini sevmek ve yüceltmek ana fikrine dayanan görüş demektir.

“Türk milleti” deyiminin yanlışlığı gibi, “millet meclisi”, “milletvekili” gibi ifadeler de, aslında çok farklı anlama gelmesi gerektiği halde, şimdi bunlarla anlaşılanların asıl anlamlarından uzak oluşu, önemli kavram sapmalarındandır. Asıl anlamı “dinî” demek olan “millî” kelimesinin bugünkü kullanılışı, millete/dine terslik açısından, meselâ “millî piyango” ifadesi ne kadar da trajikomik bir durum arz etmektedir! Millî kumar olduğuna göre; “millî fuhuş”tan, “millî fâiz” ve “millî hırsızlık”tan söz etmek nasıl olur dersiniz?

                      

Millî duygular, millî takım, millî marş, millî kimlik, millî eğitim, millî tarih, millî coğrafya, millî bayram, millî egemenlik, millî güvenlik, millî birlik, millî mücâdele, millî görüş, millî gazete, millî kültür, millî gelir... gibi ifadeler de, millet ve millî kelimelerinin asıl anlamlarından ne kadar farklı kullanıldığı açısından değerlendirilmelidir. Kavram kargaşasına yol açmak istemeyen ve Kur’an kelime ve kavramlarının tahrif edilmesine karşı olan kimselerin, örnek tamlamalarda kullanılan “millî” kelimesi yerine “ulusal” sözcüğünü, “millet” yerine  “ulus” kavramını tercih etmesi gerekir. Çünkü millet kelimesi örfen hak dine mahsus olduğu için kelâm âlimleri, ehl-i sünnetin mezhebini naklederken: "millîler şöyle demiştir..." ifadesini kullanırlar.  

Yahûdilik ve daha çok da siyonizm, milliyetçilik/ırkçılık konusunda, hem bunun ideolojileşmesi ve hem de ırkçı tutumlara yol açması ve karşı ırkçılık dâvâları açısından önemlidir. Bir taraftan yahûdi ırkını öne çıkarıp diğer ırkları kendisine hizmet etmek zorunda olan “eşek” görür ve bu anlayışı muharref Tevrat’a dayandırırken, diğer taraftan bu tavra tepki olarak faşizmi ve yahûdi düşmanlığını da hazırlamış oldu. Birinci ve özellikle İkinci Dünya Savaşının sebep ve soykırımları incelendiğinde bu anlayış ve tavır hemen göze çarpacaktır. Bu anlayış, yani ırkçılık ve arka planındaki siyonizm. 

Emile Durkheim’den adapte edilerek nation karşılığı olarak ulus denilmesi gerektiği halde “millet” denilerek tanımı yapılan kavram: Dil, toprak, ülkü, tarih ve din birliği ile birbirlerine bağlı topluluk. Gerçi globalleşen ülke anlayışının egemen olduğu günümüz modern dünyasında hâlâ eskimiş sosyoloji kuramlarının modası gülünç ve uygulama dışı kabul edilmektedir. Ama insanımıza okullarda, medyada hâlâ milletin tanımı olarak Ziya Gökalp’in yahûdi sosyologdan tercüme ettiği anlayış, bilim ve tek gerçek diye öğretiliyor. İslâm ise, milletin tanımını dinin tanımıyla eşit görüyor. O yüzden müslüman halk, Türk olmadığı halde müslüman olan sözgelimi İngiliz Yusuf İslâm’ı, Çeçen mücâhidini veya Filistinli Arap bir müslüman genci, Türk olduğu halde İslâm düşmanı insanlardan kendine daha yakın görüyor, İslâm milleti arasındaki meselâ Hac toplantısını, kerhanedeki, meyhanedeki Türk topluluklarına tercih ediyor.              

Osmanlı’nın son zamanlarında, aydınlarda İslâm dâvâsı ve idealizmi kaybolduğundan, özellikle Tanzimat sonrası yeni idealler aranmaya, ülkenin içinde bulunduğu durumdan kurtuluş için İslâm’ın dışında yönelişler baş gösterdi. “Denize düşen yılana sarılmalı mıdır?” sorusu sorulmadan ve “denize ne kadar düştük, niçin düştük?” diye muhâsebe yapılmadan, denize düşürenlerin ip şeklinde uzattıkları yılanlara sarılmak, dinden uzaklaşmış aydınlar için kolay çözüm idi. Ve önce, kurtuluş reçeteleri ithal edildi Batıdan. Düşman, sunduğu zehirleri hemen her zaman altın kâselerde sunacaktır. Tanzimat’la birlikte yazarlar, şâirler, siyaset adamları, okuyup yazması olan mekteplilerin kalem ve dillerinden birkaç parlak kavram çıkıyordu: “Vatan, millet, eşitlik, özgürlük”  Neydi vatan? Ne demekti millet? Nasıl bir özgürlüktü istenen? Bunlarla kimse uğraşmıyor ve bu kurtarıcı sloganların içine, ne anlama geldiğine ve ülkeyi nasıl kurtaracağına kimse bakmıyordu. Varsa yoksa; Vatan, millet, özgürlük (sonraları, bir de “demokrasi”)!

 

Evet, tümüyle boş birer slogandır, Batılılaşan aydınların ağızlarından düşmeyen sakız ve kalemlerinden ha bire dökülen mürekkep şeklindeki vatan, millet... Kurulacak yeni sosyal birliğin, millî birlik ve bütünlüğün en önemli unsuru olarak “vatan” fikrinin öne çıkarılması, içi boş bir kavram olarak ve ne kastedildiği müphem şekilde vatancılık, Tanzimat aydınlarının yeni ideolojilerindendir. Sözgelimi Vatan şairi Namık Kemal, vatan kavramıyla ne demek istemektedir? Hangi tezi sunmaktadır? Halkın “vatan, millet, Sakarya” edebiyatı diye, süslü fakat içi boş sözleri böyle değerlendirmesi boşuna değildir. Ziya Gökalp, 1923’te Türkçülüğün Esasları adlı kitabını yayınlar ve bu özellikle Emile Durkheim’in etkisinde kalarak oluşturduğu sosyoloji ve ideolojisiyle Türkiye Cumhuriyeti’nin fikir babası olur. Evet, milliyetçi (daha doğrusu Türkçü/Turancı) Ziya Gökalp, T.C.’nin teori olarak kurucusu, teorisyenidir. Uygulama da bir başka kurtarıcıya bırakılmıştır. Gelinen nokta mı? Halkın bunca fedâkârlığına ve sabrına rağmen gelinen durum, “millet” kavramına çağdaş aydınlardan çok farklı anlam veren Osmanlı’nın gerilemeye başladığı zamanlarla bile mukayese edilirse daha net ortaya çıkacaktır. 600 küsür sene ayakta kalan koca çınar, etrafını saran zehirli bitkiler ve içine atılan kurtlarla çürümeye başlamıştır. Düşman Batının gözüyle Tanzimat’tan sonra Osmanlı, artık “hasta adam!”dır. Batı aşılarıyla çınarın gübreleri üzerine yerleştirilen genç fidanın durumunun hem içten ve hem de dıştan nasıl görüldüğünü düşünmek yeter. Osmanlı, ölümcül yatağında iken bile “adam”dı, iyileşmemesi için ilaçlarına zehirler katılan, bin bir tuzak kurulan “hasta adam!”. Şimdi T.C.’yi adam yerine koyan ülke var mı, bilmem. Osmanlının dünkü vilâyeti, bir vali ile yönettiği şehri Yunanistan ve sözgelimi Suriye’nin bile ciddiye almadığı bir ülke... İçinde yaşayan vatandaşların da en milliyetçisinin bile onlarca şikâyeti... “Ya sev, ya terket!”mi? Kim kimi kimin yurdundan kovuyor, kim ve ne hakla işgali ve zulmü sevmeyi emredip dayatıyor?   

         

Kavmiyetçilik, Irkçılık   

Milliyetçilik, yani doğru ifadelendirmeyle kavmiyetçi fikir ve ideolojiler Avrupa’dan ithal birer frenk mikrobudur. Kur’an, câhiliyyenin her çeşidi ile savaşmış ve insanlara vahyin, yani hakkın, yani ilmin nûrunu ulaştırmıştır. Peygamberimiz her çeşit ırkçılık ve kavmiyetçiliği câhiliyye âdeti olarak değerlendirmiş ve tümünü yasaklayıp kaldırmıştır. İran’lı Selmân (Fârisî), Bizans’lı Süheyl (Rûmî) ve Habeşistan’lı Bilal’ı (Habeşî) hiçbir yönden ırklarından dolayı farklı bir ayrıma tâbi tutmamış, herhangi bir Mekke’li veya Medine’li Arapla her yönden eşit görmüştür. “Arabın Acem’e (Arap olmayan), Acem’in de Araba üstünlüğü yoktur; üstünlük sadece takvâdadır” hükmünü koyan İslâm, bu kardeşliğin tatlı meyvelerini dünya huzuru şeklinde de insanlığa sunmuştur. Osmanlı’nın altı yüz sene gibi ülkeler tarihi açısından uzun sayılabilecek bir medeniyetinin, temel sebep ve dayanaklarından biri her ulustan müslümanları hiçbir ayrıma tâbi tutmadan “İslâm milleti”nin bir ferdi ve tüm müslümanların birbirleriyle “kardeş” olduğu anlayışıdır. Türkiye’nin cumhuriyet sonrası önemli sancılarından birisi, kendi vatandaşlarına ulusçu, ırkçı yaklaşımları ve millet tanımındaki yanlış tutumlarıdır.     

Adına nasyonal faşizm de denilen ve Türkçede yanlış olarak “milliyetçilik” kavramıyla ifadelendirilen ırkçılık ve kafatasçılık; nice kavga, savaş ve zulümlere yol açmış şeytanî bir anlayış ve ilkel bir câhiliyye ideolojisidir. Kur’an’ın atalarıyla övünüp onların yolunu körü körüne tâkip etmeyi ısrarla kınaması[178] bu konudaki hassâsiyeti gösterir. Arap câhiliyyesi dönemindeki kabile savaşlarının sebebi ırkçılık olduğu gibi, hemen her dönemdeki soykırımların temelinde de ırkçılık vardır. Bu asra kadar bütün dünyadaki savaşların toplamından daha çok ölüme ve vahşete sebep olan 20. asırdaki iki dünya savaşının her ikisinin de temel sebebi, ırkçılıktır.

Irkçılık Dâvâsını İlk Başlatan Şeytandır

Bilindiği gibi İblis, Allah'ın Âdem'e secde emrine itaat etmedi. Gerekçe olarak da kendisinin ateşten, Âdem (a.s.)'in de topraktan yaratıldığını gösterdi. Bu, kendi elinde olmayan yaratılışında maddî özelliklere itibar etmek, yani ırkçılık yapmaktı. İblis'in bu üstünlük ölçüsü geçersizdir. Kişiye değerini kendi hammaddesi veya soyu değil; Allah'ın koyduğu ölçü verir. O yüzden ilk ırkçı, şeytandır. Irkçılık ve soy üstünlüğü iddiası, şeytanî bir mantıktır.

Kur'an'a göre üstünlük takvâda,[179] ilimde[180] ve cihaddadır.[181] Kim, kendi aslını, soyunu, ırkını başkalarına karşı bir üstünlük sebebi sayarsa, onda İblis/şeytan anlayışı var demektir. İblis, bu yanlış çıkarım sonucu Rabbine istikbar edip isyan ettiği gibi, her çeşit ırkçılık da istikbâra ve isyana yol açan tehlikedir.

                 

İblis, Adem'in varlığının dış görünüşüne bakıp kendini üstün görmüş ve yaratılışın iç yüzünü, sırrını, hikmetini anlamamıştır. Hâlbuki Allah'ın bütün işlerinin hikmetleri, her birinin kendine ait sırları vardır. Adem'i sırf toprak zanneden İblis mantığı, kendi maddesini ondan üstün sanmıştır. Materyalizm/maddecilik şeytanî bir felsefedir. Ona göre ateşten yaratılmak, bir üstünlük sebebiydi.[182] Böylece o, ateşin topraktan üstünlüğü gibi iki madde arasında, aslında olmayan bir fark görmüştü. Her iki maddenin yaratıcısının da Allah olduğunu itiraf etmesine rağmen, Adem'in halifelik ve İlâhî ruh taşıması, eşyanın isimlerini bilmesi gibi üstünlüklerini bilmezden gelmişti.

Şeytan, Âdem'de toprak, kendisinde ateşten başka bir mâhiyet görmemiş;  ölüden diri, diriden ölü yaratan ve bütün meziyetleri bahşeden Allah'ı maddeye mahkûm saymıştı. Bu, ilâhî hükümleri, kendi nefsine ve aklına göre değerlendirip mantığına ters gelen bir hükmü reddeden bir akılcılık olduğu gibi; ırkçılığın da temeli idi. Yaratıkları, ruhî yapısıyla değerlendirmeyip, sadece maddî özellikleriyle, asâletiyle değerlendiren ırkçı anlayışın temeli de İblis tarafından böyle atılıyordu. Maddeyi tek ve gerçek ölçü sanmak, şeytanca bir yanılgıdır. 

 

 

Dâru’l-Harp’te Cuma Namazı

 

Cuma Namazını Kim Emrediyor, Kim Yasaklıyor?

1. Kur'an, Cuma namazını kesin şekilde emretmektedir. Müslüman da, Kur'anın hükümlerini uygulamak zorundadır. Allah, insanlara "niye falan müctehidi, filan fetvâyı uygulamadın?" diye sormayacak, ama mutlaka Kur'an'ın emrini uygulayıp uygulamadığından soracaktır. Kur'an Cuma namazını çok net bir şekilde emretmekte, bu konuda herhangi bir şart ileri sürmemekte, herhangi bir durum sözkonusu olduğunda Cuma namazının kılınmayacağından, işaret yönüyle bile olsa bahsetmemektedir. Müslümanların, Kur'an'ın herhangi bir hükmüne karşı nasıl davranmaları gerektiği de Kur'an'da çok net şekilde açıklanır.

Kur'an, Cuma namazına öyle bir önem vermiştir ki, özel olarak Cuma namazından bahsetmiş, hatta Kur'an'ın bir sûresi (62. sûre) bu isimle adlandırılmıştır. Cuma namazına öyle önem vermiştir ki, helâl olan alışverişi Cuma vakti yasaklamış, müslümanların ezanla birlikte Cuma namazına gitmelerini emretmiş ve gerçeği anlayan, bilen insanlar için en hayırlı şeyin bu olduğunu belirtmiştir: "Ey iman edenler! Cuma günü namaza çağrıldığı (ezan okunduğu) zaman, hemen Allah'ı zikretmeye gidin ve alış-verişi bırakın. Eğer siz gerçeği anlayan/bilen kimseler iseniz elbette bu, sizin için daha hayırlıdır. Namaz bitince yeryüzüne dağılın ve Allah'ın lütfundan isteyin. Allah'ı çok zikredin, umulur ki kurtuluşa erersiniz."[183]

         

Müslüman, her şeyden önce Kur'an'a kulak vermeli, onun emirlerini hayata geçirmelidir. Ona ters düşen yorum, te'vil, anlayış ve uygulamalardan kaçınmalıdır. "Sana bu Kitab'ı her şeyi açıklayan ve müslümanlara bir rehber, bir rahmet ve bir müjde olarak gönderdik."[184]; "...Bu Kur'an, her şeyin açıklanması ve mü'minler için bir kılavuz ve rahmettir."[185] Müslümanlar, herhangi bir konuda anlaşmazlığa düştüklerinde, onu Allah'a ve Rasûlü'ne arzetmekle mükelleftirler.[186] "Biz sana Kitab'ı indirdik ki, hakkında ayrılığa düştükleri şeyi onlara açıklayasın ve iman eden bir kavim için yol gösterici ve rahmet olsun."[187]; "İnsanlar için hidâyet rehberi olan Kur'an, yol gösterici ve hakkı bâtıldan ayırıcı (furkan), apaçık belgeler (beyyinât) olarak Ramazan ayında indirildi."[188]; "De ki: 'en üstün delil (hüccetü'l-bâliğa) Allah'ındır. Allah dileseydi, elbette hepinizi hidâyete erdirirdi."[189] Allah, Kur'an'da hiçbir şeyi eksik bırakmamıştır.[190] Bir müslüman, Kur'an varken, başka hakem arayamaz: "Allah size hakikati apaçık ve ayrıntılı olarak açıklayan Kitab'ı indirmiş iken, ben (neyin doğru, neyin yanlış olduğu konusunda) ondan başka bir hakem mi arayayım?"[191]; "Rabbiniz katından size indirilene uyun. O'ndan başka önderlerin ardından gitmeyin. Ne kadar az öğüt tutuyorsunuz?"[192] İnsanlar, falan kişinin ictihad, fetvâ ve yorumuna uymaktan değil; Kur'an'a uyup uymadıklarından hesaba çekileceklerdir: "Muhakkak ki o Kur'an, hem senin hem de ümmetin için bir şeref ve öğüttür. İleride ona uyup uymadığınızdan sorguya çekileceksiniz."[193]

Kur'an, anlaşılması zor bir kitap değildir. Onun emirleri arasına kimse giremez. O, "apaçık" ve "anlaşılır" bir kitaptır.[194]; "İşte bunlar, apaçık Kitab'ın âyetleridir. Anlayasınız diye onu Arapça bir Kur'an olarak indirdik."[195] Allah, kullarına "kaldıramayacakları bir yük yüklememiş",[196] Kur'an'ı herkesin ve her seviyeden insanın anlayabileceği bir dil ve basit, sade, anlaşılır bir üslûpla göndermiş, anlaşılsın ve uygulansın diye kolaylaştırmıştır. "Tâ-hâ. Bu Kur'an'ı sana güçlük çekesin diye değil, Allah'tan korkanlara bir uyarı olsun diye indirdik."[197]; "Yemin olsun! Bu Kur'an'ı öğüt almak ve düşünmek için kolaylaştırdık. Yok mudur öğüt alan?" [198] Allah Teâlâ, kullarına, "ancak kaldıracakları kadar sorumluluk yükler."[199] Allah "dinde bir zorluk kılmamıştır."[200] Kur'an'a muhâtap olan mü'minlerin özelliği, Kur'an'daki her İlâhî fermanı işittiklerinde "semi'nâ ve eta'nâ: İşittik ve itaat ettik" demeleridir.[201] "Aralarında hükmetmesi için Allah'a ve Rasûlüne çağrıldıkları zaman, iman edenlerin sözü, ancak: 'işittik ve itaat ettik' demeleridir. İşte umduklarına erenler bunlardır, bunlar!"[202] Dünya ve âhiret felâketlerinin en büyük nedeni, Kur'an'ın emirlerini (önemsemeyerek, te'vil ederek veya herhangi bir gerekçe ile) uygulamayıp arkaya, geri plana atmaktır. "O gün, haksızlığı kendisine yol edinmiş olan kişi ellerini kemirip 'ah, ne olurdu, Rasûl'ün gösterdiği yolu tutmuş olsaydım! Vah, yazıklar bana, ne olurdu filanı da kendime dost edinmeseydim. Çünkü o, gerçekten bana uyarıcı, hatırlatıcı mesaj geldikten sonra beni ondan (Kur'an'dan) saptırmış oldu. Şeytan da insanı yapayalnız ve yardımsız bırakandır.' Ve Peygamber dedi ki: 'Rabbim gerçekten benim kavmim, bu Kur'an'ı terkedilmiş bir kitap olarak bıraktılar."[203]

Allah'ın indirdiği ile hükmetmeyenler, kâfir, zâlim ve fâsık olarak nitelendirilir.[204] Devamındaki âyetlerde de, başta Peygamber olmak üzere müslümanların Allah'ın indirdiği ile hükmetmesi emredilir: "Sana da, önceki kitapların bir kısmını doğrulayan ve onları düzelten bu Kitab'ı hak olarak indirdik. Aralarında Allah'ın indirdiği ile hükmet. Sana da hak geldikten sonra, onların hevâlarına uyma... De ki: 'Ben, sadece bana vahyolunana uyuyorum."[205] Kitaptan pay sahibi olanların, bildikleri ve inandıkları Kitabın hükümlerini uygulamaları, yolların ayrılış noktasıdır: "Kendilerine Kitab'dan bir pay verilenleri görmedin mi? Aralarında Allah'ın Kitab'ı hükmetsin diye çağrılıyorlar da, onlardan bir bölümü yüz çeviriyor. Onlar, işte böyle arka dönenlerdir."[206]; "...Onlara: 'Allah'ın indirdiğine ve Peygamber'e gelin' denildiğinde, o münâfıkların senden kaçabildiklerince kaçtıklarını görürsün."[207]          

Kimsenin Kur'an'ı devre dışı bırakma hakkı yoktur. Hangi niyetle olursa olsun Kur'an'la sâbit bir hükmü, bir ibâdeti kimse yasaklayamaz. Bazı kimseler, Kur'an'da ve sahih hadislerde hiç geçmeyen ve mezhepler arasında da tartışma konusu olan "dâru'l-harp" yaklaşımını sebep göstererek fâizi helâl kabul edebiliyor, bazıları da Cuma namazı gibi farîzaları yasaklayabiliyor. Birincisi, kolaylaştırma adına ruhsat, ikincisi de cihad adına azîmet diye takdim edilebiliyor. Biri, Kur'an'la sâbit bir haramı helâl, diğeri de Kur'an'la sâbit bir farzı haram ilân edebiliyor. Bu örneklerin her ikisi arasında pek bir fark yoktur. Dini tahrif eden yaklaşım, daha çok bu tür atmalar veya katmalarla olur. Kur'an'ı ve sahih sünneti devre dışı bırakan hiçbir yaklaşım, sırât-ı müstakîm olamaz. İmanından ve samimiyetinden şüphe etmediğimiz bazı müslümanların, Kur'an'daki çok net bir emri yasaklamalarına şaşmamak mümkün değildir. Kur'an'ın emrine uyup Cuma namazı kılanlar değil, bunu yasaklayanlar suçlanmalıdır. Ve Kur’an’ın ve Sünnetin kesin emrine rağmen Cuma namazını kılmamakta hâlâ ısrar etmekle kalmayıp başkalarına da yasaklayanların bu tavırlarıyla taban tabana zıt sloganı: “Temel kaynağımız Kur’an ve Sünnettir. Referansımız bu ikisidir. Biz Kur’an ve Sünnet’e bağlıyız!” Ya bu sözü söylemesinler, ya da Kur’an ve Sünnetin emrini suç saymasınlar, deme hakkımız olmalı değil mi?

2. Müslümanın ikinci kaynağı Sünnettir. Sünnet, hiçbir zaman Kur'an'a ters uygulama içermez. Peygamberimiz de kendisine vahyedilen Kur'an'a uymak zorundadır. O, yaşayışıyla, canlı Kur'an olmuş, Kur'an'ın mücmel âyetlerini açıklamıştır. Peygamberimiz'in Cuma namazının faziletiyle ilgili onlarca hadisi hadis kitaplarını doldurduğu halde, Rasûlullah’tan zayıf bile olsa, herhangi bir durumda Cuma namazı kılınmaması gerektiğine dair bir rivâyet sözkonusu değildir. Yani, o, Cumanın şartlarıyla ilgili kesin bir şey söylememiş, hele hele "şu şu şartlar yoksa, Cuma namazı kılmayın!" gibi bir söz onun ağzından kesinlikle çıkmamıştır. 

Şu hadisin kapsamına girilip girilmediği bütün müslümanlar tarafından muhâsebe edilmelidir: "Allah bir toplumdan ilmi çekip almak sûretiyle kaldırmaz. Toplumlar, gerçek âlimlerin tükenmesiyle âlimsiz kalırlar. Gerçek âlimlerin tükendiği bu toplumda, insanlar câhil önderler edinirler. Bu câhil önderler ilimsiz fetvâ verirler. Bu sûretle kendileri de sapar, peşindekileri de saptırırlar."[208]

Sahih-i Müslim'de “Cuma'yı Terk Edenler Hakkında Gösterilen Şiddet Bâbı” adlı bölümde birçok hadis vardır. Onlardan biri olan şu hadis-i şerif çok önemli bir uyarıdır: "Birtakım kimseler, Cuma namazlarını terk etmekten ya vazgeçerler yahut Allah, onların kalplerine muhakkak sûrette mühür vurur da artık gâfillerden olurlar."[209]

Cuma namazının fazîletini belirten; terkedenleri, hafife alanları tenkit ve ihtar eden çok miktarda hadis bulunmasına rağmen, Cuma namazının kılınamayacağı ve kılanların sorumlu tutulacakları bazı şartlara dâir zayıf da olsa tek bir hadis rivâyeti yoktur. Aksi görüşte olanlar, Hanefî mezhebinin bu konudaki şartları için de ileri sürdüğü tek delil olarak İbn Mâce’nin kendisinin de “zayıf” dediği ve aslında hiç de Cuma’nın kılınmaması için bir çıkarım yapılamayacak olan ve Cuma namazı kılmayanları tehdit eden şu zayıf hadisi delil olarak kullanıyorlar:

 

"Bilmiş olun ki, Allah Teâlâ Cum'ayı, benim şu durduğum yerde ve bu yılımın bu ayındaki bu günümde; size kıyâmet gününe kadar farz kılmıştır. Her kim hayatımda olsun, benden sonra olsun, âdil yahut câir (zâlim) bir devlet reisi varken onu istihfaf ederek (önemsemeyerek, hafife alarak) veya inkâr ederek terkedecek olursa Allah iki yakasını bir araya getirmesin ve kendisine ait hiçbir hususu mübârek kılmasın (işini rast getirmesin). Haberiniz olsun ki, böylesi tevbe etmedikçe ne namazı, ne zekâtı, ne haccı, ne orucu, ne de başka bir hayrının sevabı vardır. Her kim de tevbe ederse Allah tevbesini kabul eder (etsin)."[210]

Tekrar ifâde edelim ki, bu hadisten Cuma’nın bazı şartlarının çıkartılması ve Peygamberimiz’e “şu şartlar varsa ancak Cuma’yı kılabilirsiniz, yoksa Cuma namazı kılmayın” şeklinde bir ifâdede bulunduğunu ileri sürmek, Cumanın şartları için delil kabul etmek birçok yönden kesinlikle doğru ve mümkün değildir. Bu hadis rivâyetinin meşhur hadis âlimlerince zayıf kabul edildiği için delil olarak kullanılamayacağını da ifade etmek zorundayız. 

Cuma namazının bu ülkede câiz ve sahih olmadığını iddiâ edenler, Cuma konusundaki âyetin mücmel olduğundan dolayı bu çıkarımlara vardıklarını söylüyorlar. Mücmel olan bir âyeti Peygamberimiz tafsîl eder, açıklar, uygulamasıyla izah eder. Peygamberimiz (s.a.s.)'in hadislerinde kesinlikle "sultanın izni şarttır, halife bizzat kendisi veya tâyin ettiği kişi Cuma'yı kıldırmalıdır, yoksa sahih olmaz" veya benzeri zayıf bir rivâyet bile yoktur. O yüzden  mücmel âyeti Peygamberimiz sözleriyle ve uygulamasıyla nasıl anlayıp anlattıysa o hükmü Kur'an ve Sünneti esas kabul eden kimseler -tüm âlimler farklı şey ileri sürseler bile-, Allah'ın emrini ve Rasûlü'nün kavlî ve fiilî açıklamasını tercih etmek zorundadırlar. 

Sultanın/halifenin izni gibi şartlar, Kur'an'ın ve Sünnetin tâyin ve tesbit ettiği şartlar değildir; ictihâdî, dolayısıyla zannî bir yorumdur, o zamanın şartları dikkate alınarak değerlendirilmiştir. Hiçbir ictihad, âyet ve hadisle sâbit olan bir farzı iptal edemez. "Allah'a ve Rasûlüne itaat edin ki size rahmet edilsin."[211]

 

3. Temel kaynaklar Kur'an ve Sünnet olmakla birlikte, onlara ters düşmemek şartıyla, hatta bu iki kaynağın daha iyi anlaşılmasına hizmet ettiği müddetçe, delilleri sağlam, inandırıcı ve iknâ edici kabul edilince fıkhî ictihadlar, mezhebî görüşler de müslümanların ibâdetleri için istifade edilebilecek ikinci derecede kaynaktır. Müslümanlar, kendileri Kur'an ve Sünnetten hüküm çıkarabilecek ilmî yetenekte değilse Kur'an'ın ve sünnetin kesin hükme bağlamadığı konularda delili sağlam olan müctehidin Kur'an ve Sünnete uygun hükmüne uyabilir. Bu konuda dikkat edilmesi gereken şeyler: Bağnaz olmamak, diğer fıkhî görüş ve ictihadları görmezden gelmemek, "benim mezhebim veya müctehidim mutlak doğrudur, diğer mezhep veya müctehidlerin hükmü kesin yanlıştır" dememek, farklı mezhepleri veya ictihadları taklit edenleri kınamamak şarttır. Unutulmamalıdır ki, mezhep imamları ve müctehidler de birer beşerdir, hatâdan ma'sûm/korunmuş değildir. Onların ictihadları da zannîdir, mutlak doğru değil; göreceli doğrulardır, şüphe sözkonusudur. O yüzden delillerinin kuvvetli olmadığını, ya da bir âyet ve sahih hadise ters düştüğünü gördüğünde, hiçbir müslüman buna rağmen ictihadı öne çıkaramaz. Zaten "Kur'an ve sünnet" vurgusunu öne çıkaranlar, fıkıh bağnazlığının farkına varan, 1200-1300 sene önce yaşamış insanların günümüz şartlarını bilmelerini, kıyâmete kadar geçerli hükümleri hiç yanılmadan ve aşılamayacak şekilde en isâbetli ictihadlarla tesbit ettiklerini iddia etmeyen (etmemesi gereken) bilinçtedir. Önceki müctehidler, kendilerine ulaşan deliller ve kendilerini çevreleyen tarihî şartlarla, o günkü problemlere çözüm getirmeye çalışmışlardır. Ve bütün şuurlu müslümanların ittifak ettikleri tek bir mezhep veya müctehid yoktur. Yani, kimine göre bir konuda Hanefî mezhebi veya onun müctehidleri doğruyu yakaladıkları ve kuvvetli delillere sahip olduğu halde, kimine göre farklı bir mezhep ve müctehidler o konuda veya başka bir konuda daha doğru ve kuvvetli delillere sahip olabilir. O yüzden bir mezhebin veya müctehidin hükmünü tüm müslümanların uygulamalarını istemeye kimsenin hakkı yoktur. Bir müslüman, falan mezhebin hükmünü tercih edebilir, ama başkalarına dayatamaz, başkası da farklı bir mezhebin görüşünü tercih edebilir. Yoksa mezhepler din edinilmiş olur. "Yoksa onların, dinden Allah'ın izin vermediği şeyleri dinî kaide kılan ortakları mı var? Eğer azâbı erteleme sözü olmasaydı, derhal aralarında hüküm verilir (işleri bitirilir)di. Şüphesiz zâlimler için can yakıcı bir azap vardır."[212]

 

Cuma namazı muhkem bir farîzadır. Farziyeti Kitab, Sünnet ve icmâ ile sâbittir. Kitab ve Sünnet gibi ana deliller mevcut iken, ictihâdî ve tâlî bir şartın yokluğu öne sürülerek, beşer sözü ile Cuma farîzası ortadan kaldırılamaz. "Şek/şüphe ile yakîn zâil olmaz."  Hanefî mezhebinin dışındaki İslâm mezheplerinin tümü (cumhûr-ı ulemâ), Cuma namazını halifenin kıldırma şartını ileri sürmezler, bu namazın dâru’l-harple ilişkisi olduğunu da iddia etmezler. Elbette hiçbir mezhep ve âlim, Cuma namazının devlet namazı olduğunu da ileri sürmez. Mezhep bağnazı olmayan "Kur'an ve Sünnet, Kur’an ve Sünnet!" diyen müslümanlar, Kur'an ve Sünnetin kesin emri konusunda, gerekirse başka bir mezhebin görüşüyle amel eder, Kur'an ve Sünnetin emrini çiğneme ihtimalini ortadan uzaklaştırır.

Kaldı ki, bu insanlar, kraldan fazla kralcı kesildiklerini fark etmiyorlar mı? Hanefî mezhebi adına Cuma namazının şartları oluşmadığı için Cuma namazının kılınmayacağını iddia edenler, Hanefî mezhebine ait "şu şartlar yerine gelmeyince Cuma namazı kılınmaz, kılmayın!" diye net bir fetvâdan bile bahsedemezler. Nice müslümanın kanını döktüğü gibi, kendisini de zindanlara atıp orada şehid eden zâlim bir yöneticinin hâkim olduğu şartlar altında Ebû Hanife'nin Cuma namazı kılmadığını veya kılınmasını câiz görmediğini kimse iddia ve isbat edememektedir. Onun zamanında da, ondan sonra da hanefî müctehidler, kendi çıkarımlarıyla tesbit ettikleri cumanın sıhhat şartları yoksa Cuma namazı kılmayın demedikleri ve tarihte Cuma namazı kılmayan cemaatlerden bahsedilmediği gibi, daha sonra gelen bazı hanefî müctehidleri, bu şartlardan bazıları yerine gelmediği için, Cuma namazı terk edilmez, belki sahih olmamıştır diye, öğle namazı yerine geçmek üzere "zuhr-ı âhir" adı verilen Peygamberimiz zamanında hiç bilinmeyen namazı tavsiye etmiştir. Başka hiçbir mezhebin bilmediği bu namazın tek bir gerekçesi vardır: Bir mezhebe göre şartların yerine gelmediğinde Cuma namazının terk edilmemesi, ama aynı zamanda Cuma namazı sahih olmayabilir endişesinden dolayı, öğle namazı yerine geçecek dört rekâtlık bu namazın da kılınması.      

Tarihte olduğu gibi günümüzde de hiçbir ülkede Cuma namazını protesto etme ve Cuma namazının kılınmaması gerektiğini (belki bir-iki istisnâ dışında) âlimler gündeme getirmemiştir. Bu konuda yüzlerce âlimden kimler Cuma namazı kılınmasına karşıdır? "Bugünkü şartlarda Cuma namazı kılınmaz" diyen ne kadar âlim gösterilebilir? Çağımızda dünya çapında kabul gören Mevdûdi mi, Seyyid Kutub mu, kardeşi Muhammed Kutub mu, Hasan el-Bennâ mı, Muhammed Ali Sâbûnî mi, Ebû Ğudde mi, el-Âlbânî mi, Muhammed Gazâlî mi, Yusuf el-Karadavî mi, bunlardan veya bunlara benzer âlimlerden herhangi birinin Cuma namazının kılınmaması gerektiğiyle ilgili bir fetvâ, görüş veya uygulama iddiâ edilebiliyor mu? Bu konuyu Türkiye'de ilk ortaya atanlar bile bu görüşlerinden vazgeçmiş, Cuma namazının kılınması için yine Hanefî fıkıhçıların görüşleri istikametinde çözümler önermeye ve (Cuma imamı olarak seçtikleri kişilerin arkasında) Cuma namazını kılmaya ve kılınmasını istemeye başlamıştır. Dâru’l-harp durumunda olduğu ve tâğûtî düzeni protesto ve Diyanete tepki için bugünkü şartlarda Türkiye’de Cuma namazı kılınmamalıdır diye ilk kamuoyu oluşturan zâtın, hatasından dönmüş olması sevindiricidir. Bu konuları ondan öğrenen bazı kişilerin hâlâ kraldan fazla kralcılığı ise düşündürücüdür. Bu konuda şâz kalan rahmetli Sadreddin Yüksel Hoca'dan başka Türkiye'de veya diğer ülkelerde “Cuma namazı kılınmamalıdır” diyen meşhur hiçbir âlim gösterilememektedir. İhvân-ı Müslimin'den tutun, ülkeleri işgal altındaki (dâru'l-harp kavramı için gerçek bir örnek, yani savaş ülkesi olan) Kudüs'te, Filistin topraklarında da Cuma namazı terkedilmemiştir ve hâlâ büyük katılımlarla kılınmaktadır.

Bu konu, tekfir konusuyla da (mevcut câmi imamlarının kâfir olduğu değerlendirmesi ile) ele alınmaktadır. Tâğutlara gönülden bağlı olmayan resmî görevlilerin, sırf memur diye Allah'ın değil, tâğûtî devletin emrinde olduğunu ve küfrü imana tercih eden kâfirler olduğunu iddiâ etmek, insanı vebal altına sokabilir. Bu konu, Müslümanlar arasında tartışılmaktadır. Sadece Cuma değil, beş vakit farz namazlar da tabii ki Kur’an’ın istediği gibi şirksiz şekilde iman eden müslümanların arkasında kılınabilir. Akaidinin sağlam olduğunu zannettiğimiz, yani küfre girdiğine dair kesin delillerimizin olmadığı, ağzından elfâz-ı küfür, davranışlarından ef’âl-i küfür sâdır olmayan her kıble ehlini müslüman kabul ederiz. Hutbesinde tâğutun dostu olduğunu (te'vil edilemeyecek açıklıkta) ifâde eden bir imama (daha doğrusu hakka bâtılı karıştıran devlet memuruna) rastladığında müslümanlar câmiyi terketmeli, alenen tevbe etmediği müddetçe bir daha da o şahsın arkasında hiçbir namazı kılmamalıdır. Tâğutu seven, bunu görüşleriyle ya da okuduğu hutbeyle gösteren bir kimsenin arkasında sadece Cuma değil, hiçbir namaz kılınamaz. Bu konuda diğer namazlarla Cuma namazı arasında fark yoktur. Yani, arkalarında beş vakit namaz kılınması câiz olan kimsenin Cuma imamı olmasında, günümüz şartlarında bir sakınca yoktur. Okul diplomalarının, resmî nikâh işlemlerinin küfre ait birer vesika kabul edilmeyip düzenin dayattığı birer formaliteden ibâret kabul edildiği gibi, resmî görevlerin de birer formalite kabul edilmesi gerektiğini ileri süren çok sayıda kişi vardır. Bununla birlikte en azından bu konuda şüphe olduğundan ihtiyatlı davranarak beş vakit namaz ve Cuma namazı gibi çok önemli bir ibâdeti, kabul olmama ihtimalinden dolayı diyanet görevlilerinin arkasında kılmayan kimseleri de haksız görme hakkımız yoktur. Resmî görevlileri namaz ve Cuma imamı kabul etmeyen, ama bunlar yüzünden cumayı da terk etmek istemeyip formül arayan çok sayıda muvahhid mü’min bulunmaktadır.

Cuma namazını resmî imamların arkasında kılmak zorunda değiliz; devlet memuru durumundaki resmî görevlilerin arkasında kılmaya gönlümüz yatmıyorsa, kendi aramızda cemaat teşkil ederek herhangi bir yerde Cuma namazı kılmalıyız. Cuma namazlarının ille de bir camide kılınmasının şart olmadığını belirtelim. Özellikle günümüz ortamında câmilerden daha özgür alternatifler oluşturabiliriz. Müslümanlar, diyanete bağlı bir câmi imamının (namaz kıldırma memurunun) arkasında namaz kılmaya gönülleri elvermiyorsa, toplanıp kendi aralarında bir dernekte, vakıfta, hatta bir işyerinde veya uygun bir evde Cuma namazı kılabilirler, kılmalıdırlar.  

 

"Biz de Mûsâ ve kardeşine; 'Kavminiz için Mısır'da evler hazırlayın ve evlerinizi yönelinecek kıble, namaz kılınacak yerler yapın, namazlarınızı da dosdoğru kılın. (Ey Mûsâ, size uyan) mü'minleri (zaferle) müjdele!' diye vahyettik."[213]

Bu âyetten anlaşılmaktadır ki, Firavunların hâkim olduğu yerlerde, evlere sahip çıkılması, evleri hem bir sığınak, hem birer kale edinmek, tüm fonksiyonlarıyla mescid haline getirip kurumlaştırmak şarttır.

Mekke döneminde, İslâm'ın tebliği ve hâkimiyetine yönelik faâliyet alanı olarak tek kurum vardı: "Erkam'ın evi." Bu ev, tüm fonksiyonlarıyla mescit ve mektep görevi yapıyordu. Bugünkü cemaat evleri, bağımsız dernek ve vakıf durumundaydı. Kâfirlerin müdâhalesinden, hatta bilgi ve kontrolünden tümüyle uzak bu özgür kurum, insanı hem nefsinin hevâsına kul olmaktan ve hem de değişik tâğutların kulu-kölesi haline gelmekten koruyan bir kale idi.

Mescid, sadece ma'bed görevini yerine getirip dünyevî hayatla bağlarını kesen laik kurum değildir. Asr-ı saâdet örneğindeki mescid, şu fonksiyonları da görür: Eğitim-öğretim kurumu ve kültür merkezi, kütüphane, cihad karargâhı, irşad yeri, buluşma ve görüşme mekânıdır mescid. Nikâh ve düğün salonudur, misafirhanedir, spor merkezidir, istişâre ve organizasyon meclisidir. O yüzden câhiliyye döneminde mescid haline getirilmesi gereken evlerin de bu özelliklere sahip olması, ya da tüm bu görevleri yerine getirecek "dâru'l-erkam" tipli cemaat evlerinin, vakıf ve derneklerin -tümüyle tâğûtî özelliklerden bağımsız ve özgür olma şartıyla- oluşturulması gerekmektedir.    

Hem Firavunlar çağında, hem Mekke döneminde müslümanlar, evlerini, ders yaptıkları ve cemaat olarak toplandıkları yerleri ihyâ etmeleri, ev ve benzeri yerlerin kendilerini ve çevrelerini ihyâ etmesi için oraları Allah'ın evi haline getirmeleri Kur'ânî bir gereklilik ve nebevî bir tavır olmaktadır.

O yüzden câmilerde Cuma kılmayı uygun görmeyen Müslümanların cumayı bu sebepten terk etmeleri de doğru olmaz. Kendilerine alternatif mescidler, yani cemaatle namaz ve Cuma kılabilecekleri mekânlar rahatlıkla bulabilirler, bulmalıdırlar.

20. y.y.ın ilk çeyreğindeki işgal ve savaş zamanlarında Maraş'taki bir imamı, o günkü özel şartlar nedeniyle farklı değerlendirdiğimizde, Cuma namazının Türkiye şartlarında kılınmaması gerektiği, Türkiye'de ilk defa 1970'lerin sonlarına doğru ortaya atıldı. Osmanlı devletinde olduğu gibi, Cumhuriyetin ilânından sonra da Cuma namazının kılınmaması gerektiği gündeme gelmemiştir. Şeyh Said, Said Nursi, Atıf Hoca ve benzeri düzene belirli oranlarda karşı çıkan hiçbir âlim böyle bir fetvâ vermemiştir. Arap ülkelerinde de aynı şey geçerlidir. Bu konuyu Türkiye'de gündeme getiren kişiler, bununla aslında müslümanların şuurlanmasını, siyasî bilince ulaşmasını, devlet ve tâğut konusunun bu şekilde anlaşılabileceğini düşünmüşlerdir. Ama, hiçbir zaman böyle olmamıştır. Cuma namazı kılmayanların bu görüşünden devletin etkilenip geri adım attığı söylenemeyeceği gibi, halkın da Cuma namazını kılmayanlara tavrı beklentilerin tam aksine olmuştur. Cuma'yı terk, halkı şuurlandıracağına; terkeden gençlerin câmi cemaatinin gözünden tümüyle düşmesine sebep olmuştur. Cuma, terkedilerek değil; sahiplenilerek aslî hüviyetine kavuşturulabilir. Haccı (gidişleri Diyanet ve dolayısıyla T.C. düzenliyor ve hac paraları önceden bankaya yatırılıyor diye) câiz görmeyip terketmeye, cemaate katılmamaya, Cuma namazını protestoya hiçbir müslümanın hakkı yoktur. Bu tavırlar, ilhâmını Kur’an ve Sünnetten alan davranışlar olmadığı gibi, tebliğe de zarar veren yanlışlardır.      

Cuma namazı kılmayanların da hemen hepsi, Cuma vaktinde vicdânen rahat olmadıklarını, bir ibâdeti terk etmenin vebalini düşündüklerinden dolayı kalplerinin huzura kavuşmadığını -en azından yakın çevrelerine- dillendirirler. Yine bunlardan bazıları, alternatif de oluşturamamakta, bazen de farklı şekilde Cuma namazı kılmak için özel bir yer bulduklarında kendi ictihadlarıyla çelişen tavırlara girebilmektedirler.

         

Kur'an'dan başka kutsal ve yanlışsız kitap, Peygamberimiz’den başka da mâsum insan yoktur. Müctehidlerin görüşleri de herkesi bağlamaz. Kaldı ki, hiçbir mezhepten hiçbir müctehid, hangi şartlar eksik olursa olsun, Cuma namazının kılınmaması gerektiğini net bir şekilde fetvâya bağlayıp şartlar eksik olunca Cuma’nın kılınmasını yasaklamamıştır. Çünkü Kur'an'ın emrini yasaklamak çok büyük bir cür'ettir. "Yoksa onların, dinden Allah'ın izin vermediği şeyleri dinî kaide kılan şerikleri/ortakları mı var?"[214]     

Kendisinin müctehid değil; taklitçi olduğunu söylediği halde, müctehidlerin bile vermediği fetvâları, güya onların ictihadlarından yola çıkarak cesâretle vermek, kraldan fazla kralcılıktır; mezhepli olmak değil, mezhepçilik yapmaktır. Kur’an’dan başka kutsal kitaplar, Peygamber’le (s.a.s.) birlikte, sözü eleştirilemeyecek başka insanlar kabulü diye tanımlanacak problemlerle müslümanlar dünyada rahmet ve devlete, âhirette cennete zor kavuşur.

   

Bugün insanlara sunulan din; büyük oranda şudur: Beşerî görüşler, göreceli ve tartışmalı konular, cemaatlerin ihtilâflı yorumları, filân efendi hazretlerinin görüşleri, bundan yüzlerce sene önceye ait ve o günkü şartlarla ilgili fetvâlar ve kelâmî değerlendirmeler, hatta yer yer Kur’an’ın bazı emirlerini yasaklayan, bazı yasaklarını mubah kılan tavırlar... Kur’an’ın ısrarla emrettiği halde, bazı müslümanların ısrarla yasakladığı kimi ibâdetler sözkonusu olabilmekte, bazı şahıs ve cemaatler Kur’an’a taban tabana zıt olan bir yasağı, meselâ Kur'ânî bir emrin, Cuma namazının terkini, fâiz gibi bir haramın mubahlığını cihad yorumu ve dâru’l-harp mantığı ile topluma empoze etmektedir. Kimine göre İslâm, sanki cihad nutukları atmaktan veya Cuma kılmamak, câmileri boykot etmekten, İslâm’ın sadece siyâsî taraflarını öne çıkarmaktan ibârettir. Dâvet edilen din, altı çizilen esaslar bu tür beşerî yorumlardır.

Bu gibi durumlar, karşısındakine ictihad hakkı vermeden, kendini veya reisini müctehid ilân etmektir. Hatta, müctehid hata yapabilecek kişi olduğu halde, kendi cemaat görüşünde, liderinde yanılma ihtimali kabul etmeyen kişinin bu tavrının ne anlama geldiği, dilin ifâde etmekten çekindiği fecî bir tavır olmaktadır. “Allah’ı bırakıp bilginlerini (hahamlarını), râhiplerini rabler edindiler...”[215] Adiy bin Hâtem, Rasûlullah’ın yanına geldiğinde bu âyeti okuyunca, Adiy: “Yâ Rasûlallah, hıristiyanlar din adamlarına ibâdet etmiyorlar, onları rab ve ilâh edinmiyorlar ki” dedi. Rasûlullah (s.a.s.) bunun üzerine şöyle buyurdu: “Onlara haramı helâl, helâlı da haram yaptılar, onlar da uymadılar mı din adamlarına?” Adiy: “Evet” dedi. Efendimiz buyurdu ki: “İşte bu, onlara ibâdettir, tapınmadır.”[216]

  

Din anlayışımız; özellikle akîdeye, haram-helâl ölçüsüne ve ibâdet hükmündeki ahkâma, mutlak doğrulara dayanmak durumundadır. Mutlak doğruyu te’vil edip beşerî yorumları din haline getiren anlayış, İslâmî anlayış olamaz. Falan hocanın veya filan İmamın bir görüşünü, İslâm’ın olmazsa olmaz bir unsuruymuş gibi din adına ileri sürmek, bu görüş doğru olsa dahi, çok yanlış bir yaklaşımdır. Her grubun, İslâm cemaatini kendisinin temsil ettiğini, kendi dışındakilerin sapma içinde olduğunu zannetmesi, hatta buna inanıp başkalarına dayatması Dinimiz için problem olmaktadır. Müslümanların kendi kanaatlerini, üstad, lider ve âlimlerinin yorumlarını Din zannetmeleri, bugünkü ihtilâfların temelini teşkil etmektedir.

Meşhur hadis-i şerifte, bir kötülük görüldüğünde el, dil veya kalple onun (daha iyisiyle) değiştirilmesi emredilir.[217] Bu hadis, aynı zamanda alternatif göstermeyi emretmektedir. Kur’an’da Mescid-i takvâ alternatifi gösterilerek mescid-i dırardan bahsedilmesi[218] konuya örnektir. İctihad, ilgili nassla yaşanan olay arasında bağ kurabilmektir. Yaşanan hayatı yeterince tanımayan, tahlil edemeyen kimselerden doğru ictihad beklemek, elma ağacından armut beklemek gibidir. Allah için bir bakın, dünyadaki şuurlu müslümanlar bu konularla mı uğraşıyor dersiniz?!

Bekri Mustafa’nın imam olmasıyla ilgili fıkrayı konumuza adapte edebiliriz: Öteki âlemdeki ruhlar sorarlarsa, onlara buralardaki müslümanların pireye kızıp yorgan yaktıklarını, tâğutlara kızıp bazı farzları terk ettiklerini söylersin, onlar gerisini anlarlar...

Dâru'I-Harpte Cuma Namazı

 

Hanefî Mezhebinin Bu Hususla ilgili Görüşleri

 

Diğer mezhep imamlarının bu konuda herhangi bir sorunları bulunmamaktadır. Hanefîler'e gelince, bütün Hanefî âlimleri İslâm devleti­nin fiilen mevcut olması kaydıyla İmam Ebû Hanîfe tarafından ileri sürülen devlet başkanı şartını kabul etmelerine rağmen, İslâm devletinin fiilen ortadan kalktığı ve "Dâru'l-Harp Fıkhı­"nın gündeme girdiği fitne zamanlarında Cuma namazının mûteber olabilmesi için devlet başkanı şartını aramayarak sair mezhep imamlarıyla aynı çizgide birleşmişlerdir.

Nitekim bizzat İmam Ebû Hanîfe'nin mektebinde yetişen ve bu mezhebe ait görüşlerin birçoğunda imzası bulunan Hanefî müctehidlerden İmam Muhammed, Cumanın şartlarını sayarken bu hususta son derece temkinli davranarak şöyle de­mektedir: "Cuma namazının şartları; cemaat, hutbe ve vakittir. İkincisi ise, vali ve şehir olup bunlar ihtilâflıdır.[219]

Hanefî ulemâsından Kâsânî ise, "el-Bedâî" adlı meşhur eserinde bu şartın sadece İslâm devletinde devlet başkanı ve nâibinin hazır bulunması haliyle sınırlı olup İslâm devlet başka­nı, ve nâibinin bulunmadığı fitne dönemlerinde bu şarta riâyet edilmeksizin Cuma namazının kılınacağını hiç bir te'vile imkân vermeyecek bir dille ifade ederek şöyle der: "Devlet başkanı veya nâibinin kıldırması şartı, devlet başkanı veya nâibi mevcut olduğu zamandır. Ama fitne veya ölüm sebebiyle devlet başka­nı olmadığı ve Cuma namazının vakti girinceye kadar henüz başka bir devlet başkanı da hazır bulunmadığı zaman; Kerhî: ‘İnsanların kendilerine Cuma namazını kıldırması için bir kişi­nin arkasında toplanıp Cuma namazını kılmalarında herhangi  bir beis yoktur’ demiştir. Nitekim "El-Uyûn"da İmam Muhammed'den de bu şekilde söylediği rivâyet edilmiştir. Zira Hz. Osman (r.a.)'dan rivâyet edildiğine göre kendisi muhâsara edil­diği zaman insanlar Hz. Ali'yi öne geçirmişler, o da onlara Cu­ma namazını kıldırmıştır.[220]

Kâsânî'nin "Devlet başkanı veya nâibinin kıldırması şartı (İslâm devleti ve halife) devlet başkanı veya nâibi mevcut olduğu zamandır." ifâdesi istilâ, anarşî ve benzeri sebeplerle İslâmî otoritenin fiilen ortadan kaldırılması ve ülkenin dâru'l-harbe dönüşmesi hâlinde devlet başkanı şartının aranmayacağı konusunda son derece net bir ifadedir. Bu da gösteriyor ki Hanefîler bu şartı sadace İslâm devletinin mevcut olması haline bağlı olarak ortaya atmışlardır.

Bütün Hanefî ulemâsı aslında mezheplerinin bu husustaki kanaatlerini savunmakla beraber, müslümanla­rın halîfeli toplumdan mahrum edildikleri fitne zamanında ve kâfirlerin istîlâsı altındaki "Dâru'l-Harp"te bu şarta bakılmaksı­zın Cuma namazının mutlak sûrette kılınacağını belirterek, so­nuçta Cuma namazında devleti ve devlet başkanını şart sayma­yan cumhur-ı ulemâ ile aynı noktada birleşmektedirler. İslâm devletinin dışında ve dâru’l-harpte Cuma kılınmaz diyen bir tek Hanefî âlimine rastla­mak mümkün değildir. Bu da Hanefî mezhebinin bu şartı ileri sürerken günümüzde bazı marjinal grupların anladığı ya da an­lamak istedikleri şekilde Cuma namazının bir devlet namazı veya bazılarının uyduruk tabiriyle "kendisinde devletin temsil edildi­ği resmî bir toplantı namazı(!)" olarak görmediklerini isbâta kâfidir.

Tahânevî'nin de ifade et­tiği gibi, "Aslolan aksine bir delil bulununcaya kadar öğle ile Cumanın müsâvî oluşudur. Çünkü Cuma namazı öğle namazın­dan bedeldir. Bu, üzerinde ittifak olunan bir şeydir."[221]

Müslümanlara yakışan, zayıf delillere daya­nan bir kısım görüşlere taassup derecesinde sarılmak yerine, da­ha kuvvetli delillere dayanan cumhûr-ı ulemânın görüşlerine uymak ve Cuma namazı gibi son derece mühim bir ibâdeti terk etmemektir. Hanefîlerin de itiraf ettikleri gibi, Allah Teâlâ bu namazı kayıt ve şarta bağlamaksızın mutlak olarak emretmiştir. Öyleyse aslına uygun olarak kayıt ve şarta bağlanmaksızın mut­lak olarak edâ edilmesi gerekir. Kaldı ki Hanefî ulemâsına göre devlet başkanı meselesi, Cuma namazının "olmazsa olmaz"ı gi­bi gözükmüyor. Belki Cuma namazını kıldırmak herkesten önce devlet başkanına ait bir vazife sayılıyor ki doğru olanı da budur. Zira İslâm’da, sadece Cuma namazları değil bütün namazları kıl­dırmak öncelikle devlet başkanına ve sırasıyla diğer idârecilere ait bir vazifedir.

Peygamberimiz’in buyurduğu gibi,[222] sadece Cuma namazı değil, bü­tün namazları kıldırmak devlet başkanının bir vazifesi, hatta müslümanların lideri olma vasfının bir şartı sayılmaktadır. Ama bu, devlet başkanı yoksa beş vakit namazın kılınamayacağı anlamına gelmez. Bunun anlamı, devlet başkanı İslâm’ın kendi­sine yüklediği diğer vazifelerle birlikte nihâyet bu vazifeyi de yapmadığı zaman müslümanların lideri olma vasfını kaybeder, demektir. Yoksa bu vazife, onu yerine getiren olmadığı için vazîfe olmaktan çıkar, demek değildir. Şu halde tıpkı beş vakit namazı kıldırmak devlet başkanını müslümanların meşrû lideri yapacak önemli bir sıfat olduğu gibi, Cuma namazını kıldırmak da devlet başkanını müslümanların meşrû lideri yapacak önemli bir vazifedir. Ama bu vazîfeyi devlet başkanı yapmadığında beş vakit namazın farziyyeti ortadan kalkmadığı gibi Cuma namazı­nın farziyyeti de ortadan kalkmaz. Çünkü bir vazîfe, o vazifeyi yerine getiren olmadığı için vazîfe olmaktan çıkmaz. Sadece vazîfeyi yapmakla sorumlu olanların nâkısasını ortaya koyar.

Biz, bütün ulemânın izini takip ederek Allah'ın mutlak ola­rak farz kıldığı bir ibâdetin hiç bir kimsenin görüşünden veya herhangi bir topluluğun davranışından dolayı terk edilemeyece­ği noktasında herhangi bir tereddüt taşımıyoruz. Biz biliyor ve inanıyoruz ki bütün namazları kıldırmak devlet başkanının bir vazifesi hem de imâmetinin meşrûluğunun sebeplerinden biridir. Fakat devlet başkanının bu na­mazları kıldırmak vazifesiyle yükümlü olması, bu namazların farziyyetinin ve meşrûluğunun bir sebebi değildir. Bu, bütün mezhep imamlarına göre hatta Hanefî ulemâsına göre de böyle­dir. Yukarıda naklettiğimiz Hanefî imamlarının görüşleri bunun isbâtıdır. Şayet Hanefî mezhebine göre devlet başkanı bu nama­zın meşrûiyyetinin bir sebebi ve "olmazsa olmaz"ı sayılmış ol­saydı, bu âlimler "Dâru'l-Harb" olsun "Dâru'l-İslâm" olsun her halükarda Cuma namazının kılınacağı fikrini savunarak "kâfir­lerin istîlâ ettiği beldelerde bile sahih olmasına rağmen, fitne zamanlarında kılınan Cuma namazı geçerli değildir" diyenlerin câhilliği ortaya çıkmıştır[223] derler miydi?!

Gayr-i İslâmî bir yönetimi protesto etmek ya da halkın dikkatini belli bir noktaya çekebilmek için siyâsî tavırla Cuma namazını terk etmek gibi bir yaklaşım, hiçbir ibâdet için hiçbir âlimin öngörmediği her yönüyle yanlış bir değerlendirmedir. İslâm dininde herhangi  bir ibâdeti meşrû kılmak ya da Allah tarafından meşrû kılınan herhangi  bir ibâdeti iptal etmek sadece Allah'ın tekelindedir. Peygamber dahi olsa hiçbir kimsenin, bu noktada tercih hakkı yoktur. Her ne kadar Allah, Peygamberini dinde "helâl ve haram" kılma yetkisiyle donatıp onu ümmetin şârî'i kabul etmiş olsa bile bu, onun Allah'ın emir ve nehiylerine aykırı olmaksızın hüküm koyabileceği anlamındadır. Değilse Peygamber'in hiçbir şekilde Allah'ın irâdesine aykırı hareket etmesi, yani Allah’ın emrettiği bir şeyi iptal, haram kıldığı bir şeyi de helâl kılması söz konusu olamaz. Zira Peygamber (s.a.s.)'in yetki ve nüfuz alanı Allah'ın rızâsıyla sınırlıdır.

Müctehid bile olsa, hiçbir kimsenin, şâri’nin açıkça beyan etmediği bir şeyi illet sayıp onun meşrû kıldığı herhangi bir ameli ictihadı sâyesinde iptal etme yetkisi yoktur. Müctehidlerin yetkileri naslara işlerlik kazandırmaktan ibarettir. Onlar ictihadları ile herhangi  bir nassın hükmünü iptal edeme­yecekleri gibi, nas vârid olan yerde ictihad dahi yapamazlar. Ni­tekim “Mevrid-i nasta ictihada mesağ yoktur” Nas mevcut olan yerde ictihada müsaade yoktur[224] kaidesi bütün ulemânın ittifafakla kabul ettiği küllî bir kaidedir. O halde Allah ve Rasûlü'nün sarih ve muhkem naslarla farz kıldığı Cuma namazı gibi bir ibâdeti aynı derecede sarih ve muhkem bir delil olma­dan iptal etmek veya siyâsî tavır yaftasıyla insanlara onu terkettirmek nasıl câiz olabilir? Hedefi ve gayesi ne olursa olsun bu, Allah ve Rasûlüne apaçık muhâlefet etmektir. Bu ise sapıklık­tan başka bir şey değildir. Nitekim Allah Teâlâ bu hususa işaret ederek şöyle buyurmaktadır: “Allah ve Rasûlü bir işte hüküm verdiği zaman, artık inanmış bir erkek ve kadına, o işi kendi is­teklerine göre seçme hakkı yoktur. Kim Allah'a ve Rasûlüne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur.”[225]

Hükümle­rin illetlerinin ve hedeflerinin ne olduğunu kesin olarak ancak Allah ve Rasûlü bilir. Bizim akıl ve re'yimizle naslar ve şer'î hükümler hakkında vereceğimiz hükümler, ancak zandan ibaret kalır. Zan ise, haktan bir şey ifade etmez.[226]

O halde elinde kesin bir delili bulunmadığı halde bir müslümanı nasıl olur da Kur'an'ın "zikir" tâbir ettiği bir ibâdetten bahisle "bana göre bu, siyâsî bir ibâdettir" diyebilir ve insanları siyâsî tavırla Cuma namazını terketmeye çağırabilir? Müslü­man her türlü hareket fıkhını Kur'an ve sünnetten almak zo­rundadır. Kur'an ve sünnette ise, şu veya bu ibâdetin bu arada da Cuma namazının siyâsî tavırla îfâ edilip aynı şekilde siyâsî tavırla terk edilebileceğine dair sarih veya dolaylı olarak herhangi bir ifade mevcut değildir. Kezâ bugüne kadar “Cuma namazının siyâsî bir ibâdet olduğunu ve siyâsî tavırla terk edilebileceğini” söyleyen hiçbir müctehide, hiçbir âlime rast­lanmamıştır. Bu konuda en katı kurallar getiren Hanefîler bile Cuma namazının siyâsî bir ibâdet olduğunu dolayısıyla da gayr-i İslâmî otoriteler altında kılınamayacağını söylememişlerdir. Aksine onlar kâfirler tarafından istilâ edilen beldelerde dahi ka­yıtsız şartsız Cuma kılınacağını ifade etmişlerdir.

Hicret yolculuğu esnâsında başını getirene yüz devenin vaadedildiği ve Allah’ın himâyesi dışında henüz hayatından bi­le emin olmadığı bir ortamda Ranuna vadisinde Sâlim b. Avfoğulları mahallesinde Rasûlullah (s.a.s.) Cuma namazı kıldırmıştır. O esnâda ortada hangi İslâm devletinin ve otoritesinin varlı­ğından söz edilebilir? Kezâ hicretten önce henüz bir dâru’l-harp olan Medine'de Müslümanlar Rasûlullah (s.a.s.)'in emir ve mü­saadeleriyle Cuma namazı kılıyordu. Hiçbir kimse Medine'de o dönemde İslâmî bir otoriteden, hatta ıstılahî mânâda bir cemaatin varlığından bile söz edemez. Zira hicretten önce Medi­ne'de dinî-siyasî anlamda kimsenin liderliği söz konusu değildi. Akabe bey'atından sonra nakib/temsilci seçilen insanların li­derliği tamamen kabile bağlarına ve etnik yapıya dayalı bir li­derlikti. Bu sebeple o gün Medine'de bir değil, birden fazla lider bulunuyor ve her biri sadece kendi kabilelerinin temsilcisi sayı­lıyordu. Mus'ab b. Umeyr ise, onların lideri değil, sadece namazlarda imam olan ve Kur'an öğreten bir muallim konumun­daydı. Sonra Medinedeki bu insanlar dinî-siyasî mânâda bir ce­maat oldukları için kılmış olsalardı Mekkede Rasûlullah (s.a.s.)’in kılması daha evlâ olurdu. Zira Cemaatin asıl lideri kendisiy­di. Hâlbuki kılmamıştır. Neden? Çünkü kılma imkânı yoktu da ondan. O halde Medinede insanların Cuma kılmaları cemaat ol­dukları için değil, ortamları müsait olduğu içindir. Şayet iddia edildiği gibi, gayr-i İslâmî sistemlerin otoritesi altında Cuma kılmak o sistemleri meşrû hale getirmek veya onunla entegre olmak veyahut da Tâğût'u velî edinmek anlamına gelseydi, Rasûlullah (s.a.s.)'in İslâm devletinin kurulduğu güne kadar Cu­ma kılınmasına müsaade etmemesi gerekirdi. Şayet Rasûlullah bu ictihadında hata etmiş olsaydı, Allah Teâlâ'nın Rasûlünü uyarması, onun da müslümanları bundan vazgeçirmesi icap ederdi. Hâlbuki böyle bir şey olmamıştır.

O halde yeryüzünün her tarafında kâfirlerin hâkim olduğu bir ortamda Allah'ın Rasûlü Cuma kılarak ve kılınmasını emrederek tavır koyarken Cuma namazını terkederek tavır koymak bu insanların aklına nereden geliyor? Eğer düzene tavır konulacaksa, bunun yolu Allah'ın farz kıldığı bir ibâdeti terketmek değil, en mühim kamuoyu oluşturma vâsı­tası olan bu ibâdeti lâyık-ı veçhiyle (hangi mekânda daha uygunsa orada) yerine getirerek müslümanları bilinçlendirmek ve bu yüzden gayr-i İslâmî güçlerden gelebile­cek tehlikelere karşı da göğüs germektir. İslâm’ın farz kıldığı bir ibâdeti terketmek, diğer bir ifadeyle İslâm’ın kesesinden fedâkarlık yapmak tavır değil, tâviz vermektir. Bütün bunlar bir ya­na İslâm’da "siyâsî tavırla herhangi  bir namazı terketmek" diye bir ibâdet şekli yoktur.

Hepsinden önemlisi -keskin sirke küpüne zarar misali- bu tür hareketler başkalarından daha ziyade müslümanları rahatsız etmekte ve geniş halk kitlelerinin kendilerini dışlamalarından başka bir sonuç vermemektedir. Nitekim bunların bu tavrı, başkalarından önce müslümanların büyük bir kesimin tepkisini toplamış ve hemen hemen büyük bir çoğunluk tarafından dışlanmış durumdadır. Daha önce bu anlayışta olan nice Müslüman, bu konuda hataya düştüklerini de kabul etmektedir.

Netice itibarıyla hiç bir ibâdet, bu arada da Cuma namazı ister siyâsî tavırla isterse başka bir maksatla terkedilemez. Dinde siyâsî tavırla ibâdetlerin terkedilmesi diye bir ibâdet mevcut de­ğildir. Bu kapının aralanması dinin bütün emirlerinin iptaline sebep olacak çok tehlikeli bir davranış şeklidir. Bu düşünceyi destekler mâhiyette ne bir âyet, ne bir hadis, ne bir sahâbi sözü, ne bir icmâ, ne de bir kıyas bulmak mümkündür.[227]

Kur’ân-ı Kerim’de Cuma Namazı

“Ey iman edenler! Cuma günü namaza çağrıldığı (ezan okunduğu) zaman, hemen Allah’ı zikretmeye (Onu anmak için namaz kılmaya) gidin ve alış-verişi bırakın. Eğer siz gerçeği anlayan kimseler iseniz elbette bu, sizin için daha hayırlıdır.

Namaz bitince yeryüzüne dağılın ve Allah’ın lutfundan isteyin. Allah’ı çok zikredin, umulur ki kurtuluşa erersiniz.

Onlar bir ticaret ve eğlence gördükleri zaman hemen dağılıp oraya giderler ve seni ayakta bırakırlar. De ki: ‘Allah’ın yanında bulunan, eğlenceden ve ticaretten daha hayırlıdır/faydalıdır. Zira Allah rızık verenlerin en hayırlısıdır.” [228]

Hadis-i Şeriflerde Cuma Namazı ve Terkinin Günahı

"Bazı insanlar ya Cum'a namazını terk etmekten vazgeçerler, yahut da Allah onların kalplerini mühürler de artık gâfillerden olurlar." [229]

"Kim önemsemeyerek üç Cuma namazını (peş peşe) terkedecek olursa Allah onun kalbini mühürler." [230]

“Kim Cuma ezanını işitir de icâbet et­mezse artık onun hiç bir namazı yoktur. Ancak bir mâzeretten dolayı olursa bu müstesna.” [231]

"İçimden öyle geliyor ki bir adama emredeyim de insanlara namaz kıldırsın. Sonra da gidip Cuma namazına gelmeyen kim­selerin evlerini (kendileri içlerinde iken) yaktırayım.” [232]

İbn Abbas (r.a.)'dan rivâyete göre şöyle demiştir: "Her kim peş peşe dört Cuma namazını terkederse İslâm’ı arkasına atmış olur." [233]

 

Bir rivâyete göre Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: "Her kim özürsüz olarak üç Cuma namazını terkederse artık o kimse münâfıktır." [234]

"Allah'a ve âhiret gününe inananlara Cum'a namazı farzdır. Ancak yolcu, köle, çocuk, kadın ve hastalar bundan müstesnadır." [235]

 

“Her kim Allah'a ve âhiret gününe iman ediyorsa Cuma gününde Cuma namazı kendisine farzdır. Ancak kadın, yolcu, çocuk yahut köle bundan müstesnadır. Ve her kim bir oyun ya­hut bir ticâret sebebiyle ondan yüz çevirirse, Allah da ondan yüz çevirir. Allah ganîdir, hamîddir.” [236]

"Cuma namazını özürsüz olarak kim terkedecek olursa bir dinâr para tasadduk etsin, (bu kadar) bulamazsa, yarım dinâr tasadduk etsin." [237]

 

"Ezanı her işitene cuma farzdır."[238]

"Her ihtilâm olan erkeğe cumaya gitmek vâcibtir. Cumaya her gidene de gusül vâcibtir."[239]

"Cum'a, geceleyin ailesine dönebilen herkese farzdır." (Kelimeye bağlı tercümesi: "Gece, kimi âilesine sığındırırsa Cuma ona farzdır.") [240]

 

"Cuma günü olunca şeytan çarşı ve pazara erkenden bayraklarıyla gider, insanlara binbir engel çıkararak mâni olmaya, onları cumadan (hiç olsun) geciktirmeye çalışır. Melekler de erkenden gidip mescidin kapılarına dururlar. Gelenleri birinci saatte gelenler, ikinci saatte gelenler diye yazarlar. Bu hâl İmam (hutbeye) çıkıncaya kadar devam eder. Kişi mescidde, İmamı görüp, dinleyebileceği bir yere oturup, can kulağıyla dinledi ve konuşmadı mı, kendisine iki kat sevap vardır. Kişi uzakta kalır ve İmamı dinleyemeyeceği bir yere oturur, sessiz durur ve konuşmazsa bir hisse sevap alır. Eğer, İmamı görüp dinleyebileceği bir yere oturur fakat boş konuşma yapar, sessiz kalmazsa, ona iki hisse vebal yazılır. Eğer, dileme ve görme imkânı olmayan bir yere oturur ve boş konuşur ve sessiz kalmazsa, ona bir hisse vebal vardır. Kimde yanındaki arkadaşına cuma günü ‘sus!’ derse ‘boş konuşmuş’ olur. Kim de boş konuşur ise, o cumadaki sevaptan nasibsiz kalır." [241]

 

"Ey insanlar, ölmeden önce Allah'a tevbe ediniz. (Başka işlerle) meşgul olmadan önce de sâlih ameller işlemeye çalışınız. Allah'ı çokça zikretmek ve gizli ve açık olarak çokça sadaka vermek sûretiyle sizin ile Rabbiniz arasındaki bağı güçlendiriniz. (Böyle yaparsanız) hem rızıklanırsınız. hem de (Allah tarafından) hatırınız hoş tutulur. Şunu biliniz ki: Yüce Allah şu bulunduğum makamda, şu günümde, şu ayımda ve şu yılımda sizlere Cum'a'yı farz kılmış bulunuyor. Ve bu kıyâmete kadar böylece devam edecek. Benim hayatımda, ya da benden sonra adâletli yahutta zâlim bir İmamı bulunduğu halde, onu hafife alarak yahut ta inkâr ederek kim terkederse; Allah, onun iki yakasını bir araya getirmesin, hiç bir işini mübarek kılmasın. Haberiniz olsun, böyle bir kimsenin ne namazı vardır ne zekâtı, ne haccı, ne orucu ve ne de iyiliği Tâ ki tevbe edinceye kadar. Artık kim tevbe ederse, Allah, onun tevbesini kabul etsin. Şunu da biliniz ki: Hiç bir kadın bir erkeğe İmam olmasın. (Okuması düzgün olmayan bir bedevî) Arap, bir muhacirin önüne geçip İmam olmasın. Fâcir bir kimse de, kılıcından ya da copundan korktuğu bir zorbanın kendisini zorlaması hali dışında da mü'min bir kimseye İmam olmasın." [242]

"Bizler, bizden önce kitap verilenlere göre en sonuncusuyuz. Kıyâmette ise en öne geçeceğiz. Onlar, Allah'ın kendilerine farz kıldığı bu Cum'a gününde ihtilâfa düştüler. Allah onu bize gösterdi. Diğer insanlar bu konuda bize uyuyorlar. Ertesi gün yahûdilerin, daha ertesi gün ise hristiyanlarındır." [243]

"Rasûlullah (s.a.s.)'a Cum'a gününe niçin bu adın verildiği sorulduğu zaman şöyle cevap vermiştir: "Babanız Âdem'in yaratılışı o günde oldu. Kıyâmet o günde kopacak, yeniden dirilme ve insanların hesap için yakalanması o günde olacaktır. Cum'a gününün üç saatinin sonunda öyle bir an vardır ki, o anda duâ edenin duâsı kabul olunur." [244]

"Güneşin doğduğu en hayırlı gün cumadır; Âdem o gün yaratılmış, o gün Cennete girmiş ve o gün Cennetten çıkarılmıştır; kıyâmet de cuma günü kopacaktır." [245]

 

"Âdem’in (a.s.) yaratılışı işte o gün oldu, yani vücudunun bütün parçaları o gün bir araya getirildi. O gün tevbesi kabul olundu ve o gün vefat etti. Kıyâmet de o gün kopacaktır. İns ve Cin'den başka hiçbir mahluk yoktur ki, Cum'a günü tan yeri ağardıktan gün doğuncaya kadar -kıyâmet belki bu gün kopar korkusu ile- kulak kabartmasın. Bir de o günün içinde öyle bir saat vardır ki, hiçbir müslüman kul o esnâda namaz kılıp Allah'tan bir hâcetini dilemez ki, onu Allah O'na vermesin." [246]

"Bir kimse Cum'a günü gusleder, elinden geldiği kadar temizlenir, yağ veya koku sürünür, sonra mescide gider bulduğu yere oturur ve namazını kılar, hutbeyi dinlerse; geçen Cum'a'dan o Cum'a ya kadar işlemiş olduğu günahları affolunur." [247]

"Kim cuma günü Cenâbet guslü ile gusül yapar, sonra cumaya giderse sanki bir deve kurban etmiş gibi (sevaba nâil) olur. Kim ikinci saatte  giderse bir sığır kurban etmiş gibi (sevaba nâil) olur. Kim üçüncü saat giderse boynuzlu bir davar kurban etmiş gibi (sevaba nâil) olur. Kim dördüncü saat giderse bir tavuk kurban etmiş gibi (sevaba nâil) olur. Kim beşinci saatte giderse bir yumurta tasadduk etmiş gibi (sevaba nâil) olur. İmam (hutbeye) çıkınca melekler hazır  olur, zikri dinlerler." [248]

"Cuma günü olunca, mescidin her bir kapısında melekler vardır. İlk gelenleri sırayla yazarlar. İmam (minbere) oturunca defterleri kapatıp, zikri dinlemeye giderler." [249]

"Kim (cuma günü) yıkar ve yıkanırsa, kim erkenden (mescide) gider ve hutbenin başına yetişirse, yürür ve binmezse, İmama yakın durur, dinler, mâlâyâni söz etmezse ona  her bir adım için bir yıllık amelin oruçları ve namazlarıyla sevabı yazılır." [250]

"Cuma namazına üç (grup) insan katılır:

1) Kişi vardır, namaza katılır, boş konuşma yapar. Bunun namazdan hissesi, o konuşmasıdır.

2) Kişi var namaza gelir, duâ eder. Bu kimse Allah'a duâda bulunmuştur, Allah dilerse onun istediğini hemen verir, dilerse vermez.

3) Kişi vardır, namaza gelir, sadece dinler ve sükut eder, mü’minlerin arasından yararak geçmez, kimseye eza vermez. Onun bu namazı, daha önce geçen cumaya ve fazladan da üç güne kadar (günahlarına) keffârettir. Bu hal Cenâb-ı Hakk'ın şu sözüne binaendir: "Kim bir hayır yaparsa bu kendisinden on misliyle kabul edilir." [251]

İbn Abbâs (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.)'ın mescidinde kılınan cumadan sonra ilk kılınan cuma namazı, Bahreyn köylerinden olan Cuvâsâ'daki Abdü'l-Kays mescidinde kılınan namazdı." [252]

Özetleyecek olursak;

Kur'an ve sünnet nasları ile selef ve halef âlimlerinin uygulamaları ve müctehid imamların görüşleri, dinî hükümlerin asla vazgeçilemeyen yegâne kaynağının, Kur'an ve sünnet nasları olduğunu, hiçbir kimsenin görüşünden dolayı Kur’an ve Sünnetin emir ya da nehiylerinin terk edilemeyeceğini, ulemânın görüşlerine ise, ancak Kur’an ve sahih sünnete dayandığı zaman tâbî  olunabileceğini te'vîle mahal bırakmayacak biçimde isbât etmektedir. Bütün bu açıklama ve belgelerden sonra bir kimsenin sünnet olduğu isbat edilen bir hükmü terkedip ona muhâlif olan bir görüşle amel etmesi ya da, ulemânın sahih delillere dayanmayan görüşlerinden dolayı Kur'an ve sünnetin kat'î bir emrini terk etme­si hâlinde Allah'a karşı hiç bir mâzereti olamaz.

 

"Artık, Peygamberin emrinden uzaklaşıp gidenler, kendileri­ni bir fitnenin çarpmasından yahut onlara pek acıklı bir azabın ge­lip çatmasından sakınsınlar."[253]

Kur’an’ın her tavsiyesi gibi, şu tavsiyesi de çok önemlidir: "Kendilerine apaçık deliller geldikten sonra parçalanıp ayrılığa düşenler gibi olmayın. İşte bunlar için pek büyük bir azap vardır."[254] Peygamberimiz’in de Cuma konusundaki birçok uyarısı gibi, şu uyarısı da dikkate alınmalıdır: "Bazı insanlar ya Cum'a namazını terk etmekten vazgeçerler, yahut da Allah onların kalplerini mühürler de artık gâfillerden olurlar."[255] Cuma namazını boykot etme ve kılmamak için dinî gerekçeler (bahâneler) aramak yerine; bu Kur'ânî emrin, en güzel şekilde nasıl kılınması gerektiğinin ve bugünkü toplumda tüm müslümanlar için kâmil mânâda Cuma namazını edâ etmenin yolları aranmalıdır. Ama, kâmil ve ideal anlamda ortam mevcut değilse bile, en ehven ortamı tercih ederek namaz mutlaka kılınmalıdır.

İdeal olanı, Müslümanların bir araya gelip aralarından birini cuma imamı seçmesi ve onun arkasında Cuma namazını edâ etmesidir. Bu namaz ideal anlamda câmilerde kılınır; ama günümüz şartlarında câmilerin devlet dairesi olduğunu ve devlet memuru haline gelen imamların akîdelerinin arkalarında namaz kılınamayacak derecede bozuk olduğunu kabul edenlerin yapmaları gereken şey şudur: Uygun bir câmi bulunamıyorsa, bazı dernek ve vakıfların günümüzde câminin fonksiyonlarını resmî câmilerden daha fazla yerine getirdiğini değerlendirerek, câmilerden daha özgür bu alanlarda Cuma namazını kılmalıdırlar. Hatta buna da imkân bulamayanlar, uygun bir işyeri veya benzeri başka mekânlarda bu farîzayı edâ etmelidirler. Radikal (denilen muvahhid ve mücâhid) gençlerin en ideal Cuma alanları ise meydanlar, parklar, kamunun dikkatini çekecek açık alanlardır. Gençler oralarda Cuma namazını kılarak cihad edebilirler. Halk, gazeteciler ve polisler sorsun “niye buralarda namaz kılıyorsunuz?” diye. Onlar da güzel bir üslûpla cevap versin ve bazı konuları kamuya yansıtabilsin. Gerekirse “parkta Cuma namazı kıldılar” diye, bu suçlarından(!) dolayı bazı Müslümanları tutuklasınlar. Televizyonlar göstersin, gazeteler yazsın; “Cuma namazından dolayı tutuklandılar!” diye. Bu durum, bir yönüyle Müslümanlar için şereftir; Allah’a ibâdet ediyor, namaz kılıyor diye başlarına sıkıntılar gelmiş, tutuklanmışlar; diğer yönüyle tebliğdir, bazı konuların kamuya ulaşmasına vesiledir. Düzenin Cuma ve ibâdet düşmanlığının açığa çıkmasına sebep olacak, ılımlı Müslümanlığın gerçek Müslümanlığa nasıl tavır aldığını halkın da görmesi sağlanacaktır.    

Unutmayalım; Cuma namazı Allah ve Rasûlü tarafından kayıtsız şartsız farz kılınan bir ibâdettir. Kur’an ve Sünnetin hükmüne göre yine kayıt­sız şartsız (bu iki kaynağın uygun gördüğü) her türlü ortamda kılınabilir, kılınmalıdır.   

  II. Bölüm

 

İslâm’ın Hâkim Olmadığı Ülkede Yaşayışın

Bedellerinden Bazıları

 

 Kur’an Penceresinden Kâfirlerle Dostluk ve Birliktelik

                                                                                                                                                                     

Tekrar ve gerektiği gibi inanıp kabul edelim ki, müslümanlar, problemlerini Kur’an’a götürmek zorundadırlar. Aralarında bir anlaşmazlık, bir fikir ayrılığı olunca Allah’a ve Rasûlüne arzedip onların hükmüne teslim olmalıdırlar. Bireysel, toplumsal, ülkesel ve ümmet bazındaki problemlerimizin tümünde, Kur’an’dan uzak yaşamak baş sebebi oluşturmaktadır. Çözümü de Kur’an’da arayıp bulmak mecburiyetindeyiz. Kur’an furkandır, hakla bâtılı, doğru ile yanlışı ayıran ve iman edenlere kılavuzluk yapan mü’minlerin hayat kitabıdır.

 

"Ey iman edenler! Allah'a itaat edin. Peygamber'e ve sizden olan emir sahiplerine (müslüman yöneticilere) de itaat edin. Eğer bir hususta anlaşmazlığa düşerseniz -Allah'a ve âhirete gerçekten inanıyorsanız- onu Allah'a ve Rasûl'e götürün (onların tâlimatına göre halledin); bu hem hayırlı, hem de netice bakımından daha iyidir." [256]

 

“Onlara: ‘Allah’ın indirdiğine (Kitab’a) ve Rasûl’e gelin (onlara başvuralım)’ denildiği zaman, münâfıkların senden iyice uzaklaştıklarını görürsün.” [257]

 

"Biz her peygamberi, ancak Allah'ın izniyle kendisine itaat edilmesi için gönderdik. Eğer onlar kendilerine zulmettikleri zaman sana gelseler de Allah'tan bağışlanmayı dileseler, Rasûl de onlar için istiğfar etseydi Allah'ı ziyadesiyle affedici, merhamet edici bulurlardı. Hayır! Rabbine andolsun ki aralarında çıkan anlaşmazlık hususunda seni hakem kılıp sonra da verdiğin hükümden içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın (onu) tam manasıyla kabullenmedikçe iman etmiş olmazlar." [258]

 

“Aralarında hüküm vermesi için Allah’a ve Rasûlüne dâvet edildiklerinde, ‘işittik ve itaat ettik’ demek, sadece mü’minlerin söyleyeceği sözdür. İşte asıl bunlar kurtuluşa erenlerdir. Kim, Allah’a ve Rasûlüne itaat eder, Allah’a huşû/saygı duyar ve O’ndan sakınırsa işte asıl bunlar bedbahtlıktan kurtulanlardır.” [259]

 

“...Onun (Peygamber'in) emrine aykırı davrananlar, başlarına bir belâ gelmesinden veya kendilerine çok elemli bir azap isâbet etmesinden sakınsınlar." [260]

 

"Kendisi için doğru yol belli olduktan sonra, kim Peygamber'e karşı çıkar ve mü'minlerin yolundan başka bir yola giderse onu o yolda bırakırız ve cehenneme sokarız; o, ne kötü bir yerdir." [261]

 

“Aralarında Allah’ın indirdiği ile hükmet ve onların arzularına uyma. Allah’ın sana indirdiği hükümlerin bir kısmından seni saptırmamalarına dikkat et.” [262]

 

“Yeryüzünde bulunanların çoğuna itaat edecek olursan, seni Allah’ın yolundan saptırırlar. Onlar, zandan/tahminden başka bir şeye tâbi olmaz, yalandan başka (söz de) söylemezler.” [263]  

 

“O gün, zâlim kimse ellerini ısırıp şöyle der: ‘Keşke o peygamberlerle birlikte bir yol tutsaydım! Yazık bana! Keşke falancayı dost edinmeseydim! Çünkü zikir (Kur’an) bana gelmişken o, hakikaten beni ondan saptırdı.” [264]

 

“Yüzleri ateşte evrilip çevrildiği gün, ‘eyvah bize! Keşke Allah’a itaat etseydik, Peygamber’e itaat etseydik!’ derler. ‘Ey Rabbimiz! Biz reislerimize ve büyüklerimize itaat ettik de onlar bizi yoldan saptırdılar’ derler. ‘Rabbimiz, onlara iki kat azap ver ve onları büyük bir lânetle rahmetinden kov.” [265]   

 

“Sonra seni din konusunda bir şeriat (ve düzen) sahibi kıldık. Sen ona uy; bilmeyenlerin isteklerine uyma.” [266]

 

"...Kim Allah ve Rasûlü'ne karşı gelirse, bilsin ki ona, (kendi gibilerle birlikte) içinde ebedî kalacakları cehennem ateşi vardır." [267]

Mü’minler, Allah’tan kendilerine bir emir geldiği zaman şöyle derler:“Ey Rabbimiz! Dinledik ve itaat ettik (ediyoruz). Senin mağfiretine (bağışlamana) sığınıyoruz. Ey Rabbimiz, dönüş Sanadır.”[268] Mü’min, kendi görüş, davranış ve seçme tercihini Rabbinden yana kullanır, Rabbinin doğru hükümlerine teslim olur. Her konuda O’nun ölçüsüyle hareket eder, O’nun emirlerine boyun eğer. Peygamberi aracılığıyla gönderdiklerine itaat eder. “Allah ve Rasûlü bir işte hüküm verdiği zaman, artık mü’min erkekle mü’min kadına, o işte kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Kim Allah’a ve Rasûlüne isyan ederse (karşı gelirse) apaçık bir sapıklığa düşmüştür.” [269]

Allah ve O’nun peygamberine isyan, O’nu tanımamak, O’nun koyduğu kanunları hiçe saymak demektir. Bu da insanın İslâm’dan uzaklaşmasına sebep olur. Mü’minler, ancak zararlı, yanlış, bâtıl ve sapık fikirlere, inançlara, sistemlere isyan ederler veya en azından, itaat etmezler.  Allah’a hiç isyan etmeyen melekleri[270] düşünürler. Her anlarını Allah’a ibâdet ve itaat içinde değerlendiren ve toplumlarındaki zâlim ve tâğutlara baş kaldıran peygamberleri[271] örnek alırlar. 

Öyleyse Batı ile işbirliği yapmanın ve onlarla birliktelik kurmanın hükmünü öğrenmek için Kur’an ilkelerini özet olarak vurgulayarak konuya girelim.

 

Müslümanlar Kâfirlerle Dostluk ve Birliktelik Oluşturamazlar

 

"Allah,  kâfirlere mü’minlerin aleyhinde asla bir yol vermez." [272]

 

“Ey iman edenler! Kâfirlere uyarsanız, sizi eski dininize geri çevirirler; o takdirde büsbütün kaybedersiniz.” [273]

 

“Kâfirlere itaat etme ve bununla (Kur’an ile) onlara karşı olanca gücünle büyük bir savaş ver (büyük cihad yap).” [274]

 

 “Fitne tümüyle yok olunca ve din de Allah için tatbik edilinceye kadar onlarla savaşın. Fitne çıkarmaktan vazgeçerlerse zâlimler hâriç (hiç kimseye) düşmanlık yoktur.”[275]

 

“Ey iman edenler! Kendilerine kitap verilenlerden bir gruba uyarsanız, imanınızdan sonra sizi çevirip kâfirler haline getirirler.” [276]

 

“Sen onların milletine/dinine uyuncaya kadar yahûdiler de hıristiyanlar da senden râzı olmazlar. De ki: ‘Doğru yol, ancak Allah’ın yoludur.’ Sana gelen ilimden sonra eğer onların hevâlarına/arzularına uyacak olursan, andolsun ki, Allah’tan sana bir dost ve yardımcı yoktur.” [277]

 

“Ey iman edenler! Yahûdileri ve hıristiyanları dost edinmeyin. Onlar birbirinin dostudurlar (birbirinin tarafını tutarlar). İçinizden onları dost kabul edenler, onlardandır. Şüphesiz Allah, zâlimler topluluğuna yol göstermez.” [278]

 

“Ey iman edenler” Benim de düşmanım, sizin de düşmanınız olanları dost edinmeyin. Onlar size gelen hakkı/gerçeği inkâr etmişken, onlara sevgi gösteriyorsunuz. Hâlbuki onlar Rabbiniz olan Allah'a inandığınızdan dolayı, Peygamber’i ve sizi yurdunuzdan çıkarıyorlar. Eğer siz Benim yolumda savaşmak ve rızâmı kazanmak için çıkmışsanız, onlara nasıl sevgi gösterirsiniz? Oysa Ben sizin gizlediğinizi de açığa vurduğunuzu da bilirim. Sizden kim bunu yaparsa, doğru yoldan sapmış olur. Şayet onlar sizi ele geçirirlerse, size düşman kesilecekler, size ellerini ve dillerini kötülükle uzatacaklardır. Zaten inkâr edip kâfir olmanızı istemektedirler.” [279]

 

"O münâfıklar ki, mü'minleri bırakarak kâfirleri dost ediniyorlar. İzzeti (şeref ve zaferi) onların yanında mı arıyorlar? Muhakkak ki bütün izzet kudret Allah'ındır." [280]

 

"Yoksa onlardan mı korkuyorsunuz? Eğer gerçek mü'minlerden iseniz Allah kendisinden korkmanıza daha lâyıktır." [281]

"İnsanlardan korkmayın; Benden korkun. Benim âyetlerimi az bir karşılıkla satmayın. Kim Allah'ın indirdiği hükümlerle hüküm vermezse işte onlar kâfirlerin ta kendileridir." [282]

 

“...İyilik ve takvâ (Allah’ın yasaklarından sakınma) üzerinde yardımlaşın; günah ve düşmanlık üzerine yardımlaşmayın. Allah’tan korkun; çünkü Allah’ın cezası çetindir.” [283]

Müşrik Önderlere Uymak

 

“Biz onları, insanları ateşe çağıran önderler yaptık”[284]; “Günü geldiğinde, her sınıf insanları önderleri ile birlikte çağıracağız.”[285] Allah Rasûlü’nün, “Kişi dostunun dini üzeredir; onun için her biriniz kime dostluk ettiğine iyi baksın” sözünden de anlıyoruz ki, insanlar, önderlerinin sadece şahsına değil; görüşlerine de dost oluyorlar, itaat edip bağlanıyorlar. Onların yollarını kendilerine izlenilecek yol edinmek suretiyle, bâtıl dinlerini kendilerine din ediniyorlar. Dünyadaki ideolojik veya hevâî temele dayalı işbirlikleri, kesinlikle görüş beraberliğine delâlet ediyor. Bunun için Yüce Hakk’ın fermanı, “toplayın o zâlimleri ve onlarla beraber işbirliği edenleri, aynı yoldaki arkadaşlarını ve Allah’tan başka tapmış oldukları putları”[286] şeklinde tecelli edecek.

 

 

Konuyla İlgili Hadis-i Şeriflerden Seçmeler

 

“Kim müşriklerle bir arada toplanır ve onlarla beraber oturursa o da onlar gibidir.”[287]

 

“Kim bir müşrikle ittifak yapar ve onunla birlikte ikamet ederse o da onun gibidir.”[288]

 

“Müşriklerle birlikte yaşamayın ve onlarla birlikte bir arada bulunmayın. Kim onlarla birlikte yaşar veya bir arada bulunursa bu durumda o Bizden değildir.”[289]

 

“Ben, müşriklerin arasında ikamet eden her müslümandan uzağım!” “Ey Allah’ın rasûlü! Neden?” diye sordular. O da şöyle buyurdu: “Çünkü ateşleri (müslümanla müşriklerin ateşleri) birbirinden ayırt edilmez.”[290]

 

"Müşriklerin ateşiyle aydınlanmayınız."[291]

 

"Ben bir müşrikten yardım almam!"[292]

 

“İman ipinin  (kulpunun) en güçlüsü, Allah için dostluk ve Allah için düşmanlıktır. Yine Allah için sevmek ve Allah için nefret duyup buğzetmektir.”[293]

 

“Kişi dostunun dini üzeredir; onun için her biriniz kimle dostluk kurduğuna dikkat etsin!”[294]

 

“Kişi, (kıyâmet günü) sevdiği ile beraberdir.”[295]

 

“Amellerin en faziletlisi Allah için sevmek, Allah için buğzetmektir.”[296]

Batı ve Bâtıl ile Uzlaşmak

Avrupa ile birlik oluşturmak, her şeyden önce bâtıl ile uzlaşmak demektir. Bu da, İlâhî rızâya tümüyle terstir. Bu uzlaşma ve birlik, gadaba uğramış ve dalâlet ehli sapıklara uymak anlamına geldiğinden, istikametten tümüyle sapmaktır. 

Hak dâvânın mensuplarından Cenâb-ı Hakk'ın istediği şeyler: Hakkı eğip bükmeden söylemek, Allah'ın hükümlerini tebliğ edip uygulamak, emrolunduğu şekilde sırât-ı müstakim çizgisinde sapmadan dosdoğru hareket etmek, bâtıla karşı net tavır koymak, takvâ, cihad ve sabır silâhlarını kuşanmak, tâviz ve uzlaşmaya yanaşmamaktır.

 

Bâtıl zihniyetin özelliğidir bu; kendi çıkarlarını sürdürmek için her zaman ve her mekânda hak dâvâyı savunanları tâviz ve uzlaşmayla etkisiz hale getirmeye çalışmak. “Onlar isterler ki, sen yumuşak davranasın da onlar da sana yumuşak davransınlar.”[297]

İslâm'la câhiliyyenin kesişmesi, uyuşması mümkün değildir. Hakla bâtılın, imanla küfrün birleşip bir araya gelmesi eşyanın tabiatına aykırıdır. Aralarında tarih boyunca süren ve Kıyâmete kadar da sürecek olan uzlaşmaz bir mücâdele söz konusudur. Hakla bâtılın bu mücâdelesi, elbette hak taraftarları olan müslümanlarla bâtıl taraftarı olan gayri müslimler ve şirkin herhangi bir çeşidi üzerinde bulunanlar arasında olacaktır. Bu iki farklı kutup arasında uzlaşmayı, kesin nasslara rağmen kabul edenler, neticede Allah'ın hor gördüğü kâfirleri hoş görmeye, beşerî düzenleri kutsallaştırmaya, İslâm demokrasisinden veya demokratik İslâm'dan bahsetmeye kadar vardılar.

Müslümanın İslâm'dan tâviz vererek, başka beşerî görüşlerle uzlaşıp İslâm'ın bazı cüzlerini, bazı esaslarını pazarlık aracı görmesi mümkün değildir. Uzlaşma neticesinde kâfirlerin ve küfrün egemenliği -şeklen ve kısmen de olsa- kabul edilmiş olur ki, bu da tevhidî akîde ile bağdaşmaz. İslâm, Allah'a teslim olmak ve O'nun dışında bir güç ve hâkimiyet tanımamaktır. Kelime-i tevhidde bu ifade tüm kapsamıyla belirdiğinden dolayı, müslüman için her türlü tâğutun her çeşit egemenliğini reddetmek; Allah'a iman ve O'nun tek ilâh olduğunu kabul etmenin en önemli şartıdır. Hatta, İslâm'ın dışındaki bütün sistem, görüş ve bunların uygulayıcıları anlamına gelen "tâğut"ları reddetmek; Allah'a imandan da önce gelir ki; kalp, dil ve kafadaki tüm sapıklıklar ve sahte ilâhların egemenlikleri öncelikle "lâ = hayır" süpürgesi ile temizlenmiş olsun ve boşalan yere de hak/gerçek İlâhın kabulü yerleşsin. "Kim tâğuta küfreder (onu tanımaz, reddeder) ve Allah'a iman ederse o muhakkak kopması mümkün olmayan en sağlam kulpa tutunmuştur. Allah kemâliyle işiten ve bilendir."[298]

İslâm, "lâ (hayır)" kılıcıyla tâğutlarla işbirliğini, onunla yardımlaşmayı, ona tâviz vermeyi, onunla uzlaşmayı kesip atar. Bir tevhid eri için "lâ" ile isyan bayrağını çektiği küfür ve şirkle uzlaşma nasıl mümkün olabilir? Uzlaşma olursa küfre ve tâğutlara kıyam nasıl gerçekleşir? Tevhidin gereği olan câhiliyyeye ve tâğutlara kıyam olmadan da İslâm'ın hâkimiyeti hayal olur. Tevhidin bu esasını en iyi anlayan ve en güzel uygulayan peygamberler de kendi çağlarındaki tâğutlarla hiç bir uzlaşmaya yanaşmamışlar ve Allah'ın dininden zerre kadar tâviz vermemişlerdir. Firavun, Nemrut ve Ebû Cehillerle pazarlığa oturmamışlar, onlarla Avrupa Birliği tarzında birlik oluşturmaya yanaşmamışlar ve onların hevâlarının ürünü olan kural ve kanunlarla, aynen onların yönetimi gibi bir yönetim oluşturmaya kalkmamışlardır. İlke ve kurallarını onların isteklerine göre değiştirip belirlememişler, tam tersine onları kendi doğru ilke ve kanunlarına uymaya çağırmışlar, bir mutlak otorite olarak sadece Allah'ı kabul etmeyen tâğutlarla savaşmışlardır.

Her çeşit İslâmî mücadele ve hizmetlerin esasları, ancak Müslümanların istediği şekillerde ve İslâmî esaslara göre tanzim edilir. Bugün Firavunların tesbit ve müsaade ettiği, yönlendirdiği, sınırlarını çizdiği alanda mücadele ve çalışmayı tercih eden müslümanlar, Firavun'lara açıkça cephe almadan onları nasıl altedeceklerdir?

Hıristiyanlığın tevhid dini olma vasfından saparak, her türlü kapitalistçe sömürünün, zâlim güçlerin, şirkin emrine ve hizmetine girmesiyle sonuçlanan tahrifatına sebep, Kostantinius'un 325 yıllarında hıristiyanlıkla Roma despotizmini uzlaştırması olmuş, bugün de kolaylıkla her şeyle, her sistemle uzlaşabilecek mirası hıristiyanlık, o zamanlardan muharref bünyesine almıştır.

Küfrün ve şirkin çeşitlerinden herhangi biriyle uzlaşma ve tâvizi red; bâtılla "uyuşma"yı red anlamına geldiği gibi, "uyuşukluğu" da reddetmek demektir. Tâviz, hoşgörü, diyalog ninnileriyle uyutulan, uzlaşma afyonuyla uyuşturulan devin, hipnotizörü ve doktor kıyafetindeki katili farkedip şahlanışıdır bu red. Uyanış ve diriliştir. Kötülüğe/Bâtıla elle, dille ve hiç olmazsa kalple karşı çıkıp değiştirme bilinci ve görevi ile bâtılla/münkerle uzlaşmayı, “bundan sonrasında hardal tanesi kadar iman yoktur.” hükmüyle değerlendirmektir. Tâvizi ve uzlaşmayı red: “Kim Allah’a sahip, o neden mahrum; kim Allah’tan mahrum o neye sahip?” diyebilmektir. Câhiliyyenin zorladığı uzlaşmaya direnmek, İslâmî hareket ve ümmet güçlerinin yardımlaşması ve dayanışmasıyla gerçekleşebilir.

Uzlaşmayı reddetmek deyince, insanca münasebetleri, sosyal ilişkileri kesip uzlet içinde yaşamayı, toplumsal bağları koparmayı kast etmiyoruz; İbrahimî ve Muhammedî  tavrı hayata geçirmeyi kast ediyoruz. Onlar küfürle/bâtılla uzlaşsalardı ateşe atılır, memleketlerini terk etmeye mecbur kalır, ölümle burun buruna olurlar mıydı?      

Mü'min nasıl olur da Kur'an'ın "neces (pislik)"[299] dediği müşriklere inanç, fikir, dil veya eylemlerinde tâviz vererek, tevhidle uzlaşması ve tevhide bulaşması mümkün olmayan pisliğe kapısını açar? Küfrün azına veya pisliğin küçüğüne bile olsa, nasıl tahammül edip rıza gösterir? Hele o pislikle iç içe yaşayıp, o pisliği hoş görebilir? Mü'min nasıl olur da hayvanlardan daha aşağıda olanlarla[300] işbirliğine, uzlaşmaya, birleşmeye, birlik oluşturmaya girer? Nasıl olur da o hayvanların ahırlarında, onlarla beraber oturup kalkar, [301] beraber aynı yemlikten yemlenir? 

Mü'min nasıl olur da kâfirlerin önüne attıkları dünyevî geçici çıkarları gözünde büyüterek, onların çürük iplerine yapışmayı, Allah'ın kopmaz ipine[302] tercih eder? Tâğutu reddederek sağlam ipe yapışması gerektiği halde, onların uzattığı çürük ipin kendisini Allah'a ve cennete ulaştıracağını, kendisini yükseltebileceğini nasıl ümit edebilir?

 

Tevhid, Şirkten ve Müşriklerden Berî/Uzak Olmayı Zorunlu Kılar

 

"Bir zaman İbrâhim, babasına ve kavmine demişti ki: 'Ben sizin taptıklarınızdan uzağım. Ben yalnız beni yaratana kulluk yaparım. Çünkü O, beni doğru yola iletecektir.' Bu sözü, ardından geleceklere devamlı kalacak bir miras olarak bıraktı ki, insanlar (onun dinine) dönsünler."[303]; "İbrâhim'de ve onunla beraber olanlarda, sizin için gerçekten güzel bir örnek vardır. Onlar kavimlerine demişlerdi ki: 'Biz sizden ve Allah'ı bırakıp taptıklarınızdan uzağız. Sizi tanımıyoruz/reddediyoruz. Siz bir tek Allah'a inanıncaya kadar, sizinle bizim aramızda sürekli bir düşmanlık, nefret ve öfke belirmiştir…"[304] Allah’a ve âhiret gününe gönülden iman edenlerin, İbrâhim (a.s.) ve arkadaşları gibi, müşriklerden, onlarla birlikteliklerden, onların câhilî değerlerinden kesin bir kopuşla ayrılıp beraat ilân etmeleri gerekir.

Hicret, Müşriklerden Yüz Çevirmek; Küfrü, Şirki, Haramları ve Bunlara Yaklaştıran Ortamları Terk Etmektir      

Şirkten, küfürden ve kendisini olumsuz şekilde etkileyecek her türlü fesat ortamından hicret farzdır. Bu anlamda her mü’min, muhâcir olmak zorundadır. Bu hicret, en azından onlarla kaynaşıp uzlaşmamak, onlara benzeyip onlara itaat etmeme yönüyle ortaya konmalıdır. Allah’a iman etmek, şeytanî olan her şeyden hicret etmek demektir. Toplumun kirliliklerine bulaşmamak, şirk ortamından, fesat ve günahlardan kaçınmak, mânevî pisliklerden uzaklaşmaktır, en büyük amaç. Ahlâkî hicret; mânevî kirliliklerin sembolü olan putlara uzak durma konusunda sebat edip, onlarla cihadı sürekli kılmaktır. Bu cihadın amacı, öz benliklerimizde ve toplumsal yaşamın içinde var olan bütün mânevî pisliklerden berî olmaya devam etmektir. “Muhakkak ki iman edenler, hicret edenler ve Allah yolunda cihad edenler, işte onlar Allah’ın rahmetini umabilirler.”[305]

Öteki dünyaya kesin iman eden mü’minler, maddî kazançlar umarak Allah’ın gazabına uğramış zâlim toplumlarla dostluk kurmamalıdırlar. Çünkü ilâhî hoşnutluktan nasibi olmayan kimselerle dost olmak, “sürekli hicret” bilincine sahip olan mü’minlere yakışmaz. Mü’minler onları terk ederek Rabbânî hoşnutluğun elde edilebileceği güzel ameller yurduna hicret etmelidir.

Sadece müşrikleri, hıristiyan ve yahûdileri değil; aynı zamanda, dünya ile âhiret arasında tam tercih yapamayan, kâfirlerle yardakçılık mânâsında ilişkiler kuran, münâfıklarla dost olan kişiliksiz insanları velî edinmek de biz mü’minler için haramdır. Onlarla bizim aramızda güzel bir ayrılışla öte yanına geçtiğimiz hicret duvarları vardır. Allah’ın gazabına uğrayan bir toplum ile dostluk kurmak “kötülükten hicret etmemek” anlamına geldiği için, mü’minlere yasaklanmıştır. “Sürekli hicret şuuru” ilâhî rızâdan nasibi kalmamış kimseleri terk etmeyi gerektirir. Kur’an’a kulak verelim: “Ey mü’minler! Allah’ın gazabına uğrayan toplum ile dost olmayın! Onları dost edinenlerin öteki dünya ile ilgili hiçbir ümitleri kalmamıştır. Tıpkı kâfirlerin (şimdi) mezarlarında yatanları tekrar görme ümitlerini kaybetmiş bulunmaları gibi.”[306]

Dostluk ve Düşmanlık

Kur’an, başkalarıyla değil; ancak mü’minlerin birbiriyle kardeş olduğunu vurgular.[307] Dostluk da ancak, mü’minlerin birbirleri arasında olur: “Mü’min erkekler ve mü’min hanımlar birbirinin velîleri/dostlarıdır.”[308]

Kur’an’da İslâm’a ve müslümanlara karşı düşmanca ve zâlimâne tavır takınanlar, insanların İslâm’dan haberdâr olmasını önlemeye çalışanlar iki yerde “Allah’ın ve sizin düşmanlarınız” şeklinde nitelendirilmiştir.[309]

    

Yeryüzünde düşmanlık kaçınılmazdır; insanların bir kısmı, diğerlerine düşman olacaktır: “Birbirinize düşman olarak oradan (cennetten) inin! Artık, Benden size hidâyet geldiğinde, kim Benim hidâyetime uyarsa, o sapmaz ve şakî/bedbaht olmaz.”[310]                                        

İnsanın, düşmansız şekilde yaşaması, ulaşılamayacak bir hedeftir, ütopyadır. İnsan, yaratılışından itibaren çevresini Allah’ın izniyle koruyucu güçler (melekler) yanında; zararlı varlıklar (şeytanlar, mikroplar) da sarar. Düşmanlığa yol açan pek çok sebep vardır. Eğer düşmanı olmayan insanlar olsaydı, peygamberler olurdu; Hâlbuki tüm peygamberlerin hayli düşmanları, hem da azılı düşmanları vardır.[311] Önemli olan Allah’ın ve bizim gerçek düşmanlarımız dışındakileri, kendi hatalarımızdan dolayı kendimize düşman yapmamak ve düşmanlarla olan imtihanımızı kazanmaktır.

Müslümanların kimlerle nasıl dostluk yapabilecekleri ve düşmanlarına da barış zamanında ve savaşta nasıl davranmaları gerektiği Kur’an’da net şekilde açıklanmıştır. Müslümanların tarihi de farklı inançtan insanlara nasıl davranıldığının güzel örnekleriyle doludur. Bütün bunları bal gibi bilen Papa, İslâm ve Peygamber düşmanlığını kustuğu zehirle müslümanlara kimleri dost ve düşman kabul etmeleri gerektiğini göstermiştir.

Allah’ın bizim için râzı olduğu dinin adı olan[312] ve bütün peygamberlerin dini olan[313] İslâm, kelime olarak, “barış” anlamına gelen “silm”, “selâm” ve “selâmet”le aynı kökü paylaşır. Dolayısıyla “İslâm”ın kelime olarak anlamlarından biri de “barış”tır. Tüm insanlar, fitneyi terk edip Allah’ın dini olan İslâm’a teslim olsalar, her taraf selâmete kavuşup tümüyle barış ve kardeşlik hüküm sürer. 

Müslümanların Düşmanları Kimlerdir?    

 

Allah’ın “Dost Olmayın!” Dediklerini Düşman Kabul Etmek Zorundayız. Allah, Düşmanlarımızı Bizden Daha İyi Bilir: “Allah, düşmanlarınızı sizden daha iyi bilir. Gerçek bir dost olarak Allah yeter, bir yardımcı olarak da Allah kâfidir.”[314] Bu âyetin bir öncesinde, Allah’ın bizim zararımızı isteyenleri haber vermekte, bize önemli düşmanlarımız olan ehl-i kitabı tanıtmaktadır: “Kendilerine Kitab’dan nasib verilenlere baksana! Sapıklığı satın alıyorlar ve sizin de yoldan çıkmanızı istiyorlar.”[315]

 

Kâfirler, apaçık düşmanımızdır.[316] Putlar ve putperestler mü’minlerin düşmanıdır.[317] Mü’minlere en fazla düşmanlık yapanlar yahûdiler ve müşriklerdir.[318] Allah’ın düşmanlarını ve mü’minlerin düşmanlarını dost edinmek yasaklanmıştır.[319] Müslümanların müşriklerden ve taptıklarından uzaklaşmaları ve onları tanımayıp onlara düşman olduklarını açıklamaları gerekir.[320]      

 

Peygamber ve onun yolunu izleyenler dışındakileri dost kabul edenler, âhirette büyük pişmanlık duyacaktır: “O gün, zâlim kimse ellerini ısırıp şöyle der: ‘Keşke o peygamberle birlikte bir yol tutsaydım! Yazıklar olsun bana! Keşke falancayı dost edinmeseydim! Çünkü zikir (Kur’an) bana gelmişken o, hakikaten beni ondan saptırdı. Şeytan, insanı (uçuruma sürükleyip sonra) yapayalnız ve yardımcısız bırakmaktadır.”[321]

 

 

Zâlimlerle Dostluk

 

Kur’an, hiç bir şekilde zâlimlerle dostluğa izin vermez. “...Zâlimler için hiç bir velî/dost ve yardımcı yoktur.”[322]; “...Onlar, Allah'a karşı sana hiçbir fayda veremezler. Doğrusu zâlimler birbirlerinin dostlarıdır. Allah da takvâ sahiplerinin dostudur.”[323] Zâlim ise, sadece insanların bedenlerine zarar verip acı çektirenler değil; insanların kafalarını ve gönüllerini işgal edenlerdir. Şirk en büyük zulümdür;[324] dolayısıyla Allah’a herhangi bir şekilde şirk koşan müşrikler en büyük zâlimlerdir. Allah’ın indirdiğiyle hükmetmeyenler de zâlimlerin ta kendileridir.[325] Düşmanlık da öncelikle bu zâlimlere karşı sözkonusu olmalıdır: “...Zâlimler hâriç (hiç kimseye) düşmanlık ve saldırı yoktur.”[326]     

    Umulur ki Allah, Gerçek Müslümanları, Düşmanlarına Gâlip Kılacaktır

 

“...Umulur ki Rabbiniz düşmanınızı helâk edecek ve onların yerine sizi yeryüzüne hâkim kılacak da nasıl hareket edeceğinize bakacaktır.”[327]; “...Nihâyet Biz iman edenleri, düşmanlarına karşı destekledik. Böylece üstün geldiler.”[328]; “Gevşeklik göstermeyin; üzüntüye kapılmayın. Eğer gerçekten iman etmiş sağlam mü’minler iseniz, üstün gelecek olan sizsiniz.”[329]; “Andolsun ki, Peygamber kullarımıza söz verdik: ‘Şüphesiz onlar, mutlak mansûr ve muzafferdirler. Bizim ordumuz şüphesiz üstün gelecektir.”[330]; “Kim Allah’ı, Rasûlünü ve iman edenleri dost edinirse (bilsin ki:) üstün/gâlip gelecek olanlar şüphesiz Allah’ın tarafını tutanlardır.”[331]; “...İyi bilin ki, kurtuluşa erecek olanlar sadece hizbullahtır, Allah’ın tarafında olanlardır.”[332]

        Düşmanlık ve Dostluk; Tevhidin Gereğidir, İmanın Dışa Yansımasıdır

Düşmanlık ve dostluk, “Lâ ilâhe illâllah”ın ayrılmaz bir özelliğidir. Dinin temeli ve özü olan bu kelime, aynı zamanda dost ve düşmanlığı da belirler. Dostluğun temeli sevgi, düşmanlığın temeli buğz ve kindir. Din de sevgi ve buğzdur; kabul ve reddir. Bundan dolayı, kâfirlerle dostluk; Allah’ın dostluğunu kaybettiren, O’nunla ilişiğinin kesilmesini gerektiren[333] büyük bir suç olduğu gibi, dalâlettir/doğru yoldan sapmaktır,[334] zâlimlerden olmaktır[335] ve kâfirler safına geçmek, “onlardan olmak”tır.[336] Allah'a düşmanlık yapanları, Allah’ın düşmanlarını dost kabul etmek; Allah’ın düşmanlığını kazanmak ve imanı küfre değişmektir. Kâfirleri düşman kabul edip onlardan uzak durmak, İslâm akîdesinin bir parçasıdır. “Tâğutu reddetmek, onu inkâr etmek” olmadan Allah'a iman, yeterli değildir, eksiktir, insanı kurtarmaz. “Kim tâğutu reddedip Allah'a iman ederse, o kesinlikle kopması mümkün olmayan sapasağlam bir kulpa sarılmıştır.”[337] Tâğuta küfretmeyen, yani onu inkâr edip reddetmeyen kimse, asla mü’min olamaz. Tâğut ise, Allah’tan başka, O’na alternatif olarak ortaya konan düşünce, hayat görüşü, sistem, kişi veya şeytanlardır. Allah’ın dışında ve O’na rağmen uyulan, kendisine tâbi olunan, arzulanan, ya da kendisinden çekinilip korkulan her şeydir.

Kişi, tevhid kelimesini gönülden benimseyip diliyle ikrar etmekle, câhiliyye ve şirk inançlarının tümünü reddettiğini, şuurlu bir şekilde onlardan uzaklaştığını göstermektedir. Aynı şekilde, tevhidi benimsediği için, artık câhiliyye insanından, her çeşit müşrikten de sevgi, bağlılık, itaat ilişkilerini koparması, yani onlara dostluk sayılabilecek davranışlardan kaçınma sözü vermiş olmaktadır. O, kendi safını ve cephesini belirlemiş olmaktadır. Allah’ın ve O’nun sevdiklerinin tarafını tuttuğu için; kâfirlerden yüz çevirmek ve onlarla ilişkiyi kesmek zorunluluğu hissedecektir. “Onun için sen zikrimize (Kur’an’a) iltifat etmeyip sırt çeviren ve dünya hayatından başka bir şey istemeyenlerden yüz çevir.”[338]

Sonra, örnek gösterilen İbrâhim (a.s.)’i rehber edinip onun mirasına sarılacaktır. “Bir zaman İbrâhim, babasına ve kavmine demişti ki: ‘Ben sizin taptıklarınızdan uzağım. Ben yalnız beni yaratana taparım. Çünkü O beni doğru yola iletecektir. Bu sözü, ardından geleceklere devamlı kalacak bir miras olarak bıraktı ki insanlar (dinine) dönsünler.”[339] Ve, müşriklerle muvahhidler arasındaki kesin ayrılık, uzaklaşma ve safları belirleyen yol işaretleri: “De ki: ‘Ey kâfirler! Tapmam, sizin tapmakta olduklarınıza... Sizin dininiz size, benim dinim bana!”[340]; “Onlar seni yalanlarlarsa de ki: ‘Benim işim bana, sizin işiniz de size aittir. Siz benim yaptığımdan uzaksınız; ben de sizin yaptığınızdan uzağım!”[341]

Bu uzaklaşma, ayrılık ve safları belirleme olmasa, kâfirlere karşı nasıl cihad edilecektir? “Ey Peygamber! Kâfirlere ve münâfıklara karşı cihad et, onlara karşı sert davran. Onların varacakları yer cehennemdir. O ne kötü bir varış yeridir!”[342] Zihninde ve davranışlarında onlardan ayrılamamış, ilişkilerini ve bağlarını koparamamış bir kimse, eliyle onların zulümlerini nasıl engelleyecek, onların fitnelerini durdurmak için onlarla nasıl savaşacaktır? “Fitne ortadan kalkıncaya ve din tamamen Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın.”[343]

Bu açıklamalardan, müslüman olmayanlarla ilişki kurulmamalıdır, sonucu çıkarılamaz. Hiç şüphesiz müslümanlar kâfir ve müşrik olanlarla da müslümanca münasebetler oluşturacaklardır. Her konuda olduğu gibi bu konuda da Allah’ın koyduğu sınırlara, ölçülere riâyet etme mecbûriyetimiz vardır. İşte bu ölçüler aşılmış, tutarsız, ilkesiz, çelişkili tutum ve davranışlarla, kâfirleri velî/dost edinme, onlardan itibar, izzet ve şeref bekleme ve onları üstün görme zaafları, kompleksleri yaygınlaşmıştır. Müslüman olmayanlarla ilişki; onların kötü, aşağı, çirkin bir şirk halinden; izzetli, şerefli, itibarlı, üstün bir tevhidî bilince yükselmelerine vesile olmaya yönelik bir tebliğ ilişkisi olmak durumundadır. Hâlbuki tam tersi olmakta, kendilerini aşağı ve kötü durumda gören kompleksli müslümanların, onları dünyevî mevkî ve makamları sebebiyle üstün görüp onlara yaklaşarak izzet, itibar kazanma, güçlü olduğu imajı verme gayreti ön plana çıkmaktadır. Mümtehine sûresi 8. âyeti şartları içinde, bizimle dinimiz konusunda savaşmayan, bizi yurtlarımızdan çıkarmaya çalışmayan gayri müslimlerle, ancak iyilik yapma çerçevesinde ilişki kurulabilir.

                                                                                                                                                            

 

Allah İçin Sevmek ve Allah İçin Buğzetmek

Allah’tan başka ilâh olmadığına dair şehâdetin ve tanıklığın gerçekleşmesi için, kişi sevdiğini sadece Allah için sevecek, buğzettiğine de Allah için buğzedecektir. Dost ve velî edindiği kimseyi Allah rızâsı için dost edinecek, düşman kabul ettiklerini de, onlar Allah'a karşı oldukları için düşman tanıyacaktır. Müslüman, Allah’ın sevdiklerini sevecek, O’nun gazab ettiklerine, buğzettiklerine de buğzedecektir. Nerede bulunursa bulunsun, her çeşit kâfire düşmanlık gösterecek, onun velâyetini tanımayacaktır. Bu kâfir, en yakını/akrabası bile olsa, onu dost kabul edip sevemeyecektir.   

İbn Abbas şöyle der: “Kim Allah için sever, Allah için buğzeder ve Allah için dostluk ve velâyet yetkisini kullanır, Allah için düşmanlık beslerse o kimse bu yaptıkları sâyesinde gerçekten Allah’ın dostluğuna erişir (Allah’ın dostluğunu, velîliğini kazanmış olur). Bir kimse de, bu nitelikleri taşımadığı sürece, ne kadar çok namaz kılıp oruç tutsa da, imanın hazzına ve tadına erişemez. Çünkü böyle insanlarla olan kardeşliğini (münâsebetini) sırf dünya ilişkilerine bağlamıştır. Böyle bir hal ise kişiye asla hiçbir şey kazandıramaz.”[344]

Mü’min, bazı dünyevî ilişkiler kurmak, alış-veriş yapmak mecbûriyetinde de olsa, yardımlarını da görse, hâkimiyetleri altında da bulunsa, tüm kâfirleri sevilen dostlar edinmeyecektir. Kâfirleri düşman kabul etmek, bazı görevleri yerine getirmeyi zorunlu kılar. Onları düşman kabul eden kimse, kâfir ve münâfıkları taklit edemez, onlara benzeyemez. Onlara benzeyen, onları yüceltmiş, onlardan olmuş olur.[345] Mü’min, zelîl olduğuna inandığı kâfirleri, onlara karşı davranışlarıyla bilfiil aşağılarda tutmaya çalışacaktır. Bu sebeple onların ticarî kurumlarını boykot edecek, siyasî kadrolarını onaylamayacak, onları yönetici olarak kabul etmeyecek, onların câhilî kültür veren kurumlarına karşı çıkacaktır. Mü’minin düşmanlığını isbat edebilmesi için, onlardan korkmaması gerekir. “...Eğer iman ediyorsanız onlardan korkmayın; Benden korkun.”[346] Onlardan korkuldukça onları fiilen zelîl/aşağılık görmek mümkün değildir. Mü’min bilir ki, Allah istemedikçe bütün kâfirler bir araya gelse kendisine en küçük bir zarar veremezler. O yüzden korkulmaya lâyık zat, tüm güç ve kuvveti elinde bulunduran Yüce Allah’tır. Düşman olmak, zarûretin dışındaki beraberliğe engeldir. Bir mü’min, onların emrine girip onların hizmetinde çalışmayı çok çirkin görüp reddedeceği gibi; kendi kurumlarında da onları çalıştırmayacaktır. Diğer kuruluşlarda görev alarak yüceltilmelerine kalben rızâ göstermeyecektir.

Hz. Ömer’in Hîre’li bir gencin iyi yazı bildiğini söyleyip onu kâtip olarak istihdam etmesini tavsiye edenlere: “Müslümanlardan başkasını kendime dost mu edineyim?” dediği ve bunu şiddetle reddettiği rivâyet edilir.[347] Bir hıristiyanı memur kadrosuna alan vâlilik görevinde bulunan sahâbi Ebû Mûsâ el-Eş’arî’ye halife Hz. Ömer çok sert bir şekilde: “Canı çıkasıca adam! Yanında çalıştıracak bir mü’min bulamadın mı?” diye azarlamıştır. Ebû Mûsâ el-Eş’arî: “Yâ Ömer! Onun dini kendisine, işbirliği bizedir. Bundan ne çıkar?”  deyince, Hz. Ömer şöyle cevap vermiştir: “Hayır, yanılıyorsun! Allah’ın küçülttüklerini biz yüceltemeyiz. (Sen de yapma!)”[348] Yine Hz. Ömer (r.a.), vâli Ebû Hüreyre (r.a.)’ye de bir mektup yazıyor ve diyor ki: “...Müslümanların işleriyle ilgili bir işte sakın müşrik ve putperest kimselerden yararlanma. Müslümanlara ait işlerle bizzat kendin ilgilen. Çünkü sen onlardan birisin. Diğer taraftan Allah seni onların yüklerini sırtlamanla görevli kılmıştır.”[349]

Günümüz müslümanlarının önemli bir kesimi, dostluk ve düşmanlıktaki ölçüyü unutup farklı görüşteki müslümanlara düşman gibi davranıp onları itiyor; kendilerine şimdilik dokunmayan ılımlı kabul ettikleri kâfirlere sempati besleyerek dost gibi yaklaşabiliyor. “Kişi, dostunun dini üzeredir.”[350]

Allah İçin Düşmanlığın Gerekleri Vardır

Kur’an’da belirtilen düşmanlara en azından buğz etmek imanın gereğidir.[351] Kalben buğz edip Allah için tavır alarak düşmanlığı açık ve net bir şekilde ortaya koymak; meselâ Allah düşmanlarına karşı cephe almak, onlarla cihad etmek, onlarla (hayatî ve zarûri olan durumların dışında) tüm ilişkilerini kesip uzak durmak, kalben muhabbet göstermediğini davranışlarına yansıtmak. Onları emîn/güvenilir görmemek,[352] onlara benzememek, onlara güler yüz göstermemek, samimiyet kurmamak, onlara ikramda bulunmamak, onların zulümlerine destekçi olmamak, onlara saygı göstermemek, onları güzel sıfat ve lâkaplarla isimlendirmemek, onlarla birlikte oturmamak. Kâfirlere şirin gözükmek için onlara müdâhane/yağcılık yapmamak, kendisine gerici gibi yaftalar vurmasınlar diye onlara şirin gözükmeye çalışmamak, onları sırdaş edinmemek şarttır. Aksine davranışlar, insanı tevhidden uzaklaştırır.

“Ey iman edenler! Kendi dışınızdakileri sırdaş edinmeyin. Çünkü onlar size fenalık etmekten asla geri durmazlar, hep sıkıntıya düşmenizi isterler. Gerçekten, kin ve düşmanlıkları ağızlarından (dökülen sözlerinden) belli olmaktadır. Kalplerinde sakladıkları (düşmanlıkları) ise daha büyüktür. Eğer düşünüp anlıyorsanız âyetlerimizi size açıklamış bulunuyoruz.”[353]

Ve iki hadis-i şerif: “Siz mutlaka sizden öncekilerin yollarını karış karış, arşın arşın izleyeceksiniz. Öyle ki onlar bir kelerin deliğine girseler, siz de onlara uyacaksınız.” Ashâb dedi ki: “Ey Allah’ın rasûlü! Bu (izleyeceklerimiz yahûdi ve hıristiyanlar mı?” Peygamberimiz şöyle buyurdu: “Ya kimler olacak?”[354]; “Kişi, dostunun dini üzeredir. İnsan kiminle dostluk kurduğuna dikkat etsin!”[355]

“Ben kalben buğzediyorum”  diye bunu sadece kalple yaptığını söylemek, isbata muhtaç  kuru bir iddiadan ibarettir. Buğzun ve düşmanlığın gerekleri ne ise, bir mü’minin onları da yerine getirmesi gerekmektedir. Bu konuda İbrâhim (a.s.)’in örnekliğini Kur’an öne çıkarır.[356]        

 “...İçinizden onları dost tutanlar, onlardandır!”[357] Kâfirleri dost kabul etmek, iman ile çelişmektedir. Hem iman, hem de onları dost edinme olayı, ikisi beraber bir kalpte toplanamazlar. İman, onları dost edinmemeyi gerektirmektedir. Düşmanlık ve dostluğun imanla ilgisi değerlendirilmediğinden, bugün müslümanların çoğunluğu açısından dost-düşman karışmış, düşmanlarının oyununa gelen müslüman yığınlar, bunca zararlarına rağmen hâlâ Allah’ın düşmanlarının ve kendisinin düşman olması gerekenlerin yardımcısı, destekleyicisi, emrindeki memuru, hizmetçisi, kulu-kölesi, askeri... olabilmektedir. “Müslümanım!” diyen nice insan, kâfirlerin koyduğu küfür kanunlarına, onların ortaya attığı felsefî düşünce ve dünya görüşlerine, ideolojilerine sevgi besleyebilmekte, onlara gönül rızâsıyla uyup teslim olabilmekteler. Hanımlarını, kâfirlerin hanımlarına benzetebilmekte, onlar gibi giyinmelerini (soyunmalarını) ilericilik ve çağdaşlık kabul edebilmekteler. Allah ve Rasûlü’yle savaş demek olan fâiz[358] olmaksızın ticarî hayatı düşünememekteler... 

 

Ve her halleriyle kâfirlere benzeyip onların yanında yer almalarına rağmen; hâlâ kendilerini müslüman saymaları düşündürücüdür. Bırakın, kâfir olanlara tavır alıp “ey kâfir!” demeyi ve Kur’an’ın emrine uyup “De ki: ‘Ey kâfirler! İbâdet edip tapmam sizin taptıklarınıza.!”[359] diye haykırmayı, Allah’ın düşmanlarından korkmak, onlara sevgi ve saygı duymak, onları ve makamlarını büyük görmek gibi imanını mahveden  “şirk”  adlı hastalık alabildiğince yaygınlaşmaktadır. Bazı kâfirlere, dost olmanın ötesinde, hatta hayranlık duyanlar, destekleyip alkışlayanlar, onları velî kabul ederek seçip işbaşına getiren, yetki verenler, onların izini takip eden, itaat eden, onları örnek alanlara ne demeli!? Keler deliğine girseler bile onlara imrenip taklit etmeye çalışan, onları model kabul edip modalarına uyanlara nasıl bir sıfat bulmalı!?

“(İnançta ve amelde) Bizden başkasına benzeyen Bizden değildir.”[360] diyen Rasûlün onları reddettiğini, daha doğrusu onların bu davranışlarıyla Rasûlün yolunu reddetmiş olduklarını görmek zorundayız.

 

Gerçek mü’min, İslâm şahsiyetini ve müslüman kimliğini yüce ve aziz tanımak, bütün kâfirleri ve münâfıkları zelîl/aşağılık bilmek; bu sebeple onlara karşı onurlu ve zorlu olmak mecbûriyetindedir. “İzzet (yücelik, kuvvet ve hâkimiyet)  yalnız Allah’ın, O’nun Peygamberinin ve gerçek mü’minlerindir. Ne var ki, münâfıklar bu gerçeği bilmez, anlayamazlar.”[361] Mü’min, İslâm şahsiyetinin yüceliğine inanmak zorunda olduğu gibi, bütün kâfirlerin aşağılık olduklarına, hayvanlardan daha sapık ve pislik olduklarına inanmakla da yükümlüdür. “(Ey Peygamber!) Sen onların çoğunluğunu  (Hakkı) dinler, akıllarını kullanır mı sanırsın? Onlar ancak hayvanlar gibidirler; hatta yolca daha da sapıktırlar.”[362] “Ey iman edenler! Müşrikler ancak bir pisliktir...”[363]    

  

“Allah'a ve âhiret gününe iman eden bir toplumun -babaları, oğulları, kardeşleri, yahut akrabaları da olsa- Allah’a ve Rasûlüne düşman olanlarla dostluk ettiğini göremezsin...”[364]

 

Kâfirlerle dostluk kurmanın tehlikesi bütün müslümanlaradır. Böyle bütün müslümanlara zarar getiren bir olay, bir kimsenin sadece kendisinin kâfir olmasından da büyük bir tehlike ortaya koyar. Birinin zararı, topyekûn müslümanlara iken, diğerinin sadece kendisinedir. Kâfirlere karşı olan dostluğun özellikleri şunlardır: Kâfirlerin küfrüne rızâ göstermek, onları tekfir etmemek, onların bâtıl dünya görüşlerini tasdik etmek, onları velî, yani dost ve yönetici olarak kabul etmek, onları işbaşına geçirmek, onları sevmek, onlara uyup itaat etmek. İşte bütün bunlar, kişinin kâfirleri dost kabul ettiğini, yetkisini onlara verdiğini göstermektedir. Kişi, dostluk, sevgi ve rızâyı kâfirlere gösterirse bu küfrü gerektirir. Şayet sevgi ve rızâ, mü’minlere karşı ise, bu da imanın gereğidir.        

İnsanın ilk yanlışı, düşmanını dost zannetmesiyle oldu; İnsanın cenneti kaybetmesinin sebebi, düşmanına karşı tedbir almayışı, onun hile ve tuzaklarına kanmasıdır. Bırakın insanı, hayvanlar bile düşmanlarını bilir; kendisini ve neslini düşmanından korumaya çalışır. Bir tavuk, özellikle yavrusunu düşmanından sakınmak için, nasıl fedâkârlık ve kahramanlık yapar, gözleyenler bilir. 

Dostluk-düşmanlık konusunda hatırımızdan çıkarmamamız gereken özelliklerden biri de, “gâvurun atına binen, onun kılıcını kuşânır” atasözünün ve “bugün yardım alan, yarın emir alır”  vecîzesinin gerekleridir. Hırsızı yakaladığımızı zannederken, hırsız tarafından yakalanan konumuna düşmemeli, ava giderken kendimiz avlanmamak için tedbirler almalıyız.

“Düşmanınızın silâhıyla silâhlanın” sözü, bazılarınca hadis olarak ifade edilmekte ve İslâm dışı çalışmaların, metod ve yöntemlerin delili olarak sunulmaktadır. Bu söz, kesinlikle hadis-i şerif değildir; Kur’an’a da selim akla da aykırı, yanlış ve gayr-i meşrû bir tavsiye ve yönlendirmedir. Düşmanlar, İslâm’ın cevaz vermediği araçları silâh olarak kullanırsa müslüman ne yapacaktır? Sözgelimi, bazı düşmanlar, dâvâları için kendi karılarını ve kızlarını bile fesat ögesi şeklinde silâh olarak kullanabilmektedir. Ayrıca Kur’an, düşmanları korkutacak silâhlar hazırlamayı emrediyor. “Onlara (düşmanlara) karşı gücünüz yettiği kadar kuvvet ve cihad için bağlanıp beslenen atlar hazırlayın, onunla Allah’ın düşmanını, sizin düşmanınızı ve onlardan başka sizin bilmediğiniz, Allah'’n bildiği (düşman) kimseleri korkutursunuz. Allah yolunda ne harcasanız size eksiksiz ödenir, siz asla haksızlığa uğratılmazsınız.”[365] Düşmanının silâhıyla silâhlanan bir mü’minden, kendisinde de aynı ve belki daha gelişmişi olan düşman nasıl korksun? İsrâil, kendisinin sahip olduğu cinsten benzer silâhlara sahip olduğu halde yönetimi yahûdiyle dost olan ülkelerdeki müslüman askerlerden mi, yoksa ölümden korkmayan, iman eri ve şehâdet adayı olan taştan başka silâhı olmayan çocuk yaşlardaki fedâilerden mi korkmaktadır?       

Hiç düşmanı olmamak da bir kusurdur. Meziyetleri olanın, sosyal faâliyetlerde bulunan, kişiliği olan ve izzet sahibi kişilerin mutlaka düşmanları da vardır. Düşmanı bulunmayan kimse, ot gibi yaşayan kimsedir. Düşmanı olmamak fazilet olsaydı, peygamberlerin düşmanı olmazdı. Hâlbuki onların, diğer insanlardan daha azılı ve daha çok düşmanı vardı. “Böylece Biz, her peygambere insan ve cin şeytanlarını düşman kıldık.”[366] “(Rasûlüm!) İşte Biz böylece her peygamber için günahkârlardan düşman(lar) kılarız.”[367] İyilik ve erdem, düşmanı olmamak değil; düşmanlarına haksızlık etmemek, haddi aşmamaktır. Sövme ve çirkin hakaretleri düşmana bile yapmamak, bu kötü tavırları silâh olarak kullanmamaktır.

Düşmanların bazı faydaları da vardır. Mikropların alyuvarların savaşçılığını, canlılığını arttırdığı gibi. Düşmanlar, kişilere görevlerini hatırlatır, hızlarını ve derecelerini arttırır. Düşman, kişiye boyunun ölçüsünün ne kadar olduğunu gösteren iyi bir ölçüttür. Düşmanı, insanın kendi hatalarını görmesini sağlar. Cihad gibi, gazilik ve şehitlik gibi, yiğitlik ve kahramanlık gibi faziletler, düşman sâyesinde elde edilir.   

Kur’an’ın Hedefi Sulh ve Barıştır

 

“...Sulh daha hayırlıdır.”[368] düşmanlık ve kötülük, aslında ve temel olarak Allah’ın istemediği, şeytanın arzu ve isteklerinden ibarettir. Dolayısıyla insanlar arasında fesadın, fitnenin, kötülüğün olması, insanların Allah’ın emirlerinin dışına çıkmalarından kaynaklanır. “Ey iman edenler! Hep birden silm’e/barışa girin. Şeytana ayak uydurmayın. O sizin apaçık düşmanınızdır.”[369] Âyette geçen “silm” kelimesi, hem İslâm, hem de barış anlamına gelmektedir. Hz. Peygamber’in yaptığı savaşları incelediğimizde, savaşların hakkın önüne konulan engellerin kaldırılması amacını güttüğünü, saldırılara karşı müdâfaa özelliği taşıdığını, savaşa mecbur kalındığı için böyle bir yola başvurulduğunu görürüz. Bu savaşların birtakım haklı gerekçeleri vardır.

 

Bugün müslümanların kâfirler arasında bir selin içindeki köpük ve çer-çöp gibi olmasının temel sebeplerinin başında, düşman edinmeleri gereken kâfirleri dost kabul etmeleri yatmaktadır. Dünyada izzetin, onurun, devletin; âhirette cennetin bedeli, Allah’ı ve Allah taraftarlarını dost; şeytanı ve şeytanın askerlerini düşman kabul etmek ve dostluk ve düşmanlığını ispatlayacak davranışlarda bulunmaktır.             

 

 

Ehl-i Kitaba Karşı Tavrımız Nasıl Olmalıdır?

İslâm dini, karşılıklı menfaat ve müsamahaya dayalı müslüman-ehl-i kitap ilişkisine izin verirken; yahûdi ve hıristiyanların müslümanlara karşı dost görünebileceklerine dikkat çekmekte (5/Mâide, 51), bu hususta gizli emellerinin olabileceğini haber vererek onların dost edinilmemesini öğütlemektedir.[370] Müslümanları ehl-i kitap karşısında sık sık uyaran Kur’an, onlara tâbi olunmasını yasaklar.[371] Kur’an, ehl-i kitabın temel yanlışlarını düzeltir ve onları Allah’ın birliği (tevhid) inancına dayalı ortak bir ilkede müslümanlarla birleşmeye çağırır.[372]

“Ey iman edenler! Kendilerine kitap verilenlerden bir gruba uyarsanız, imanınızdan sonra sizi çevirip kâfirler haline getirirler.” [373]

“Sen onların milletine/dinine uyuncaya kadar yahûdiler de hıristiyanlar da senden râzı olmazlar. De ki: ‘Doğru yol, ancak Allah’ın yoludur.’ Sana gelen ilimden sonra eğer onların hevâlarına/arzularına uyacak olursan, andolsun ki, Allah’tan sana bir dost ve yardımcı yoktur.” [374]

“Ey iman edenler! Yahûdileri ve hıristiyanları dost edinmeyin. Onlar birbirinin dostudurlar (birbirinin tarafını tutarlar). İçinizden onları dost kabul edenler, onlardandır. Şüphesiz Allah, zâlimler topluluğuna yol göstermez.” [375]

“Ey iman edenler! Sizden önce kendilerine kitap verilenlerden dininizi alay ve oyun konusu edinenleri ve kâfirleri dost edinmeyin. Allah’tan korkun; eğer mü’minler iseniz.” [376]

“Kendilerine kitap verilenlerden Allah'a ve âhiret gününe iman etmeyen, Allah ve Rasûlü’nün haram kıldığını haram saymayan ve hak dini (İslâm’ı kendine) din edinmeyen kimselerle, küçülerek elleriyle cizye verinceye kadar savaşın.” [377]

“Eğer onlar da sizin iman ettiğiniz gibi inanırlarsa hidâyeti/doğru yolu bulmuş olurlar; dönerlerse mutlaka anlaşmazlık içine düşerler. Onlara karşı Allah sana yeter. O işitendir, bilendir.” [378]

“De ki: ‘Ey ehl-i kitap! Sizinle bizim aramızda anlamı eşit bir kelimeye gelin: Allah’tan başkasına tapmayalım; O’na hiçbir şeyi eş tutmayalım ve Allah’ı bırakıp da kimimiz kimimizi ilâhlaştırmasın. Eğer onlar yine yüz çevirirlerse işte o zaman, ‘Şâhit olun, biz müslümanlarız” deyin.” [379]

“Ehl-i kitaptan bir kısmı istediler ki, ne yapıp edip sizi saptırabilsinler. Oysa onlar, sadece kendilerini saptırırlar da farkına bile varmazlar.” [380]

“Ey ehl-i kitap! (gerçeği) görüp bildiğiniz halde niçin Allah’ın âyetlerini inkâr edersiniz?” [381]

 “De ki: ‘Ey ehl-i kitap! Allah yaptıklarınızı görüp dururken niçin Allah’ın âyetlerini inkâr edersiniz? De ki: ‘Ey ehl-i kitap! (Gerçeği) görüp bildiğiniz halde niçin Allah’ın yolunu eğri göstermeye yeltenerek mü’minleri Allah yolundan çevirmeye kalkışıyorsunuz? Allah yaptıklarına tamamıyla şâhittir.” [382]

Müslümanlar izzetin nerede aranmasını bilmek zorundadır. İzzeti kâfirlerin yanında, ABD'ye abd olmakta, ya da Avrupa Birliği'nde arayanlar, tâğûtî yönetimde ya da onlara yakınlaşmakta arayanları Allah dünyada bile zelil kılar. Cellâdına âşık olan mahkûm gibi dünya ve âhiret saâdetine engel olan gayrı müslimleri sevip onların değer yargılarını tercih etmek, onlara benzemek, Kur’an tâbiriyle “aşağılık maymun olmak”[383] demektir. Verilen güzel nimetleri beğenmeyip soğan-sarımsak (Allah’ın hidâyetini ve âhiret saâdeti yerine dünyanın basit çıkarlarını) isteyenlere meskenet damgası vurulur.[384] Kâfirlere fitne olarak verilen geçici dünyevî metâları Allah’ın müslümanlara verdiği başta iman olmak üzere gerçek nimetlere tercih, zillet sebebidir. Mü’minleri bırakıp kâfirleri velî/dost edinenler, izzeti onların yanında arayan ve tüm izzetin Allah’a ait olduğunu bilmeyenlerdir.[385] Mürtedler bilsinler ki, Allah onların yerine mü’minlere karşı alçakgönüllü, kâfirlere karşı aziz ve insanların kınamasına aldırış etmeyen gerçek mü’minler ortaya çıkarır.[386] İslâm’ın askerleri, Allah hizbi/erleri iki cihanda da en büyük izzete sahip olduğu halde, tâğutların askerleri zilletin her çeşidine muhâtap olur. Müslümanları aşağılayan, dini suçlayan, “gerici, bağnaz, çember sakallı, yarasa, kara fatma...” diyenler âhirette Allah nazarında aşağılanacakları gibi, dünyada da mü’minler nazarında aşağılanmalıdır.

Allah’ın küçülttüklerini gözlerinde büyüten ve dünyayı âhirete tercih etmenin alçaltıcı zilletini tadan insanların dünyada aziz olma hakları yoktur. Tâğûtî şahsiyet ve makamları önemseyip benimseyen, dolayısıyla Allah nazarında zelil olan kimseleri aziz/şerefli kabul edenler, onların boyunlarına taktıkları zillet tasmalarını nasıl çıkarabilirler? Kurtuluşu İslâm’da arayacaklarına, Batıda arayanlar, kâfirlerin ölçülerini İslâmî esaslara tercih edenler iki dünyada da azîz olamazlar. Üstünlüğün Kur’anî ölçüsünün takvâ, ilim ve cihad olduğunu bilmek istemeyenler; dış görünüşte, parada, maddede, hatta kâfirlerde ve küfürde izzet aramaya kalkarlar. Bu arayışlarının cezası olarak yücelttikleri bu değersiz şeylerin altında kalır, değersiz bir şekilde yaşarlar. En büyük zararı kendilerine verirken, İslâmî ilkeleri küçük duruma düşürdüklerinin vebalini de öteki dünyaya götürürler.      

İtaat veya İsyan; Kimlere?

 

Kelime-i tevhid, “lâ” ile, yani isyanla başlar. Tüm sahte ilâhlara, tâğutlara isyan söz konusudur tevhid mesajında. Yani, Allah’a isyan edenlere isyan. Bütün peygamberler bu anlamda kutsal isyan ateşini tutuşturan isyan önderleridir.

Mü’min olmak ve mü’min kalmak için mutlak anlamda, kayıtsız ve şartsız itaatin yalnız Allah’a yapılması gerekir. Âlemlerin Rabbi olan Allah evrende mutlak tasarruf sahibidir. Yaratıklar arasında yalnızca insan teşrii alanda bu rablığa karşı çıkabilir. Yeryüzündeki tasarrufunu Allah'ın hükmüne göre değil; kendi iradesi doğrultusunda yapmaya kalkışabilir. Bu zâlim insan, yeryüzündeki hayatı, istediği biçimde yönlendirmeye kalkar. Bunun için Allah'ın kurallarına rağmen kendinden kurallar koyar. Böylece insan, kendi arzularını ilâhlaştırmış olur. Arzularının doğrultusunda yeryüzüne şekil vermeğe kalkınca da yeryüzünde rableşmiş olur. Bunun sonucunda, böylesi insanlara isteyerek itaat edenler de, Allah'ı değil; bu insanları rab kabul etmiş olurlar.

Günümüz insanlığının rab anlayışını, onların inançlarında ve pratik hayatlarında çok açık bir şekilde görmek mümkündür. Dinin ilk şartı, Allah'a, O'nun emirlerine teslim ve tâbi olmaktır. Allah'a rağmen Allah'tan başkalarının koyduğu gayrı meşrû hükümlerine seve seve uyup itaat edenlerin, "Allah'ın rablığına ve ilâhlığına inandık" demeleri kendilerini kurtarmaz. Çünkü İslâm; rab olarak sadece Allah'a inandıktan ve O'na karşı kulluk vecibelerini yerine getirdikten sonra, O'nun koyduğu hüküm ve kurallara itaat edilmesini de ister. Bunun için, insanlar, Allah'ın kesin olarak bildirdiği hükümleri bırakıp İlâhî emirlere ters olarak başkalarının ortaya koyduğu hükümlerine isteyerek itaatleri halinde, her ne kadar dâvâları Allah'a iman olsa da, bu imanları geçerli olamaz.    

Günümüzde, insanların, vicdanlarında inanıp kabul ettikleri ilâhla, yaşantılarında, hükümlerine teslim oldukları ilâhlar aynı değildir. Teorik olarak inandıklarını ifade ettikleri Allah'ın ilâhlığını ve rablığını, vicdanlarına hapseden günümüz insanlarının pek çoğu, pratik hayatlarında Allah'tan başka rabların emirlerine ve hükümlerine teslim olmaktadırlar. İnsanların pek çoğunun maruz kaldığı en büyük tehlike; Allah'ı günlük yaşantılarında rab kabul edemeyişleridir. Onlar, bir yandan mü'min ve müslüman olduklarını söylerlerken, diğer yandan da Allah'ın emir ve yasaklarını bir tarafa atarak çeşitli varlıkların ve rehber edindikleri önderlerinin emirlerine uyarlar. Onların koyduğu gayri meşrû hükümlere gönüllü olarak itaat ederler; böylece Allah'tan başkalarını rab edinmiş olurlar.

"Lâ"sı olmayan bir inanç yaygınlaştırılıyor; itaat ve isyanı olmayan, mevcut İslâm dışı düzene, Avrupa’nın normlarına, Danimarka kriterlerine her yönüyle uygun bir din ve hayat dayatılıyor. Her şeyle, özellikle egemen tüm güçlerle ve onların rab ve hâkimiyet anlayışlarıyla uzlaşan, Allah’ın hor gördüklerini hoş görmek için bin dereden su getiren, tepkisiz, laik müslümanlık(!) hâkim kılınmak isteniyor. Allah'a inanan, ama tâğuta itaatten ayrılmayan, Allah'a iman eden, ama tâğutların ilke ve hükümlerini kabul ettiğini ifade eden bir din, İlâhî olmaktan öte beşerî bir din!..    

Putlara, şeytanlara ve tâğutlara tapmak nasıl şirk ise, Allah'ın emrine, Hakk'ın hükmüne uymayan kişilerin ortaya attıkları görüşleri benimsemek ve onları Allah'a tercih edip onlara uyup itaat etmek de öylece bir şirktir. Bu durum, onlara kulluk mertebesinden fazla değer vermek, Allah'ın İlâhî hükümlerine uymayan görüş ve fikirlerini benimsemek olduğu için, bir şirk çeşididir. Onların sözlerine itaat edip Allah'ın emirlerini terk etmenin puta ve tâğuta tapmakla aynı olmasının sebebi açıktır. Hakkı bâtıl, bâtılı da hak yapmaya çalışıp insanlara helâli haram, haramı da helâl tanıtarak Allah'ın hükümlerini değiştirmeye çalışanlar, ilmî haysiyetten uzak birer tâğutturlar. Bunlara uyup itaat etmek de onları rab kabul etmektir. Çünkü bu duruma düşenler, Allah'ın hükmüne değil de onların isteklerine itaat ederek onlara Allah'a tapar gibi tapmış olanlardır.

Günümüzde şirkin her çeşidinin yaygın olduğunu görüyoruz. Müslüman mahallede pazarlanan bin bir çeşit şirk içinde, çok yaygın olmasından ötürü, belki en önemli örneklerinden biri itaat ve isyan konusuyla ilgili şirktir. Hani meşhur fıkradaki ifadeyle, taşlar beşerî yasalarla bağlı ve itler de “özgürlük tanrısı”nın salıvermesiyle her önüne gelene saldırmak için ortalıkta koştururken, fincancı katırlarını ürkütme riskini göze alamayanlarca bu çeşit şirke vurgu yapılamamakta, hatta bu şirk canavarı, ehlîleştirilmiş ve mâsum gösterilmektedir. Müslümanların sırât-ı müstakim’i şaşırıp yanlış işaretlerle mecburi istikamet diye gösterilen cehennem yolu üzerinde “dur!” diye ellerini makas gibi açanlar çıkmadıkça ve yoldaki işaretleri doğrusuyla değiştirme çabasına yeterli sayıda insan girmedikçe, uçurumlara yuvarlananlara ağıt yakacaklar bile kalmayacaktır.

 “Rabbinizden size indirilene (Kur’ân’a) uyun. Ondan başkasını evliyâ/dostlar edinip peşlerine düşmeyin. Ne kadar da az öğüt alıyorsunuz!”[387]; "Bunlar, Allah'ın (koyduğu) sınırlarıdır. Kim Allah'a ve Peygamberi'ne itaat ederse Allah onu, zemininden ırmaklar akan cennetlere koyacaktır; orada devamlı kalıcıdırlar; işte büyük kurtuluş budur. Kim Allah'a ve Peygamberi'ne karşı isyan eder ve sınırlarını aşarsa Allah onu, devamlı kalacağı bir ateşe sokar ve onun için alçaltıcı bir azâb vardır."[388]

Tâğutlara İsyan

Rabbimiz, kendi hudutlarını tanımayarak hükümlerini benimsemeyerek aşırı gidenleri, tuğyan edenleri, “tâğut” olarak nitelendiriyor. Tâğût, İslâm dışı tüm güçleri, laik devleti, laik iktidârı, laik yöneticileri, laik partileri, laik kadroları, laik politik ve bürokratik mevki sahiplerinin tamamını kapsamına almaktadır. Rabbimiz: “Kim tâğutu inkâr edip (reddederek) Allah’a iman ederse muhakkak ki o kopmayan, sağlam bir kulpa yapışmıştır.”[389] buyurmaktadır. Peki red ve inkâr etmedikçe gerçek bir iman sahibi olmamız bile mümkün olmayan, tâğûtî önderleri, müşrik ve Batılı yönetimleri, Batıyla birlikteliği, Allah’ın indirdikleriyle hükmetmeyen kadroları nasıl benimseyebilir, kucaklayabiliriz? Nasıl onlara meşrûiyet kazandıracak birliktelikler oluşturabiliriz? Onları nasıl üstün görebilir, onlarla birlikte olmaktan nasıl izzet ve itibar bekleyebiliriz?

Gerçek üstünlük sebebinin “takvâ” olduğunu bildiren bir dinin[390] müntesipleri olarak nasıl olur da açıkça kâfir olan Batılıları veya onların yerli işbirlikçi dostlarını dost kabul edebiliriz? Laik, batıcı, ulusalcı, sağcı, solcu liderlerin, mevkî sahiplerinin, entelektüellerin üstün olduğu zehâbına nasıl kapılabiliriz ve nasıl olur da onlarla birlikte olmaktan itibar umabiliriz? “Kim Allah’ı, O’nun Rasûlünü ve mü’minleri dost tutarsa (bilsin ki), gâlip gelecek olanlar, yalnızca Allah’ın taraftarlarıdır.”[391] Görüldüğü gibi, gâlip ve üstün gelecek olanlar, kâfirleri dost edinip onların yanında yer alanlar değildir; gâlip ve üstün gelecek olanlar, sadece Allah’ı, O’nun elçisini ve mü’minleri dost edinip Allah taraftarı olma vasfı kazanmış olanlardır.

İtaat edilen Allah ise, kişi, yüce mertebe olan “Allah’ın kulu” olmayı tercih etmiş; O’na isyan edenlere itaati tercih edince de, “emir kulu”, “kapı kulu” olmayı, yani iki dünyada rezillik ve zilleti seçmiş olur.    

Allah’a itaatle birlikte Allah’ın itaat için izin vermediği, itaat etmemizi istemediği ilke ve şahıslara itaat, birbiriyle bağdaşmaz. Biri varsa öteki yok demektir. Tâğutu reddetmeden Allah’a imanın geçerli olmadığı[392] gibi, tâğuta isyan olmadan, tâğuta kayıtsız şartsız itaatle birlikte Allah’a itaat de gerçekleşmez. Kayıtsız şartsız itaat edilecek mercî olarak kişi neyi tercih ediyorsa, ilâh olarak onu kabulleniyor demektir.

İtaat, imanın test edilmesidir. Allah’ı tek ilâh kabul eden kimse, O’na kulluğunu, O’na kayıtsız şartsız itaat etme zorunluluğu duyarak gösterecektir. İtaat olmadan cennet yoktur.[393] Allah ve Peygamber, mü’minleri kurtaracak, onlara hayat verecek şeylere çağırmaktadır. Bu dâvete icabet etmektir itaat. “Ey iman edenler, size hayat verecek şeylere sizi çağırdığı zaman, Allah’a ve Rasûlü’ne icâbet edin.”[394]

Allah’a itaati terk eden isyankâr ve kendine zulüm/yazık edenlere dünyevî cezalardan biri, kendileri gibilerin onları yönetmesidir. “Zâlimlerin bir kısmını, bir kısmının başına geçiririz.”[395] İnsanlar bozuldukları, Allah’a âsi oldukları zaman, onların kötüleri başlarına getirilir: “Nasılsanız, öyle yönetilirsiniz.”[396]  

Allah’ın emirlerini öğrenir öğrenmez “dinledik ve itaat ettik” deyip hemen eyleme geçen; Allah’ın itaati yasakladığı ilke, görüş, kural ve kişilere karşı da  “ne dinliyoruz, ne de itaat ediyoruz!” deyip sözünün eri olan cihad erlerine selâm olsun. 

İsyanınız kâfirlere, zâlimlere ve hevânıza; itaatiniz Rabbinize olsun!

 

 

      İfsâd: Yeryüzündeki Dengeyi ve Huzuru Bozma

                                                                                                                                      

Fesâd, "fe-se-de" fiil kökünden gelir; bir şeyi îtidal (denge) dairesinden az veya çok çıkarmak demektir. Bu fiil, yiyecek ve içecekler için bozulma, kokma; ameller için geçersiz olma, hükmü olmama; bunların dışındaysa gerek nefis, gerekse bedende meydana gelen maddî-manevî bozulma; toplumda ortaya çıkan kokuşma ve dengeden sapma durumlarını ifâde etmek için kullanılır. İfsad: Bozmak, fesat çıkarmak, ifsat etmek, îtidalden (dengeden, faydalı ve âdil olmaktan) çıkarmak, kokuşturmak demektir. Fesat kelimesi, Kur'an'da çeşitli âyetlerde genellikle “yeryüzünde fitne uyandırıp, insanların durumunu ve yaşama yollarını doğruluktan saptırıp, dünyevî ve uhrevî çıkarları zedelemek” anlamında kullanılır. Müfsid; bu fiilin ism-i fâili olup bozan, bozgunculuk yapan demektir. Fesâdın zıddı salâh; ifsâdın zıddı ıslah; müfsidin zıddı muslih ve fâsidin zıddı da sâlihtir.

 

Hevâlarını ilâh edinen insanlar, ya da böylesi hevâdan ilâhlar birbirleriyle çatışacaklarından yeryüzündeki fesadın başlıca etkeni, yeryüzünün müfsitleridir. Kur'an, evrende egemen olan birliğin, düzenin ve dengenin, yani sulhun tevhidden, yani İlâh'ın bir olmasından kaynaklandığını, eğer göklerde ve yerde birden fazla ilâh olsaydı, sulhun bozulup yerine fesadın hâkim olacağını belirtir: "Eğer o ikisinde (göklerde ve yerde) Allah'tan başka ilâhlar olsaydı muhakkak fesada uğrarlardı."[397]

Göklerde yalnızca Allah'ın ilâhlığı egemendir; yeryüzünde de insan elinin ulaşamadığı yerlerde yine Allah'ın ilâhlığı mutlak egemen olup buralarda fesat yerine sulh vardır. Fakat yeryüzünde bazı insanlar Allah'ı değil de hevâlarını ilâh edindiklerinden dolayı bir’den çok hevâ, bir’den fazla ilâh ortaya çıkar. Bunun sonucunda böyle insanlar daha başka insanlar üzerinde rableşir, ellerinin ulaştıkları yerleri mülk edinmeye, buraları egemenlikleri altına almaya çalışır, yani Allah'ın rablık ve melikliğini tanımayıp kendi hevâlarını bu makama oturturlar. Bu insanlar, ister kâfir ister münâfık olsun durum değişmez ve bunların işi, kendiliklerinden yeryüzünde fesat çıkarmaktır; kendilerini ıslah edici saysalar bile: "İnsanlardan mü'min olmadıkları halde, Allah'a ve âhiret gününe inandık diyenler vardır. Allah'ı kandırmaya çalışırlar, iman edenleri de; ama farkında olmadan yalnızca kendilerini kandırmaktadırlar. Kalplerinde hastalık vardır onların, Allah da hastalıklarını arttırmıştır. Yalan söylemelerinden dolayı acıklı bir azap vardır onlar için. Kendilerine 'yeryüzünde fesat çıkarmayın'  denildiği zaman, 'biz ancak ıslah edicileriz'  derler. Dikkat edin, onlardır müfsit (fesat çıkarıcılar), ama şuurunda değillerdir."[398]

 

"Onlara 'yeryüzünde fesat çıkarmayın' denildiğinde; 'biz ıslahatçılarız' derler." [399] İlk insanın imanı, tabiatın ilk yaratıldığı günlerdeki gibi tertemizdi. Karalar, denizler ve havalar, mü'minlerin imanı gibi pırıl pırıldı. Önce imana şirki bulaştırdılar. Allah'ın kanunlarını hiçe sayarak kendilerini ilâhlaştırdılar. Ondan sonra tabiata da müdâhale ederek gönüllerindeki pisliği tabiata da akıtmaya başladılar. Rabbimiz: "Ey iman edenler! Müşrikler ancak pisliktir."[400] buyurur.

Kendilerine sorarsanız, bozguncu değildirler. Hatta kafa tutarcasına, bu faâliyetlerinin yapıcı ve mâsum olduğunu söylemekten çekinmezler. O tertemiz elbiselerinin içinde, kara gözlüklerinin gerisinde tabiatı kirletmek, dünyanın her tarafında anarşi çıkarıp terör uygulayarak insanların kanını paraya çevirmek, kimyasal silâhlar satarak midesini şişirmek için koşan bu hasta adamlara: "yeryüzünde bozgunculuk çıkarmayın" deseniz, onlar "biz Yalta, Malta zirvesinde, Londra zirvesinde insanları ıslah için bir araya geliyoruz" derler. Peki ama, her zirvenizin sonunda Hama'da, Halepçe'de, Afganistan'da, Filistin’de, Irak’ta yüz binlerce insan neden öldürülüyor?[401] 

 

Bozgunculuğun en korkuncunu yaptıkları halde, dönüp de "bizim hareketlerimiz yapıcıdır" diyenler, her asırda pek çoktur. Böyle diyorlar, çünkü ellerindeki ölçü bozuktur. Evet, ihlâsın, samimiyetin ve hüsn-i niyetin ölçüsü bozulunca bütün değer ve ölçüler hassâsiyetini kaybeder. Niyet ve vicdanları her şeyi Allah için yapma samimiyetinden mahrum olanlar, davranışlarındaki bozgunculuğu görememekte mâzurdurlar. Çünkü onlarda, hayır-şer; iyilik-kötülük ölçüleri, Rabbânî bir temele oturmamıştır. Onlar, şahsî ihtiraslarının esiridirler.[402]

Rabbimiz bizi uyarıyor: "Gözünüzü açın, asıl fesatçılar onlardır, ancak farkında değiller."[403] Islahatçıyız diyerek gelen, batının akıl hocalıklarına aldanmayalım. Bunlar bozguncudurlar. Ancak yaptıklarının bozgunculuk olduğunu bilmezler veya bilmezden gelirler. "Akrebin kimseye kin'i yoktur. Ancak, onun sokması fıtratının gereğidir." İyi niyetli kâfirler yönetici olsalar, içlerindekini dışa vuracaklar. İçlerindeki küfür zehir olunca iyi niyetlerle de olsa insanlığı ve tabiatı zehirleyecektir. Onlar, şeker hastasına çok iyi niyetlerle her gün baklava yediren câhil insan gibidirler.[404] 

Fesâdın Tek Etkeni İnsanlardır

 

Allah, yeri ve gökleri eşsiz bir nizam, ölçü ve uyum içinde yaratmıştır. Yeryüzünün düzenini ve huzuru bozan insandır. Kur'an, fesadın her türünün insanın eseri olduğunu açıkça belirtir.[405] Bu yüzdendir ki İlâhî irâde, yeryüzünü fesada veren kötü insanları, onlara musallat edilen başka insanlarla durdurmayı sünnetullahtan biri halinde işletmektedir.[406] Yeryüzünde fesadın tek etkeninin insanlar olduğunu şu âyet çok net ve çarpıcı bir biçimde ortaya koyuyor: "İnsanların elleriyle kazandıklarından dolayı, karada ve denizde (çölde, kırda ve şehirde) fesat ortaya çıktı."[407]

Hevâ ve heveslerini ilâh edinen insanlar, yeryüzünde kendi keyiflerine göre bir sistem kurmayı arzu ederler. Dünyevî hırslarını, iştah ve şehvetlerini tatmin için her yola başvururlar. Hedeflerine varabilmek için hiçbir kural tanımazlar. Diğer insanların haklarına ve hürriyetlerine tecâvüz ederler. İşte yeryüzünde fesadın kaynağı budur. Allah'a açıkça isyan, yeryüzünü fesada vermek olarak kabul edilmiştir. Çünkü İslâmî hükümler, insanların huzuru için vaz' olunmuş kanunlardır.   İnsanlar bu hükümlere sımsıkı sarıldıkları zaman,  düşmanlık ortadan kalkar ve herkes kendi ameliyle meşgul olur. Böylece hem yeryüzünün/doğanın, hem de orada yaşayan insanların salâhı gerçekleşir. Ancak, insanlar İslâm'a sarılmayı bırakıp herkes kendi nefsinin arzuladığı şeyleri yapmaya başlarsa o zaman fesat ortaya çıkar. Mesele bu açıdan ele alınırsa yeryüzündeki fesadı ve fesadın kaynağını tespit etmek kolaylaşır. Kâfirler ve münâfıklar, gayr-ı meşrû amelleriyle fesat üretmektedir.     

İnsan Hakları İhlâlleri Şeklindeki Fesat

Fesadın yaygın görünüşü, insan hakları ihlâlleridir. Bunlar, kan dökücülük, sömürü ve tahakküm/dayatma şeklinde kendini gösterir. "...Kim bir kimseyi, bir kimseye (cinâyete) veya yeryüzünde bozgunculuğa karşılık olmadan öldürürse, bütün insanları öldürmüş gibi olur. Kim de onu diriltirse (ölümden bir hayat kurtarırsa), bütün insanları diriltmiş gibi olur. Andolsun ki onlara belgelerle peygamberlerimiz geldi. Sonra buna rağmen onların pek çoğu, yeryüzünde taşkınlık edenler (müsrifûn) oldu."[408]

Bir toplumda bozgunculara engel olunamaması ve bozguncuların sayısının artması, bu toplumu ayakta tutan sosyal düzenin bozulması, işlerin çığırından çıkması, toplumsal hayatta hiçbir şeyin yolunda gitmemesi ve kargaşa ortamının hâkim olması demektir. Özellikle zâlim yöneticiler ve Allah’ın indirdikleriyle hükmetmeyen politikacılar, toplumlarında kötülüğü ve fesadı yaygınlaştırırlar. Bu fesatçılar, ister peygamber, isterse kendi topluluklarından çıkan şuurlu insanlar olsun, bütün ıslahçılara karşı çıkarlar, onlarla mücâdele ederler.[409] 

 

                         

  Kendisi Bozgunculuk Çıkardığı Halde Sâlihlere Bozgunculuk İsnat Etmek

"Mûsâ’yı, Firavun ve erkânına gönderdik. Âyetlerimize karşı haksızlık ettiler. Fesatçıların/ bozguncuların sonunun nasıl olduğuna bir bak.[410] "Firavun, müfsidlerden (fesatçılardan, bozgunculardan) idi."[411] Kelimenin tam anlamıyla fesatçı olan Firavun ve yandaşları, kendilerini ıslahatçı olarak görüyorlar, toplumu ıslah etmek isteyen Mûsâ (a.s.)'ya “fesatçı/bozguncu!” damgası vurarak halkı onun aleyhine kışkırtıyorlardı: "Mûsâ'yı ve kavmini, seni ve tanrılarını terk edip yeryüzünde bozgunculuk/terörizm yapsınlar diye bırakacak mısın?"[412]

Firavun da etkin güçlerin “bozguncu, terörist!” yaftasını tutmuş, beğenmişti: "Bana izin verin de Mûsâ'yı öldüreyim. O, Rabbine yalvaradursun. Onun, sizin dininizi değiştireceğinden veya yeryüzünde fesat/terör çıkaracağından korkuyorum."[413] Firavun ve yandaşları, kendi düzenlerini değiştirip yıkacak olan Hz. Mûsâ'yı, bozgunculuk yapmakla suçluyorlardı. Firavun düzenine karşı çıkan ve sosyal ıslah programı öneren Hz. Mûsâ, karşı çıktığı düzen tarafından bozgunculuk suçlamasıyla, vatan hâini, bölücü olarak görülüyor, böyle gösterilmek isteniyordu. Her devirde kâfirlerin tavrının farklı olmadığı, küfrün tek millet olduğundan aynı tavrı sahnelediği, günümüz dünyasındaki belirgin benzerliklerle değerlendirilebilir.      

 

 

İnsanları Bölme

İnsanları yapay ayrımlara tâbi tutup bölme, Kur’an’da, Firavunca bir fesat yöntemi olarak değerlendirilmektedir: "Firavun, memleketin başına geçti, halkını fırkalara (kastlara, yüksek ve aşağı sınıflara) ayırdı. İçlerinden bir topluluğu güçsüz bularak onların oğullarını boğazlıyor, kadınlarını sağ bırakıyordu. Çünkü o, müfsitlerden/fesat çıkaranlardan idi."[414] Firavun'un zayıf, güçsüz gördüğü grup, Mısır toplumunda en aşağı basamaklara itilen ve hemen hemen bütün insan haklarından yoksun bırakılan İsrail oğullarıydı. Bazı kişilere ve ırklara ayrıcalık vermek, devletin rantını yiyip halkı sömürerek elit tabaka (burjuva, sömürücü, kapitalist, bürokrat kesim, mutlu ve putlu azınlık) oluşturup, toplumu da halk tabakası, orta direk, batılı-doğulu, Türk-Kürt, zengin-fakir, irticacı-çağdaş vb. ayrımlarla sınıflara, yapay gruplara ayırarak bölen fesatçılar; mü'min-müşrik ayrımına bölücülük damgası vurarak sömürüye ve zulme dayanan kendi bölücülüklerini unutturmak istemektedirler.   

 

Bilim Yoluyla Fesat

Çağımız buhranlarının temel nedenlerinden biri, bilime karıştırılan yalanlar, insan itikadını ve yaşayışını saptıran nifaklardır. Gerçekte ilim, İlâhî sanatı tetkik hikmeti olduğu halde; hiç bağdaşmaması gereken cehâletle (câhiliyye) bilim, zorlama yollarla, şeytanî hile ve uydurmalarla bağdaştırılmış ve fesat araçlarından biri olmuştur.

 

Ahlâksızlık Yoluyla Fesat

Çağlar boyu toplumlar içinde ahlâkı fesada verip, toplumları çökerten münâfık ve müşriklerin devrimizdeki ulaştıkları durum, dört ayaklıları bile utandıracak boyutlara gelmiştir.

Ekonomi Yoluyla Fesat

Dinimiz, insanların meşrû ihtiyaçlarını karşılamak için belirli şartlarla helâl dairesi içinde çalışmalarını ibâdet kabul eder. Cimriliği haram kıldığı gibi, israfı da şeytanın kardeşliği olarak değerlendirir. Fesatçılar ise, israf ve tüketim hızlanması sloganlarıyla toplumları tüketim toplumu yaparak mahvetmektedir. Ülkeler, toplumlar, aileler, evlilik kurumları, iş bulma konuları... gibi yapılar, savurganlık ve kapitalist düzenin zulmü sebebiyle iflas etmiş durumdadır. Aç insanın, dini (dolayısıyla ahlâkı ve tüm yaşama biçimi) de kolaylıkla yozlaşmış, insanlar karınlarını doyurmaktan ve bazıları da eşya sevgisinden ve yarışından başka şey düşünemez hale gelmiştir. Modernizmin, modanın, mal-eşya yarışının,   lüksün ve reklâmın fesadı yaygınlaştırmadaki rolleri, tahmin edildiğinden de çok fazladır.

Politika Yoluyla Fesat

İnsanların inanç yapısını bozan ve huzurunu ciddî biçimde kaçıran belki en önemli fesat yolu budur. Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyen, bu yüzden fâsık, zâlim ve kâfir olan tâğutların zulmü her alanda karşımıza çıkmaktadır. Bu onlarca fesadın kaynağı olduğundan, müslümanların reddetmeleri ve mücâdele etmeleri gereken fesadın başı sayılır.

Fikir Yoluyla Fesat

Bazı müfsitlere yakıştırılan filozof, düşünür, yazar, öğretmen, profesör... sıfatları, fesadın câhil halk kesimlerince kabulünü kolaylaştırması açısından büyük ihânet özelliğindedir. Allah'a inanmayan, O’ndan hakkıyla korkmayan insanın hele ağzı laf yapıyor, eli kalem tutabiliyorsa bunun fesadının şerrinden herhalde şeytan bile Allah'a sığınıyordur.

 

Teknoloji Yoluyla Fesat

Uydular, casus uçaklar, bombalar, füzeler, cep telefonları, gizli kameralar, tele kulakların direkt veya dolaylı yoldan fesatlarını veya fesat aracına dönüştüklerini görmek için çok zekî olmak gerekmiyor.                                                     

Medya Yoluyla Fesat

TV. kanalları ve boyalı basın... Örnek vermeye gerek var mı?

 

Ve En Büyük Fesat Yolu; Düzen

Tüm kural, kurum ve kuruluşlarıyla doğurgan fesat. Diğer fesatlar, bu ananın gayr-ı meşrû çocukları. Tâğûtî düzenlerin tümü en büyük müfsittir.

Peygamberlerin önemli duâları içinde fesat üretenlere mağlup olmama dileği de yer almaktadır.[415] Çünkü fesat, yurtları kaos ve mutsuzlukla doldurmakta, kitleleri lânet ve azâbın kucağına itmektedir.[416]

Kur'an, fesat üreten birey ve kitlelerin insanların karşısına barış üreticileri olarak çıkabileceklerini de söylemektedir.[417] Sulh/barış taraftarı gözüken nice sahte barışçılar vardır. Bunlar barışçı kimliğiyle savaşların en gaddârcasını yapmakta, ıslah adına yeryüzünü ifsat etmektedirler. İnsanları mahvetmenin adına kurtarmak denilebilmekte, Firavunlara Mûsâ adı verilmekte, nice sahte kahraman ve sahte kurtarıcılar insanları ifsat etmektedir.

                              

Islah adıyla ifsadı, barışçılık iddiasıyla gerçek barışseverliği ayırmada kullanılacak ölçüleri Kur'an şöyle bildirmektedir: Allah'a Kur'an'ın istediği gibi iman, âhirete yakînen inanmak, sâlih amel, yani insanlığın hayrına katkıda bulunacak hizmetler gerçekleştirmek.

 

İnsanların toplum içerisindeki haklarını tespit etmek ve toplum düzenini tesis etmek, siyasetle yakından ilgilidir. Bilindiği gibi siyaset: "insanları dünya ve âhirette kurtulacakları yola irşâd etmekle, onların salah ve menfaatlerine çalışmak" şeklinde târif edilmiştir. İnsanların hevâ ve heveslerini tatmine yönelen "zâlim siyaset/çirkin politika, tâğûtî yönetim" fesadın yayılmasına vesile olur. "İnsanlardan öyle kimseler vardır ki; onun dünya hayatına ait sözü hoşunuza gider ve o kimse kalbinde olana Allah'ı şâhit tutar. Hâlbuki o, düşmanların en amansızıdır. O, iktidâra (velâyete) geldiğinde, yeryüzünde fesat çıkarmaya, ekini ve nesilleri helâk etmeye koşar. Allah ise fesadı sevmez."[418] Zâlim siyasette, hem tahrip etme hem şüphe uyandırma sözkonusudur. Fesadın yaygınlaşması konusunda tâğûtî düzenlerde alabildiğine yarış vardır. Zâlim politikacılar, fitne ve fesat kumkuması boyalı basın, ahlâksız kanallar, hatta en mâsum kabul edilen câhiliyye özelliklerini savunan resmî ve toplumsal kurumların çoğu, fesat yarışında şeytanı bile geride bırakma gayretindedirler.

 

Fesâdın her türünden, terörizmin her çeşidinden, saldırganlık, işgal ve çirkin savaşın her görünümünden kurtulmak için, tek bir yol vardır. Dünya barışı, salâh ve îmârının, bireysel ve toplumsal huzurun tek bir kaynağı vardır. O da bir adı barış ve selâmet olan İSLÂM. 

    

  Çağdaş İnsanın Girdâbı: Dünyevîleşmek

                                                                                                                                                                           

İnsanlık hüsrânın tüm boyutlarını yaşıyor. Şirkin zulmü globalleşiyor. Çağ imaj, kandırma, vitrin, reklam, tüketme ve tükenme çağı. Çılgınlık, azgınlık ve isyan hiçbir sınır tanımıyor. Nice insan, İslâm’ı mükemmel yaşayanlara şâhit olamadığı için İslâm’ın dışında kalıyor; hatta görmediğine, bilmediğine düşman oluyor. Müslümanların da önemli bir kesimi müslümanlığı doğru şekilde bilmiyor. Bilenlerin de yapabileceklerinin tümünü yaptıklarını iddia etmek zor. Bu ortamda, teknik imkânlarla donanan, devle(tle)şen, küreselleşen fitne, sadece yapanları değil; tüm insanlığı kemiriyor. Ülkeler, sokaklar, evler, beyinler, gönüller işgâle uğramış durumda. Müslüman olduğunu iddia edenlerin de büyük bölümü bilinçsizce şirkin kucağına atılıyor, kurtuluşu zâlimlerin safında arayıp ifsâdı ıslah zannediyor.

Batılı bâtılın şoförlüğünde helâke doğru son sürat sürülen dünya arabasının tek kurtuluş şansı vardır. Tüm birikimlerini harcayan, bütün umutlarını yitiren çağdaş insanın tek umudu kalmıştır. O da Kur’an’ın gönüllere, zihinlere, sokaklara, okullara, toplum hayatına ve devlete hâkim olması. Kur’an’ın istediği gibi inanıp müslümanca yaşayan canlı Kur’an’lar göremediği, o boy aynasında boyunun ölçüsünü alıp kendine bakamadığı için insanlık, kendi yanlışlarının farkına varamamaktadır.  

 

“Başınıza gelen her musîbet, kendi ellerinizle işledikleriniz (günahlar) yüzündendir. (Bununla beraber) Allah, çoğunu da affeder.”[419] “Kim Benim zikrimden (Kur’an’dan, namazdan, Allah’ı hatırlayıp anmaktan) yüz çevirirse, şüphesiz onun için dâr bir hayat, geçim sıkıntısı vardır.”[420]

Midelerin açlığı önemli olsa da, gönüllerin gıdasızlığı çok daha mühimdir. Esas tehlike, âhiret azâbıdır. Dünyadaki sıkıntıların bir kısmı, zaten imtihan gereğidir. “Andolsun ki sizi biraz korku, açlık, mallardan, canlardan ve ürünlerden biraz azalma (fakirlik) ile imtihan eder, deneriz. Sen sabırlı davrananları müjdele.”[421] Esas kriz, iman ve ahlâk krizidir. Bunun da günümüz müslümanları açısından temel sebebi, âhiretten fazla dünyaya önem vermek, dünya-âhiret dengesini bozmak, yani dünyevîleşmektir.

Allah, merhametini göstererek ikaz etmekte, dünyanın aldatıcılığını hatırlatmaktadır: “Ey insanlar! Rabbinize karşı gelmekten sakının. Babanın evlâdı, evlâdın da babası nâmına bir şey ödeyemeyeceği günden çekinin. Bilin ki, Allah’ın verdiği söz gerçektir. Sakın dünya hayatı sizi aldatmasın ve şeytan, Allah’ın affına güvendirerek sizi kandırmasın.”[422]

Akıllı insan, Allah sevgisi ile gönlü arasına girerek perde ve engel olabilecek bu imtihan dünyasına dikkat etmeli, aldanmamalı; onu kulluk bilinciyle değerlendirmelidir. Esas hayat, sonsuz hayat, en hayırlı hayat; sonraki hayatımız, yani âhirettir. Dünyada ekilenin orada biçileceğine göre, bu dünya hayatını âhiret bilinciyle yaşamalı, dünyadaki görevlerimizi yaparak, orası için hazırlanmalıyız.

 

Dünya bir aynadır. Aynanın rengi, büyüklüğü, çukur ve tümsekliğine, arkasındaki sırların dökülüp dökülmediğine göre şekil aldığı/yansıdığı, görüntüleri farklılaştırdığı görülür. Bir şeyin önemi, fazileti veya fenalığı, başka bir şeyle mukayese yapılarak anlaşılır. Dünya konusundaki değersizlik, kendi başına ifade edilirse yanlış olur. Dünya, Allah’ın imtihan alanı olarak yarattığı ve nice muhteşem sanatlarını sergilediği bir alan olduğu gibi; insanın da halifesi olduğu, sınav yeri olan, helâl nimetlerinden istifade edileceği, imar ederek gelişme ve kalkınmalarda bulunulacağı bir yerdir. Dolayısıyla kötü ve değersiz değildir. Ama âhiretle karşılaştırıldığında durum değişir. Âhiret devamlı ve dünyadaki eksik ve olumsuzlukların olmayacağı sonsuz bir mutluluk yeri olduğundan, dünyaya göre âhiret daha hayırlıdır. Dünyayı değerlendirmede âhiret inancı temel ölçüdür. O yüzden âhirete inanmayanlar, onu başka bir şeyle karşılaştırma imkânından mahrum oldukları için veya yoklukla (ölüm, onlar için yok olmaktır) karşılaştırdıklarında câzip gelmekte ve dünyayı yalancı cennet gibi kabul etmektedirler.

Dün, en sevdiğimiz gıdaları yemiş, eğlenmiş, günümüzü zevkle geçirmiş olsaydık, bugüne kalan hiçbir şey olmayacaktı, gafletle geçirilen, dolayısıyla kaybedilen zamandan başka. Hele o zevk ve eğlenmelerde ölçüye dikkat etmediysek, bugüne ve yarına kalacak olan sadece günah yükü olacaktı. Yok, dünü zorluk ve sıkıntılarla geçirmiş isek de bugün için pek bir şey değişmeyecek, hatta bu gün daha az sıkıntı içinde isek, dünle karşılaştırdığımızda bu, mutluluk sebebi olacaktı. Ve eğer o sıkıntılar Allah için idiyse ve sabrettiysek, bugüne ve yarınlara taşınacak kalan şey, sevaplar olacaktı. Hayat, dünler, bugünler ve yarınlardan ibaret olduğuna göre; dün geçmiştir, yok hükmündedir. Yarın yaşayacağımız meçhuldür, bugünü değerlendirmek ve âhirete azık hazırlamak en akıllı yol olsa gerek. Hayat oyun ve eğelenceden ibaret. Hayat oyunu bitmek üzere, göz perdelerimizin kapanmasına kim bilir, belki fazla bir vakit kalmadı. Zevkler, sanal; hayat ise bir oyun, masal, rüya. Bir varmış bir yokmuş.

İnsanın dünyevî olarak zarûrî ihtiyacı, beslenme/gıda, giyinme/tesettür ve barınma/evden ibaret olduğu ve bu gereksinmelerini israfa ve lükse kaçmadan helâl yoldan temin etmesi, kalan birikimlerini infak etmesi gerektiği halde, tüketim toplumunun bir ferdi olarak insan, günümüzde ihtiyaç labirentinde yolunu şaşırmaktadır. Alınır, tüketilir, tekrar alınır, alınır... Ömür biter, alınacaklar ve ihtiyaçlar(!) bitmez. Kimi savunmacı ve uzlaşmacı insanlar öyle derler: “Batılıların sadece tekniği alınmalı, ahlâk ve kültürü alınmamalıdır.”  Düşünülmez ki, teknik ve teknolojik aygıtlar, dünya görüşü ve yaşama biçimiyle birlikte gelir. Zaten bunlar, belirli bir kültürün ürünüdür ve o arka plandan koparılamaz. Sözgelimi, “buzdolabı”, kültürüyle birlikte gelmiştir. Eskiden, artan yemekler, ertesi güne saklanamayacağından bir komşuya ve özellikle fakirlere verilirdi. İnsanlar, evlerine gıda depola(ya)mazlardı. Buzdolabı, “verme”yi unutturan “egoist” kültürüyle, kullananlara sadece kendini düşündüren yaşama biçimiyle geldi. Çamaşır makinesi alınca ister istemez deterjan, yumuşatıcı, kireç sökücü gibi yan ürünlere de abone olacaksınız. Çamaşır için fakir komşuyu yardıma çağırıp onun da bu bahaneyle geçimine katkıda bulunma gibi düşünceler, makine alır almaz, artık aklınızın ucundan bile geçmeyecek. Örnekleri çoğaltabiliriz. Tv, radyo, kasetçalar, bilgisayar, kendileriyle birlikte hangi kültür, oyun, anlayış ve ahlâkı da kaçınılmaz olarak getiriyor, düşünmek yetecektir. Bütün bunlar, teknolojiye düşmanlık olarak algılanmamalı, ama hayatın olmazsa olmazları kabul edilerek aşırı yüceltilen ve eşyaya tutsaklık olarak değerlendirilecek tüketim toplumunun edilgen bireyi olmaktan sakınmanın güzellikleri aranmalı.

İnsanımız artık aklıyla değil; bin bir çeşit göz alıcı illüzyonlarla tahrik edilen “doymak bilmeyen gözleriyle” düşünüyor, daha doğrusu düşündüğünü zannediyor. Çarşılar, pazarlar, marketler, vitrinler de insanın bu midesi olmayan gözlerine nasıl hitap ediyor? Başkalarına (kendinden maddî yönden öndekilere) bakıyor bu gözüyle düşünen insan ve mukayese ediyor: “Onda var, bende niye yok?” Ve daha çok harcamak için daha çok çalışması, çalışması, çalışması gerektiğini görüyor. Sonra bakıyor ki, çalışarak kazanılan para “ihtiyaç” maskesini takmış “gereksiz” veya “olmasa da olur”lara yetmiyor, çalışmadan para kazanmanın yollarını arıyor. Herkes bir başkasını kandıracak şeytânî hileler aramaya başlıyor. Kumarın bin bir çeşidi, sahtekârlığın hiç akla gelmeyecek şekli, insanları en yakınlarına bile itimat edemeyen, yardım edemeyen, borç veremeyen duruma getiriyor. “Haram” mı, “ayıp” mı? O da ne demek? Güldürmeyin insanı! Hangi devirde, hangi kültürde yaşıyoruz? 

Tüketim hastalığının mikrobu; moda, âdet, “ele güne karşı”, “iyi ama, herkeste var” ambalajlarıyla öyle çabuk bulaşıyor ki, kimini cebinden, kimini yüreğinden yaralıyor, hatta öldürüyor. Kendi değerini, eşyasının ve elbisesinin değeriyle ölçen insanlar, eşyasını ve giysisini teşhir ediyor; sözgelimi oturma odalarına, en dikkat çeken karşı duvara konulan vitrin, belki hayat boyu hiç kullanılmayan ve sadece göze hitap eden mutfak eşyalarının fuarı rolünü üstleniyor. Arabada motor olmasa da önemli değil; kaporta fiyakalı olsun yeter; insan, dış görünüşe, vitrine, imaja, makyaja değer vermeden çağdaş olabilir mi, ne dersiniz? Anadolu evlerinin çoğunda yer sofrasında yemek yenildiği halde, odanın biri veya büyükse salonun yarısı, süs ve gösteriş olsun diye yemek odası olarak düzenlenmiştir. Koltuklar da, evdeki hayatı daha rahat kılmak için değil; zorlaştırmak içindir. O halılar ve koltuklara şu kadar para verilmiştir, çoluk çocuk rahatça oturup keyfini çıkaramaz; annenin gözü oradadır, ya kirletirlerse...

En fakirimizin evindeki eşyalara verilen parayla, ashâb belki hayat boyu, hem de huzur ve şükür dolu şekilde yaşardı... Özgür olduğunu sanan çağdaş insan, ne giyeceğine bile kendisi karar veremiyor; Paris’teki modacı onun yerine giyeceğini belirliyor. Herkeste benzeri şeyler olduğundan, modanın temel felsefesi olan farklı ve özel görünme tutkusunun sanallığını, eşyaya daha çok sahip olmada başkalarına ulaşılmaz fark atma imkânsızlığının ıstırabını yaşıyor. Kullan at; al, yine al; yarışın sonu gelmiyor, ihtiyaçlar(!) tükenmiyor; âhirete yatırım yapamadan insan ölüp gidiyor.

Sadece moda için dökülen parayla neler yapılmaz? Bırakın zengin kapitalistleri; hangi müslüman hanımın evindeki gardrobda boş yer vardır? Ve buna rağmen alma isteği azalıyor mu dersiniz? Çeyizler, düğün ve evlilik için gerekli gereksiz masraflar... Kimileri için olmazsa olmaz ihtiyaç olan sigaraya yatırılan para, meselâ kitaba yatırılsa, vücudu zehirlemektense kafayı ve gönlü güçlendirse bu para, neler olur dersiniz? “Eşya, para kötü bir şeydir” demiyoruz elbet. Eşyanın, maddenin, paranın insanı yöneten efendi olmasına, bunların insan için değil; insanın bunlar için yaşıyor, bunlar için çalışıyor olmasına sözümüz. Onlar hâkim, insan mahkûm ve hizmetçi. Oyuncak, insanla oynuyor. Mal, insanı, insanî değerleri yutuyor. Dünyevîleşme çarkı, insanımızı değirmen gibi öğütüyor. Düşünmeyi, okumayı, ibâdeti... engelleyen TV başta olmak üzere medya ve reklâmlar... Taksitleri, ay sonunu düşünen insan, dünyada var oluş gayesini düşünemiyor.

Her konu paraya çıkıyor; söz, ufak bir tur attıktan sonra para durağında düğümleniyor; gönül plağı parada parazit yapıp takılı kalıyor. Lüks hayat, daha rahat yaşam, dipsiz bir kuyu, bir girdap, tatminsizlik cehennemi, bitmeyen, ama insanı bitiren sonsuz yarış. Yiyen ama doymayan insan, kendine/nefsine/hevâsına kul/köle. Para para diye paralanan insan, şükrü unutmuş, sabrı lügatinden silmiş, şikâyetin ise bin bir çeşidini tekrarlamakta. “Alma tutkusu”, “verme zevki”ni katletmiş. Hırs ve tamahın sonu yok. “İnsanoğlunun iki vâdi dolusu altını olsa, üçüncüsünü ister” kutlu sözü ibret levhası olmaktan çıkmış. “Çokluk tutkusu, çok şeye sahip olma hırsı sizi oyaladı.”[423] Ashâb birbirleriyle hayırda yarışıyordu; şimdiki insan ise fâni eşyada yarışıyor. Akıl, midelerin hizmetçisi; gönlün, vicdan ve fıtratın sesi çıkmıyor; demek ki duyguların esiri olarak hapis hayatı yaşıyor bunlar.

Dünyaya, dünya malına sahip olmak değil eleştirdiğimiz; dünya malının, maddenin bize sahip olmasına sözümüz. Gönül gemimizin içine dünya suyunu doldurup batmamak, ama geminin yol alması için dünya denizine ihtiyaç olduğunu, onun üstünde yol alırken içimize girmesinin bizi helâk edeceğini unutmamak, tek dünyalı kâfirlerden bizi ayıran özelliktir.

  

Dünkü lezzet veya acı, bugün yok hükmünde. Akıllı, bazı istek ve zevklerini ertelemesini bilen, az önemli ile çok önemliyi ayırt edebilen insandır. İnsan, en çok 60-70 yaşında hükmü infaz edilecek müebbet hapisteki bir idam mahkûmu gibi gününü bekliyor. Ölüm olmasa, belki bazı zevklerin kıymeti olabilir; ama ölüm var, ruh ve ego ise sonsuzluk ve yarınlarda mutluluk istiyor. Bir çelişki doğuyor. Temel çatışma denilen bu durumdan kurtulmak için insan, sonunu, yani ölümü hatırlamak istemeyip unutmaya çalışmak için eğlenceye, içki ve uyuşturucuya, futbol-müzik-tv. seyretmek gibi uyutucu ve avutucuya yöneliyor; bu temel çatışmadan ölümü yok sayarak kurtulmaya çalışıyor. İslâm insanı ise bilir ki, ölüm yokluk değil; daha güzel, daha hayırlı ve ebedî bir âleme açılan kapıdır. Dolayısıyla böyle bir çatışma, gerçek müslüman için sözkonusu değildir.

   

“Ey iman edenler! Sizi acı bir azaptan kurtaracak ticareti size göstereyim mi? Allah’a ve Rasûlü’ne iman eder, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda cihad edersiniz. Eğer bilirseniz, bu sizin için daha hayırlıdır. İşte bu takdirde O, sizin günahlarınızı bağışlar, sizi zemininden ırmaklar akan cennetlere, Adn cennetlerindeki güzel meskenlere koyar. İşte en büyük kurtuluş budur. Seveceğiniz başka bir şey daha var: Allah’tan yardım ve yakın bir fetih. Mü’minleri (bunlarla) müjdele.”[424]

Mü’minler ve müslüman olduğunu iddia edenler açısından Sünnetullah (Allah’ın yeryüzündeki değişmez yasaları), diğer insanlarla ilgili sebep-sonuç ilişkisinden farklıdır. Allah, mü’minlere merhametinden dolayı, onlar kendilerini kontrol edip tekrar Hakka yönelsinler diye zaman zaman onlara şefkat tokatları atar. Rab ve Rahman isimlerinin tecellîsi, sevgisinin tezâhürü olarak onları uyarmak ve bazı cezalarını âhirete bırakmamak için ve ibret alsınlar diye dünyevî belâlar ve sıkıntılar verir. “Başınıza gelen her musîbet, kendi ellerinizle işledikleriniz (günahlar) yüzündendir. (Bununla beraber) Allah, çoğunu da affeder.”[425]; “Kim Benim zikrimden (Kur’an’dan, namazdan, Allah’ı hatırlayıp anmaktan) yüzçevirirse, şüphesiz onun için dâr bir hayat, geçim sıkıntısı vardır.”[426]

 “Zaman sana uymazsa, sen zamana uy” sözü gibi, “...Hiç ölmeyecekmiş gibi dünyaya çalış!” sözü de Kur’an ve sünnetin dünya konusundaki değerlendirme ve tavsiyelerine terstir; bunlar bazen hadis diye takdim edilmektedir, Kütüb-i Sitte’de böyle bir hadis rivâyeti yoktur. 

 

Dünyevîleşme Probleminin Çözümü Uhrevîleşme Değildir!

Yukarıda anlattıklarımız, işin bir tarafı. Madalyonun bir de öteki yüzü var. Dünyevîleşmek ne kadar aşırılık ise, uhrevîleşmek de o kadar aksi yönde aşırılıktır; biri ifrat, öteki tefrit. İslâm itidâl/denge dinidir. Rabbimiz bizi aşırılıklardan uzak, mûtedil bir ümmet/millet kılmıştır.[427]

  

Abdullah bin Ömer, Ebû’d-Derdâ ve Osman bin Maz’ûn gibi sürekli ibâdetle meşgul olup kendilerini ve ailelerini dünya nimetlerinden mahrum bırakan kimselerin davranışları da Hz. Peygamber tarafından hoş karşılanmamış,[428] ölçüsüz bir şekilde dünyaya sarılmak kadar; bir tür ruhbanlık hayatına yönelmek de doğru bulunmamıştır.[429] Enes bin Mâlik (r.a.)’in rivâyetine göre, üç sahâbî, mü’minlerin annelerine müracaat etmiş ve Rasûlullah (s.a.s.)’ın gizlice yaptığı ibâdetleri sormuşlardı. Aldıkları cevap kendilerini tatmin etmemiş ve “Biz nerede, Rasûl-i Ekrem nerede?! Allah, O’nun gelmiş geçmiş bütün günahlarını affetmiştir” diyerek, değişik bir yorumda bulunmuşlardı. Bu üç sahâbîden biri, “ben geceleri hep namaz kılacağım”, diğeri “ben hayatım boyunca ara vermeksizin oruç tutacağım”, öbürü de “ben evlenmeyeceğim” taahhüdünde bulunmuştu. Bunu haber alan Peygamberimiz, onlara “Şöyle şöyle diyenler sizler misiniz?” demiş ve “Vallahi, şunu iyi bilin ki, ben sizin Allah Teâlâ’dan en çok korkan ve sakınanızım. Fakat bazen nâfile oruç tutar, bazen tutmam. Bazen nâfile namaz kılar, bazen uyurum. Ben evlenirim. Kim benim sünnetimden yüz çevirirse, o benden değildir.”[430] buyurmuştur (Bu üç sahâbînin Hz. Ali, Abdullah bin Amr bin Âs ve Osman bin Maz’un olduğu rivâyet edilir). Bu hadis-i şerif rivâyeti, sünnete göre amel etmenin önemini açıklar; dünyadan el etek çekme gibi aşırılıkların yanlışlığını vurgular. “Bir lokma bir hırka” anlayışı Kur’an ve Sünnete ters, Hint fakirizminden alınmış bir anlayıştır. Güzel ve doğru olan fakirlik, Allah'a karşı fakirliğini hissedip O'na yalvarmaktır, nefsin hevâsından, gururdan, kibirden ve benlikten yana fakir olmaktır; Allah böyle fakirleri sever; geçimini teminde zorlanıp başkalarına el açıp onurunu yitiren fakirleri değil. Emperyalist kâfirler, Müslümanların dünya ile ilgilerini ve görevlerini en aza indirip onların uhrevîleşmelerini o kadar isterler ki… Yanlış zühd anlayışını sürdüren mistik akımlara ilgileri biraz da bunun içindir. "Bu dünyada kanadı kopmuş kuş, kurumuş ağaç, suyu çekilmiş havuz, dişleri dökülmüş yılan ne ise, fakir insan da odur." İnsan, ihsanın kölesidir. Bugün yardım alan, yarın emir alacaktır. Zenginin atına binen, yarın onun kılıcını kuşanacak, bilinçli-bilinçsiz onun kılıcını sallayacaktır.

Demek istediğimiz o ki; nice (nice dediğime bakmayın, aslında çok az) zengin vardır, ama dünyevîleşmemiştir. Nice fakir vardır ki, dünyevîleşme onu çepeçevre kuşatmıştır; dâvâsını, idealini yitirmiştir, boşvermişler sınıfının sürekli öğrencisi olmuştur. Dünyevîleşen kişi; paranın yönlendirdiği edilgen kişidir. Maddî durumu ne olursa olsun, ebedî olan âhirete inandığı(nı söylediği) halde bütün uğraşısı dünya için olan kimsedir.

Allah (c.c.) kullarının yararlanması için çeşit çeşit nimetler yaratmış, dünyayı güzellik ve lezzetlerle donatmıştır. Bunlardan yararlanmak herkes için olduğu gibi müslüman için de tabiî bir haktır. Ancak, müslümanın dikkat etmesi gereken husus, dünya nimetleri ve zevklerinden istifade etmek için, meşrû olmayan yollara sapmamak, israf etmemek ve haramlara dalmamaktır. Müslüman, meşrû sınırlar içerisinde dünya nimetlerinden istifade ederken âhireti unutmamalı, asıl zevk ve nimetlerin orada olduğunu bilmelidir. Kısaca, âhireti unutup, dünyaya gönül vermemelidir.

Taberânî ve Kurtubî’nin tâbiûn fakîhlerinden Hz. İkrime’den rivâyet ettiğine göre; ashâb-ı kiramdan bazıları “cinsî duygularını köreltmek”, bazıları “et yememek”, bazıları da “şükrünü edâ edemeyecekleri nimetlerden uzak durmak” gibi taahhütlerde bulunmuşlardı. Bu aşırı taahhütler üzerine şu âyet nâzil olmuştur: “Ey iman edenler! Allah’ın size helâl ettiği şeyleri haram kılmayın, hudûdu aşmayın. Doğrusu Allah aşırı gidenleri sevmez.”[431] Yani, aşırı gitmeyin, helâli haram ve haramı helâl saymayın denilmiştir.[432]

Helâl kılmak da, haram kılmak da Allah’a  ait bir haktır. Hiç kimsenin, zühdünden, yani dünyaya rağbet etmemesinden dolayı, nefsini kırmak için ve Allah’ın mubah kıldığı bir şeyi, lezzet verdiği için haram kılması câiz değildir. Bir şey helâl ise, nefsimizin hoşuna gidecek şekilde temiz ve lezzetli de olsa, ondan yararlanmak câiz olur. Çünkü İslâm, mubah oldukça lezzet veren şeylerden faydalanmayı kişiye yasaklamamıştır. Eğer o şey, haram ise, ondan uzak durmak ve o nitelik onda oldukça onu kullanmamak gerekir. Allah, haram kılmadığı bir ziyneti, süsü veya temiz rızıkları haram sayanları reddeder. “De ki: ‘Allah’ın, kulları için çıkardığı süsü ve güzel rızıkları kim haram etti?’  De ki: ‘O, dünya hayatında mü’minlerindir; kıyâmet günü de yalnız onlarındır.’ İşte biz, bilen bir topluluk için âyetleri böyle açıklıyoruz.”[433]

Temiz rızıklar, dünya hayatında kulluk yapan mü’minler için yaratılmıştır. Her ne kadar kâfirler dünyada onlara ortak olsalar da; o nimetler âhiret gününde sadece mü’minler için olacak, kâfirlerden hiç kimse onlara ortak olmayacaktır. Çünkü cennet kâfirlere haramdır. Kişiye düşen, helâlinden ne bulduysa yemesi, leziz olana kendini zorlamaması ve bunu âdet ve alışkanlık haline getirmemesidir. Tiryakilik, alışkanlık yapan, onsuz yapamadığımız şeyler, giderek helâl olmaktan çıkan bir duruma gelebilir. Tiryakilik yapan gıdalardan sakınmaya çalışmalıdır. Peygamberimiz, bulduğu zaman karnını helâl yiyeceklerle doyurur, şükreder; bulamayınca da sabrederdi. Eline geçtikçe tatlı yer, rastladıkça bal şerbeti içer, buldukça et yerdi. Bunların hiç birini özellikle yapmadığı gibi; âdet ve alışkanlık da edinmemişti. [434]

İslâm, her konuda olduğu gibi bu meselede de denge ister. Âhireti unutturmayacak, ibâdetten alıkoymayacak, harama yer vermeyecek şekilde dünyalık istemeyi yasaklamak bir tarafa böyle güzellikleri talep etmeyi teşvik eder. Şöyle duâ etmeyi tavsiye eder: “Ey Rabbimiz! Bize dünyada da hasene (güzellik, iyilik) ver, âhirette de hasene ver. Bizi cehennem azâbından koru!’ derler. İşte onlar için, kazandıklarından büyük bir nasip vardır. Allah’ın hesabı çok süratlidir.”[435]

 

İslâm, her konuda ifrat ve tefritten uzak olmayı, aşırılıklardan kaçınmayı, dengeyi tavsiye eder. Hz. Peygamber, “Aşırı gidenler helâk olmuştur”[436] buyurur ve bu hükmü üç kere tekrar eder.      

Aslında, İslâm dini, yoksulluğu güzel bulup övmez. Çünkü yoksulluk, zelil olup aşağılanmaya sebebiyet verir. Zillet ise İslâmiyet’in yüceliği ile bağdaşmaz. Mal ve servet, Kur'an'da "hayr" (hayır) kelimesi ile ifâde edilmiştir: "Birinize ölüm geldiği zaman, eğer bir mal (hayr) bırakacaksa; anaya, babaya, yakınlara uygun bir biçimde vasiyet etmek Allah'tan korkanlar üzerine bir borçtur." [437] Hadis-i Şerifte şöyle buyurulur: "Sâlih (iyi) mal, sâlih kişi için ne güzeldir."[438] Sâlih kelimesinin anlamı çok geniştir. Kelime, helâl demek olup, ehil ve lâyık olmak anlamına da gelir. Kur’an’da şükreden zenginler çokça övülmüştür.

Güçlü müslümanın, zayıf müslümana nazaran Allah’a daha sevgili olduğunu söyleyen, veren elin alan elden üstün olduğunu beyan eden İslâm’ın, “dünyayı tamamen terk et” demeyeceği açıktır. Âhireti kazandıran, mü’minlere mescid, âhirete tarla, Allah’ın isimlerine ayna, İlâhî sanatlara sergi salonu olan dünya elbette kötü değildir.

Günümüz Müslümanlarının ve dünümüz dâvâ adamlarının en zor imtihanı dünyevîleşmedir. Bu sınavda dökülen etrafımızdaki çok sayıda insan, bize hal dilleriyle dünyevîleşmenin insânîlik ve İslâmîlikten ne kadar uzak olduğunu haykırıyor; dünyevîleşme meylinden uzak olanlar her an bu çığlığı duyabilir. Öyle bir sömürü düzeni içinde yaşıyoruz ki, kapitalizm din olmuş, para da dünyevîleşen biri için tanrı, banka tapınak, çek ve hisse senedi kutsal bir kitaptır. Ancak bilinçli dâvâ erleri, tevhidi bayraklaştıran ve dünyevîleşme adlı şeytanın hilelerini bilip kavlî ve fiilî duâ ile Allah’a sığınan muvahhidler bu kâğıttan tanrılara lâ/hayır! diyebilir.

İnsanı gaflete düşüren, sınav bilincini unutturan her türlü günahın arkasında bu dünyevîleşme vardır. Maalesef bu suçları, halktan önce ve daha fazla, kültürlü insanlar, ahmaklardan önce zeki kabul edilenler işliyor. Bu bulaşıcı ve müzmin hastalığın doğru tedavisi, dünyayı reddetmek ve terk etmek değildir. İmtihan alanımızı terk etme hakkına sahip değiliz.

Dünyaya mahkûm olma yerine ona hâkim olup, Allah’ın rızâsına ve âhiret saâdetine engel olan basitliklerini küçümsemekle olur. Küfür, yeryüzüne hâkim olarak saltanatını gerçekleştirirken, bizim yeryüzüne hâkim olmaktan ve arzın halifesi konumumuzdan yüz çevirmemiz, sevap değil günahtır.

Dünyanın en yoksul insanı, paradan başka hiçbir şeyi olmayandır. Yoksulluk korkusu ile ömrünü servet toplamak peşinde harcamak fakirliğin ta kendisidir. Asıl zenginlik, dünya köleliğinden âzâd olmaktır. Namaz kılan Müslümanlar, kendilerini Müslümanlığa nisbet edenler bankalardan paralarını çekse, sadece bankalar değil, bankacı kapitalist sömürü düzeni de kendiliğinden yıkılacaktır. Dünya Müslümanları ithalat ve ihracatlarını dolarla yapmayı bıraksalar, Amerikan dolarını boykot etseler dolar tepetaklak düşecek, ABD çok kolay tarihin çöplüğünde yerini alacaktır.        

"Fakirlikten şikâyet edenlere sormak lâzım: 'İki gözünün kör olup bir milyar doların olsun, ister misin? Aklını ve dilini satın almaya kalkan olursa kaça satarsın? Hele hidâyetini, dinini, cennetini satın almak isteseler kaç para istersin? Öyleyse, milyarlarca altın değerinde Rabbinin nimetleri varken, fakirlikten şikâyet etmeye utanmıyor musun?" Rızkın/zenginliğin en güzeli hidâyettir, imandır, takvâdır, sâlih ameldir, güzel ahlâktır.

Ne tuhaf, insan, dünyada fakir ve rezil olmaktan korkuyor da, âhirette fakir, rezil ve rüsvay olmaktan korkmuyor! Hâlbuki kulun âhirette iyi amellerden fakir düşmesi ve rezil olması, onun dünyada fakir ve rezil olmasından çok daha korkutucu ve utanç vericidir.

İnsanlar, fakir olmaktan korkarak dünyalık için çalıştıkları kadar cehennemden korkup korunmak için âhirete çalışsalardı, mutlaka Cennete girerlerdi. Hapse girmemek için T.C. kanunlarına gösterilen gayret kadar, Cehenneme girmemek için Allah’ın kanunlarına uyulsa, dünyamız da, âhiretimiz de cennete dönüşecektir. Üniversite sınavına hazırlanan bir genç kadar âhirette Cennet kazanmak için dünya imtihanına özen göstersek Cennetin bütün kapıları bize açılır. Dünya huzuru da avans olur.    

Müslümanlar arasında nerede ve ne zaman tartışma çıkarsa, bilin ki işin içinde servet, şöhret veya şehvet, yani para, makam veya kadın vardır. Ya bunlardan biri veya birkaçı. Kavganın sebebi bilindiğine göre tedâvisi kolay olması gerekir. Bize verilen her şeyin emânet olduğunu ve bunlarla sınava çekildiğimiz şuuru. Müslüman olduğumuzu hiçbir zaman unutmamak ve Allah’ın bizi devamlı gördüğü şuurunda yaşamak. Allah’ın hudûdunu çiğneyerek dünyevîleşenlere şunu sormak lâzım: “Kendisine isyan ettiğin hallerde bile rızkını kesmeyen Allah Teâlâ, kendisine itaat edip O’nun rızâsı istikametinde dâvâ adamı olarak yaşadığında mı rızkını vermeyip kesecek?”

“İnsanlar uykudadır, öldükleri zaman uyanırlar.”

“Akıllı insan, kendini hesaba çeken ve ölüm sonrası için çalışandır.”

“Önünüzde çok zor ve güç bir yokuş var. Ancak yükü hafif olanlar onu aşabilecektir.”

“Dünya derin bir denizdir. Çok kimse burada boğulmuştur. Bu deryada boğulmaktan kurtulmak için gemin takvâ, yatağın iman, yelkenin Allah’a tevekkül olsun ki, batmaktan kurtulabilesin. Yoksa kurtuluş zordur.”

“Dünyayı kendinize efendi edinmeyin ki, o da sizi kendisine köle etmesin. Servetinizi kaybolmayacak yerde toplayın.”

“Hasta adam, hastalığı sebebiyle yemeğin tadını alamadığı gibi, dünyaya meyleden de dünya sevgisi sebebiyle ibâdetlerin tadını alıp zevkine varamaz.” 

“Bunca varlık var iken, bitmez gönül dârlığı.”

“Âhirette mü’mini bekleyen nimetler, güzellikler yanında, dünya hayatı ne kadar güzel ve şâşaalı bile olsa, zindan gibi kalmaktadır.”

“Ey insan! Dünyaya kalıbınla sahip ol; fakat kalbini ve himmetini ondan ayır.” (Abdullah bin Ömer)

“Mü’min, dünyada, doktoru yanında olan bir hastaya benzer. Doktoru, ona faydalı olanı ve olmayanı bilir. Hasta kendisine zararlı bir şeyi isterse ona engel olur. Mü’minin hali de buna benzer. O, birçok şeyi arzu eder; ama imanı, ona zararlı olan şeylere mâni olur. Ölünceye kadar, bu böyle sürer gider.” (Selmân-ı Fârisî)

Bazıları ‘dünyada mekân, âhirette iman’ der; ama doğrusu şöyle olmalı: “Dünyada sağlam iman, Âhirette cennet gibi mekân.”

Kim Allah’a sahip o neden mahrum? Kim Allah’tan mahrum o neye sahip?

İki dünyalılara, iki dünyası arasında denge kuranlara, âhiretini dünya karşılığında satmayan akıllı tüccarlara ne mutlu!

İki yol var: Biri dünyevîleşme, dünyayı âhirete tercih; ikincisi ise dünyayı ebedî hayatın kapısı yapmak. Bugün yol ayrımındayız: Ya nefsimizin hevâsı veya Rabbimiz. Ya geçici menfaat veya dâvâ. Ya fâni olan, ya bâki olan. Tercih bize kalmış. Tercihini Allah’tan yana yapanlara selâm olsun!                      

 

 III. Bölüm

Haksız Tekfir; Bir Müslümanı Küfre Nispet Etme

İtidal/Denge                

İtidal, konu ne olursa olsun, herhangi bir şeyde ifrat veya tefrite düşmemek, vasat derecede olmaktır. İfrat ve tefrit denilen her iki aşırı ucun tanımlanmasında yarar vardır.

İfrat: Bir konuda ölçüyü aşma, ileri gitme, normali aşma, aşırılık, haddini aşma ve tâkatin üstünde üzerine iş alma demektir. İstenenden fazla yoğunlaşmayı da içerir. Kraldan fazla kralcı olma deyiminde anlatılmak istenen budur. Tefrit ise; Ortalamanın, yani vasatın çok altında olmak, geride kalmak, normalden aşağıda bulunmaktır.

Bu iki terimin iyi tanımlanması, itidali anlamamıza yardımcı olacaktır. İtidal, bir dengedir. İfrat ve tefrit, bu dengeyi bozan birbirine tamamen zıt iki ucu temsil eder. Buna en çarpıcı örnek, dini daraltanlara Peygamberimizin buyurduğu şu sözdür:  “Aşırı gidenler helâk olmuştur” [439] Rasûlullah (s.a.s.) bu hükmü üç kere tekrar eder. Yine O, dinde aşırılığın helâk sebebi olduğunu vurgular: "Dinde aşırılıktan sakının. Çünkü sizden öncekiler, dinde aşırı gittiklerinden ötürü helâk oldular." [440]

Dinde Aşırılık

Kur'an, din bahsinde bir tehlikeye dikkat çekmektedir: Bu, dinde gulüvdür/aşırılıktır. Dinde gulüv: Azgınlık, doymazlık, haddi aşmak, dine ilâvelerde bulunmak demektir. Hz. Peygamber'in gulüv konusundaki beyanları bize gösteriyor ki, dinde gulüvün temelinde, birtakım insanların dinde olmayan bazı şeyleri Allah'a yaranmak adı altında dine yamatmaları ve esası kolaylık olan hak dini çekilmez hale getirmeleri vardır. Dinde aşırılık, âyetler çerçevesinde, öncelikle yanlış bir Allah inancında belirir. Daha sonra ise başkaldırma, aşırı gitme ve yapılan kötülükleri önleme çabasından yoksunluk olarak kendini gösterir.

 

Ehl-i kitapla ilgili bu aşırılık ve taşkınlığın yasaklanışı, dinlerin en ortayolcusu/dengeli olanı Hz. Muhammed'in dinine uymaya teşvik amacı taşır. Kur'an, hıristiyanlığın dinde gulüv yüzünden Hakk'a yüz çevirip hak dini dejenere ettiğini söylemektedir: “De ki: Ey kitap ehli, haksız/yanlış yere dininizde taşkınlık etmeyin, dininiz konusunda aşırı gitmeyin. Daha önce sapıtan, pek çok kişiyi saptıran ve doğru yoldan ayrılan bir kavmin hevâsına/keyiflerine uymayın. İsrâil oğullarından inkâr edenler, Dâvud'un ve Meryem oğlu İsa'nın diliyle lânetlenmişlerdi. Bu, başkaldırmaları ve aşırı gitmelerindendi. Birbirlerinin yaptıkları kötülükleri önlemezlerdi. Yaptıkları ne kötüydü!”[441] 

 

Kur'an, dinde aşırılıktan şiddetle kaçındırmaktadır.[442]; "Kalbini Bizi zikirden/anmaktan alıkoyduğumuz, keyfine uyan ve işi hep aşırılık olan kişiye itaat etme!"[443] Bu âyet de, aşırılıktan kaçınmayı, aşırılara uymamayı emretmektedir. Çünkü dinde aşırılık, dini amacından saptırır. Allah'ın koymadığı hükümlerin konmasına, yasaklamadığı şeylerin yasaklanmasına yol açar. Bu da insanların hareket alanlarını daraltır. Dinin amacı, insanın elini kolunu bağlayıp onu vehimlerin tutsağı yapmak değil; hurâfelerden kurtarıp özgür, sadece Allah'a tertemiz kul yapmaktır. Din, ruhu bezeme yöntemidir.

Daha önce de belirttiğimiz gibi; Enes bin Mâlik’in (r.a.) rivâyetine göre, üç sahâbe, mü’minlerin annelerine müracaat etmiş ve Rasûlullah (s.a.s.)’ın gizlice yaptığı ibâdetleri sormuşlardı. Aldıkları cevap kendilerini tatmin etmemiş ve “Biz nerede, Rasûl-i Ekrem nerede?! Allah, O’nun gelmiş geçmiş bütün günahlarını affetmiştir” diyerek, değişik bir yorumda bulunmuşlardı. Bu üç sahâbeden biri, “Ben geceleri hep namaz kılacağım”, diğeri “Ben hayatım boyunca ara vermeksizin oruç tutacağım”, öbürü de “Ben evlenmeyeceğim” taahhüdünde bulunmuştu. Bunu haber alan Peygamberimiz, onlara “Şöyle şöyle diyenler sizler misiniz?” demiş ve “Vallahi, şunu iyi bilin ki, ben sizin Allah Teâlâ’dan en çok korkan ve sakınanızım. Fakat bazen nâfile oruç tutar, bazen tutmam. Bazen nâfile namaz kılar, bazen uyurum. Ben evlenirim. Kim benim sünnetimden yüz çevirirse, o benden değildir.”[444] buyurmuştur. (Bu üç sahâbenin Hz. Ali (veya Ebû’d-Derdâ), Abdullah bin Amr bin Âs ve Osman bin Maz’un olduğu rivâyet edilir.) Bu hadis-i şerif, sünnete göre amel etmenin önemini açıklar; dünyadan el etek çekme gibi aşırılıkların yanlışlığını vurgular. Ölçüsüz bir şekilde dünyaya sarılmak kadar; bir tür ruhbanlık hayatına yönelmek de sünnet ölçülerine göre doğru bulunmamıştır. [445]

Yüce Rasûl, burada, din adına dini daraltanları uyarmak istemiştir; bu, aslında bir ifrat halidir. Dini olduğundan fazla genişletenler de tefrit halindedir. İslâm, her konuda ifrat ve tefritten uzak olmayı, aşırılıklardan kaçınmayı, dengeyi tavsiye eder. Hıristiyanlar ifrât yoluyla, Yahûdiler de tefrit yoluyla sırât-ı müstakîm olan dengeden uzaklaşmışlardır. O yüzden bu sapmalar, Hıristiyanlaşma ve Yahûdileşmeye giden yolu açar. 

Ashâb-ı kiramdan bazılarının “cinsî duygularını köreltmek”, bazıları “et yememek”, bazıları da “şükrünü edâ edemeyecekleri nimetlerden uzak durmak” gibi aşırı taahhütlerde bulunmaları üzerine şu âyet nâzil olmuştu: “Ey iman edenler! Allah’ın size helâl ettiği şeyleri haram kılmayın, hudûdu aşmayın. Doğrusu Allah aşırı gidenleri sevmez.”[446] Yani, aşırı gitmeyin, helâli haram ve haramı helâl saymayın denilmiştir. [447]

“Kitab, mîzan/ölçü, demir (güç, yaptırım) ve takvâyı yoğurup adâleti (itidali) yerine getirmek[448] ve toplumu, yönetimi İlâhî istikamet doğrultusunda değiştirmek için insanların kendi nefislerini değiştirmeleri gerekmektedir.[449] Kargaşa ile nizamı, fesat ile salâhı, anarşi ile huzuru, terör ile cihadı, korkaklık ile sabrı, acelecilik ile tedrîcîliği, lüzumsuz bilgi ile ilmi, şekilcilik ile takvâyı, yıkıcılık ile yapıcılığı, propaganda ile tebliği, çığırtkanlık ile dâveti, delilik ile cesaret ve kahramanlığı, tedbir ile uyuşukluk ve korkaklığı, eylem ile amel-i sâlihi, geçici heyecan ile muhâkeme ve istikrarı, taklit ile tahkîki, işgal ile fethi, haksız tekfîr ve haksız teslîm ile, adâlet ve sorumluluk bilincini kuşanarak hüküm vermeyi, yani her türlü aşırılıkla dengeyi birbirinden ayırmayı, birbirine karıştırmamayı hem teoride kabullenmeli ve hem de pratikte ortaya koyabilmeliyiz.

Sırât-ı müstakîm üzere bir İlâhî yürüyüş programındaki ifrat ve tefritin ne büyük zararlar açtığını görmemek mümkün değildir. En temel konu olan tevhid akîdesini anlamaktan tutun da, İslâmî dâvet sürecinin içerdiği bütün konulara varıncaya kadar, tarih boyunca bu iki uç, kendini hissettirmiştir. Örneğin, ifrat ehli öyle bir tevhid tanımlaması yapar ki, muvahhid bir mü’min olmak, bu tanımlamaya göre (istisnalar dışında, hemen hemen) mümkün değildir. Tefrit ehli de, öyle bir tevhid tanımlaması yapar ki, küfürde ileri gitmiş aşağılık insanlar bile sanki tevhid ehli gibi görünür. Dâvet çalışmalarında da aynı probleme şahit olmaktayız: İfratçı dini tekeline alır, tüm muhâtaplarına en katı, en sert tanımlamaları getirir; tefritçi ise, doğruyu yanlıştan ayırt edemeyecek kadar ortamı ve ortalığı süt-liman görür. Burada, “denge”nin önemi ortaya çıkmaktadır. Her iki aşırılıktan korunmanın yolu, “delile dayalı bakış açısı”nın egemen kılınmasıdır. Deliller, bütün açıklığıyla ortaya konmalı, duygusallığa yer verilmeden ilmî bir etüd içinde konular irdelenmelidir.

İfrat ve tefrit, Kur’an ve Sünneti anlama yönteminde de tarih boyunca kendini hissettirmiştir. Kur’an’ı merkeze almayan ve O’ndan doğrudan yararlanılamayacağını öngören geleneksel yaklaşım ile, Kur’an’ı anlamanın göreceliğini veya tarihselciliği öngören modern yaklaşım, birbirine zıt iki ucu temsil ederler. Kur’an’ın anlaşılmasını ve belirleyiciliğini İslâm tarihi içinde “üretilmiş” kaynaklara bağlayan taklitçi ve gelenekçi anlayışlar ile; Kur’an’ın tarihî şartların bir ürünü olduğunu iddia eden oryantalist zihniyet, yani tarihselcilik, her ikisi de itidalden sapmadır. Bu uçlar, her ne kadar birbiriyle zıt olsalar da, ortaya çıkan sonuç bakımından aynı noktada birleşmektedir: Kur’an’ın hayatın içinden bir şekilde çekilip alınması.

Aynı şekilde bu iki uca kaymalar, Sünneti algılamada da kendini göstermektedir. Yalan-yanlış her türlü rivâyeti ilmî elemeye tâbi tutmadan, Hz. Peygamber’e mal eden aşırı gelenekçi ve taklitçi sünnet anlayışı ifrâtı temsil ederken; Hz. Peygamber’i bir postacı konumuna indirgeyen ve onun örnekliğinin ve önderliğinin kuşatıcılığını göremeyen modernist anlayış, tefriti temsil eder. Her iki uç da, yine aynı noktada, sonuç itibarıyla buluşmaktadır: Yüce Peygamber’in örnekliğinin hayatın içinden çekilip alınması. Dikkat edilirse ifrat ve tefritin pratiği, sonuç itibarıyla, ortak bir noktada buluşmaktadır.

İfrat ve tefrit çizgisindeki savrulmalar, bu konuların dışında pek çok alanlarda da kendini göstermektedir. İslâm bilginlerini “yanılmazlık” mertebesine yükseltenler ifrâtı, onların ictihadlarını tahkir ya da tezyif edenler tefriti temsil ederler. Orta yol ise, onların görüş, ictihad ya da kanaatlerini sâlih gayretlerinden dolayı takdir etmek, duâ etmek, onlardan yararlanmak, ancak bu kanaat ya da ictihadları her dönemde ve her toplumda geçerli nass mertebesine yükseltmemektir. Toplumu değerlendirmede de vasatı temsil eden anlayışa ulaşmak için çaba göstermek gerekir. İçinde yaşadığımız ülke ne dâru’l-harptir, ne de dâru’l-İslâm. Toplumu değerlendirmede ölçülü olmak, dengeyi yakalamak, İslâmî anlayış ve tevhidî yürüyüşün selâmeti açısından çok önemlidir.

Sâbiteler bağlamında her bireyin hassas olması esas olmakla birlikte; muvahhid Müslümanlar arasında bireysel hassâsiyetlerin varlığı anlayışla karşılanmalıdır. Sıklıkla karşılaştığımız hassâsiyetler: Kesilen hayvanların etleri, tâğûtî vasfa sahip olanlar hâricindeki devlet memurluğu, askerlik, çocukların okula gönderilmesi, vergi, emekli maaşı alma vb. konulardır. Buradaki mûtedil çözüm; hassâsiyetlerin, bir bireysel özellik olarak kabul edilmesi, ancak bunun çevremizdeki müslümanlara dayatılmaması, hassâsiyet sahibi mü’minlerin örnekliklerini dayatmadan sürdürmeleri, güçle ve ideal anlamda çözümünün ancak İslâm devletiyle ilintili bu tür fedâkârlıkları herkesten beklememeleridir. Hassâsiyetini tevhidî ilkelerin olmazsa olmaz bir gereği gibi görmemek, ancak bunları koruyarak örnek olmak, hassâsiyet sahibi mü’minlerin görevi iken; bu hassâsiyetlere katılmayan mü’minlerin görevi de kardeşlerini rencide etmemeleri, onları hoş karşılamalarıdır. Bu tür farklılıkların varlığı, bir zenginlik olarak kabul edilmelidir. Burada da her iki aşırı uca kaymadan, dengeli ve ölçülü hareket etmek esastır. Ancak, unutulmamalıdır ki, sâbiteler bağlamındaki hassâsiyetler, bu konunun dışındadır. Örneğin, tâğutları ve tâğûtî vasfa sahip kurumları birtakım maslahatlarla desteklemek, bireysel hassâsiyet değil, bir sapma olarak değerlendirilmelidir.

Toplumu dönüştürme çabalarında da her iki aşırı uç, yine boy göstermektedir. Toplumu şiddet yoluyla aceleci adımlarla dönüştürmek isteyen şiddet yanlıları ifrâtı temsil ederken; örnek Kur’an neslini oluşturmak yerine bireyci, mevziî kültürel ve eğitsel çalışmalarla yetinen ya da sadece bunları savunanlar tefriti temsil etmektedir. Yaşadığımız coğrafyada cami ve mescidleri topyekün mescid-i dırar ilan edenler ifrâtı, onları şimdiki konum ve kullanım şekliyle İslâm toplumunun emrinde ideal birer kurum olarak görenler de tefriti temsil etmektedir. Resmî otoritenin kurumlarında çalışan herkesi tekfir eden tekfirci anlayış ile, ayrım yapmadan hepsini olumlu sayan, tâğûtî kurumları güçlendiren kişi ve zihniyetleri tasvip eden gevşek anlayış, yine iki aşırı ucu temsil ederler. Mezhep bağnazlığı içinde olup mezheplere “dokunulmazlık” zırhı giydirenler ifrâtı, mezhep olgusunu yok sayan ya da görmezden gelenler ve mezhepsizliği, yani disiplinsizliği savunanlar ise tefriti temsil ederler. Muharref din kültürünün toplumumuzda hâkim olduğu bir gerçektir. Ancak bu kültürü temsil edenlere de ölçülü davranmak ve uygun bir dil geliştirmek gerekir. Bunu temsil eden grup ya da cemaatleri bir düşman gibi algılamak da, onları ümmetin onurlu birer temsilcisi gibi görmek de yanlıştır.

İtidalin yakalanmasında, Şeriatin maksat ve gayelerini anlamaya mâtuf bir ilmî disiplinin varlığı önem kazanmaktadır. Dengeyi (itidali) elde etmede; derinlikli, hikmetli ve kapsayıcı bir bakış açısı devreye konulmalıdır. Aşırılıkları tamponlayabilmek için, hakikatin derinliğine nüfuz etmede acele etmemek, her gruptan müslümanlarla ve farklı cemaatlerle diyalog ve karşılıklı fikir alışverişini önemsemek, hâdiselere çok yönlü ve geniş bakmaya gayret etmek, araştırmaya önem verip taklit ve donukluktan kurtulmak, ahlâken de sabırlı ve hoşgörülü olmak gerekir. Bu konularda, ilmî derinliği olan muttakî ve muvahhid ulemâya büyük görevler düşmektedir. Örnek ve öncü bir Kur’an neslinin motoru konumunda olması gereken ulemânın toplum içindeki savrulmaları murâkabe edecek ilmî bir ağırlığı ortaya koymaları, vazgeçilmez bir zorunluluktur. Vasat/dengeli bir temsiliyetin gerekliliği, ümmetin fertlerinin aşırı uçlara kaymasını önlemek açısından da bir kez daha net olarak ortaya çıkmaktadır.                       

Tekfircilik Hastalığı

Bazı müslümanlar, kendi din anlayışlarına uymayan bir anlayış ve inancın sahiplerini hemen tekfîr ediyor, dinden çıktıklarını söylüyorlar. Bu yaklaşım Müslümanları parçalıyor, birbirine düşürüyor, usulüne göre tenkit ve düzeltme kapısını da kapatıyor. Tekfir hastalığı yüzyıllardır İslâm toplumlarının birleşmelerinin önünde en büyük engeldir. Tekfircilik anlayışı Müslüman cemaatleri içten içe kemiren bir virüs olmuştur. Genelde tekfir hadisesi ilimde sığ olanlar ve genç Müslümanlar tarafından gündeme getirilmektedir. İslâmî yorum farklılıkları bizlerin aynı safta olmasını engellememelidir. 

Uluslararası istikbârın yönlendirmesiyle bazı kesimlerin, İslâm dairesi içerisine sadece dört mezhebi koymaları ve Müslümanların bir kısmını sırf farklı mezhep ve fırkalara mensubiyetlerinden ötürü tekfir etmeleri, ciddi şekilde yadırganacak bir davranıştır. Tekfirci akımlar; ümmetin sorunlarını çözmek güdüsüyle mi bu işe kalkıştılar, İslâmî birlikteliğe katkı sağlamak ve Müslümanların yararına dönük mü hareket ediyorlar, yoksa gurup, mezhep taassubu, intikam ve sığ düşünceleriyle mi hareket ediyorlar? Tekfir hastalığına yakalanan bir Müslüman için öncelik, Müslümanların ümmet şeklinde birliği ve güçlenmesi değil; kendi cemaatinin düşüncesi ve diğer Müslümanlarla yaptığı münazaralarda haklı çıkma gayreti olmaktadır.    

Hâlbuki yüce Allah bize şöyle buyurmaktadır: “Allah’a ve Rasûlüne itaat edin ve çekişip birbirinize düşmeyin. Yoksa çözülüp yılgınlaşırsınız da gücünüz gider. Sabredin şüphesiz Allah sabredenlerle beraberdir.” (8/Enfâl 46); “Hepiniz Allah’ın ipine sımsıkı sarılınız ve bir birinizden ayrılmayınız.” ve “Allah kalplerinizi birleştirdi de onun nimeti sebebiyle kardeş oldunuz.” (3/Âl-i İmran 103)

Tekfirde aşırılığa götüren bir husus da; “Kâfire kâfir demeyen kâfirdir.” hükmüdür. Hâlbuki Ebû Hanife bu fetvâyı, açıkça kâfir olduğu bilinen birisini o haliyle tasdik sadedinde söylemiştir.

Tekfir Konusunda Kurallar

 

1- Belli bir şahısla, grubu tekfir konusu farklıdır; hükümleri ayrı ayrıdır. Fiille fâil farklıdır. Peygamberimiz’in genel olarak ifade ettiği içinde “şunu, şunu yapan” şeklinde  “iman etmiş olmaz”, “kâfir olur”, “şirk koşmuş olur” diye ifade ettiği birçok hadisi, olayın vehâmetini, günahın önemini belirtmek için söylenmiş tehdit içerikli ifadelerdir. Peygamberimiz’in bu hadislerinde genel olarak kullandığı “küfür” ifadesi, o işi yapan belirli kimsenin “kâfir” olmasına delil olmaz. İbn Teymiyye bu konuda şöyle der: Bir söz küfür olup onu söyleyen de alel ıtlak (genel) tekfir edilebilir. Mesela: “Kim şunları, şunları söylerse kâfirdir, demek gibi.” Fakat o sözleri söyleyen müşahhas bir kişi olduğunda hüccet ona ikame edilinceye kadar küfrüne hükmedilmez, müşahhas (belirli, muayyen) kişiyi tekfir ettirici şey, hüccetin ikamesidir. Vaîd (Tehdidi ifade eden, kötü âkıbet, cehennemde azab ile korkutucu naslar) ifade eden nasslarda da kaide böyledir. Zira Allah Teâlâ “Yetimlerin mallarını zulümle yiyenler, karınlarına sadece ateş doldurmaktadırlar ve çılgın bir ateşe girecekler.” (Nisa:10) buyurmuştur. Bu ve benzeri vaîd ifade eden nasslar haktır. Ancak müşahhas/belirli bir  kişi aleyhine vaîdle şahitlik edilmediği gibi, ehl-i kıbleden muayyen bir şahsın aleyhine de ateşle şahitlik edilmez. Zira o şahsa vaîdin tahakkuk etmesine şartlarının bir arada bulunmaması veya başka bir engelin sabitliği mâni olabilir. Haram ona ulaşmamış olabildiği gibi, ulaşmış da o kimse haramdan tevbe etmiş olabileceği gibi, çok fazla hasenâtı olup, irtikâp ettiği haramı onunla bertaraf da edebilir. Veya Allah Teâlâ onu büyük  bir imtihana tabi tutar o da sabreder ve bu sebeple günahlarına keffâret olarak affedilebilir. O kimsenin Allah’ın şefaat için izin verdiği kimselerin şefaatine mazhar olması da mümkündür.

Sahibini tekfir ettiren sözlerin durumu da böyledir. Hakkı bilmeyi gerektiren nasslar bir kimseye ulaşmamış olabilir yahut nasslar ulaşmış da onun yanında sâbitlik derecesinde olmayabilir. Veya nassları anlamak onun için mümkün olmamıştır ya da Allah’ın mâzur göreceği başka şüpheler olmuş da olabilir. Mü’minlerden herhangi bir kişi hakkı elde etmede çaba harcar da bununla beraber hata ederse, Allah onun hatasını -nasıl olursa olsun- affeder. Hata ister nazarî/fikrî, ister amelî meselelerde olsun aynıdır. İşte bu kaide Rasûlullah’ın (s.a.s.) ashâbının ve imamların üzerinde olduğu kaidedir. [450] Bu konu, ileride daha geniş ele alınacaktır.

 

Mutlak Küfür – Muayyen Küfür

Mutlak tekfir: Kitap ve sünnette karşılığı küfür ve şirk olan amelleri işleyen fâili belli olmadan "şunu yapan kâfirdir" veya "şunu söyleyen müşriktir" gibi durumlarda ilim sahiplerinin bu fiillere kanun koyucunun bildirdiği hükümleri genel anlamda vermesine mutlak tekfir diyoruz. Mesalâ “teşrî’ parlemanterlerin hakkıdır’ diyen kişi kâfirdir” deriz. Bu mutlak anlamda bunu diyen herkesi kapsar. Fakat tek tek fertlere indirgediğimiz zaman (muayyen tekfir edeceğimiz zaman) durum değişir ve aslen müslüman olan birisi için tekfir etmeden önce şart ve engellerin kaldırılması ve kadı nezdinde delillerin sâbit olması gerekir. Bu meselede, söylenen bu söz veya işlenen fiilin, büyük küfür olduğuna dair delâleti kesin olan şer’î delile bakılır. Bu delil, delâleti değişik ihtimallere açık olan türden olmamalıdır. Küfür hükmünü vermek için mutlaka delilin hem sabit olması ve hem de delâlet yönünden kesin olması gerekir.

İbn Teymiye şöyle der: “Kitap, sünnet ve icmâ ile küfür olduğu sabit olan bir söz için “Mutlak küfürdür” denir. Şer’i deliller bunu göstermektedir. İman, Allah Teâlâ ve Rasûlü’nden öğrenilen hükümlerdendir. İnsanların zan ve hevâlarına göre karar verecekleri bir konu değildir. Hakkında tekfirin şartları sâbit olmadıkça ve engelleri ortadan kalkmadıkça, bu tür sözleri söyleyen her kişi hakkında küfür hükmü verilmez. İslâm’a yeni girmiş olması veya ilimden uzak bir yerde yetişmiş olması sebebiyle içkinin veya fâizin helâl olduğunu söyleyen kişi bu kabildendir.” [451]

2- Te’vil edilebilecek bir durum varsa, bu te’vil, bizim açımızdan geçersiz ve hatalı da olsa te’vil sahibi tekfir edilmez. Hâricîlerin tekfir edilmemesi örneğinde olduğu gibi. Müfessir Kasımî, İbn Teymiyye’den naklen şöyle dedi: Kasdımız  imamların mezhebi, mutlak küfürle onun çeşitlerini birbirinden ayırmakla ilgili tafsilat üzere bina edilmiştir.
Bu meselede dört mezhep imamının sözleri birbirinin aynıdır. Onlar, “İman, amelsiz sadece sözden ibarettir.” diyen Mürcieyi tekfir etmemişlerdir. Hâricîleri, Kaderiyyeyi vb. bid’at fırkalarını tekfire mâni naslar çok açıktır.[452]

Kasımî şöyle der: İmam Şâfiî, sıfatları inkâr eden kimselerin imamlarından Hafsu’l-Ferd’le ‘Kur’an’ın mahlûk olmadığı’ meselesinde münâzara ettiğinde ona: ‘Azim olan Allah’ı inkâr ettin’ demiş, küfre nispet etmişti, fakat ona mürted hükmünü vermemişti. Eğer İmam Şâfiî onun mürtedliğine ve İslâm’dan çıktığına kanaat getirseydi onun öldürülmesine çaba harcardı. Bununla beraber, Geylân-ı Kaderî, el-Ca’d bin Dirhem, Cehm bin Safvân ve benzeri dalâlet imamlarının öldürülmesine fetvâ vermişti. Bunlar öldürüldüğünde insanlar cenaze namazlarını kılmış, Müslümanların mezarlığına gömmüşlerdi. Bu gibi dalâlet imamlarının öldürülmeleri dini koruma babından olup zararlarına engel olmak içindi; mürted oldukları için değildi. Onlar irtidat eden kâfirler olsalardı Müslümanlar onları diğer kâfirler gibi görür ve ona göre muâmele ederlerdi. [453] İleriki sayfalarda “Te’vil ve Tekfir” başlığıyla konu daha geniş ele alınacaktır.

3- Cehâlet, özellikle İslâm’ın hâkim olmadığı yerde, avam için mâzeret olabilir. Özellikle, günümüz câhiliyye ortamlarında insanlar, müslüman olduğunu iddiâ edenler ya da müslümanların yaşadığı yerlerdeki insanlar, çevrelerinden İslâm’ı ne kadar, doğru bir şekilde öğrenme, güzel örneklerini görme imkânlarına sahiptir? Çoğunlukla bid’at ve hurâfelerle yer yer tahrife uğramış din anlayışının, medyada, okullarda, hatta nice câmide tanıtılan ve yaşanılan İslâm’ın ne oranda gerçek İslâm olduğu sorgulanmalıdır. Ve bütün bu olumsuz şartlar içinde insanın bazen hurâfelere, zâlimlerle işbirliği yapanlara karşı çıktığını zannedip değerlendirerek hak adına hakka karşı çıkabildiğini unutmamak gerekiyor. Câhillik, bilinmeyen İslâm’a karşı çıkmayı neticelendirdiği gibi, bazen bu câhiller sevdiği(ni zannettiği) dinin gerçeklerine karşı çıkıp çıkmadığını bile bilip değerlendirmeden aklına göre bir hükmü kabul etmeyebiliyor. Nice insan İslâm için kendini belki fedâ edebilecek durumda Allah’ı ve Rasûlünü sevdiği halde, düzen ve ortamın kurbanı olarak, ilim ve amel konularında da ihmalin neticesi, bazı müslümanlarca mürted ilan edildiği için onlara göre idamı hak eden duruma düşebiliyor. Acınması ve kurtarılması gereken bu zavallılara karşı görevlerini yerine getirmeyen müslümanların, bunları asılması gereken insanlar olarak ilân etmeleri ne kadar doğru olur? Bunlara ne verdik ki, ne istiyoruz? Bataklıktan, hele gübrelikten çok güzel kokulu güller mi çıkacak? Tek tük çıksa bile, gübreliğin gülistan olmasını beklemek idealizmin anormallik boyutu değil midir? Bataklık/gübrelik kurutulmadan b... böceklerinin veya sivrisineklerin önüne geçmek mümkün mü? Cehâlet, aldatmalar,  saptırmalar, akın kara, karanın da ak gösterilmesi gibi tavırlar değerlendirilmeden ve bunlara çözümler bulunmaya çalışılmadan insanların hakka tümüyle nasıl teslim olabileceğini düşünmek gerekiyor.

Rasûlullah (s.a.s.) hutbede şöyle buyurdu: “Ey insanlar, bu şirkten sakınınız. Muhakkak ki o, karıncanın kımıldamasından daha gizlidir.” İçlerinden birisi: “Ey Allah’ın Rasûlü, karıncanın kımıldamasından daha gizli olduğu halde böyle bir şirkten nasıl sakınabiliriz?” “Ey Allah’ım, bile bile sana herhangi bir şeyle şirk koşmaktan yine Sana sığınırız. Bilmediğimiz şeylerden de Senden mağfiret dileriz’ deyin”[454] buyurdu.

 

Gördüğümüz gibi Rasûlullah bizlere şirkin birisi bi­zim tarafımızdan bilinen, diğeri bize gizli kalan olmak üzere iki çeşit olduğunu öğretmek üzere ve bizleri bilmediğimiz ve düşme ihtimalimizin olduğu şirkten do­layı Allah'tan mağfiret dilememizi emretmiştir. Kesin­likle biliyoruz ki, Rasûlullah (s.a.s.) bizlere ancak yüce Al­lah'ın mağfiret edeceğini belirttiği şeylerin mağfiret edilmesinin istenebileceğini emreder, böyle olmayanla­rı ise emretmez. Dolayısıyla kişinin bilemeyeceği bu şirk çeşidi, Yüce Allah'ın: "Muhakkak Allah kendisine şirk koşulmasını mağfiret etmez, fakat bunun dışında kalanları; dilediği kimseler için mağfiret eder."[455] buyru­ğunda kast edilen şirk değildir. Ve yine aynı şekilde bu, Şeriatın müşrik olarak nitelendirdiği kimselerin şirki de değildir. Yine bundan, câhil kişinin, bilgisizliği dola­yısıyla mâzur olduğu sahih olarak anlaşılmaktadır. Çünkü ümmet ittifakla ve ihtilâfsız olarak şunu kabul etmiştir: Eğer bir kimse, şirkin herhangi bir türünün şirk ol­duğunu açıkça görüp biliyorsa ve buna rağmen şirk olan bir sözü söyleyecek veya şirk olan bir davranışı işleyecek olursa o kişi kâfirdir, müşriktir ve (da­ha önceden müslüman ise) mürted olduğuna hüküm verilir.

Âlimlere, Allah'ın dinini insanlara ulaştırmakla kendini görevli kabul eden dâvâ adamlarına farz olan ise, bilmesi gereken şeyle­ri bilmeyen, kendisinin ihtiyaç duyduğu bilgileri öğrenememiş bulunan bilgisiz kimselere, dinde gerekli bil­giyi kazandırmaktır. Ta ki bu câhil kimseler, şirkin ve sapıklığın uçurumlarına yuvarlanmasınlar.

Çok sayıda âyet ve hadisten anlaşılacağı gibi; bilgisiz olan bir kimsenin delilden haberdâr oluncaya kadar, bilgisizliği dolayısıyla mâzûr olduğunu kabul etmek gerekir. İnsanlar kendilerine delil belir­tilmedikçe bilgisizlikleri dolayısıyla Allah yanında mâzur olabilirler; biz onların mâzur olabileceği anlayışını öne çıkarmak ve böyle kimseleri tekfirden  kaçınmak zorundayız. Bu durumda olanlar âlimlerin çoğunluğuna göre müslümandırlar, âsi değildirler, fâsık değildirler. Yüce Allah'ın gerçek emrinin ne olduğunu bile bile Allah'a isyanı emreden tâğutları rab edindiğini şer'î delille tesbit etmiş olduğumuz muayyen kişiler ise bu genel hükmün dışındadır. Bir kimseye delil açıklandıktan sonra, şer'î bir bel­ge ve delil ile onun şer'î hükmü bilmiş olduğu sâbit olan ve bile bile Allah’ın hükmünü kabul etmediği kesin olan bir kimsenin kâfir olduğunda şüphe yoktur.

 

4- İctihadî ve zannî delillerle küfür kabul edilen konularda tekfirden kaçınılmalıdır. Suç, şüphe ile zâil olur; hadler şüphe durumunda düşer. Tekfir, had cezası gerektiren suçlardan daha büyük bir suçlamadır. Ümmetin ve âlimlerin küfür veya şirk olduğunda icmâ etmeyip ihtilâf ettikleri yoruma dayalı hususlarda, biz delili en kuvvetli olan görüşü, yorum veya ictihadı kabullenmeliyiz. Ama, bizim en kuvvetli delil olarak kabul ettiğimiz görüş, başkalarınca kabul edilmeyebilir, delil onlara göre kuvvetli görülmeyebilir. İhtilâf edilen konuların dışında, sahih olduğu kesinlikle kabul edilen icmâ' konusunda muhalefet eden kişi, bu genel hükümden müstesnâdır. Çünkü böyle bir icmâ' onun delilini zaten apaçık çürütüyor, icmâ'a muhalefet edenin, tekfir edilmesi gereği herkesin ittifakıyla sâbittir. Hakkında farklı ictihad ve âlimlerin farklı görüşleri olan konularda ise tekfir etmekten kaçınmak mutlaka gereklidir. Çünkü Akaid, zanna dayandırılamaz. Her ictihad, her yorum zannı içerir. Günümüzdeki tekfirle ilgili konuların çoğu bu kapsamdadır. Demokrasi bize göre küfür kabul edilebilir. Ama başkası, onun içini farklı dolduruyor, onu farklı şekilde anlıyor olabilir. Her ne kadar onların delili bize çok kuvvetli gelmiyorsa bile, bu te’vil, onları tekfir etmemize engeldir. Halktan herhangi bir kimsenin; düzenin devamından yana, tâğut kabul ettiğimiz kimselere oy vermesi de böyledir. Bu tavır, bize göre küfürdür, ama sadece oy verdiği için insanlara kâfir demenin çeşitli mahzurları vardır. Bir şahsın yanlışına karşı çıkıp onu uyarmanın ve ona doğru din anlayışını tebliğ etmenin, o kimseye “kâfir” demeden onlarca çeşit yolu vardır. Mevcut şartları ve karşısındaki mü’minlerin imkânını değerlendirmeden; tâğutların emrinde askerlik yapanlara, mecbur olduklarında istemeyerek de olsa mahkemeye çıkanlara, vahyi reddeden okullara gidenlere veya çocuklarını bu tip okullara gönderen kişilere, “ikrâh”ı yanlış yorumlayıp bazı pislikleri[456] ve imzaları formalite kabul edip şirke bulaşanlara, ya da sadece tarikata bağlı olduğu bilinenlere; bunlarla birlikte “ben Müslümanım” diyen, Allah’ı ve Peygamberini sevdiğini tahmin ettiğimiz ve namaz kılanlara “kâfir” hükmü vermek, yanlıştır. Bu yanlışlık; hem ictihadî ve zannî delillerle küfür kabul edilen konularda tekfirden kaçınma ile ilgili ve hem de aşağıdaki maddelerde anlatılacak hususlar açısından değerlendirilmelidir. Câhilliye toplumunda yaşadığı için bazı problemlere sahip olan, ama İslâm’ı tek din, Şeriat’ı en doğru dünya düzeni kabul eden, ama hatalı te’vili veya yanlış anladığı nasslar neticesi, savunduğu ve gittiği yolun “Nebevî bir metod” olmadığını bilemeyenler İslâm’ın dışına çıkarılmamalıdır.

Dikkat ederseniz, biz bu kimselere “kâfir” damgası vurmanın yanlışlığından bahsediyoruz. Yoksa, bu eylemleri hiçbir şekilde savunmuyoruz. İçinde zehir olma ihtimali olan bir suyu ölmek istemeyen kimse nasıl içmezse, cehenneme gitmek istemeyen kimsenin de özellikle akaid açısından şüpheli şeylerden kaçınması, % 1 ihtimalle şirk olan husustan kaçınması gerektiğini, bunun imanı ispat anlamına geldiğini belirtiyoruz. Bu eylemlerden bazılarının küfür olduğu görüşüne de katılıyoruz; ama her küfrün kişiyi kâfir etmediğini ve ihtilâflı konularda kişilere “kâfir” damgası vurmanın yanlışlığını belirtiyoruz. Bu insanları tekfir edip dışlamak değil; tevhidi, tüm boyutlarla anlatmaya çalışmanın bizim görevimiz olduğunu söylüyoruz.

Bununla birlikte; halk ile aydınlar (dini iyi bilen ya da bilecek imkânı olanlar), oy verenle oy verilenler, hükmedilenlerle hükmedenler, istemeden mecbur olanlarla isteyerek ve adâlet bekleyerek mahkemeye müracaat edenler, gücü ve imkânı olmayan mustaz’aflarla her imkânı elinde olanlar, câhillerle âlimler, te’vil ederek bir yoruma katılmayanlarla açıkça hükmü kabul etmeyenler aynı kategoride değerlendirilemez; aynı şekilde hüküm verilemez.

5- Mü’minlere yönelik sûizan yasaklanmış; hüsn-i zan tavsiye edilmiştir. Kur’an, zanla hüküm verilemeyeceğini açıklar: “Şüphesiz zan, haktan (ilimden) hiçbir şeyin yerini tutmaz.” [457] Yine Kur’an, sûi zandan, kötü sanıdan kaçınmayı emreder: “Ey iman edenler! Zannın çoğundan kaçının. Çünkü zannın bir kısmı günahtır. Birbirinizin kusurunu araştırmayın. Biriniz diğerini arkasından çekiştirip gıybet yapmasın…” [458]; "Bilmediğinin peşinden gitme." [459] Bu hükümleri bilen ve Allah'ın hatadan koruduğu mâsûm Peygamberinin: "Zandan çokça sakının. Çünkü muhakkak zan sözlerin en yalanıdır."[460] beyanını işitmiş kimselerin, başkasına yapabileceği en şenî, en ağır itham olan tekfirden kaçınması gerekir. Bu konuda şer'î kesin delil ile hiç bir zanna ve şüpheye yer vermeyen deliller ortaya konulmadıkça asla böyle bir işe kalkışmamalı ve şahsî görüşüne, yani zannına tâbi olarak, yüce Allah'ın öyle bir kimse hakkında vermesini emretmiş olduğu hüküm olan İslâm hükmünün dışında herhangi bir hükmü zannına uyarak vermemelidir.

6- Suç, şüphe ile sâkıt olur. Tekfir gibi büyük bir suçlama da şüphe ile düşmelidir. "Şüphelerden dolayı hadleri kaldırın (uygulamayın)." [461]

Hanefî Fakîh ve Usûlcülerinin Bu Konuda Açıklamaları:

Hanefî kitaplarından Câmiu'l-Fusûleyn’de denilir ki: "Tahâvî, arkadaşlarımızdan şöyle rivâyet eder: "Bir kişi, imandan ancak imana girdiği şeyi inkâr ettiği zaman çıkar. Böyle bir şey vuku bulmadıkça dinden çıkmaz. Sonra da böyle bir husus vuku bulsa da kesin kanaat oluşmadıkça bu kişinin mürtetliğine hükmedilmez. Şüpheli bir durum varsa mürtetliğine hükmedilmez. Çünkü sabit olan İslâm şüphe ile izale edilemez. Ki İslâm yücedir, hiçbir şey ona üstün gelemez. Bir âlime, Ehli İslâm'ı tekfir hususu sorulduğunda bu hususta soruya cevap verirken aceleci olmamalı, bu konuda iyi bir araştırma yapmalıdır." el-Fetevâ es-Suğra adlı eserde şöyle denilmektedir: "Bir kimsenin tuttuğu yol (te’vil yolu) onu tekfir etmeyi engeller. Müftî bir yöne meyleden (te’vil eden) kişiyi tekfir etmemelidir." el-Hulâsa ve diğer eserlerde de şöyle denilir: "Bir meselede tekfiri gerektiren birçok ihtimal varsa, ancak bir tek yön tekfiri engelliyorsa bu yöne itibar edilmeli, kişi hakkında genellikle Müslüman olduğu zannı beslenmelidir." el-Bezzaziye'de ziyade ile denir ki: "Ancak, küfrü gerektiren hali kişi kendi irâdesi ile te’vile izin vermeyecek şekilde tasrih ederse o zaman başka." Şöyle ki: "Şâyet bir adam Müslüman birinin dinine söverse, bu sövgü dini hafife alma olduğu için tekfir edilmesi gereken bir husustur. Ama böyle bir olayla karşılaşan bir kimse şöyle bir ihtimali gözden kaçırmamalıdır: Bu sövgü, o kişinin ahlâkî çirkinliğinden mi kaynaklanıyor, yoksa o kişinin Din-i İslâm'a karşı bir garazı mı vardır? Eğer dine karşı olan bir garazdan dolayı ise o zaman bu kişi tekfir edilir. Yok, ahlâkî bozukluktan kaynaklanan bir husussa o zaman tekfir edilmez. Bazı Hanefî âlimleri bunu özellikle belirtmişlerdir."

el-Fetevâü’l Hayriyye adlı eserde şu durumda olan kişi hakkında fetvâ sorulur: “Şâyet hâkim, birine: ‘Sen şeriata râzı mısın?’ diye sorsa ve adam da ‘hayır, kabul etmiyorum’ dese müftî de onun kâfir olduğunun fetvâsını verse -ki bu fetvâdan dolayı karısı da ondan ayrılır-, peki, bu cevabından dolayı bu kişinin küfrü sâbit olur mu, olmaz mı?” Buna şu şekilde cevap verilir: Âlim olan kişi ehl-i İslâm'ı tekfir hususunda acele etmemelidir. Daha önce bu durumda olan için tâzir ve cezalandırma uygulanır. Yoksa böyle çirkin ve uygunsuz söz söyleyen kişiyi tekfir etmemişlerdir. İhtimaldir ki kişi bu sözü şeriatten tiksindiği veya ona karşı istikbarda bulunduğu için değil de hasmına olan aşırı öfke ve kızgınlığından dolayı söylemiş olabilir.” Fetevâ Tatarhaniye'de ise: "İhtimaller göz önünde bulundurularak tekfir hükmü vermekte acele edilmez. Çünkü tekfir cezalandırmada nihâî noktadır. Nihâî nokta da cinâyetin son haddini gerektirir ki o da öldürmedir. İhtimallerin olduğu bir hususta ise böyle kesin hüküm verilmez." Bahr'da ise bu ihtimaller sayıldıktan sonra şöyle denir: "Eğer Müslüman birinin sözü güzel bir noktaya hamledilebiliyorsa tekfirine fetvâ verilemez. Velev ki zayıf bir rivâyet de olsa bu kişinin küfrünü gerektiren hususta ihtilâf söz konusu ise fetvâ o zayıf rivâyet dikkate alınarak ona göre verilir. Durum böyle olmasına rağmen yukarıda zikredilen tekfiri gerektiren lafızlar, te’villerine bakılmaksızın, temel alınarak çokça kişi hakkında tekfir fetvâları veriliyor. Ben nefsime bunlarla hiçbir fetvâ veremeyeceğimi gerekli kıldım." Reddu'l Muhtar’da İbn Âbidin el-Hayr er-Remlî'den, o Bahr’ın sahibinin yaptığı açıklamanın peşinde şöyle der: "Velev ki zayıf bir rivâyet olsa dahi... Derim ki şâyet mezhep ehlinin dışında olanların yanında dahi zayıf bir rivâyet varsa, zayıf da olsa bu ihtimal değerlendirilir. Ki küfrü gerektiren hususların tayininde icmânın var olma şartı da bu görüşü desteklemektedir." Hanefi tahkikçilerinden Kemaleddin İbn Hümam der ki: "Mezhep ehli, tekfiri çokça yapar. Fakat fakîhler böyle değildir. Onlar itidallidirler. Bunlar müctehid imamlardır. İşte bu hususta fakîhlerden başkasına itimat edilmez."

7- Berâat-ı zimmet asıldır. Fıkhın genel prensiplerinden biri de budur. Aksine bir hüküm veya delil bulunmadığı sürece, kişinin hukukî ve cezâî sorumluluğunun olmaması demektir. Bu prensibe göre, Allah’ın hükmü bulunmadan fert herhangi bir yükümlülükle mükellef tutulamaz. Aynı şekilde, aksine bir delil bulunmadıkça kişinin suçsuzluğu ve borçsuzluğu esastır. Mecelle’de: “Berâet-i zimmet asıldır” şeklinde küllî kaide olarak yer alır. Suçluluğu hükmen sâbit oluncaya kadar kimse suçlu sayılamaz.

 

8- İnsan ne ile İslâm’a girerse, onlardan birini inkârla dinden çıkar. İnkâr edilen şeyin tevhid kelimesinin zarûrî ve kesin izahı veya zarûrât-ı diniyeden olması gerekir ki, tekfir edilebilsin.

Zarûrât-ı dîniyye, yani dinden olduğu zorunlu olarak bilinen şeyler, âlim ve câhilin bildiği hususlardır. Bu iş aynı zamanda nisbî/izâfî bir duruma dönüşüp zaman, mekân ve şahıslara göre değişebilir. Dinden olduğu zorunlu olarak bilinen, şeriat güneşinin her tarafa ışık saçtığı parlak döneminde olup insanlara Allah’ın dinini tebliğ eden ve onlara hüccet ikame eden, ilmiyle âmil âlimlerin çok olduğu dönemler farklıdır. Şeriat güneşinin battığı, âlimlerin -insanlara dinlerini bulandırıp gerçekleri  örtbas eden- kötü kişiler olduğu, hak ehli kişilerin de az olup herkese seslerini duyuramadıkları dönemler daha farklıdır.

Dinden olduğu zorunlu olarak bilinen bir şeyi kişi bilerek inkâr ederse inkârı sebebiyle o kimse tekfir edilir ve âlimlerin kararlaştırdığı gibi İslâm ümmetinden dışarı çıkar.
Nevevî şöyle demiştir: “Dinden olduğu zorunlu olarak bilinen bir şeyi inkâr eden kişiye mürtedlik ve küfür hükmü verilir. Meselâ: Zina, içki haksız yere adam öldürme gibi haram olduğu kesin bilinen şeyleri helâl sayan kimsenin durumu böyledir."[462]

Hattâbî şöyle demiştir: “Ümmetin icmâ ettiği ve bilgisi yaygın olup herkes tarafından bilinen bir hükmü inkâr edenin durumu da aynıdır.[463] İbni Ebi’l-İzz de şöyle der: “Kitab’ın hükmünü reddeden kimsenin  tekfir edilmesinde şüphe yoktur. Fakat Kitab’ın hükmünü kendisine ârız olan bir şüpheden dolayı tevil eden kimse hemen tekfir edilmez, tevilinden dönmesi için ona meselenin doğrusu açıklanır.[464]

Dinden olduğu zorunlu olarak bilinen bir şeye cehâletin mâzeret olmamasının sebebi, onların herkes tarafından biliniyor olmasındandır, Dinden olduğu zorunlu olarak bilinen şeyleri bilmeyen bazı şahısların herhangi bir zaman ve herhangi bir mekânda var olduğu farz edilse, bu gibi şahısları âlimler cehâletine binâen mâzur görürler.

Zârûrât-ı Diniyyeden birini inkâr eden, bu sözün dinden çıkardığını bilmese dahi kâfir olur. Örneğin haram olduğunu bildiği hâlde içki içmenin helal olduğunu söylemesi gibi, işte o kâfir olur. O hâlde zârûrât-ı Dîniyyeden olduğu bilineni inkâr eden kâfir olur, ancak şu durumlardan birinde olması müstesnâdır:

a- İslâm’a yeni girmiş olması,

b- Gerçek âlimlerden uzak bir beldede yetişmiş olması,

c- Müslümanlar arasında yetişip meselenin hükmü kulağına çok tekrarlanmadığı için İslâm’a yeni girene benzer bir durumda olması. Bu durumlardan biri veya birkaçı bulunduğu için; inkâr etmiş olduğu hükmün, Allah’ın Dini İslâmda bulunduğunu bilmemiş olması şartıyla müstesna tutulur ve tekfir edilmez. Aynı şekilde, dinî veya akîdevî bir konuda bir te’vilde bulunup, farklı yorumlayarak yorum ve te’vilinde yanılan bir kişi de müstesna tutulur, tekfir edilmez. Yaşadığımız ülkede ilmî çalışmaların yeterli şekilde yapıldığını iddia etmek zordur. İstisnâlar dışında tevhid ve şirk insanlara anlatılmadığı gibi, Cumhuriyet’ten sonra özellikle iman konusu bulandırılmaya çalışılmıştır. Hocalardan çoğunun, insanlara hakla bâtılı karıştırarak ve onlara şirki süslü göstererek din anlattığını hesaba katmak gerekiyor.

9- Kelime-i şehâdet veya tevhid kelimesiyle İslâm’a girilir. Bu sözü söyleyen bir kimsenin müslümanlığını kabul etmeli; bu şehâdet veya tevhid kelimesine ters bir söz veya davranışta bulunan kimsenin niçin bu şehâdet ve tevhidi reddettiğini açıklaması istenmelidir.

İslâmî bağ, kelime-i şehadeti telaffuz etmekle gerçekleşir. Birçok âlim ve yazar bu hususta icma olduğunu nakletmişlerdir. Kelime-i şehadetten sonra namaz, zekât vb. şer’î ibâdetler taleb edilir. Kişi bu ibâdetleri terk etmesinden dolayı şeriatın belirlediği cezaya çarptırılır. Günümüzde bazı kimselerin; İslâmî bağın gerçekleşmesine bazı âlimlerin mesaj ve şuur vermek için kelime-i şehâdetin iyi anlaşılması konusunda şart olarak zikrettiği; ilim, sevgi, bağlanma, yakîn vb. şeyleri zorunlu görmesi cehâlettir, taşkınlıktır. Çünkü zorunlu görülen bu şeylerin çoğu kalbî amellerdir, bedenî ameller değildir. Kalbî amelleri tahkik etmeye, başkası için yol yoktur. Sonra dünya ile ilgili ameller zâhire göre tertip edilmiştir, sırları ise sadece Allah bilir. Bazı kimseler de İslâmî bağın gerçekleşmesi için kişinin namaz kılıp zekât vermesini de şart koşmuşlardır. Bu hükmün tersine selefin icmâ etmesi sebebiyle bu söz bid’attir. Bu sözün bid’at oluşuna delil ise; Kitab ve Sünnette sayılmayacak kadar çoktur. Meselâ: “...Eğer tevbe ederler, namazı kılarlar ve zekâtı verirlerse dinde sizin kardeşlerinizdirler...”[465] Eğer tevbe ederler, yani; “Tevhidi ifade eden kelime-i şehâdeti söyleyerek tevbe ederlerse...” demektir. Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “İnsanlar ‘Allah’tan başka ilâh yoktur, Muhammed O’nun rasûlüdür’ deyinceye kadar kendileriyle savaşmaya emrolundum. Ne zaman bunu söylerlerse kanlarını ve mallarını benden korumuş olurlar. Ancak dinî cezalar müstesna; iç yüzlerinin hesâbı/muhâsebesi ise Allah'a aittir.” [466] Ashâb’dan Üsâme’nin savaşta bir insanı ‘Lâ ilâhe illâllah’ dediği halde öldürmesi üzerine; Peygamberimiz’in şiddetle kızması ve: “Ey Usâme! Sen lâ ilâhe illâllah dedikten sonra adamı öldürdün ha!?” diye tepki göstermesi ve: kalbini yarıp da baksaydın ya, bu sözü samimiyetle mi söyledi, bilseydin! Kıyâmet günü lâ ilâhe illâllah gelince ona nasıl hesap vereceksin?" deyip bu sözünü çokça tekrarlaması[467] hangi sözle İslâm’a girileceğini açık şekilde belirtir.

Rasûlullah (s.a.s.), amcası Ebû Tâlib’e ölüm vaktinde: “Lâ ilâhe illâllah de, kıyâmet gününde onunla senin lehine şehâdet edeyim” dedi. Ebû Tâlib: “Kureyş’in beni ayıplaması ve hakkımda ‘Ebû Tâlib bunu korktuğu ve sabredemediği için yaptı’ demeleri olmasaydı, o kelimeyi söyler ve senin gözünü aydın ederdim” dedi. Bunun üzerine Allah Teâlâ: “Muhakkak ki sen sevdiğini hidâyete erdiremezsin. Fakat Allah kime dilerse ona hidâyet verir.”[468] âyetini indirdi.[469] İslâmî bağ, Müslüman baba ve anneden dünyaya gelmekle gerçekleştiği gibi, bülûğ çağına gelmeden önce küçüklüğünden beri Müslümanların velâyeti altında yetişen kimselere de gerçekleşir. Buna delil olarak Rasûlullah’ın (s.a.s.) şu mübârek hadisini zikredebiliriz: "Dünyaya gelen her insan, fıtrat üzere doğar; sonra anne ve babası onu yahûdi, hıristiyan, mecûsi (farklı bir rivâyete göre veya müşrik) yapar." [470] Bu hadiste Rasûlullah (s.a.s.): “anne ve babası Müslüman yapar” dememiştir. Çünkü her doğanın, doğduğu fıtrat, İslâm’dır. Allah Teâlâ şöyle buyuruyor: "Sen, yüzünü hanîf olarak dine, Allah insanları hangi fıtrat üzere yaratmışsa ona çevir. Zira Allah'ın yaratmasında değişiklik olmaz. İşte dosdoğru din budur. İnsanların çoğu bilmez."[471]

Rasûlullah’ın (s.a.s.): “Her Müslümanın kanı, malı ve ırzı diğer Müslümana haramdır.”[472] hükmünden dolayı İslâmî bağı gerçekleşen kimsenin kanı, malı ve ırzı korunma altına alınmış olur. Böyle bir kimseyi bilmeden amelî küfrü irtikâp etmesi veya itikadî küfre düşmesi sebebiyle tekfir etmek ve İslâm milletinden çıkartmak kimseye câiz değildir. Ancak bu, şer’î hüccetin/delilin ikamesinden sonra mümkündür. Şer’i hüccetin ikamesi ise İbn Hazm’ın ifade ettiği gibi şöyledir: “Hücceti kişiye öyle ulaştıracaksın ki artık ondan sonra hiçbir dayanağı kalmasın ve ona teslim olsun. Bu mevzuda Şeyhülislâm şöyle demiştir: “Terk ettiğinde tekfir edilen hüccet, kişiye şer’î hükümleri bilen sultan ve itaat olunan emir gibi kimseler tarafından tebliğ edilip ikame edilmelidir.”

Şeyh Süleyman b. Sehman şöyle demiştir: “Hüccet ikamesini güzel yapamayan kimsenin, hüccet ikame etmemesi gerekir. Allahu a’lem bu benim için açık bir durumdur. Bildiğime göre, hüccet ikamesini güzel yapamayan, dininin hükümlerinden habersiz câhil kimseler, bu fiili yapsalar da âlimlerin ifadelerine göre onların hüccet ikamesiyle hüccet ikame edilmiş olmaz.[473]. Öncelikle hüccetin Kitap ve Sünnetten olması, çok açık olup karışık olmaması, hüccet ikame edilen kişinin bütün şüphelerini iptal edici kesin deliller olması gerekir. (Muhâtaba en güzel ahlâk örneği sunarak nezakete, güzel üslûba dikkat edilmesi gerektiğini unutmamak gerekir. Muhâtabı küçümseyerek hırçın ve zorbalıkla hüccet ikame etmeye çalışanlar, insaf edip bu işten vazgeçmeli ve insanları dinden soğutmamalıdır.) Bazı meseleler âlime ihtiyaç duymaz. Meselâ: Kur’an’dan bir âyette hata eden kişiye Kur’an’ı getirip göstermek yeterlidir. Bundan sonra büyüklük taslar ve âyeti Kur’an’da gördükten sonra inkâr ederse küfre girer.

 

10- Müslümanlık iddiası, şehâdet kelimesi gibi kişinin müslümanlığıyla ilgili söylediği söz, bâtıl ve yalan olduğu ortaya çı­kıncaya kadar hak ve doğru kabul edilir. Bir kimse hakkında şüphe ve zan ise, hakikati ve doğruluğu çıkıncaya kadar geçersizdir, yalan sayılır.

11- Ehl-i kıble tekfir edilmez. Ehl-i kıble: Kıbleye, yani Kâbe’ye doğru yönelerek namaz kılmanın farz olduğuna inanan, ancak inanç esaslarını değişik şekillerde yorumlayan farklı mezheplere bağlı bütün Müslümanları ifade eder. Kelime-i şehâdeti söyleyip içeriğine iman eden, zarûrât-ı diniye adı verilen İslâm’ın temel hükümlerini kabul eden ve namaz kılan kimsenin tekfir edilmesine Ehl-i Sünnet karşıdır. Ehl-i kıble olan Müslümanların tekfir edilemeyeceği hususu, Ehl-i Sünnet’in genel prensipleri arasında yer almaktadır.

12- Peygamberimiz, vahiyle kendisine bildirilen münâfıkları ashâbına bildirmedi. Onlara Müslüman muâmelesi yapılmasına izin vermiş, hatta mecbur etmiş oldu. Ama, savaşta “lâ ilâhe illâllah” diyen birini öldürdü diye sahâbisi Üsâme’yi şiddetli şekilde azarladı.

Peygamberimiz, kendisine vahiyle bildirilen (kâfirlerin en tehlikelisi olan ve cehennemin en alt tabakasında azap görecek) “münâfıklar”ı ashâbına bildirmedi. Kendi zamanında yaşayan münâfıkların listesini, başka hiçbir kimseye söylememesi şartıyla, sır olarak sadece Huzeyfe’ye bildirdi. Diğer ashâbının, aralarına karışarak, kendilerini gizleyen ve böylece fitne çıkarmak isteyen münâfıklara Müslüman muâmelesi yapmasını sağlamış oldu. Hayatında da, kendisini Müslüman olarak tanıtan hiç kimseyi tekfir etmedi. Ashâbın da şehâdet kelimesi getiren herhangi bir Müslümanı tekfir ettiğini bilmiyoruz. İlk tekfir, bilindiği gibi, Hâricîler tarafından büyük bir bid’at olarak ortaya çıktı..

Üsâme (r.a.) savaşta bir insanı ‘Lâ ilâhe illâllah’ dediği halde öldürüyor. Durumu Peygamberimize iletiyorlar. Peygamberimiz onu öldüren kişiye “Ey Usâme! Sen lâ ilâhe illâllah dedikten sonra adamı öldürdün ha!?” diye sordu. O da, "sadece korkusundan, öldürüleceği endişesiyle ‘Lâ ilâhe illâllah’ dedi" diyor. "Hel lâ şekakte kalbehu = kalbini yarıp da baksaydın ya, bu sözü samimiyetle mi söyledi, bilseydin ya! Kıyâmet günü lâ ilâhe illâllah gelince ona nasıl hesap vereceksin?" dedi ve bu sözü çokça tekrarladı.[474] Hz. Peygamber: "Kelime-i tevhîdi getireni niye öldürdün ey Üsâme?" diye o kadar çok tekrar ediyor ki, Hz. Üsâme üzüntüsünün büyüklüğünden: "Keşke o güne kadar İslâmiyet'e girmemiş olsaydım da böyle bir cinâyeti işlemekten uzak kalsaydım" temennisinde bulunur. Ashâbdan Sâ'd’ın (r.a.): "Üsâme öldürmedikçe, ben bir Müslümanı öldürmem" sözü, bu hâdisenin hem Üsâme (r.a.), hem de diğer sahâbîler üzerindeki etkisini ve önemini gösterir.

13- Bir kâfiri mü’min sanmakla yapılacak hata, bir müslümanı kâfir saymakla yapılacak hatadan çok daha hafiftir. Çünkü Kur’an’da ve hadislerde haksız tekfir yasaklanmış, ama açıkça küfürleri belli olmayan ve ben müslümanım diyen kâfir olma ihtimali olan kimselere Müslüman muâmelesi yapılması yasaklanmamış, tam tersine; ashâbdan ve diğer Müslümanlardan (küfrünü kısmen gizleyen) münâfıklara Müslüman muâmelesi yapması istenmiştir.

“Kâfir Zannedilene Kâfir Demeyeni Kâfir Kabul Etmemek; İki Müslüman, Üçüncü Bir Kişinin Şüpheli Durumundan Dolayı Biribirlerini Tekfir Etmemelidir”

 Günümüzde şöyle bir durumla karşılaşılıyorsu­nuz: Bir insan, toplumda başka bir insanı tekfir ediyor ve onu kâfir-müşrik ilan ediyor. Bunu yapar­ken de te’vile/yoruma başvuruyor. Siz de o kişinin müslüman olduğuna inanıyorsunuz. Yani karşınız­daki kişi, üçüncü bir kişiyi kendi yorumuyla kâfir sayarken siz de kendi yorumunuzla o üçüncü kişiyi kâfir saymıyorsunuz. Bu defa karşınızdaki kişi sizi de kâfir sayıyor. Sebebi de -ona göre- "kâfire, kâfir" dememeniz, işte böyle zincirleme bir metotla bir ki­şiden hareketle bazen yüzlerce ve binlerce kişi kâfir sayılabilmekte bugün. Şimdi konuyu İslâm tari­hinden bazı olaylarla, te’vile-yoruma başvurmadan nakledelim: Müctehid imamlarımızdan İbn Teymiyye'nin de bu mevzûları anlatırken zikrettiği olaydır ki, ashabdan Hatıb Bin Ebi Belta, Mekke fethedileceği sırada, Mekke'deki müşrik akrabalarını korumak amacıyla onlara haber gön­dermek ister. Bu niyetini de gerçekleştirir. Ne var ki Hatıb Bin Ebi Belta'nın müslümanlar aleyhine Mekke'ye gönderdiği casus kadın yakalanır ve Hz. Pey­gamber’in huzuruna getirilir. O sırada Hz. Ömer oradadır. Hz. Ömer, Hatib'e çok kızar ve onun münâfık olduğuna inandığını söyler. Hz. Peygamber ise Hatıb'ı savunur ve onu koruyarak: "Hayır, o münâfık değildir. O, Bedir ehlindendir." der. Bu olaydan anlıyoruz ki iki Müslüman, üçüncü bir kişinin tekfir edilmesi konusunda farklı görüşlere varabilirler. Bu da insanların algılayış ve tefakkuh durumuna bağlı olup normaldir. İbn Teymiyye bu olaydan dersler çıkararak iki müslümanın, üçüncü bir kişinin şüpheli durumundan dolayı biribirlerini tekfir etmeyebileceğini beyan ediyor. [475]

Evet bu tespiti yapan İbn Teymiyye gibi sert üslûplu biri. Di­ğer ulemâda zaten daha esnek üslûplar mevcuttur. [476]

                                                                       

14- Kur’an’ın şu ihtarını akıldan çıkarmamalıdır: “Ve lâ tekûlû li men elgâ ileykumu’s-selâme leste mü’minâ tebteğûne arada’l-hayâti’d-dünyâ… (Size selâm verene, dünya hayatının geçici menfaatine göz dikerek, ‘sen mü’min değilsin!’ demeyin…)” [477]

15- Haksız tekfir bumerang gibidir; karşısındaki mü’min olduğu halde onu tekfir eden kişinin kendisine bu sıfat döner. Peygamberimiz bu konuda şöyle buyurmuştur: “Bir kimse diğerine, ‘kâfir’ dediği zaman, bu ikisinden biri kâfir olur: Eğer dediği kimse kâfir ise, adam doğru söylemiştir; yok eğer ona dediği gibi değilse, ona söylediği küfür sözü kendine döner (söyleyen kâfir olur).” [478]; “Hiç kimse, bir başkasına ‘fâsık’ veya ‘kâfir’ demesin. Şayet itham altında bırakılan kişide bu sıfatlar yoksa, o söz, onu söyleyene döner.” [479]

 

16- İhtiyatlı davranmak gerekir. “Tekfir ettiğimiz şahıs ya kâfir değilse?” diye düşünülüp yapılan tekfirin isabet edememesi halindeki feci durum değerlendirilmelidir. 

 

17- Te’vilsiz tekfir, şeksiz küfürdür. Muvahhid mü’minlerin görevi tebliğdir. Tebliğ, kesinlikle tekfirden üstündür. Müslümanların hedefi, kişiyi küfre teslim etmek değil; aksine küfrün pençesinden kurtarmaktır. Küfrüne delâlet edecek kendisine göre ciddi deliller olmadan bir müslümanı tekfir, kişinin kendisinin kâfir olmasına sebep olur. Kabul edilebilecek bir te’vili olanı da bizim tekfir etmemiz câiz olmaz. Müslümanlar, yargıç rolünü üstlenmemeli, tebliğle görevli olduklarını unutmamalıdır.    

18- Tekfir kararı şahıslara bırakılmış değildir. Tekfire İslâm mahkemesi karar verir. İslâm devletinde bir müslümanın küfre girip girmediğine Ulu’l-emr veya nâibi (onlar adına kadı/hâkim); İslâm’ın hâkim olmadığı yerlerde ise, mü’minlerin kendi içlerinden seçtiği imam karar verir. Tekfîrle ilgili soruşturma, yargılama ve ilgili işlemleri yürütme mercii, İslâm Devleti’nin makamlarıdır. Bir müslümanın küfür suçu işlediğine karar verip onu tekfir edip “kâfir” muâmelesi yapmak ve hakkında gerekli işlemleri yaparak suçluyu cezalandırmak, yalnızca İslâm devletinin güvenlik ve yargı makamlarının yetkisindedir.  

19- Büyük günahlar imanı zedeler, zayıflatır, ama iptal etmez. Bu konu, “Büyük Günah İşleyenin İtikadî Durumu ve Tekfîr” başlığı ile ileriki sayfalarda işlenecek, konu hakkında geniş bilgi verilecektir.

20- Dinden çıkarmayan bazı günahlar hakkında “küfür” kelimesini kullanmak câizdir. Bu kullanış, tağlîz ve korkutma gayesini güder. Bu çeşit tağlîz, yani ağır sözlerle caydırma işi, hadislerde bazen imanın nefyedilmesi ile yapılmıştır. “… Ve tekfurne’l-aşîr (…Kocalarınıza karşı kâfir oluyorsunuz; yani nankörlük ediyorsunuz).” [480] Bu konu da ileriki sayfalarda daha geniş şekilde açıklanacaktır.

21- Naslarda ortaya çıkan küfür veya şirk, büyük ve küçük küfür (veya şirk) diye ikiye ayrılır. Rasûlullah (s.a.s.) hutbede şöyle buyurdu: “Ey insanlar, bu şirkten sakınınız. Muhakkak ki o, karıncanın kımıldamasından daha gizlidir.” İçlerinden birisi: “Ey Allah’ın Rasûlü, karıncanın kımıldamasından daha gizli olduğu halde böyle bir şirkten nasıl sakınabiliriz?” “Ey Allah’ım, bile bile sana herhangi bir şeyle şirk koşmaktan yine Sana sığınırız. Bilmediğimiz şeylerden de Senden mağfiret dileriz’ deyin”[481] buyurdu.

Şirkin küçüğü, gizlisi vardır. Küfür de bazen nankörlük anlamında kullanılır; kâmil iman yokluğu gibi anlamlara gelebilir. “Onların çoğu Allah’a, şirk koşmadan iman etmezler”[482] Allah Rasûlü (s.a.s.) bu konuda şöyle buyurdu: “Sizin hakkınızda en çok korktuğum küçük şirktir.” ‘Küçük şirk nedir ey Allah’ın elçisi?’ diye sordular. “Riyâdır. Allah Teâlâ, kıyâmet günü insanların amellerinin karşılıklarını verdiği zaman: ‘Dünyada kendilerine riyâ/gösteriş yapmakta olduklarınıza gidin. Bakın bakalım, onların yanında bir karşılık bulacak mısınız?’ buyurur.”[483]

Kasimî, tefsirinde şöyle demiştir:  “Herhangi bir hadiste “Kim şöyle bir şey yaparsa ... o kimse şirke düşmüştür veya küfre düşmüştür.” şeklinde vârid olan ifadelerden, kişiyi İslâm milletinden çıkaran küfür veya sahibine mürtedlik hükümlerini icrâ ettiren şirk kastedilmemektedir. (Bu konuda çokça hadis rivâyeti vardır. Onlardan birkaçı: “Sizden biriniz kendisi için sevip arzu ettiği şeyi din kardeşi için de sevip istemedikçe iman etmiş olmaz.” [484]; “…Birbirinizi sevmedikçe iman etmiş olmazsınız…” [485]). Meselâ Buhârî: “Küferâni’l-Aşîre; Küfrün dûne Küfür” (İnsanı kâfir yapan “küfr”ün dışında “küfür”) diye bab açmıştır. (Kasimî, Mehâsinu’t-Te’vîl, c. 5, s. 1307)

İbn Kayyım şöyle demiştir: Küfrü bu şekilde kısımlara ayırmak; Allah’ın kitabını, İslâm’ı, Küfrü ve gereklerini en iyi bilen sahâbelerin sözüdür. Bu önemli meseleler de onlardan başka kimseden öğrenilmez. Muteahhirîn (sonradan gelenler), onların murâdını anlayamadıkları için iki kısma ayrıldılar. Birinci kısım, günah-ı kebâir (büyük günah) işleyeni İslâm milletinden ihraç edip cehennemde ebedî yanmaya mahkûm ettiler (Hâricîler gibi). İkinci kısım ise, onları imanları kâmil tam mü’minler yaptılar (Mürcie gibi). İkinci gurup, kelime-i şehâdet getiren herkese kâmil iman sahibi mü’min demek sûretiyle haddi aştı. Birinci gurup da her günah işleyeni cehenneme mahkûm edip Allah’ın rahmetini iptal edip kuruttu. Allah Teâlâ, Ehl-i Sünneti doğru yola iletip sözlerin en âdiline ulaştırdı. Ehl-i Sünnetin, dalâlet fırkalarına karşı konumu, İslâm’ın muharref dinlere karşı konumu gibidir.  (İbn Kayyım, Kitabus-Salât, 26)

Ebû Bekir b. el-Arabî şöyle der: Buhârî “Hayat yoldaşına nankörlük etmek bir nevi küfürdür ve kâfirliğin berisinde kâfirlik vardır babı” derken muradı; İtaatlere iman ismi verildiğini açıklamak ve mâsiyetlere de dinden çıkarıcı küfür mânâsı kastedilmeyen küfür ismi verileceğini beyan etmektir. Buhârî, günah çeşitleri arasından hayat yoldaşına nankörlük küfrünü hârika bir dikkatle seçmiştir. O da hadis rivâyetinden yola çıkarak kadının kocasına yaptığı nankörlüğe “küfür” kelimesini genel anlamıyla kullandı. Ancak buradaki küfür, kişiyi İslâm milletinden çıkaran küfür değildir. (Fethu’l-Bârî, c. 1, s. 104-105)

Büyük günahlara küfür kelimesinin genel olarak kullanılması o günahlardan nefret ettirmek ve onları işlemeye mâni olmak içindir. Ancak genel olarak kullanılan küfür kelimesinden kastedilen; kişiyi İslâm milletinden çıkarıcı küfür olmadığı ortadadır. Meselâ Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Müslümana sövmek fâsıklık, onunla savaşmak, onu öldürmek küfürdür.” [486]; “Her günahı Allah’ın mağfiret buyurması muhtemeldir. Ancak, bilerek mü’mini öldüren veya kâfir olarak ölen kimse hâriç.” [487]; “Benden sonra birbirinin boyunlarını vuran kâfirlere benzemeyin.”[488] Sahâbe arasında fitnenin zuhuruyla meydana gelen savaşta onlar birbirlerini tekfir için bu vb. nasları delil olarak kullanmamışlardır. Rasûlullah’ın (s.a.s.) “Bizlerle onlar arasındaki ahit namazdır; kim de onu terk ederse küfre girer.” "Muhakkak ki namaz, insan ile küfür ve şirk arasında bir perdedir. Namazı terketmek bu perdeyi kaldırmaktır." (Müslim, İman 134). Nitekim bazı rivâyetlerde, namazı bilerek terkedenin kâfir olacağı, bazı rivâyetlerde ise "Allah'ın zimmetinden uzaklaşacağı" (Ahmed b. Hanbel, V/238; İbn Mace, 4034)hadisinde âlimlerin sahih, râcih görüşlerine ve cumhurun üzerinde olduğu görüşe göre namazı tembellikle terk eden kimse tekfir edilmez. "Kim Allah'tan başkasına yemin ederse muhakkak şirk koşmuştur yahut küfretmiştir." [489] Rasûlullah’ın (s.a.s.) bu hadisinde kastedilen küfür; sahibini İslâm milletinden çıkaran küfür olmayıp küçük küfür olduğu mâlumdur. Riyâ da aynı kısımdandır. "Şüphesiz riyâ şirktir."[490]; "Riyâ/gösteriş için oruç tutan, namaz kılan, sadaka veren kimse Allah'a şirk koşmuştur." [491]

İman ve küfrün dereceleri, çeşitleri olduğu gibi, nifakın da kendine göre kısımları vardır. Bunlar, itikadî ve amelî olmak üzere iki ana grupta toplanır. Kur’an’da belirtilen münâfıklar ve onların özellikleri açıklanırken, itikadî münâfıklara işaret edilmiştir. Hadis-i şeriflerde gündeme getirilen münâfıklar ve özellikleri ise, amelî münâfıklardır. İmana aykırı olmayarak, sadece amelle ilgili olan nifakın bu çeşidi, küfür değildir; fakat büyük günahtır. Bir kimsenin, müslüman olduğu halde, yalan, emânete hiyânetlik, sözde durmama, hile ve riya gibi bazı münâfık alâmetlerini üzerinde taşıdığı olur. Zira bu çeşit nifak alâmetlerinden tamamen sâlim olmak, hayli güçtür. O yüzden, bazen farkında olmadığı halde bir mü’minde münâfıkların sıfatlarından bulunabilir. Çünkü bazı nifak alâmetlerinin İslâm’la bir arada bulunması mümkündür.

Nifak, amelde olursa suçtur, günahtır. Amelle ilgili nifak vasıfları insanı küfre götürmez. Bu bakımdan bir insanın, inanç yönünden nifakı apaçık olmadıkça; ihmal, tembellik ve ihtiras gibi birtakım nefsânî zaaflar yüzünden ortaya çıkan kusurları sebebiyle münâfıklığına hükmedilmez. Çünkü genel anlamda münâfık sözü, meselenin iman – küfür yönünü ifade eder. "Münâfığın alâmeti üçtür. Söz söylerken yalan söyler. Vaad ettiği, söz verdiği zaman sözünde durmaz. Kendisine bir şey emanet edildiği zaman hiyanet eder." [492]; "Dört şey kimde bulunursa hâlis münâfık olur. Kimde bunlardan bir kısmı bulunursa, onu bırakıncaya kadar kendisinde münâfıklıktan bir haslet kalmış olur. Bunlar: Kendisine bir şey emanet edildiği zaman hiyanet etmek, söz söylerken yalan söylemek, ahdettiğinde, söz verdiğinde sözünü tutmamak, husumet zamanında da haktan ayrılmaktır." [493] Hadis-i şerifte belirtilen (bazı rivayetlerde üç; bazı rivayetlerde dört) vasıf aynı anda bir kişide tümüyle bulunsa dahi, imanla ilgili olmadıkça, o kimseye münâfık denmemelidir. Bu konuyla ilgili olarak “Nasslarda Vârid Olan Küfrün Kısımları; Büyük ve Küçük Küfür” başlığı altında daha detaylı bilgi, ileriki sayfalarda verilecektir.

22- İman, bazen küfür, nifak veya câhiliye ile birlikte bulunabilir. İbn Kayyım şöyle der: “Bir adamda küfürle beraber iman, şirkle beraber tevhid, takvâ ile beraber fücur... olabilir. Bu, Ehl-i Sünnetin en önemli usullerinden biridir. Ehl-i Sünnete bu usûlde Hâricîler, Mu’tezile ve Kaderiye gibi Ehl-i Bid’at muhâlefet etmiştir. Günah-ı kebâir sahibi kimselerin ateşten çıkışı ve orada ebedî kalmamaları işte bu usul üzere bina edilmiştir. Kur’an, sünnet, sahâbenin icması ve fıtrat, bu usûlün doğruluğuna delâlet etmektedir. Allah Teâlâ şöyle buyuruyor: “Onların çoğu, Allah’a şirk koşmadan iman etmezler.”[494] Bu ayette şirkle beraber Allah onların imanını ispat etmiştir. “Bedevî Araplar; ‘İman ettik’ dediler. De ki: Siz iman etmediniz, fakat ‘Müslüman olduk’ deyin. Henüz iman kalplerinize girmedi. Eğer Allah’a ve Rasûlüne itaat ederseniz Allah, yaptığınız amellerinizin karşılığını eksiksiz -tam olarak- öder ve siz haksızlığa uğratılmazsınız. Allah ğafûr ve rahîmdir.”[495] Allah Teâlâ bedevîlerin imanını nefyederken (olumsuz kılarken) Müslüman olduklarını, Kendisine ve Rasûlüne itaat ettiklerini ifade etmiştir. “Mü’minler o kimselerdir ki Allah’a ve Rasûlüne iman ettiler, sonra şüpheye düşmediler; Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla savaştılar. İşte (iman iddiasında) doğru olanlar bunlardır.” [496] Bedevîler iki görüşten doğru olanına göre; münâfık değillerdi. Allah’a ve Rasûlüne itaatleri sebebiyle Müslüman idiler. Bununla beraber kendilerini kâfirlerden ayırt edici bir nevi iman olsa da, kâmil mü’minler değillerdi. [497] Bu konu hakkında da ileriki sayfalarda yer yer tamamlayıcı bilgi verilecektir. Bu konuyla ilgili daha geniş bilgi, ileride “Bazı İman Şubelerinin Küfür, Nifak veya Câhiliye Şubelerinden Bazıları ile Beraber Olması” başlığı altında verilecektir.

23- Kâfirde mü’min amelinden bazıları, onu mü’min yapmadığı gibi, bazen mü’minde de kâfir ameli bulunabilir; bu da mü’mini kâfir yapmaz. İbn Kayyım şöyle diyor: Bir kulda iman şubelerinden bir şubenin olması onun mü’min diye isimlendirilmesini gerektirmez. Her ne kadar o kuldaki şube iman ise de sahibi mü’min diye isimlendirilmez. (Doğru sözlü veya sadaka veren bir kâfirin mü’min diye isimlendirilmediği gibi veya insanlığa yararları dokunan kâfirlerin mü’min olmadığı gibi.)

Küfür de öyledir, bir kulda küfür şubelerinden bir şubenin olması onun kâfir diye isimlendirilmesini gerektirmez. Her ne kadar o şube küfür  ise de sahibi kâfir diye isimlendirilmez. Bir kimsede az bir ilmin olması onun âlim diye isimlendirilmesini gerektirmiyorsa fıkhın veya tıbbın bazı meselelerini bilen kimselerinde fakîh veya tabip olarak isimlendirilmelerini gerektirmez. İman şubesinin iman, nifak şubesinin nifak,  küfür şubesinin de küfür olarak isimlendirilmesine bunlar mâni değildir.

Bir kimseden küfür alâmetlerinden bir alâmet sâdır olduğunda alel-ıtlak (genel olarak) kâfir sıfatı verilmez. Haram olan bir şeyi irtikâp (kötü bir iş işlemek) eden kimseye “o fâsıktır” denilmemesi de yine böyledir.[498] Ancak burada, o kimse haram olan bir şeyi irtikâp ettiği halde fıska düşmedi denmek istenmiyor. Onun “fâsık” sıfatı  -fıskta ısrarı sebebiyle- o fiilin sahibine galebe gelmesinden sonra gerçekleşir. Zinâkâr, hırsız, gâsıp vb. kimseler mü’min olmakla beraber kâmil mü’min diye isimlendirilmedikleri gibi, küfür alâmetlerinden herhangi bir alâmeti bulunduran kimseye de kâfir denilmez. Her ne kadar işlediği fiil küfür hasletlerinden olsa da durum böyledir. Zira masiyetlerin (isyan etme) hepsi küfür şubelerinden olduğu gibi, Allah’a itaat olan bütün ameller de iman şubelerindendir.[499]

24- Bazen bir fiil küfür olduğu halde, işleyen kâfir olmayabilir. Allah Rasûlü’nün (s.a.s.): “Sizin hakkınızda en çok korktuğum küçük şirktir.” ‘buyurması üzerine ashâb: “Küçük şirk nedir ey Allah’ın elçisi?” diye sordular. Rasûlullah: “Riyâdır…” buyurur.[500] İnsanı müşrik yapmayan şirk için bir örnektir riyâ. Hadis-i şeriflerde geçen münâfık alâmetlerinin herhangi birisi veya birkaçı üzerinde görülen bir müslümana “münâfık” veya “kâfir” denilemez, bu vasıflardan dolayı bu kimseye bu hüküm ona verilemez.

 

Kasimî, tefsirinde şöyle demiştir:  “Herhangi bir hadiste “Kim şöyle bir şey yaparsa ... o kimse şirke düşmüştür veya küfre düşmüştür.” şeklinde vârid olan ifadelerden, kişiyi İslâm milletinden çıkaran küfür veya sahibine mürtedlik hükümlerini icrâ ettiren şirk kastedilmemektedir. (Bu konuda çokça hadis rivâyeti vardır. Onlardan birkaçı: “Sizden biriniz kendisi için sevip arzu ettiği şeyi din kardeşi için de sevip istemedikçe iman etmiş olmaz.” [501]; “…Birbirinizi sevmedikçe iman etmiş olmazsınız…” [502]). Meselâ Buhârî: “Küferâni’l-Aşîre; Küfrün dûne Küfür” (İnsanı kâfir yapan “küfr”ün dışında “küfür”) diye bab açmıştır. (Kasimî, Mehâsinu’t-Te’vîl, c. 5, s. 1307)

İbn Kayyım şöyle demiştir: Küfrü bu şekilde kısımlara ayırmak; Allah’ın kitabını, İslâm’ı, Küfrü ve gereklerini en iyi bilen sahâbelerin sözüdür. Bu önemli meseleler de onlardan başka kimseden öğrenilmez. Muteahhirîn (sonradan gelenler), onların murâdını anlayamadıkları için iki kısma ayrıldılar. Birinci kısım, günah-ı kebâir (büyük günah) işleyeni İslâm milletinden ihraç edip cehennemde ebedî yanmaya mahkûm ettiler (Hâricîler gibi). İkinci kısım ise, onları imanları kâmil tam mü’minler yaptılar (Mürcie gibi). İkinci gurup, kelime-i şehâdet getiren herkese kâmil iman sahibi mü’min demek sûretiyle haddi aştı. Birinci gurup da her günah işleyeni cehenneme mahkûm edip Allah’ın rahmetini iptal edip kuruttu. Allah Teâlâ, Ehl-i Sünneti doğru yola iletip sözlerin en âdiline ulaştırdı. Ehl-i Sünnetin, dalâlet fırkalarına karşı konumu, İslâm’ın muharref dinlere karşı konumu gibidir.  (İbn Kayyım, Kitabus-Salât, 26)

Ebû Bekir b. el-Arabî şöyle der: Buhârî “Hayat yoldaşına nankörlük etmek bir nevi küfürdür ve kâfirliğin berisinde kâfirlik vardır babı” derken muradı; İtaatlere iman ismi verildiğini açıklamak ve mâsiyetlere de dinden çıkarıcı küfür mânâsı kastedilmeyen küfür ismi verileceğini beyan etmektir. Buhârî, günah çeşitleri arasından hayat yoldaşına nankörlük küfrünü hârika bir dikkatle seçmiştir. O da hadis rivâyetinden yola çıkarak kadının kocasına yaptığı nankörlüğe “küfür” kelimesini genel anlamıyla kullandı. Ancak buradaki küfür, kişiyi İslâm milletinden çıkaran küfür değildir. (Fethu’l-Bârî, c. 1, s. 104-105)

Büyük günahlara küfür kelimesinin genel olarak kullanılması o günahlardan nefret ettirmek ve onları işlemeye mâni olmak içindir. Ancak genel olarak kullanılan küfür kelimesinden kastedilen; kişiyi İslâm milletinden çıkarıcı küfür olmadığı ortadadır. Meselâ Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Müslümana sövmek fâsıklık, onunla savaşmak, onu öldürmek küfürdür.” [503]; “Her günahı Allah’ın mağfiret buyurması muhtemeldir. Ancak, bilerek mü’mini öldüren veya kâfir olarak ölen kimse hâriç.” [504]; “Benden sonra birbirinin boyunlarını vuran kâfirlere benzemeyin.”[505] Sahâbe arasında fitnenin zuhuruyla meydana gelen savaşta onlar birbirlerini tekfir için bu vb. nasları delil olarak kullanmamışlardır. Rasûlullah’ın (s.a.s.) “Bizlerle onlar arasındaki ahit namazdır; kim de onu terk ederse küfre girer.” "Muhakkak ki namaz, insan ile küfür ve şirk arasında bir perdedir. Namazı terketmek bu perdeyi kaldırmaktır." (Müslim, İman 134). Nitekim bazı rivâyetlerde, namazı bilerek terkedenin kâfir olacağı, bazı rivâyetlerde ise "Allah'ın zimmetinden uzaklaşacağı" (Ahmed b. Hanbel, V/238; İbn Mace, 4034)hadisinde âlimlerin sahih, râcih görüşlerine ve cumhurun üzerinde olduğu görüşe göre namazı tembellikle terk eden kimse tekfir edilmez. "Kim Allah'tan başkasına yemin ederse muhakkak şirk koşmuştur yahut küfretmiştir." [506] Rasûlullah’ın (s.a.s.) bu hadisinde kastedilen küfür; sahibini İslâm milletinden çıkaran küfür olmayıp küçük küfür olduğu mâlumdur. Riyâ da aynı kısımdandır. "Şüphesiz riyâ şirktir."[507]; "Riyâ/gösteriş için oruç tutan, namaz kılan, sadaka veren kimse Allah'a şirk koşmuştur." [508]

 

25- "Lüzûm-i küfür değil de, iltizâm-ı küfür küfrü gerektirir." H. Karaman bu usûl kuralını şöyle açıklar: “Bir kimsenin belli bir davranışı, dış görünüşü itibarıyla küfrü gerektiriyor, "bunu ancak kâfir olan yapar, söyler" kanaatini veriyorsa buna "küfr-i lüzûmî" denir. Bu durumda kişi, mezkûr davranışının küfrü gerektirdiğini bilmiyor yahut bunu yaparken kâfir olmayı kast etmiyor olabilir. Eğer şahıs, yaptığı (davranışının) ve söylediğinin küfrü gerektirdiğini, müslümanın dinden çıkmasına sebep olduğunu biliyor ve bu maksatla mezkûr davranışta bulunuyorsa, küfrü iltizam ediyor ve benimsiyor demektir; işte buna da "küfr-i iltizâmî" denir.

Şimdi farklı düşünen, farklı davranışta bulunan iyi niyetli, samimi müslümanlarla tartışmak, kardeşçe ve "birbirlerine karşı merhametlidirler"[509] ferman-ı İlâhîsine uygun üslupta karşı fikir ileri sürmek, uyarmak... mümkündür, câizdir. Fakat onları tekfir etmek câiz değildir. Çünkü bir kimsenin kâfir olmasının şartı iltizamdır (küfrü benimsemesidir), yahut da söz ve davranışının İslâm içinde kalmasına müsait hiçbir te’vile ihtimal taşımamasıdır.

Bu kurala göre bir kimsenin İslâm dairesinden dışarı çıkması, müslümanlara göre yabancı sayılabilmesi için küfrü (müslümanlığa sığmayan bir düşünce ve inancı) bilerek ve gönülden benimsemiş olması gerekir. Kişi, küfrü gönülden ve bilerek benimsemediği müddetçe, onun bir yorum veya davranışı, bir başkasına göre dinden çıkmasını gerektiriyor diye o kâfir sayılamaz (böyle bir kimse tekfir edilemez). Te’vîlin (yorumun) usûlüne uygun olarak yapılmamış olmasından önemli hatâlar doğabilir; böyle yorumlar kişi ve grupları, Allah ve Rasûlü'nün (s.a.s.) murâdı olan İslâm yolundan uzaklaştırabilir, ancak te’vil bulundukça küfre hükmetmek, te’vil sahiplerini İslâm ümmetinden dışlamak oldukça düşünülmesi gereken, sorumluluk getiren bir hüküm olur. Te’vîl, kişinin şahsî düşünce, keşif, ilhâm ve temâyülünü vahyin üstüne çıkarıyor, vahyi geri plâna itiyor, açıkça veya doğurduğu sonuç itibârıyla akla ve ilhâma dayanan bir din getiriyorsa bu te’vil sahipleri ile birleşilemez. İslâm adına ortak bir hizmet gerçekleştirilemez (Çünkü bunlar akaidî bir sapma içindedir). İhtilâf vahye öncelik vermemekten değil de, onun sübutu (bize sağlam olarak intikali; ki, bu ancak hadisler için söz konusudur), yahut usûlünce yorumdan kaynaklanıyorsa bu ihtilâf grupları ile işbirliği mümkündür ve gereklidir.

Tekfir ve usulsüz tenkit... Bazı müslümanlar, kendi din anlayışlarına uymayan bir anlayış ve inancın sahiplerini hemen tekfîr ediyor, dinden çıktıklarını söylüyorlar. Bu yaklaşım müslümanları parçalıyor, birbirine düşürüyor, usulüne göre tenkit ve düzeltme kapısını da kapatıyor.” [510] 

26- Şirke bulaşan veya akî­de ve amelinde şirk izleri bulunan her kim olursa (müslümanlardan) ona ne ıstılah mânâsıyla "müş­rik" diye hitab edilebilir ve ne de müşriklere yapılan muâmele ona da yapılabilir. Böyle bir hitap ve dav­ranışa, ancak, tevhid inancını temel inanç olarak ka­bul etmeyen, vahiy, nübüvvet ve Allah'ın kitabı'nı daha baştan dinin kaynağı olarak kabul etmeyen ve asıl dinleri şirke dayalı kimseler müstehaktır.

Küfre girip kâfir oldukları halde[511] Yahûdi ve Hristiyanlar için Kur’ân-ı Kerim'de müşrik lafzı kullanıl­mayıp başka bir ıstılah, "ehl-i kitap" ıstılahı kulla­nılmıştır. Dahası, onlarla müşrikler arasında sadece telaffuzdan doğan bir farkla yetinilmemiş, müslümanların onlarla olan ilişkileri, müşriklerle olan iliş­kilerinden ayrı ele alınmıştır. "Allah'a şirk/ortak koşan kadınlarla, onlar inanıncaya kadar evlenmeyin."[512] diyen Kur’an’ımız Kitap ehlinden olan, İncil’e veya Tevrat’a inanmış bir kadınla müslüman bir erkeğin evlenmesine izin/ruhsat vermiştir. [513] Ayrıca, Kur’an, ehl-i kitabın yiyeceklerini müslümanlara helâl kılmıştır. “Bugün size temiz ve iyi şeyler helâl kılınmıştır. Kendilerine kitap verilenlerin (yahûdi ve hıristiyanların) yiyeceği size helâldir, sizin yiyeceğiniz de onlara helâldir.” [514]

Ancak, bütün bunlara rağmen Eğer Yahudi ve Hristiyanlar gerçekten de müşrik olarak görülse idi, onların da kadınla­rıyla evlenmek kendiliğinden haram olurdu. Aynı şekilde Ehl-i Kitab'ın kestiklerinin hükmü de müşriklerinkinden tamamen farklıdır. Böyle bir ayrılığın sebebi şundan başka ne olabilir ki: Onlar şirke bulaşmalarına rağmen tevhidi, asıl din olarak kabul etmektedirler. Bundan dolayı onla­ra Müslümanlarla aralarında eşit olan kelimeye, tevhid’e gelmeleri için çağrı yapılır:[515] "Deyin ki, "Bize indirilene de size indirilene de inandık. Bizim ilâhımız da sizin tanrınız da bir­dir..." [516]

Bunun aksine, Allah Teâlâ "müşrik" ıstılahını şir­ki asıl din olarak benimsemiş kimseler için kullan­mıştır. Onlar Peygamber Efendimize (s.a.s.) şöyle iti­raz ediyorlardı: "Tanrıları tek bir tanrı mı yapıyor? Doğrusu bu şaşılacak bir şeydir" dediler." [517] Onlar dinin akîde ve amellerinin de vahiy ve risâletten alınması gerektiğini kabul etmiyorlardı: "Onlara 'Allah'ın indirdiğine uyun' denilince "ha­yır biz baba ve dedelerimizin üzerinde bulundukları şeye uyarız' derler." [518]

27- Mü’min süpürücü değildir. O, her şahıs hakkında özel hüküm vermenin gereğine inanır. Bilir ki, içinde doksan dokuz câninin yanında bir mâsum insan olan bir gemi varsa, aralarında tek bir mâsum olduğu için o geminin batırılması câiz olmaz. İçinde taş var diye pirinci atmadığı gibi, hatta taşların içinde pirinç varsa onu da ayıklar.

Tebliğci, gönül doktoru olmalıdır. Küfür ve şirkle ilgili virüsler bünyesine az-çok sızmış veya bu ihtimal olan hastalara nezâket ve hassâsiyetle yaklaşmalı, onu tedavi etmeye çalışmalı; tedavisi için kendisi faydalı olamaycaksa, başka branşları ilgilendiriyorsa, başka doktorlardan yardım istemeli ve bir can kurtarmaya çalışmalıdır. “Kim haksız yere bir cana kıyarsa bütün insanları öldürmüş gibi olur. Kim de bir canı kurtarırsa bütün insanları kurtarmış gibidir.”[519]

 

Adam öldürmekle suçlanan birinin “katil” olup olmadığına, varsa hafifletici duruma ve verilecek cezanın ne olduğuna karar vermek, halka düşmez; İslâm devletinin organlarının görev alanına girer. Katil hükmü vermekten çok ağır olan “kâfir” hükmü vermek için, genel hükümler kâfi gelmez; âlim ve müctehid de olmayan bazı gençlerin, birtakım sathî bilgilerle nassları kendilerine göre yorumlayarak hüküm çıkarmaları doğru ve geçerli değildir. O şahsın hangi sebepten dolayı ve neyi kastederek bir sözü söylediği veya davranışta bulunduğu ciddi şekilde araştırılır; kendi gerekçeleri ve savunmaları dinlenir. Kalbi ve niyeti okunmaya çalışılmaz. Zâhirle ve kendisini İslâm’a nisbetiyle karar verilir. Ben İslâm’ın hiçbir hükmünü reddetmiyorum deyip şehâdet kelimesini söylemesi onun Müslümanlığına hüküm vermeye yeterli gelir. Nasslarda belirtilen açık bir küfür inancını savunuyorsa kendisine delillerle doğru din tebliğ edilir, şüpheleri giderilir ve bu hastalık tedavi edilmiş olur.    

 

28- Tevhid konusunda aşırı hassâsiyet, tekfir konusunda da aşırı ihtiyat gerekir. Milyonda bir ihtimalle şirk kabul edilebilecek bir konuda kendimizi ısrarla korumak, yani böyle küçük çaplı da olsa riskli söz ve davranışlardan kaçınma duyarlılığı göstermek gerekir. Tekfir konusunda ise, bir söz veya davranış yüzde bir ihtimalle küfür sayılmayabilen bir şey ise, muhâtabı tekfir etmemek şiarımız olmalıdır. 

İtici değil, çekici olmalıyız. Mıknatıs gibi olmalıyız; içinde az da olsa iman cevheri olan bize yaklaşmalı. Zorlaştırıcı değil, kolaylaştırıcı; nefret ettirici değil, müjdeleyici olmalıyız. “Kolaylaştırın, zorlaştırmayın; müjdeleyin, nefret ettirmeyin.” [520] Ağzından köpük saçarak kendi anlayışı dışındaki tüm Müslüman ve cemaatleri ağır ifadelerle suçlayıp eleştirerek hayırlı bir yere varılamaz. İnsanları tekfir edip kendisiyle aralarına duvar örerek onlara karşı tebliğ ve örnekliği terk etmek, ancak hastalıklı bir tip oluşmasını sonuçlandırır. Kardeşlik ve ümmet hukukuna riâyet edilmeden Allah’ın râzı edilmesi mümkün değildir. Tek önderimiz Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurur: “Nefsim yedinde olan Allah'a yemin ederim ki, iman etmedikçe cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe de iman etmiş olmazsınız. Size, yaptığınız zaman birbirinizi seveceğiniz bir şeyi haber vereyim mi? Aranızda selâmı yayın.” [521]; “(Hiçbir kötülüğü olmasa dahi) kişinin, müslüman kardeşine hakaret etmesi kendisine (kötülük olarak) yeter. Her müslümanın diğerine kanı, malı ve namusu haramdır.” [522]

 

Derdimiz bağcı dövmek değil, üzüm yemek olmalı. Yargı yerine dâvet öne çıkmalı, tekfir ve mürtedlik damgalamasıyla öldürülecek adam aramak yerine; ihyâ edilecek, hidâyetlerine sebep olunacak tavırlar gerekiyor. Mesleğimiz yargıçlık değil, itfaiyecilik ve doktorluk olmalı. Bilinçli şekilde savaşçı konumunda olmayanları öldürmeye değil; onları kurtarmaya, ihyâ etmeye koşmalıyız. Militanlık değil, merhamet fedâiliği gerekiyor ıslah için, amel-i sâlih için, hakkı ve sabrı tavsiye için. Unutmayalım ki, bir canı kurtaran/ihyâ eden, bütün insanları kurtarmış gibi; haksız yere birini öldüren de bütün insanları öldürmüş gibi olur. [523]       

 

29- İmanı izhar, kalpte de iman olduğunu gerektirmez. Biz bir şahsın Müslüman olduğunu -zâhirine bakarak- söylüyor veya mü’min olduğuna  hükmediyorsak bu o şahsın bâtınının şirkten sâlim olup cennete gireceğine hükmettiğimiz anlamına gelmez. Bilâkis kişiye Müslüman hükmü dünya hayatındaki muâmelât için verilir. Öyle bir kişi Müslüman babasına vâris olur, Müslümanlardan biriyle evlenir ve  Müslümanların mezarlığına defnedilir. Bununla beraber o kişi küfrü gizleyen kimselerden olabilir. Çünkü biz, insanların kalplerini yarmakla memur değiliz.

İbn Teymiyye şöyle der: “Dünyada câri olan hükümlere göre zâhirde mü’min olan kişinin bâtında da mü’min olması gerekmez. “...İman etmedikleri halde Allah’a ve âhiret gününe iman ettik…”[524] diyen münâfık kimseler de zâhirde mü’mindirler. Onlar Rasûlullah’ın (s.a.s.) zamanında, Müslümanlarla beraber namaz kılar, onlardan kız alır, kız verir, evlenirler, onların mirasını alır, onlara miras verirlerdi. Buna rağmen Rasûlullah (s.a.s.) onlara küfrü izhar eden kâfirlerin hükmüyle hüküm vermemiştir. Evlenmelerinde de, miraslarında da, başka bir şeyde de münâfıklara kâfirlerin ahkâmını uygulamamıştır. Abdullah b. Ubeyy münâfıkların en meşhuru olduğu halde Müslümanların en hayırlılarından olan oğlu Abdullah babasına mirasçı olmuştur.

Şeyhulislâm devamla: “Onların kanları ve malları koruma altındadır.  Kâfirlerin kanları ve mallarının helâl olduğu gibi, münâfıklarınki de helâl değildir. Kendilerinin mü’min olduğunu izhar etmeyip, aksine kâfir olduğunu izhar eden kimseler hakkında Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “İnsanlar ‘Allah’tan başka ilâh yoktur, Muhammed O’nun rasûlüdür’ deyinceye kadar kendileriyle savaşmaya emrolundum. Ne zaman bunu söylerlerse kanlarını ve mallarını benden korumuş olurlar. Ancak dinî cezalar müstesna; iç yüzlerinin hesâbı/muhâsebesi ise Allah'a aittir.” [525]

 

30- Müslümanlığıyla övünen, namaz kılan, Allah ve Rasûlünü sevdiği belli olan, bunlarla birlikte günümüz câhiliyesinin etkisinde kalan bazı insanların hükmü hakkında susmak en doğru yoldur. İctihad ve yorumla tekfir etmenin sakıncasından ötürü, âlimlerin ve Müslümanların icmâya varamayıp ittifak edemedikleri ihtilâflı hususlarda muhâtaplarımızın bizim açımızdan delili çok zayıf olduğundan geçersiz kabul etsek de te’villerini dikkate alıp inkâr etmediklerini hesaba katmak zorunda olarak bazı insanlar hakkında susmanın en ihtiyatlı tavır olduğunu düşünüyoruz. Günümüzde her şey o kadar karışmış, “ak”la “kara”nın dışında ve bu renklere az-çok benzeyen o kadar “ara ton”lar çıkmıştır ki, insanın ak da diyemeyeceği, kara da diyemeyeceği hususlar çokça oluyor. Ve ad koymada en doğrusu susmak diyorsunuz. Bazı insanların adını koyamıyor; “mü’min desen tam benzemiyor; kâfir desen diyemiyorsun” şeklinde sükût etmek zorunda kaldığımız kimseler oluyor. Değişik bir tevillerle demokrasiyi savunan, tâğutlara oy veren, heykelin karşısında tören denilen âyinlere katılan, Atatürk ilkelerine bağlı kalacağına dair yemin eden veya metin imzalayan, vahyi reddeden okulları onaylayan, tâğutî kurumları veya tâğutları savunan… nice insan var. Öyle bir toplumda yaşıyoruz ki hakla bâtıl karışmış, müslümanla kâfir ayırt edilemez olmuş. Bu haksız tekfir ve muvahhid Müslümanlar arasındaki soğukluğa sebep olan grup taassubu kırılıp ümmet gücüne erişince  Allah’ın yardımına muhâtap olacak bu topluluk, âlimlerin öncülüğüyle Peygamberî usûlle tevhidi tüm topluma tebliğ edecek, şirk ve putperestlik net şekilde insanlara anlatılacak. Tüm tartışmalar bitecek. Hak ve bâtıl, tevhid ve şirk şeklinde saflar netleşince bu insanlar bir tercih yapmak zorunda kalacaklardır. Ve o zaman onların tercihlerine göre onlara isim vermek kolay ve şart olacaktır. O günlerin bir an önce gelmesi dilek ve duâsıyla…

 

Bütün yukarıdaki maddeler, (cehâlet, ikrâh ve te’vil sözkonusu olmaksızın) Kur’an ve Sünnetin kesin nasslarında açıkça belirtilen herhangi bir küfür inancına sahip olan veya insanı kâfir eden davranışlardan birini yapan kimse için geçerli değildir. İslâm'a girdikten ve müslüman adını aldıktan son­ra, İslâm'dan çıktığına dair nass bulunan herhangi bir kişinin, biz de aynı şekilde İslâm'dan çıktığını söyleriz. Onun İslâm'dan çıktığına dair icmâ' bulunsun veya bu­lunmasın, bu konuda bizim için durum değişmez. Diğer taraftan bütün müslümanların icmâ ile İslâm'dan çık­mış olduğuna hüküm verdiği kimseler hakkında da icmâa uymak (ve muhâlefet etmemek) vâcibdir. Müslüman olduktan ve İslâm adını kazandıktan sonra İslâm'dan çıktığına dair nass bulunmayan, icmâ da bulunmayan konulara gelince, böyle bir kimse­yi kesin olarak elde etmiş olduğu bilinen Müslüman sıfatından, zanla yahut da delilsiz bir iddia ile soyutlamak câiz değildir.

Ama, şüpheli durumlardan sakınmak, her iki hususta ihtiyatlı davranmak gerekir. Muhâtabı tekfir edince “ya kâfir değilse?!” deyip ihtiyatlı olmak ve haksız tekfirde bulununca “kâfir” hükmünün kendine döneceğini değerlendirip bu riske girmemek ihtiyatın bir yönünü gösterir. Bu tavır, bir kimsenin yaptığı veya söylediği şeyin % 99 ihtimalle küfür, % 1 ihtimalle küfür olmama durumunda bile kendini göstermeli, en küçük ihtimali değerlendirip tekfirden kaçınmalıdır. İhtiyatın diğer kısmı da şudur: Küfür ve şirk ihtimali olan hususlardan şiddetle sakınmak gerekir. “Ya şirkse ve bunu yaparsam ebedî olarak cehenneme atılırsam” diye düşünüp milyonda bir ihtimalle bile şirk ve küfür olan şeyi yapmamak ve yapanlarla çok candan ilişkilere girmemek lâzımdır. Şüpheli şeylerden kaçınmak, imanın ve takvânın gereğidir. 

Tekfîr Ahkâmı/Tekfirin Hükümleri

Bir kişi hakikatte küfre girdiği halde kâfir olduğu kesin ispatlanamamış (ya da hiçbir kimse tarafından tekfir edilmemiş) ise onun hesabını Allah görecektir. “Sırların ortaya çıkarılacağı gün, artık onun ne gücü vardır, ne de yardımcısı.”[526] Eğer tevbe etmeksizin küfrü üzere ölürse ebedî olarak ateştedir. Çünkü Allah, kendisine şirk koşulmasını affetmez.

Gerçekte küfür üzere olan herkesin, dünyevî hükümler konusunda küfrünün ispatlanması mümkün olmayabilir. Bunu dört şekilde açıklayabiliriz:

1) Kişinin küfre götüren itikadını gizleyip, söz ve fiilleri ile bunu açıklamaması (zâhire göre Müslüman kabul edilmekle birlikte), itikadî küfürdür. Örneğin; öldükten sonra dirilişi yalanlaması, ama Müslümanlardan bu inancını gizlemesi gibi. Bu kişi zâhire göre verilen hükümde Müslümandır. Ancak gerçekte kâfirdir ve bu küfür münâfıkların büyük nifakı türündendir.

2) Bir kişinin küfre götüren söz ya da fiili ile küfrü açığa çıksa, ancak bunu kimse görüp işitmese yine o kişi zâhirî hükme göre Müslüman, ancak gerçekte kâfirdir ve bu kişi büyük nifakla münâfık olmuştur. Bu ve önceki gruptakiler şu âyetin hükmüne dâhil olurlar: “Çevrenizdeki bedevîlerden münâfık olanlar vardır. Sen onları bilmezsin. Biz onları biliriz. Biz onlara iki kere azap edeceğiz, sonra onlar büyük bir azâba döndürüleceklerdir.” [527]

3) Yine bir kimse küfre düşürücü bir söz ya da fiilde bulunduğunda, bazı kimseler bunu bildikleri halde yalnızca bir kişi onun aleyhinde şâhitlikte bulunsa, tekfir edip hakkında riddet hükmü vermek için gerekli olan şâhit sayısı tamamlanmadığı için, bu küfre götürücü amel tespit edilmiş sayılmaz. Bununla birlikte hâkimin o kişiye tazir cezası vermesi (yani had cezası dışında o kişiye hapis veya dayak gibi cezalar vermesi) câizdir. Bunda şahitlik eden kişinin âdil, âlim ve sâlih bir kimse olması etkilidir. Bu kimse de yine zâhirde Müslüman, gerçekte ise kâfirdir.[528]

Peygamberimiz zamanındaki münâfıkların durumları genelde bu üçüncü şekildeki gibi idi. Onlar kendi aralarında küfürlerini açıklıyorlar, ancak birbirlerine şâhitlik etmiyorlardı. Bazen Müslümanlardan bir kişi bunu işitiyor ve aleyhinde şâhitlik ediyordu. Ancak ispat için bu, yeterli olmuyordu. Zeyd İbn Erkam’ın, Abdullah İbn-i Ubeyy’in şöyle dediğine şâhitlik etmesi gibi: “Medine’ye döndüğümüzde şerefli kimseler zelil olanları oradan çıkaracaktır.”[529] Vahiy Zeyd’i doğruladığı halde Peygamberimiz vahiy ile onları cezalandırmayıp şer’î ispat yollarını tercih etti. Çünkü münâfıkların sözlerinin çoğunluğu açık olmayıp ihtimal taşıyan sözler oluyordu.

4) Kişi, küfre düşürücü bir söz ya da fiili açıkça ortaya koysa, bu yaptığı hareketi veya sözü ikrar etse yahut buna iki kişi ya da daha fazlası şâhitlik etse veya bu yaptığı insanlar arasında yaygın olarak biliniyor olsa (istifâda ile) bu küfre götürücü ameli o kişinin işlediği şer’î olarak ispatlanmış olur. Ancak o kişi hakkında küfür hükmünü vermek için bu durum da yeterli değildir, hükme mâni olan şeylerin olup olmadığına bakılması gerekir.

Bu dört durum hakikatte kâfir olan ve (dördüncü durum hâriç) dünyevî hükümlerde küfre götürücü ameli kat’i olarak tespit edilemeyen kişi hakkındadır.

Bir kimsenin açık bir şekilde küfrüne şâhit olduğumuz halde, o kimseyi tekfir edip onun kâfir olduğuna hükmetmemize mâni/engel olabilir. Böyle bir engel varsa, yine tekfirden kaçınmak gerekir. 

Engel/Mânî: Varlığı, hükmün varlığını ortadan kaldıran şeydir. Ancak bulunmaması hükmün bulunmasını veya bulunmamasını gerektirmez. Engeller (mâniler) şartlarda olduğu gibi üç kısma ayrılır:

a) Fâilde Bulunan Engeller: Kişiye ârız olan ve şer’an onun söz ve fiillerinden sorgulanmasına engel olan şeydir. Bu engeller “avârıdu’l-ehliyye” (ehliyetin engelleri) diye isimlendirilir. Aşağıda açıklaması yapılacaktır.

b) Fiilde Bulunan Engeller: (Yani sebepte bulunan engellerdir) Fiilin açıkça küfre delâlet etmemesi veya şer’î delilin küfre delâlet edişinin kesin olmaması gibi.

 

c) İspat Edilmesi Konusundaki Engeller: Meselâ şahitlerden birisinin çocuk veya âdil olmayan bir kimse olması dolayısıyla şehâdetinin kabul edilmemesi gibi.

Acaba, bazı müslümanları tekfir edip onları kâfirlikle suçlayan kardeşlerimiz bu konuları biliyorlar mı? Eğer bilmiyorlarsa gerçekten büyük bir günaha girmiş olurlar. Tekfir hükmünü, ancak ilim ehli olan, bu konuda yeterli ilimle donanmış âlim verir. İnsan, kesin bilmediği şeyi iddia etmemelidir. Zira tartışma tek taraflı olmaz. Tekfir eden taraf varsa tekfir edilen taraf da var demektir.

Ehliyetin Engelleri

Ehliyetin engelleri (avâridu’l-ehliyye), edâ ehliyeti ile alâkalıdır. Bu da mükellefte görülen ve onun söz ve fiillerinin şer’î açıdan muteber sayılmasına engel olan durumdur. Bu durumda kişi söz ve fiillerinden sorgulanmaz ve bu söz ve fiillerin sonucunda kulların hakları dışında, Allah Teâlâ’nın hakları ile alâkalı şeylerde herhangi bir sorumluluğu yoktur.

Ehliyetin engelleri (avâridu’l-ehliyye) iki kısma ayrılır:

1) Semâvî Engeller: Allah’ın takdiri olup, oluşmasında kulun herhangi bir etkisinin olmadığı engellerdir. Örneğin, yaşın küçük olması, delilik, psikolojik dengesizlik, uyku ve unutma gibi. Bu engellerden birisi kendisinde bulunan kimse herhangi bir suç işlerse bundan dolayı ona bir günah yoktur. Sorumluluk o kişiden kalktığı için bu fiilden sorgulanmaz ve cezalandırılmaz. Ancak insanların hakları ile ilgili şeylerde sorumludur. Örneğin, telef ettiği malların değerleri, diyetler ve bunun gibi şeyleri ödemek zorundadır. Çünkü bunlar toplumsal kurallardır. Bu semâvî engellerin karşılığında ise şartlar vardır. Örneğin yaşın küçük olması bâliğ olmanın karşıtı, delilik ve dengesizlik de akıllı olmanın karşıtıdır. Yani muayyen bir kimseyi tekfir etmenin şartları arasında akıllı ve bâliğ olma şartı vardır. Temyiz çağına ulaşmış çocuğun riddeti ile ilgili konuda ihtilâf vardır. Hanbelîlerde olduğu gibi riddetin çocuk için de geçerli olduğunu ancak bâliğ oluncaya kadar istitâbe uygulanıp cezalandırılmayacağını söyleyenler de vardır.[530]

Kişinin kendisinden kaynaklanıp, belirli bir kimsenin tekfirine engel olarak kabul edilen şeylerden bazıları şunlardır:

 

Dil Sürçmesine Yol Açan Hata: Kasıtlı olmadan küfür sözü söylemek. Bu, tekfirde gerekli olan kasıt şartını yani mükellefin yaptığı şeyi bilinçli olarak yapması şartını ortadan kaldırdığı için engel teşkil eder. Hatanın engel olmasının delili şu âyet-i kerimedir: “Hata olarak yaptıklarınızda ise sizin için bir sakınca (vebal) yoktur. Ancak kalplerinizle kasdederek yaptıklarınızda vardır” [531]

Dil sürçmesinin tekfire engel oluşunun bir başka delili, hadiste geçen bineğini kaybedip sonra tekrar bulduğunda “Allah’ım, sen benim kulumsun ben de senin rabbinim” diyen adamın misalidir. Rasûlullah (s.a.s.) onu, “Sevincinin şiddetinden hata etti” diye nitelendirmiştir. Kişinin hâlinin hangi duruma işaret ettiği de (karâinu’l-hal), hatanın engel olarak kabul edilip edilmemesinde etkilidir.

Te’vilde Hata: Te’vil, nassın delâletini anlamamaktan doğan (hatalı) bir ictihad ya da karıştırma sebebiyle, şer’î delili farklı bir konuma oturtmak, yanlış yorumlamak demektir. Mükellef, küfür amelini işler ve anlamada hataya düştüğü delile dayanarak onu küfür olarak görmez. Öyleyse, bu hatada kasıt şartı ortadan kalkmıştır. Bunun için te’vilde hata yapması, onun tekfirine engel olur. Ona delil getirilip hatası açıklandığında (ikametu’l-hucce) bu fiilinde ısrar ederse o zaman kâfir olur. Bunun delili ise Kudâme İbn Maz’un olayıdır. Bu olayda Kudâme, içki içmeyi helâl saymış (ki içkiyi helâl kabul etmesi küfürdür) ve buna şu âyeti delil getirmişti: “İman eden ve sâlih amel işleyenler için yedikleri ve içtikleri şeylerde kendileri için bir günah yoktur.” [532] Ömer (r.a.) had uygulamak istediğinde ona bu âyeti delil gösterdi. Hz. Ömer ona hatasını açıkladı ve içki için had cezası uyguladı. Bu olay sahâbenin icmâsı ile te’vilde hata etmenin tekfire engel olduğuna delildir. Bu, anlamı genel olan şu âyetin de kapsamına girer: “Hataya düştüğünüz şeylerde sizin için bir günah yoktur.” [533] Benzer hadis-i şerif de vardır: “Şüphesiz Allah, ümmetimden hata, unutma ve üzerine zorlandıkları şeylerden sorumluluğu kaldırmıştır.” [534]

Bununla birlikte te’vilde yapılan her hata geçerli bir özür sayılıp tekfire engel değildir. Özür sayılan, şer’î delile bakılıp onu anlamada düşülen hatadır. Özür sayılmayan hata ise, şer’î bir delile dayanmaksızın sadece görüş ve hevâdan kaynaklanan hatadır. Aynen İblis’in Âdem’e secde etmekten kaçınırken “ben ondan daha hayırlıyım; beni ateşten, onu ise çamurdan yarattın”[535] diye iddiada bulunması gibi. Bu yalnızca görüştür. Te’vilde hata yapılması durumunda, te’vil yapan kimseye hüccet ikame edildiğinde, te’vil engeli ortadan kalkar.

Cehâlet Engeli: Mükellefin küfür fiilini işlerken onun küfür olduğunu bilmemesi gibi. Cehâleti (eğer geçerli sayılabilecek bir cehâlet ise) tekfirine engel olur. Bunun delili ise şu âyettir: “Biz, peygamber gönderinceye kadar hiç bir topluma azap edecek değiliz” [536] Dünyada ve âhirette azap ancak tebliğ ulaştıktan sonradır. Özür veya engel olarak kabul gören cehâlet; mükellefin kendisi veya ilim kaynakları ile ilgili bazı sebeplerden dolayı, giderme imkânı bulamadığı cehâlettir. Ancak öğrenmeye ve cehâleti gidermeye imkân olduğu halde bunu yapmıyorsa mâzur görülmez ve gerçekte bilmiyor olsa dahi hükmen biliyor sayılır (yani bilen bir kişinin hükmündedir).

İkrah Engeli: Bu, mükellefin fiilini kendi irâdesi ile yapması şartının zıddıdır. İkrahın tekfire engel kabul edilmesinin delili şu âyettir:  “Kalbi iman ile mutmain olduğu halde zorlanan (ikrah altında olan) hariç, kim iman ettikten sonra Allah’ı inkâr ederse...” [537] Küfre zorlamanın, kişinin tekfirinde geçerli bir engel olarak kabul edilebilmesi için, ölüm ile veya bir organının koparılması ile tehdit yahut da kişiye çok şiddetli bir işkencenin yapılıyor olması şartı vardır. Bu, çoğunluğun görüşüdür ve tercih edilen de budur. Şâfiî fakîhlere göre, daha hafif şeyler de ikrah kapsamına girer.

Aklı Gideren Sarhoşluk: Sarhoşluğun tekfire engel olup olmaması konusunda ihtilâf vardır. İbnu’l-Kayyım engel olarak saymıştır. Hanbeliler ve Şâfiilerce tercih olunan, sarhoşun riddetinin geçerli olduğu görüşünün aksine, İbnu’l-Kayyım sarhoşluğu riddete engel olarak kabul etmiştir ki bu Hanefiler’in görüşüdür. [538]

Başkasından Aktarma Yoluyla Küfür Sözü Söylemek: Örneğin; Allah’ın Kur’an’da bize bildirmiş olduğu kıssalarda geçen kâfirlerin sözlerini okumak (ki Allah Teâlâ bunların okunmasını bizlere emretmiştir), şâhidin hâkime işitmiş olduğu küfür sözünü aktarması, kâfirlerin yazmış oldukları makalelerin içerisinde bulunan fesadı açıklamak ve bunları cevaplandırmak için nakletmek gibi şeylerin hepsi câiz veya vâcip olabilir. Söyleyen kişi tekfir edilmez.[539] Burada önemli bir ayrıntı vardır: Yukarıdaki örneklerde de geçtiği gibi küfrü şer’î bir amaçla aktaran kişi için bir sakınca yoktur. Ancak bir kimse bunu beğenerek ve râzı olarak aktarırsa o kişi kâfir olur. Bu ikisini (aktardığı şeyi onaylayıp onaylamadığını) anlamakta karâinu’l-hal’in etkisi vardır. Küfrün şaka ile işlenmesi ilim ehlinin ittifakı ile tekfire engel değildir.

2) Semâvî Olmayan Engeller 

Bu hususu dört madde halinde ele alacağız.

1) Engellerin Araştırılması: Buna “istitâbe” denilir

2) Engellerin Araştırılması: Bu, imkân olduğu takdirde vâcip olur; imkân bulunamadığı takdirde ise bu vâciplik düşer.

3) Engelin mûteber sayılması konusunda tek kaynak Şeriattır. Belirli bir şahıs hakkında engelin geçerli sayılıp sayılmamasında başvurulacak mercî ise kadıdır, İslâm devletinde yargı görevi yapan hâkimdir.

4) Engel kalktığı halde kişi küfürde ısrar ederse kâfirdir.

1) Engellerin Araştırılması: İstitâbe; aslında tevbe etmesini istemek anlamındadır ve ancak kişinin kâfir ve mürted olduğuna hüküm verildikten sonra olabilir.Kişinin kâfir ve mürted olduğuna hüküm verilmesinden önce, hükmün şartlarının yerine gelip engellerin bulunup bulunmadığının araştırılmasına da istitâbe adı verilir. İstitâbe, hem hüküm meclisinde hüküm verilmeden önce şartların ve engellerin bulunup bulunmaması durumunu araştırma ve hem de hüküm verildikten sonra tevbe talep etme anlamlarında kullanılır.

2) Engellerin Araştırılması: Engellerin araştırılmasının mümkün olmadığı haller şunlardır:

Güç Yetirilememe Durumu: Güç yetirilen kişi, kâdının/hâkimin, kişinin hüküm verilecek olan meclise getirilmesini sağlamasının ve gerektiğinde kendisine had cezası uygulamasının mümkün olduğu kimsedir. Güç yetirilemeyen (mümtenî) ise bunun tam tersidir. Güç yetirilen kimse hakkında engellerin araştırılması gerekmektedir. Mümtenîde ise engeller araştırılmadan hakkında hüküm verilir.

Ölüm: Eğer ölen kişinin dini konusunda vârisleri arasında bir çekişme meydana gelir; kimi Müslüman, kimisi de mürted olarak öldüğünü iddia ederse hüküm vermek için şâhitler ile yetinilir. Bir kimse mürted olur, sonra aklını kaybeder ve tevbeye çağırılmadan ölürse kâfir olarak öldüğüne hükmedilir.[540]

Sarhoş: Bir kimse mürted olur ve sarhoş iken ölürse kâfir olarak ölür. Eğer bu sarhoşluğu halinde bir kimse onu öldürürse herhangi bir ceza yoktur. Bu görüş sarhoşluğun riddete engel olmadığını söyleyenlere aittir. [541]

Tüm bu durumlarda, engeller araştırılmadan ve istitâbe uygulanmadan kişi hakkında riddet hükmü verilir. Mürted olarak ölen bir kimseye Müslüman olan vârisleri mirasçı olamaz. Bununla birlikte şâhitler, ölen veya güç yetirilemeyen (mümtenî) kişi için tekfirine engel olacak şeylerin bulunduğuna şâhitlik ederlerse, bu engellere itibar edilmesi vâciptir.

3) Engelin mûteber sayılması konusunda tek kaynak Şeriattır. Belirli bir şahıs hakkında engelin geçerli sayılıp sayılmamasında başvurulacak mercî ise kadıdır, İslâm devletinde yargı görevi yapan hâkimdir.

 

Tekfirin engeli; şer’î delil ile engel olduğu açıklanan şeydir. Tekfire engel olduğu şer’an sâbit olmayan şey ise; insanlar bunu engel saysalar ve bununla mâzeret bildirseler de özür olarak kabul edilmez.

Bazı kimseler şer’an mûteber sayılmayan özürlerle tekfirden men etme konusunda çok aşırıya gittiler. İnsanların özür olarak gösterdikleri her şey geçerli değildir. Allah Teâlâ şöyle der: “Eğer onlara sorarsan biz dalmış eğleniyorduk derler. De ki; Allah ile, O’nun âyetleri ve Rasûlü ile mi alay ediyordunuz? Özür beyan etmeyin, imanınızdan sonra küfre girdiniz.”[542] Mâzeret gösterdiler ancak mâzeretleri kabul edilmedi: “Onlara döndüğünüzde size özür bildirdiler. De ki: Özür bildirmeyin, size kesin olarak inanmıyoruz.”[543] Her mâzeret engel olarak kabul edilmez. Bâtıl olan mâzeretlerden birisi de; kâfir oluşu kesinleşen bir kimsenin (örneğin Allah’tan başkasına duâda bulunmak veya dine hakaret etmek gibi) şehâdet kelimesini söylemesi veya namaz kılmasını onun tekfirine engel olarak göstermektir.

Hükümlerin engelleri (tekfirin engelleri de bunun içindedir) insanların engel zannettikleri şeyler değil, geçerli oldukları, şer’î delillerle belirlenen, yani şer’an muteber sayılan engellerdir. Engelin belirli bir kimse hakkında geçerli sayılabilmesini ise, dâvâya bakan kâdı belirler. Örneğin cehâlet ve ikrahın tekfire engel olduğu şer’î delil ile sabittir; ancak belirli bir şahıs hakkında geçerli olup olmadığına, yani kişinin câhil veya ikrah altında olup olmadığına karar verecek olan kâdıdır.

Yine bu geçersiz mâzeretlerden birisi de; kâfirler için onları saptıran önderlerini mâzeret olarak göstermektir. Bunun geçersizliğine Allah Teâlâ’nın şu âyetleri delâlet eder: “Ateşin içerisinde tartışırlarken, zayıf olanlar müstekbirlere derler ki: ‘Gerçekten biz, sizlere tâbî olan kimselerdik. Şimdi siz ateşin bir parçasını bile bizden uzaklaştırabilir misiniz?’ Büyüklenenler derler ki: ‘Biz hepimiz de ateşteyiz. Artık Allah kullar arasında hüküm vermiştir.” [544]; “Sen o zâlimleri Rableri huzurunda durdurulmuş olarak suçlamayı birbirlerine yöneltirken bir görsen; mustaz’af olanlar müstekbirlere derler ki: ‘Eğer sizler olmasaydınız bizler mü’minler olurduk.’ Müstekbirler ise mustaz’aflara şöyle derler: ‘Size hidâyet geldikten sonra biz mi sizi ondan alıkoyduk? Hayır, siz zaten mücrimlerdiniz.’ Mustaz’aflar müstekbirlere; ‘Hayır, siz gece-gündüz hîle kurup bize Allah’a karşı küfürde bulunup, Ona denkler koşmamızı emrediyordunuz’ derler. Ve azâbı gördüklerinde pişmanlıklarını gizlerler. Biz, küfredenlerin boyunlarında halkalar kıldık. Onlar yapmakta olduklarından başkasıyla mı cezalandırılacaklar?” [545] Bu nass ile, önde gelenlerin zayıfları saptırdığı, onlara hile kurup küfrü emrettikleri; ancak bunun, zayıfların tekfirine ve onların cezalandırılmasına engel olmadığı kesin olarak anlaşılmaktadır. Hatta bazılarının özür zannettiği bu saptırılma olayı, küfür çeşitlerinden birisi olan “taklit küfrü”dür. Bu ise, Yahûdilerin, Hıristiyanların ve diğer kâfir toplulukların, kendilerini saptıran önderlerini taklit eden avâmının küfrüdür. Allah Teâlâ şöyle buyurur: “De ki: Ey Kitap Ehli, dininizde haksız yere haddi aşmayın. Daha önceden sapan, birçoklarını saptıran ve doğru yoldan sapan bir topluma uymayın.” [546]

Geçersiz olan özürlerden birisi de, mürted olan bir kimse için, onun ilim ehli olduğunu mâzeret göstermektir. Sanki ilim ehli küfürden korunmuştur! Allah Teâlâ nebîler hakkında şöyle buyurur: “Eğer Allah’a ortak koşsalardı, işlemiş oldukları tüm ameller boşa giderdi.”[547]

Küfrün, nebîler için mümkün olmaması, onların dışındaki insanlar için mümkün olmamasını gerektirmez. Âlim olan bir kimse, belli bir ilme sahip olduğu halde küfre düşebilir: “Ameller son durumlarına göredir.” Bunun bir örneği de Allah Teâlâ’nın şu âyetidir: “Onlara, kendisine âyetlerimizden verdiğimiz, fakat onlardan sıyrılıp çıkan, o yüzden de şeytanın takibine uğrayan ve sonunda azgınlardan olan kimsenin haberini oku.” [548]

          Bunun örnekleri bu ümmette de çoktur. Rasûlullah’ın (s.a.s.) vahiy kâtiplerinden olan Abdullah İbn Sad İbn ebi’s-Serh gibi, Rasûlullah (s.a.s.) hayattayken mürted olan kimseler olduğu gibi, Onun vefatından sonra da mürted olanlar olmuştur. Küfre götürücü bid’atlere çağıran kimselerin çoğu şer’î ilimlere sahip olan kimselerdir.

4. Engel Kalktığı Halde Kişi Küfürde Israr Ederse Kâfirdir: Engel ya kendiliğinden kalkar; yaşın küçük olması gibi; ya sebebin ortadan kalkmasıyla kalkar, buna ikrah ve sarhoşluğu örnek verebiliriz; ya da hüccet ikame edilmesiyle ortadan kalkar, buna da cehâlet ve te’vilde hata etmeyi örnek olarak verebiliriz. Engel kalktığında kişi hala işlediği fiilde ya da sözünde ısrar ediyorsa, o andan itibaren kâfir sayılır.

Bunlar, şer’î mâzeretlerdir ve şer’î mâzeretler ortadan kalktıktan sonra kişi hâlâ şer’an mûteber olmayan mâzeretler ortaya atacak olursa bu ondan kabul edilmez. Zira artık öne süreceği mâzeretleri ortadan kaldırılmış ve öne süreceği bir şey bulunmamaktadır.Geçersiz olan mâzeretler ileri sürmesine itibar edilmeksizin Ebû Hanife’nin yolundan gidenlerin de dediği gibi "Kişi artık içinde barındırdığı küfrünü açığa vurmuş, ancak bu küfrünü örtmek için yollar aramaktadır." Bundan dolayıdır ki bu gibi kimseler kâfir olmuşlardır.

“Zâhire göre uygulananan dünyevî hükümlerde, küfre düşürücü bir söz söylediği ya da bir fiil işlediği şer’î yollarla sabit olan bir şahıs hakkında tekfir hükmünün şartları yerine gelip engeller ortadan kalktığında kâfir olduğu hükmü verilir. Hükmü, buna ehil olan bir kimse verir. Eğer hakkında hüküm verilen kimse İslâm devletinde güç yetirilen bir konumda ise; yetkili olan kimsenin cezayı uygulamadan önce o kişiye istitâbe uygulaması vâciptir. Eğer bir güç arkasında veya dâru’l-harbe sığınarak korunuyor (mümtenî) ise ona istitâbe uygulamadan öldürmek ve malını almak herkes için câizdir. Bu konuda, sonuçta elde edilecek olan maslahat veya mefsedete bakılarak  uygun olan tercih edilir.”

Hükmü, Buna Ehil Olan Kimse Verir

Tekfirin kuralını verirken kullandığımız “Hükmü, buna ehil olan kimse verir” ifadesindeki; “hükmü ... verir” sözüyle, şartlar yerine gelip engeller ortadan kalktığında, kişi hakkında küfre götürücü ameli sebebiyle küfür ve riddet hükmünün verilmesi kastedilmiştir. “Hüküm vermeye yetkili olan kişi” sözünün anlamı ise; kâdı, müftî veya ilim ehli birisi olmasının gerektiğidir. Müctehid birisi olması uygun olur. Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurur: “Hâkim hüküm verdiğinde içtihad eder ve doğruyu bulursa onun için iki ecir vardır, içtihadında yanılırsa bir ecir vardır.”[549] Eğer müctehid olan birisi yoksa mukallid olabilir. Âlimlerin bildirdiği mertebelere göre, uygun olan bir mukallid âlim hüküm verir.

İslâm devletinde, Dâru’l-İslâm’da bir kimse irtidat ettiğinde, o kişi hakkındaki hükmü, hüküm verme yetkisine sahip olan kâdı verir. Kâdıların hâricinde âlimlerden herhangi birisi o kişinin durumu hakkında bir şey söylerse o, hüküm değil, fetvâ olur. Dâru’l-İslâm’da hüküm vermek, müftîye değil, kâdıya aittir. Çünkü kâdı yetkisi dolayısıyla şartların yerine gelip engellerin ortadan kalkmasını araştırma imkânına sahiptir. Kâdının hükmü, ihtilâfı ortadan kaldırır, verdiği hüküm ancak Kitap veya Sünnet’ten bir nassa yahut icmâya muhâlif olursa o zaman bozulur.[550] Bir kimse mürted olup dâru’lharp olan bir yere gitse yahut dâru’lharpte mürted olsa; bu konuda yetkili olan kâdı veya bir başkası, bu kimse hakkındaki hükmü verir; hükmü uygulamak ise herkes için câizdir (Salman Rüşdi örneğinde olduğu gibi).

“Eğer hüküm verilen kimse, dâru’l-İslâm’da güç yetirilen bir konumda ise” ifadesindeki “güç yetirilen” sözünün anlamı; mürtedin, yöneticinin yahut kâdının gücü altında bulunmasıdır. Bu, ya gerçek anlamıyla tutuklu olması, ya da hükmen, engellenemeyecek şekilde her an tutuklama ve soruşturma imkânının bulunmasıdır.

“Dâru’l-İslâm’da” sözü “güç yetirilen” sözünün bir tefsiri niteliğindedir. Çünkü kişi ancak dâru’l-İslâm’da bulunduğunda Müslümanların gücü altında bulunabilir. Dâru’l-harpte bulunan bir kimse Müslümanların gücü altında değildir. Bu demek değildir ki; dâru’l-İslâm’da bulunan herkes güç yetirilebilir durumdadır. Bazen böyle olmaya da bilir. Dâru’l-İslâm’da güç yetirememek, âsîlerin baş kaldırması, örneğin yol kesen saldırganların durumunda olduğu gibi silâhlanıp çete oluşturmaları gibi durumlarda olabilir.   

“Dâru’l-İslâm” ifadesi; İslâm şeriatı uygulanan her ülke anlamında kullanılmıştır. Ayrıca mümtenî olma durumu sadece grup halinde olanlara has değildir; bilakis mümtenî bir tek kişi de olabilir, bir grup da olabilir. Aynen Abdullah İbn Sa’d İbn Ebi’s-Serh’in irtidat edip fetihten önce Mekke’ye kaçması olayında olduğu gibi. Şeriat bu ikisi arasındaki farkı genel bir kuralla bildirmiştir. Hatta eti yenilmesi helâl olan hayvanlarda bile güç yetirilen ve güç yetirilemeyen (mümtenî’) arasındaki fark belirtilmiştir. Güç yetirilen bir hayvanın (velev ki aslı vahşi olan ceylan da olsa) yenilebilmesi için şer’an uygun bir şekilde kesilmesi vâciptir. Ancak güç yetirilemeyen hayvanların, vücudunun herhangi bir yerinden yaralayarak öldürmek sûretiyle eti helâl olur. Şeriatın getirdiği kural, güç yeten durumlarda şartların daha ağırlaşması, güç yetmediğinde ise hafifletilmesidir.

Tekfirin kuralındaki “cezayı uygulamasından önce o kişiye istitâbe uygulaması vâciptir” sözündeki bu vâciplik “güç yetirilen” kimse için geçerlidir. İstitâbe, aslında mürtedden tevbe etmesini istemek anlamındadır. Tevbeye çağırma işini yalnızca kişinin riddetine hükmeden kimse yapabilir. Ancak âlimlerin sözlerinde istitâbe; hüküm verilmeden önce şartların ve engellerin araştırılması anlamında da kullanılmıştır. Buna binâen istitâbe; hüküm verilen ortamda hüküm verilmeden önce şartların ve engellerin araştırılması ve hüküm verildikten sonra tevbeye çağırma olaylarının her ikisi için de kullanılır. Bundan da şu sonuç çıkmaktadır: İlim kitaplarında; “şu sözü söyleyen veya şu fiili işleyen kimseye istitâbe yapılır” ibaresi okunduğunda, bunları işleyen kimsenin kâfir olup ondan tevbe etmesinin istenmesini ifade etmediğinin anlaşılması gerekir. Bilakis bu ibare, kişinin küfre götürücü bir amel işlediği ve onun durumunun (yani hükmünün) belirlenebilmesi için şartların ve engellerin araştırılmasının gerektiğini ifade eder. Daha sonra, bu kişi hakkında ya mâsum olduğuna hüküm verilir ya da mürted olduğuna hüküm verilip tevbe etmesi istenir.

İstitâbenin kişi hakkında hüküm verilmeden önce şartların ve engellerin araştırılması anlamında kullanılması sahâbenin icmâsı ile sâbittir.

Güç yetirilen kimse için bu istitâbeyi yapmak vâciptir. Mümteni’ için de mümkün olduğu taktirde bu uygulanır. Mümteni’ olan mürted hakkında hüküm verecek olan kimseye, bir engelin bulunduğu ulaşırsa buna itibar etmesi gerekir. Ancak böyle bir engelin bulunduğu ulaşmamışsa engel var mıdır, yok mudur diye araştırması ve hükmü ona bağlaması gerekmez; özellikle de hükmü verme  konusunda beklemek Müslümanlara bir zarar getiriyorsa.

Hakkında riddet hükmü verilmiş olan bir kimseden tevbe etmesini istemek anlamındaki “istitâbe”ye gelince; bu, ilmî kitaplarda çok meşhur olan bir husustur ve bunun birçok delili vardır: “Küfür kelimesini söylediler ve İslâmlarından (Müslüman olduktan) sonra kâfir oldular... Eğer tevbe ederlerse onlar için daha hayırlı olur.”[551]“İmanlarından sonra kâfir olan bir kavme Allah nasıl hidâyet eder... Ancak, bundan sonra tevbe edip kendilerini düzeltenler hâriç.” [552]

İlim ehlinin çoğuna göre bu istitâbe vâciptir. Hanefîler, Z3ahirîler ve Şevkânî bunun vâcip olmadığı görüşündedirler. Tercih edilen görüş ise istitâbenin vâcip olduğudur.

Mürtedin tevbesi, şehâdet getirmesi ve işlemekle küfre girdiği ameli terk etmesi ile olur.[553] Tevbe, bâtınen ve hükmen olmak üzere iki kısma ayrılmaktadır. Bâtınen Tevbe: Pişmanlık, günahı terk edip bir daha işlememeye azmetme, dil ile istiğfarda bulunma, eğer işlediği günah, kulların hakları ile ilgili ise bu hakları yerine getirmedir. Geçerli tevbe ancak bu şekilde olur. Hükmî Tevbe: Günah işleyen kimsenin bu günahını bırakarak insanların arasında tevbesini ve pişmanlığını açıklamasıdır.

Tekfirin kuralında “Yetkili olan kimsenin cezayı uygulamasından önce” sözü; dâru’l-İslâm’da güç yetirilen kimse için geçerlidir. Mürted eğer tevbe etmezse kanı ve malı helâl kılınarak cezalandırılması vâciptir. Kadın ve erkek bu cezalandırılmada eşittirler. Dâru’l-İslâm’da yönetimde olan imam yahut onun yardımcısı olan vali, kâdı veya onun yardımcıları olan kişiler cezayı uygular, fertler kendi kendilerine cezalandırma yapamazlar ve hadleri uygulayamazlar.

Bu konuda Müslümanlar ihtilâf etmemişlerdir ve Rasûlullah (s.a.s.) döneminden itibaren İslâm devleti ortadan kalkıncaya kadar bu böyle uygulana gelmiştir.

İmamdan başkası mürtedi öldürdüğünde üzerine düşmeyen bir şey yaptığı için ta’zir cezası uygulanır, ancak mürtedin kanına karşılık bir şey gerekmez. Ancak, imam hadleri uygulama konusunda gevşeklik gösteren birisi ise, halktan birilerinin bunu yapması vâcip olur. Bununla birlikte bu durumu; “Küfrü birçok kimse tarafından bilinen, bunu işlediği sâbit olmuş ve tevbe ettiği de bilinmeyen bir kimse için geçerli olduğu” şeklinde algılamak uygun olur.

Tekfirin kuralında “Yetkili olan kimsenin cezayı uygulamasından önce” sözü; dâru’l-İslâm’da güç yetirilen kimse için geçerlidir. Mürted eğer tevbe etmezse kanı ve malı helâl kılınarak cezalandırılması vâciptir. Bu sözü şöylece açıklayabiliriz. Dâru’l-İslâmda kendisine ulaşılabilen bir kimse küfür amelini işlemesi yahut küfür sözünü söylemesinin ardından orada yaşayan ve bu hali gören herkes tarafından tekfir edilmez. Kâdıya havâle edilir; zira bu kimsenin herhangi bir mâzeretinin olup olmadığını araştıracak olan ve bu araştırma ve sorgulama neticesinde ortaya çıkan verilere göre küfür ameli işleyen kimsenin öne sürebileceği mâzeretlerin şer’an geçerli bir mâzeret olup olmadığına karar verecektir. Eğer geçerli bir mâzeret ile işlemiş ise tekfir edilmez. Şer’an geçerli olan bir mâzeret ile küfür ameli işlemiş ise orada bulunan ve olaya şâhit olanların hemen onu tekfir etmesinin nekadar da yanlış olduğu ortaya çıkmaktadır.

Günümüz dünyasında halkının çoğunluğunun Müslüman olduğu söylenen ve daha evvel İslâm’ın hâkimiyetine girmiş, şimdilerde ise Dininin hikümlerini terk ederek beşerî kanunlarla hükmetme ve Allah’ın kanunlarını iptal ederek Allah’ın kullarını yöneten istilâcı, şeriatten uzak "mürted", "mümtenî" yöneticilerin yönettiği ve irtidat devletleri haline gelmiş vatanlarda ise hükmün verilmesi ve bu hükmün uygulanması  kâdıya bağlı değildir.

Artık kadılık müessesi kaldırılmış "mürtedlerin" beşerî kanunları yürürlüğe konulmuştur. Yöneticilerin İslâm’ı bırakarak irtidat ettikleri ve ülkeleri küfür ile yönettikleri toplumlarda, “ben Müslümanım” diyen bir kimsenin küfür ameli işlemesi veya küfür sözünü söylemesi  durumunda bu kimseye (veya kimselere) kim hüküm verecektir?  Öncelikle bu gibi ülkelerde Müslümanların bir cemeat çatısı altında toplanarak içlerinden en hayırlı kabul ettikleri bir Müslümana bağlanmaları şart ve farzdır. Şu halde mürtedlerin yönetimde olduğu bu ülkelerde küfür amelinin işlenmesi halinde fâile hükmü Müslümanların cemaatinin emîrinin yahut bu cemeat içinden ilim sahibi olan bir kimsenin vermesi gerekmektedir. Yahut bulunuyor ise bir fetvâ makamı, hükmü oradan istemelidir (Ki bu noktada da cemaatin ne kadar önemli olduğu görülmektedir). Bu durumda, şeraite aykırılık bulunmadığı müddetçe emîr veya ilim sahibi olanların önüne geçilmemeli ve ihtilâf çıkarılmamalıdır. 

Ne var ki bugün Müslümanların yaşamış oldukları ülkelerde uzun zamandan beri (eksiklerine ve hatalarına rağmen) uygulanan İslâm hükümlerinin şimdilerde uygulanmadığı görülmektedir. Mürted mümtenîlerin yönettiği tâğutî devletlerde Müslümanların sevip kendilerine bağlandıkları bir emîrleri ve bir cemaatleri bile yoktur. Öyleyse hükmü vermek işi kime aittir? Allah Teâlâ: “Eğer bilmiyorsanız ilim ehline sorun”[554] buyurmaktadır. Allah (c.c.) ilmi ve ilim ehlini övmüş ve bilmeyen kimselerin ilim ehline sormasını emretmiştir. Böylece mürted mümtenî tâğutların yönetimde olduğu ve küfür üzere hükmettiği ülkelerde "kadı", "müftü" veya emir yahut cemaatin bulunmaması sebebi ile, hükmü, bu saydıklarımızın dışında, bilinen ve tekfir kurallarını bilen, bu işin ilmine vâkıf olan bir ilim sahibi tarafından verilmelidir.

Tekfir ve Hak Edeni Tekfir Etme Gereği

Tekfir: Söylediği bir söz ya da sergilediği bir davranış nedeniyle, birinin İslâm Dini’nden çıktığını söylemeye ve bunu bir hüküm olarak kabul etmeye “tekfîr”denir.

Burada belirtilmesi gereken bir konu da, küfrünü açıktan ilan edenleri bir endişe duymadan küfürle damgalamamızın gereğidir. Buna karşılık; içlerinde iman olmasa da, dışlarında İslâmî bir görüntü oluş­turanlardan el çekmeli, dilimizi tutmalıyız. Bu gibi kimseler İslâm ör­füne göre 'münâfık'tırlar. Dilleriyle iman ettik derler kalpleriyle inanmazlar. Ya da yaptıkları söyledikleri­ni tasdik etmez. Dış görünüşlerine bakılarak on­lara da müslümanlara uygulanan hükümler tatbik edilir. Ahirette ise içlerindeki küfür sebebiyle esfel-i safiline yuvarlanırlar.

İrtidâd, akıllı ve bâliğ kimsenin zorlama olmadan İslâm dinini fiil, söz veya inanç bağlamında terk etmesiyle gerçekleşir. Delinin, aklı ermeyen çocuğun ve mükrehin/zorlananın dinden dönmesi geçerli değildir. Çünkü Peygamberimiz (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: "Üç kişiden hesap sorma kaldırılmıştır: Aklını kaybetmiş kimse akıllanana kadar; uyuyan uyanana kadar ve çocuk, bulûğa erene kadar. Bu üç zümreden kalem kaldırılmıştır ve yaptıklarından sorumlu tutulmazlar." [555]

Kişinin sözlü, fiilî veya itikadî olarak gerçekleştirdiği davranışının dinden çıkmayı gerektirdiğini bilmesi ve bunu bilerek yapması gerekir. Hatta İmam Şâfiî’ye göre, kişinin bu işi bilerek yapması da yetmez, dinden çıkmaya niyetlenmesi de gerekmektedir. Çünkü ameller niyetlere göre değer kazanır. [556] 

 

Bir Müslümanı Müşrik Yapan Tavırlar

Bir müslümanın İslâm’dan çıkmasına sebep olacak bazı durumları şöylece özetleyebiliriz.

 Müslüman olduğu halde, Allah’a şirk koşmak; Allah’ın dışında bir kimseye, bir otoriteye, putlara tapınmak, Allah’tan istenecek yardımı ölülerden veya mezarlardan istemek, birtakım örgütleri veya devletleri Allah gibi düşünmek kişiyi İslâm’dan çıkarır, müşrik yapar.

İslâm’ın küfür dediği şeyler konusunda şüphe etmek de küfrü gerektirir. İslâm da bellidir, onun dışındaki bâtıl yollar da bellidir.[557] Küfür olan konularla ilgili olarak “acaba onlar da doğru olabilir mi?” düşüncesi İslâm inancına aykırıdır. Onlar doğru olsaydı, İslâm’ın Hz. Muhammed ve Kur’an’la gönderilmesine ne lüzum vardı? Bütün bâtıl dinler, bütün İslâm dışı ideolojiler, insanlar adına nisbet edilen hayat sistemleri İslâm tarafından reddedilmektedir (Kapitalizm, Komünizm, Hinduizm, Yahûdilik, Hıristiyanlık, Demokrasi, Marksizim, laisizm, Kemalizm ve diğerleri).

Peygamberimiz’in bize bildirdiği bazı şeyleri beğenmemek, onlara karşı yüzü buruşturmak, râzı olmamak. [558]

Müslümanlara karşı kâfirlerle işbirliği yapmak, onlara yardım etmek. [559]

İslâm’ın ilkelerine, şeriata karşı gelmek, onlarla alay etmek, onların yerine başka otoritelerin veya kişilerin görüşlerini daha iyi, güzel veya çağdaş bulmak.

Kesin deliller ile, ümmetin icmâsı ile sâbit olmuş, dinden sayılan hükümlere karşı gelmek, onları kabul etmemek.

Bunlar veya bunlara benzer davranışlar ve sözler bir müslümanı dinden çıkarabilir, mürted yapabilir. Bunlar birer hükümdür ve müslümanları din konusunda dikkatli olmaya teşviktir, onları tehlikeden sakındırmaktır. Kişi ya inanır, ya inanmaz. Ama tutarlı olması gerekir; inandığı dinin gösterdiği gibi inanması ve yaşaması lâzımdır. İslâm, Allah’ın dinidir ve ona nasıl inanılması gerektiği ortaya konulmuştur. O, insanların görüşü değildir ki, dileyen dilediği gibi kullansın. [560]  

 

Ortam ve çevre şartları İslâmî değil; câhiliyye yapısı arzettiğinden, günümüzde insanlar, İslâm’ı doğru bir şekilde kavrama ve sırât-ı müstakîm çizgisini kolaylıkla sürdürme imkânlarına yeterince sahip değildir. İslâm dışı, hatta İslâm’a düşman düzen ve buna bağlı kurum ve kuralların etkisiyle her an bâtıl yollara bilinçsiz de olsa dalma riskiyle karşı karşıyadır günümüz insanı. Bunlardan bazısı, belki imanını tümüyle giderecek ve kişiyi mürted yapacak durumda değilse de, bir kısım insan bilerek ve seçerek İslâm’dan farklı yollar/ideolojiler/dinler edinmektedirler. Bu kimselerin mâzîsinde İslâm’ı gerçek anlamıyla bilip bir bütün halde kabul etme ve yaşama gayreti var iken, sonradan bilinçli bir tercih sonucu dinini değiştirme sözkonusu olmuş ise, -neûzü billâh- mürtedlik vuku bulmuş olur. Mü’min iken kişinin müşrik ve mürted olması sonucunu veren birtakım söz ve fiillere şunlar örnek gösterilebilir:

Müslüman bir kimsenin kendi irâdesiyle açıkça; ‘Ben Allah’a ortak koşuyorum’ demesi, yahut Allah’ın varlığını inkâr etmek, peygamberleri reddetmek ya da bir tek peygamberi dahi yalanlamak gibi küfrü gerektirici bir söz söylemek, açıkça küfrü gerektiren -Mushaf’ı ya da bir parçasını pisliğe atmak gibi- bir fiil işlemek, namazın farz oluşu, zinânın haram oluşu gibi İslâm’ın kesin bir hükmünü inkâr etmek, farz namazların, -bunların bir rekâtinin bile olsa- farz olduğunu, dinin emri olduğunu reddetmek gibi veya farz olmadığı kesin delillerle sâbit bir hükmün farz olduğuna -meselâ farz namazlara bir rekât ilâve etmek gibi- inanmak, peygamberliğin insanların kendi gayretiyle kazanılabileceğini ileri sürmek gibi hususlar küfrü gerektirir. Bu gibi küfrü gerektiren inanç ve tavırlar önceden müslüman bir kimse tarafından kabul ediliyorsa, bu kimse mürted olur.

Çağımızda ortaya çıkan birtakım şartlar vardır ki, müslüman kimse iman açısından bunların da hükmünü bilmelidir. Bunların en başında hiç şüphesiz Allah’ın indirdiği hükümlerin dışındaki hükümler ile hükmetmek gelir. Konuyla ilgili olarak Abdülkadir Udeh’den alıntı yapalım: “Çağımızda reddetmek, kabul etmemek yoluyla küfrün açık örneklerinden bir tanesi de, Allah’ın şeriatiyle hükmetmeyi kabul etmemek ve onun yerine insanlar tarafından konulmuş hükümleri, kanunları uygulamaya koymaktır. Çünkü İslâm dininde asıl olan kural, Allah’ın indirdikleriyle hükmetmenin farz, ondan başka kanun ve hükümler ile hükmetmenin ise haram olduğudur. Kur’ân-ı Kerim’in bu hususa dair nasları gâyet açık ve kesindir.

İslâm şeriatine aykırı her türlü yasa ve hükmün bâtıl olduğu hususunda fakîhler ile ilim adamları arasında görüş ayrılığı bulunmamaktadır. Yine onların ittifakına göre İslâm dışı hükümlere itaat gerekmez, hatta İslâm şeriatine aykırı olan her şey, müslümanlara haramdır. İsterse bu haramı emreden ya da mubah kılan egemen otorite ya da başkası olsun. Yine ittifakla kabul edilen hususlardan bir tanesi de şudur: Sahih olduğuna inandığı bir te’vile dayanmaksızın müslümanlardan her kim Allah’ın indirdiklerinden başka hükümler ortaya atarsa, o kimseler hakkında Yüce Allah’ın verdiği “kâfir, zâlim ve fâsık” hükümleri verilir. Meselâ, başka bir hükmü ondan daha üstün, daha güzel gördüğü için İslâm’ın öngördüğü cezaları ve hükümleri uygulamaktan yüz çeviren bir kimse, kesinlikle kâfirdir, daha önce iman etmiş ise bu tavırlarıyla mürted olur.

İttifakla kabul edilen hususlardan bir diğeri: Allah’ın ya da peygamberinin emirlerinden herhangi birisini reddeden bir kimse, bunu ister şüphe ve tereddüt yoluyla, isterse de terk ve kabul etmemek yoluyla, isterse de o hükme teslim olmamak dolayısıyla reddedecek olursa İslâm’dan çıkar, mürted olur. Çünkü sahâbe-i kirâm, zekât vermeyi kabul etmeyenleri mürted olarak değerlendirmişlerdir. Yüce Allah kendisinin ve Rasûlünün hükmünü teslimiyetle kabul etmeyenlerin kâfir olduklarına dair açık hükmünü indirmiştir: “Rabbine andolsun ki, onlar kendi aralarındaki anlaşmazlıklarda Senin hükmüne başvurmadıkça ve verdiğin hükmü, içlerinde bir sıkıntı olmaksızın tam bir teslimiyetle kabul etmedikçe iman etmiş olmazlar.” [561]     

Elfâz-ı Küfür

Elfâz'ın tekili olan lafız (lafz); söz, kelime ve ifade demektir. Küfür ise "kefera" fiilinden masdâr olup, sözlükte; bir şeyi örtmek anlamına gelir. Kalbindeki imanını örten kimseye de bu yüzden münkir veya kâfir denilmiştir. Bir terim olarak, kişiyi küfre düşüren ve dinden çıkmasına sebep olan sözlere "elfâz-ı küfür" adı verilir.

Bir mü'mini küfre düşüren sözler beşe ayrılır. Bunlar: İstinkâr, istihlâl, istihzâ, istihfaf ve istihkardır. İstinkâr, bir İslâmî hükmü açıkça inkâr etmek veya dince mukaddes olan şeylere ya da dinî ilkelere inanmayıp küfretmek; istihlâl, Allah’ın haram kıldığı bir şeyin haramlığını, yasak olduğunu kabul etmemek (veya helâl kıldığını haram kabul etmek) demektir. İstihzâ, dinin esaslarından birini alaya almak; istihfâf, inanılması gereken ve zarûrât-ı diniyye denilen prensipleri küçümsemek, hafife almak; istihkar ise, dinle ilgili temel esaslarına ve dinin mukaddes saydıklarına hakaret etmek, çirkin sözler söylemek.

Allah'ın zâtı, sıfatları, fiilleri, isimleri, emirleri, yasakları hakkında şaka yollu da olsa alay ederek küçümseyici konuşmak ve Allah'a çirkin sözler söylemek kişiyi dinden çıkarır. "Allah ile, O'nun âyetleriyle, O'nun Rasûlü ile alay mı ediyorsunuz? Boş yere özür dilemeye kalkışmayın. Siz imandan sonra küfre düştünüz." [562]

Peygamberlik kurumunu önemsememek ve peygamberlikle alay etmek, onlar hakkında küçük düşürücü sözler söylemek istihkar (hakaret ve sövme) sayılır. Bu yüzden herhangi bir peygamberi küçük gören, alay eden ve O'na ezâ veren dinden çıkar.

 

"Şüphe yok ki, Allah'a ve Rasûlü’ne eziyet verenlere Allah dünyada ve âhirette lânet etmiştir. Onlara çok küçük düşürücü bir azap hazırlamıştır."[563]; "Münâfıklardan öyleleri vardır ki, peygamberi incitiyorlar ve 'O her söyleneni dinleyen bir kulaktır' diyorlar. De ki, 'O sizin için bir hayır kulağıdır. Allah'a da inanır, mü'minlere de. İman edenleriniz için bir rahmettir. Allah'ın Rasûlüne eziyet verenlere ise acıklı bir azap vardır."[564]

Hz. Peygamber'e hakaret dinden çıkardığı gibi, mukaddes kitaplara ve Kur'ân-ı Kerim'e hakaret veya mukaddes kitapların aslını inkâr edici sözler söylemek küfürdür. Kur'an'la, bir sûresi veya âyetiyle alay etmek, onu küçümsemek küfürdür. Meleklere hakaret etmek, alay etmek, ayıplamak, onları küçük görmek küfürdür. Cebrâil'in vahyi getirirken hata ettiğini, Hz. Ali yerine yanlışlıkla Hz. Muhammed’e (s.a.s.) vahyi verdiğini söylemek de kişiyi dinden çıkartır. Azrâil'e, ölüm meleği olduğu için hakaret etmek, meleklerin dişi olduğunu söylemek de küfürdür. Sahâbeleri tekfir ederek, onların mü'min olmadığını söylemek de küfür kabul edilmiştir. Sahâbeyi küçümsemek, alay etmek ve onlara buğz etmek ise bid'at ve sapıklıktır. [565]

Söyleyeni dinden çıkaran küfür sözlerinin bu sonucu meydana getirmesi için hür bir irâde ve ihtiyarla söylenmesi gerekir. Tehdit, zor ve baskı altında küfür sözlerini söyleyen kimse, ikrâh-ı mülcî yani tam zorlama ile, öldürme, kesme, bedene zarar verme ve şiddetli dövme gibi işkence veya bu tehditler varsa küfür sözü söyleyebilir. "Kalbi imanla dolu olduğu halde, küfre zorlanan müstesnâ olmak üzere, kim iman ettikten sonra, küfre sîne açarsa Allah'tan onlara bir azap vardır."[566] Bu âyet, küfre zorlanan kimsenin dinden çıkmayacağını gösterir. Nitekim Mekke müşrikleri, Yâsir ile hanımı Sümeyye'yi İslâm'dan dönmeleri için zorlamış, işkence altında ikisini de öldürmüştür. Yâsir'in oğlu Ammâr'ı da bir kuyuya atarak işkence yapmışlar, Ammâr işkenceye dayanamayarak, kalbi imanla dolu olduğu halde, diliyle İslâm'dan döndüğünü söylemiş ve canını kurtarmıştır. Haber Hz. Peygamber'e ulaşınca, kendisiyle görüşmüş ve yine işkenceye mâruz kalırsa aynı sözleri söylemesine ruhsat vermiştir. Yukarıdaki âyet-i kerime bu olay üzerine inmiştir.

Günümüzde nice şarkılarda dinle ilgili kutsal esaslara hakaret taşıyan, kadere isyan eden, bir kadını putlaştırıp Allah'ı sever gibi sevme ifadeleri müslümanım diyen insanlar tarafından rahatlıkla söylenebilmektedir. Bir futbol takımı ekber, yani Allah'a ait olan "en büyük" ifadesiyle sloganlaştırılabilmekte, öğrencilere bir şahıs hakkında ilâhî özellikler verilerek antlar, şiirler söylettirilebilmektedir. Medyada, kahvelerde, sokaklarda nice elfâz-ı küfür rahatlıkla ağızlardan çıkabilmektedir. "İşimiz Allah'a kaldı", "Allah'lık" gibi ifadelerle Allah hakkında küçültücü ifadeler söylenebiliyor. Azrail'e kızılıp ileri geri sözler sarfedilebiliyor. Bir kıza "Melek" ismi verilebiliyor, felek ifadesiyle göklerin insan kaderi üzerinde etkisi kabullenilerek ona kader adına hakaretler edilebiliyor. Açıkça kadere de çatılabiliyor. Zamana sövülebiliyor. Cennet ve cehennemle ilgili fıkralar anlatılarak Allah'ın ödül ve cezası şaka konusu edilebiliyor. Dini küçük düşürücü Bektaşi fıkraları veya dinin kutsallarını küçük düşürecek uydurmalar anlatılabiliyor. Allah'ın sıfatları başkasına verilebiliyor. Allah'tan başkasına duâ edilip medet ve yardım istenebiliyor. Allah'tan başkası adına yemin edilebiliyor. Ağzımızdan çıkan her sözün hesabının isteneceği unutularak küfür lafızları sakız gibi ağızlarda dolaşabiliyor. Bütün bunlar, elfâz-ı küfür, şirk, irtidat gibi konuların kapsamına girmektedir.             

Tekfirciliğin Sebepleri

Özellikle, düzenin din kurumu Diyanet’in ve liderleri dışarıda olan büyük cemaatlerin temsil ettiği ılımlı İslâm anlayışına ve televizyon müftülerine haklı olarak tepki gösteren bazı gençler, çözümü hakları olmadığı halde tekfircilikte aramaktalar. Tekfirciliğin birçok sebebi vardır. Bunlar içinde grup taassubu ve üstü örtülü olsa da kibir ön sırada yer alır. Sadece kendisinin ve içinde bulunduğu grubun cenneti hak ettiğini, kendini Müslüman sayma, diğer fertlerin ve cemaatlerin tümüyle bâtıl yolda olduğunu ve cehennemi hak ettiğini değerlendirme yatmaktadır haksız tekfirciliğin kökeninde. Sanki cennet çok küçüktür, başkaları da cennete gitse kendisine yer kalmayacaktır ve Allah’ın rahmetini sanki o dağıtmaktadır. Yetersiz Kitap-Sünnet bilgisi, İslâmî eserle­rin, özellikle tevhidî mesaj veren yazarların yanlış yorumlanması ve yüzeysel değerlendirmeler de bu sebepler arasındadır.

Bir yanlışa karşı çıkmanın onlarca yolu vardır. İslâm’ın onaylamadığını düşündüğümüz bir söz ya da davranışın ve bunların sahibinin eleştirilmesi için tekfir dışında lügatlerde yüzlerce kelime bulunabilir. Kaba kuvvet nasıl acziyetin ve aşağılık duygusunun göstergesi ise, haksız tekfir de aynen öyledir. Fikre fikirle karşı çıkmak gerekirken, karşı tarafın delillerinin çok daha güçlü delillerle çürütülmesi gerektiği halde, damgalandırıp yargısız infaza başvurmayı tercih eder tekfirci. Haksız tekfir; ucuzculuktur, ithamdır, sûi zandır, önyargıdır, toptancılıktır, süpürücülüktür. Haksız tekfir taraftarının gözünde iki renk vardır: Beyaz ve siyah. Beyaz, üzerine hiç toz konmayan bembeyazdır; siyah da kapkaradır. Tekfircinin mantığı “ya hep ya hiç” şeklinde formüle edilebilecek kumarbaz mantığıdır. Tabii haksız tekfirin neticesi görevden kaçmadır, tekfir edilen grup ve şahıslarla bağları koparmak, onları aşağılayıp tebliğ ve dâveti onlara götürme ihtiyacı duymamaktır. Haksız tekfir, genellikle psikolojik rahatsızlıkları üzerinde barındıran, kişiyi diğer insanlardan soyutlayan, daireyi küçülte küçülte kendisi gibi inananları bile kâfir saydıran anormal tipler oluşturur. 

Cemaat ve cemiyetler, birbirlerine çevirdikleri eleştiri oklarını önce kendi nefislerine ve gruplarına çevirmelidir. Tevhide duyarlı cemaatleri ve onlara mensup olan fertleri barıştırmalıyız. Muvahhid mü’minler ve cemaatler, birbirine haksız olarak yönelttiği ağır eleştiri ve tekfir oklarını, grup farkı gözetmeksizin tüm mü’minlere düşmanlık yapan güçlere yöneltmelidir. Müslüman gruplar birbirlerini tekfir ederken, İsrail’i, Amerika’yı ve onların dostu konumundaki başlarındaki tâğutları, İslâm’a açıkça düşmanlık yapan egemen güçleri unuttuklarının farkında bile değiller. Kardeşliğin gereği, karşımızdakini yanlışlardan kurtarmaktır; tekfirciliğin gereği ise onu küfre nisbet edip onunla ilişkileri kesmek ve onu yanlışlarıyla baş başa bırakmak ve hatalarının daha da keskinleşmesi için zemin hazırlamaktır. Haksız tekfir, en büyük iftiradır. Kul haklarının, hakkı gasbetmenin en büyüğüdür.

Açıkça küfrü ispatlanamayan kimselerin şahit olduğumuz itikadî yanlışlarını düzeltmeye çalışmak yerine, onları bulundukları yanlışlarla baş başa bırakmak, hatta sert ithamlar ve yanlış damgalandırmalarla Müslümanların arasını bozmak, farkında olmadan ifsadçı olmaktır. Hâlbuki Kur’an, mü’minlerle ilgili bir haber geldiğinde onu hemen kabullenmemeyi, doğruluğunu tahkik edip araştırmayı emrediyor. Mü’minlerin arasını ıslah etmeyi emrediyor. “Ey iman edenler! Eğer bir fâsık size bir haber getirirse onun doğruluğunu araştırın. Yoksa, bilmeden bir topluluğa kötülük edersiniz de sonra yaptığınıza pişman olursunuz.” [567]; “Eğer mü’minlerden iki grup birbirleriyle vuruşur savaşırlarsa aralarını düzeltin. Şayet biri ötekine saldırırsa, Allah’ın emrine dönünceye kadar saldıran tarafla savaşın. Eğer dönerse artık aralarını adâletle düzeltin ve adâletli davranın. Şüphesiz ki Allah, âdil davrananları sever. Mü’minler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin ve Allah’tan korkun, umulur ki merhamete ulaşırsınız.” [568]       

İnanılıp kabul edilmesi gereken esaslar, Kur’an’ın inanç konusundaki kesin hükümleridir; kelâmî konular ve şahıslara, mezhep ve cemaatlere göre değişen yorumlar değildir. Reddedilmesi gereken esaslar, falan veya filan mezhebin ya da cemaatin tartışılabilecek görüşlerinden önce, “lâ” diye kestirilip atılması gereken tâğûtî anlayışlar, şirk ve küfür olduğu kesin olan görüş ve yaklaşımlardır. Tüm müslümanları bağlaması yönüyle iman ve küfür konuları (yani bir kimseyi mü’min kabul etmek veya onun müşrik olduğuna hükmetmek), beşerî görüşlere dayanmamalı, göreceli ve tartışmalı konulardan, mezhebî ictihad ve kelâmî değerlendirmelerden uzak olmalıdır. Vahye dayanan ve Kur’an ilkelerinin temel alındığı ilkelerdir bizim söylemek istediğimiz.

Bugün nice insan, cemaatinin, ağabeylerinin veya okuduğu kitapların etkisiyle farklı insanları kolayca tekfir edebiliyor. Bir kimse, Kur’an’ın kesin bir hükmünü yalanlamadığı müddetçe, inkâr etmediği veya Allah’a kesin şekilde şirk koşmadığı müddetçe o kimsenin tekfir edilmesi yanlıştır. Bir davranışın küfür olması, o işi yapan tüm insanların kâfir olmasını gerektirmez. Mesaj verme ve inanç konularına dikkat çekmeyi amaçlayan söz veya yazılardan yola çıkarak bir müslümanı tekfir etmek, kesinlikle yanlıştır. İslâm’ın kesin hükümlerinden (zarûrât-ı diniyeden) ya da Kur’an âyetlerinden birini inkâr eden bir kimse, kendisine bu hususlar tebliğ edildiği ve o kimsenin câhilliği giderildiği halde, bile bile inkâra devam ediyorsa ve bu inkâr ettiği husus, tartışmalı bir husus da değilse, ancak o kimseye “kâfir” denilebilir, o kimse tekfir edilebilir. Câhilliğin de İslâm’ın hâkim olmadığı ve insanlara doğru bir dinin anlatılmadığı toplumlarda mâzeret olabileceğini düşünüyorum. Yani, yeterince okumadığı için İslâm’ın bazı hassas konularını bilmediğinden yanlışlıkla, küfür olduğunu bilmeden bir söz söyleyen veya böyle bir davranışta bulunan insanın da tekfir edilmemesi gerekir. Böyle kimselere anlatabilme imkânımız varsa doğru dini onlara anlatmak ve tüm şüphelerini gidermek gibi görevler yapıldıktan sonra, yine bile bile Kur’an’ın hükümlerinden birini reddediyorsa o kimseyi ancak o zaman tekfir edebiliriz. Şahsî yorumlarla iman esaslarını birbirine karıştırmamalı, müslüman olmak ve müslüman kalmak için şart olan esaslar ile, bunların yaşanılan ortamda ne anlama geldiği konusuyla ilgili yorumları ayrı ele almalıyız. Birincisinin tartışılması bile câiz olmayan mutlak hakikatler olduğu, ikincisinin yani yorumların ise, ictihadî/beşerî/zannî/göreceli doğrular olduğu bilinmeli ve bütün müslümanların bu beşerî yorumlara aynen katılmaları mecbur tutulup, katılmayanların tekfîr edilmesine gidilmemelidir. İnanç esasları; kaçınılmaz olan farklı mezhep, görüş ve akımların kendi doğrularını tüm müslümanlara dayatmaları için bir araç haline getirilmemelidir. Öğrenilen iman esaslarının temel ilke olarak kabulü onlara şeksiz iman edilmesini doğuracağı gibi, yaşanılan hayatın bu ilkelerle bağlantısı ve bu esasların sosyal hayata nasıl geçirileceği üzerinde ise ister istemez beşerî yorumlar ve metod farklılıkları olabilecektir.       

İslâm Akaidi, beşerî görüşlere ve şahsî anlayışlara değil; vahye dayanır. Kimsenin şahsî yorum ve kanaatleri, hevâ ve hevesleri akaidde bağlayıcı olamaz. İtikadı belirleyen ölçülerin tek kaynağı vahydir. Vahy olduğu tartışılan veya mânâsı farklı anlaşılmaya müsait olan hükümler bile akaid için kesin ölçü olamaz. İslâm inanç esasları, delâleti ve sübutu kat’î olan vahyin itikadî hükümleridir. Kesin doğru, mutlak doğru olan hükümler, tüm müslümanların kabul etmek zorunda olduğu vahyin hükümleridir.

Kimse bir şahsın ictihadını ya da kendi anlayışını, beşerî bir yorumu, başka insanlara inanç esası olarak dayatma hakkına sahip değildir. Mânâya delâleti zannî olan şahsî açıklama veya yorumu kabul etmeyenleri tekfir etme hakkına hiç kimse sahip değildir. Delâleti ve sübutu kat’î olan vahyin hükümleri mutlak doğrulardır. Bu doğrular, kişilere, zamana ve coğrafyaya göre değişmez. Bunun dışındaki doğrular, nisbî (göreceli) doğrulardır. İctihadî hükümler, şahsî yorum ve tefsirlerdeki doğrular, zannî ve tartışmalı doğrular sınıfına girer. Bunlar tüm müslümanları bağlayıcı olamaz. Dolayısıyla, içinde şüphe bulunan zannî, göreceli, değişken beşerî doğrularla; yani zayıf delillerle hiçbir mü’min tekfir edilemez.

Halkın önemli bir kesiminin (namazla irtibâtını kesmeyenlerin) câhil de olsa Allah’ı ve Rasûlünü seven, bildikleri kadar da yer yer müslümanca yaşayan, ama yeterince dini kendi öz kaynağından (Kur’an’dan) öğrenmediği için bazı yanlışları ve ihmalleri olan günahkâr Müslümanlar olduğunu ifade edebiliriz. Halka, özellikle kıble ehline, yani farklı yorumlara sahip namaz kılanlara açıkça bir küfür sözü ve davranışına şahit olmadığımız müddetçe hüsn-i zanla yaklaşmalıyız.

 

“Kim lâ ilâhe illâllah der ve Allah’tan başka mâbudları reddederse, Allah onun malını ve kanını haram kılar. (Samimi olup olmadığı) meselesi Alah’a aittir.”  [569]; “Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in, O’nun elçisi olduğuna şehâdet ederek Allah’a kavuşan kimse cennete girecektir.” [570]

Ama, konuyu sadece “Lâ ilâhe illâllah” diyen kimsenin Cennete gireceği”ni müjdeleyen bu tür hadis-i şeriflerle değerlendirmek de yanlıştır. Bu hadis sahihtir, sahihtir ama, bir hadis veya âyet, en doğru şekilde Kur’an bütünlüğü ve diğer sahih hadisler ışığında anlaşılabilir. Lâ ilâhe illâllah dediği halde, İslâm’a düşman olan, Kur’an’ın kesin hükümlerini bile bile inkâr eden, (sözgelimi hanımların tesettürüne düşmanca tavırlar takınan) nice insan, nice bilinçli kâfir vardır. Formalite icabı tevhid kelimesini söylemeleri, onları kurtarabilir mi? Putlara tapan, tâğutları bilinçli olarak destekleyen veya kendileri tâğutluğa soyunan şeriat düşmanlarının Müslüman olduğu iddia edilebilir mi; sadece lâ ilâhe illâllah diyecekler, ama her türlü küfrü benimseyecekler, gâvur gibi inanıp gâvur gibi, kâfir gibi yaşayacaklar, sadece bir sözle kurtulup cennete gidecekler… Bu iddia edilebilir mi? Bu takdirde Kur’an hükümleri boşuna, Müslümanların inançlarını korumak için bunca zahmetleri, ibâdet ve gayretleri gereksiz olmuş olmaz mı? Sadece bir kelimeyi söylemekle iş bitecekse, dünyada Müslüman sayılmak ve âhirette cennete gitmek mümkün olacaksa, Müslümanca inanıp yaşayanlar enayi olmuş olmazlar mı?

Biz, şahısların zâhirine, görünüşüne değer verir, görünüşüne göre hükmederiz. Dinde, yani din tercihinde, iman meselesinde zorlama yoktur. Ama hukukî meselelerde elbette zorlama olacaktır.   

Önüne gelene, ‘kâfir’ damgası vurmak demek olan “tekfir hastalığı”na düşmemek, rastgele câhil müslümanlara ‘mürted’ mührü vurmamak gerekir. İnsanların yetişme tarzı, bilgilerinin azlığı, o bilgileri kullanma tavrı, İslâm’ı öğrenme kaynakları göz önüne alınmadan ‘tekfir’ etmek çok yanlıştır. Bir müslümanı onu dinden çıkaran davranış ve söz üzerinde bulursak, onun yanlışlığını düzeltmeye çalışmamız gerekir. Rastgele ‘kâfir’ damgası vurmak hem görevimiz değil, hem de müslümanların sayısını azaltmaktır. Sayımızın azlığı ancak düşmanlarımızı sevindirir.

Günümüzde Batılı ülkelerin ulaştığı zenginlik ve kalkınma, birçok zayıf imanlı müslümanı onlara hayran ediyor. Bir kısmı da onların İslâm’a uymayan fikirlerini, hayat şekillerini benimsiyor, onlar gibi olmaya çalışıyor. Bu, gerçek İslâm’ı gereği gibi bilmemenin ve ona imanın zayıf olmasının bir sonucudur. Bazı müslümanlar da, yönetildikleri rejimler tarafından İslâm dışı ideolojilere, uyguladıkları eğitim, medya ve devlet politikasıyla inandırılmaya, İslâm’dan koparılmaya çalışılıyor.

Bugün yapılması gereken, ‘falanca adam küfür sözü söyledi ve mürted oldu, ona hangi ağır cezayı verelim?’ diye fetvâ arayışı değil; İslâm’ın, güzellikleri ve kurtuluş yolu olduğunu en güzel yolla bu tür insanlara ulaştırmak, hatayı biraz da kendimizde arayıp zayıf müslümanların dinden uzaklaşma sebeplerini azaltmaya çalışmaktır. Haksız ve gereksiz tekfîr mantığı, adâletsiz ve kolaycı bir davranıştır. Hiç bir yararı da yoktur. [571]

Şirk ve küfür olarak haklarında çok net bir hüküm olmadığı halde, biz Kur’an’ı ve sünneti kendi bilgimiz ve tevhid anlayışımızla yorumlayıp bir konu hakkında şirk ve küfür hükmünü verebilir miyiz? Eğer böyle bir konunun şirk olduğuna hüküm veriyorsak, onu her nasılsa işleyen kimsenin, gerekçelerini, bu konudaki nassların kendisine ulaşıp ulaşmadığını, ulaştı ise onlardan nasıl bir anlam çıkardığını, bize göre geçersiz de olsa te’vil yapıp yapmadığını, başka bir mâzeretinin olup olmadığını değerlendirmeden tekfir edebilir miyiz?

Bir kimseyi tekfir etmek, ne demektir? Kendisine selâm verilemeyecek, dostluk ve samimiyet kurulamayacak, gönülden sevilemeyecek, kız alıp verilemeyecek, ortaklık gibi yakınlık isteyen ilişkilere girilemeyecek, cenazesine katılınamayacak ve evliyse eşiyle nikâhı düştüğünden devamlı zina ediyor hükmü verilecek, âhirette de sonsuz bir şekilde ceza çekecek, ebedî cehennemde kalacak şeklinde bir hüküm verilmiş olmaktadır. Böyle bir hüküm öyle alelusûl verilemez. Bir kimseye “kâfir” demekten daha küçük bir isnad olan meselâ “fâhişe” demek, hangi şartlarda mümkündür? Kendimizle birlikte üç güvenilir müslümanın da apaçık şekilde zina fiilini işlerken görmediğimiz ve hepimizin şahitlikte ısrar etmeyeceği bir durumda “fâhişe” demenin dünyada bile cezaya çarptırılacağı sözkonusudur. Meselâ, bir adamın diğer bir adamı öldürdüğüne şahit olsak, bu adamın hangi şartlarda o suçu işlediği, olayın içyüzünde başka ne tür durumlar olduğu uzun uzadıya, şahitlerle, savunmalarla ortaya konulur, uzunca mahkemesi sürer ve sonunda onun suçlu olup olmadığı da bizim tarafımızdan değil, hâkim tarafından karar verilip hükme bağlanır. Öyle bir durumda bile, İslâm’ın hâkim olmadığı topraklarda had dediğimiz ağır cezalar uygulanmaz. Çünkü ortam, haramları işlemeye çok elverişlidir. Haramlara ve küfre gidecek yollar (İslâm devleti olmadığı için) tıkanmamıştır. Bu hükmün ağırlığından dolayı siz de bilirsiniz ki, Rasûlullah, bunun çok sorumluluk isteyen bir hüküm olduğunu belirtir:

“Bir kimse diğer bir kimseyi fıskla veya küfürle itham etmesin. Aksi takdirde, itham edilen arkadaşında bunlar yoksa, kelime (itham ettiği sıfat) kendine döndürülür.” [572]

“Bir kimse diğerine, ‘kâfir’ dediği zaman, bu ikisinden biri kâfir olur: Eğer dediği kimse kâfir ise, adam doğru söylemiştir; yok eğer ona dediği gibi değilse, ona söylediği küfür sözü kendine döner (söyleyen kâfir olur).” [573]

“Kolaylaştırın, zorlaştırmayın; müjdeleyin, nefret ettirmeyin.” [574]

Bu hadisler, aslında normal şartlarda bile, kişinin birini tekfir etme hususunda çok ölçülü olması gerektiğini bildirir. Günümüzdeki gibi her şeyin anormalleştiği, hakkın bâtıl, bâtılın hak diye öğretildiği, anlatıldığı, yaşandığı bir toplumda tekfir konusuna daha fazla ihtiyat gösterilmelidir.

Kur’an’da şirk ve küfür olarak açıklanan, puta tapmak gibi çok net çirkinliklerle ilgili hususlar elbette böyle değildir. “Biz, sizlerden ve Allah'ın dışında taptıklarınızdan gerçekten uzağız…”[575] Bu ve benzeri âyetler, kesin küfür fiilleri hakkındadır. Gerçekten, apaçık bir şekilde Allah’ın dışında bir tapma olayı olunca bu hükmü verebiliriz. Onun dışında, küfür olup olmadığı konusunda İslâm âlimlerinin ve ümmetin ittifak etmediği konularda biz kendimiz o olayın küfür olduğuna dair delillerimiz çok kuvvetli olduğu zaman bu fiilin küfür olduğunu kabul edebiliriz. Ama bu durum, bize bu küfrü işleyenleri hemen tekfir etmemiz hakkını vermez. Evet, Peygamberimiz’in hadislerinde de çokça yer aldığı gibi, nice küfür ve şirk vardır ki, sahibini kâfir ve müşrik yapmaz. Nice hadiste, “şunu yapmayan bizden değildir, mü’min değildir, iman etmiş olmaz” denildiği halde, o işi yapmayanı hiçbir İslâm âlimi tekfir etmemiştir. Meselâ, hiçbirimizin kendimiz için istediğimiz her şeyi, başka bir mü’min kardeşimiz için de istememiz, onu kendimize her konuda tercih etmemiz gücümüzü aşan bir husustur. Ama bu durum hadis-i şerifte “iman etmiş olmaz” ifadesiyle bildiriliyor. Nifak alâmetleri konusunda da hüküm böyledir.

Yine, küfrünü apaçık ortaya koymayan, ama içten içe İslâm’a ters inançlara sahip olan kişileri, zâhiren şehâdet kelimesi getirip namaz gibi sâlih ameller de yapıyorlarsa, bunları tekfir etmeyi Allah Rasûlü yasaklamış, şehâdet kelimesi getiren kimsenin öldürülmesine çok şiddetli tepki göstermiş ve “kalbini yarıp baktın mı?”[576] diyerek zâhiren Müslümanlığına hükmedilmesini istemiştir. Eğer her kâfirin mutlaka kâfir olarak bilinip hüküm verilmesi gerekseydi, Peygamberimiz’in, vahiyle kendisine bildirilen münâfıkları ümmetine bildirmesi ve onların da o kişileri mü’min kabul etmemelerini istemesi gerekirdi. Hâlbuki ashâbdan Huzeyfe’ye (r.a.) (kimseye söylememesi şartıyla, sır olarak bildirmesi) hâriç, hiç kimseye onların kâfir olduğunu bildirmemiş ve ashâbın onlara Müslüman muâmelesi yapmasına rızâ göstermiştir.

Bir kimsenin kâfir olduğuna kim karar verebilir? Böylesine önemli ve bumerang gibi hükmün tekfir edenin kendine dönme ihtimali yönüyle riskli kararı sıradan herhangi bir mü’min verebilir mi? İhtilâfsız, te’vil edilemeyecek tarzda kesin ve net konuların dışında herhangi bir mü’minin böyle bir karar veremeyeceğini söyleyebiliriz. Bugün bizim derdimiz, uğraşımız ona buna kâfir damgası vurmak olmamalı, doktorluğa (gönül hekimliğine) soyunmak olmalı. Doktor, hastasını tedavi etmeye çalışır. Ona kızmaz, ona düşman olmaz, ona acır. Teşhiste bulunur, ama yine de şüpheyi, ihtiyatı elden bırakmaz. O yüzden tıp biliminde yılan simgedir. Yılan, niye tıpta simge kabul edilmiştir? Yılanın çok şüpheci bir yaratık olduğundan dolayı; tıp adamı da şüpheci olmalı, teşhisinde ihtiyat payı bırakmalı, bağnaz olmamalı, hemen kestirip atmamalı, her ihtimalli şeyden şüphe edip teşhisini kesinleştirmek için tahlil, röntgen vb. delillere mutlaka müracaat edip, teşhisindeki isabeti devamlı kontrol etmeli, gerektiğinde teşhisini değiştirebilmelidir. Birkaç tıp kitabı okuyan veya doktorların sohbetine katılıp onlardan bir şeyler duyan bir kimse doktorluğa soyunabilir mi? Hele (madden veya mânen ölümüne sebep olabilecek şekilde) ameliyatlık hastalara neşter vurabilir mi? Doktorluk için şu kadar tahsil ve tecrübe gerekiyor da, mânevî doktorlar için ilim gerekmez mi?

Bugün oy vermek, askere gitmek, çocuklarını gayri İslâmî okullarda okutmak, az zararlı gördükleri bir partiyi desteklemenin kesin hükmü gibi nice husus, emin, ehil ve muvahhid âlimlerin fetvâya bağlamaları gereken konulardır. Günümüzde tekfir konusunda da ihtilâf edilen birçok ictihadî durumlar vardır. Günümüzde de tüm mü’minlerin otorite kabul ettiği her yönüyle güvenilir bir müctehid olmadığı, şer’an fetvâsı tüm ümmeti bağlayacak bir yetkin zât bulunmadığı için yapılması gereken, bu tür konularda “ihtiyatlı bir tavır” takınmaktır. Böyle ihtilâflı, ama şirk ihtimali de olan hususlarda ihtiyat iki şekilde olur: Birincisi, şirk olma ihtimalini gözden uzak tutmamaktır. Binde bir ihtimalle bile olsa ihtiyatlı olmak, o küfrü işlememek, ondan şiddetle sakınmak gerekir. Ve o küfür olma ihtimali olan hususu işleyenlerle (tekfir etmeden) ileri derecede samimiyet kurmamak, onlarla cemaat, sırdaşlık, akrabalık ve muhabbetle yakınlık gibi ilişkilere gücümüz nisbetinde girmemek gerekir. İhtiyatın ikinci şekli ise: Onların İslâm’ın hâkim olmadığı câhiliye düzenlerinde yetiştiğini, bu konuları yeterince ve ehil kabul ettikleri kişilerden duyup öğrenmedikleri, yeterli ve yetkili kişilerin onlara doğru bir İslâm anlayışı vermedikleri vb. durumlardan dolayı onların Allah indinde mümkün ki mâzur olabileceği, bizim ise, böyle bir durumda onların kâfir ve müşrik olmama ihtimali binde bir bile olsa onları tekfir ettiğimizde, binde bir ihtimalle de olsa bizim kâfir olacağımız hesaba katılmalıdır.

Bu durum, muvahhid mü’minlere çok iş düştüğünü gösteriyor. Kâfir denilip onlarla tüm ilişkileri koparıp onlardan uzaklaşmak, onlara tevhidi ve Kur’ânî hakikatleri tebliğ etmeden kendi köşesine çekilmek herhalde dâvet usûlü açısından ve sorumluluk bilinci yönüyle de doğru olmaz. Her iki yönüyle ihtiyat tavrı, ilişkilerimizde tutarlı ve yeterli olmaya bizi mecbur eder. Böyle konularda cesaret, ilimden değil; câhillikten ve mümkün ki, şeytanın sağ taraftan yaklaşmasından meydana gelir. Biz insanlar arasında hüküm vermek için dünyaya gelmedik. Kulluk görevimizi yapmaya geldik. Bu kulluk içinde, tabii hakkı yaşayıp başkalarına da güzelce tebliğ etmek de vardır. Unutmayalım; küfrü çok açık olanlar dışında insanlara küfür damgası vurmayı emreden hiçbir âyet ve hadis yoktur; ama bundan sakındıran nasslar vardır.

Demokrasiyi savunmak, Allah’ın indirdiği hükümlerle hükmetmemek küfür olduğu gibi, böyle tâğutları veya tâğut adaylarını desteklemek, küfrün kanunlarıyla hükmedeceği kesin olan kimselere oy vermek de küfürdür. Ama bu küfür (günümüz şartlarını ve dinin benzer konulardaki yaklaşımını hesaba kattığımızda) insanı kâfir etmeyen bir küfür olabilir (“olabilir” diyorum; yani olmayabilir de; iki yönden de ihtiyatlı hassâsiyetle yaklaşmak gerekir). Kişiyi küfre götürmeyen küfür (el-küfrü dûne’l-küfür), kişiyi müşrik yapmayan şirk de vardır. Riyânın şirk olduğu, fakat sahibini müşrik yapmadığı gibi.

Tekfir Hakkında

Tekfir ne demektir, hükmü nedir? Bu kararı kim verebilir, böyle bir suçu cezalandırma hakkı kime aittir? Bu konular müslümanca değerlendirilmeden, ulu orta isteyen kişi istediği kişileri rahatlıkla tekfir edebilmektedir.

Tekfîr suçlamasına sırf bilgisizlikten dolayı hedef olan kişiden ziyade, ehliyetsiz ve yetkisiz olarak genelleme yapmak sûretiyle isabetsiz tekfîr suçlamasında bulunan kişi veya kişilere sorumluluk yüklemek, ahlâkî bir davranış olarak şarttır. Tekfir aracını kullanan kişinin bilgi, yetki ve ehliyetine göre bu konuda her şeyin değişebileceğini ise hiç hatırdan çıkarmamak gerekir.

Bu meselede her iki tarafın da bilgili olma zorunluluğu vardır. Çünkü tekfîr gibi ağır bir suçlamaya hedef olan kişi, suçunu reddedip sırf Mü’min ve Müslim olduğunu savunması yeterli değildir. Kezâ onun tekfirciyi önemsememesi de yanlıştır. Bilakis en azından uğrayabileceği bir saldırıya karşı tedbirli olması bakımından bilgi büyük önem taşır.

Sebebine gelince; bu ülkede birçok kimse, şu veya bu gerekçe ile başkalarını İslâm’dan çıkmış olarak suçlayabilmekte, bunu bazen açıkça yaparken, bazen de kendi grupları veya fikirdaşları arasında gündeme getirmektedirler.

Bir kimse, -İslâmî anlamda- tekfîr ettiği kişiye karşı en azından şu çekincelere sahip olacaktır: Evlenme teklifini reddedecektir, arkasında namaz kılmayacaktır, kestiğini yemeyecektir, ona borç vermeyecek, ona en ihtiyaç duyulan anlarında bile yardımda bulunmayacak, onunla hiçbir zaman herhangi bir işbirliğine girmeyecektir.

Bir toplumun çözülmesi ve erimesi için bunlardan daha tehlikeli sebepler bulunamaz. Türkiye’de birbirini kâfirlikle suçlayan şahıs ve gruplar o kadar çoğalmıştır ki, bunların sayısını bile tespit etmek güçtür.

Tekfîr sözcüğü, İslâm’da Fıkıh Ana Bilim dalına ait önemli bir terimdir. Ancak tartışmalara konu olduğu zaman bazen sadece birkaç kişiyi, bazen geniş bir çevreyi, bazen de tüm ülkeyi ilgilendireceği için İslâm’a mensup her insanın, bu kavram hakkında -çok geniş olmasa bile- doğru bilgilere ihtiyacı vardır. Gerek Türkiye’de, gerekse Büyük İslâm Yurdu’nun başka bölgelerinde yaşayan sıradan “Müslümanlar”ın bu kavram hakkında lüzumu kadar bilgi sahibi olduklarını söylemek iyimserlik olur. Oysa bu kavram, özellikle günümüzde uyandırdığı etki bakımından büyük önem taşımaktadır. Dolayısıyla konuyu, fıkhî olduğu kadar sosyolojik bir yaklaşımla da irdelemek gerekir.

Halk tarafından çok açık ve yaygın biçimde bilinmiyor olsa da, bugün “İslâm Dünyası”ndaki kavgaların hemen hepsini azdıran zincirleme sorunlar, esas itibarıyla tekfîr suçlamasından kaynaklanmaktadır. Çünkü taraflardan biri, öbürünü kâfir diye damgalamaktadır. Karşı taraf, bu şekildeki suçlamaya önem versin ya da vermesin bu tabiri kullanarak suçlayan taraf çok ciddidir.

Hz. Peygamber’in, hayatı boyunca mü’min birine (hatta mü’minlik iddiasında bulunan münâfık birine): “Ey kâfir!” diye hitap ettiğine ilişkin hiçbir kanıt yoktur. O’nun bütün hadisleri arasında “tekfîr” kelimesi bir kez bile geçmemektedir. Bu sözcük, Kur’ân-ı Kerîm’in de hiçbir yerinde geçmemektedir. Şu halde tekfîr kelimesi söz ve kavram olarak temelde İslâm’a yabancıdır. Fıkıh ana bilim dalının terimleri arasında bu kelime bulunmamaktadır. Onun için İslâm fıkhında “Riddet” diye bir bap vardır, fakat “Tekfîr” adı altında bir bap yoktur. Şu var ki mürted olan kişi zaten tekfîr edilir. Yani kâfir olarak nitelenir. Öyle ise tekfîr, nedensel olarak söz konusu olabilir. Çünkü tekfîr suçlamaları Hz. Peygamber’in döneminde değil, Onun vefatından epeyce sonra Hz. Ali’nin devlet başkanlığı zamanında ortaya çıkmıştır. Bu suçlamalar, -bilindiği kadarıyla- hemen hemen ilk kez Hâricîler tarafından bizzat Hz. Ali’ye yöneltilmiştir. Böylece tekfîrin tarihsel süreci, Hâricîlik hareketiyle birlikte başladı diyebiliriz.

Bu iki tespite üçüncü birini de şöyle ekleyebiliriz: Ne Hz. Peygamber (s.a.s.), ne de ilk üç halife döneminde Ashabdan hiç biri tekfîr edilmemiştir. Örneğin Hz. Osman hâriç, genelde Ümeyyeoğulları ailesi -imanlarında samimi olmadıklarına ilişkin- şüphe uyandırıcı birçok davranışlarda bulunmalarına rağmen, ne Hz. Peygamber, ne de Ashabdan biri onları tekfîr etmiştir. Ayrıca, Hz. Peygamber döneminde, İslâm toplumu içinde sayıları üç yüz kadar olan münâfık bir grup bulunuyordu. Bunların başı olan Abdullah bin Ubey bin Selûl’un ve yandaşlarının münâfık olduklarını bizzat Hz. Peygamber kesin olarak biliyordu. Ashâbın büyükleri de güçlü ihtimalle bu gerçekten haberdâr idiler. Buna rağmen hiç kimse münâfıkları tekfîr etmemiştir. Üstelik Hz. Peygamber (s.a.s.), Abdullah bin Ubey’in cenaze namazını bile kıldırmıştır. O Abdullah bin Ubey ki, Hz. Peygamber’e karşı işlediği ağır suçlara, tarih, belgesel boyutlarıyla çarpıcı şekilde tanıklık etmektedir!

Bütün bunlardan anlaşılmaktadır ki “İslâm toplumunda” bir Müslümanı tekfîr etmek oldukça güçtür. Fakat bu noktada halkın gerçek anlamda bir “İslâm Toplumu” olup olmadığına dikkat etmek gerekir. Çağımızda, “İslâm Toplumu” olarak nitelenebilecek sosyal bir popülasyon, yapılanma bulunmadığına göre kapıların, haklı olarak sık sık tekfîr suçlamasına açılabileceğini de ihtimalden uzak görmemek lâzımdır.

Tekfîrin tarihçesine baktığımızda, daha çok fanatik tiplerin bu tür suçlamalarda bulunduğunu görüyoruz. Nitekim böyle bir suçlamanın ünlü hedeflerinden biri, (belki de ilki), Hz. Ali’dir. Evet, Tekfîrle belki de ilk kez suçlanmış ve bu gerekçe ile şehit edilmiş olan zat, Hz. Ali’dir.

Ama Alevîler de Sünnîler de bugün çok iyi bilmelidirler ki tekfîr gibi ağır bir suçlamaya hedef olan Hz. Ali, hiç de (kendisini tekfir eden Hâricîler gibi) fanatik değildi. Onun için, kendisi hiç kimseyi tekfîr etmedi. Fanatik bağnazlar İmam Ali’yi tekfir etmekle yetinmiyor, onu kâfir olarak suçlamayanın da kâfir olduğunu ileri sürüyorlardı. Hatta bununla da kalmıyor, Hz. Ali’nin yandaşlarından kimi bulurlarsa onu ve (kadın, çocuk, yaşlı, hasta demeden) bütün aile halkını da öldürüyorlardı. İşte bunlara “Haricîler” denilmiştir. Hâricîlik, serkeşlik, itaatsizlik, disiplin dışına çıkma anlamlarını taşır. Bu hareket, şu veya bu isim altında günümüze kadar devam etmiştir.

Hâricîler, oldukça fanatik insanlardı. Beyinleri yıkanmıştı. Yanılgıya düşmelerindeki en önemli etken, onların aşırı tutucu olmalarından kaynaklanıyordu. Bunun bir sebebi de onlardaki bedevîlik ruhuydu. Yaşadıkları yalın hayat, kültür kıtlığı ve nasların zâhirine göre hüküm vermek de bu taassubun nedenleri arasında sayılabilir. Hâricîlerdeki ahlâkî davranışları belirleyen iki önemli özellik vardı; Takvâ ve Cesaret. O kadar çok namaz kılarlardı ki alınları, dizleri ve dirsekleri nasır tutmuştu. Ölümden de asla korkmazlardı.

  

Her dönemde ve her toplumda ortaya çıkabilen hâricî ruhlu insanlar, birbirlerini bularak zaman zaman yeniden organize olurlar. Bunların hepsinin de psikolojik durumları ve yetiştikleri şartlar birbirine oldukça benzemektedir. Bastırılmış duygular, doyumsuzluk, belli bir yaştan sonra İslâm’ı tanımak, yarı okumuşluk bunların başlıca ortak özellikleridir. Müsait bir ortam ve beyin yıkayıcı bir öncü bulduklarında her biri, din adına kanlı birer cellâda dönüşebilirler. Bunların ilmî olarak ciddî dayanakları, malzemeleri yoktur. Buna rağmen saatlerce sert tartışmalara girerler ve hep haklı olduklarına inanırlar.

Tarihte tekfîri bir silâh olarak kullananlar sadece Hâricîler değildir. Mu’tezilîler de yaygın bir tekfîrde bulunmuşlardır. Ancak bunlar, rasyonalist oldukları için tekfîrde akılcı yorumlar yapıyor, Hâricîler gibi sert davranmıyorlardı. Bunlara göre (alkol kullanmak, zina etmek, adam öldürmek, hırsızlık yapmak ve faiz alıp vermek gibi) İslâm’da büyük günah, yani ağır sayılan suçlardan birini işleyen kişi, dinden çıkmış sayılırdı. Bununla birlikte onu yine de kâfir saymazlardı. Bilakis din ile küfür arasında bir durum içinde olduğunu ileri sürerlerdi. Bu kanaat Mu’tezilî diyalektiğinde (el-menziletu beyne’l-menzileteyn) olarak geçmektedir. Keza tarihte Hanbelîlerle Eş’arîler, Eş’arîlerle Mu’tezilîler de birbirlerini karşılıklı olarak tekfîr etmişlerdir.

Şîîler de tarih boyunca günümüze kadar Hz. Ali’den önceki üç halifeyi (Hz. Ebûbekir’i, Hz. Ömer’i ve Hz. Osman’ı), devlet başkanlığı makamını zorla ele geçirdikleri suçlamasıyla zâlim saymaktadırlar. Bu üç şahsiyete samimiyetle bey’at ederek onları devlet başkanı seçen ashâbın hepsini (Şîîlerin çoğu) kâfir saymaktadırlar.

Ancak Hâricîler de zaman zaman yeni isimler altında varlık göstermiş ve tekfîr mekânizmasını işletmeye çalışmışlardır. Çağımızda Hâricîlik geleneğini daha çok bazı Vahhâbîler sürdürmektedirler. Bu tekfirciler çoğunlukla Vahhâbî olduklarını da kabul etmeyip kendilerini Selefî olarak vasıflarlar. Tekfirci olmayan ve gerçekten sâlih selefin yolunu izleyen selefî kardeşlerimizi bu tür ithamlardan uzak tutuyoruz. Tüm şîîleri, tüm tarikatçıları, Allah’ı gökte kabul etmeyen tüm mü’minleri, geleneği Kur’an istikametinde eleştirenleri toptan tekfir eden, her çeşit müziği ve her çeşit resmi haram kabul eden, hayatı zorlaştıran bu tipler, daha çok Suud’un yazdırıp bedava dağıttığı kitaplar aracılığıyla Müslümanların yaşadığı ülkelerde tekfirci görüşlerini yaymaya çalışırlar. Apaçık İslâm düşmanı olan zâlim ve emperyalist kâfirlerle, tâğutlarla uğraştıkları pek görülmeyen bu tipler, aslında bir çıkar için değil; din gayretiyle Müslümanlarla uğraşmaktalar. Niyetlerinde samimi olduklarına kesinlikle inandığımız bu kardeşlerimiz usûl ve üslûp yönüyle de çok kırıcı olabilmekte, tekfir kılıcını (ve sapık ithamını) bütün etrafına savurup kim gelirse ondan nasibini almaktadır. İlimsiz gayret, çoğu zaman kişiyi aşırılığa götürmektedir. Elbette nice itidalli selefî kardeşimiz olduğu gibi, selefî geçinen (aslında bizim onların selefî oldukları iddialarını kabul etmediğimiz) tekfircilerin dışında nice tekfirci bireylerin (ve az da olsa tekfirci cemaatlerin) varlığı da bir vâkıadır.

Tekfîr; -başka bir ifadeyle-, aynı inancı paylaşan kişi ya da gruplardan birinin öbürü üzerinde giriştiği vicdan baskısına karşı bir savunma sistemidir. Her insan, inandığı ve kutsal saydığı şeyleri küçümseyen ve aşağılayan kimselere karşı tepki gösterir. Tepkisinde aşırılığa kaçıp haddi aşmadıkça çoğu kez bu tepkisinde de haklıdır.

  

Tekfîrcinin, muhâtabına karşı girişebileceği en hafif yaptırım ise ondan ilişiğini tamamen kesmektir. Onun zihnindeki çözüm budur. Fetvâsını da çoğu kez kendisi verir, kendisi uygular. Bazen de beyin yıkayıcı bir “Âbi”nin tâlimatıyla infazı gerçekleştirir! Oysa bu davranış, genel olarak hem çözüm olmaktan uzaktır, hem de adına işlendiği İslâm’ın hükmünden uzaktır. Fakat tekfîrci, (bilerek veya bilmeyerek, ortak kutsal değerleri pervasızca çiğneyen bir çoğunluğun içinde) vicdanî bakımdan linç edilmiştir. Maddeten olmasa da mânen ezilmiştir, psikolojisi korkunç bir bombardımana uğramıştır. Bu yüzden bazen yalnızlığa mahkûm edilir ya da bizzat kendisi çevreden soyutlanmak zorunda kalır. Çünkü tekfîrin nedenleri böyle bir çevrede sürekli olarak mevcuttur. Böyle bir çevre içinde ne kadar sabırlı olursa olsun, samimi bir mü’minin yaşaması gerçekten imkânsız gibidir. Ortam onun için tam anlamıyla bir cehennemdir. Böyle konumda değil fanatik tipler, en sabırlı mü’minler bile çılgına dönebilir.

Örneğin bir komşu düşünün ki, her gün şu veya bu bahane ile Allah, peygamber, kitap, din iman demeden kutsal değerlere söver durur. Ilımlı ve sabırlı dindar bile olsa, kim böyle birinin komşuluğuna dayanabilir; hiçbir madddî zarara sebep olmasa bile, onunla komşuluğunu sürdürebilir? Bir mü’min şöyle dursun dindar bir Hıristiyan veya Yahudi bile böyle birinin komşuluğunu ne kadar çekebilir? Bu tür İslâm’a saldırı ve fesat bu insanları öfkelendirmekte ve tekfirciliğe sürüklemektedir. Kaldı ki tekfîre neden olan tek şey, kutsal değerlere sövmekten ibaret de değildir. Tekfîrin sayılamayacak kadar çeşitli nedenleri vardır.

İslâm’a mensup birini -herhangi bir sebeple- kâfir diye nitelemek, oldukça önemli bir meseledir. Çünkü bu, ağır bir suçlamadır.

Kendini müslim sanan, -ancak İslâm’a bağlılık derecesi, bu konuya karşı herhangi bir ilgi uyandıramayacak kadar zayıflamış ya da tamamen yok olmuş- kimselere gelince, bunlar müslüman bir çoğunluk içinde yaşadıkları sürece, -örf âdet ve inançları hesaba katmadan- istedikleri tutumu sergileme hakkına sahip değildir. Özellikle “Müslümanlar” arasında İslâm’ın sınırlarını zorlayamazlar. Aksi halde, İslâm’ı çağrıştıran her konu gibi tekfîr suçu onları da kapsayabilir. Bu nedenle “Müslümanlar”ın çoğunluk olarak yaşadıkları coğrafyalarda, formalite gereği de olsa İslâm’a mensubiyeti olan herkesin -bütün İslâmî meseleler hakkında olduğu kadar- tekfîr sorunu hakkında da bilgi sahibi olmaları lüzumludur. Bu nokta, toplum sosyolojisinin ve genel ahlâkın da bir bakıma zorunlu kıldığı bir durumdur. Şu var ki bu önemli mesele hakkında ancak ilmî ehliyete sahip kimseler gerekli açıklamaları yapabilirler. Aslında doğru olan şey, İslâm âlimlerinden oluşan uluslararası bir komisyon tarafından bu sorunun tartışılarak sonuca bağlanmasıdır.

Günümüzde “İslâm dünyası” tam anlamıyla bir din anarşisi içinde yüzdüğünden, böyle bir komisyonun şimdilik kurulabileceğini beklemek gerçekçi değildir. Fakat her önüne gelenin tekfîr konusu gibi çok önemli meselelerde fetvâ vermeye ve ahkâm kesmeye kalkışması bu anarşiyi daha azdıracağından hiç değilse ortalık sükûnet buluncaya kadar hem radikal kişi ve çevreleri uyarmak, hem de en azından tekfîr sorunu hakkında kitleleri ansiklopedik sınırlarda aydınlatmak, ilmî sorumluluğun gereğidir.

Kimin, hangi gerekçe ile tekfîr edilebileceği, hangi inanışın, hangi söz ve davranışın müslim bir kişiyi İslâm dairesinin dışına çıkarabileceği meselesi, “tekfîr” adı altında, tarih boyunca tartışıla gelmiştir. Bu tartışmalar, geçmişte ilmî forumlarda çok yönlü olarak ele alınmıştır. Onun için Tekfîr, İslâm’da hem akaid, hem de fıkıh ana bilim dallarının konusudur.

Hemen vurgulamak gerekir ki tekfirci akımın müslim insan fiili hakkındaki görüşü “Vasat Ümmet” yaklaşımından oldukça farklı ve uzaktır. Her şeyden önce Kur’ân’da öğütlenen tolerans hâricîlikte ve tekfirci akımlarda yoktur. Onun için bu radikal akımın günümüzdeki temsilcilerinin bütün tavırları, tutumları, konuşma şekilleri ilkel ve iticidir. Çağrı şekilleri şu âyette tavsiye edilen hikmetli üslûba tamamen aykırıdır: “Sen, Rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğütle dâvet et/çağır ve onlarla en güzel şekilde mücâdele et. Rabbin, Kendi yolundan sapanları en iyi bilendir ve O, hidâyete erenleri de çok iyi bilir.” [577]

Hâricîlere göre, kebâirden birini işleyen kâfirdir. Alkol kullananlar, zina edenler, adam öldürenler, hırsızlık yapanlar ve faiz alıp verenler şöyle dursun, çağdaş hâricîliğin temsilcileri, son yıllarda dünyanın yuvarlak olduğuna inanan ya da çanak anten kullanan kimsenin de, Allah’ın gökte olduğunu kabul etmeyenlerin de kâfir olduğuna hükmetmişlerdir.

  

Bu özet açıklamadan da anlaşıldığı gibi, hem Hâricîler, hem de Şîîler, kendileri gibi inanmayan bütün “Müslümanları” en azından tekfîr etmeye eğilimlidirler.

Mu’tezile ve Cehmiyye mezheplerinin izleri günümüzde çok silik olduğu için tekfîr konusunda bu gruplara ait görüşleri ortaya koymanın yararı bulunmamaktadır.

İslâm dinine -gerçek anlamda veya formalite gereği- mensup iken, bu dini (Allah korusun!) bilinçli olarak terk ettiğini, (ister başka bir dine girsin, ister girmesin) İslâm’dan çıktığını açıkça ifade eden kişiye “mürted” denir. Böyle bir kimsenin, ayrıca tekfîrle suçlanması Şer’î usûlden değildir. Çünkü bu kimse mürted olmakla zaten kendi ikrarı ile kâfir olmuştur. Ona ayrıca -münferit olarak- “sen kâfirsin” ya da “sen küfre girdin” demenin bir mantığı yoktur. Dolayısıyla mürted kişi ile tekfîr suçuna muhâtap olan kişi hakkındaki şer’î hükümler farklıdır. İlk önce bu iki şeyi birbirinden böylece ayırmak gerekir.

Mürted kişi; (genelde din değiştirerek) küfrün herhangi bir şeklini kendi hür iradesiyle seçip İslâm’dan çıktığını açıkça ilân eden kimsedir.

Tekfîre muhâtap olan kişi ise, böyle bir tercihi ve bu yönde herhangi bir girişimi yokken, aynı zamanda İslâmî kimliği örfen devam ediyorken -herhangi bir söz veya davranışı yüzünden- kâfirlikle suçlanan kimsedir. Buradan da anlaşıldığı gibi, bu iki kişi arasında çok büyük fark vardır. Bunun içindir ki (nifak, dolaylı şirk ve zendeka/zındıklık) gibi yorumlanabilecek küfür şekillerinden biri ile İslâm’dan çıkan kimseye mürted denmez. Bunlar, -yerine ve şartlarına göre- tekfîr edilir ve kâfir sayılırlar.

Bilindiği üzere, başka dinlerde olduğu gibi İslâm’da “aforoz” diye bir kurum yoktur. Yani hiçbir kimse ve hiçbir makam, müslim bir kişiyi İslâm dininden çıkarmaya yetkili değildir. Ancak, -ister gerçek anlamda olsun, ister formalite gereği olsun- İslâmî kişilik ve kimliğine sahip bulunan bir kimse, üç ana başlık altında sıralanabilecek ağır suçlardan birini eğer İslâm’a karşı açıkça işleyecek olursa İslâm devlet makamları, ya da İslâm âlimleri tarafından kâfirlik suçuyla sorgulanabilir. Bu üç ana başlık şunlardır:

Allah Teâlâ’yı (hâşâ!) inkâr etmek, yani Allah’ı yok saymak veya O’na dil uzatmak, veya Sadece O’na gösterilebilecek bir saygı şekliyle başka bir şeye de saygı göstermek ya da O’na doğrudan ortak koşmak, Âhiret gününü inkâr etmek, İslâm’ın bütünlüğünü inkâr edici herhangi bir söz veya davranışta bulunmak...

Bunlar ana başlıklardır. Yukarıdaki her başlığın altına giren birçok ağır suç vardır. Bunlar Kur’ân-ı Kerim ve Hz. Peygamber’in Sünneti esas alınarak özellikle bazı akaid kitaplarında ayrıntılarıyla sıralanmışlardır. İslâm hukuk kaynaklarında da bu konuda geniş açıklamalar mevcuttur. Toplumun önemli bir kesimi, yaygın bilgisizlik yüzünden bu suçlardan haberdâr bulunmamaktadır. Bu ise mevcut din anarşisini azdırmaktadır. Dolayısıyla önce toplumu, inançla ilgili tehlikeler hakkında bilgilendirmek gerekir. Çünkü Müslüman bir kişi bu suçlardan birini işlediği zaman İslâm’dan çıkmakla büyük maddî ve mânevî zararlara uğrayabilmekte, ortalığın karışmasına, hatta bazen büyük olayların patlamasına neden olabilmektedir.

Ne yazık ki eğitimsiz halk şöyle dursun, yüksek öğrenim görmüş birçok kimse bile bu bilgilere ulaşamamış, ya da ulaşmak istememiştir. Oysa bir toplumun içinde huzurlu yaşayabilmek için bireyin, (içtenlikle inanmasa ve bağlanmasa bile) halka ait genel inanış ve kabulleri çok iyi bilmesi gerekir. Aksi halde bu inanış ve kabullere ters düşerek yıkıcı gelişmelere neden olabilir. Önemle vurgulamak gerekir ki, bu durum, aynı zamanda ehl-i tevhid olan mü’minler için de söz konusudur. Laikçiler ve sosyete kesimi gibi çeşitli inanç grupları, yaygın din olan İslâm’ın kitabî kurallarını, nasıl ki kendi güvenlikleri ve mutlulukları açısından bilmek zorunda iseler, azınlıktaki mü’minlerin de “Popüler Türk Müslümanlığı” (câhil halkın dini), “Alevîlik” ve “resmî Türk Dini” hakkında geniş bilgilere sahip olmaları gerekir. Takiyye yaparak (ya da yapmak zorunda kalarak) iki dinli yaşamak şüphesiz çok büyük sıkıntılara neden olur. Ayrıca toplumda hüküm süren bâtıl dinlerin çatışma alanlarına girmemek için, Türkiye’de yaşayan mü’minler, kısa zamanda kendilerini yetiştirerek din sosyolojisi konusunda çok geniş bilgilere sahip olmalıdırlar. Aksi halde ülkede uygulanan bâtıl dinlerin her birine göre “küfür” suçunu işlemek ve kâfirlikle suçlanmak gibi tehlikelerle karşılaşmaları mümkündür.

Bu tehlike mü’minler için çok büyüktür! Çünkü Türkiye’de devlet; resmî, millî, Atatürkçü Türk Dini’ne bağlı lâikçi fanatiklerin tekelindedir. Bunlar kendi dinlerine göre bir mü’mini en ufak bir gaflet halinde (vatan haini, devrim düşmanı, gerici, yobaz, çağ dışı, bölücü, radikal, fundamentalist, köktenci, el-kaideci ve Hizbullahçı) diye suçlayabilir, onu en ağır cezaya çarptırabilirler. Onlara göre bu nitelikler birer “küfür”dür, dolayısıyla gerçek bir mü’min onların dinine göre “kâfir”dir![578] 

Fakat şunu da hiçbir zaman hatırdan çıkarmamak lâzımdır: Gerek şirk içinde yüzen farklı kesimden halk ve gerekse lâikçiler, daima İslâm’ın mensupları olarak gözükürler ve gözükmeye çalışacaklardır. Bu gruplar her zaman takiyye yaparak yaşarlar ve Müslüman gözükürler.

Sosyolojik manzaranın, görünürde bile bu kadar karmaşık ve tehlikelerle dolu olduğu Türkiye gibi bir ülkede küfür suçları elbette ki çok yaygın biçimde işlenmektedir. [579]

Tekfirin Kaynağı Akıl Değil; Nakildir

"Şu şey akaide girer mi?" sorusu o şeyin iman ve inkâr alanında görüldüğünün işaretidir. İşte tam da bu noktada sorulması gereken soru şudur: Bir şeyi iman ve inkâr alanına taşıma yetkisi kime aittir? Biz bir hususu her canımız istediğinde "iman alanına" taşıyabilir miyiz? Eğer bu yetki bizim elimizdeyse iman alanındaki bir hususu da iman alanının dışına çıkarabiliriz demektir. İşte meselenin can alıcı noktası budur ve akait konularında yapılan yanlışların temelinde de bu sorunun cevabının doğru verilmemesi yatar.

İslâm akidesinde bu sorunun cevabı açıktır: Neye inanıp neye inanmayacağına bir Müslüman'ın kendisi değil, kayıtsız şartsız teslim olduğu için kendisine 'Müslüman' adını veren Allah belirler. Bu nedenledir ki akide içtihada ve mezhebe konu olmaz. Her ne ki içtihada ve mezhebe konu olmaktadır, o da akide olmaz. Bir meselenin akîdeye konu olabilmesi için iki şartı haiz olması gerekir: 1. Sübutu kat'i olacak. Yani delil olmak yönünden içinde zan taşımayacak ki, bu da kendisinde şüphe bulunmayan vahiydir. 2. Mânâya delâleti kat'i olacak. Yani anlamı kesin ve net olup birden farklı anlama gelmeyecek. Kur'an ilimleri terminolojisiyle konuşursak "müteşâbih" değil "muhkem" olacak. Bu iki şartı taşımayan bir husus "iman-küfür" sınırları içerisinde değerlendirilemez. Dolayısıyla bu şartları taşımayan bir konudaki inkârından dolayı hiç kimse 'küfür'le, 'kâfirlikle' suçlanamaz.

İmam Gazali, el-İktisad fi'l-İ'tikad (=İtikatta Denge) adlı eserinde "Tekfirin kaynağı akıl değil nakildir" der ve bu ilke doğrudur. "Tekfirin kaynağı akıl değil nakildir" demek ne demek? Mümin ve Müslim olduğu bilinen biri bana göre, sana göre, ona göre kâfir olmaz, demektir. Çünkü İslâm inanç sisteminde imanın sınırlarını kullar değil Allah belirler. O da İlâhî vahiyde kayıtlıdır. Kimse kayıtlı olan bu akideye dışardan yeni unsurlar ekleyemez, akidenin esaslarından birini de çıkaramaz.

Sadece "küfrüne hükmetme" anlamına gelen "tekfir"in kaynağı nakil değildir. Aynı zamanda "imanına hükmetme" anlamına gelen "te'min"in, Müslümanlığını kabul etme anlamına gelen “teslîm”in kaynağı da nakildir. Bunu şöyle bir cümleyle açıklarsak daha iyi anlaşılır: Sizin kendiniz için ne dediğinizden çok Allah'ın sizin için ne dediği önemlidir. Yani Müslüman olmanın şartlarını insanlar değil; Allah belirler. [580]

Tekfîr Konusunda Yetkili Merci

Tekfîrle ilgili soruşturma, yargılama ve ilgili işlemleri yürütme mercii, kuşkusuz İslâm Devleti’nin makamlarıdır. Müslim iken, gerek irtidad gerekse başka şekillerle küfür suçu işleyen kişi hakkında işlem yapmak ve suçluyu cezalandırmak yalnızca İslâm devletinin güvenlik ve yargı makamlarının yetkisindedir. Bu yetkiyi şahıslar kullanamazlar. Günümüzde içinde yaşadığımız ülkenin bir İslâm devleti olmadığına göre bu konuda daha fazla şey söylemek gereksizdir.

Ancak irtidad veya küfrün herhangi bir şekliyle İslâm’dan çıkmış olan kimse, Kur’ân’ın ve İslâm’ın bütünlüğüne inanan her mü’min için büyük risk taşır. Bu nedenle Kur’ân’ın bütünlüğüne inanan (mü’min) kişinin böyle bir toplum içinde çok dikkatli yaşaması gerekmektedir. Şu var ki, mü’min insan, ne kadar dikkatli yaşamaya özen gösterirse göstersin, böyle bir ortamda, içinden çıkamayacağı sorunlarla karşılaşabilir ve fiilen karşılaşmaktadır. İşte tekfîr suçlaması, dâru’l-harp anlayışı ve Cuma namazının kılınıp kılınamayacağı tartışmaları bu sorunun sonuçlarındandır.

Çünkü bu sorunlar, esasen, -Türkiye’de yaygınlaşan- üç yapay bâtıl din ile İslâm arasındaki çatışmalardan kaynaklanmaktadır. Bu üç din, tekrar edelim ki, “Popüler Türk Müslümanlığı” (câhil halkın dini), “Alevîlik” ve “resmî Türk Dini” (Atatürkçü, laikçi, Batıcı devlet dini)dir. Mü’min kişi, İslâm ile bu üç yapay dinin çatışma ortamında âdeta kilitlenmektedir. O kadar ki mü’min ile bu üç dinin bağlıları zaman zaman birbirlerini hiç anlayamayacak kadar sıkıntı çekerler. Örneğin, “helâl, haram, farz, vâcip, sünnet, gayb, vahy, tâğut, şirk, küfür, ilhâd, nifak, irtidâd, zendeka ve bid’at” gibi kavramlar hakkında bir laikçi, bir komünist, bir halk dini mensubu, bir Alevi, bir mistik ne kadar doğru bilgiye sahiptir? Türkiye’deki sayıları bugün elli altmış milyonu aşan bu insanlar, yaşamları boyunca İslâm’a ait bu gibi terimleri doğru tanımlarıyla birlikte bir kez bile duymamış olabilirler. Bu ihtimal çok büyüktür. Üstelik bu ülkede devleti hep bu câhiller yönetmektedir. Hâlbuki mü’min kişi bunların din ve düşünceleri hakkında ister istemez epeyce bilgilere sahiptir. Çünkü bu bilgi, kültür ve âyinlerin çoğu zararlı olmasına rağmen okullarda zorla okutulup uygulatmakta ve mü’min ailelerin çocukları bu zararlı bilgileri ve puta tapma törenlerini not ve diploma için öğrenip uygulamak mecburiyetinde bırakılmaktadırlar! Mü’minler, bu büyük riske karşı önlem alabilmek kaygısıyla da olsa sözü edilen üç din hakkında ister istemez bilgi sahibi olmaktadırlar. Dünyanın başka yerlerinde de mü’minler bu kaygı ile hareket ettikleri için o bölgelerdeki sapkın inanışlar zamanla büsbütün ayrışarak bağımsız birer din haline gelmişlerdir. Nitekim Dürzülük, Nusayrîlik, İsmailîlik, Babîlik, Kadyanîlik ve Bahaîlik bu sayede İslâm’dan ayrı birer din olduklarını zamanla ilân etmek zorunda kalmışlardır.

Bilgisiz kalabalıklar tarafından İslâm’la karıştırılabilen bu yapay dinlerin kalabalık bağlıları arasında, mü’min kişi şu üç şeyden birini seçmek zorundadır:

a) Takiyye yaparak iki veya üç dinli yaşamayı kabul edecektir ve bu sûretle İslâm’dan çıkacaktır,

b) Toplumdan tamamen soyutlanacaktır,

c) Diğer dinlerin baskısı altında kalan inançlarını ve İslâm’ın değerlerini savunmak zorunda kalacaktır.

Üstelik bu üç tercihten hiç biri, mü’min kişinin sıkıntılarını ve sorumluluklarını ortadan kaldırmamakta, onu siyasal ve ideolojik tehlikelere karşı koruyamamaktadır.

Bu nedenle şirk suçunun çok yaygın biçimde işlendiği Türkiye gibi ülkelerde “mü’min kişi nasıl yaşamalıdır, ne yapmalıdır, küfre düşmemek için nasıl korunmalıdır ve onu bunu sık sık kâfirlikle suçlamaması için nasıl bir çözüm bulunmalıdır?” gibi sorular oldukça büyük önem taşımaktadır. Çünkü insanlar pervasızca İslâmî değerleri çiğneyerek dinden çıkarken, başkalarını da ilgilendiren hukukî birçok sorunun ortaya çıkmasına da neden olmaktadırlar. Yani çok açık şekilde başkalarının haklarını çiğnemektedirler. Bu gibi durumlarda, “herkes inancında serbesttir, devlet laiktir, hiç kimse başka birine dinî baskıda bulunamaz, bakın işte camiler açık, herkes serbestçe ibâdetini yapıyor” gibi istismara ve kandırmaya yönelik sloganlardan yola çıkıp sanal mâzeretlere sığınarak kimse mevcut tecavüzleri örtbas edemez. TC yasaları da bu konularda mü’minlerin uğradığı haksızlıkları önlemekten son derece uzaktır. Hatta bu yasalar, mü’minlere ait hakların açıkça çiğnenmesini özendiren veya en azından kolaylaştıran bir zihniyetle hazırlanmışlardır. Bu gerçeği karşılaştırmalı çarpıcı örneklerle kanıtlamak mümkündür.

Ancak bu konudaki örnekleri kavrayabilmek için öncelikle İslâm’ın hak ile bâtılı, haram/yasaklı ile mubah/yasal olanı birbirinden ayırırken nasıl bir hüküm verdiğini ve mü’min kişiye nasıl bir sorumluk yüklediğini bilmek ön koşuldur. Türkiye toplumu, bu ince noktadan tamamen habersizdir denebilir. Sorunların büyük kısmı da işte buradan kaynaklanmaktadır.

Meselâ İslâm, alkollü içki içmeyi ağır suçlardan saymış ve yasaklamıştır. Bununla birlikte bu suçu işleyen kimseyi kâfir olmakla, dinden çıkmakla suçlamamıştır. Buna karşın, “alkollü içki içmek suç değildir” diyen kimse (hayatında hiç alkol kullanmamış olsa bile) İslâm’a göre derhal kâfir olur, bu dinle hiçbir ilişkisi kalmaz. Ne var ki mesele bununla da bitmemektedir. Konunun ayrıca sosyolojik bir boyutu daha vardır ve aslında büyük sorun buradan kaynaklanmaktadır. Örneğin bir “vatandaş” mevcut kanunlardan cesaret aldığı için, bu konuda sahip bulunduğu sözde özgürlüğünü, Müslümanlara karşı, rahatça bir baskı aracı olarak kullanabilir ve herkes tarafından duyulacak şekilde hiçbir neden yokken, şu hakaretleri pervasızca savurabilir: “Ben özgürüm, burası Türkiye! Alkollü içki içmek neden yasak olsun, kim bunları söylüyor?! Bunlar gerici ve yobazdır, bu örümcek kafaları ezmek lâzım! Bunlar hangi çağda yaşıyor?...”

Bilindiği üzere, adam öldürmek, zina işlemek, hırsızlık yapmak, leş, kan ve domuz eti yemek, alkollü içki içmek, faizli muâmelede bulunmak, israf etmek, kâfir kişi ile samimi olmak (örneğin, kendisine oy vermek, düşünce ve kanaatinde onu desteklemek), namaz kılmamak, Ramazan orucunu mâzeretsiz tutmamak, farz olmuşken zekât vermemek ve hacca gitmemek gibi daha birçok fiil, İslâm’da yasaklanmış ve ağır suçlardan sayılmıştır. Şu var ki, (küfre götüren suçlar hâriç) bunların herhangi birini veya birkaçını işlemekle Müslüman kimse (genel kanaate göre) dininden çıkmış olmaz. Fakat Müslüman kişi bu suçlardan hiç birini bir kerecik işlemese bile bunlardan birinin İslâm’da haram ve yasak olmadığını eğer inanarak söylerse İslâm dini ile hiçbir ilişkisi kalmaz.

Bugün, Türkiyeli insanın, sonunu ve sonucunu hiç düşünmeden sarf ettiği o kadar çok yakışıksız söz, sergilediği o kadar çok çarpık davranış vardır ki, bunlar, aynı zamanda İslâm’a ve Müslümanlara karşı ağır hakaret suçları oluşturmaktadır. Bu suçlardan ise hukukî sonuçlar doğmaktadır. Üstelik tâğûtî yasalar bu sözleri ve davranışları suç saymamaktadır. Peki, böyle bir toplumda Müslüman kişi kendini nasıl savunabilecek, nasıl koruyabilecektir? Binlerce insan tarafından hemen her gün sıkça tekrarlanan o kadar çeşitli sorgulama, eleştiri, demeç ve açıklamalar vardır ki, bunlar İslâm’a ve Müslümanlara büyük hakaretler içermektedir. Meselâ aşağıdaki örnekler çok çarpıcıdır:

Türkiye toplumu, son yıllarda çeşitli dinsel ve ideolojik doğrultularda belirgin gruplara ve kamplara ayrışmıştır. Bu kamplar arasında Türkçe konuşmaktan başka hemen hemen hiçbir ortak payda bulunmamaktadır.

Kur’ân’ın bütünlüğüne inanan mü’min bir kişi; şirk davranışları içinde bulunan, bile bile küfür sözleri sarf eden veya Allah’a, Peygambere, Kur’ân’a dil uzatan ya da Kur’ân’ın içeriği üzerinde spekülasyon yapan ya da helâl şeyi haram, haramı da helâl diye niteleyen bir kimseyi asla Müslüman sayamaz. Çünkü İslâm dini adına onun böyle bir yetkisi yoktur. Dolayısıyla (İslâm devlet mekânizması bulunmadığına göre) kişisel olarak elverdiği kadar (kendi özgürlüğü ve güvenliği açısından) mü’min kişi, şu önlemleri almak durumundadır:

1) Eşi ise, bu olaydan sonra nikâhının çözüldüğüne inanmak zorundadır. Onunla artık karı-koca ilişkisini sürdüremez (Eşi yeniden İslâm’a dönerse, nikâhını yenilemelidir),

2) Velisi ise, üzerindeki velâyet hakkı düşmüş olur,

3) Mü’min kişi, -böyle bir kimse ile herhangi bir bağı bulunsun veya bulunmasın- onun kestiği hayvanın etini yiyemez,

4) Onunla herhangi bir ortaklık kuramaz,

5) Şahitliğini kabul edemez,

6) Vasiyetini yerine getiremez,

7) Günahlarının bağışlanması için Allah’a duâ edemez,

8) Cenazesini İslâmî usûllere göre teşyî edemez,

9) Onun mal varlığına vâris olup olmayacağı ise oldukça ihtilâflıdır. Bu konuda uzmanlardan bilgi almak zorundadır.

Bir insanın, görüldüğü üzere, ağzından sorumsuzca savuracağı birkaç söz ya da sergileyeceği bir davranış biçimi, inançlar açısından başkalarına bu derece ağır yükler getirebilmektedir.

Bu sorun, en kısa tâbirle şudur: Kendini Müslüman sanan milyonlarca insan, bu ülkede Kur’ân’ın bütünlüğüne inanan bir azınlığı mutlaka ezip yok etmek için dinsel değerleri istedikleri gibi yorumlamaya, çarpıtmaya, onlara saygısızlık etmeye çalışmaktadır. Üstelik bu insanlar bununla da yetinmemektedirler. Halktan bazılarının da desteğini aldıklarından, hem sayıca ezici bir çoğunluğa sahip bulundukları için, hem siyasal, sosyal ve ekonomik bakımdan egemen ve üstün konumda oldukları için bu azınlığı kasıtlı şekilde tahrik etmeye de çalışmaktadırlar. İşte tekfîrciliğin Türkiye’de hortlamasının temel nedeni budur. Çünkü, (popülist Türk muhafazakârlar, şirk içindeki mistikler, ırkçılar, aleviler ve laikçi Atatürkçüler) eğer mü’minleri kışkırtarak, suç imal ederek onları haksız çıkarmayı başarabilirlerse hem içeride, hem de dış dünyaya karşı haklı olduklarını kanıtlayabileceklerdir. İşte bu nedenle Türkiye’de, son yıllarda çok tehlikeli terör projeleri ve komplo teorileri hazırlanmış ve uygulanmıştır. Hizbullah senaryosu gibi... Öyle gözüküyor ki bundan sonra da bu denemeler devam edecektir. Bahane ve suç adları da hazırdır: “Tekfîrci, bölücü, terörist, Hizbullahçı, el-Kaideci...”

Bu gerçekler, hemen herkesin, aklını başına devşirmesini gerektirmektedir. Eğer bu noktadan yola çıkılırsa vicdan sorumluluğu bakımından herkese yöneltilecek insanî birtakım mesajlar bulunmaktadır. Şimdi de bu mesajları “Tekfirin Şartları” kapsamında iletmek gerekmektedir. [581]

Tekfirin Şartları 

Burada, önce ilgili taraflara önemli mesajlar yöneltilmiştir. Bu mesajlar, tekfîr sorununa bağlı olarak her iki karşıt kampa yöneliktir. Bunlardan biri, tekfîrci azınlıktır; ikincisi ise onların karşısında yer alan karma çoğunluktur. Bu çoğunluğu oluşturan kampları şöyle sıralamak mümkündür. (Kur’ân’ın bütünlüğüne inanan, fakat strateji ve mücadele metodu bakımından tekfîrcilerden ayrılan mü’min azınlık, şirkten sakınmayan mistikler, popülist Türk muhafazakârlar, aleviler ve laikçi Atatürkçüler...)

Müslüman olduğunu sanan (veya ileri süren) bir insanı, şer’î bir nedenle kâfir diye suçlamak ve onun İslâm’dan çıktığına hükmedebilmek için, kişide sekiz niteliğin bulunuyor olması şarttır. Bunlar; akıl, bülûğ, iman, ilim, basîret, ahlâk, yetki ve yöntembilimdir.

Bu vasıflardan yoksun bulunan insanın, çeşitli nedenlerle onu-bunu rasgele kâfirlikle suçlaması çok yanlıştır ve büyük sorunlar doğurabilir. Bu nedenle kendisi de dâhil olmak üzere, birçok mâsum insan, sebepsiz yere zarar görebilir. Böyle bir karanlık yolu seçmeye ve zaten karışık olan ortamı daha çok karıştırmaya ise hiç kimsenin hakkı yoktur. Çünkü aslında birilerinin çıkıp din adına ahkâm keserek ortaya bir kıvılcım atmasını altın bir fırsat olarak bekleyen milyonlarca insan bu ülkede yaşamaktadır. Üstelik çoğunluktaki bu kalabalıktan her kişi, mistik ya da ideolojik başka bir kampa bağlı olmasına rağmen bu amacı öbür insanlarla paylaşmaktadır. Bütün mistikler, ırkçı muhafazakârlar, aleviler ve lâikçi mitüdistler bu amaçta ortaktırlar.

Tekfîrciler, her şeyden önce bu dev cephe karşısında hangi bilgi, hangi yetki ve hangi güçle herkese kâfirlik suçunu yapıştırabileceklerini çok iyi düşünmelidir.

Görüldüğü üzere bu noktada, tekfîrciler tamamen haklı bile olsalar, yapabilecekleri hemen hiçbir şey yoktur. Dolayısıyla bu küçük azınlık, önce haklı olup olmadığını aşağıdaki tekfir etmek için gerekli şartları inceleyerek sabırla kendine bir test uygulamalıdır. Bu şartları özet olarak şöyle sıralamak mümkündür:

İlim 

Başkasını tekfîr edebilmek için, önemli şartlardan biri ilimdir. Bir mü’min, imanında ne kadar samimi olursa olsun, eğer yeterli uzmanlık bilgilerinden yoksun ise, insanları söz ve davranışlarından dolayı isabetle teşhis edemez. Bu nedenle tekfîr suçlamasını yöneltecek kişinin en azından aşağıdaki ihtisas alanlarında çok iyi bir öğrenim görmüş ve kendini kanıtlamış olması gerekir:

Arap dili ve Edebiyatı,

Tefsir ve Kur’an ilimleri,

Akaid ve Kelâm,

Felsefe ve Diyalektik,

Tasavvuf ve Tarikatlar,

Sünnet, Hadis ve Senet,

Mukayeseli Fıkıh,

Usûl ve Mantık,

Sosyoloji,

Tarih, Siyer ve Megâzî,

Psikoloji ve Davranış Bilimi.

Bütün bunlara ek olarak, geniş kültür, insan ilişkilerinde deneyim ve İslâm hukukunda ihtisas da şarttır.

Basîret 

Böyle bir ülkede kişinin işgal ettiği mevkie, sahibi bulunduğu servetlere ve elde ettiği kariyerlere bakarak ona bilgili, bilinçli, ahlâklı ve sağlıklı bir insanmış gibi sorumluluk yüklemek sadece insafsızlık değil, aynı zamanda basiretsizlik de sayılır. Kaldı ki bir toplumu tümüyle sorumlu tutarak hepsine birden kâfir diyebilmek için o toplumun her şeyden önce reşit olup olmadığını çok iyi tespit etmiş olmak gerekir.

Ahlâk 

Çok küçük tekfîrci grupları istisnâ ederek, dünya Müslümanlarının tümünü veya Türkiye halkının hepsini birden kâfir ya da müşrik olarak görmek, büyük bir cehâletin, karanlık bir görüşün ya da psikolojik bir rahatsızlığın sonucu olabilir. Bu, eğer kasıtla ve inatla yapılırsa bir ahlâk kusurudur.

Genellemeler, çoğu kez bir kaçışın, bir korku ve paniğin habercisidirler. İlginçtir ki lâikçiler ve mistikler de aynen çağdaş hâricîler gibi genellemecidirler. Bu fanatik grupların hepsi de dışlayıcı, bölücü ve ayırımcıdırlar. Bu tutum elbette ki etik değildir. Farklı argümanlar kullansalar bile bu grupların hepsi de bir tür tekfîrcidirler. Diyalog kurmayı, soğukkanlılıkla ve önyargısız tartışmayı beceremeyenler, kurtuluşu inatlaşmada ve acımasızca suçlamada ararlar. Bu ise ahlâka aykırıdır.

Şu halde İslâm’ı tebliğ eden, İslâm’a çağrı görevini üstlenen insan, bilgi ve basiretle birlikte, aynı zamanda ahlâklı olmalıdır. Toplumdan koparak (hicret adı altında) çöllere çekilen, büyük şehirlerde ise gruplaşarak belli sitelerde yuvalanan insanlar, daima Hâricîlere benzetileceklerdir. Hâricîler ise Hz. Aliy'e “kâfir” diyebilecek ve onu şehid edebilecek kadar ahlâksız idiler.

Hakkı ve haklıyı savunurken inat ve suçlamaya başvurmak kendinden emin olmamak anlamına gelir. Bu da bir kişilik kusurudur. Bir yanlışı düzeltmeye çalışırken yanlış yapmak ve kötü örnek vermek hedefe giden yolu kapatır.

Hz. Peygamberin savaşım metodunda, (hâşâ) böyle bir kusur/yanlış yoktur. O, büyük hedefin gerçekleşmesi için önce bütün barışçıl yolları kullanmış, müşriklerle yüz yüze gelmiş, büyük bir soğukkanlılıkla dâvâsını her münasebette ve her platformda anlatmaya çalışmış, buna rağmen çok kere saygısızlığa ve komplolara hedef olmuştur. Bu durumlarda bile “Allahumme’ğfir li-kavmî feinnehum lâ ya’lemûn (Allah’ım, halkımın kusurunu bağışla, onlar gerçeği bilmiyorlar!)” diye Rabb’ine yakararak, büyük bir âlicenaplık örneği vermiştir. Müşriklerin ahlâksız muâmelelerine karşı aynı davranışlarla misillemede bulunmamıştır. Şu halde tekfîre başvurmak zorunda kalabilecek olan mü’min kişi, karşısındaki kâfir ve müşrik cepheye (barış günlerinde) şantaj yapamaz. Dâru’l-harp’de, Dâru’r-ridde de ve Dâru’ş-şirk’te yaşıyorsa, bu alanlara özgü, İslâm Hukuku çerçevesinde hayat mücadelesini sürdürür. İslâm’da çareler tükenmez!

Yetki 

İslâm, İlâhî bir disiplin rejimidir. Onun için her önüne gelen, istediği konuda ahkâm kesemez, fetvâ veremez, ictihadda bulunamaz, hüküm infaz edemez. Yetkiler İslâm Hukukunda belirlenmiştir. Ancak bu yetkiler, günümüz koşullarında kullanılamamaktadır. Hiç kimse İslâm ve ümmet adına bu boşluktan yararlanamaz! Dünya mü’minlerinin büyük bir kaos içinde dağınık ve korkunç tehlikelerle karşı karşıya bulunduğu günümüz ortamında hiç kimse (yığınlarla kitap okuduğu gerekçesiyle!) hele tekfîr gibi çok duyarlı bir konuda fetvâ vermeye kalkışmamalıdır. Zaten münferit fetvâların umûma dönük hiçbir hükmü yoktur. Selef döneminden günümüze kadar ictihadlarda, daima cumhurun görüşü aranmıştır. Saltanat dönemlerinde şeyhülislâmların çok âcil durumlarda, ânî ve genel olarak siyasî amaçlarla verdikleri fetvâlar, tüm ümmeti bağlayıcı değildir. Bunlar günlük ihtiyaçlar için, birer karar onayı niteliğinde düzenlenmişlerdir.

Günümüzde dünya mü’minlerinin hepsini bağlayacak İslâmî kararlar, mutlaka ümmetin yetkilendirdiği “Şûrâ” tarafından düzenlenmeli ve onaylanmalıdır.[582] Bugünkü İslâm Konferansı Teşkilâtı, Ümmetin seçtiği bir heyet olmadığına göre bu tür örgütlerin kararları ümmeti bağlayıcı olamaz. Çünkü günümüzde Yüksek Ümmet Şûrâsı mevcut değildir. Yüksek Ümmet Şûrâsı ve onun yetkilendirdiği heyetler dışında hiç kimse, geneli bağlayacak bir tekfîr kararı çıkaramaz.

Münferit olaylarda ise, çevresinde ve ailesi içinde küfür zulmüne uğramış bulunan mü’min kişi, âlim bir şahsiyetin onayını almak sûretiyle (eşi, çocuğu, anası, babası, kardeşi ve yakınları hakkında) tekfîrde bulunarak (hiç kimseye maddî ve mânevî bir zarar vermeden) imanını, canı ve malını kurtarmaya çalışabilir.

Yöntem 

Tekfîrde izlenecek yöntemin, her yönüyle İslâm hukukuna uyması şarttır. Hukuka aykırı tekfîr hem geçersiz, hem de tehlikelidir. Ayrıca tekfîr yöntemi, tekfîr hak ve yetkisine bağlı olarak değişir. Her hâlükârda, bilgi, yetki, tespit ve kanıtlama şartlarına bağlı olarak tekfîr hakkı doğar. Tekfîr yönteminin kuralları da bu dört şartın ayrıntıları olarak uygulanırlar. Onun için bu dört şarttan herhangi birinin eksikliği tekfîr dâvâsını geçersiz kılar.

Ayrıca usûl yönünden, kişi adına ve kamu adına olmak üzere, tekfîr suçlaması iki farklı dâvâya konu olabilir. Gerek kamu, gerekse kişi adına açılacak hukukî mâhiyetteki tekfîr dâvâsına bakmaya, (inceleme yapmaya, soruşturma açmaya, karar vermeye ve hükmü infaz etmeye) yalnızca İslâm Devlet organları yetkilidir. İrtidad veya benzeri küfür suçlarından birini işleyerek yakınlarına, muhâtap ve komşularına karşı zararlı bir unsur haline gelmiş olan kâfir kişiye karşı ise (sadece tek taraflı pasif savunma yöntemiyle) mü’minin kendisi, belli şartlar çerçevesinde tekfîre yetkili olabilir. Muhâtabının İslâm’dan çıkmış ve küfre girmiş olduğuna ilişkin kesin kararını verinceye dek mü’min kişinin izleyeceği kurallar, bu ikinci şık için yöntemin birinci aşamasını oluşturur. İkinci aşama ise; -muhâtabından her türlü ilişkisini kesmek üzere (taşınmak, alacaklarını tahsil etmek, işten ayrılmak, işçisini çıkarmak, borçlarını tasfiye etmek ve ortaklığını feshetmek gibi)- işlemlerin, tekfîr eden şahısça yapılmasından ve sonuçlandırılmasından ibârettir.

Tekfîr konusunda, yöntem bakımından dikkat edilmesi gereken önemli noktaları da şöyle sıralamak mümkündür:

1) Gerçek anlamda bir İslâm Ümmeti ve İslâm Devleti bulunmadığına göre çağımızda tekfîr konusunda verilecek bütün kararlar kişiseldir. Bir kişinin ya da grubun tekfîr kararı (tamamen doğru ve isabetli olsa bile), o kişi ve gruptan başka hiç kimseyi bağlayıcı değildir.

2) Bir mü’min, (kararında isabetli bile olsa), tekfîr ettiği kişi hakkında (ne kendi adına, ne de ümmet adına) hüküm infaz edemez, sadece tek taraflı pasif savunmada bulunabilir.

  

3) İslâm Ümmeti fiilen yapılanıp kendini dünyaya resmen ilân etmeden önce, -ilmî derecesi ve sosyal konumu ne olursa olsun- hiçbir şahıs veya grup ne tekfîr konusunda, ne de herhangi bir fıkhî konuda kendini müctehid olarak sunamaz. Âlimlerin fetvâları sadece kendilerini ve onlardan fetvâ isteyenleri bağlar.

4) Yeryüzünde Dâru’l-İslâm olarak kesin şekilde tanımlanabilecek belli bir coğrafyanın bulunup bulunmadığı konusunda dünyadaki bütün ehl-i tevhid ve onların güvenini kazanmış âlimler, az çok ihtilâf içindedirler. Bu da, dünya İslâm birliğinin ve Ümmetin, gerçek anlamda mevcut bulunmadığını kanıtlamaktadır. Söz konusu belirsizliğin doğurduğu bu kesin sonuç, ikinci derecede birtakım sonuçlar daha doğurmuş ve doğurmaktadır.  Bunlar da yöntem bakımından özet olarak şöyle açıklanabilir:

a) Ümmet (fiilen) yoktur diye bütün dünya müslümanları tekfîr edilemez. Buna rağmen, kuşku yoktur ki, bütün müslümanlar Ümmetin yeniden yapılandırılmasından sorumludurlar ve (bir çeşit “gebermek” anlamına gelen) câhiliye ölümüyle ölebilecekleri tehdidi altındadırlar “Kim boynunda (ülü'l-emr'e) bey'at olmadan ölürse, câhiliye ölümüyle ölmüş olur." [583] Ancak bu tehdit, onların tümünün kâfir olduğu anlamına gelmez.

b) Bir mü’minin, ailesi ve yakın çevresi içindeki kimselerden birini tekfîr etme sorumluluğu, öncelikle o mü’minin kendisine aittir. Müctehid sıfatına hâiz uzmanlar dışında kalan üçüncü şahısların ona yönelik yapacakları uyarılar kesin birer tekfîr kararı sayılamaz.

c) Tekfîr kararı (delilleriyle birlikte) tebliğ edildikten sonra muhâtap eğer küfründe ısrar edecek olursa ancak o zaman tekfîr geçerli sayılır.

d) Şâhitsiz ve belgesiz tekfîr edilen kişi eğer yanlış anlaşıldığını ileri sürerek bilinçli şekilde hiç küfre girmediği yolunda kendini savunacak olursa, bunu kanıtlaması için kendisinden ayrıca delil istenemez. Aksine onu tekfîr eden kişinin pişmanlık duyması, ondan özür dilemesi ve tevbe etmesi gerekir.

e) Mü’min iken küfre açıkça girmiş olsa bile mürtedin ve mürted hükmündeki kişinin, İslâm hukukunda ön görülen cezası, hiçbir kişi ve örgüt tarafından infaz edilemez. Bu yetki sadece ve sadece İslâm Ümmeti adına İslâm Devleti organlarına aittir. Hatta bizzat devlet başkanının, (Halifenin, Cumhurbaşkanının...) ve Şûrâ meclisinin onayı şarttır.

f) Dünya müslümanlarının günümüzde uğradığı soykırım, cinâyet, işgal ve tecavüzleri içeride kolaylaştıran iktidârlara, ordulara ve örgütlere karşı savaş kapsamında verilecek tekfîr kararları, bütün tevhid ehlinin geçici şûrâsı tarafından onaylanınca meşrûluk kazanır. Bu gibi olağanüstü ortamlarda İslâm mücâhidleri, gerilla birlikleri ancak aralarındaki âlimlere danışarak tekfîr kararları alabilirler.

g) Gerek İslâm devletinin organları, gerekse münferit olarak kişiler, hiç kimse hakkında Allah adına tekfîr kararı alamazlar. İslâm Devleti, Ümmet adına tekfîr kararı verebilir ve infaz eder. Kişiler de sadece kendi adlarına tekfîr kararı verebilir ve sadece (pasif savunmada bulunabilirler), hiçbir sûrette infaza yetkileri yoktur!

h) Tekfîr, İslâm’da bazen sırf siyasî, bazen sırf hukukî, bazen de hem siyasî hem hukukî mâhiyeti olan çok yönlü bir meseledir. Tekfîr kararı asla bir aforoz değildir.[584]

Büyük Günah İşleyenin İtikadî Durumu ve Tekfîr

Tekfîr, bir müslümanı veya müslüman kabul edilen bir kimseyi küfre nisbet etmek; küfre girdiğini söylemek anlamına gelen dinî bir kavramdır.

Küfür içerisinde olan bir kişi bu durumdan kurtulup müslüman olabileceği gibi; müslüman olan bir kişi de dinden dönerek küfre girebilir. Ancak müslüman olan bir kimsenin hangi durumlarda küfre girebileceği; küfür ile iman arasındaki sınırın tayini tarih boyunca mezhepler arasında ihtilâf konusu olmuştur. Hatta aynı mezhebe bağlı âlimler bile bazen farklı görüşler ileri sürebilmektedir. Bu konudaki tartışma, Hâricîlerin ortaya çıkışıyla, yani Hz. Ali'nin hilâfeti döneminden günümüze kadar devam ede gelmektedir.

Hz. Ali ile Muâviye arasındaki anlaşmazlığın çözüme kavuşturulması için hakeme gidilmesini isteyen, sonra hakem olayının arzu edilen şekilde sonuçlanmaması üzerine daha önce Hz. Ali ordusunda bulunan, hatta hakemi kabul etmesi için ısrarda bulunanlardan bir gurup başkaldırmış ve Hz. Ali'yi, Allah'ın hükmünü bırakarak beşerin hakemliğine başvurmakla itham etmiş ve Hz. Ali ile hâlâ ona taraftarlık yapanların küfre girdiklerini ileri sürmüşlerdi. Hâricî olarak adlandırılan bu grubun bu davranışlarıyla İslâm tarihinde tekfir meselesi gündeme gelmiş, bilâhare çeşitli nedenlerle bazen haklı ve bazen haksız olarak tekfir daima müslümanların gündemini işgal etmeye devam etmiştir.

Hâricîlerin bu şekilde davranmaları onların sert mizaçlı, müsamahasız ve nassların anlattığı incelikleri anlamaktan uzak kimseler olduklarını ortaya koymaktadır.

Amel-iman ilişkisine dair belli başlı mezheplerin görüşlerini şu şekilde özetlemek mümkündür:

a) Hâricîler

Değişik fırkalara bölünmüş olan Hâricîler, büyük günah işleyen ve tevbe etmeden ölen kişinin ebedî olarak cehennemde kalacağına dair ittifak etmişlerdir. Ancak böyle bir günah işleyen kimse, müşrik anlamında bir kâfir midir, değil midir? Bu konuda aralarında ihtilâf vardır. Bazılarına göre, bu kimse mü’min değildir, ama muvahhiddir. Küfre girmiştir, ama onun küfrü, küfrân-ı nimet kabilinden bir küfürdür. Tevbe etmeden öldüğü takdirde cehennemde ebedî olarak kalacaktır.

Hâricîler, büyük günah işleyen kimseyi tekfir ederken, şeytanın, Hz. Âdem'e secde etmemesinden dolayı küfre girdiğini bildiren şu âyeti delil olarak zikrederler; "Bir zamanlar Biz, meleklere (ve cinlere); ‘Adem'e secde edin’ dedik. İblis hâriç hepsi secde ettiler. O, yüz çevirdi ve büyüklük tasladı, böylece kâfirlerden oldu."[585] Onlara göre şeytan Allah'a itaatkâr ve O'nu bilen biriydi. Hz. Âdem'e secde etmekten kaçınarak büyük günah işlemişti. Bu nedenle kâfir olarak lânetlenmiş ve cehennemde ebedî olarak kalacağına hükmolunmuştur.[586] Böylece onlara göre her büyük günah işleyen kişi, Allah'a başkaldırma ve O'na isyan etme kasdıyla günah işlemektedir ve bu nedenle de imandan çıkmış, küfre girmiştir.

b) Mu’tezile

Onlara göre müslüman iken büyük günah işleyen kimse tekfir edilemez, ama bu kimse mü’min de değildir. İki makam arasında bir yerdedir ve bulunduğu mertebe fısk olarak adlandırılır. Tevbe etmeden öldüğü takdirde ebedî olarak cehennemde kalacaktır.

Mü’min, övgüye lâyık bir kimsedir. Oysa büyük günah işleyen kişi, Kur'an'da kötülenmekte ve aşağılanmaktadır. Bu durumda olan kişi kâfir de değildir.[587] Bu konuda delil olarak ileri sürdükleri âyetler:

"Mü’min olan, hiç fâsık gibi olur mu? Onlar elbette bir olamazlar." [588]

"Hayır, her kim bir kötülük işler de onun kötülüğü kendisini çepeçevre kuşatırsa işte o kimseler cehennemliktir. Onlar orada devamlı kalırlar." [589]

"Kim bir mü’mini kasden öldürürse cezası ebedî kalmak üzere cehennemdir." [590]

Mu’tezile, bu ve benzeri âyetlere dayanarak büyük günah işleyenin mü’min olmaktan çıktığını ve fâsık olduğunu, cehennemde de ebedî olarak kalacağını iddia etmektedir. Hadislerden getirdikleri deliller ise; "Emanete riâyet etmeyen kimsenin imanı yoktur" hadisiyle, benzeri hadislerdir. [591]

Mu’tezile'nin görüşleri şöylece özetlenebilir: Kişi, ya hep günah işleyen biridir veya hep iyilik. Yahut iyiliğin yanında kötülük de işlemektedir. Sadece iyilik işliyorsa mü’mindir ve kurtuluşa ermiştir. Sırf kötülük işliyorsa, o zaman tâati yok demektir ve kâfirdir. Ama hem iyilik ve hem de kötülük işliyorsa, böyle bir kimsenin iyilikleriyle kötülüklerinin eşit olması düşünülemez. Ya iyiliği, yani tâati fazladır veya kötülüğü, yani günahı fazladır. Hangisi fazla ise, kişi ona nisbet edilir. İyiliği fazla olan kurtuluşa erer, kötülüğü fazla olan ise küfre nisbet edilir ve amellerinin boşa gittiğine hükmolunur.[592]

c) Mürcie

Hâricîlerin aksine, tekfir konusunda fırkalar arasında en yumuşak davranan fırka Mürcie'dir. Onlara göre amelin iman üzerinde herhangi bir etkisi yoktur. İman, Allah ve Rasûlünü bilmektir. Küfür ise, onlar hakkında herhangi bir bilgiye sahip olmamaktır.[593] Sevap işlemenin bir kâfire faydası olmadığı gibi, büyük günah işlemenin de mü’mine bir zararı yoktur.

d) Ehl-i Sünnet

İnsanı günah işlemeye sürükleyen birtakım etkenler vardır. Günah işlemenin sebebi, küfür olabileceği gibi hevâ ve şehevî arzular da olabilir. Kişi, şehevî arzularını tatmin için günah işler. İşlediği günah büyük de olabilir. Bu nedenle Ehl-i Sünnet, günah işlemiş olmasından dolayı kişiyi tekfir etmez. Ama sırf Allah'ın emirlerine karşı gelmek için günah işliyorsa, elbette ki böyle biri mü’min değil, kâfirdir.

Bununla birlikte amelin iman ile hiçbir ilgisinin bulunmadığını söylemek mümkün değildir. Selef, kalp ile tasdik ve dil ile ikrarı imanın temel direği, tâatleri de (Allah'ın emirlerini yerine getirme ve yasaklarından sakınmayı da) imanın dalları olarak değerlendirmişlerdir. İman ağacı ancak temel direk ve dallardan meydana gelir. Hiç dalı bulunmayan bir ağaç düşünülemez, ama birkaç dalı eksik olan ağaç ise ağaç olmaktan çıkmaz. Eksik bir ağaçtır sadece. Selef, “iman eksilir ve artar” derken dallar mesâbesinde olan tâatlerin eksilip artabileceğini kastederler. Böylece tâatleri de imandan sayarlar. Yani amel imanın bir cüz'üdür. Ancak bu cüz'den bir şeylerin eksilmesiyle iman ortadan kalkmaz. İmam Eş'arî (ö. 324/936) Ehl-i Sünnet âlimlerinin, imanın eksilme ve artmayı kabul ettiği görüşünde olduklarını belirtir.[594]

Kalp ile tasdik ve dil ile ikrar kişiyi küfürden çıkarıp iman dairesine sokar. Buradaki iman, küfrün karşıtı olan imandır, kâmil bir iman değildir. Kâmil iman, Allah'ın emirlerine riâyet ve yasaklarından sakınmakla gerçekleşir. Küfür nasıl kademe kademe ise, iman da öyledir. Her ne kadar bu derecelerin tamamı tek isim altında; iman ismi altında toplanıyorsa da dereceler birbirlerinden farklıdır.

Günah işleyen kimsenin (şirkten kaçındığı müddetçe) küfre girmeyeceği âyetlerle de sâbittir. Adam öldürmek büyük günahlardandır. Bununla birlikte Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Ey iman edenler, adam öldürmek hususunda üzerinize kısas farz kılındı."[595] Âyetin devamında da şöyle buyurulmaktadır: “Ancak kim kardeşi tarafından affedilirse, o zaman kısas düşer.” Görüldüğü gibi âyet katili, öldürülenin velîsinin kardeşi olarak nitelemektedir ki, buradaki kardeşlik ile iman kardeşliğinin kastedildiği apaçıktır. Yüce Allah, yine şöyle buyurmaktadır: “Mü’minlerden iki gurup birbirleriyle savaşırlarsa, aralarını bulunuz.”[596] Bu âyette de Allah, birbirleriyle savaşan iki grubu da mü’min olarak nitelemektedir.

Ehl-i Kıbleden olup da büyük günah işledikleri kesin olarak bilinen kimselerin tevbe etmeden ölmeleri halinde cenaze namazlarının kılınacağı, onlar için duâ edilerek affedilmelerinin istenebileceği konusunda, Peygamber (s.a.s) asrından çağımıza kadar olan zaman içinde ümmetin kesintisiz icmâı vardır. Hâlbuki bu gibi şeylerin mü’minden başkası için câiz olmadığı meselesinde ümmet yine ittifak halindedir.[597]

Ehl-i Sünnet, Mu’tezile tarafından delil olarak ileri sürülen âyetlerde kastedilenlerin, mü’min oldukları halde o günahları işleyen ve böylece küfre girenler olmayıp daha önce de kâfir olanlar olduklarını söylemektedir.

Mü’minlerin İnsanlar Hakkındaki Kanaati

 

Mü’minin, görünürdeki gerçeklerden hareket ederek toplumda farklı davranış ve kanaatlere sahip insanlar hakkında varabileceği yargı, en çok dört şekilden biri olabilir. Bunlar: Tahsin, te’vil, tefsîk ve tekfir’dir. Bunların da anlamı şudur:

Tahsin

Tahsin: Bir şeyi uygun, normal, ya da güzel görmek demektir. Bu fikrî değerlendirme, İslâm’ın emir ve yasaklarından hiçbirini açıkça çiğnemeyen kimsenin dengeli, mubah ya da takdir toplayıcı olan davranışlarına ilişkin hüsn-i zandır, olumlu kanaattir. Bu kanaat, ya tarafsızca olur, ya da bir beğeni duygusu olarak kalben yaşanır. Mü’min kişi, bu çizgideki kimselerin sadece dış görünüşlerine bakarak bu yargıya varmak durumundadır. 

Te’vil

Yorumlamak, daha doğrusu şüpheli bir durumu kasıtlı yorumlamaktan kaçınmaktır. Örneğin bir Müslüman, eğer İslâm’ın ölçülerine aykırı bir düşünce ve inanca saptığını, şüpheli kişi ve çevrelerle ilişki içinde olduğunu ya da suç ve günahlardan birini işlediğini açıkça ortaya koymamışsa, yalnızca söylentilere dayanılarak veya ihtimallerden hareket ederek onun aleyhinde bir değerlendirme yapılamaz. Aksine bilgisizliğin, duygusallığın ya da çeşitli yanlışlıkların, bu gibi söylentilere yol açmış olabileceğine ilişkin yorumlarda bulunmak, daha doğru olur. İşte buna “te’vil” denir.

İslâm tecessüsü yasaklamıştır.[598] Mü’min kişi, mü’min kardeşinin özel hayatını araştıramaz, araştırmayı bile düşünemez. Kişinin suçu gizli kaldığı sürece o, yalnızca Allah’a (c.c.) karşı suçludur. Şu var ki, bir müslümanın şüpheli durumu eğer başka bir müslamanın, ya da İslâm ümmetinin hayatı, sağlığı, mutluluk ve başarısı ya da maddî ve mânevî çıkarları açısından herhangi bir tehlikeyi dâvet edici ihtimallerden biri olarak görünürse te’vil yolu burada tıkanır ve bu ihtimal ciddi bir sorun olarak İslâm fıkhının birinci derecede konusu olur.

Tefsîk

Tefsîk: Fâsıklıkla suçlamak demektir. Fâsıklığın anlamı şudur: Müslüman kişinin, küfür ve şirk gibi İslâm’dan çıkmayı neticelendiren ağır suçlar hâriç, diğer bütün günah, yasak ve çirkin iş ve eylemlerden en az birini kanıtlanabilir şekilde işlemekle uğradığı sâbıkalılık durumuna “fısk” ya da “fâsıklık” denir. Kur’ân-ı Kerim’de münâfıklar[599] ve kâfirler[600] de fâsıklıkla nitelenmişlerdir. Ancak fâsık, daha çok bir fıkıh terimi olarak sâbıkalı Müslümanlar hakkında kullanılmıştır. Mü’min kişi, fâsık ya da (yaklaşık olarak) aynı anlama gelen “fâcir” müslümanı içinden dışlayamaz. Onunla ilişkilerinin nasıl olacağını ise İslâm fıkhı belirler.

Tekfîr

Tekfîr: Bir kimseyi kâfirlikle suçlamak demektir. İslâm âlimlerinin, çok dikkatli olunması uyarısında bulundukları hususlardan biridir. Bu nedenle büyüklerden birçok zevat: “Günah işleyen hiç kimseyi kâfir diye suçlamayız” dememişlerse de, “her günah işleyeni kâfirlikle suçlamayız” demişlerdir.[601] Bunun anlamı şudur: Müslüman kişi, işlediği hemen her günah sebebiyle kâfir olmaz. Ama öyle günahlar, öyle suçlar vardır ki işlendiği zaman (Allah korusun) İslâm Dininden çıkmak için yeterli bir neden oluşturabilir. Bunların başında ise Kur’ân-ı Kerim’i bir bütün olarak kabul etmemek, nass’la yasaklanmış olan bir şeyin yasaklığını tanımamak ya da yasak olmayan bir şeyi yasak kabul etmek gibi durumlar gelir.

Küfür çok ağır bir suç olduğu için mü’min kişi bu suçu işleyen kimse hakkında kesin yargıya varmadan önce bu durumdaki insanın gerçekten kâfir olup olmadığı hakkında duyduklarını ya da gördüklerini tekrar tekrar gözden geçirmeli, gerekirse âlimlere danıştıktan sonra bu konuda karara varmalıdır. Çünkü özellikle mü’min kişi eğer babası, oğlu, karısı ya da kardeşi gibi yakınlarından birini (sonradan) bu ağır suçun içinde görüyorsa İslâm Fıkhı’na konu olan çok büyük bir sorunla karşı karşıya bulunuyor demektir.[602]

 

Tekfire Sebep Olan Hususlar

Yanlış Konum Tesbiti: Halkında müslüman olan birçok ülkede yaşanı­lan konum, câhiliye konumudur. Bu ülkelerdeki şeytânî tahakkümler gücünü ve yaşama fırsatını, câhiliyeyi bilerek veya bilmeyerek benimseyen halktan almaktadırlar. Bulunduğumuz konumda yaşamamız gereken fıkıh, dâru’l-câhiliyede bulunan müslüman­ların yaşamakla mükellef oldukları fıkıhtır. Dâru’l-harp fıkhı ile dâru’l-câhiliye fıkhı arasındaki farklar ise, müslümanların gayri müslimlere karşı davranış ve yaklaşımlarında belirginleşmektedir. İslâm'ı bile­rek reddeden kâfirler ile İslâm'ı bilmeden reddeden cahillerin hepsi, İslâm'a göre gayri müslimdirler. Kâfirler ve cahiller gayri müslim olmalarına rağmen, İslâmî ölçülere sahip olan müslümanların kâfirlere ve cahillere karşı tavırları farklılık göstermektedir. Hak­kı bilmelerine rağmen inkâr eden kâfirleri tekfir et­mek câiz iken; cahillerin tekfir edilmeleri câiz değil­dir. Bu kimselerin net ve açık bir tebliğle uyarılmala­rı ve kurtuluşa dâvet edilmeleri gerekmektedir. Çünkü bütün peygamberler, insanları cennete dâvet etmeden cehenneme terk etmemişlerdir. Câhiliyeyi bilerek veya bilmeyerek destekleyen insanları İlâhî hükümlerle uyarmışlar, bu insanları merhamet duy­guları ile Allah'a kulluğa ve ebedî kurtuluşa dâvet et­mişlerdir. Rahmân sıfatının ışığında yapılan bu teb­liğ eylemini soğuk harp olarak değerlendirmek ve dâru’l-harp çerçevesine dâhil etmek ise ayrı bir ya­nılgıdır.

Allah'ın varlığını inkâr etmek, ulûhiyetinde ve rubûbiyetinde O'na ortak koşmak, Kur'an'da zikredilen isim ve sıfatlarını inkâr etmek insanı küfre düşürür. Mu’tezile ve müteahhir Ehl-i Sünnet kelâmcılarının, bazı sıfatları te'vil etmeleri her ne kadar sağlıklı bir yol değilse de küfre sebep değildir. Allah'a, sıfatlarının zıddını isnâd etmek, meselâ âciz olduğunu söylemek ya da eksiklik ifade eden sıfatlarla O'nu nitelemek, eşyaya hulûl ettiğini iddia etmek yine küfürdür.

Peygamber ve peygamberlik kurumu konusunda küfre götüren hususların belli başlı olanları ise şunlardır: Peygamberlik müessesesini inkâr etmek, Kur'an'da ismi geçen peygamberlerden birini veya bazısını inkâr etmek, peygamberlerden birine ulûhiyet isnâd etmek, peygamberleri veya onlardan birini tahkir ederek onlarla alay etmek, evliyânın peygamberlerden üstün olduklarını iddia etmek küfürdür.

Kur'ân-ı Kerim'in tamamını veya bir kısmını inkâr etmek, Kur'an'da zikredilen şeylerin varlığına inanmamak, Kur'an'dan olmayan bir şeyi Kur'an'a ilâve etmek. (Kur'an'ın mahlûk olup olmadığı meselesi Ehl-i Sünnet ve Mu’tezile arasında tartışma konusu olmuş ve bundan dolayı taraflardan bazıları birbirlerini tekfir etmiş iseler de böyle bir meseleden dolayı tekfir doğru değildir.)

Allah'ın indirdiğinden başkasını Kur’an’a üstün tutan ya da başka bir düzeni benimseyen, İslâmî emir ve hükümlerin devrinin geçtiğini savunan kişinin küfre girdiğinde şüphe yoktur. Ehl-i Sünnet'in mûtemet kaynaklarından biri olarak kabul edilen "Şerhu'l-Akaidi't-Tahâviyye" isimli eserde hükümle ilgili olarak şöyle denilmektedir: İster yönetici olsun, ister idâre edilen halktan herhangi biri olsun, her kim Allah'ın indirdiğiyle hükmetmenin gerekli olmadığını, kişilerin onları uygulayıp uygulamamakta serbest olduklarını iddia eder ya da bu konudaki Allah'ın emirlerini küçümseyecek olursa yine küfre girmiş olur. Ama Allah'ın emirlerinin üstünlüğüne ve bu hükümlere uymadığı takdirde âhirette cezaya çarptırılacağına inandığı halde bu emirleri uygulamıyorsa küfre girmez. [603]

 

İslâm inancında, bir kimseyi haksız olarak tekfir etmek son derece tehlikeli, son derece büyük vebâli olan bir davranıştır. Hz. Peygamber şöyle buyurur: "Kim kardeşine kâfir derse, ikisinden biri mutlaka kâfir olmuştur. Eğer itham edilen kâfir değilse; küfür, ithâm edene döner."[604] Bu hadiste dile getirilen tehdîdin ciddiyetini belirtmek için şunu kaydedelim ki, Ehl-i Sünnet ve'l-Cemâat dışında kalan mezheplerden Hâricîler'in tekfîr edilip edilemeyeceği münâkaşasında bâzıları, bir Müslümanı tekfir etmenin mesûliyetinin büyüklüğünü göz önüne alarak, ortadaki mübhemiyet sebebiyle, müsbet veya menfî hiçbir şey söylememeyi tercih ederken, tekfîr edilmeleri gerektiğine kaail olanlardan bir kısmı da görüşlerine delil olarak yukarıdaki hadis-i şerifi zikretmişler ve: "Onlar İslâm ümmetini tekfir ettiklerine göre kendileri kâfir olmuştur" demişlerdir. Bu düşüncede olan Kadı İyaz eş-Şifâ'da aynen şunları söyler: "Ümmeti, dalâlet ve bütün Ashâb'ı küfürle ithama müncer olan herhangi bir söz sarfeden herkesin kesinlikle küfrüne hükmediyoruz."

Burada kaydı gereken bir başka mühim hadis, Hz. Peygamber’in (s.a.s.) İslâm ümmetinin 73 fırkaya ayrılıp bunlardan sadece birinin fırka-ı nâciye (yâni kurtuluşa erecek olan hak yoldaki fırka) olacağını haber verdiği rivâyettir. Değişik rivâyet yollarıyla gelmiş olan hadisin bir vechinde, hidâyet üzere olup kurtuluşa erecek bu grubun kimler olduğunu, dinleyenlerden bazıları sorunca şu cevap verilmiştir: "Onlar, benim yolum üzerinde olanlar, ashâbım, Allah'ın dini üzerinde cidal ve münâkaşaya girmeyenler ve herhangi bir günah sebebiyle tevhîd ehlinden birini tekfir etmeyenlerdir."[605]

Özetle, İslâm âlimlerinin, ittifakla Muhammed ümmetinin dikkatlerini çektikleri bir husus, tekfir meselesi olmuştur. Buradaki titizliği Gazâlî'nin şu sözleriyle hülâsa edelim: "İmkân nisbetinde bir Müslümanı kâfirlikle ithamdan (tekfîrden) kaçınmak gerek... Zira, tevhîd'i (Allah'ın bir olduğunu) ikrâr eden musallî (namaz kılan) kimselerin kanını helâl saymak hatâdır. Hatâen bir Müslümanın kanını dökmektense hatâen bir kâfire hayat hakkı tanımak evlâdır." [606]

İslâm’ın Hâkim Olmadığı Yerlerde Müslümanların Problemleri ve İslâmî Duruşun Olmayışı

 

Yaşadığımız dönemde müslümanların (çoğunluk itibarıyla) durumu içler acısıdır. Bu konudaki problemleri maddeler halinde saymaya çalışalım:

1. Müslümanlar İslâm'ı bilmiyor; ilimden uzaklar; ilimden, yani mutlak hakikat olan İlâhî vahiyden mahrum, Kur'an'dan kopuk yaşadıkları için, Allah'ın Kitabından, birinci elden dini öğrenmiyorlar.

2. Bilmemekten daha kötüsü; İslâm'ı yanlış biliyorlar. Ölçü yanlış. Kur'an terazisiyle tartılıp ölçülmüyor bilinenler.

3. Kur'an'a dayalı iman esaslarını dosdoğru şekilde bilmiyorlar. Dosdoğru inanmıyor ve yaşamıyorlar. [607]

4. İnanç ve amellerine birçok şirk, hurâfe ve bid'at karışmış. Kimi bilinçli-bilinçsiz irtidat etmiş, kimi Allah'a endâd/eşler edinmiş, kimi de küfür içinde bir hayat sürüyorlar. "Onların çoğu Allah'a şirk koşmadan iman etmezler." [608]

5. İsyan ve itaat bilinci yok. "Lâ ilâhe" deyip reddetmesi gerekenleri bilmiyor; "illâ" diye teslim olması gereken zât belli değil. [609]

6. Siyasî bilinç yok. Tâğutlara sevgi içinde ve onlara destek ve yardımcı olma sözkonusu. [610]

7. Cihad ruhu yok; kardeşlik ve vahdet anlayışından uzak, ümmet bilincinden mahrum bir anlayış ve yaşayış. [611]

8. Tebliğ (emr-i bi'l-ma'rûf ve nehy-i ani'l-münker) terk edilmiş. Bedenin ihtiyacı olan gıdaların alınıp uygun şekilde çıkarılamayınca ne tür hastalık oluyorsa; okunan, duyulan, sohbet ve derslerde öğrenilen hakikatlerin uygun şekilde dille veya elle yazılarak dışarıya çıkarılamaması da fikrî kabızlığa sebep oluyor. [612]

9. Câhiliyeyi yıkmak için mücadele edecekleri yerde, dinlerini müdâfaa bile edemiyorlar.

10. Yanlış hizmet anlayışı; haramlarla, Batılı tarzda ve sadece aklî ya da pragmatizm ölçülerinde hizmet anlayışı. Rabbânî tarzda ve nebevî ölçülerde, kulluğun içine girecek şekilde hizmet değil.

11. Müslümanların kahir çoğunluğu dünyevîleşti, kapitalistleşti. Dünyaya aşırı meyil, malın kulu, paranın nesnesi olma, lüks, israf, eşya tutkunluğu herkesi ve her yeri kuşattı.

12. Âhirete (cennet ve cehenneme)yakînî iman ve âhireti öncelikleyip oraya hazır olmak yok. Bu toplumun fertleri tek kanatlı kuş gibiler, iki dünyalı değiller. Dünyalarını âhiret açısından değerlendirmeyiş sözkonusu.

13.  Ulusçuluk, vatancılık, ırkçılık, hemşehricilik, düzencilik (devletçi çizgi),

14. Atalar dinine sarılma, gelenek ve âdetleri kutsama ve mutlak doğru kabul etme.

15. Modernizm çizgisinde müsteşrike benzer din anlayışı; ılıman İslâm denen, içi boşaltılmış ve çağdaş câhiliye değer(sizlik)leriyle doldurulmuş yapay din anlayışı

16. Geçim uğraşısından başka bir şeyi görmeyiş veya zengin olma hayalleri içinde Karun gibi olmak için ne gerekirse yapmaya hazır olma.

17. Futbol hastalığı, müzik tutkunluğu, TV. ve özellikle dizi bağımlılığı, internet düşkünlüğü ve bilgi kirliliğine muhâtap olma.

18. Demokrasi ile işlerin düzeleceğini sanıyorlar. "Oyu ver, koyuver" anlayışı. Aslında ülkeyi kimlerin yönettiğini görmek için çok zeki olmaya gerek yok. Ülkenin derin devlet denilen, başta yattığı yerden Atatürk (onun laiklik gibi ilkeleri) olmak üzere, silâhlı kuvvetler; Yargıtay, Danıştay, Anayasa Mahkemesi gibi kurumlar, para ve TÜSİAD gibi para babaları, Amerika, Batı ve onların prensipleri yönetiyor. Halkın seçtikleri en son sırada. Onlar sekreter ve piyon durumunda. Halk bunun farkında değil. Kendi tâğutunu seçme telâşında. Allah'ın indirdikleriyle hükmetmeyenleri velî (dost ve yönetici) kabul etmekte.

19. Sünnetullah'ı bilmiyorlar. Allah'ın değişmez yasalarına ters düşen tavırlar sergiliyorlar. Sıkıntıyla, zorluklarla, korkuyla, cihadla, açlıkla sınanmadan kurtuluş bekliyorlar. Rahat ve keyifleri (hevâlarını tanrı edinme) öne çıkıyor. Üzerine düşen görevleri yapmadan sadece dille duâ sâyesinde netice isteniyor. [613]

20. Din'in “asl”ında tenzilât, “ayrıntılarda” ilâvelerde bulunma şeklinde beliren yanlış dindarlık ve yanlış takvâ anlayışı, gerçek Müslümanlık kabul ediliyor. İnsanlar şirkten sakınmadan nâfile ibâdetlerle dindar olabileceklerini sanıyor. Mistisizm; pasif din ve dindarlık anlayışı yaygın.

21. Bilinçli-bilinçsiz tevhidî İslâm'a ve muvahhid Müslümanlara düşmanlık.

22. İbâdetlere önem verilmiyor; tâğutlara, putlara, bâtıla farkında olmadan da olsa ibâdet ediliyor. Haram-helâl, farz-vâcip önemsenmiyor.

23. Her çeşit ahlâk krizi; Zulme râzı, edilgen, rüzgâr nereden kuvvetli esiyorsa onun götürdüğü yere sürüklenen nesneleşmiş insanlar.

24. Mürcie düşüncesi: “İman ayrı, amel ayrı” diyerek amellere önem vermeden cenneti garanti gören zavallı anlayış.

25. Çevre şartlarına teslimiyet: Medya, düzen, okullar, moda, çılgınca tüketim, reklâmların etkisinde kalma, yaşama biçimi yönüyle kâfirlere benzeyen ve onlara tavır al(a)mayan bir yaklaşım.

26. Kimlik problemi: a- Kimliksizlik (ne Müslüman olduğu belli, ne gâvur olduğu) b- Çok kimliklilik (Her boyaya giren, her inanca uygun davranan, aslında hiçbirinde samimi olmayan münâfık tipli iki yüzlülük, iki yüz yüzlülük.

27. Laiklik: Camide veya namazda başka İlâha; sokakta, işyerinde başka ilâha uyma. Tanrının hakkını (sadece ibâdet gibi hususlarda) Tanrıya, Sezar'ın (devletin) hakkını (olmayan hakkını) Sezar'a verme; böylece çok tanrı edinme anlamında laiklik uygulaması.

28. Aynı Allah'a, aynı Peygamber'e, aynı Kitab'a inanmıyor insanlar. Herkesin kendine göre farklı bir Allah, Peygamber ve Kitab anlayışı var. Kur'an'ın tanıttığı şekilde özellikleri olan Allah, Nebî ve Kur'an anlayışı yok; kargaşa var bu konuda, her Kur’an kavramıyla ilgili hususlarda.

29. Vahyin ışığında aklı kullanmamak, akletmemek, düşünmemek, tefekkürden uzak yaşamak; buna rağmen din hakkında ahkâm kesmek, bilgiçlik taslamak, nutuk atmak.

30. Bütün bunların hem sebebi ve hem sonucu olarak izzet ve onurlarını kaybettiler, zillete mahkûm yaşıyorlar. [614] Zaten izzeti yanlış yerde arıyorlar. Mü’minlere karşı aziz/sert, kâfirlere karşı ise zillet/alçak gönüllü davranış.

Günümüzde Tevhid Problemi ve Sebepleri

 

Halkın Sahih İnançtan Tâviz Verme Nedenleri

  • Cehâlet: Halk dini, hurâfeler ve dâvetçilerin uyarısının yetersizliği, ihmal, emr-i bi’l-ma’rûf ve nehy-i ani’l-münker eksikliği. Trafik polisi yok yolda, hız düşkünü hırslı kimselere, acemi şoförlere ve câhillere uygun ortam.
  • Siyâsî baskı ve dayatmalar, yönlendirmeler, tâğûtî tavır; devlet dini, resmî din teşkilatları, Bel’amlar, irtica/gericilik yaygaraları ve laiklik. Derin devletin psikolojik ve her çeşit baskı ve sindirmesi. Resmî din anlayışı: “Lâ”sı olmayan bir din, redsiz akaid. Hâlbuki insanın kurtulması için kutsal küfür olan “tâğutu inkâr etmek, ona küfretmek”[615], varsa iyi taraflarını örtmek ve kabul etmemek gerekli idi. Bu kutsal küfrün yanında, çirkin iman da vardır; imana şirk karıştırmak gibi: “Onların çoğu Allah’a şirk koşmadan iman etmezler.”[616]; Yine imanın yanlış yere yöneldiğinin örneği olarak şöyle buyruluyor: “(Ehl-i kitap) tâğuta ve cibte (bâtıl tanrılara) iman ediyorlar…” [617]

İslâm’ın hâkim olmadığı rejimlerde tâğûtî düzenin tüm kurum ve kuruluşları müşrik vatandaş yetiştirmek için bütün güçlerini sarfederler. 

3- Rubûbiyet tevhidini yeterli görmek, Allah’ın varlığının isbat ve kabulünü merkeze almak: Ateizm, komünizm, Dârvinizm karşıtlığını yeterli görmek. Çiçek ve böcekle, arı peteğindeki Allah yazısı ile tatmin olmak ve bunları aşırı önemsemek.

4- Mürcie düşüncesi ve haksız teslîm (insanları İslâm’a nisbet): Ameli imandan ayrı kabul ederek ittibâ yoluyla şirki fark etmemek. Mistisizm felsefesi, Kur’an kavramlarını te’vil, tahrif ve dejenere etmek. Tasavvufî yaşayış; pasif tepki, kabuğuna çekilme, kendilerine karşı cihad edilecek şahısları ve zihniyetleri kendi hallerine terk edip sadece nefsiyle uğraşmak. Felsefî veya kelâmî tartışmalar, cedel. Eski Türk dinlerinin kalıntısı ve geleneğin (atalar dininin) mirası.

5- Haksız tekfîr; antitez akaidi, mezhepçilik, grupçuluk, bağnazlık.

 

6- Egemen güçlerin yönlendirmesi, özendirmesi: Sağcı, muhâfazakâr, demokratik İslâm anlayışları. Amerikancı, düzenci din yaklaşımı, ılıman İslâm, BOP vb. yaklaşımların çekim alanına girmek. Kafaların ve gönüllerin işgali, sömürü ve köleleştirmenin kurbanları.

7- Dünyevîleşme, lüks, israf, şükürsüzlük ya da geçim sıkıntısı. Cihadın terki ve eylemsizlik. İlâhî emir ve tekliflerden kaçınma, kâfirlere özenme ve benzeme.

8- Çevre şartları: Medya (özellikle TV), okullar (özel olduğu iddia edilen ve hatta din öğreten okullar ve kurslar), yaşama biçimleri, reklâm, dostluk ilişkileri… Kimlik problemi: Kimliksizlik ya da çok kimliklilik.

9- Aşağılık duygusu, kendi dinine, müslümanlara ve kendine güvensizlik, aşırı eleştiri.

 

10- Kibir, gurur, istiğnâ.

 

11- Dâvetçilerin örnek yaşayış sahibi olamayışları, sadece laf üretmeleri, tevhidin sadece siyasî yönünden bahsedilmesi.

 

12- Bilgi kirliliği, gereksiz konular ve konuşmalar. Endâd edinme; futbol, TV. internet, müzik gibi uyutucu ve uyuşturucuların etkisi.

 

13- Laiklik: İki veya çok dinlilik. Câmideki veya namaz kılarkenki İlâh’la; sokaktaki, okul, iş yeri, mahkeme ve meclisteki… ilâhın farklılığı. Allah’ın sadece göklerin (tabiat güçlerinin) hâkimi olduğu anlayışı.

 

Ne Yapmalı? Kur’an ve Peygamber ne yaptı, nereden başladı ve hangi şeye en çok önem verdi ise biz de öyle yapmalıyız. Her konuyu “tevhid”le bağlantılı anlatmalıyız. “Tevhid”i sadece siyasî çıkarım ve yorumlarla bağlantılı gündeme getirmek yerine; onu parçalamamalı ve kendimiz de “tevhid ahlâkı”na uymalı, hal dilimizle, her an ve herkese tebliğ edebilmeliyiz.       

Bu problemlere Kur'an'ın çözüm olarak sunduğu İslâmî Duruş

1- İman, 2- Sâlih amel, 3-Hicret, 4- Cihad, 5- Sabır, 6- Tebliğ, 7- Aklı kullanmak, tefekkür, 8- İlim, 9- Kur'an'ı okuyup anlama, yaşama ve yaşatmaya çabalama, 10- Takvâ, 11- Tâğutu reddetme.

Müslümanların Akaidine Giren Yanlışlar ve Nedenleri

                            

1- KUR’AN’A BAKIŞ: Kur’an’ın anlaşılmaz olduğu anlayışı. Sadece sevaba girmek için Arapça metnini okumakla yetinmek. “Kur’an akaidi”, “İslâm akaidi” anlayışının olmaması. Akaidin Kur’an’dan bağımsız işlenmesi, Bir konunun Kur’an’da olup olmamasının önemsenmeyişi, bir konunun Kur’an’la sağlamasının yapılmaması. İmanın artıp eksilmesi, nebî-Rasûl ayrımı, suhuf, hayrihî ve şerrihî mina’llah örneklerinde olduğu gibi.

2- GÜNCEL İTİKADÎ PROBLEM VE SAPMALARA YETERLİ ŞEKİLDE DEĞİNİLMEMESİ: Allah’ın indirdiğiyle hükmetmeyen düzenler, tâğutlar, putlar, vahyi reddeden eğitim ve benzeri kurumlar…

3- PARÇACI YAKLAŞIM: Kur’an bütünlüğünde bir kavramın nasıl kullanıldığını önemsememek, Kur’an’ın en doğru tefsirinin yine Kur’an olduğunu unutmak. Kader konusunda tarihteki ifrat ve tefriti savunan mezhepler örneğinde olduğu gibi.

4- HADİSLER KONUSUNDA İFRAT VE TEFRİT: İfrat, her rivâyetin sahih kabulü ve Kur’an’a ters düşen zayıf rivâyetlerin bile akaidde temel ölçü kabul edilmesi. Yine bunun tam aksine, tefrit olarak; Peygamber’e akaidle ilgili Kur’an’da bahsedilen konuları açıklama hakkının bile verilmemesi.

5- ÖNCEKİ ÂLİMLERİN HER DEDİKLERİNİN MUTLAK DOĞRU OLDUĞU ANLAYIŞI: Eski âlimler eleştirilemez, “onların vardır bir bildiği” denilir, anlamaya çalışılır, te’vil edilir, tasdik edilir, şerh edilir. Ama Kur’an’la tashih edilmeye gerek duyulmaz.

6- BEŞERÎ YORUM VE DÜŞÜNCELERİN TEMEL AKAİD İLKESİ GİBİ KABULÜ: İman ilkeleri mutlak hakikate dayanmalıdır. Yorumlar, ictihadî, beşerî ve zannî doğrular akaidde ümmeti bağlamaz ve delil olmaz. Yorumlara tüm müslümanların katılması beklenmemeli, bu yorumlara uymadığı gerekçesiyle mü’minler tekfir edilmemeli. Seyyid Kutub’un, Mevdûdî ve benzeri âlimlerin akaidle ilgili, sosyal yapı, siyaset ve tâğutla ilgili yorumları, ya da Akaid hoca(ları)mızın yorumlarını doğru kabul etmek başka, o yorumlardan yola çıkarak farklı te’vil ve yorumlara sahip olanları tekfir etmek başkadır. 

7- SADECE KABULÜN YETERLİ GÖRÜLÜP REDDEDİLMESİ GEREKEN ESASLARIN OLMADIĞI İNTİBÂSI: Din “lâ ilâhe…” ile başlıyor. Reddedilmesi gereken hususlar, falan mezhebin veya cemaatin görüşü değil; kesin küfür olan şeyler olarak gösterilmeli.

8- HAKSIZ TEKFİR VE HAKSIZ TESLÎM: Hâricî veya Mürcie mantığı/mirası.

9- İSRÂİLİYAT, ESKİ CÂHİLİYE İNANÇLARININ İSLÂM’A TAŞINMASI.

10- HURÂFE VE BÂTIL İNANIŞLAR: Geleneksel ve modern yatır tapımı, bazı insanların, simge ve soyut kavramların putlaştırılması, Kemalizm inancı, resmî programlarda ve okullardaki âyin şeklinde törenler, “Allah devlete zeval vermesin” gibi yanlış duâlar ve yanlış siyasî tavır veya tavırsızlık…

11- TEVHİDİN GÖLGELENMESİ: Tevhide yeterli önem verilmemesi. Tevhidin bireysel, sosyal ve siyasal hayata yansıması gereken esaslardan hemen hiç bahsedilmemesi. Hâlbuki tevhid tüm peygamberlerin ilk ve en önemli mesajı idi. Kur’an’ın da ilk ve en önemli mesajıdır.

12- TEMEL İTİKAD ESASLARININ BİR BÜTÜN OLDUĞU VE BÖLÜNME KABUL ETMEDİĞİNİN GÖZARDI EDİLMESİ.

13- TASAVVUFÎ BAKIŞ AÇISI: Hiçbir muvahhid müslümanın kabul etmemesi gereken ve ancak şirkle bağlantısı olan tasavvufî bazı kavramları savunan ve Kur’an’a bu tahrif edilmiş kavramlarla bakan anlayış: Vahdet-i Vücud, Fenâ fillâh ve “Ene’l-Hak” gibi sapık görüşler, tevhide tümüyle zıt şathiyeler, tasarruf, istimdâd (medet umma), evliyâ, yatır, gavs, kutup, üçler, dörtler, yediler, kırklar anlayışı. Dünya-âhiret ikilemi, yanlış zühd ve takvâ tanımı, İslâm’ın siyaset anlayışını terk edip tâğutlara ve küfür rejimlerine rızâ, kendisiyle (nefsiyle) uğraşmanın esas/büyük cihad olduğu, ilmin önemsenmemesi gibi anlayış(sızlık)lar, ciddi sapmalara yol açan problemlerdir. Yine, Kur’an’a ters şefaat, vesile, velî, kerâmet, bid’at zikir ve râbıta anlayışlarının asırlardır Akaidi olumsuz etkilediği bir vâkıadır. 

  

14- KUR’AN VE AKAİD KAVRAMLARININ İÇİNİN BOŞALTILMASI VE BAŞKA ŞEYLERLE DOLDURULMASI: Tarihsel süreç içinde Kur’an kavramlarının çoğunun içinin boşaltıldığına ve başka şeylerle doldurulduğuna şâhit oluyoruz: Tevhid, şirk, tâğut, (İlmini dünya karşılığı satan Kitap yüklü eşeğe benzetilen kötü âlimler için -Kur’an’da geçmemesine rağmen- bu şekilde kavramlaştırılan) bel’am gibi sayıları çoğaltılabilecek Kur’an kavramlarının anlamının unutturulduğu ve güncel hayatla bağlantısının koparıldığı bir vâkıadır. Yine zikir, ibâdet, imam, nefis, zulüm gibi kavramların anlamının daraltıldığını, yanlış veya eksik anlaşıldığını görüyoruz. Cihad, vesile, duâ, şefaat, velî-evliyâ, halife gibi kavramların tahrif edilip saptırıldığını müşâhede ediyoruz. Bu, ihânet derecesindeki çarpık kabullerin tarihte kaldığını, günümüzde en azından âlim ve kanaat önderi geçinenlerin bu saplantı ve yanlışlardan kurtulduğunu iddia etmek çok zor.

Tekfir Konusunda Belli Bir Şahıs ile Grup Birbirinden Ayrı Değerlendirilmelidir

Akaid konusunda uzman araştırmacı âlimler, tekfir konusunda şahıs ile grubu birbirinden ayrı değerlendirmenin gerekli olduğunu vurgularlar.

Bunun mânâsı şudur: Biz meselâ materyalistler, komünistler kâfirdir veya İslâm şeriatının hükümlerini reddeden laik dev­let adamları kâfirdir veya kim şöyle derse yahut şuna davet ederse kâfirdir demeliyiz. Çünkü bütün bunlar nevi (toplu­luk, grup) üzerine hüküm vermek demektir. Fakat bu saydı­ğımız gruplara mensup olan belli bir şahsa iş taalluk ettiğinde, o zaman onun gerçek konumunu tahkik ve tesbit etmek için orda durmak ve onu sorgulamak, onunla tartışmak gere­kir. Ta ki onu tekfir edebilmemiz için onun aleyhine deliller ortaya çıksın, onun hakkındaki şüpheler giderilsin ve onun ileri sürdüğü mâzeretler yok olsun...

Bu konuda Şeyhü'l İslâm İbn Teymiyye şöyle demekte­dir: "Şüphesiz ki bazen belli bir söz küfür olur. Bu sebeple söyleyen tekfir edilir ve "kim şöyle derse kâfir olur" denilir. Fakat böyle bir sözü söyleyen belirli bir şahsın aleyhinde terk eden kişiyi kâfir kılan delil, tam olarak ortaya çıkmadıkça o şahsın kâfir olduğuna hükmedilmez. İşte bu, kâfirleri tehdit eden vaid âyetlerindeki hüküm gi­bidir: Allah Teâlâ şöyle buyuruyor: "Gerçekten, yetimlerin mallarını zulmederek yiyenler, karınlarına ancak ateş doldur­muş olurlar. Onlar, çılgın bir ateşe gireceklerdir." [618]

Bu ve benzeri vaid âyetleri haktır. Fakat muayyen bir şahıs aleyhine azâba müstahak olduğuna dair şahâdet edilmez, ehl-i kıbleden belirli birinin cehenneme gireceği söylene­mez. Çünkü bu vaid nassları ona ulaşmamış olabilir, tahrim âyetleri ona iletilmemiş olabilir ve işlemiş olduğu haramdan dolayı tevbe etmiş olabilir... Veya onun işlediği haram fiilin cezasını silecek büyük iyilikleri olabilir ya da işlediği suça keffâret olarak başına birtakım musîbetler gelmiş olabilir.

Söyleyeni küfre sokan sözleri dillendiren adama belki haki­kati bildiren nasslar tebliğ edilmemiş olabilir. Veya ona ulaş­mış da, ona göre sâbit olmamış (hadisi sahih kabul etmemiş) veya onu iyice anlamamış olabilir. Bazen de Allah Teâlâ'nın affettiği şüpheler ona ârız olmuş olabilir..."

Daha sonra şöyle demektedir: "İşte müctehid imamların mezhepleri, zikretmiş olduğumuz bu tafsilâtta olduğu gibi belli bir şahıs ile grubu birbirinden ayırt etme üzerine binâ edilmiştir." [619]

Bunlardan da anlaşıldığı gibi, küfür olan bir fiili veya şirk olma ihtimali olan bir davranışı açıkça ortaya ko­yanlar hakkında böyle ihtiyatla davranmak gerektiğine göre, nasıl olur da bir müslüman "Lâ ilâhe illâllah Muhammedun Rasûlullah" diyerek Allah'tan başka ilâh olmadığına ve Hz. Muhammed'in onun elçisi olduğuna şahâdet eden ço­ğunlukları, sâlih amelleriyle kötü fiilleri birbiriyle karıştırsalar bile, tekfir etmeye cür’et edebilir?

Hâlbuki insanların şehâdeteyni ikrar etmeleri, hak ve hu­kukları müstesnâ olmak üzere, onların canlarının ve malları­nın korunmuş olmasını sağlar. Onların hesapları ise Allah’a (c.c.) aittir. Biz ise, zâhire göre hükmetmekle emrolunduk. Kişinin gizli olan sırlarını sadece Allah (c.c.) bilir.

Rasûlullah (s.a.s.)'den sahih, hatta bazı âlimlere göre mütevâtir olarak şu hadis rivâyet edilmiştir: "Ben, insanlar Lâ ilâhe illâllah (Allah'tan başka ilâh yoktur) deyinceye kadar onlarla savaşmakla emrolundum. Bunu dedikleri takdirde, hak ettikleri hâriç, benden canlarını ve mallarını korumuş olurlar. Onların hesabını görmek ise Allah'a kalmıştır." [620]

 

 

İnsan Ne ile İslâm'a Girer?

Şüphesiz insan İslâm'a iki şehâdet cümlesinden ibaret olan kelime-i şehâdetle girer. Kim bu iki şehâdet cümlesini dili ile ikrar ederse İslâm’a girmiş olur ve kalben kâfir olsa bile onun hakkında müslümanlara uygula­nan hükümler câri olur. Çünkü biz zâhire göre hüküm vermek­le ve kişinin sırlarını ise Allah'a (c.c.) havâle etmekle emrolunmuşuz. Bu hakikatle ilgili göstereceğimiz deliller ise şunlardır:

1. Şüphesiz Hz. Peygamber (s.a.s) şehâdeteyni ikrar ede­nin müslümanlığını kabul eder ve onun müslüman olduğuna hükmetmek için meselâ namazın vaktinin girmesini, zekâtın havlini veya Ramazan farzını edâ etmesini beklemezdi. Sade­ce onun şehâdeteyne iman etmesi ve bunu açıkça inkâr etme­mesi ile yetinirdi.

2. Buhârî ve diğer bazı hadis imamlarının rivâyet ettiği Üsâme bin Zeyd (r.a.) ile ilgili hadiste belirtildiğine göre, Üsâme bir adama kılıç çek­miş, o da "Lâ ilâhe illâllah" demişti. Fakat Üsâme buna rağmen onu öldürmüştü. Hz. Peygamber bunu duyunca, çok şiddetli bir şekilde kızdı ve Üsâme'ye şöyle buyurdu:

“Sen onu "Lâ ilâhe illâllah" dedikten sonra mı öldürdün?” Bunun üzerine Üsame şöyle dedi:

“O, kılıçtan kurtulmak için onu söylemiştir!” Hz. Peygamber de ona dedi ki:

“Sen onun kalbini mi yarıp baktın?”

Başka bazı rivâyetlere göre şöyle buyurmuştur: "Kıyâmet günü (onun söylediği) lâ ilâhe illâllah’ı ne yapacaksın? (O söze karşı kendini nasıl savunacaksın?)” dedi ve bu sözü çokça tekrarladı.[621]

3. Ebû Hüreyre şu hadisi rivâyet etmiştir: "Ben, insanlar Lâ ilâhe illâllah (Allah'tan başka ilâh yoktur) deyinceye kadar onlarla savaşmakla emrolundum. Bunu dedikleri takdirde, hak ettikleri hâriç, benden canlarını ve mallarını korumuş olurlar. Onların hesabını görmek ise Allah'a kalmıştır." [622]

Bizim burada delilimiz şudur: Şüphesiz Arap müşrikleri, canlarını ve mallarını koruduklarını belirten ibarenin delâletiy­le, lâ ilâhe illâllah dedikleri zaman, onunla İslâm’a girmiş olur­lar.

Hafız es-Suyûtî "el-Câmiu’s-Sağîr" isimli kitabında, "bu hadis mütevâtir bir hadistir" demiştir. Bu kitabın şârihi olan el-Münâvî de şöyle demiştir: "Çünkü bu hadisi on beş sahâbi ri­vâyet etmiştir."

Allâme İbn Receb el-Hanbelî "Camiu'1-Ulum ve'l-Hikem" isimli kitabında şunu söylemektedir: "Zarûri olarak bilinenlerdendir ki, Hz. Peygamber (s.a.s.) İslâm’a girmek için kendisine gelenlerin hepsinden sadece şehâdeteyni söyle­mesini kabul ederdi. Böylece o, İslâm’a girmiş ve canını kur­tarmış olurdu. O (s.a.s.), Üsame b. Zeyd'e, kılıcını kaldırdığında "lâ ilâhe illâllah" diyen kişiyi öldürdüğü için çok sert bir şekilde kızmıştı. Hz. Peygamber İslâm'a girmek isteyenlere namaz ve zekâta iltizam etmelerini şart koşmuyordu. Aksine Hz. Peygamber'in zekât vermemek şartıyla müslüman olmak isteyen bir kavmin müslümanlığını kabul ettiği rivâyet edilmektedir.

İmam Ahmed'in "Müsned"inde Cabir (r.a.)'den rivâyet ettiğine göre, o, şöyle demiştir: "Sakif kabilesi Rasûlullah’a (s.a.s.) sadaka vermemek ve cihad etmemek üzere şart koş­tular. Rasûlullah (s.a.s.) ise (şartlarını kabul ettikten sonra) şöyle buyurdu: "Onlar daha sonra sadaka da verecekler, cihad da edecekler."

Yine Ahmed bin Hanbel’in Müsned'inde Nasr b. Asım el-Leysi'den rivâyet ettiğine göre, onlardan bir adam Peygamber'e gelip iki vakit namazdan başka namaz kılmamak şartıyla müs­lüman oldu. Peygamber de onun müslümanlığını kabul etti."

İbn Recep diyor ki: İmam Ahmed bu hadisleri delil alarak şöyle demiştir: "Fâsid şart üzere müslüman olmak sahih olur. Fakat müslüman olduktan sonra İslâm’ın bütün kanunlarını yerine getirmek gerekir." Bu nakillerde bizi ilgilendiren iki husus vardır:

a. Şüphesiz İslâm'a girmek, şehâdeteyn ile gerçekleşir. Bundan dolayıdır ki bazı Selef âlimlerinden şu söz nakle­dilmiştir: "İslâm kelimedir." Yani İslâm, kelime-i şehâdet ile gerçekleşir.

b. İbn Receb'in zikrettiği ve İmamu's-Sünne Ahmed b.Hanbel'in rivâyet ettiği hoşgörüyü ve geniş ufukluluğu ifa­de eden hadislere gelince... Rasûlullah (s.a.s.) özellikle yeni İslâm'a girmiş olanlara bu tavrı göstererek, bununla insanları çeşitli durumlarına ve konumlarına göre tedavi ediyordu.

Şüphesiz Hz. Peygamber (s.a.s.) bazıları için reddettiği şartları, diğer bazıları için kabul etmişti. Beşir b. el-Hassasiye'den gelen hadise göre, o sadaka vermemek ve cihad etme­mek şartıyla müslüman olmak üzere Hz. Peygamber (s.a.s.)'e biat etmek istemiş, bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s.) on­dan elini çekerek şöyle buyurmuştur: "Ey Beşir! Cihad yok, sadaka yok. Peki o zaman ne ile cennete gireceksin?!"

Fakat Hz. Peygamber (s.a.s.) Sakif kabilesinden bu şartı kabul etti ve onlara bu konum üzere donup kalmayacaklarını ve müslümanlıkları ilerleyince diğer müslümanların yaptıkla­rı her şeyi yapacaklarını da bildirdi: İşte bunun için onlara güvenerek şöyle buyurmuştur: "Onlar gelecekte sadaka da verecekler ve cihad da edecekler." [623]

Tevhid Üzere Ölen Kimse Cenneti Hak Eder

 

Tevhid inancı üzere, yani Allah'tan başka ilâh olmadığına inanarak ölenler Allah (c.c.) katında iki şeyle ödüllendirilir:

1. Ateşte daimi olarak kalmaktan kurtulur, ister içki gibi Al­lah'ın hakkına taalluk etsin, isterse hırsızlık gibi kulların hakları­na taalluk etsin, ne kadar günah işlerse işlesin durum değişmez. Kalbinde hardal tanesi kadar iman bulunduğu müddetçe, günah­ları sebebiyle cehenneme girse bile, mutlaka oradan çıkacaktır.

2. Ne kadar gecikirse geciksin, mutlaka cennete girecektir, işleyip de tevbe etmediği ve herhangi bir sebeple keffaretini ödeyemediği günahları sebebiyle cehennemde azabını çeke­ceğinden dolayı, ilk önce cennete girenlerle beraber olmasa da cezasını çektikten sonra mutlaka girecektir.

Buna gösterdiğimiz deliller Buhârî ve Müslim ile diğer hadis kaynaklarında geçen sahih ve meşhur hadislerdir. Bunlardan birkaçını aşağıya alıyoruz:

Ubâde b. es-Sâbit’ten rivâyet edildiğine göre Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: "Kim ki Allah'tan başka ilâh olmadığına, onun bir olduğuna ve şeriki olmadığına, Muhammed'in O'nun kulu ve elçisi olduğuna, İsa'nın da O'nun kulu, Rasûlü ve Mer­yem'e ilka etmiş olduğu kelimesi ve kendi katından bir ruh oldu­ğuna, cennetin ve cehennemin hak olduğuna şehâdet ederse, hangi amel üzere olursa olsun, Allah (c.c.) onu cennete koyacaktır."

Ebû Zerr (r.a.)'dan rivâyet edildiğine göre şöyle demiştir: Ben Rasûlullah’ın (s.a.s) yanına geldim. Bana şöyle buyurdu: "Allah'tan başka ilâh yoktur diyen ve sonra bu inanç üzere ölen hiçbir kul yoktur ki cennete girmesin."

Başka bir hadiste şöyle buyuruluyor: "Lâ ilâhe illâllah Muhammedun rasûlullah deyip Allah'tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed'in O'nun Rasûlü olduğuna şehâdet eden kimseye Allah ateşi haram kılmıştır." [624]

 

"Allah'a iman edip O'na hiç bir şeyi ortak koşmayan Cennet'e girmiştir. Allah'a inanıp da O'na şirk koşan ise Cehenneme girmiştir." [625]

“…Kim ‘lâ ilâhe illâllah’ der ve Allah’tan başka tapınılan şeyleri reddederse onun malına ve canına haksız yere dokunmak haram olur. Hesabı Allah’a kalmıştır.” [626]

Yine Enes (r.a.)'den rivâyet edildiğine göre Hz. Peygam­ber şöyle buyurmuştur: "Kalbinde zerre kadar hayır (iman) bulunduğu halde "lailâhe illallah" diyen bir kimse (bile) ce­hennemden çıkacaktır." [627]

Bu hadislerin hepsinde Buhârî ve Müslim ittifak etmişlerdir. Yine Buhârî ve Müslim, Ebû Zer'den rivâyet ediyor: Hz. Peygamber’e (s.a.s.) gelmiştim, uyuyordu. Uyanınca yanına oturdum. (konuşmamız) sırasında: "Lâ ilâhe illâllah deyip sonra da bu söz üzerine ölen her kul cennete gider" buyurdu. (Hayretle) sordum: "Zina etse ve hırsızlık yapsa da mı?" Cevâben: "Evet, zina etse ve hırsızlık yapsa da!" dedi. (Ben hayretimi yenemeyerek yine) sordum: "Zina etse de hırsızlık yapsa da mı girer?" Rasûlullah (s.a.s.) yine: "(Evet) Zinâ etse de hırsızlık yapsa da" cevabını verdi. Bu sözünü üç defa tekrar etmişti. Dördüncü seferde: Yine: "Evet, Ebû Zerr'in burnu toprakla sürtülmesine rağmen zina etse de hırsızlık yapsa da (o kul cennete girecektir) buyurdu..." [628]

İşte bu zikrettiğimiz hadisler gibi daha birçok hadis var­dır ki hepsi de sarâhaten ve açıkça kelime-i şehâdetin cennete girmeyi ve ateşten kurtulmayı gerektirdiğine delâlet etmekte­dir. Burada "cennete girmek"ten maksat, günahlarından do­layı belirli bir zaman cehennemde hak etmiş oldu­ğu cezayı çektikten sonra, eninde sonunda cennete girmektir. Yine burada "cehennemden kurtulmak"tan maksat, ta­hakkuk eden cezayı çektikten sonra kurtulmaktır.

İşte biz bütün bunları, bu hadisler ile bazı günahları irtikâp edenlere cehennemin gerektiğini ve cennetin haram olduğunu belirten diğer bazı hadisler arasında cem' yapmak (uzlaştırmak) için söylüyoruz. Çünkü bizim bazı nassları di­ğer bazılarına zıt olarak göstermemiz câiz olmaz.[629]

Şirkten Başka Her Şey Affedilme İmkânına Sahiptir

Bu kaide, bir önceki kaideyi te'kid eder. Buna göre affedilmeyen tek günah Allah Teâlâ'ya şirk koş­maktır. Bundan başka diğer günahlar, ister büyük isterse kü­çük olsun, Allah'ın dilemesine bağlıdır; dilerse affeder, dilerse cezalandırır. Bu konuda Yüce Allah (c.c.) şöyle buyuruyor: "Hiç şüphesiz, Allah, kendisine şirk koşulmasını bağışla­maz. Bunun dışındaki (günah)ları ise dilediği kimse için ba­ğışlar. Kim Allah'a şirk koşarsa elbette o uzak bir sapıklıkla sapmıştır." [630]

Bu ve buna benzer âyetlerde geçen "şirk"ten maksat, bü­yük şirk (şirk-i ekber)dir. Bu ise, Allah Teâlâ ile beraber bir veya birçok ilâh edinmektir. İşte bu âyette geçen "şirk" laf­zından mutlak olarak kastedilen böyle bir şirk koşmadır. [631]

 

“…Kim Bana şirk koşmaksızın bir arz dolusu günahla gelse, Ben de onu bir o kadar mağfiretle karşılarım."[632]

"Müşrik olarak ölenle, bir müslümanı haksız yere öldüren hâriç, Allah bütün günahları affedebilir." [633] Bu hadis, uzunca bir rivâyetten bir parçadır. Hadisin zâhiri, bir mü'mini meşrû bir sebep olmadan taammüden (bile bile, kasden) öldüren kimsenin mağfirete mazhar olamayacağını ifade etmektedir. Nitekim bu ma'nâyı teyid eden âyet-i kerime de var: "Kim bir mü'mini kasden öldürürse onun cezası ebedî kalacağı cehennemdir."[634] İşte bu, İbn Abbâs'ın görüşüdür. Ancak selefin cumhuru ve Ehl-i Sünnetin tamamı âyette gelen hükmü tağlize hamlettiler ve katilin tevbesinin de diğer günahkârların tevbesi gibi sahih olacağını söylediler. Ve dediler ki: "Cezası cehennemdir" sözünün ma'nâsı, "Hak Teâlâ'nın "Allah kendisine şirk koşânı affetmez, bunun dışında dilediğini affeder" âyetine temessüken (uyarak), dilerse onu mükâfatlandırır" demektir. Bu hususa delil doksandokuz kişiyi öldürüp sonra tevbe için râhibe gelince, "Bunun tevbesi yok" cevabı üzerine onu da öldürüp yüze tamamlayan İsrailoğullarından katildir. Bu durum, bu ümmetten öncekiler için sâbit olursa, kendinden önce mevcut olan birçok ağır teklifler üzerinden kaldırılmış olan bu ümmet için evleviyetle mevcuttur." Yani, âlimler getirdikleri açıklamalara dayanarak bu hadisin zâhiriyle amel etmezler, te’viliyle amel ederler. [635]

 

Bazı İman Şubelerinin Küfür, Nifak veya Câhiliye Şubelerinden Bazıları ile Beraber Olması

Şüphesiz iman, küfür, câhiliyye veya ni­fak şubelerinden bir veya birçoğunu kapsayabilir. Bu hükmü çoğu insanın bilmediği anlaşılıyor. Bu se­beple insanın ya tam bir mü'min veya tam bir kâfir olduğu­nu, bu ikisi arasında bir makamın bulunmadığını ve insanın saf bir muhlis (ihlâslı, takvâlı mü’min) veya saf bir münâfık olduğunu zannetmişler­dir. Bazılarının dediği şu yanlış söz de buna yakındır: “Ya hâlis/tam bir müslüman ya da hâlis bir kâfir olunmalıdır, bunun üçüncü şıkkı yoktur!” Bu yönteme sıkça başvuruluyor. Tüm dikkatlerini her iki tarafa çekip, orta mertebeye iltifat etmiyorlar. Onlara göre bir şey ya beyaz, ya da siyahtır. Hâlbuki saf beyaz ve saf siyahtan başka veya ikisi arasında birçok rengin varlığı mâlûmdur.

Bizim, insanlardan bir grubun fertleri veya toplulukları kâmil imanın sıfatlarını gerçekleştiremeyip, içlerinde bazı münâfıklık özelliklerini, küfür şubelerini veya câhiliye ahlâkını gördüğümüzde hemen onlara mutlak küfür, hakiki münâfık (nifak-i ekber) veya küfre düşüren câhiliye hükmünü vermemiz doğru olmaz. Böyle yapanlar, imanın, küfürden ve­ya nifaktan bir özellikle hiçbir zaman bir araya gelemeyeceği­ne, İslâm ile câhiliyenin bir arada bulunmayan iki zıt kutup olduğuna inanırlar.

Bu inanç, mutlak yani kâmil iman ile mutlak küfür veya İslâm ile hakiki câhiliye açısından doğrudur. Ancak bazen mutlak iman ile küfür ya da mutlak iman ile nifak yahut mut­lak İslâm ile câhiliye bir araya gelebilir.

Sahih-i Buhârî'de Hz. Peygamber'in Ebû Zerr (r.a.)'a şöyle dediği geçmektedir: "Sende câhiliyye bulunmaktadır."[636] Bu sözü de Ebû Zerr daha cihad ve sıdk bakımından yeni müslüman iken ona söylemişti.

Yine Buhârî'de şu hadis de geçmektedir: "Kim ki (Al­lah yolunda) gazâ (cihad) etmeden ve cihada/gazâya gitmeyi gönlünden geçirmeden, ona niyetlenme­den ölürse, o nifaktan bir şube üzere ölmüştür." [637]

 

Ebû Davud'un Huzeyfe b. el-Yeman’dan rivâyet ettiğine göre o, şöyle demiştir: "Kalpler dört çeşittir: Kılıflı ve kilit kalp ki, bu, kâfirin kalbidir. Ters yüz olan kalp ki, bu da mü­nafığın kalbidir. Pürüzsüz ve içinde parlak bir kandil bulu­nan kalp ki, bu da mü’minin kalbidir. Diğer kalp de içinde hem iman hem de nifak bulunan kalptir. Kalbin içindeki iman temiz su ile beslenen ağaç gibidir. Kalbin içindeki nifak da kan ve irin akıtan yara gibidir. İki maddeden hangisi diğe­rine gâlip olursa, o hâkim olur." [638] Bu hadis imam Ahmed'in Müsned'inde merfu bir hadis olarak rivâyet edilmiştir. [639]

Şeyhu'l-İslâm İbn Teymiye şöyle der: "Huzeyfe'nin söylediği bu söze Allah Teâlâ'nın şu sözüne de delâlet etmekte­dir: "O gün onlar, imandan çok küfre daha yakındılar." [640] Bu olaydan önce onlarda mağlup olmuş bir nifak vardı. An­cak Uhud savaşı olunca, onların nifağı gâlip oldu ve onlar küfre daha yakın oldular.

Abdullah bin el-Mübarek -kendi senediyle- Hz. Ali bin Ebî Tâlib'den rivâyet ettiğine göre, Hz. Ali şöyle demiştir: "İman kalpte bir beyaz nokta olarak zuhur eder. Kulun imanı ne kadar artarsa, onun kalbindeki beyazlık da o kadar artar. Ta ki iman kâmil olunca, kalbin tamamı bembeyaz olur. Nifak da kalpte siyah bir nokta (leke) olarak zuhur eder. Kulun nifâkı ne kadar artarsa kalbindeki siyahlık da o kadar artar. Ta ki kulun nifağı kâmil olunca, kalbi de kapkara olur. Allah'a ye­min ederim ki, şayet siz mü'minin kalbini açarsanız, onun beyaz olduğunu göreceksiniz. Şayet kâfirin kalbini de açarsa­nız, onun da kara olduğunu göreceksiniz." İbn Mes'ud (r.a.) da demiştir ki: "Zenginlik, suyun bakla­yı yeşertmesi gibi kalbte nifakı yeşertir."

Şeyhu'l-İslâm İbn Teymiye devamla şunları söyler: "İşte Selefin kelâmından, bu mânâda bir kalpte imanın da nifâkın da (aynı anda) bulunabileceğine dair sözler çoktur. Kitab ve Sünnet de buna delâlet etmektedir. Meselâ, Hz. Peygamber (s.a.s.) imanın ve nifakın şubelerini zikrederken şöyle buyur­muştur: "Kimde bu nifak şubelerinden biri bulunursa, onda terk ettiği zamana kadar nifaktan bir şube bulunmuş olur." [641] İş­te bu şube, birçok iman şubesi ile beraber bulunur. Bundan dolayıdır ki Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyur­muştur:  "Kalbinde zerre kadar iman bulunan herkes cehennemden çıkacaktır."

Böylece kendisinde azın en azı kadar bile iman bulunan kimsenin cehennemde ebedi olarak kalmaya­cağı, kendisinde nifaktan çok miktar bulunanın da, kendisinde bulunduğu kadar azap çekeceği ve daha sonra cehennemden çıkacağı anlaşılmaktadır. Yüce Allah'ın bedeviler hakkındaki şu sözü de bu mânâdadır: "Bedeviler, dedi ki: "İman ettik." De ki: "Siz iman et­mediniz, ancak "teslim (müslüman) olduk deyin, iman he­nüz kalplerinize girmiş değildir..." [642]

Âyet imanın onların kalbine girdiğini nefyediyor. Bu ise onların kalplerinde iman­dan bir şubenin bulunmasına mani değildir. Nitekim bu mânâda Hz. Peygamber (s.a.s.) de "zina eden, hırsızlık yapan, kendisi için sevdiğini kardeşi için de sevip istemeyen, komşusunun şerrinden emin olmadığı kimse ve daha birçok kimseden de imanı nefyetmiştir. Şüphesiz Kur'an ve Sünnet'te bazı vâcipleri terk ettiğinden dolayı insanlardan imanı nefyeden nasslar çok­tur." [643]

İbn Teymiye başka bir yerde de bu konuya değine­rek şöyle demektedir: "Mü'minlerin en hayırlı olanları cennetin en üst derecelerinde olacaktır. Münâfıklar ise gerçi dünyada zâhiren müslüman görünseler ve haklarında zâhiren müslümanlara uygulanan hükümler cereyan etse de cehennemin en alt tabakalarında kalacaklar­dır. Kalbinde hem iman, hem de nifak bulunup müslüman olarak tanınanlar ise hâlis münâfık değildirler. Bu durumda olanlar, şayet nifakları imanlarına gâlip ise mü'min ismini hak etmezler, aksine münâfık ismi onlara daha lâyıktır. Çünkü onda beyaz ve siyah renk beraber bulunmakta, ancak siyahlığı beyazlığından daha çok olduğundan, siyah ismi ona beyaz isminden daha lâyık düşer. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Onlar o gün imandan çok küfre daha yakın idiler." [644]

Ancak onun imanı daha gâlip olmakla beraber, yanında nifak da bulunsa o zaman cehennemle tehdit edilmeye lâyık­tır. Bu da şefaat edilmediğinde veya Allah (c.c.) onu affetme­diğinde azâbını çektikten sonra hak etse bile, cennete önce­likle girecek olanlardan olmaz.

İbn Teymiye devamla şöyle demektedir: "Ehl-i hevâdan olan Hâricîler, Mûtezile, Cehmiye ve Mürcie taifeleri, bir kul­da iman ile nifağın bir arada bulunmadığını söylerler. Onlar­dan bazıları da bu hususta icma olduğunu iddia ederler. Hâlbuki onlar bu konuda hataya düşmüşlerdir ve Kitab, Sünnet ve sahâbe ile onlara iyilikle tâbi olan Tabiûn'dan gelen rivâyetle­re açıkça anlaşılabilir şekilde muhâlefet etmişlerdir.

Hâricîler ve Mûtezile bu fâsid esası öne sürerek, bir şahıs­ta, onun kendisiyle sevabı hak ettiği bir tâat ile, cezayı hak­ ettiği bir masiyetin bir arada bulunmayacağını söylemişler­dir. Yani onlara göre bir şahıs bir açıdan övülmüş, diğer bir açıdan kınanmış, bir açıdan kendisine duâ edilecek şekilde sevilmiş, diğer bir açıdan lânet edilecek şekilde gazaplanmış olamaz ve bir şahsın hem cennete hem de cehenneme girece­ği tasavvur edilemez. Aksine onlara göre bir kişi cennet veya cehennemden birisine girerse artık diğerine giremez. Bu se­beple onlar cehennemde olan birisinin oradan çıkmasını ve­ya şefaat edilmesini inkâr ederler.

Mürcie'nin aşırı olanlarından da buna benzer görüş nakle­dilir: Onlar da bu hususta Mûtezile ve Hâricîlere muvâfakat ederler. Fakat onların tersine şöyle derler: "Şüphesiz büyük gü­nah işleyenler cennete girecekler, cehenneme girmeyecekler." Hâlbuki sahih hadislerin haber verdiği gibi, bir şahsı Allah Teâlâ cehennemde azâba çektikten sonra cennete koyacaktır. Diyelim ki bir şahsın günahları var, bu durumda o şa­hıs günahları sebebiyle azap çekecektir. İyiliği var, iyilikleri sebebiyle cennete girecektir. Bu durumda onun hem itaati, hem de masiyeti vardır. Yukarıdaki gruplar böyle birisinin hükmü hakkında değil, ismi hakkında tartışmışlardır.

Mürcie mezhebinin görüşü şudur: "Böyle birisi, imanı kâmil olan bir mü'mindir." Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat'e göre ise, böyle birisi, imanı noksan olan bir mü'mindir. Şayet imanı noksan olmasaydı azap görmezdi. Nitekim müslümanların ittifakına göre böyle bir insan iyilik ve takvâ bakımından da eksiktir. Peki, bu durumda ona "mü'min" ismi verilebilir mi? Bu konuda iki görüş vardır ki, en doğrusu açıkladığımız şekilde Ehl-i Sünnet'in görüşüdür.

Böyle bir insanın keffâret için köle âzâd etmesi gibi dün­ya hükümleri hakkında sorulursa, bir görüşe göre onun mü'min olduğu belirtilmektedir. Aynen bunun gibi o, Allah Teâlâ'nın "Ey iman edenler!" hitabının kapsamına giren mü'minlerden sayılır. Âhiretle ilgili hükmüne gelince, böyle birisi cennetle vaad edilmiş mü’minlerden değildir. Aksine ondaki iman, onun cehennemde ebedî olarak kalmasına mâ­ni olmaktadır. Yine bu imanı sebebiyle, şayet Allah (c.c.) onun günahlarını affetmezse, cehennemde cezasını çektikten sona cennete girecektir. Bundan dolayıdır ki şöyle denilmiş­tir: "O, imanı sebebiyle mü'min, büyük günahları sebebiyle fâsıktır. Veya o, imanı noksan olan bir mü'mindir."

Ehl-i Sünnet'ten ve Mu'tezile'den böylelerini mü'min ola­rak isimlendirmeyenler diyorlar ki, Allah Teâlâ'nın, "İman­dan sonra fâsıklık ne kötü bir isimdir." [645] kavlinden dolayı onların fâsıklık ismi, iman ismini kendilerinden nefyetmek­tedir. Yine onlar, "Mü'min olan, kimse fâsık olan kimse gibi midir?" [646] âyetine de dayanıyorlar. Ancak buna rağmen, bazı insanlarda küfür şubelerinden biri bulunmakla beraber, aynı zamanda iman şubeleri de bulunabilir. İşte bu mânâda, Hz. Peygamber’den (s.a.s.) birçok günahları, o günahları işleyenlerde zerre miskalinden fazla iman bulunduğu halde, küfür olarak isimlendiren hadisler vârid olmuştur. Bu günahları işleyenler de cehennemde ebedî kalmazlar. Bu tür hadislerden bazıları da "Müslümana söv­mek fâsıklık; onu öldürmek kâfirliktir." hadisi ile "Benden sonra birbirinizin boynunu vuran kâfirler olmayın." [647] gibi ha­dislerdir.

İşte bu (son) hadis, sahih hadis kitaplarında birçok vecihten meşhur olmuştur. Çünkü bu "Vedâ Haccı"nda insan­lar arasında ilân edilmesi emredilen bir hadistir. Burada Hz. Peygamber (s.a.s.) haksız yere birbirlerinin boyunlarını vu­ranları kâfir saymış, böyle bir işi de küfür olarak isimlen­dirmiştir. Bununla beraber Yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Eğer mü'minlerden iki tâife birbiriyle savaşırlarsa, aralarını bulup düzeltin." [648] Daha sonra şöyle buyurmuştur: "Şüp­hesiz ancak mü'minler kardeştir." [649]

Böylece bu günahları işleyenlerin tamamıyla imandan çıkmadıklarını, fakat bun­larla beraber küfür özelliklerinin de kendilerinde bulunduğu­nu belirtmiştir, işte bu haslet sahâbeden bazılarının "Küfrün dûne küfrin" (gerçek küfür olmayan, insanı dinden çıkarma­yan küfür) ismini verdikleri bir haslettir.

 

Nasslarda Vârid Olan Küfrün Kısımları; Büyük ve Küçük Küfür

Şüphesiz Kur'an ve sünnet terminoloji­sinde “küfür” kelimesi kullanılırken, dünya hükümlerine nispetle insanı dinden çıkaran ve âhiret hükümlerine nispetle cehennemde ebedî kalmasını gerektiren küfr-i ekber (büyük küfür) kastedilir. Ancak bazen de kişinin cehennemde ebedî kalmasını değil, cehennem ile tehdit edilmesini gerektiren ve onu İslâm dininden çıkarmayan küfr-i asgar (küçük küfür) kastedilir. Bu küfür çeşidi ancak kişinin fâsıklık ve isyankâr­lıkla damgalanmasına sebep olur.

Birinci anlamıyla küfür (yani küfr-i ekber), Hz. Peygamber'in getirmiş olduğu dinden zarûri olarak bilinen her şeyi veya bunların bazısını kasden inkâr etmek ve reddetmek demektir. İkinci anlamıyla küfür (küfr-i asgar) ise Allah'ın emrine muhâlefet sayılan, yahut onun nehyettiği yasakları işlemek suretiyle gerçekleşen diğer günahları kapsamaktadır. İşte bu küfür çeşidi hakkında şu hadisler gibi birçok hadis bize ulaş­mıştır:

a- "Kim Allah'tan başkasına yemin ederse küfretmiş olur." veya "şirk koşmuş olur."

b- "Müslümana sövmek fâsıklık, onu öldürmek ise kü­fürdür."                                                              

c- "Benden sonra birbirinizin boynunu vuran kâfirler ol­mayın"

d- "Babalarınızı reddetmeyin. Çünkü babalarınızı red­detmeniz sizi küfre götürür."

Bizim bu tür hadisler hakkındaki değerlendirmemiz şöy­ledir: Bu ve benzeri nasslarda vârid olan küfür, diğer bazı de­lillerden dolayı, kişiyi dinden çıkaran küfür değildir. Çünkü ashâb da birbiriyle savaşmıştı. Ama onlardan bazısı diğer bazısını tekfir etmiyordu. Emiru'l-Mü'minin Ali bin Ebî Tâlib'den yakın olarak bize ulaşmıştır ki, o, Cemel ve Sıffîn savaşlarında kendisiyle savaşanları tekfir etmiyordu. Sadece on­ları bağî/âsî sayıyordu. Şüphesiz Hz. Peygamber'in Ammar'a söylediği şu hadis sahihtir:  "Seni bağî bir topluluk öldürecek­tir."

Yine Hâricîler hakkındaki şu hadis de sahihtir: "Onlarla iki tâifeden hakka yakın olanı savaşacaktır." Gerçekten de on­larla Hz. Ali ve beraberindekiler savaşmıştı.

Yine Kur'ân-ı Kerim de birbiriyle savaşan iki taifenin mü'min olabileceğini isbat etmiştir: "Mü'minlerden iki tâife birbiriyle savaşırsa..." [650] Ayrıca onlar arasında din kardeşliğinin devam ettiğini de isbat etmiştir: "Şüphesiz mü'minler kardeştir. Öyleyse kardeşlerinizin arasını bulup düzeltin." [651]

Şu hadis de bu hususu belirtiyor: "Kim (müslüman) kardeşine kâfir derse..." İşte bu hadiste birbirlerine kâfir diyen iki müslümanın kardeş olduğunu ve bu olayın müslüman ile kâfir arasında olmadığını belirtiyor. Böylece de kar­deşine kâfir diyenin bu sözüyle İslâm dairesinden dışarı çık­madığına delâlet etmektedir.

 

"Kim Allah'tan başkasına yemin ederse, şüphesiz küfretmiştir." veya "şirk koşmuştur"[652] hadisi ile "kim bir arrâfa veya kâhine gider de onun dediğini tasdik ederse, şüphesiz o, Allah'ın Muhammed (s.a.s.)'e gönderdiğini inkâr etmiştir" [653] şek­lindeki hadis ve buna benzer hadisler de yukarıdaki gerçeği ifade etmektedirler.

Geçmiş asırlar boyunca müslüman âlimlerden hiçbiri yukarıdaki fiilleri dinden çıkaran ve İslâm'dan döndüren fiiller olarak saymamıştır. Şüphesiz ki insanlar daima çeşitli zamanlarda Allah'tan başkasına yemin ediyorlar, falcıları ve kâhinleri tasdik ediyorlardı. Bu tür hareketleri yüzünden ilim ve din adamları onları yadırgıyorlar, onların sapık ve fâsık olduklarını söylüyorlardı. Fakat onların mürted olduklarına hüküm vermiyorlar, onları eşlerinden ayırmıyorlar, onların cenazeleri üzerine namaz kılınmamasını veya müslümanların kabristanında defnedilmesini nehyetmiyorlar. Bu ümme­tin, dalâlet üzere icma yapmayacakları bize merfu bir hadis ile ulaşmıştır.

İşte bu sebeple, İbn Kayyım bazı günahlara küfür itlak eden birçok hadisi zikrettikten sonra şöyle demiştir: "Burada kastedilen şudur: Bütün günahlar küfr-i asgar nevindendir. Bu ise tâat ile amel etmek olan şükrün zıddıdır. Çalışma (sa'y) ya şükürdür ya da küfürdür (nankörlüktür). Üçüncü bir çalışma türü ne bundandır ne de şundan." [654]

İkinci mânâdaki küfre, yani küfr-i asgara gelince, onun zıddı da şükürdür. İnsan ya bir nimet için şükredici olur ya da hakkını yerine getirmeyerek nankör olur. Allah Teâlâ insanın bu vasfı hak­kında şöyle buyurur: "Şüphesiz Biz ona yolu gösterdik. Artık o ya şükredici olur, ya da kâfir (nankör) olur." [655] Başka bir âyet-i kerimede Yüce Allah şöyle buyurur: "Her kim şükrederse, o ancak kendisi lehine şükretmiştir. Kim de küfrederse (nankörlük yaparsa), şüphesiz benim Rabbim müstağnîdir ve kerimdir..." [656]

Sahih-i Buhârî'de kadınların cehenneme girmelerinin se­bebi hakkındaki hadiste şöyle buyurulmaktadır: "Şüphesiz onlar inkâr ediyorlar (nankörlük ediyorlar)." Bunun üzerine sahâbe dedi ki: "Allah'ı mı inkâr ediyorlar?" Hz. Peygamber şöyle cevap verdi: "Onlar dostluğa ve iyiliğe küfür (küfrân-ı ni'met) ediyorlar." [657]

Hâfız İbn Hacer Askalani, Kurtubi'nin şu sözünü nakletmiştir: "Şâri’in (Şeriat koyucunun) lisanında küfür, İslâm dininden olan şer'î hu­suslarla ilgili zarûrâtı bilerek inkâr etmek mânâsında kullanılmıştır." Daha sonra İbn Hacer şunları belirtmiştir: "Ancak bazen de şeriatta küfür, nimete karşı nankörlük, nimeti veren zâta şükretmeyi terk etmek ve nimetin hakkını vermemek mânâsında kullanılmıştır. Bu hususta Sahih-i Buhârî'nin "İman kitabı"nın "Kocaya nankörlük" ve "Küfür fiilini işlediği halde kâfir olmama" bölümle­rinde, büyük günah işleyenleri kâfir sayan Hâricîlerin fikrini çürütücü hadisler mevcuttur. Buhârî'nin "Kitabu'l-İman" bölümündeki "küfr dûne küfr" (küfür olmayan küfür/nankörlük) babındaki Ebû Said (r.a.)'ın rivâyet ettiği "onlar iyiliği inkâr ediyorlar..."[658] şeklindeki hadis de bu hususu anlatmaktadır."[659]

Bundan dolayıdır ki İmam Buhârî Sahih'inde "Kitabu'l-İman" bölümünde, büyük günahları işlemeleri sebebiyle müslümanları tekfir eden Hâricîler’i reddetmek için birçok "bab"lar koymuştur. İşte bu "bab"lardan biri de "Bâbu Küfrâni'l-Aşîri" ve "Küfrun Dûne Küfrin" bahsidir. "Küfrun dûne küfr" ("Küfür işlediği halde kâfir olmama") ibâresi, Allah Teâlâ'nın "Allah'ın indirdiğiyle hükmetmeyenler var ya, işte onla kâfirlerin ta kendileridir" [660] kavl-i şerifinin tefsiri hakkında İbn Abbas ve bazı tâbiînden rivâyet edilmiştir.

Bu da gösteriyor ki küfür, büyük ve küçük diye iki kısma ayrılır. Bu taksimat selef âlimleri tarafın­dan yapılmış ve günümüze kadar gelmiştir. Aynı taksimat şirk, fısk, zulüm ve nifak için de gösterilebilir. Yani şirk, fısk, zulüm ve nifak da ara­larında büyük ve küçük diye ayrılabilirler. Büyük olanlar, cehennemde ebedi kalmayı gerektirirken küçük olanlar ise böyle bir şey gerektirmez. [661]

Bu konuyla ilgili olarak İbn Teymiyye şöyle diyor: "Kitap ve Sünnetin delâletiyle Ehl-i Sünnet ve'1-Cemaat'in görüşü şu şekilde kesinleşmiştir. Ehl-i Sünnet, kıble ehlinden hiçbir kimse­yi bir günah sebebiyle tekfir etmez. Yine işlediği bir amel sebebiyle kişiyi İslâm'ın dışına atmazlar. Ne var ki; o amel içki içme, çalma ve zina gibi yasaklanmış bir fiil olmalı ve imanın terkini içermemeli... Allah'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine ve öldükten sonra dirilme gibi Allah'ın inanılmasını emrettiği şeyleri terk etmek, kişiyi küfre sokar. Tevâtür yoluyla sâbit olan apaçık farzların farziyetine inanmamak ve yine tevâtür yoluyla sâbit olan ha­ramların helâllığına inanmak sebebiyle kişi küfre gi­rer. Eğer sen günahlar, emredileni terketmek yasak­lananı da yapmak şeklinde iki kısma ayrılır dersen cevabım şu olur: Kul kendisine emredileni terkettiği takdirde, ya emredilenin farz olduğuna inanır veya inanmaz. Eğer farziyetine inanır, yapmayı terkederse farzın tümünü terketmemiş olur. Aksine bir kısmını yerine getirmiş olur ki, o da inanmasıdır. Bir kısmını da terk etmiş olur ki, o da amelidir. Haram kılınan şey de böyledir. Kişi haramı işlediği vakit ya onun haramlığına inanır veya inanmaz. Eğer haramlığına inanarak işlerse, farzı yapmak ve haramı işlemek gi­bi ikisini bir araya getirmiş olur ve böylece hem iyi­liği hem de kötülüğü olur. Söz, ancak tevâtür yoluyla sübut bulmuş şeylerin haramlığına ve farziyetine inanmayı terketmek sûretiyle mâzur sayılmayacak konular hakkındadır. Bir özrü sebebiyle bilmediği veya te’vil etmesi yüzünden terkettiği ya da işlediği fiile gelince, bunu işleyen kişi kâfir olmaz. Hükümle­re inanmamanın küfür olduğuna ve sadece haramı işlemenin küfür sayılmayacağına gelince, bu kendi mevzûsunda karara bağlanmıştır. Allah'ın kitabında­ki şu âyet-i kerime buna delil teşkil etmektedir; "...Eğer onlar tevbe eder, namazlarını kılar ve zekâtı verirlerse sizin din kardeşlerinizdir..." [662]

Günahlara gelince, Kur’an'da hırsızın elinin kesilmesi, zânînin sopalan­ması cezası vardır. Kur'an, onların küfrüne hükmetmemiştir. İki gruptan biri diğerine saldırmakla bir­likte birbirlerini öldürmeleri de aynı şekildedir. Fa­kat iman ve kardeşlik her iki grup için de geçerlidir. Cana kıydığından ötürü kendisine kısas gereken ka­tili de Kur'an "kardeş" olarak nitelendirmektedir. [663] Cenâb-ı Hak katili (kardeş) olarak isimlendirdi.

Buhârî ve Müslim'de Ebû Zer hadisi yer almaktadır. Hz. Peygamber (s.a.s.) ona Cebrail'den naklen şöyle buyurdu: "Lâ ilâhe illâllah diyen cennete girer. Zina etse de, çalsa da ve şarab içse de... Hem de Ebû Zerr'in burnu yerde sürtülse de..." [664] Yine bir hadis-i şerif şöyledir: "Kimin kal­binde zerre ağırlığınca iman varsa, kimin kalbinde zerre ağırlığınca iman varsa ateşten çıkar."

Yukarıdan beri zikrettiğimiz bu naslar imanla birlikte büyük günah işleyenin küfre girmeyeceğine delil teşkil ettiği gibi, Hâricîlerden bir grup bid'atçinin düşüncelerinin aksine şefaat sayesinde cehen­nemden çıkacağına, delâlet etmektedir. Mûtezile şe­faat konusunda ihtilâf halindedir. Yine bu naslar, büyük günah işleyenleri cehennemden çıkaran ima­nın emredilen hasene (iyilik) olduğuna ve hiçbir gü­nahın ona engel olmayacağına delâlet etmektedir."

Başka bir yerde İbn Teymiyye şöyle diyor: "Bun­dan dolayı selef ulemâsı, ‘itikad kitaplarında; biz kıble ehlinden hiçbir kimseyi günahı sebebiyle tekfir etmeyiz. Yine hiçbir kişiyi amelinden dolayı İslâm'dan çıkarmayız’ diyor." Tekfirci gençlerin düştüğü hatalardan biri de iki küfrü birbirine karşıtırmaktır. Aynı şekilde onlar, küçük günah olan fısk ile küfrü, zulüm ile küfrü birbirine karıştırıyorlar. Onlar, bunların tümüne "şirk" mânâ­sını veya benzerini vermekteler.

Fakat Kur'an ve Sünneti inceleyenler böyle olma­dığını görürler. Tekfircilerin sözlerinden bir örnek: Zu­lüm de küfür demektir. Çünkü Cenâb-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "...Kâfirler zâlimlerin ta kendileri­dir."[665] Hiç kimse, kâfirin küfrü sebebiyle kendi nefsine zulmettiği hususunda kuşkuya kapılamaz. Fakat her zâlim kâfir midir? Kesinlikle hayır. Çünkü Kur'an'da Hz. Yûnus şöyle duâ ediyor; "Senden baş­ka ilâh yoktur. Seni tesbih ederim. Çünkü ben zâlim­lerden oldum."[666]

Küfür ile fıskı birbirine karıştırma konusuna ge­lince gençler buna şu âyeti delil getiriyorlar; “Biz sa­na apaçık âyetler indirmişiz. Onları sadece fâsıklar inkâr ederler." Füsûk (fâsıklık) kelimesi küçük günahlar ve küfür için de kullanılmıştır. Bunun için her kâfir aynı zaman­da fâsıktır; fakat her fâsık kâfir değildir. Cenâb-ı Hak Kur'ân-ı Kerim'inde şöyle buyuruyor: "...Birbirinizi kötü lakaplarla çağırmayın. İmandan sonra fâsıklık ne kötü bir isimdir..." [667] Hiç kötü lakaplarla çağırmak küfrü ge­rektiren şeylerden olur mu? Bunu kim söyleyebilir?

Fısk ve zulüm kelimeleri hatta bazen "küfür" ke­limesi, Kur'ân-ı Kerim'de kâfir için de müslüman için de kullanılıyor. Bundan dolayı tedbirli davran­mak ve acele etmemek gerekir. Buradaki küfür sözü, sahibini dinden çıkarmayan küçük küfürdür. Zira büyük küfür, sahibini din­den çıkarır. Her kâfir hem zâlim, hem de fâsıktır. Fa­kat her zâlim veya fâsık, kâfir değildir.

"El-Kevâşiful-Celiyye an Meâniyi'l-Vâsıtıyye" ad­lı kitapta şöyle denilmektedir: "Fısk kelimesi, sözlük anlamı bakımından istikametten çıkmak ve sapmak anlamına gelir. Bu sebepten dolayı sapmış kişiye fâsık denildi. Şeriat bakımından fâsık, büyük günah işleyen veya küçük günahta ısrar eden kişi anlamı­na gelir. Fâsıklık iki kısımdır. Biri itikadî, diğeri amelîdir. Zina, adam öldürmek ve livata gibi... İslâm milletine bir lütuf olarak uzun süre müslümanlar küfrü gerektirecek masiyetleri işlemediler. Ehl-i sünnet ve'1-Cemaat "büyük günah" işleyenin kâfir ol­madığını ve İslâm dininden çıkmadığı görüşü üzerin­de ittifak etmişlerdir. İslâm'dan ve imandan çıkma­yacağı, küfre girmeyeceği üzerinde de ittifak sağlamışlardır."

İbn Teymiyye, müslümanların fâsıklarından bahsederken şöyle diyor: "Ehl-i sünnet ve'1-Cemaat,  müslümanların fâsıklarının, imanın kökünün ve bir kısmının kendileriyle beraber oldu­ğuna, imanın tümünün bulunmadığına inanırlar. Bu iman sayesinde onlar cennete girmeyi hakederler. Yine Ehl-i Sünnet, fâsık müslümanların cehennem­de ebedî kalmayacakları, bilakis kalbinde buğday tanesi veya hardal tanesi kadar iman bulunan kişi­nin cehennemden çıkacağı kanaatindedirler." [668]

Diğer birçok âlim-yazar gibi Samarraî'de câhiliye, itikadî şirk, amelî şirk... gibi kavramların tekfir­de aşırı gidenlerce nasıl yanlış ve yüzeysel değerlen­dirildiğini ortaya koymuştur. Câhiliye hakkında şöy­le der: "Câhiliyet hakkında vârid olan hadislere geç­meden önce şunu söylemek istiyorum: 'Gerçekten câhiliyet Allah'ın şeriatının tatbiki ile ilgili bir durum, bir nitelik olunca bazen küfür ifade eder... Yönetici­lerden kim, beşerî kanunu Allah'ın düzeninden üs­tün tutarak onu reddederse bundan ötürü kâfir olur. Çünkü o, Allah'ın indirdiğinden başkası ile hükmedi­yor ve Allah'ın kanununa dil uzatıyor. Câhiliyet, câhiliyet açılıp saçılması, câhiliyet taassubu gibi adet ve geleneklerle ilgili bir durum olduğu vakit bu, Al­lah'ın şeriatına tercih edilmedikçe bazen masiyet (günah) veya fısk ifade eder." [669]

Tekfirde aşırı giden grubun gençleriyle çok sık karşılaştığını ifade eden Samarraî kitabının bir ye­rinde şunları anlatıyor: "Gençlere; ümmeti tümüyle dininden çıkarıp kü­für girdabına atan bu önemli konuyu sorduğumuzda, müslümanların küfre girdiklerini söylediler. Müslümanlar şehâdet kelimesini dilleriyle söyleyip, anlamını bilmiyorlar ve içeriğiyle amel etmiyorlar" diyorlar. Gençlerden biri: Şeker kutusu tuz ile doldurulsa ve üzerine şeker yazılsa, bu işlem onun tuz olma ger­çeğini değiştirir mi? Bir adama ilaç yazılsa; fakat adam almasa hatta yalan olduğunu iddia etse bu gerçeği değiştirebilir mi?

Ey ateşli gençler bize daha fazla bilgi veriniz, de­diğimizde, onlar dediler ki, Peygamber zamanındaki bir müslüman, câhilî toplumdan İslâmî topluma ge­çen bir adamdı. Ama şehâdet kelimesini diliyle söy­leyip hicret etmeden yerinde kalan kişi müslüman değildir. Yukarıda söylenenlere göre topluluklar bu haliy­le İslâm'a göre hareket etmiyor. O toplumun amelle­ri, tutumları, iktisadi metodları ve siyaseti tümüyle İslâm dışı olunca; o toplum da câhilî toplum demek­tir. O toplumun tüm fertleri; bizce delil ve burhan ile aksi sâbit olmadıkça küfre girmişlerdir.

Kahire'nin "Medinetü'l Mühendisîn" semtinde sohbet ettiğim gençlere dediğimi burada zikrediyo­rum. Gençlere dedim ki: "Sizler Hz. Muhammed (s.a.s.)'in getirdiği Allah'ın şeriatına mı uyuyorsunuz, yoksa Yunanlı kâfir Aristo'nun mantığına mı?" Bu sözün üzerine gençler, tedirgin oldular ve: "Allah'a sığınırız, bu ne biçim söz?" dediler. O vakit ben de: "Öyleyse bana cevap veriniz... Ya­nımıza bir Yahudi, bir Hristiyan veya bir müşrik genç girse ve: Aklım İslâm'a ve onun getirdiklerine yattı, ben müslüman olmak istiyorum, ne yapayım dese, ne cevap veririz?"

Gençlerden bazısı, ona şehâdet kelimesini söyle­mesini telkin ederiz, dedi. Ben de: Bunu söylese ve şehâdet getirse, o sırada gence bir kalb nöbeti gelse ve oturduğu yerde ölse, hükmü nedir? diye sordum. Dediler ki: O müslümandır. Ben de onlara: Fakat siz tuzu keşfetmemiştiniz, onun tuz mu yoksa şeker mi olduğunu öğrenmemiştiniz? dedim. Bu sefer genç­ler: Şehâdet getirmekle İslâm'a girdi:" dediler. Ben de: Bu iyi. Fakat siz onu denemediniz. Bakalım ki o şehâdetin manasını anlıyor mu, anlamıyor mu? O, İslâm'a ait hiç bir hükmü yerine getirmedi... dedim.

Gençler: Biz ona mühlet verir, toplumun fertleri gibi olacak mı, onların hükmünü alacak mı diye ba­karız. Veya ayrıcalık gösterir ve gerçekten müslüman olur, dediler. Ben, bu kadarı bana yeter dedim. Zira o genç müslüman olmuş ve şehâdet getirmekle müslümanlığını ilan etmiş oldu. Bundan başkası olamaz. Rasûlullah (s.a.s.) döneminden günümüze kadar müslümanların bildikleri de bu zaten. Bundan fazlası ka­bul değil. Şehâdet getiren bu adamdan küfrünü ifade eden birşey zuhur ederse, biz bu noktada, onun küf­rüne ve dinden dönmesine hükmederiz, dedim.

Nihâyet üzerinde şeker yazan kutuyu gören kişi, kutunun içinde tuz olduğu kanaati kesinleşinceye kadar, onun şeker olduğuna inanacak. Aynı şekilde şehâdet getirip, müslüman olduğunu ilan eden kişi, İslâm'dan ayrıldığı kesinleşinceye kadar müslüman­dır, aksi değil. Yani İslâm sâbit olduğu sürece küfür asıl olamaz. Çünkü asıl bulunduğu hal üzere kalır. Müslüman, dinden döndüğü sâbit oluncaya kadar müslümanlık üzerine kalır. Fukaha bundan daha da ötede bir görüşe sahip. Onlar diyorlar ki; Halk bir müslümanın küfrünü gerektiren bir durumuna şahit olsa, fakat adam bunu inkâr etse, adamın sözü ge­çerlidir, onların sözü değil. Fukahadan bazısı, "Kur'an'ın eksik olduğunu" söylemekle itham edilen kişi gibi, O da hakkında yapılan ithamlarla bir ilişki­si bulunmadığını söylemesini şart koşarlar. Yani bu ithamı yalanlaması gerekir, derler. Bu konuda bu kadarı yeter..."

Küfür ülkesinde yaşayan müslümanların tâğûtî hükümlerle muhâtap olmaları durumunda onların itikadına nasıl bir zarar gelebilir? Eserinin bir bölü­münde de bu sorunun cevabını ortaya koyan A. Samarraî konuyla ilgili olarak İbn Teymiyye'den gö­rüşler aktarıyor. Buna göre Firavun'un karısı, Yusuf (a.s.), Necaşî gibi fert ya da az bir grupla müslüman olan kişiler küfür ülkesinde yaşayıp bazen de küfür hükümlerine muhâtap olmuşlardır. Ve bu durum da onların itikadına zarar vermemiştir. Hatta buna ek bir örnek olarak -yine İbn Teymiyye'den aktarma yapılarak- Tatarlar arasında müslümanların hâkim­lik veya imamlık görevinde bulunduğu da kaydedil­mektedir. Samarraî bu son örneği de İbn Teymiyye'nin Mecmu'ul-Fetevâ’sından aldığını kaydediyor.

Tekfirde aşı­rı gidenler, bazı büyük günah sahiplerini tekfir et­mektedirler. İtikadî şirk ile amelî şirki ayırmamak­tadırlar. Bu da Hâricîlerde bulunan bir özelliktir. [670]

Büyük ve Küçük Şirk; Açık Şirk ve Gizli Şirk

Şirki İslâm âlimleri şu şekilde de ayırmışlardır. a- Büyük Şirk: Allah’ın ortağı olduğunu iddia etmektir ki bu, en büyük inkâr ve küfürdür. b-Küçük Şirk: Bazı amelleri yaparken Allah’ın dışında başkalarının da rızâsını hesaba katmaktır. Böyle bir tavır riyâ ve amelî münâfıklıktır. Şirkle ilgili yukarıdaki tasniflerin yanında, şirk; açık şirk ve gizli şirk olmak üzere de ikiye ayrılmıştır.

Açık şirk: Allah’ın zatında, sıfatlarında ve isimlerinde ortak tanımaktır. Bu şirkin tesbiti kolaydır. Fakat gizli şirk öyle değildir.

Gizli şirk: Allah’ın tasarruflarına (isteklerine) kafa tutmak ve Allah’tan beklenmesi gerekeni başkasından beklemektir. Bu şirkin farkına varmak zordur, kişi çoğu zaman bu şirke düştüğünün farkına bile varmayabilir. Maalesef, günümüzde dinini tam olarak bilmeyen bazı müslümanlar gizli şirke bulaşmaktadırlar. Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.s.) bu hususta müslümanları uyarmaktadır. Riyâ, gizli şirklerin başında gelir. Meselâ, bir insan Allah'a ibâdet ederken insanların gözüne girmeyi, onların yardımlarından faydalanmayı amaç edinirse, şirk koşmuş olur. Buna gizli şirk denir. Çağımızda bir hastalık derecesine varan, aşırı mal-mülk sevgisi, aşırı para ve servet hırsı, aşırı şöhret sevdası gibi kötü duygular da gizli şirk sayılmışlardır. Bunlar için delicesine çalışılırsa, bu çok tehlikelidir. Farkına varmadan insanı şirke götürebilir. Çünkü İslâm’da ibâdet, sadece Allah’ın rızâsı için yapılır; hayatın amacı sadece Allah olmalıdır.

“Onların çoğu Allah’a, şirk koşmadan iman etmezler”[671] Allah Rasûlü (s.a.s.) bu konuda şöyle buyurdu: “Sizin hakkınızda en çok korktuğum küçük şirktir.” ‘Küçük şirk nedir ey Allah’ın elçisi?’ diye sordular. “Riyâdır. Allah Teâlâ, kıyâmet günü insanların amellerinin karşılıklarını verdiği zaman: ‘Dünyada kendilerine riyâ/gösteriş yapmakta olduklarınıza gidin. Bakın bakalım, onların yanında bir karşılık bulacak mısınız?’ buyurur.”[672]

Rasûlullah (s.a.s.) hutbede şöyle buyurdu: “Ey insanlar, bu şirkten sakınınız. Muhakkak ki o, karıncanın kımıldamasından daha gizlidir.” İçlerinden birisi: “Ey Allah’ın Rasûlü, karıncanın kımıldamasından daha gizli olduğu halde böyle bir şirkten nasıl sakınabiliriz?” “Ey Allah’ım, bile bile sana herhangi bir şeyle şirk koşmaktan yine Sana sığınırız. Bilmediğimiz şeylerden de Senden mağfiret dileriz’ deyin”[673] buyurdu.

Allah’ın halîli (dostu) İbrâhim (a.s.) ne güzel duâ etmiş: “Allah’ım, beni ve oğullarımı putlara tapmaktan uzak tut. Yâ Rabbi, şüphesiz ki bu putlar, birçok insanı saptırdı.”[674] Âyette belirtildiği üzere, İbrâhim (a.s.) bile, kendinin ve neslinin putlardan uzak kalması için Allah’a duâ etmiştir. Allah’a kulluğun gereği, itikadı ve imanı sağlamlaştırmaktır. Kimin itikadında/inancında hafif de olsa sapma olur ve imanı bozulursa, onun ibâdetleri ve amelleri Allah katında kabul olmaz. İtikadı düzgün, imanı sahih ve sağlam insanın ise, az ibâdeti (meselâ farzlarla yetinmesi) bile Allah katında çok ibâdet yerine geçer. Düşüncelerimiz, okuduklarımız, yaşadıklarımız ve eylemlerimizin amacı itikadımızı sağlamlaştırmak olmalı, duâlarımızda da Allah’tan bunu istemeliyiz.

Küçük Şirk

Kebâirden, (büyük günahlardan) daha büyük, ebedî cehennemlik yapan şirkten daha küçük olan şirk unsurları, küçük şirk diye adlandırılır. Günümüzde de her yerde görülebilen küçük şirke bazı örnekler verelim:

1- Riyâ (Allah rızâsı için yapılması gereken bir ibâdeti Allah'tan başkası için yapmak anlamında).

2- Allah'tan başkası adına yemin etmek (Allah'ın dışında yemin edilecek kutsal bir varlık kabulü anlamında).

3- Mavi boncuk, nazar boncuğu takmak (zarardan uzaklaştırmak için mânevî sığınak olarak Allah'ın dışında bir şey kabulü anlamında).

4- Sihir/büyü ve üfürükçülük, kâhinlik, medyumluk, arraflık: “...Süleyman kâfir olmadı (büyü yapmadı ve ona inanmadı). Lâkin şeytanlar kâfir oldular. Çünkü insanlara sihri öğretiyorlardı...” [675]

5- Gelecekten haber vermek ve bu haberlere inanmak veya mutlak gaybı bildiğini iddia etmek (Yıldızlardan ve burçlardan yola çıkarak, her çeşit fal bakarak, cinlerden öğrendiğini iddia ederek gelecekle ilgili bilgiler vermek ve bu yalanlara inanmak; kendisinin veya başkasının geleceği, mutlak gaybı bildiğini iddia etmek anlamında).

6- Allah'tan başkası adına adak adamak veya kurban kesmek, muskacılık, cincilik yapmak

7- Uğursuzluk görüşü.

İslâm ile Çelişen Tutumlar

Muhakkak ki insan şehâdeteyni ikrar et­mekle İslâm'a girdikten sonra, müslüman olmasının gereği olarak, İslâm'ın bütün hükümlerine bağlanmış olur. Bağlılık ise, Kitab ve Sünnet'le sâbit olan, sarih ve mükemmel hü­kümlerin, âdil ve kudsî olduğuna inanmak, teslim olmak ve gerekleriyle amel etmek demektir. Bu hükümlere karşı herhangi bir müslüman için, reddet­me veya kabul etme, alma veya terk etme şeklinde hiçbir mu­hayyerlik hakkı yoktur. Aksine onlara, râzı olmuş bir müslü­man olarak boyun eğmesi, helâlini helâl ve haramını haram bilmesi, vâcip olanların vücûbuna, mubah olanların da mübahlığına itikad etmesi gerekir.

Burada bilmemiz gereken önemli hususlardan biri de şu­dur: Şüphesiz İslâm'ın hükümlerinden kat'i olarak sâbit olup yakînî ahkâmdan olan teşriattan vâcipler, haramlar, cezalar (ukubat) ve diğer birçok konu ile ilgili hükümler vardır ki, bunların Allah'ın (c.c.) dininden ve şeriatından olduğu hak­kında hiçbir şek ve şüphe ihtimali söz konusu değildir. İslâm âlimleri bunlara “zarûrât-ı diniye”, yani “dinden zarûri olduğu bilinenler” ismini takmışlardır...

Bu hükümlerin alâmeti, havas ve avamın hepsinin de on­ları bilmesi ve isbat etmek için araştırma ve istidlâle ihtiyaç duymamasıdır. Bu hükümler İslâm'ın rükünlerinden olan namazın, zekâtın ve diğer rükünlerin farziyyeti, kebairden olan katil, zina, faiz yemek, içki içmek ve diğer büyük günah­lar ve evlilik, talak, miras, hudud, kısas ve bunlara benzer ko­nularla ilgili hükümlerdir.

İşte kim bu saydığımız "dinden zarûri olarak bilinen" hü­kümlerden birisini inkâr ederse veya istihfaf ederse ve alaya alırsa hiç şüphesiz açık bir küfür ile kâfir olur ve onun İslâm'dan çıkan bir mürted olduğuna hükmedilir. Onun kâfir olması şundandır: Bu hükümler sarih olan âyetlerle sâbit ol­muş, onlar hakkındaki sahih hadisler tevâtür derecesine er­miş ve ümmetin nesilleri peyderpey bu hükümler üzerinde icma etmiştir. Bu sebeple kim bunları tekzib ederse, şüphesiz Kur'an ve Sünnet nasslarını tekzib etmiş olur. Bu ise küfür­dür.[676]

Ama yoruma dayalı hususları veya bizim için geçersiz de olsa te’vil edilebilecek bir hususu te’vil ederek farklı yorum sahiplerini tekfir etme hakkımız yoktur.

İnsan, şehâdet kelimesini getire­rek İslâm’a girdikten sonra, müslümanlığının gereği olarak İslâmın hükümlerine boyun eğmek mecburi­yetindedir. Bu boyun eğiş, İslâm’ın âdil ve kutsal bir din olduğuna, ona karşı boyun büküp teslim olmanın gerektiğine, şartlarına göre amel etmenin zorunlu oluşuna iman etmeyi icab ettirir. Yani bir insan müslüman olduktan sonra, kitap ve sünnetin sarih naslarına göre hareket etmekle yükümlü olur. Bu hükümleri kabul edip etmeme, benimseyip benimsememe hürriyetine sahip değildir. O rıza gös­teren her müslümanın yaptığı gibi İslâm’ın hükümle­rine boyun eğer, helâli helâl bilir haramı haram. Kendisine gerekli olan hükümlerin vâcip, bazı hü­kümlerin de müstehap kılındığına inanarak dinini yaşar.

Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: "Allah ve Rasûlü bir şeye hükmettiği zaman, ina­nan erkek ve kadına artık işlerinde başka yolu seç­mek yaraşmaz."[677]

"Aralarında hüküm verilmek üzere Allah'a ve peygambere çağrıldıkları vakit; 'işittik, itaat ettik' demek, ancak mü'minlerin sözüdür." [678]

"Hayır; Rabb'ine and olsun ki, aralarında çekiş­tikleri şeylerde seni hakem tayin edip, sonra senin verdiğin hükmü içlerinde bir sıkıntı duymadan ta­mamen kabul etmedikçe inanmış olmazlar." [679]

Önemli olan şunu bilmektir; İslâm'ın; farzlar, ha­ramlar ve cezalarla ilgili hükümleriyle bunların dı­şında kalan şeriat hükümleri, kati ve kesin şekliyle belirlenmiş hükümlerdir. Bu hükümlerde herhangi bir şüphe duyulması söz konusu değildir. Hepsi Al­lah'ın dininden ve koyduğu şeriatinin çerçevesindedirler. İslâm âlimleri bu hükümleri fıkıh diliyle şu şekilde izah etmişlerdir: “Zârûrât-ı diniye” yani “İslâm'da bilinmesi zarûri olan şeyler.”

İslâm’ın hükümlerini, avam da, havas da böyle bi­liyor. Varlıklarını ispatlamak için deliller getirmeye veya tartışmalar düzenlemeye gerek yok. Bu konu­da; namaz ve zekât gibi İslâm'ın şartlarından olan farz ibâdetleri, adam öldürmek, zina etmek, faiz ye­mek ve şarap içmek gibi büyük günahları, son olarak da evlilik, boşanma, miras, hadler ve kısas vb. kati hükümleri misal olarak verebiliriz. Zarûrât-ı diniyyeden olan hükümleri inkâr eden­ler ya da onları hafife alıp alay edenler kesinlikle kâfir olurlar. Onlara mürted damgası vurulur. Bu hü­kümler açık âyetlerle ve sarih hadislerle tesbit edil­miş ve bildirilmiş hükümlerdir. Çeşitli asırlarda ya­şayan İslâm ulemâsı bu hükümler üzerinde icma et­mişlerdir. Kim bunlardan birini yalanlarsa Kur'an ve Sünnet'i yalanlamış demektir. Bu da küfürdür.

Bunlardan ancak İslâm’la yeni tanışıp da İslâm’ın hükümlerinin neler olduğunu bilmeyen, İslâm’ın kaynaklarından uzakta bir yerde yaşamış olanlar, is­tisna tutulabilirler. Onlar zarûrât-ı diniyyeden birini inkâr ettiklerinde durumları kendileri için bir mâzeret teşkil edebilir. Ama bu, Allah'ın dinini öğreninceye kadar geçerlidir, öğrendikten sonra da diğer müslümanlar için geçerli olan hükümler bu tür kimseler için de geçerli olur. [680]

               

Ümmetin Tâat Hususunda Farklı Mertebelerde Olması

 

Şüphesiz insanların, Allah Teâlâ'nın emrini yerine getirmede ve nehyinden uzaklaşmadaki mertebeleri ayrı ayrı­dır. Bu sebeple de onların imanları ve Allah Teâlâ’ya olan yakınlıkları da farklı derecelerdedir. Burada ümmetin selefi imanın artıp eksildiğini takrir etmiştir. Kitap ve Sünnet de buna delâlet etmektedir. Bundan dolayı bütün insanları, kendisinden yaratılmış oldukları ve kendilerini yeryüzüne şiddetle bağlı kılan çamursal unsuru unutarak, günahsız ve hatasız melekler şeklinde tasavvur etmek açık bir yanlıştır.

İşte bu, insanların Allah'a itaat ve iman etme hususunda­ki farklılığı hakikati Kur’ân-ı Kerim'in takrir ettiği ve Rasûlullah (s.a.s.)'in sünnetinin te'kid ettiği bir hakikattir. [681]

İnanarak Lâ İlâhe İllâllah Diyen Müslümanlığa Girmiştir

İslâm; Allah'ın tevhididir, “Lâ ilâhe illâllah”tır. Allah kulunu bununla mükellef kılmıştır; "Ben insanları ve cinleri ancak bana ibâdet etsinler diye yarattım."[682] Allah kuluna peygamberler gönde­rerek bu hakikati onlara söylemektedir. "Senden önce hiçbir peygamber göndermiş değiliz ki ancak O'na benden başka ilâh yoktur ve bana ibâdet edin diye vahyetmiş olmayalım."[683] “Lâ ilâhe illâllah” kelimesi İslâm'ın tümünü içer­mektedir. Bu kelime ile İslâm’a girildiği gibi bu keli­menin aksi ise İslâm’dan çıkarır. “Lâ ilâhe”, yani "hiç­bir ilâh yoktur" demekle tüm küfürden sıyrılıyor da­ha sonra “illâllah” kelimesiyle, dine girilip usûl ve teferruatı ispat edilmiş olunuyor. Tevhid kelimesi, İslâm'ın kemâline uymanın tek şartıdır. Yani tevhidin tek rüknüdür. Tevhid keli­mesinin dışında kalan rükünler ise amelî esaslar olup o amelin zaman ve mekânıyla kayıtlı kı­lınmıştır. Meselâ namaz ibâdeti, vakti gelince farz­dır. Hacc ibâdeti ise belirli bir zamanda ve belirli bir mekânda farz kı­lınmıştır. Farz olan Ramazan Orucu ise, gücü yeten için ve Ramazan ayın­da tutulması şarttır. Şayet bu ke­limenin mefhumu/anlamı, İslâm ile aynı ise bu kelimeyi söyleyen zarûri olarak müslümandır. Bu insan İslâm’ın en ednâ/alt sınırında olsa bile yine zâhiri yönüyle müslümandır.

Bu konuda İbn Teymiyye şöyle söylemekte­dir: "Rasûlullah’ın (s.a.s.) dininde ve ümmetin üzerin­de ittifak ettiği bilinen bir şey vardır ki, o da: İslâm’ın ilk aslı ve insanların ilk emrolundukları şey: Al­lah'tan başka ilâh olmadığına şehâdet etmek ve Rasûlullah’ın (s.a.s.) O'nun peygamberi olduğuna şehâdettir. İşte bu kelimeyle kâfir, müslüman olur. Düşman dost olur. Kanı ve malı mubah olanın malı ve kanı haram olur. Bu kimse bu şehâdeti diliyle söylediği gibi bunu kalbiyle tasdik ederse, bu kimse imana gir­miş olur. Şayet bunu diliyle söyleyip kalbiyle iman etmi­yorsa bu kimse zâhirî yönden müslüman olup, bâtın­da ise imandan yoksundur.

İbn Teymiyye'nin sözünden şu anlaşılmaktadır. Madem ki tevhîd kelimesi İslâm’ı içine almaktadır; o zaman tevhid kelimesini telaffuz eden kişiye İslâm ile hüküm etmemiz vâciptir. Nasıl ki küfür kelimesi­ni söyleyen bir insana "kâfir" dememiz vâcip olduğu gibi. Yani ilk şahsı doğruladık (tevhid kelimesini söy­lediğinden) ve İslâm’la ona hüküm verdik. İkinci şah­sı da doğruladık (küfür söyleyen) ve ona da "kâfir" hükmünü verdik. İki sınıf arasında bir sınıf olmaz, aynısının aynısıyla hüküm verdik.

Açıklama Mezhebi

İltibası (karışıklığı) iki kısma ayırmamız gerekiyor; çünkü hükmü genelleştiren bir kavmin (fırkanın) hatasını beyan et­mek zorundayız. Bu kısımlandırma ise "tebeyyün" (açık­lama) dediğimiz şeyin makbul şer’î olan ile makbul ve şer’î olmayan açıklamayı bildirmektedir. Açıklanması meşrû olmayan şeyleri müslümanlığı iddia edenden açıklamasını istemek, söz söyleyenden doğruluğunu açıklamasını beklemek, mechûlu’l-hal (hali bilinmeyen) bir insandan ilmî açıklamalar bekle­mek, kötülükleri aramakta açıklama beklemek, iste­mek... Böyle yapmak büyük bir hatadır ve yeryüzün­de fesattır.

Şer’î (yani şeriat kanunlarına uygun) ve makbul olan açıklama ise; küfre benzeyen birisinden açıkla­ma istemek, aynı zamanda yalancı ve câhilden açık­lama istemek, bu kimselerden açıklama (beyan) ta­lep etmek makbul olup (yani kabul edilmiş olup) mutlak mânâda da meşrû değildir. Bilakis birtakım şartları vardır. Aynı zamanda bu özelliğe sahip olan­lardan açıklama istemek Veliyyü'l-emrin işidir, her­kese meşrû değildir.

Ayakların kaymasından ve fâsit anlayışlardan Allah'a sığınırız.

Sakınılması Gereken Şeyler

1- Eşya ve şahıslar için fıtratta karar kılmış esas­lara muhâlefet etmekten sakınmak, örneğin, sözde (konuşmada) asıl olan şey sözün doğru ve hak olma­sıdır. Ta ki o sözün yalanlığı ve bâtıl olduğu ortaya çıkıncaya kadar. Aynı zamanda kişide (şahıslarda) asıl olan şey, kişinin emin ve kötülüklerden uzak ol­masıdır. Ancak o kişide kötülük ve hıyânet sâbit (ke­sin) olursa durum değişir.Ve bu gerçeğe dayanarak müslümanlığı iddia eden birisinde asıl olan bu iddiasını ve çağrısını İslâm’a muhâlif bir şey ispat edilinceye kadar kabul etmektir. Yahut iddia ettiği gibi İslâm'ın bâtıl olduğu zâhir olana kadar İslâm’ını ispat et­mek gerekir.

2- Bundan dolayıdır ki Allah'ın bütün Rasûlleri -ki Kur’ân’ı Kerim buna delildir- insanlardan tevhid keli­mesini getirmelerini mükellef kılmışlardır. Hiçbir peygamber, beyanı (açıklamayı) ne İslâm’ın bir rüknü, ne tarzı ne de şartı kılmıştır.

3- Allahu Teâlâ, son peygamberinden, Bedevî Arapların müslümanlığını kabul etmesini istemiş­tir. Oysa ki o bedevilerin yalancı ve câhil olmaları da söz konusu idi.

4- Yine bu gerçeklerden birisi de, Allah'ın Rasûlü'nün Medine’li münâfıkların tevhid kelimesini ka­bul etmiş olması ve onları ashâbından saymasıdır.

Durum bundan ibaret iken, kim dilini yahut elini fıtrat kalbine uzatabilir? Bilakis kim Allah'ın emirle­riyle şarta girer ve kim Allah Rasûlünün hükümleştirdiği bir şeyde onunla iddiaya girer? "Ey iman edenler, Allah'ın Rasûlünün huzurunda öne geçmeyin, Allah'tan korkun." [684]

Gelin beraber Allah'ın kitabıyla hüküm verelim (görüş kaynağımız O olsun). Şayet bir şey (bir doğru) üzerinde olduğunuzu söylüyorsanız delillerinizi geti­rin. Ama taşıdığınız deliller de sizin lehinize değil aleyhinizedir. Maksadı ve muradı sadece hayır dile­mek olan kişileri de dinleyin.

Bu özelliklere sahip olan fırkanın delillendirmeye çalıştıkları başka bir mesele ise şudur: Câhilî bir toplumda iş yapmak. Bu konuda delil getirerek ge­rekli açıklamalara giderek câhilî toplumda çalışan birisinin İslâm’dan çıktığına hüküm veriyorlar.

Onlara bu konuda şöyle cevap verebiliriz; mesele, işvereninin duru­mundan ibaret değildir (yani mesele kimin işveren olduğu değildir). Asıl mesele, işin, çalışma­nın ne tür bir iş olduğudur. Çalışılan iş haram ise o haramlık daima vardır. Şayet haram değilse o za­man ne o iş, ne de o işte çalışma haram değildir. Kü­für de böyledir. Bunların iddiaları akıl ve nakilden uzaktır.

Soru sormakla açıklamayı isteyen bu fırkanın ba­zen de fâsit (yanlış) delillerle ve bâtıl delillerle açık­lamasını gerekli olduğunu söylediklerini görüyoruz, örneğin Hz. Ömer'in, bir kişinin ölümü olayında Huzeyfe'yi takip etmesi şayet Huzeyfe cenaze namazına iştirak ederse onun da iştirak etmesi, iştirak etmi­yorsa onun da etmemesi konusu. Çünkü Huzeyfe va­hiy kâtibi olup münâfıkların adını biliyordu. Bu olay ve konuyla ilgili olarak onlara şöyle cevap veriyoruz: Şayet, açıklama (tebeyyün) dinden olmuş olsaydı bu yalnızca Huzeyfe'ye has kılınmazdı. Ve Huzeyfe'nin bunu Ömer ve Ömer'den daha düşük tabakadakilerden saklaması câiz olmazdı. Ömer'in bu fiilinde onlara herhangi bir delil yoktur. Çünkü Ömer'den daha hayırlı olan Hz. Peygamber onların cenaze namazını kı­lıyordu ve mü’minlere "arkadaşımızın üzerine namaz kılın" diyordu. (Daha sonra, Kur’an onların cenaze namazlarını kılmayı kesin şekilde yasakladı[685] ve Peygamberimiz de bu yasaktan sonra kılmadı.)

Yukarıda anlatılanlardan şu sonuçlara varabiliriz: 

1- Tevhîd kelimesi ile hem dine girilir ve hem de dinden çıkılır. Tevhid kelimesinin menfi yönündeki hareketleri, insanı dinden çıkarır.

2- Tevhîd kelimesi kulun kendine ve çevresine ikrârıdır (ya­ni kimliğinin göstergesidir) ve aynı zamanda tevhîd kelimesi kulun Rabbine olan imanının, teslimiyeti­nin ve Rabbiyle olan ilişkisinin bildirgesidir.

3- Olumluluk üzerine yapılan ikrar ispatı ge­rektirir. Ama olumsuzluk üzerine yapılan şehâdet ise açıklamayı gerektirir (yani tevhîd kelimesini söy­leyen birisinden tevhidini kabul, reddeden birisin­den ise ne için redd ettiğini açıklaması istenebilir).

4- Şer’î hükümlerin delâlet ettiği mânâ ve ihtivâ ettiği mânâları muhâfaza etmek gerekir.

5- Zarûri olarak bilinmiş olan şeylerden korun­mak. Örneğin; müslüman birisinin müslümanlığında dur­mak ve kâfir birisinin de küfründe durmak gibi.

6- Zâtın beraati ve zâhirin kabul edilmesinde ke­sinlikle belli olan usûlleri yok etmekten kaçınmak.

7- Söylenilen söz, bâtıl ve yalan olduğu ortaya çı­kıncaya kadar hak ve doğrudur. Zan ise hakikati ve doğruluğu çıkmayana kadar yalandır.

8- Allah’ın dininde cürüm işlemek ve ilimsiz olarak delillere saldırmaktan sakınmak gerekir. Zira böyle yapmak dinin gitmesine delillerin yok olması­na sebep olmaktadır.

9- Şiddetten ve şiddetli olmaktan kaçınmak, yü­kümlülükten sıyrılmak gerekir. Buna karşılık ise hikmetle kuşanmak, dâvâda güzel sabırlı olarak davranmak, Hakka tâbi olunsun diye hakkı açıkla­mak ve bâtıldan uzaklaşmak için de bâtılı açıklamak gerekir." [686]

 

Müslüman zümreden birçoğunun iman ve küfür konularından bahsedilirken "İtikadî küfür, amelî küfür" gibi ayırımları duyduklarında bu ayırımları kabul etmediklerini görebiliyoruz. Oysa bu bir ger­çektir Yani her şirk ve her küfür, sahibini kâfir yap­mayabilir. Şimdi İbn Kayyım el-Cevziyye'den yaptığı­mız alıntıyı dikkatle takip edelim:[687]

Tekfirde Aşırılığın Getirdiği Çelişkiler

İslâm tarihi eserlerinde, hemen her tarih eserinde mevcut olduğu ve gerçek olduğu bilinen bir du­rum da ashâb-ı kiram arasındaki savaşlardır. Dilimi­zin konuşmaktan, kalemlerimizin yazmaktan çekin­diği bu olaylar "takdir-i İlâhî" ile meydana gelmiş ve tüm müslümanları üzmüş ve zor durumda bırakmış­tır. Hz. Ali, Hz. Aişe'yle karşı karşıya gelmiştir. Hz. Ali, Muaviye'yle karşı karşıya gelmiştir. Hani, Hz. Peygamber "biribirine kılıç çeken müslüman değil­dir" buyurmamış mıydı? Ama gel gör ki müslümanlar hem de sahâbiler biribirine kılıç çekmiştir. Fakat bu kılıç çekmeye rağmen hangi âlim, hangi fakîh, hangi yazar, bu biribirine kılıç çeken ashâbı tek­fir etmiştir? Bu tekfiri ancak Hâricîler yapmışlardır. Onlar da "hakem" meselesini çıkış noktası yapmış­lardır. Bu meseleyi: "Efendim onlar ashabdı. Onların savaşını yorumlamayalım" diye mi geçiştireceğiz?

Yine, Hüseyin Yunus diyor ki: “Tekfirde aşırı giden kesimlerin gündeme -sürekli- getirdikleri bir başka konu da kendileri dışındaki müslümanları aynı zamanda korkaklıkla itham etmeleridir. Onlara göre "toplumu tekfir etmek bir cesaret işidir. Aileleri kâfir saymak zor iştir. Bundan dolayı, kendini tevhide nispet eden­ler topluma ve ailelerine '"kâfir" diyemiyorlar!" Yine, onlar çok iyi biliyorlar ki bugün tâğut mahkâmelerinde yargılanan, işkence gören şehid olan tevhidi müslümanların sayısı oldukça fazladır, Tek­firde aşırı gidenlerin -ise- seslerine sadece tekfir ola­yında şahid olmaktayız. Şu zaman sürecinde sayıca birden kalabalıklaşmaya doğru gitmeleri de onları ayrıca şımartmış ve metodlarının bile değişmesine yol açmıştır. Kaldı ki sayısal çoğunluk hiç önemli değildir. Nuh (a.s.) yalnızdı, Lut yalnızdı, İbrahim yalnızdı. Ayrıca tekfir düşüncesinin son yıllarda Özellikle bazı bölgelerde sürekli yayılması biraz da ulusal ve uluslararası konjoktürle de ilgilidir. Meselâ bu hareketin -tekfir- hareketinin büyük provakasyonlara âlet olması hiç de akla muhâlif değildir. Neden mi? Çünkü düşünün bir kere. Sizin bir gru­bunuz var. Teşkilatlı bir yapınız yok ama güçlü(!) bir fikir yapınız var. Bu fikirlerle kendiniz dışındaki her müslümanı kâfir sayıyorsunuz, ömrünüz müslümanların hatalarını araştırmakla geçiyor. Rakibi­niz, düşmanınız ya bir tevhidi müslüman ya da tev­hidi bir başka gruptur. Şimdi sizin bu düşünce ve hareket tarzınızdan düşmanlar yararlanma­ya çalışmaz mı? Yararlanmıyor mu?” [688]

Tekfir Edilmeyi Hak Edeni Tekfir Etmenin Gerekliliği

Burada belirtilmesi gereken bir konu da küfrünü açıktan ilan edenleri bir endişe duymadan küfürle damgalamamızın gereğidir. Buna karşılık; içlerinde iman olmasa da, dışlarında İslâmî bir görüntü oluş­turanlardan el çekmeliyiz. Bu gibi kimseler İslâm ör­füne göre 'münâfık'tırlar. Dilleriyle “iman ettik” derler kalpleriyle inanmazlar. Ya da yaptıkları, söyledikleri­ni tasdik etmez. Zâhirî görünüşlerine bakılarak on­lara da müslümanlara uygulanan hükümler tatbik edilir. Âhirette ise içlerindeki küfür sebebiyle esfel-i sâfilîne yuvarlanırlar.

Aşağıdaki sınıflar, aldatma ve gizleme olmaksızın küfre nisbet edilmeleri gereken gruplardandır:

1. İslâm akîdesi, şeriatı ve değerlerine açıkça zıt olduğu halde komünizmin bir dünya görüşü ve hayat düzeni olduğuna, bütün dinlerin milletlerin afyonu olduğuna inanan, genel olarak tüm dinlere, özel olarak da kâmil bir inanç, ol­gun bir hayat nizamı ve yeterli bir medeniyet olduğu için İslâm dînine daha fazla intikam ve düşmanlık hissi ile düşman­lık yapan ve komünizm üzerine ısrar eden komünistler ve İslâm düşmanı beşerî düzenler, ideolojiler.

2. Açıkça Allah'ın şeriatını reddeden, dinin hiçbir şekilde devlete karışmaması gerektiğini haykıran, Allah'ın ve Rasûlünün hükümlerine davet edildiklerinde karşı çıkan, hatta bundan daha fazla olarak Allah'ın şeriatı ile hükmetme­ye ve İslâm'a dönmeye davet edenlerle çok şiddetli bir savaş ile savaşan laik devlet adamları ve laik partilerin siyaset adamları apaçık kâfirdir. Kendilerinin laik ve demokrat olduğunu belirtenler, Atatürkçü zihniyetler ve Allah’ın indirdiğiyle hükmetmeyip başka yönetim tarzlarının daha üstün olduğunu kabul ederek beşerî ilke ve hükümlerle insanları yöneten tâğutlar tekfir edilmelidir.  

      Müslümanı Kâfirlik, Münâfıklık ve Benzeri Tâbirlerle İtham Edemeyiz

Dinin herhangi bir hükmünü reddetmeyen kimse kelime-i şehâdeti ikrar ettiği müddetçe, farzları yerine getirmese de, diğer bir kısım günahlara batmış olsa da hiç kimsenin onu, din nâmına tekfire hakkı yoktur.

Akaid âlimleri; "Bir kimse kalbiyle inanmasa bile, diliyle imanı ikrar ettikten sonra kendisine Müslüman muâmelesi yapılacağını" ittifakla söylerler.

Bu hususla ilgili olarak, Hz. Üsâme'nin hâdisesi meşhurdur. Üsâme (r.a.) savaşta bir insanı ‘Lâ ilâhe illâllah’ dediği halde öldürüyor. Durumu Peygamberimize iletiyorlar. Peygamberimiz onu öldüren kişiye “Ey Usâme! Sen lâ ilâhe illâllah dedikten sonra adamı öldürdün ha!?” diye sordu. O da, "sadece korkusundan, öldürüleceği endişesiyle ‘Lâ ilâhe illâllah’ dedi" diyor. "Hel lâ şekakte kalbehu = kalbini yarıp da baksaydın ya, bu sözü samimiyetle mi söyledi, bilseydin ya! Kıyâmet günü lâ ilâhe illâllah gelince ona nasıl hesap vereceksin?" dedi ve bu sözü çokça tekrarladı.[689] Hz. Peygamber: "Kelime-i tevhîdi getireni niye öldürdün ey Üsâme?" diye o kadar çok tekrar ediyor ki, Hz. Üsâme üzüntüsünün büyüklüğünden: "Keşke o güne kadar İslâmiyet'e girmemiş olsaydım da böyle bir cinâyeti işlemekten uzak kalsaydım" temennisinde bulunur. Ashâbdan Sâ'd’ın (r.a.): "Üsâme öldürmedikçe, ben bir Müslümanı öldürmem" sözü, bu hâdisenin hem Üsâme (r.a.), hem de diğer sahâbîler üzerindeki etkisini ve önemini gösterir.

Bu mânâyı te'yid eden daha enteresan bir rivâyet Mikdâd İbnu'l-Esved'den gelmektedir. Der ki: "Hz. Peygamber’e (s.a.s.): “Bir kâfirle karşılaşsam, onunla mukatele etsem, vuruşma sırasında kolumun birini kılıcıyla kesip atsa, arkadan da mağlûp düşse ve benden aman dileyerek ‘Müslüman oldum’ dese, ey Allah'ın Rasûlü ben onu öldürebilir miyim?” dedim. "Hayır, öldürme" dedi. Ben tekrar: "İyi ama ey Allah'ın Rasûlü, o benim bir kolumu kestikten sonra bu ikrarda bulundu" dedim. Cevâben: "Hayır öldüremezsin, eğer öldürecek olursan o, sen onu öldürmezden önceki senin durumuna geçer, sen de, onun kelime-i şehâdeti söylemeden önceki durumuna geçersin (kâfir olursun)" cevabını verdi.[690]

Kelime-i tevhid ve kelime-i şehâdeti ikrâr etmenin, Müslüman vicdanda hâsıl etmesi gereken hürmetle ilgili bir başka misâle göre, böylelerine münâfık demek de kesinlikle yasaktır. Başta Buhârî olmak üzere siyer ve hadis kitaplarında geldiğine göre, bir sohbet sırasında (Müslümanlara çokça eziyet vermiş olan) Mâlik İbnu Duhayşin'in adı geçer. Ashâb'tan biri: "O, bir münâfıktır, Allah ve Rasûlünü sevmez" der. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s.) söze karışarak: "Böyle söyleme, görmüyor musun, lâ ilâhe illâllah dedi ve bununla da Allah'ın rızâsını taleb etmektedir" buyurur. Öbürü tekrar: "Fakat biz onu daha ziyâde münâfıklara dönük ve onlarla iyi ilişkiler içinde görüyoruz" derse de Hz. Peygamber (s.a.s.): "Allah'ın rızâsını kazanmak arzusuyla lâ ilâhe illâllah diyeni Cenâb-ı Hak ateşe haram kılmıştır" cevabını verir. [691]

Rasûlullah bir gün taşradan gelen zekât malını, İslâm hesabına kalpleri kazanılması icap eden dört kişi arasında pay eder. Bu dağıtımdan hisse alamayanlardan bazıları memnuniyetsizliklerini izhâr ederler. Bunlardan bir tanesi haddi de aşarak: "Yâ Rasûlallah Allah’tan kork, âdil ol!" der.  Hz. Peygamber bu ifade karşısında ziyâdesiyle gazaba geliyorsa da: "Yazık sana, yeryüzünde Allah'tan en çok korkan benden başka kim var?" demekle yetiniyor. Rasûlullah'ın üzüldüğünü gören Hâlid İbn Velîd (veya Hz. Ömer) yanaşarak: "Yâ Rasûlallah müsâade buyur, kellesini uçurayım" der. Hz. Peygamber: "Hayır, belki o namaz kılacak (ve böylece Allah onu affedecek)" buyurur. Hz. Hâlid: "Diliyle söylediği kalbindekine hiç uymayan ne kadar çok namaz kılan var" karşılığında bulunur. Hz. Peygamberimiz’in, bu söz üzerine Hz. Hâlid'e verdiği cevap, tekfircilik illetine en faydalı bir reçete olarak altın harflerle yazılmaya değer: “Bana insanların kalbini yarıp karınlarını deşip imanlarını araştırmam emredilmedi.” [692]

Bu hadislerin ışığı altında, herhangi bir Müslümanın tenkidi yapılırken: "Onun kıldığı namaza bakma, riyâdan ibâret", "O, elâlemi aldatmak için sakal bırakmış" gibi sözlerin dînen ne büyük ölçüsüzlük ve cinâyet olduğu anlaşılır. Kur'ân-ı Kerîm'in nassına göre, değil namaz kılıp oruç tutan, İslâm âdâbına uygun selâm veren bir kimseyi bile Müslüman kabul edip öyle muâmele etmek gerekmektedir: "Ey iman edenler, Allah yolunda harbe çıktığınız zaman (meselelerin) tam açıklanmasını bekleyin. Size (Müslümanca) selâm verene, dünya hayatının geçici menfaatlerini arayarak: ‘Sen mü'min değilsin’ demeyin." [693]

Âyetin sebeb-i nüzulü, konumuz yönünden oldukça enteresan: Kaynaklarımızın -bizim için pek önemli olmayan- farklı rivâyetlerine göre, Hz. Peygamber (s.a.s.) tarafından belli bir vazifenin ifâsı için yollanan askerî bir birlik -veya seferde olan bir Müslüman grup- Batn-ı İdam denilen meskûn mahalle varınca, bütün halk önlerinden kaçıyor, sadece bir zengin (veya çoban) mallarının başında kalarak Müslümanlara yaklaşıp "müslümanca selâm" veriyor. Fakat Muhallem İbn Gassam onu öldürerek mallarına el koyuyor. Sefer dönüşü, hâdise, Hz. Peygamber (s.a.s.)'e rapor edilince, yukarıdaki âyet nâzil oluyor. Hadis ve siyer kitaplarında gelen açıklamaya göre olayın fâili kısa bir müddet sonra ölüyor. Cenâzesi toprağa verilince yerin cesedini kabul etmediği, üç sefer gömüldüğü halde her defasında dışarı atıldığı belirtilir. Durum Hz. Peygamber (s.a.s.)'e haber verilince: "Arz, aslında bundan daha şerîrlerini de kabul eder. Fakat Allah size, "lâ ilâhe illâllah" cümlesine hürmetin ehemmiyetini göstermek istedi" der. [694]

Yukarıda zikredilen âyetin harp gibi en kritik bir anda dahi "müslümanca selâm" verene Müslüman muâmelesi yapılmasını emretmesi karşısında, Müslüman olduğunu her şeyiyle ilân eden, hatta İslâm'a hizmeti kendine şiar edinen kimseleri, cemaat ve grubu farklı olduğu için kırıcı sözlerle ithâm etmenin, daha kötüsü onu haksız yere tekfir etmenin İslâmî ölçülere ne derece uygun düştüğünü sorgulamak zorundayız.

Düşülen Önemli Bir Hata

 

Zamanımızda etrafındaki Müslümanları, bazı kusurları sebebiyle, tekfire kadar varan aşırı ithamlarla karalayan kimselere sıkça rastlamaktayız. Bu kimselerin niyetlerini münâkaşa edecek değiliz. Niyetleri Allah bilir. Tamamen hüsn-i niyetle dine hizmet maksadıyla hareket ettiklerini kabul etsek bile, tefrika ve hizipleşmeleri artırdıkları, husûmeti katılaştırdıkları için, netice itibarıyla niyetlerine ters düşerek zararlı olduklarını, kaş yapmak isterken göz çıkardıklarını söyleyebiliriz.

Böylelerinin hatası, dinî bilgilerinin sığlığından ve sathîliğinden ileri gelmektedir. Muhâtaplarını itham ederken dayandıkları delil sâbit ve kat’î olmakla beraber, verdikleri hükme delâletleri zannîdir ve yaptıkları kıyas fâsiddir. Söylediğimiz bu hususu açıklama sadedinde, Hz. Peygamber (s.a.s.)'in küfre nisbet ettiği bazı fiilleri işleyenler hakkında âlimlerin yaptığı değerlendirmeleri ve sundukları açıklamaları zikredebiliriz:

Rasûlullah (s.a.s.) bir hadislerinde: "Zânî (zinâ yapan) bir kimse, zinâ yaptığı sırada mü'min olarak zinâ yapmaz, hırsız da çaldığı sırada mü'min olarak hırsızlık yapmaz, içkici, içki içtiği sırada mü'min olduğu halde içki içmez; insanların, onun yüzünden gözlerini kendine kaldıracakları kadar nazarlarında kıymetli olan bir şeyi mü'min olarak yağmalamaz." [695] buyurur.

Bir diğer hadiste: "İslâm'da bir kimse asıl baba varken bir başkasının babası olduğunu söylerse ve bu iddiasını da o kimsenin babası olmadığını bilerek yaparsa, cennet ona haramdır." [696] Başka bir hadiste de: “Sizden biriniz kendisi için sevip arzu ettiği şeyi din kardeşi için de sevip istemedikçe iman etmiş olmaz.” [697] buyurur. Bir diğer hadis de şöyledir: "Sünnetimden yüz çeviren bizden değildir" [698] buyurur.

Örnekler çoktur. Âlimlerimizin açıklamasına göre, Rasûlullah (s.a.s.) bu çeşit ifâdelerinde mutlak mânâda imanın yokluğunu murat etmemiştir, kâmil mânada imanın yokluğunu murad etmiştir. Sözgelimi, içki içen kimse imânını kaybetmemiştir, fakat kemâl mertebedeki imandan mahrumdur. Kendisi için istediğini kardeşi için istemeyen kıskanç ve bencil kişi de böyle, mutlak mânada kâfir demek değildir, belki kâmil bir iman sâhibi değildir demektir. Keza babasını inkâr edip bir başkasına baba diye iddiaya kalkan kimse de kâfir değildir.

Hülâsa bu çeşit hadisler: "Tam ve mükemmel bir imana sâhip olan kişi, zina yapmaz, içki içmez, hırsızlıkta bulunmaz, babasını inkâr etmez, başkası hakkında dâima hayırhâh olur, sünnete uyar..." demek istemekte, bu fiillerin imanı zedeleyip derecesini düşüreceğine Müslümanın dikkatini çekmektedir.

Bazı âlimler de bu ifâde şeklinden maksadın, bu günahların büyüklüğüne dikkat çekmek, bunlardan şiddet ve büyük bir tehdîd yoluyla men etmek olduğunu söylemişlerdir ki, bizim için her iki izâh da yerindedir ve doğrudur.

Yeri gelmişken Müslümanların, yukarıdaki anlattığımız sığlık ve sathîlik sebebiyle en çok hataya düştükleri bir başka grup hadislere de dikkat çekmek istiyoruz. Bunlar münâfıklığın alâmetleriyle ilgili hadislerdir. Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurur: "Dört şey kimde bulunursa hâlis/tam münâfık olur. Kimde bunlardan bir kısmı bulunursa, onu bırakıncaya kadar kendisinde münâfıklıktan bir haslet kalmış olur. Bunlar: Kendisine bir şey emanet edildiği zaman hiyanet etmek, söz söylerken yalan söylemek, ahdettiğinde, söz verdiğinde sözünü tutmamak, husumet zamanında da haktan ayrılmaktır." [699]

Bu hadislere dayanarak, hadiste söz konusu edilen sıfatlardan birini herhangi bir Müslümanda görünce, onu, "diliyle mü'min, ameliyle Müslüman görünmekle berâber kalbiyle Allah'ın varlığı ve birliğine inanmayan, Hz. Muhammed (s.a.s.)'in peygamberliğini reddeden ve Allah nazarında kâfirden de beter olduğuna inanılan" gerçek mânada "münâfık"lıkla itham etmek, gerçekten din nâmına işlenen bir cinâyet, affı zor bir hatadır; içinde yüzülen katmerli bir cehâletin tezâhürüdür.

Dikkatle bakılınca görülür ki, Rasûlullah (s.a.s.) bu hadislerinde, bir kısım huyların Müslümana asla yakışmadığını, İslâm'ın şiddetle reddettiğini ifade etmektedir. Hadiste yer alan "Kimde bunlardan biri varsa onu terk edinceye kadar kendinde münâfıklığa has bir haslet vardır" meâlindeki cümle söylediğimiz husûsu te'yid eder. Nitekim Nevevî, "Kim cihad etmeksizin ve içinden cihâd etme hususunda bir arzu da geçirmeksizin ölürse nifâktan bir şube üzerine ölmüştür" [700] hadisini açıklarken aynen şunları söyler: "Hadisten murad şudur: Kim böyle yaparsa, bu vasıfta (uydurma bahanelerle evde kalıp) cihada katılmayan münâfıklara benzemiş olur. Zira cihâdı terk, nifâkın şubelerinden biridir" der.

Öyle ise, Hz. Peygamber (s.a.s.) bu hadisleriyle mezkûr sıfatlardan birini kimde görürseniz onu, münâfıklıkla itham edin, münâfıklara yapılması gereken muâmeleyi yapın, her çeşit selâm ve teması kesin, demek istemiyor. Aksine "beşerî münâsebetlerinizde bu sıfatlara yer vermeyin, kim kendisinde bu huylardan, bu hasletlerden birini görür veya hissederse çabuk ondan kurtulmaya çalışsın, nefsinde bir mü'mine yaraşmayan, ancak münâfıklara yaraşan sıfatlara yer vermesin" demek istemektedir.

Bir başka ifadeyle, bu hadislerden anlıyoruz ki, insanda bulunması muhtemel sıfatların bir kısmı güzeldir, hoştur, diğer bir kısmı çirkindir, kötüdür. Hz. Peygamber (s.a.s.) Müslüman ve mü'min kişiyi iyi sıfatların kazanılmasına teşvik ederken, kötü sıfatlardan da men etmiştir. Arzu edileni ve ideal olanı mü'minde hiçbir kötü sıfatın bulunmaması, hep iyi sıfatların, güzel huyların yâni "Müslüman olan" vasıfların bulunmasıdır.

Ancak fiiliyatta durum öyle değil. Kâfir ve münâfıkta, iyi ve hoş olan "Müslüman sıfatlar" bulunduğu gibi mü'minde de iyi ve hoş olmayan "kâfir ve münâfık sıfatlar" bulunabilmektedir. Nasıl ki, Allah'ın varlığını ve Hz. Muhammed (s.a.s.)'in peygamberliğini dili ile söyleyip kalbi ile de tasdîk etmeyen bir kimse ne kadar iyi huylar, güzel ahlâklar, "Müslüman sıfatlar" taşısa dahi biz ona yine de, -kendisinde bulunan bu Müslüman sıfatlara bakarak- "müslüman" diyemiyorsak, kelime-i şehâdeti ikrar eden bir Müslümana da kendisinde bulunan gayr-ı müslim bir vasfı, kâfir bir ahlâkı sebebiyle kâfir damgasını vuramayız. Ondan tekfirini gerektiren söz ve fiillerin sudûru başka meseledir.

Meselâ, en önemli İslâmî sıfatlardan biri, cömertliktir. Herhangi bir menfaat beklemeksizin başkalarının faydalanmaları için yapılacak bağışlar, sadakalar, iyilikler dinimizde çok övülmüş ve bunlara teşvik de edilmiştir. Fakat bir kâfir, yeryüzünü dolduracak kadar bağış ve sadakada da bulunsa biz ona yine Müslüman nazarıyla bakamayız. Zira Kur'ân-ı Kerîm şöyle buyurmaktadır: "Gerçekten, küfredenler ve kendileri kâfir olarak ölenler (yok mu?) onlardan hiçbirinin (bilfarz) yeryüzünü dolduracak miktarda altını dahi -onu fedâ etse- kat'iyyen makbul olmaz. İşte onlar; pek acıklı bir azap onların (hakkı)dır. Kendilerinin hiçbir yardımcıları da yoktur." [701]

Bu âyet, kâfirde bulunan cömertlik gibi "Müslüman bir sıfat"ın hükmünü belirtmektedir. Aynı hükmü diğer güzel sıfatlara da teşmil etmemize bir mâni yoktur. Nitekim bir başka âyette: "Kim İslâm'dan başka bir din ararsa ondan (bu dîn) kabul olunmaz ve o, âhirette de en büyük zarara uğrayanlardandır" [702] denmektedir.

Müslümanda bulunan gayr-i müslim sıfatların -ki hadislerde bunlar küfür ve nifaka nisbet edilmişlerdir- hükmünü anlamada Ebû Zer hazretlerinden (r.a.) gelen şu rivâyete bakalım: Hz. Peygamber’e (s.a.s.) gelmiştim, uyuyordu. Uyanınca yanına oturdum. (konuşmamız) sırasında: "Lâ ilâhe illâllah deyip sonra da bu söz üzerine ölen her kul cennete gider" buyurdu. (Hayretle) sordum:

"Zina etse ve hırsızlık yapsa da mı?" Cevâben:

"Evet, zina etse ve hırsızlık yapsa da!" dedi. (Ben hayretimi yenemeyerek yine) sordum:

"Zina etse de hırsızlık yapsa da mı girer?" Rasûlullah (s.a.s.) yine:

"(Evet) Zinâ etse de hırsızlık yapsa da" cevabını verdi. Bu sözünü üç defa tekrar etmişti. Dördüncü seferde: Yine,

"Evet, Ebû Zerr'in burnu toprakla sürtülmesine rağmen zina etse de hırsızlık yapsa da (o kul cennete girecektir) buyurdu..." [703]

Hâlbuki az yukarıda bu iki sıfatın bizzat Hz. Peygamber (s.a.s.) tarafından küfre nisbet edildiğini görmüştük. Demek oluyor ki tek bir hadis veya tek bir âyete bakıp hüküm yürütmek bizi hataya sürüklemektedir.

Âyet-i kerîmede günahlar konusunda: "Allah (celle celâluhu) kendisine şirk koşulmasını bağışlamaz, onun dışında kalan günahları dilediği kimseden affeder" [704] buyurmaktadır. İslâmî ölçü budur. Allah'a ve âhirete inanan kişi bu ölçülerin dışına çıkmaz.[705]

Yine Müslüman kişi bilir ki, tek bir hadis veya tek bir âyete bakarak hüküm yürütülmez. Bu davranış kişiyi çoğunlukla hataya sevkeder. Âyet ve hadislerin mücmel ve âm olanları vardır. İlmî seviyesi yeterli olmayan kişilerin okuduğu bir âyet veya hadisten hemen hüküm çıkartıp ahkâm kesmesi İslâmî ölçülere terstir. Tekfir hükmü, öncelikle âlimlerin hakkı ve görevidir. İlmî seviyesi sınırlı olan mü'minlere düşen, müttakî ve muvahhid âlimlerin yolunu tâkip etmektir. Bu davranış tarzı, Ehl-i Sünnet ve'l-Cemâat'in yolu, İslâm ümmetinin cadde-i kübrasıdır.[706]

Bir müslüman nasıl tekfir edilebilir? Zira Rasûlullah (s.a.s.); "Bir adam kardeşine "ey kâfir" derse bu söz ikisinden biri için mutlaka gerçekleşir" [707]; "Allah'tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed'in O'nun Rasûlü olduğuna şehâdet eden kimseye Allah ateşi haram kılmıştır"[708] buyurmaktadır. Burada tekfir edilmesi câiz olmayan müslüman, muvahhid olup İslâm'a aykırı olan şeylerden kaçınan kimsedir. O, tevhid üzere olan kişidir. İşte Allah Teâlâ bu gibi kimseler üzerine ateşi; kendisine şirk koşanlara ise Cennet'i haram kılmıştır. Nitekim, Rasûlullah (s.a.s) şöyle buyurmaktadır: "Allah'a inanıp O'na hiç bir şeyi ortak koşmayan Cennet'e girmiştir. Allah'a inanıp da O'na şirk koşan ise Cehenneme girmiştir."[709] Bunun içindir ki ashâb, Müseylemetü'l-Kezzab ve Esvedü'l-Ansî'nin nübüvvetine iman edenleri ve ayrıca zekât vermek istemeyenleri tekfir ederek, onların mürted olduklarına hükmetmiş ve onlarla savaşmışlardı.

Te’vil ve Tekfir

Kişi, küfrü gönülden ve bilerek benimsemediği müddetçe, onun bir yorum veya davranışı, bir başkasına göre dinden çıkmasını gerektiriyor diye o kâfir sayılamaz (böyle bir kimse tekfir edilemez). Te’vîlin (yorumun) usûlüne uygun olarak yapılmamış olmasından önemli hatalar doğabilir; böyle yorumlar kişi ve grupları, Allah ve Rasûlü'nün (s.a.s.) murâdı olan İslâm yolundan uzaklaştırabilir, ancak te’vil bulundukça küfre hükmetmek, te’vil sahiplerini İslâm ümmetinden dışlamak oldukça düşünülmesi gereken, sorumluluk getiren bir hüküm olur. Te’vîl, kişinin şahsî düşünce, keşif, ilhâm ve temâyülünü vahyin üstüne çıkarıyor, vahyi geri plâna itiyor, açıkça veya doğurduğu sonuç itibârıyla akla ve ilhâma dayanan bir din getiriyorsa bu te’vil sahipleri ile birleşilemez. İslâm adına ortak bir hizmet gerçekleştirilemez (Çünkü bunlar akaidî bir sapma içindedir). İhtilâf vahye öncelik vermemekten değil de, onun sübutu (bize sağlam olarak intikali; ki, bu ancak hadisler için söz konusudur), yahut usûlünce yorumdan kaynaklanıyorsa bu ihtilâf grupları ile işbirliği mümkündür ve gereklidir.[710]

Te’vil-Yorum Yaparak Tekfir Etmek: İslâm âlimlerinin Kitap ve Sünnetten aldıkları deliller ışığında bâriz olarak belirtilen konulardan birisi de "insanı küfre düşüren haller" konusudur. İslâm yayılıp-geliştikçe, medeniyetler peşisıra değiştikçe, in­sanlık tarihi çok değişik fikirlerle karşılaşıyordu. Meselâ insanlık tarihinde devamlı değişiklik arzeden durumlardan birisi yönetim meselesiydi. Öncele­ri monarşi, oligarşi, şimdi demokrasi, laiklik, cum­huriyet ve bunların diğer benzer çeşitleri. İşte tüm bu değişken fikirler ve yönetim biçimleriyle müslümanların muhâtap olması aynı olmadı. Zaman za­man İslâm'dan bazı özellikleri bu düşünceler içinde var zannedip bu düşüncelere kapılanlar oldu. Bazı­ları da bu düşünceler ve bu yönetim biçimleriyle İslâm arasında kesinlikle uzlaşma sağlamaya çalıştı. Bunların ötesinde bir de avam tabakası vardı. Ava­mın çoğu demokrasinin ne olduğunu gerçek anlamda anlayabilmek için belki ömrünü tüketmesi gereki­yordu. Cumhuriyet ile İslâmî yönetim arasındaki irtibatları incelemek için de kendisinde yeterli tahkik kudreti azdı. Aslında İslâm'ın ne olduğu belli küfür ve şirk yönetimlerinin ne olduğu bellidir. Fakat ka­bul edilmeli ki özellikle çağımızda küfre ve şirke gö­türen yollar biraz karmaşık durumda. Yani bir kişi, hâkimiyeti Allah'tan başkasına tanıdığında bu kişi­nin küfründe şüphe etmemek gerekiyor. Fakat bir kişi kesinlikle İslâm'ı yaşıyor ve hâkimiyetin Al­lah'ta olmasını istiyor ve bununla beraber örneğin demokrasi, cumhuriyet veya laiklik gibi beşerî ide­olojilere bilmeden ya da te’vil yoluyla bir bağlantı kurma içinde olursa bu kişinin tekfir edilmesi te’vil yoluyla olabilir.

Tekfirci gençlerin tekfir konusunda yaymaya çalıştığı çağdaş sorunlar ve konular üzerinde ittifak sağlanamamıştır. Bunun için Şevkâni'ye ait bir görüşü ele alalım. O şöyle diyor: "Üçüncü kısım; te’vil ile kâfir ve fâsık olarak itham etme hakkındadır. Çünkü bu, ancak zan ifade eder. Tev’il ile tekfir etme hakkında dört görüş vardır:

a- Te’vil ile küfür olmaz.

b- Te’vil sebebiyle kâfir olur... Fakat ona dünyada kâfirlere uygulanan hükümler uygulanmaz.

c- Onların işi, ahkâm konusunda imama (devlet reisine) kalmıştır, tasrih ile küfür gibidir. Te’vil ile tekfir edilenlerin kimler olduğu hususunda ihtilâf edilmiştir. Bu konuda dört görüş vardır:

1- Ehl-i kıble olanlar,

2- Bir görüşe sahip olanlardır ki, dinî bir delâlet sebebiyle bâtıl olduğunu bildiği bir şüphe ile o görüş­te hatalıdırlar. Hâlbuki hakikat bunun hilâfınadır.

3- Bir şüphe sebebiyle yanlış kanaate sahib olan­lar, Hâlbuki zâhir bunun hilafindadır.

4- Rasûlullah’dan (s.a.s.) kâfir olduğu hakkında ri­vâyet bulunanlar.

Küfrün aslı, Allah Teâlâ'nın kitaplarından bilinen bir şeyi veya peygamberlerinden birini ya da onların getirdiklerinden bir hususu yalanlamaktır. Bu yalanlanan konu, zarûrât-ı diniyye olarak bili­nen bir şey ise, bunun küfür olduğunda ihtilâf yok­tur. Bu yalanlama kimden zuhur ederse, o kâfir olur. Ancak bu kişi zorlanmamış ve akıl sağlığı bozulma­mış, bağımsız ve mükellef olduğu takdirde böyledir. Herkes tarafından zarûrât-ı diniyye olarak bilinen şeyleri inkâr eden ve te'vili mümkün olmayan konuda te’vil adı altında gizlenen kişinin küfründe de ay­nı şekilde ihtilâf yoktur. Ateistlerin esmâ-i hüsnâda, Kur'an ahkâmının tümünde, cennet, cehennem, kı­yâmet ve dirilme gibi âhiretle ilgili hususlarda te’vil yaptıkları gibi... İslâm'ın beş rüknünü yerine getiren kişinin, zarûrât-ı diniyye olarak bilinen şeylere muhâlefet edip, te’vil yaptığını ve ahvâlinden onun tek­zibi kasdetmediğini veya onun hakkında yanıldığı­mızı öğrendiğimiz vakit; itikadî konuda fâhiş hatasıy­la ve aklî-naklî apaçık delillere muhâlefetiyle bera­ber ilâhi kitaplara ve bütün peygamberlere inandığını ve dindar olduğunu izhar edince tekfiri konusunda problem çıkmıştır. Fakat bu kişi zındıklar mertebesi­ne henüz ulaşmamıştır.

Şevkânî’nin müslüman halk tabakalarını tekfir eden kişiler hakkındaki görüşünü de aktaralım. O şöyle di­yor: "Kelâmcıların şartlarına göre kesin delil ile Al­lah'ı bilmedikleri için müslüman halk tabakalarını kâfir sayma konusuna gelince; bu durum onları tek­fir edenin küfrünü artırır. Çünkü halkın müslüman olduğuna hükmetmek, zarûrât-ı diniyye olarak bilinir. Onları tekfir etmek ise zarûrât-ı diniyyeyi inkâr etmek olur. Kur’ân-ı Kerim onların müslümanlığının sıhhatine delâlet etmektedir. Çünkü Cenâb-ı Hak buyuruyor: "Bedeviler ‘iman ettik’ dediler. De ki: Siz iman etmediniz, ama "İslâm olduk" deyin. Henüz iman kalplerinize yerleşmedi..." [711]

Ümmetin cumhurunun, yöneticiye sükût ettiğini ileri sürerek veya zannî bir delil ve uzak bir te’vil sebebiyle kişiyi tekfir etmediği için ümmeti tekfir etmek doğru olmadığı gibi, kabul edilir bir şey de değildir. Bu görüşü benimseyenler şer’î ve güvenilir bir dayanak bulamazlar. Hatta meşhur haberler tamamen bunun aksinedir..." [712]

Kur'an ve Sünnete Müracaat Etmenin Gerekliliği

Yine burada Allah'ın dini ile ve insanların hayatı ile ilgili olan bu tehlikeli konuda ve buna benzer diğer birçok konu­da Kur'an ve Sünnet'in nasslarına müracaat etmemiz ve bu nasslar ışığında hakem olarak kabul edilmesi gereken şer'î ka­ideleri ve hakikatleri tesbit etmemiz gerekmektedir.

Bizim genel itimadımız, ancak ve ancak Allah'ın kitabında ve Rasûlünün sünnetinde bulunan her türlü hatadan korun­muş olan sâbit nasslaradır. Çünkü sadece bu nasslar tartışma­sız hüccet ve dayanaktırlar.

Ancak bazı zamanlarda kimi âlimlerin sözlerini şahid olarak göstermemiz, onların sözlerinin bizatihi hüccet oldu­ğundan dolayı değildir. Belki biz, onların anlayışından yarar­lanarak bu nassları daha iyi kavrayabilmek için onların sözle­rini şahid olarak gösteriyoruz. Ta ki müteşâbihat hakkında şaşırıp kalmayalım veya âyet ve hadisleri birbirleriyle çarpıştırmayalım. Yine burada şu esası da te'kid etmeliyiz: Şüphesiz bu ümmetin selefi olan sahabiler ile onlara iyilikle uyan tabi­iler, ümmetin en çok hidâyet yolunda olanı, en sahih anlayış­lısı, en sağlam metoda sahip olanı, İslâm'ın ruhunu en çok kavrayanı ve İslâm'a uymada en fazla haris olanıdır. Onların yanında herhangi bir konuda, bilinen bir hidâyeti gördüğü­müzde, artık onu bırakıp da onlardan sonra gelenlerin bid'atlerine meyletmeyiz. Çünkü onlar Rasûlullah'ın (s.a.s.) şehâdetiyle nesillerin en hayırlısıdırlar.[713]

Bazı âlim ve yazarların görüşlerinden alıntılar yapmamız, onların Kur’an ve Sünnete rağmen ölçü kabul edildiği için değil; Kur’an ve Sünnette açık bir hükmün bulunmadığı ve bu iki kaynağın daha doğru açıklanması konusunda bu zâtların görüşlerinin aktarılmasında fayda umulduğu içindir. Yoksa, her yazar ve her âlim, eleştirilebilir, görüşlerine itiraz edilebilir. Ama onların Kur’an ve Sünnetten sağlam delil getirdikleri ve onları çürüten daha ciddi deliller olmadığı müddetçe onların görüşlerini nazara almak kaçınılmaz bir tavır olmalıdır diye düşünüyoruz. Bu değerlendirme ile, aşağıda bazı âlimlerin görüşlerinden alıntılar yapacağız.

Bazı Âlimlerin Tekfirle İlgili Görüşleri

Hasan el-Hudaybî ve Tekfir

Mânâlarını Bilmediği Halde Şehâdet Keli­mesini Söyleyen Kişinin Müslüman Olmadığını Söylemenin Yanlışlığı: Şimdi de günümüzde şehâdet kelimesini söyledi­ği halde; bu kelimenin Rasûlullah’ın peygamber olarak gönderildiği sıradaki anlamının değişmiş ve artık bunların gerçek mânâlarının kalmamış olduğunu gerekçe göstererek; onların müslüman olmadıkları­na hüküm veren kimselerin sözünü ele almak istiyor ve onlara şöyle diyoruz: Kelime-i şehâdet'in anlamı, hâ­lâ insanlar arasında yaygın şekilde mevcuttur; hatta Kur'ân-ı Kerim'in inişinden öncekinden daha açık ve yaygın bir şekilde bilinmektedir. Aynı zamanda ulûhiyet ve rubûbiyet kelimelerinin mânâlarının, insanlar arasında yaygınlık kazanmış olması ile onlardan "Lâ ilâhe illâllah, Muhammedun Rasûlullah" şehâdetini yapa­cak olan bir kimsenin şehâdetinin kabul edilmesi için, bu şehâdet kelimesini bu şekilde bilmesi gerek­tiğini ve ancak o takdirde müslüman olacağına hü­küm verilebileceğini belirten ve bunlar arasında bağlantı kuran şer’î bir şartın varlığı söz konusu de­ğildir. Böyle bir şartı ortaya koymak, şeriata yeni bir şey ilâve etmektir. Bunu söyleyen kişinin bu iddiası­nın kabul edilebilmesi için, bu konuda Allah'ın kitabı'ndan ve Rasûlü'nün sünnetinden delil getirmesi gerekir.

Rasûlullah’ın (s.a.s.) sözleri ve davranışları şer'an uyulması gerekli olan hususlardır. İşte onun söz ve davranışları sonradan ortaya konulmuş bulunan ve fazladan olan bu ilâve, şeraite ters görüş ortaya koy­maktadır: Çünkü Rasûlullah (s.a.s.) Yüce Allah'ın dini­ne, ister Araplardan, ister sonradan Araplaşmış olanlardan, isterse başka yerlerden getirilmiş olan kölelerden dalga dalga Allah'ın dinine girmiş olanla­rın Müslümanlığını kabul etmiş olduğu gibi, onun döneminde ülkeleri fethedilen Hîre ve Yemen halk­larının da İslâm'a girişlerini kabul etmiş ve bu konuda onlardan her birisinden şehâdet kelimesini iyice an­ladıklarını ortaya koyacak, onların belirli mânâyı anlamış olduklarını kesin olarak açığa çıkartarak herhangi bir uygulamaya girişmemiş yahut da onla­rın kendi aralarında bu şehâdete yaygın olarak veri­len belirli bir muayyen mânâların ne olduğu üzerin­de durmamıştır. Hatta Hz. Peygamber'in huzurunda Araplardan olan bazı kişilerin birtakım sözlerin mânâlarını bilmedikleri de ortaya çıkmıştır. Az önce sunmuş olduğumuz Adiy b. Hatem'in durumu buna örnektir. Hz. Peygamber'in İslâm'a girişle­rini kabul etmiş olduğu bazı kimselerin, Allah'tan başka ilâh olmadığına dair şehâdetlerinde, birtakım anlamları bilmedikleri de ortaya çıkmıştır. Nitekim "sen de bize onların silâh astıkları ağaçları olduğu gibi, silâhlarımızı asacağımız bir ağaç yap!" diyen kimselerin durumu böyledir. Hz. Peygamber’in bu uygulaması bizlere şunu gösteriyor: Kelime-i Şehâdet'i söyleyen bir kimsenin bu söylemesi, onun ulûhiyyet, rubûbiyyet, ibâdet, din, Kelime-i Şehâdet'in mefhumu ve benzeri diğer şer’î hükümleri bilmeyişi, müslümanlığına zarar vermez. Müslüman olduğuna hüküm vermeye engel teşkil etmez. Şer’î hükümler diğer müslümanlara nasıl uygulanıyorsa ona da öy­lece uygulanır. İşte bu -hadiste tevâtür olarak bili­nen ve bir haberin doğruluğunu ispat etmek, bilginin kesinliğini ortaya koymak açısından en sağlam tevâtür çeşitlerinden bir tanesi olan- herkesin herkesten bize kadar naklede geldiği bir delildir.

Rasûlullah’ın (s.a.s.) kendisi de Arap olsun ya da ol­masın bütün insanlara peygamber olarak gönderildi­ğini biliyordu. Şu hadis-i şerif de onundur: "Ben, in­sanlarla Allah'tan başka ilâh olmadığına şahitlik edinceye, bana ve benim getirdiklerime iman edince­ye kadar savaşmakla emrolundum..."

Evet, istisnasız olarak bütün insanlar arasında hiç bir ayırım gözetmeden, Arap'la Arap olmayan arasında fark gözetmeden, Arapça konuşsun veya konuşmasın ayırım sözkonusu olmaksızın bütün insanlar hakkında Allah'ın hükmü budur.  Emîn Rasûlün söylediği, yaptığı ve uyguladığı da bundan ibarettir. Eğer şehâdet kelimesini söylemek açısın­dan Arapça konuşanlarla konuşmayanların hükmü farklı olsaydı yahut da Arapça konuşanlarla konuşmayanlara farklı uygulamalar ve bağlayıcılık söz konusu olsaydı ve ancak bundan sonra kişilerin müslümanlığı hakkında hüküm vermek mümkün olsaydı, Rasûlullah (s.a.s.) bunu açıklamadan etmezdi. Diğer taraftan Yüce Rasûl bu fazladan öngörülen şarta geçerlilik kazandırmamazlık ve uygulamamazlık etmezdi. "Rabbin unutkan değildir." [714]

Bu ayrımı, fark gözetmeyi ortaya ko­yanlar ve bu fazladan şartı öngörenler Rasûlullah’ın (s.a.s.) hadisine, onun sâbit uygulaması­na ve hiçbir hilaf söz konusu olmaksızın gelen şeri­at hükümlerine muhâlefet etmiş ve Allah'ın şeriatı­nın dışında ve ne Kitap'ta, ne de Sünnette onu belge­leyecek nassın varlığı söz konusu olmaksızın dine yeni bir şey eklemiş olur.

Diğer taraftan müslümanlar hem sahâbe döne­minde, hem de Tabiîn döneminde Şam (bugünkü Su­riye) bölgesini, İran'ı, Irak'ı, Mısır'ı, Kuzey Afrika'yı, Sudan'ı, Endülüs'ü, Türkiye'yi, Balkanlar'ın bir kısmı­nı, Hindistan'ı ve bazı yerleri de fethettiler. Bunların hepsi Arapça bilmeyen insanların yaşadıkları ülke­lerdi. Bugüne kadar bize herkesin herkesten yapmış olduğu nakilden de anladığımıza göre, Sahâbe ve Tâbiîn bu ülkelerde yaşayan insanların müslüman ol­maları için Kelime-i Şehâdeti (yani Allah'tan başka hiç bir ilâh bulunmadığını ve Muhammed'in Allah'ın Rasûlü olduğunu kabul edip dilleriyle) söylemelerini yeterli görmüşler ve bu konuda icmâ' etmişlerdir. Bu şehâdeti söyleyen kimseler bu şehâdeti söylemekle kanlarını ve mallarını korumuşlar, onlara İslâm Şe­riatının hükümleri uygulanmıştır. Bunlar daha son­ra İslâm Şeriatının bilmedikleri diğer hükümlerini yavaş yavaş öğrenmeye başlamışlardır. Hiçbir kim­se kalkıp da dilleriyle söylemiş oldukları "şehâdet kelimesinden sonra bir şart veya fazladan herhangi bir durumun gerçekleşmesi söz konusu olmadığı sü­rece İslâm'a girişlerinin kabul edilemeyeceği" kana­atine varmamıştır. Diğer taraftan, ulûhiyyet ve rubûbiyyet kelimelerinin taşıdıkları mânâları, câhiliye dönemi Arapları arasında yaygın olduğu şekliyle Arapça'yı bilmeyen bu toplumlar arasında, şu anda bizim aramızdakinden daha fazla yaygın olduğunu ileri sürmek aklen mümkün olan bir şey değildir." [715]

Hudaybî nasslardan hareketle oluşturduğu red­diye sürecinde tekfirde aşırı gidenlerin birçok iddi­alarına cevap vermektedir. Meselâ iman ettiği halde kendisine bazı hükümler ulaşmayan kişiler hakkın­da şu görüşleri serdetmektedir:

İki kişinin bile -hatta yalnız müslümanlar ara­sında değil, bütün din mensupları dâhil olmak üze­re- ihtilâf etmedikleri bir konu vardır, ki o da şudur: Rasûlullah (s.a.s.), kendisinin insanlara getirmiş oldu­ğu dinin dışında herhangi bir dine bağlı kalan her­kesin kâfir olduğunu, kesin olarak belirtmiştir. Bu bakımdan bizler de bu noktada duruyor ve onun söy­lediğini söylüyor; vermiş olduğu hükmü veriyoruz.

Yine iki kişinin ihtilâf etmediği diğer bir konu şu­dur: Hz. Peygamber kendisine tabi olan, getirmiş ol­duğu şeylerin tümünü tasdîk eden ve bunların dışın­da kalan bütün dinlerden uzaklaşan herkese iman sıfatını kesin olarak vermiş bulunuyor. Biz de bura­da duruyor ve buna herhangi bir şey eklemiyoruz.

İman ettikten sonra Yüce Allah'ın dilediği her­hangi bir mezhebe göre itikad eder yahut da her­hangi bir fetvâya bağlanır ya da Allah'ın dilediği herhangi bir ameli işlerse ve bu konularda Peygam­ber’den (s.a.s.) kendisine inandığının, amel ettiğinin ya­hut da söylediğinin hilâfına herhangi bir hüküm ulaşmamış ise, böyle bir kimsenin sorumlu tutulaca­ğı hiç bir şey yoktur. Peygamber’in (s.a.s.) o konularda­ki hükmü kendisine ulaşmadığı sürece bu böyledir.

Bir şey hakkında bir inanca sahip olan yahut onun hakkında bir şey söyleyen yahut da amelde bulunan bir kimse, o şey hakkında hüküm veriyor demektir. Şayet ameliyle hakka karşı inatlaşarak muhâlefet ederse ve fakat amelinin aksine itikad ediyor ise böyle bir kimse fâsık bir mü'mindir. Eğer sözüyle, ya da kalbiyle kendine ulaşmış olan hakka muhâlefet ediyorsa o takdirde o kâfirdir, müş­riktir. Çünkü Rasûlullah (s.a.s.)'ın hakemliğini kabul et­memiş ve onun verdiği hükme teslimiyetle bağlan­mamıştır. Söz konusu bu hüküm genel olup bütün itikad ve ahkâm ile ilgilidir; ibâdetlerle, fetvâlarla ilgili konu­ları tümüyle kapsar." [716]

Hudaybi, Tekfir Cemaatinin Kur'ân'daki, tâğutlara uyma ile ilgili âyetleri yüzeysel değerlendiren ve sonuçta herkesi kâfir sayan yaklaşımlarına ise şöyle izah ve düzeltmede bulunmaktadır:

"Tâğut'a ittiba eden (tâbi olan, uyan) kâfirdir" de­meye gelince, bu cümlenin yorumlanması ve açıklan­ması gerekir... Eğer ittiba Allah'tan başkasına mut­lak olarak inkıyad edip bağlanmak ve ona itaat et­mek anlamında olursa, bu mânâda tâbi olan kimse tartışmasız olarak kâfir olur. Ama bu tâbi oluş yalnız­ca amel ile olup mutlak olarak bağlanmanın zarûretine itikad etmek sözkonusu olmazsa... Bu mânâda tâbi olan ve itaat eden kimse sadece âsîdir, kâfir de­ğildir. İşleyen kişiyi kâfir yaptığına ve sadece ameli dolayısıyla bile olsa, ondan iman sıfatını kaldırdığı­na dair nass vârid olan hususlar ise bundan müstes­nâdır." [717]

Hudaybî'nin bu sözleri aslında kitabın değişik yerlerinde devamlı vurgulanan diğer birçok âlimin görüşlerinin benzerinden başka birşey değildir. Onun tekfir cemaatine yönelik eleştirilerinden birisi de Kur’an âyetleriyle muhâtap oluşlarındaki yanlış yöntemdir. Bu konuyu da şöyle izah ediyor: "Yüce Allah dilemiş olsaydı, bütün ahkâmı yal­nızca Kur’ân-ı Kerim'de yahut da sadece hadîs-i şeriflerde toplayabilirdi. Yine Yüce Allah dilemiş olsay­dı her bir mesele ile ilgili hükmü bizâtihî bir tek âyet­te nassa bağlar, yahut da bir tek hadiste hükme bağ­lardı. Ve bunlar da bu hükmü anlamak konusunda iki kişi arasında bile farklı görüş ortaya çıkmazdı. Elbette ki Yüce Allah, hiç bir şeyden acze düş­mez. Fakat O'nun irâdesi bundan başkasını murad etmiştir: "O, yaptığından sorulmaz. Fakat onlar soru­lurlar." [718]

Örnek olarak şunu verelim: Kur’ân-ı Kerim'in ikinci sûresi olan Bakara Sûresi, talâk (boşanma) ile ilgili birtakım hükümler ihtivâ etmektedir. Kur'an tertibinin son üçte biri arasında yer alan Ahzab Sûresi'nde de yine talâk ile ilgili başka âyetler buluyo­ruz. Bundan sonra Kur’ân-ı Kerim'in son tarafların­da yer alan Talâk Sûresi'nde de talâk ile ilgili pek çok hükmün bulunduğunu görüyoruz. Bütün bunlardan ayrı olarak sahîh ve Rasûlullah’a (s.a.s.) kadar senedi ulaşan ve aynı konu ile ilgili hadisler de buluyoruz. O halde bizim yapmamız gereken şudur: Yüce Allah'ın bizden ne istediğini bilmemiz, onun istediği hükmün ne olduğunu anlayıp ona itikad edip uygulamamız için bütün bunları bir araya getirmemiz, toplamamız gerekir. Şayet bizler birtakım âyetleri bırakıp başka­larıyla amel edecek olursak yahut birtakım hadisle­ri bırakıp sadece diğer birtakım hadislerle amel edersek ya da hadisi bırakıp âyetlerle yahut âyetleri bırakıp hadislerle amel edecek olursak, -terkettiğimiz ve gereğince amel etmediğimiz için- asî olmuş, günah kazanmış oluruz. Üstelik Yüce Allah'ın hükmünü kasdî olarak değiştir­meye ve sözleri yerinden oynatıp tahrif etmeye, Yüce Allah'a yalan iftirada bulunmaya da kalkışmış oluruz. Çünkü sözün bir kısmını nakledip bir kısmı­nı nakletmeyen kimse, o sözü yerinden oynatıp tahrif etmiş, değiştirmiş olur.

Rasûlullah (s.a.s.) bizlere, âyetlerle hadîsleri bir ara­da değerlendirmeyi, onlar arasında karşılaştırma yapmayı, bunların hangisinin has, hangisinin âmm olduğunu bilmeyi, bundan sonra da kendisiyle amel etmemiz vâcip olan şer'î hükmü çıkartmayı öğretmiş bulunuyor. Meselâ, sahih olarak sâbit olduğuna göre Hz. Peygamber (s.a.s.) namaz kılmakta olan bir kişiye ses­lenmiş, o da: "Namazla meşgul olurken başka birşeyle uğraşmamak gerekir" şeklindeki umûmî (âmm) emirle ve namazda herhangi bir şekilde konuşmak ve başka zamanlarda câiz olan işleri yapmak sahih/doğru değildir, hükmüyle amel ederek ona cevap vermedi. Namaz kılan namazını bitirince Hz. Peygamber, ses­lendiği zaman kendisine cevap vermekten neyin alı­koyduğunu sormuş, onun namaz ile meşgul ol­duğunu bildirmesi üzerine, Rasûl ona Yüce Allah'ın şu buyruğunu hatırlatıp görüşüne karşı çık­mıştı; "Ey iman edenler, size hayat verecek şeylere çağırdıkları zaman Allah'ın ve Rasûlü'nün çağrısına koşun."

Rasûlullah’ın (s.a.s.) kendi ameli ve sahâbîlerin bu konudaki uygulamaları ile ilgili örnekler pek çoktur. Bundan önce Hz. Osman'ın altı ay hamilelik döneminden sonra doğum yapan kadının recm edilmesine dair olan emrini, buna karşılık Hz. Ali’nin (r.a.) ona Yüce Allah'ın; "Onun (ana karnında) taşınması ile sütten kesilmesi otuz ay sürdü." buyruğu ile birlikte; "Anneler çocuklarını -emzirmeyi tamamlamak iste­yen kimse için- tam iki yıl emzirirler." ile birlikte ha­tırlattı ve bu iki âyetin beraber ele alındığı takdirde, onlardan çıkartılacak şer'î hüküm olan hamilelik sü­resinin bazen altı ay olabileceğine dikkatini çekti. Bu sefer Hz. Osman kadının recm edilmesi emrinden vazgeçti. Bu şekilde âyet ve hadisler arasında karşı­laştırma yapıp birlikte mütâlaa etmek, sonradan uy­durulmuş bir bid'at değildir.

Kur’ân-ı Kerîm ile direkt olarak ilişki kurmanın zorunluluğuna dair söylenen söze gelince; Allah'ın yardımını isteyerek konu ile ilgili şu açıklamayı ya­pıyoruz:

Yüce Allah kendisinden başka ve Rasûlü'nden başka herhangi bir kimseye tâbi olunmasını emret­miş değildir. Bu bakımdan müslümana farz olan şer'î hükmün ne olduğunu bilmek üzere imkânı nisbetinde Allah'ın Kitabı'na ve Rasûlullah’ın (s.a.s.) sahîh ve sâbit olan hadislerinde yer alan delillere tâbi' olmaya çalışmasıdır. Şayet bundan âciz olduğunda, bu hükümleri başkasından alacak olursa, böyle bir kimse­nin yapması gereken şudur: O onlardan başka her­hangi bir kimsenin emrini değil de Yüce Allah'ın ve Rasûlü'nün hükmünü uygulamakta olduğuna kesin olarak itikad etmelidir.

Kur’ân-ı Kerim ile alâka kurmak ve O'nun âyet­lerinden Allah'ın uyulması gereken hükmünün hangisi olduğuna dair deliller çıkartmak üzere bu âyetlerden hüküm çıkarmak için ictihad etmeye ça­lışırken bunu yalnızca Kur'an'ın çerçevesinde bı­rakmak hakkı hiç kimsede yoktur.[719]

"Fetvâ verenler mutlaka şu üç kısımdan birisidir:

1- Gerekli incelemeyi ve yapması gereken bütün araştırmaları sonuna kadar yaptıktan sonra, kendi­sine ulaşmış olan naslara uygun olarak fetvâ veren âlim kişi. Bu kimse, ister hata etsin, ister isâbet etsin ecir kazanır. Böyle bir kimsenin bilmiş olduğu şeye göre fetvâ vermesi de vâciptir.

2- Vâcip olmadığı halde fetvâ vermekte olduğunu bilerek, uygun gördüğü şekilde fetvâ veren fâsık kişi.

3- Zayıf akıllı bir kişi olup, kesin ilme sahip olma­dan fetvâsını veren, bununla birlikte isâbet ettiğini de zanneden, fakat gerektiği gibi araştırmasını yap­mayan, câhil olduğunu bilen ve yapmaması gereken bu işi yapmaktan uzak kalan kişi."

Bir şey bilmekle birlikte pek çok şey bilmeyen fakîh çoktur. Dininin her­hangi bir meselesini bilen herkesin o mesele hakkın­da fetvâ vermesi câizdir. Onun bilmemiş olduğu diğer meseleler, bilmiş olduğu konuda fetvâ vermesine engel değildir. Nitekim onun herhangi bir şeyi bilmiş olması bilmediği şeyler hakkında fetvâ vermesini de mubah kılmaz. Kendisini tetkik etmeye, ictihad etmeye, deliller­den hüküm çıkartıp fetvâ vermeye, yani varmış ol­duğu kanaate göre âlemlerin Rabbi'nin buyruğu hakkında söz söylemeye ehil kılan bu özelliklerin kendisinde toplandığı bir kişi, kalkıp da kendisini parlak ve coşkun zekânın, kendilerinin Allah'ın di­ninde sabır ve sebat ettiklerine dair şehâdet edilen, takvâ ve vera’, büyük gayretin ve azimetin, Yüce Al­lah'ın dinini iktidâr yapan güçlü azimetlerin sahibi olan, kendilerini hak davanın zaferi için adayan ve bu konuda nefislerini satan kimselerin, yani salih selefin görüşlerinden oluşan büyük bir birikimden mahrum eden kimse; kendisini çok büyük bir hayır­dan mahrum kılmış, çıkış noktası olarak da kendisi­ne çok yanlış bir yol seçmiş olur.” [720]

Tekfir cemaatinin görüşlerine reddiye hazırlayıp cevap veren yalnızca Hudaybî değildir. İleriki sayfalarda Mevdûdî'nin, Seyyid Kutub'un, Muhammed Kutub'un ve geçmiş büyük ulemâdan bazılarının "tekfîrci görüşü" reddeden fikir­leri anlatılacak ve onların eserlerinden alıntılar yapılacaktır. Tekfirci görü­şe reddiye olarak yazılan ve geniş yankılar uyandı­ran bir başka eserden daha sözetmek istiyoruz. Bu eser ele alınış amacıyla Hudaybî'nin eserine benze­mekle beraber daha güncel olmasıyla ondan ayrıl­maktadır. Evet, Abdurrezzak Samarrai’nin "Dünden Bugüne Tekfir Olayı" kitabından bahsediyoruz. Adı geçen eserinde bugün tekfîrci olarak bilinen grubun, aslında bilerek-bilmeyerek geçmişte yaşamış bazı fırkaların görüşlerini tekrar ettiklerini ispat eden Samarraî tekfirci görüşün iddialarını da bir bir ce­vaplamaktadır. Çağımızda yaşayan bir âlim olması iyi ve kolay anlaşılan bir üslup kullanmasına sebep olmuştur.[721]

 

Mevdûdi ve Tekfir

Mevdudî, bakı­nız Meseleler ve Çözümleri adlı eserinde neler söyle­mektedir:

"Ben yazılarımda birkaç yerde insanların aşağı­daki gibi dört bölüme ayrıldığını yazmıştım:

a- Mü’min bilgayr ve müslim lilgayr: Al­lah'tan başkasına inanan ve ondan başkasına teslim olan. Yani Allah'tan başkasına gerçek mânâda itaat edilmesi gerektiğini kabul eden ve inanç olarak da onu emir ve hüküm kaynağı kabul eden kimse de­mektir. Bu eksiksiz, tam bir kâfirdir.

b- Mü’min bilgayr ve müslim lillâh: Allah'tan başkasına inanan ve Allah'a teslim olan. Yani Al­lah'tan başkasına inandığı halde, Allah'ın kanunları­na itaati kabul eden kişidir ki, bunlar İslâm devleti idâresi altında yaşayan zümreler ve münâfıklardır.

c- Mü’min billâh ve müslim lilgayr: Allah'a iman eden fakat Allah'tan başkasına teslim olan. Yani Allah'a inandığı halde başkasına kulluk ve itaat gös­teren kimsedir. Kâfir bir düzen altında onların emrine uyarak yaşayan müslümanlar bu durumdadır. Eğer müslüman böyle bir duruma düşmüşse içinden buna rıza göstermemesi, bundan hoşlanmaması lâ­zımdır. Bilakis, ya böyle bir düzeni değiştirmeli (değiştirmeye çalışmalı) ya oradan hicret etmelidir.

d- Mü’min billâh ve müslim lillâh: Allah'a iman eden ve Allah'a teslim olan. Yani Allah'a iman ettiği gibi O’nun emir ve kanunlarına kendini teslim eden kimse demektir ki, bu müslümanların asıl içinde bu­lunmaları gereken haldir.

Kur'an bütün insanları böyle bir hali seçip be­nimsemeye çağırmaktadır. Bu haldeki hiç kimse İslâm dışı bir düzende uğrayacağı sıkıntılara düşmez. Müslümanların Mekke dönemindeki halleri ve müş­riklere esir düşen birçok sahâbinin uğradığı eziyet­ler yahut Peygamberlerin çoğunun kâfirler arasın­da doğup büyümekten dolayı çektikleri gibi eziyetle­re ve sıkıntılara da düşmezler. Bu şekildeki elde ol­mayan durumlar Allah'tan başkasına teslim olma maddesine girmez. Çünkü her şeyden önce bu onla­rın kendi elinde, kendilerinin tercih ettiği bir şey değil, aksine üzerlerine musallat olan, kurtulama­dıkları bir durumdur. Ayrıca bir dâvâ adamı kimliğiyle gücü ölçü­sünde Allah'a teslim olmaya, O’ndan başkasına ita­ate karşı çıkmaya gayret edip eksiksiz çaba harcamaktaysa bu kimseye "Allah'tan başkasına teslim olmuştur" denmez. Hatta (c) grubunda olanların du­rumu bile (a) ve (b) grubundakilerin durumundan tamamen farklıdır. Allah'a iman edip de Allah'tan başkasına teslim olan asla müşrik ve kâfir olamaz.

Ama o kimse bu durumundan memnunsa veya im­kân ölçüsünde bundan kurtulmak için bir gayret göstermiyorsa çok büyük günahkârdır. Bütün haya­tı günahtan ibaret kalacak kadar günahkâr." [722]

Mevdudî, tekfir konusunda en çok başvurulan âlimlerden birisidir. Tabii burada Mevdudî'nin kim­seyi tekfir etmediğini, müşrik düzenlere karşı gel­mediğini söylemiyoruz. Mevdudî, böyle bir taviz, ılımlılık ve cehâlet içinde değildir, ama o bütün in­sanların tekfirine karşıdır. Bakınız bir başka eserin­de bu meselelerle ilgili olarak neler söylüyor:

"Kur'ân-ı Kerim'i okuyup araştırdığım kadarıyla bu konuda şunu diyebilirim: Şirke bulaşan veya akî­de ve amelinde şirk izleri bulunan her kim olursa (müslümanlardan) ona ne ıstılah mânâsıyla "müş­rik" diye hitab edilebilir ve ne de müşriklere yapılan muâmele ona da yapılabilir. Böyle bir hitap ve dav­ranışa, ancak, tevhid inancını temel inanç olarak ka­bul etmeyen, vahiy, nübüvvet ve Allah'ın kitabı'nı daha baştan dinin kaynağı olarak kabul etmeyen ve asıl dinleri şirke dayalı kimseler müstehaktır.

Buna delil olarak şu âyetleri gösterebiliriz. Kur’ân-ı Kerim'de Allah Teâlâ Yahudi ve Hristiyanların şirke düşüşlerini şöyle anlatıyor:

"Yahudiler, 'Uzeyr Allah'ın oğludur" dediler. Hristiyanlar da: 'Mesih Allah'ın oğludur’ dediler." [723]

"Andolsun, 'Allah, ancak Meryem oğlu Mesih'tir’ diyenler elbette kâfir olmuşlardır."; "Allah, üçün üçüncüsüdür" diyenler elbette kâfir olmuşlardır." [724]

Ancak, bütün bunlara rağmen Yahudi ve Hristiyanlar için Kur’ân-ı Kerim'de müşrik lafzı kullanıl­mayıp başka bir ıstılah, "ehl-i kitap" ıstılahı kulla­nılmıştır. Dahası, onlarla müşrikler arasında sadece telaffuzdan doğan bir farkla yetinilmemiş, müslümanların onlarla olan ilişkileri, müşriklerle olan iliş­kilerinden ayrı ele alınmıştır. Eğer Yahudi ve Hristiyanlar gerçekten de müşrik olarak görülse idi: "Allah'a ortak koşan kadınlarla, onlar inanıncaya kadar evlenmeyin."[725] âyetine göre onların da kadınla­rıyla evlenmek kendiliğinden haram olurdu. Ancak, Allah Teâlâ Kitap Ehli'nin kadınlarıyla evlenme hükmünü müşrik kadınlardan tamamen ayrı tut­muş ve müslümanların onlarla evlenmesine cevaz vermiştir. Aynı şekilde Ehl-i Kitab'ın kestiklerinin hükmü de müşriklerinkinden tamamen farklıdır. Böyle bir ayrılığın sebebi şundan başka ne olabilir ki: Onlar şirke bulaşmalarına rağmen tevhidi asıl din olarak kabul etmektedirler. Bundan dolayı onla­ra şöyle bir çağrıda bulunulmuştur:

"De ki, "Ey Kitap Ehli, aramızda ortaklaşa (ölçü ve âdil dengeyi sağlayacak) bir kelimeye gelin: (O da): Allah'tan başkasına kulluk etmememiz, hiç bir şeyi O'na ortak koşmamamız ve Allah'ı bırakıp bir kısmımız bir kısmımızı rab edinmememizdir." [726]

"Deyin ki, "Bize indirilene de size indirilene de inandık. Bizim ilâhımız da sizin tanrınız da bir­dir..." [727]

Bunun aksine, Allah Teâlâ "müşrik" ıstılahını şir­ki asıl din olarak benimsemiş kimseler için kullan­mıştır. Onlar Peygamber Efendimize (s.a.s.) şöyle iti­raz ediyorlardı: "Tanrıları tek bir tanrı mı yapıyor? Doğrusu bu şaşılacak bir şeydir" dediler." [728]

Onlar dinin akîde ve amellerinin de vahiy ve risâletten alınması gerektiğini kabul etmiyorlardı: "Onlara 'Allah'ın indirdiğine uyun' denilince "ha­yır biz baba ve dedelerimizin üzerinde bulundukları şeye uyarız' derler." [729]

Allah Teâlâ bu gibi kimseler için "müşrik" keli­mesini kullanmakla iktifa etmemiş, iman ehlinin on­larla olan ilişkilerini Ehl-i Kitap'tan farklı tutmuş­tur.

Bu gerçekler gözümün önünde olduğu için, kelime-i tevhid'e inanan kimselere "müşrik" denilmesini ve müşriklere yaraşır cinsten muâmeleye tâbi tutul­masını katiyetle câiz görmüyorum. Kitabullah'ı delil ve hüccet olarak kabul eden, dinin gereklerini inkâr etmeyen, şirki asıl din olarak benimsemek şurda dursun, kendisine şirk nispet edilmesini en kötü kü­für olarak gören, ancak, te'vil ve yorumlama hatası dolayısıyla herhangi bir müşrikçe inanç ve davranış içerisine düşen kimselere "müşrik" denilmesini ve müşriklere yaraşır bir cinsten muâmeleye tâbi tutulmasını kesinlikle câiz görmüyorum. Söz konusu kim­seler, şirki şirk bilerek böyle bir duruma düşmekten öte; bu inanç ve davranışlarının yanılgısı içerisine düşmüşlerdir. Bu yüzden bizim, bu gibi kimselere kötü lakaplar takacak yerde; hikmet, güzel öğüt ve delillere onların bu yanılgısını izâle etme yolunda çaba sarfetmemiz lâzımdır.

Şimdi siz kendiniz düşünün: Bu gibi kimselerle münakaşa ederken, onların inanç ya da davranışla­rının tevhid inancının hilâfına olduğunu ispatlamak için Kur'an ve Hadis'ten deliller getirirken onların Kur'an ve Hadis'i delil ve hüccet olarak kabul ettiklerinden hareket etmiyor musunuz? Acaba siz bu de­lilleri herhangi bir Hindu, Sih ya da Hristiyana kar­şı da kullanıyor musunuz? Yine siz söz konusu kim­selere; "bakınız, şöyle bir inanç taşımak şirktir, bun­dan kaçınmak lâzımdır" derken, onların şirki büyük günah olarak gördükleri düşüncesini taşımıyor mu­sunuz? Eğer böyle bir şey söz konusu olmasaydı sizin onları şirkten sakındırma kaygısına düşmenize ne gerek vardı ki?"[730]

Birçok insanın Kur'an'ın hak sözlerini bâtıla âlet ettiklerini tarihten öğreniyoruz. Bu durum bugün de gerçekleşmektedir. Hatta bu "hak ile bâtılı birbirine karıştırma" meselesi Kitap ve Sünnet üzerinde sınır­lı kalmayıp âlimlerin görüşleri üzerinde de yapılmış­tır. Bazı âlim ve yazarlarımızın hoşa giden, kendilerini destekler gibi görünen makaleleri alınmakta, ama aynı âlimlerin diğer görüşleri değerlendirme dışı bırakıl­maktadır. Evet, nasıl ki Kur'an âyetlerinden bir kıs­mını alıp diğerlerini gözardı ediyorlarsa aynı şeyi âlimlere de uyguluyorlar. Sözü tekrar Mevdudî'ye getirmek istiyoruz. Bazı görüşleri tekfire mesned yapılan Mevdudî bakınız içinde yaşadığı toplumunun in­sanlarıyla nasıl konuşuyor: "Sevgili kardeşlerim! Müslümanlara kâfir dam­gasını vurduğumu asla düşünmeyin. Amacım bu değil…" [731]

Seyyid Kutub ve Tekfir

Seyyid Kutub'u iyi anlamanın yollarından birisi de onu yakından tanıyanlara başvurmaktır. Onu en iyi tanıyanlardan birisi olan ve kendisi de değerli bir âlim olan kardeşi Muhammed Kutub, Seyyid Kutub’un tekfir konusunda yanlış anlaşıldığını çeşitli eserlerinde vurgulamıştır. Yine onu yakından izlemiş olan Muhammed Berekât bu konuyla ilgili özel bir eser kaleme almıştır. Şimdi Muhammed Berekât'ın görüşlerine bakalım: 

Müslümanları Tekfir Ettiği İthamı: Hakkında çokça söz söylenmiş bir ithamdır bu. Bu ithamın yapıldığı ilk kişi Merhum Seyyid Kutub da değildir. Ancak, bu itham dolayısıyla Seyyid Kutub'un gördüğü zarar çağdaş diğer müslüman yazar­ların gördüklerine kıyas edilecek olursa, kat kat faz­la olduğu görülür. Önce Seyyid Kutub'un ne söyledi­ğine bir bakalım; ikinci olarak onun ileri sürdüğü de­lillere, üçüncü olarak da bizzat kendisi ileri sürme­miş olmakla birlikte lehine sürülebilecek delillere bakalım; ondan sonra da onun lehine veya aleyhine hüküm verelim.

 

1- Tekfîr edilen kim?

Merhum şöyle demektedir: "Fakat bugün gerçek İslâmî hareketlerin karşı karşıya kalmış olduğu en büyük zorluk bunlarla ilgili değildir... Bu zorluk, bir zamanlar Allah'ın dininin kabul gördüğü, Dâru'1-İslâm olan topraklar üzerinde müslüman soydan gelen birtakım kimselerin varlığında müşahhas olarak or­taya çıkmaktadır. Bir de bakmışsınız ki bu bir zamanların Dâru'l-İslâm olan toprakları üzerinde yaşa­yan bu kimseler, gerçekte İslâm'dan uzaklaşmış ve yalnızca ona ismen bağlılığını açıklamaya koyulmuş­tur. Gerçekte bunlar, İslâm'ın temel esaslarını, itikadda ve vâkıada kabul etmeyip tanımamakta, bu­nunla birlikte itikaden İslâm'a bağlı olduklarını san­makta bulunuyor."

"Bugün yeryüzünde adı müslüman adı olan, müslüman soyundan gelen bazı insanlar vardır. Vak­tiyle İslâm Yurdu olan birtakım vatanlar vardır. Fa­kat bugün ne o topluluklar bu anlamı ile Allah'tan başka ilâh olmadığına şâhitlik etmekte, ne de bugün o vatanlar bu anlamın kapsadığı gerçeklere uygun olarak Allah'ın dinine boyun eğmektedir."

 

2- 0nun kullandığı ifade ile tevhid şehâdetini ge­tirmeyen bu tekfir edilen kimselerin niteliği nedir? Şöyle demektedir: "İslâm, Allah'tan başka hiçbir ilâh olmadığına şehâdet etmektir. Allah'tan başka hiçbir ilâh olmadığına şehâdet etmek ise, bu kâinatı yaratan ve onda dilediği gibi tasarrufta bulunan bi­ricik yaratıcının Allah olduğuna, kulların ibâdet şe­killerini ve bütün faâliyetlerini ibâdet olarak kendisi­ne sunacakları biricik varlığın, kulların şer’î hükümleri kendisinden alacakları, kendisine boyun eğecek­leri yegâne varlığın yalnızca Allah'ın kendisi olduğu­na itikad etmekte müşahhas ifadesini bulur. Her­hangi bir kimse Allah'tan başka ilâh olmadığına bu kapsam çerçevesi içerisinde şehâdet etmeyecek olur­sa, gerçekte o şehâdet getirmemiş ve henüz İslâm'a girmemiş demektir. Adı, lakabı ve soyu ne olursa ol­sun, değişen birşey olmaz. Eğer herhangi bir toprak parçası üzerinde bu kapsamı ile Allah'tan başka ilâh olmadığı şehâdeti gerçekleşmeyecek olursa, orası Al­lah'ın dinine göre yönetilen bir toprak parçası değil­dir." [732]

Müslümanların tanıyageldikleri kâfirlerin çeşit­lerine ek olarak Seyyid Kutub, müslümana bir tanım getirmektedir. Öyle bir tanımdır ki bu; bu tanımın kendisine uymadığı her bir kimse aynı şekilde kâfir­dir. Böyle bir tanımı sınırlandıran, belirleyen aşağı­daki dikkat çekici hususlardır:

a- Yüce Allah'ın vahdâniyet, yaratıcılık, kâinatın her türlü işlerinin yöneticiliği (kayyûmiyet) gibi sı­fatlarına iman etmek gerekir.

b-  Namaz ve zikir gibi ibâdet çeşitlerinin Al­lah'tan başkasına takdim edilmesi küfürdür. Müslü­man kimse, bu gibi ibâdet çeşitlerini Allah'tan baş­kasına sunamaz. Helâl ve haram ile ilgili konularda Allah'ın hükümlerinden başkasına boyun eğemez.

c-  Helâl ve haram ile ilgili hükümleri Allah'tan başkasından almak küfürdür. Müslüman bir kimse ancak Allah'ın helâl kıldığını helâl ve ancak Allah'ın haram kıldığını haram kabul eder ve şerayi' diye ifa­de edilen helâl haram hükümleri ile ilgili olarak O'nun hükümlerinden başkasına asla boyun eğmez.

İşte bu üç husus "Lâ ilâhe illâllah"ın kapsadığı anlamın çerçevesine direkt olarak girer. O halde bunlar tevhidin şartıdır ve ancak bunlarla birlikte kişi muvahhid olabilir, değilse olamaz.

Buna göre açıkça ortaya çıkıyor ki Merhum Seyyid Kutub, hiç bir müslümanı tefkir etmiyor. Aksine o, çoğu kimsenin kâfir olduklarını fark edemediği bir kısım insan türünün kâfir olduklarına dikkat çeki­yor, o kadar. Açıkça görüldüğü gibi, anlaşmazlık ilk iki şart çerçevesinde olmayıp, -şayet söz konusu olursa- üçüncü şart ile ilgilidir. O da teşriin kendisinden alı­nacağı makamın yalnızca Allah olduğuna itikad et­mektir. Peki, teşrîi ibâdet şekilleri ile eşit değerde kabul ederken onun ileri sürmüş olduğu deliller ne­lerdir? [733]

Seyyid Ku­tub'un fikirlerine göre, toplumda her ferdi tekfir et­mek yanlış bir metottur. Seyyid Kutub'la ilgili olarak yanlış anlaşı­lan en önemli mesele, yani herkesi tekfir etme konusuyla ilgili bir alıntı yapalım:

"... Biz insanları tekfir etmiyoruz. Biz diyoruz ki, insanlar, inanç sisteminin hakikatini bilmeleri, onun gerçek­ten ne demek olduğunu kavrayamamış olmaları ve İslâmî yaşantıdan uzak bulunmaları bakımından, câhiliyye toplumunun durumunu andırır bir hale gelmiştir. Bu yüzden hareketin başlangıç noktası, İslâm nizamının kurulması tezi değil; İslâm inanç ve ahlâkının yeniden filizlenmesi olmalıdır. Yani sorun, insanlar hakkında bir hüküm vermekten zi­yade, İslâmî Hareketin metoduyla ilgilidir." [734]

Bu alıntı Seyyid Kutub'un son konuşmalarını içe­ren eserinden yapılmıştır. Merhum şehidimiz İhvân-ı Müslimîn’den ayrıldığı dönemlerde ve yeni bir metod izlemeye çalıştığı süreçte yukardaki görüşleri açıkla­mıştır.

Seyyid Kutup hayattayken hiç bir Müslüman’ı şahsen tekfir etmediği, sadece tespitlerde bulunup, kavramlar oluşturduğu halde onun şahadetinden sonra eserlerinden etkilendiklerini ileri süren kimi Müslümanlar birtakım şahısları ve akımları tekfir etmişlerdir. Oysa Seyyid Kutub kitaplarında genel manada sadece kurallar koyar. Seyyid Kutub’un başta Fi-zılali’l- Kur’an olmak üzere, eserlerinde geçen bazı yorumlarından yola çıkarak üstadın “tekfirci” olduğuna dair iddialar, kardeş Muhammet Kutub tarafından kabul görmemiştir. Ağabeyine yapılan ithamların asla doğru olmadığını “O Müslümanları asla tekfir etmiyor; onun yaptığı tek şey Allahın hükmünü dile getirmekten ibarettir. Ağabeyinin, “bizler davetçiyiz, kadı değil” dediğini de aktarmaktadır.

İmam Gazâli ve Tekfir

Gazali de (H. 450-505 – M. 1058-1111) kendi yaşadığı dönemde tekfircilerden şikâyetçi olmuştur. Gazali, bazı İslâmî grupların, diğer grupları tekfir etmeye olan eğilimlerine dikkat çekerek zamanındaki “aşırılıkları ve taassupları” gözler önüne serdikten sonra, sadece bir grubun bütün doğrulara sahip olduğu anlayışını reddettiğini açıklıyor. Şöyle diyor: “İnsafla (doğru ve âdil bir şekilde) değerlendirildiğinde, hakkı (doğruyu) sadece bir görüşe (kendi mezhep veya kendi ictihadlarına, yorumlarına) özgü kılanların, küfre (kâfirliğe) ve çelişkiye daha yakın oldukları anlaşılır… Yolları farklı olsa da, ‘Lâ ilâhe illâllah Muhammedun rasûlullah’ sözüne sadâkatle bağlı kaldıkları ve bu sözü bozacak bir şey yapmadıkları sürece diğer grupları tekfir etmekten ve ehl-i İslâm’a dil uzatmaktan kaçınmak gerekir. Sadece cehâletin hükmü altındaki kişiler, tekfir etmede aceleci davranma yoluna giderler…” Gazali, Hz. Peygamberi yalanlamak ile -ki bu küfürdür-, O’nun sözlerini te’vil etmeyi (yorumlamayı) birbirinden ayırıyor. Hz. Peygamberin sözlerini te’vil edenler -biz onlardan farklı düşünsek bile- O’nu yalanlıyor değillerdir.

Te’villerinde hata edenleri tekfir etmek men edilmiştir ve bunun delili de şudur: Nass ile sadece Hz. Peygamberi yalanlayanın tekfir edileceği sâbittir. Bu kimseler Peygamber’i yalanlamıyorlar; şehâdet kelimesini söyleyip inanıyorlar. Te’vilde hata etmenin tekfir etmeyi gerektirdiği ise bizim için sâbit değildir; bunun için mutlaka bir delil gerekir. Dolayısıyla “lâ ilâhe illâllah” dedikleri için kesin olarak bu kimselerin mâsum oldukları (yani tekfir edilemeyecekleri) sonucuna varılır. Bu durumlarının ortadan kaldırılması ise ancak kesin bir delile dayanarak mümkün olur…”

Sonra Gazali, tekfirin söz konusu olacağı inanç esasları ile tekfirin söz konusu olmayacağı fer’i meseleleri birbirinden ayıracak bir kural koyuyor: “Görüşler iki kısımdır; kısımlardan biri inanç esasları ile ilgilidir, diğeri ise fer’î meselelerle ilgilidir. İman esasları üçtür: Allah’a iman, Peygamberine iman ve âhiret gününe iman. Bunların dışındakiler fer’î meselelerdir. Fer’î meselelerde aslen tekfir yoktur; ancak bunun bir istisnâsı vardır. Bu istisna, tevâtür yoluyla Hz. Peygamber’den geldiği bilinen dinî bir esasın inkâr edilmesidir.”

“Bir yol bulunabildiği müddetçe tekfirden kaçınmak zorunludur. Kıbleye yönelerek namaz kılan ve açık bir şekilde “lâ ilâhe illâllah Muhammedun rasûlullah” diyenlerin kanlarını ve mallarını helâl görmek hatadır. Bin kâfiri serbest bırakmakta hata etmek, dökülmesi men edilmiş bir Müslüman’ın kanını dökmekte hata etmekten daha hafiftir.” [735]

İbn Teymiye ve Tekfir

Tekfir konusunda adından özellikle sözedilen muvahhid âlimlerden birisi de İbn Teymiyye'dir. Ünlü eseri Mecmûu’l Fetevâ’da şunları ifade eder:

"Bütün bunlarla birlikte -benimle beraberliği olanlar da bilir ki- herhangi bir kişiyi tekfir etmek­ten, fâsık ve isyankâr saymaktan (kâfir, fâsık ve âsî damgası vurmaktan) en çok sakındıran biri olmu­şumdur. Ancak karşı çıkanın ya kâfir, ya fâsık veya âsî olacağı peygamberî bir delilin aleyhine sâbit ol­duğu bilinirse o başka. Ben, Allah'ın bu ümmetin hatasını bağışlamış olduğunu ikrar ediyorum. Bu af, hem haberî, kavlî mes'elelerde, hem de amelî mes'elelerde sözkonusudur.

Şer, selef arasında savaşmaya kadar varmıştı, ama Ehl-i Sünnet her iki tarafın da mü'min olduğun­da ittifak halindedir. Şunda da ittifak etmişlerdir ki, bu savaşlar onların adâletine (iman ve güvenilirliklerine) engel değildir. Çünkü savaşan, her ne kadar haddi aşmış ise de, kendine göre bir te'vili vardır, müteevvildir. Te'vil ise fıska mânidir (İctihadın sürüklediği hata itaatsizlik sayılmaz).

Onlara şunu da açıklıyorum: Yine seleften nakle­dildiği üzere belli bir kişiyi kasdetmeksizin “kim şöy­le şöyle derse kâfir olur” şeklindeki mutlak ifadeleri de aynı şekilde haktır. Ancak mutlak ifade (ıtlak) ile, ta'yin etmeyi (belirlemeyi) birbirinden ayırmak gere­kir. Bu mes'ele, yani "vaîd" (yani azapla tehdit) mes'elesi, ümmetin ihtilâf ettiği büyük mes'elelerin ilkidir. Çünkü Kur'an'ın vaîd (tehdit) konusundaki âyetleri geneldir. Meselâ buyrulur ki: "Zulm ile öksüzlerin mallarını yiyenler, karınlarına sadece ateş doldurmaktadırlar ve çılgın bir ateşe gireceklerdir."[736] "Şöyle şöyle yapana, şu şu vardır" şeklindeki âyetler de aynı şekilde mutlak ve geneldir.

Bu âyetler selefin "Kim şöyle derse o şudur" şek­lindeki genelleyici sözleri mesabesindedir. Şu da var ki, belirli bir kimseden, tevbesi, yok edici iyilikleri, keffaret olucu musibetler veya makbul bir şefaat gi­bi şeylerle hakkındaki vaîd'in hükmü kalkar.

Tekfir de, vaîd kabilindendir. Çünkü her ne kadar bir sözü Rasûlullah’ın (s.a.s.) söylediğini yalanla­ma anlamı taşıyorsa da, kişi daha yeni müslüman ol­muş veya uzak bir çölde yetişmiş olabilir. Aleyhine delil ve gerekçe bulunmadıkça böylelerinin bir şeyi inkâr etmesi tekfirlerini gerektirmez. Kişi bu nassları işitmemiş veya işitip de kendisince sâbit olmamış, veya elinde başka bir delil var da bunu te'vil durumunda kalmış -hata da etse bu durumda kalmış- olabilir. [737]

İbn Teymiyye aynı eserinde "müslümanın tekfir edilmesi câiz midir?" sorusuna cevap olarak da şun­ları söylüyor: "Bir müslümanı işlediği bir günah ve yaptığı bir hata sebebiyle tekfir etmek câiz değildir. Nitekim kıble ehli olan müslümanların ihtilâf ettikleri mes'elelerde durum böyledir.

Vaktiyle, Hz. Peygamber (s.a.s.) Efendimiz kendi­leriyle savaşılmasını emrettiği, haktan uzak­laşmış bulunan Hâricîler ile râşid halifelerden birisi olan mü'minlerin emiri Hz. Ali bin Ebî Tâlib muhâre­be etmişti. Bu kimselerle çarpışmak gerektiği husu­sunda, gerek ashâb ve tabiûn'un ileri gelenleri, ge­rekse daha sonraki nesillerin imamları ittifak etmiş­lerdir. Ama bu Hâricîleri ne Ali bin Ebî Tâlib, ne Sa'd bin Ebî Vakkas, ne de bir başka sahabî tekfir etmiş, bilakis kendileriyle çarpışmış olmakla beraber onla­rı müslüman saymışlardır. Ayrıca Hz. Ali onlarla an­cak haksız yere kan dökmeye ve müslümanların mallarını yağmalamaya başladıkları zaman savaşmıştır. Onları kâfir saydığı için değil, zulümle­rini ve azgınlıklarını ortadan kaldırmak için çarpış­mıştır. Bu sebeple de o, Hâricîlerin esir edilen kadın­larına câriye, ele geçirilen mallarına da ganimet muâmelesi yapmamıştı.

Sapık oldukları nass ve icmâ ile sâbit bulunan bu kimseler, Allah ve Rasûlü kendileriyle çarpışılmasını emretmiş olmasına rağmen tekfir edilmediklerine göre, kendilerinden daha bilgili kimselerin dahi ha­taya düşebildikleri bazı mes'elelerde hakka isâbet edememiş muhtelif gruplar nasıl kâfir sayılabilir­ler?! Bu gruplardan herhangi birisinin bir diğer gru­bu kâfir ilan etmesi, kanını ve malını helâl sayması kesinlikle câiz değildir. Kâfir sayılan bu grup arasın­da kesinkes bid'atler bulunsa bile, durum aynıdır. Ama aksine bunlara küfür damgasını vuran fırka da bizzat bir bid'atçi ise bu takdirde ne demeli?! Hatta bazen bu damgacıların bid'ati daha da beter olabil­mektedir. Genellikle bu fırkaların tamamı, üzerinde ihtilâf ettikleri hususların gerçek yönünü bilmemek­tedirler.

Bir müslüman, bir diğerini tekfir etme ve­ya onunla çarpışma konusunda bir te'vilden hareket ediyorsa bu takdirde kendisi tekfir olunmaz. Nite­kim Ömer bin el-Hattab, ashabdan Hatıb b. Ebî Belta için: "Yâ Rasûlallah! Müsaade et de şu münafığın boynunu vurayım" demiş, Peygamber Efendimiz ise şöyle buyurmuşlardı: "Hatıb, Bedir Harbine katıldı. Sen nereden bileceksin ki, Cenâb-ı Hak Bedir ehli­nin durumlarına muttalîdir ve onlar hakkında: ‘Di­lediğinizi yapın. Ben sizi bağışladım’ buyurmuştur." Bu hadis Buhârî ve Müslim'de mevcuttur. Buhârî ve Müslim'de İfk hâdisesiyle ilgili olarak şu rivâyet de yer alır: Üseyd b. El-Hudayr, Sa'd b. Ubâde'ye: "Sen bir münâfıksın!" diyenler bulunuyordu ve Hz. Pey­gamber bunlardan hiçbirini kâfir saymıyor, aksine hepsinin de cennetlik olduğuna şehâdet ediyordu.

Aynı şekilde Buhârî ve Müslim’de Üsâme b. Zeyd'den ri­vâyet olunduğuna göre, Usâme (harb sırasında) bir adamı "La ilâhe illallah" dedikten sonra (onun ölüm­den kurtulmak için böyle dediğini düşünerek) öldür­müştü. Buna çok kızan Hz. Peygamber, Usâme'ye ne kısas, ne diyet, ne de keffaret tatbikini gerekli görmüştür. Çünkü Usâme bir te'vilde bulunmuş, kelime-i tevhid getiren adamı bunu ancak ölümden kurtulmak üzere söyle­diğini zannettiği için öldürmesinin câiz olduğunu sanmıştı.

Cemel, Sıffîn ve benzeri hâdiselerde bulunmuş selef-i sâlihîn birbirleriyle çarpışmışlardı ve bunların tamamı da mü'mindi, müslümandı. Nitekim Cenâb-ı Hak buyurur: "Eğer mü’minlerden iki grup savaşırlarsa onların arasını düzeltin. Şayet bi­ri ötekine saldırırsa Allah'ın buyruğuna dönünceye kadar saldıran tarafla vuruşun. (Allah'ın buyruğuna) dönerse artık adâletle onların arasını düzeltin ve (her hususta) âdil olun. Allah adâlet(le hareket) edenleri sever."[738] Böylece Cenâb-ı Hak birbirleriyle çarpışmaları ve birbirlerine karşı azgınlık yapmalarına rağmen bunların mü'min ve kardeş olduklarını beyan etmiş ve aralarının adâletle düzeltilmesini emretmiştir."

Merhum İbn Teymiyye'nin aşağıdaki sözlerini de okuyacak olanlar belki daha da şaşıracaklardır:

“Nasıl olur da Muhammed (s.a.s.) Efendimizin ümmeti için, Allah'tan hiçbir delil olmaksızın, sırf zan ve hevâya göre bir şahıs ve bir grubu dost bilip, diğer bir gruba düşmanlık besleyecek kadar tefrika ve ayrılığa düşmesi câiz olabilir? Cenâb-ı Hak, Rasûl-i Ekrem'ini böylesi kimselerden berî kılmıştır. Böyle bir şey, kendilerine muhâlefet edenlerin kanını helâl sayan ve müslümanların cemaatinden ayrılıp çıkan Hâricîler gibi, bid'at sahiplerinin yaptığı bir şeydir.

Ehl-i sünnet ve'1-cemaat ise, Allah'ın ipine sarıl­mıştır. Grubçuluğun asgarî sınırı, kişinin hevasına uyan birini, ondan daha muttakî olsa bile bir başka­sından daha üstün görmesidir.

Şu halde bize gerekli olan, Allah ve Rasûlünün takdim edip öne geçirdiklerini öne geçirmek onların geri bıraktıklarını geri bırakmak, Allah’ın ve Rasûlü’nün sevdiklerini sevmek, onların buğzettiklerine buğzetmek, Allah'ın Rasûlünün nehyettiklerini yasaklamak, onların rıza gösterdiklerine râzı olmaktır. Müslümanların tek bir el halini almalarıdır. Şimdi durum bazı kimselerde, haklı ve isâbetli olup Kitap ve Sunnet'e muvâfık da olduğu halde başkalarını sapık görüp kâfir saymaya kadar varınca acaba hâlimiz nasıl olur?! Kaldı ki bu kişilerin bir müslüman kardeşi, dinî mes'elelerden herhangi birisinde hata et­miş bile olsa, her hata eden kişi kâfir ya da fâsık ola­cak değil ya!.. Hak Teâlâ bu ümmet için hatayı ve unutmayı affetmiştir. Cenâb-ı Hak, Kitab-ı Mübîn'inde, Hz. Peygamberin ve mü'minlerin duâsını naklederken şöyle buyurmaktadır: "Rabbimiz, unutur ya da yanılırsak bizi sorumlu tutma!" [739] Sahih bir hadis­te, bu duâya mukabil Cenâb-ı Hakk'ın: "Kabul et­tim!" buyurduğu ifade olunmuştur.

Özellikle şunu belirteyim: Bazen size uygun olan bir kişi İslâm'dan daha özel bir çerçevede bulunur. Meselâ sizinle aynı mezhebe bile bağlıdır. Ama buna rağmen bir mes'elede size muhâlefet eder ve olur ki o isâbetli ve haklıdır. Şimdi, Cenâb-ı Hak, müslümanların ve mü'minlerin hak ve hukuklarını da belirtmişken nasıl olur da bu kişinin ırzı, malı ve kanı helâl sayılabilir?! Ve nasıl olur da, ne Allah'ın kitabında, ne Rasûlü'nün Sünnet'inde aslı esası olmayan uydurma, bid'at bazı isimler sebebiyle bu ümmetin parça par­ça edilmesi câiz olabilir?!

Bu ümmet arasında cereyan eden âlimlerini ve ileri gelen zevâtını parça ve gruplara ayırma; evet, işte bu husus, düşmanların bu ümmete musallat olmasını gerektiren husustur. Ve bu durum onların başına, Allah ve Rasûlüne itaatla amel etmeyi terketmeleri yüzünden gelmiştir. Nite­kim Hak Teâlâ şöyle buyurur: '"Biz Hristiyanız" di­yenlerden de söz almıştık, ama uyarıldıkları şeyden pay almayı unuttular. Bu yüzden kıyâmet günü­ne kadar aralarına düşmanlık ve kin saldık." [740]

İşte böylece insanlar ne zaman Cenâb-ı Hakk'ın kendilerine emrettiklerinin bir kısmını terketmişlerse, aralarında düşmanlık ve kin zuhur etmiş, halk parçalara ayrıldığı zaman fesâda düşmüş ve helâke uğramışlardır. Ama birleşip beraber oldukları za­man, durumlar düzelmiş ve hâkimiyet sağlamışlar­dır. Çünkü cemaat rahmettir; ayrılık ise azaptır.

Bütün bu hususların düğüm noktası, emr-i bil-ma'rûf, nehy-i ani'l-münker (iyiliği emredip, kötü­lükten sakındırmadadır. Nitekim Cenâb-ı Hak şöyle buyurur: "Ey inananlar, Allah'tan size olan nimetini hatırlayın: Hani siz birbirinize düşman idiniz, (Al­lah) kalblerinizi birleştirdi, O'nun nimetiyle kardeş­ler haline geldiniz. Siz ateşten bir çukurun kenarın­da bulunuyordunuz, (Allah) sizi ondan kurtardı. Al­lah size âyetlerini böyle açıklıyor ki yola gelesiniz, içinizden hayra çağıran, iyiliği emredip kötülükten men'eden bir topluluk olsun; işte onlar kurtuluşa erenlerdir."[741] Birlik ve beraberliği emretmek, emr-i bi'1-ma'rûf cümlesindendir; ayrılık ve tefrikadan sakındırmak ve Allah'ın Şeriatından çıkanlara hadleri tatbik etmek de nehy-i anil-münker'dendir." [742]

Ayrıca, İbn Teymiye, Minhâcu’s-Sünne adlı eserinde: “Mü’minin tekfiri küfürdür”[743] der.

İbn Kayyim el-Cevziyye ve Tekfir

Îman ve Küfrün Mâhiyeti: Küfür ile iman biribirlerine karşıt olan iki şeydir. Birisinin yok olması diğerinin var olması demektir. İmanın çeşitli şubeleri bulunmaktadır. Her şubesine de iman denilmektedir. Namaz ve oruç da imandan sayılır. Bâtınî amellerden olan hayâ, tevek­kül, Allah'tan korkma ve O’na yönelme de imandan­dır. Bu saydıklarımız ve daha niceleri imanın bir şubesidir. Bu şubeler "yolda bulunan eziyet verici bir şeyi yoldan kaldırmak'la son bulur. Bunu yap­mak da imanın şubelerinden bir şubedir. Bu şubele­rin içerisinde imanın yok olmasıyla ilgili şubeler de vardır. Örneğin şehâdet şubesi gibi. (Tevhid kelimesini terketmek) ve aynı zamanda terkedilmesiyle birlikte imanın var olmasını gerektiren şubeler de vardır. Örneğin, yolda eziyet veren bir şeyi kaldırmamak. Bu iki şube, yani (en yüksek şube olan şehâdet ve en son olan eziyet veren şeyi kaldırmak) arasında birbi­rinden ayrı ve büyük şubeler bulunmaktadır. Bunla­rın bir kısmı şehâdet şubesiyle ilgilidir ve ona daha da yakındır. Bu şubelerden bir kısmı da yolda eziyet veren bir şeyi kaldırmakla ilgilidir ve ona daha yakındır.

İmanda olduğu gibi küfür de şubelere sahiptir. Nasıl ki imanın şubeleri imansa, küfrün şubeleri de küfürdür. Hayâ iman şubelerinden bir şube olduğu gibi, hayâsızlık da küfür şubelerinden bir şubedir. Doğruluk imanın kısımlarından olduğu gibi, yalan da küfrün kısımlarındandır. Nasıl ki namaz, zekât, hacc ve oruç imanın şubelerinden olduğu gibi, bunları terketmek de küfrün şubelerin­den bir şubedir.

Allah’ın indirdikleriyle hükmetmek imanın şube­lerindendir. Allah’ın indirdikleriyle hükmetmemek de küf­rün şubelerindendir. İtaatin tümü imanın şubelerinden birisi olduğu gibi, âsîliğin tümü de küfrün şubelerindendir.

İmanın şubeleri iki kısma ayrılır:

1- Kavlî (sözle ilgili),

2- Fiilî (amelle ilgili) kısımdır.

Aynı zamanda küfrün şubeleri de:

1- Kavlî (sözle ilgili),

2- Fiilî olmak üzere iki kısımdır.

İmanın kavlî kıs­mının yok olmasıyla imanın yok olmasını gerektiren şubeleri vardır. Aynı şekilde, imanın fiilî kısmının yok olmasıy­la da imanın yok olmasını gerektiren şubeler vardır.

Küfrün, kavlî ve fiilî kısımları da imanın kısımları gibidir. Yani sözlü olarak ve isteyerek küfür kelimesini söylemek küfür şubelerinden bir şubedir. Aynı zamanda fiilî olarak da küfrü ge­rektiren bir şey yapmak küfrün şubelerindendir. Meselâ puta tapma, Kur'an'la alay etme gibi.

Başka bir esas daha vardır, o da imanın hakika­tinin kavil (söz) ve amelden müteşekkil olmasıdır. Kavlî iman iki kısma ayrılır. Dilin kavli ki bu da İslâm kelimesiyle konuşmaktır. Amelî iman da niyet ve ihlâstır. İkinci kısım da uzuvların amelidir. Şayet bu dört nitelik bir kimsede yok olursa o kimsede imanın tamamı yok olur. Bu dört şey de şunlardır:

1- Kavli’l-kalb,

2- Kavli'l-lisan,

3- Ameli'l-kalb,

4- Ameli'l-Cevârih.

Şayet kalbin tasdiği yok olursa, diğer parça­lar hiçbir fayda vermez. Çünkü kalbin tasdiği itika­dın olması için şarttır. Bu olduktan sonra faydalı bir iman olur. Sâdık bir itikadla birlikle kalbin amelinin yok olma hali konusunda mürcie mezhebi ile ehl-i sünnet arasında olan bir savaş (mücâdele) söz konu­sudur. Çünkü ehl-i sünnet, kalbin amelinin yok olma­sı halinde tasdiğin hiçbir faydasının olmadığı ve imanın yok olduğu görüşünde toplanmışlardır.

İman yalnızca tas­dikten ibaret bir şey değildir. Oysaki iman (aynı za­manda) bağlanma ve itaat için lâzım olan şeyleri tas­dikten de ibârettir. Hidâyet yalnızca Hakk'ı bilmekten ibaret değil­dir. Oysaki hidâyet vâcip olan bilinenlerle amel edil­mesi ve lâzım olan şeylere tâbi olunmasının bilinme­sidir. Şayet ilk tarife hidâyet denilirse bu tam bir hidâyet olmuş olmaz. Nasıl ki itikadın tasdiğine hidâyet denmezse bu tasdik de iman için lâzım olan tasdik değildir. Müslümanın bu esasları, iyi bilmesi gerekir. Başka bir esas daha vardır o da küfrün iki çeşit olmasıdır:

1- Amelî küfür,

2- İnkârî ve inadî küfür.

İnkârî küfür, Allah Teâlâ tarafından Rasûle gönderilmiş olduğu bilinen bir şeyde, inkâr ve inad edilmesidir. Meselâ Rabbin hükümlerini, fiillerini, sıfatlarını ve isimlerini inkâr etmek gibi. Bu çeşit küfür bütün yönleriyle imana zıttır.

Fakat amelî küfür ise imana zıt olan ve imana zıt olmayan küfür olarak ikiye ayrılır. Amelî küfürden olup imana da zıt olan şeylerden bazılarını şöyle zikredebiliriz: Puta tapma, Kur'an’la alay, peygamber öldürmek ve ona sövmek imanın zıddı olan amellerdir.

Allah'ın indirdikleriyle hükmetmemek, yine na­mazı terketmek kesin olarak amelî küfürden sayılır­lar. Allah ve Rasûlü buna küfür ismini verdikten sonra bunlardan küfür ismini kaldırmak mümkün de­ğildir. Allah'ın indirdikleriyle gelen hadislere dayanıldığında (da yine) namaz kılmayan bir kimse kâfir­dir. Fakat bu küfür şekli itikadî bir küfür olmayıp amelî bir küfürdür (yani insanı İslâm dininden çı­karan mutlak anlamdaki küfür değildir.)

Allah'ın indirdikleriyle hükmetmeyen birisi­ni Allah kâfir olarak vasıflandırdıktan, kâfir olarak isimlendirdikten sonra, onlara bu ismi vermemek mümkün değildir. (Kesinlikle bu isim­le anılmalıdırlar). Rasûlullah (s.a.s.) komşusunun kendisinden emin olmadığı kimseden, içki içen kimseden, zina ya­pan kimseden imanı zaîl kılmış, yok saymıştır. Bu kimselerden imanın izâle edilmesi, bunların amel yönünden kâfir olduklarını göstermektedir; yoksa (onların bu durumu) itikad ve inkâr küfrü olarak gösterilmemiştir (yani bu ameller inkârî kü­für değildirler).

Ve nitekim de Rasûlullah (s.a.s.) bir hadisinde şöyle buyuruyor: "Bazılarınız bazılarınızın boynunu vurup da kâfir olarak bana dönmeyin." İşte buradaki küfür amelî küfürdür. Başka bir hadiste ise; "Kim, kâhini (falcıyı) doğrular ve kadına arkadan yaklaşırsa, o Muhammed'e küfretmiştir.", yani inkâr etmiştir.

Diğer bir hadiste ise; "Şayet bir adam kardeşine "sen kâfirsin" derse bu söz ikisinden birisini küfre götürür." [744] Başka bir hadiste; "Hile yapan, bizi aldatan bizden değildir.” [745] buyurmuştur. Yine bir hadisinde; “Kendi nefsi için istediğini din kardeşi için de istemeyen iman etmiş olmaz.” [746]buyurur.

Allah Teâlâ, Kur’ân-ı Kerîmde kitabının bazılarıyla amel edeni mü’min kitabın bazısını terkedeni de kâfir olarak göstermiştir. Şu âyet-i kerime bize ışık tutmaktadır: "Birbirinizin kanını dökmeyeceksiniz, birbirinizi yurtlarınızdan çıkarmayacaksınız!’ diye sizden söz almıştık. Göz göre göre biribirinizi öldürüyorsunuz, sizden bir grubu yurtlarından çıkarıyorsunuz, onla­ra karşı günah ve düşmanlık yapmakta birleşiyorsunuz. Onları, çıkarmak size yasaklanmışken (çıkarı­yorsunuz sonra da) esir olarak geldiklerinde fidyele­rini verip kurtarıyorsunuz. Yoksa siz, kitabın bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Sizden bunu yapanın cezası dünya hayatında rezil olmaktan başka nedir? Kıyamet gününde de (onlar) azâbın en şiddetlisine itilirler. Allah yaptıklarınızı bilmez değildir." [747]

Allah Teâlâ bu âyette kendilerine emretmiş ol­duğu ve uymalarını istemiş olduğu sözden bahset­mektedir. Bu söz alma onların bunu tasdik ettikleri­ne delâlet etmektedir ki onlar biribirlerini öldürme­yeceklerine ve biribirlerini yurtlarından çıkarmaya­caklarına dair söz vermişlerdi. Daha sonra Allah Teâlâ onların bu emre karşı geldiklerini ve onlardan bazılarının bazılarını öldürdüğünü ve onları kendi yurtlarından çıkardıklarını haber vermektedir. Bu, onların kitapta kendilerinin işledikleri kü­fürleridir. Daha sonra aynı fırka (yani yurtlarından kendileri tarafından çıkarılmış kimseler) esir olarak geldiklerinde fidyelerini verip onları kurtarıyor. Bu da onların kitapta kendilerine haber verilen imanla­rıdır: Onlar söz verdikleri şeyleri yerine getirmekle mü’min, o söz verdiklerini terketmiş olduklarından dolayı kâfirdirler.

Amelî imanın karşıtı amelî küfürdür. İtikadî imanın zıddı ise itikadî küfürdür. Rasûlullah (s.a.s.) bu söylediğimiz şeyleri sahih olan hadisinde ilân etmektedir: “Müslümana sövmek fâsıklık, onunla savaşmak, onu öldürmek küfürdür.” [748]

Rasûlullah bu hadiste sövmeyle öldürmeyi biribirinden ayırmıştır. İkisinden birisini (sövmeyi) fâsıklık olarak nitelendirmiştir ki, bununla da kâfir ol­maz. Diğerini de (yani öldürmeyi) küfür olarak nite­lendirmiştir ki buradaki küfür amelî bir küfür olup itikadî bir küfür olmadığı mâlûmdur ve bu küfür, in­sanı İslâm dairesinden tümüyle çıkarmaz. Nasıl ki zina yapan, hırsızlık yapan ve içki içen biri­si İslâm dairesinden çıkmıyorsa bu işleri yapan da İslâm dairesinden çıkmaz.

Bu açıkladığımız şeyler İslâm ve küfrün gerekle­rini ve kitabı bütün ümmetten daha iyi bilen ashâbın sözüdür. Bu meseleler ancak ve ancak onlardan alınır. Müteahhirinler (İlk üç nesilden sonra yaşayan âlimler) ashâbın buradaki muradını anlamadıkları için iki kısma ayrıldılar. Bunlardan bir kısmı büyük günahlarla insanları İslâm dairesinden çıkardılar ve bunu yapanın ebedî olarak ateşte kalacağına hükmettiler. İkinci grup ise, bu özellikte olan insanları mü’min olarak değerlendirdiler. Birinci kısım Gulat (aşırı olanlar)dır. İkinci kısım ise hakikatten uzaklaşan­lardır. Allah Teâlâ, ehl-i sünnete orta sözü söyledi­ği (vasat olduğu) ve örnek bir yol tuttuğu için onlara hidâyetini bahşetti.

İşte burada küfrün dışında başka bir küfür, nifa­kın dışında başka bir nifak, şirkin dışında başka bir şirk, fâsıklığın dışında başka bir fâsıklık ve zulmün dışında başka bir zulüm olduğu ortadadır.

“Kim Allah’ın hükmüyle hükmetmezse, işte onlar kâfirle­rin ta kendileridirler”[749] âyetinin tefsirinde İbn Abbas'ın “bu küfür, insanları İslâm’dan çıkaran bir küfür değildir (yani mutlak, gerçek mânâdaki küfür değildir) dediği rivâyet edilmiştir. Bu konuda diğer rivâyet de şöyledir: Abdurrezzak der ki: M'amer İbn Tâvus bize ha­ber verdi ki, o da babasından duymuştur ki: İbn Abbas'a “Allah'ın indirdikleriyle hükmetmeyenler kâfirlerin ta kendisidir” âyeti soruldu. İbn Abbas dedi ki: Onların böyle olmaları küfürdür. Yalnız bu küfür, Allah'ı, melekleri, kitaplarını ve peygamberlerini inkâr edenin küfrü gibi bir küfür değildir. Tâvus da bu âyet-i kerimenin hükmü için; "Bu kü­für insanı İslâm milletinden çıkartan bir küfür değildir" demiştir. Vakî'nin Süfyan'dan aldığı rivâyete gö­re Atâ şöyle demiştir: "Küfrün dışında bir küfür, zulmün dışında bir zu­lüm, fâsıklığın dışında başka bir fâsıklıktır." Atâ'nın söylemiş olduğu bu şeyi anlayan kimse için Kur’ân-ı Kerim'deki âyetler açık bir burhan olarak ye­ter. Şöyle ki:

Allah'ın indirdikleriyle hükmetmeyeni Kur’an kâfirlikle vasıflandırmıştır.[750] Aynı zamanda Rasûlüne ineni inkâr eden kimseyi de kâfirlikle isimlendirmiştir. Bu iki küfür şekli eşit dü­zeyde değildir. Allah başka bir âyette “kâfirler, zâlim­dir”[751] buyurmuştur. Nikâhta, talâkta, ücret vererek karısını boşamakta ve boşandıktan sonra karısını reddetmekte Allah'ın hudûdunu/sınırını aşan, “zâlim” olarak isimlendirilmiştir: “Kim Al­lah'ın sınırlarını aşarsa kendi nefsine zulmetmiş olur.[752] Ve Allah'ın peygamberi olan Yûnus (a.s.) şöyle buyurmaktadır: “Senden başka ilâh yok­tur. Sen eksiklerden uzaksın, yücesin. Ben zâlimler­den oldum.[753] Âdem (a.s.) ise; “Ey Rabbimiz nefsimize zulmettik.” Mûsâ ise; “Ey Rabbim kendi nefsime zulmettim, beni bağışla.[754] Bu âyet­te geçen zulüm, “kâfirler zâlimlerin ta kendileridir” âyetindeki zulüm gibi değildir.

Allah Teâlâ başka bir âyette kâfiri fâsık olarak isimlendirmiştir: “Onunla ancak fâsıkları saptırır, onlar ki, söz verip bağlandıktan sonra Allah'a ver­dikleri sözü bozarlar.[755]

Başka bir âyette ise; “Andolsun sana apaçık âyet­ler indirdik. Onları fâsıklardân başkası inkâr etmez.[756] Buna benzer âyetler Kur'ân'da çoktur.

Yüce Allah başka bir âyette ise müslümanı fâsık olarak isimlendirmektedir: “Ey iman edenler, size fâsık (yoldan çıkmış) bir adam bir haber getirirse onun doğruluğunu araştırın yoksa bilmeyerek bir toplulu­ğa karşı kötülük edersiniz de sonra yaptığınıza piş­man olursunuz.[757] Bu âyet-i ke­rime İbn Ebî Âs'ın hükmü hakkında inmiştir. Bu­radaki fâsıklık diğer fâsıklık gibi değildir.

Nur sûresinin 4. âyetinde; "Namuslu kadınlara (zina suçu) atıp da dört şahit getirmeyenlere seksen değnek vurun ve artık onların şâhitliklerini kabul etmeyin. Onlar fâsık (yoldan çıkmış) kimselerdir."[758] Bu âyet­le ilgili olarak İbn Abbas der ki: "Rabbinin emrinde fâsık oldu."

Yine Allah Teâlâ şöyle buyurur: "Kim o aylarda haccı (kendisine) farz ederse bil­sin ki haccda kadına yaklaşmak, günah işlemek yok­tur."[759] Buradaki fâsıklık da diğer fâsıklıklar gibi değildir. Küfür iki çeşittir. Zulüm de, fâsıklık da aynı za­man da cehâlet de iki çeşittir.

1- Küfür halinde, küfür şeklinde olan cehâlet. Şu âyette olduğu gibi: "Affı tut, iyiliği emret, câhillere al­dırış etme." [760]

2-  Küfür olmayan cehâlet. O da şu âyette olduğu gibidir: "Allah'a göre şu kimselerin tevbesi makbuldür ki câhillikle bir kötülük yapıp hemen ardından tevbe edenler." [761]

Aynı zamanda şirk de iki çeşittir. Birincisi; in­sanı İslâm dairesinden çıkartan büyük şirk. İkincisi de; insanı İslâm dairesinden çıkartma­yan küçük şirk. Bu küçük şirk, amelî şirk olan riyâ­kârlık gibidir.

Allah Teâlâ büyük şirk için şöyle buyuruyor; "Kim Allah'a şirk koşarsa Allah onun cennete girme­sini haram kılar ve onun gideceği yer ateştir."[762] Diğer bir âyet ise şöyledir: "Kim Allah'a ortak koşar­sa o, sanki gökten düşmüş de kendisini kuş kapıyor veya rüzgar onu uzak bir yere sürüklüyor gibidir."[763]

Küçük şirk olan riya hakkında ise Allah şöyle bu­yurmaktadır: "Kim Allah'a kavuşmak istiyorsa sâlih bir amel işlesin ve ibâdetinde Rabbine hiç kimseyi şirk koş­masın." [764] Yine bu tür küçük şirk hakkında Rasûlullah’ın (s.a.s.) şu hadisleri vardır: "Kim Allah'tan başka bir şeye yemin ederse muhakkak ki şirk koşmuştur yahut küfretmiştir." [765]  

Bu hadisi Müslim, Ebû Davud ve başkaları rivâyet etmiştir. Bi­linmektedir ki kim Allah'tan başkasına yemin eder­se İslâm dairesinden çıkmaz ve ona kâfirlik hükmü verilmez. Yine Rasûlullah’ın (s.a.s.) şu sözleri de ay­nı mâhiyeti taşımaktadır: “Gizli şirk bu ümmette karıncanın ayak sesinden daha da hafiftir (gizli ve sessizdir).” [766] buyurdu.

Bakın, nasıl ki küfür, şirk, fısk, zulüm ve cehâlet kısımlara ayrılıyor ve insanı İslâm dairesinden çıka­ran küfür ile İslâm dairesinden çıkarmayan küfür diye ikiye ayrılıyorsa, bu kavramlar gibi nifak kavra­mı da iki çeşittir. İtikadî nifak ve amelî nifak:

İtikadî nifakla Allah, Kur’ân-ı Kerimde münâfık­ların inkârlarını belirtmiş ve onlara cehennemin en alt tabakasını vâcip kılmıştır. Amelî nifak ise Rasûlullah’ın (s.a.s.) şu hadisinde geldiği gibidir: "Münâfığın alâmeti üçtür. Konuştuğunda ya­lan konuşur. Söz verdiğinde sözünde durmaz ve ema­nete hiyanet eder."[767] Başka bir sahih hadiste: "Dört şey vardır ki kimde bulunursa saf münâfıktır. Kim­de bu dört hasletten (meziyetten) bir tanesi bulunur­sa o kimsede münâfıklıktan bir haslet bulunmuştur. Ta ki bu hasletini terketmeyene kadar. Konuştuğunda yalan konuşur. Söz verdiğinde yerine getirmez. Düşmanlık yaptığında yalan söyler kendisine birşey emanet edildiğinde hiyânet eder." [768] İşte (böylece) amelî nifakla imanın aslının bir arada bulunması müm­kündür. Şayet bu özelliklerden bulunursa ve ısrar edip devam ederse her ne kadar namaz kılıp oruç tutsa ve müslüman olduğunu iddia etse bile bu kim­se İslâmdan tümüyle çıkmış olur. Çünkü "iman" mü’minlerden bu gibi şeyleri terketmelerini istiyor. Şayet bir kimsede bulunan iman, o kimseyi müşrik yapan sözleri terketmeye engel olmazsa bu kişi hâlis/tam münâfık olur. İmam Ahmed bin Hanbel'in şu sözü de buna delâlet etmektedir:

İsmail bin Said, Ahmed bin Hanbel'e: "Büyük gü­nah işlemede ısrarlı olan ve onu kendi gücüyle iste­yen bir kimse bu büyük günaha rağmen namaz, zekât ve orucu bırakmıyorsa bu ısrar edenin hali bu şe­kilde mi olur?" diye sordum, Ahmed bin Hanbel dedi ki; ‘Bu kimsenin durumu Rasûlullah’ın söylemiş olduğu şu hadisteki kimsenin durumu gibidir: ‘Zina eden kimse zina yaptığında mü’min olarak zina yapmaz’ [769] yani mü’min vasfından çıkar, Müslim vasfına dâhil olur.” Peygambe­rimiz (s.a.s.) şöyle buyurmaktadır: "İçki içen kimse mü’min olarak içki içmez. Bir şeyi çalan kimse çaldığı zaman mü'min olarak çal­maz."[770] İbn Abbas'ın da şu âyetteki tefsiri “Allah'ın indirdikleriyle hükmetmeyenler kâfirlerin ta ken­dileridirler.” [771] Bu âyetin içindeki "küfür" sorulunca İbn Abbas: “Bu küfür insanı dinden çıkartan bir kü­für değildir", dedi. İmanın dışında bir iman olduğu gibi küfrün dışında bir küfürdür (insanı kâfir etmeyen küfürdür). Bu durum bunun dışında bir emir (durum) gelmeyinceye kadar devam eder." [772]

İman ve küfür bir arada bulunabilir mi? Şüphe­siz hayır! İman ve küfür bir arada bulunamaz; ancak bu, mutlak anlamda bir arada bulunmama olayıdır. Yani itikadî anlamda küfür ile itikadî anlamda iman bir arada bulunamaz. Fakat bir kişide iman olduğu halde, amelinde küfür bulunabilir. Bu durumu İbn Kay­yım şöyle açıklıyor:

"Burada açıklanması gereken bir gerçek daha vardır, o da bir kişide iman ve küfrün bir arada bu­lunmasıdır. Aynı zamanda şirk ve tevhid; takvâ ile fâcirlik (fücûr); nifak ile iman bir arada bulunabilir. Bu kaide ehl-i sünnette bulunan en büyük temeldir.”

Bu konuda Hâricîye, Mûtezile ve Kaderiye mezhepleri, Ehl-i sünnete muhâlefet etmektedirler. Büyük günah işle­yenlerin cehennemde kalmaları ve cehennemden çıkmaları meselesi de bu esas üzerine açıklanır. Bu esasa Kur’ân-ı Kerim, sünnet, fıtrat ve icma-i sahâbe delâlet etmektedir. Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır; "Onların çoğu Allah'a şirk/ortak koşmadan inanmazlar."[773] Allah Teâlâ bu âyette iman ile şirkin bir arada olduğunu ve kendisine imanla birlikte on­ların şirkli durumda olduklarını ispat ediyor. Başka bir âyette ise şöyle buyurmaktadır; "Bedeviler (çölde yaşayan köy­lüler) "iman ettik" dediler. De ki; "Siz mü’min olmadınız" fa­kat "İslâm olduk" deyin. Fakat henüz İslâm kalbinize yerleşmedi. Eğer Allah'a ve elçisine itaat ederseniz Allah yaptıklarınızdan hiçbir şey eksiltmez. Allah çok bağışlayan çok merhamet edendir."[774] Bu âyet-i kerime Bedevîlerin imanının izâle edilmesiyle birlikte, onlara İslâm’ı/müslümanlığı ve Allah Rasûlüne itaati nispet etmiştir. Bu iman ise mutlak olan imandır.

İmam Ahmed der ki: "Kim bu dört hasleti ya da onlara benzer yahut onlardan daha çok (şey) yapar­sa, getirirse -ki bu dört haslet de zina, hırsızlık, içki içmek ve zorla yağmalamaktır- bu kimse müslümandır; bu kimseye mü’min ismi verilmez. Kim ki bunların dışında bir şey yaparsa, yani bu büyük günahların daha da aşağısını yaparsa bu kimseye noksan imanlı kimse denir. Rasûlullah’ın şu hadisi de buna delâlet etmek­tedir; "Kimde bunlardan bir haslet olursa onda nifak­tan bir haslet vardır.[775] Bu da kişide nifakla İslâm’ın bir arada bulunmasının mümkün olacağına delâlet­tir. Ve riya da böyledir. Şayet bir insanın amelinde ri­ya olursa bu kimsede şirkle (riya ile) Allah’ın indirdikleriyle hükmetmezse yahut Rasûlullah’ın küfür olarak isimlendirdiği bir şeyi yaparsa ve bu kimse buna rağ­men İslâm kanunlarına uyup riâyet ediyorsa bunda küfürle İslâm bir arada bulunmuştur, demektir.

Daha önce açıkladığımız gibi isyan sayılan davranışların (yani günahların) her birisi küfür şubelerinden bir şu­be teşkil etmektedir. Aynı zamanda itaatin tümü de imanın şubelerinden birer şubeyi teşkil etmektedir. Kul, imanın bir veya daha çok şubesini yerine getirmekle bu şubele­ri (kısımları) kabul ettiğinden dolayı "mü’min" olarak adlandırılır yahut (küfür şubeleri daha ağır basar da) mü’min olarak isimlendirilmez.

Aynı durum küfür için de geçerlidir. Nasıl ki küfrün şubelerinden bir şubeyi yapmakla "kâfir" olarak isimleniyorsa aynı zamanda bir şubeyi yapmakla kâfir olarak isimlendirilmeyebilir de. Burada iki emir (iki durum) vardır: 1- Lafzî ve ismî durum, 2- Mânevî ve hükmî durum.

Mânevî halde bu haslet küfür müdür, yoksa değil midir? Lafzî halde ise bu hasleti yapan kimse kâfirlikle isimlendirilir mi, yoksa müslüman mı denmelidir? Birin­ci durum hâlis bir şer’î durumdur. İkinci durum ise lügavî (terimsel) ve şer’î bir durumdur. Başka bir esas daha vardır. O da kulun iman şu­belerinden bir şubesini yapmakla, her ne kadar yaptığı şey iman isede ona, mü’min ismi verilmeye­ceğidir.

Aynı zamanda küfrün bir şubesini yapan birisine de kâfir ismi verilmez. Her ne kadar yaptığı şey kü­für olsa bile. Nasıl ki ilmin bir parçasını yerine geti­rene "âlim" denilmediği gibi, aynı zamanda fikıh ve­ya tıbbın bazı meselelerini bilen bir kimseye de fakîh veya doktor denilmez. Buna karşılık olarak da iman şubesine de "iman" ismi vermenin hiçbir engeli yoktur. Bununla da fiil itlak olunur. Rasûlullah'ın na­maz hadisinde olduğu gibi; "Kim namazı terk ederse kâfir olur." Müslim’in Sahih’inde rivâyet etmiş olduğu; "Kim Allah'ın dışında bir şeye yemin ederse kâfir olur."[776] Kimde küfür şubelerinden bir şube bulu­nursa o kimse kâfir olarak isimlendirilmez. Aynen bunun gibi, kim ki haramı gerektiren bir şey işlerse o kimse fâsıklık olan bir amel işlemiştir. Yani fâsıklığı bu haram olan ameli yapmış olmasındandır. Yok­sa ona fâsıklık ismini (devamlı) vermek doğru olmaz.

Aynı zamanda zinâ eden, içki içen, hırsızlık ya­pan ve zorla insanın malını elinden alana mü’min de­nilmez her ne kadar bunları yapan kişide iman bu­lunsa bile. Aynı zamanda bunları yapan kimseye kâfir ismi de verilmez. Her ne kadar yaptıkları küfür şubeleri olsa bile." [777]

Seyfuddin el-Muvahhid ve Tekfir

Daha önce birçok insanın hakkı bâtıl ile karıştır­dığını söylemiştik. Tekfirde aşırı gidenlerin, görüşle­rini yaymak için okunmasını şiddetle tavsiye ettikleri bir eser olan Ş. Seyfuddin el-Muvahhid'in "İman" adlı eserine bakalım:

"Fakat herkes tarafından açık bir şekilde bilin­meyen bir küfrü olan kişileri, o küfrünü bilmediğin­den dolayı tekfir etmeyen küfre rızâ göstermiş ol­maz. Meselâ: Kişi demokrasiye inanıyordur. Demokra­siye inanmak ise küfürdür. Çünkü demokraside hâ­kimiyet halka verilmiştir. İslâm'da ise hâkimiyet yalnızca Allah'a aittir. Kişi demokrasinin bu mânâya geldiğini bilmeyebilir. Bu kişiye önce bu durum izah edilir. Eğer düşüncesinde ısrar ederse tekfir edilir.

Tekfir edilecek kişinin küfründe bütün âlimlerin icmâ etmiş olmaları gerekir. Bazı âlimler tekfir et­mesine rağmen bazıları etmemişse bu kişiyi tekfir etmeyen kişi tekfir edilmez. Meselâ: Hâricîleri ve namazı inkâr etmeden terkeden kişileri tekfir etmeyenleri tekfir etmemek gibi. Allah Teâlâ imanı ve küfrü Kur'ân-ı Kerim'de açık bir şekilde belirtmiş ve Rasûlullah da (s.a.s.) sa­hih hadis-i şeriflerinde bunları bize açıklamıştır. Bu yüzden Kur’ân-ı Kerim ve sahih sünnete açık küfür olan bir şeyi yapan kişi kâfir olarak isimlendirilir. Kâfir olan bu kişiyi tekfir etmeyen de Allah'ın hük­müne karşı gelip başka bir hüküm verdiğinden dola­yı kâfir olmuş olur.

Belli Bir Şahsın Tekfir Edilmesi: Bazı sözler ve ameller vardır ki bunların yapıl­ması küfürdür. Fakat şahıslara indirgendiğinde du­rum değişir. Bazı ameller küfür olduğu halde, bunla­rı yapan kişiler duruma göre kâfir olabilir veya ol­mayabilir. Fakat bazı ameller de vardır ki, bunları yapan kişi, durumu ne olursa olsun kâfirdir. Örneğin, bir adamın Kur'an parçalarını pisliğe at­tığını gördük. Yaptığı bu amel küfürdür. Fakat bu kişi­yi tekfir etmeden önce onun durumunu araştırmak gerekir. Bu kişi hakkında şunları bilmek gerekir: Bu kişi attığı her şeyin Kur'an olduğunu ve necasete at­tığını biliyor mu? Çünkü şahıs okuma yazma bilmi­yorsa attığı şeyin Kur'an olduğunu bilmeyebilir. Eğer kişi attığı şeyin Kur'an olduğunu biliyorsa onu tekfir edebiliriz. Aynı şekilde Kur'an'a basan kişiyi gördüğü­müzde, yaptığı amel küfür olmasına rağmen tekfir etmeden önce onun durumunu araştırırız. Belki bu kişi kördür ve üzerine bastığı şeyin Kur'an olduğunu bilmiyordur.

Fakat bazı ameller ve sözler vardır ki kişinin ni­yetine bakmadan, araştırmadan tekfir etmeyi gerek­tirir. Bu, küfrünü gördüğümüz veya fâsık olmayan ve doğru söylediğinden emin olduğumuz bir kimseden duyduğumuz ki­şi içindir. Örneğin bildiği bir dille Allah'a, Rasûlüne söven kişi, eğer deli değilse ve baskı altında değilse niyetine bakmadan tekfir edilir. Allah'ın kanunlarını bir tarafa bırakıp insanların koyduğu kanunlarla hükmeden hâkim, niyeti ne olursa olsun tekfir edilir. Bunu tekfir etmeyen kişi de açık küfrü olan birisini tekfir etmediği için tekfir edilir.

İnsanlar hakkında zâhire göre hüküm verilir. Al­lah imanı ve küfrü açık bir şekilde bildirmiştir: Bir müslümandan küfrü gerektiren bir söz veya amel sâ­dır olursa, zâhiren kâfir olduğuna hükmederiz ve dünyada hak ettiği cezayı ve hükümleri veririz. Fa­kat uhrevî durumu Allah'a aittir. Çünkü biz insanın kalbinden geçeni bilmediğimizden zâhire göre hü­küm veririz. Allah ise kalbe göre hüküm verir. Bizim zâhirine bakarak müslüman zannettiğimiz bir kişi Allah katında kâfir olabilir; kâfir zannetiğimiz de Allah ka­tında müslüman olabilir.

Abdullah b. Utbe b. Mes'ud (r.a.)'dan şöyle rivâyet edilmiştir: Ömer (r.a.)'den işittim. O şöyle diyordu: "Rasûlullah'ın vefatı ile vahiy kesilmiştir. Bugün sizi, gördüğümüz amellerinizden dolayı sorumlu tutarız. Bu yüzden kim bize hayır ve adâlet gösterirse, onu emin sayar ve güvenilir kabul ederiz. Onların gizli hallerini araştırmak bize düşmez. Gizli hallerinin hesabını da Allah görür: Bize zâhiren fena hal gösterenlerden de emin olamayız. Niyetinin iyi olduğunu söylese bile ona inanmayız." [778]

Muhammed Kutub ve Tekfir

Tekfirde aşırı gidenlerin, görüşlerini çarpıttıkları ve kendilerine uyan görüşlerini aldıkları diğer bir âlim Muhammed Kutub bakın neler söylemektedir:

"Bütün durumlarda imanın hâkimiyeti sıfır de­ğildir. İnsanın İslâm’ın amellerinden hiçbirini yap­maması şeklinde varlığı ve yokluğu denk olmaz. Masiyet ulemânın icmâı ile insanı İslâm'dan çıkart­maz."

"Muâsır, günümüz müslümanının hali budur. Lâ ilâhe illâllah bütün muhteva gereklerinden tecrid edildi..." "Evet... Bu düşük derecede de olsa, İslâm daire­sinde olan müslümanların bulunması, büyük kap­samlı hakikatinden uzaklaştırılmalarına rağmen gerçeğe yeniden dönmelerine karşı güven vermiyor­du..."

"Sözü bu noktaya getirdik ki kimileri mevcut ne­sillere kâfir oldukları hükmünü vereceğimizi tasav­vur ediyorlar... Diğer kitaplarda sorunumuzun, in­sanlara hüküm çıkarmak olmadığını yazdık. Bu­gün İslâm topraklarında yaşayan insanlara İslâm veya küfür hükmü vermemiz onları cehenneme ya da cennete koyacak değildir... Bugün İslâm toprakların­da yaşayan toplumlara "câhiliye toplumları" dediğimizde bununla ehlinin müslüman olmadığını, onların kâfir olduğunu kast ettiğimizi zannedenlere de burada diyoruz ki; topluma verilen bir hüküm şahıs­lara münsarif (tek tek bireyler için) değildir. Bugün İslâm toprağın­da yaşayan insanlar karmaşık bir yapı gösteriyorlar, tek bir hükme girmezler. Şüphesiz içlerinde müslümanlar vardır. Bunu zâhire göre söylüyoruz. Çünkü lâ ilâhe illâllah diyor, ibâdet edip câhiliyeyi reddede­rek Allah'ın dinini arzu ediyorlar. İçlerinde şüphesiz kâfirler de vardır. Çünkü lâ ilâhe illâllah deseler de Allah'ın dininin üstünlüğünü reddediyorlar...”

"İnsanlar günümüzde bu durumun İslâm’dan kop­mak olduğunu ve imanın aslını yıkacağını bilmiyor olabilirler. Bu insanlar hakkında hüküm verme problemine dalmak istemiyoruz; onlar bu cehâletle­rinde mâzur mudurlar, değil midirler? Burada o ko­nuya değinmeyeceğiz..."

"İbâdetin tek başına şekil olarak edâsı, dünya ha­yatı için "İslâmî kişilik" verebilir ve yapana da müs­lüman ahkâmını tatbik ettirir..." "Müslümanlar şu anda çağdaş câhiliyeyi, ilmi, maddî, teknolojik ve örgütsel kalkınmada geçeme­mişlerdir. Ama yine de câhiliyenin bugün, yarın ve hiçbir zaman sahip olamayacağına sahiptirler; Sahih bir akîde ve sahih bir metodun sahibidirler..." [779]

Hasan el-Bennâ ve Tekfir

 

Bir Müslümanı Tekfir Etmenin Hükmü: İmam el-Benna (rh. a.) şehadet getiren yani "Allah'tan başka hiçbir ilâh olmadığı ve Muhammed’in (s.a.s.) Allah'ın Rasûlü olduğu" gerçeğini kabul eden Müslümanı tekfir etme meselesinde gayet dikkat etmiştir. Zira, bir Müslümanın küfrüne hükmetmek çok tehlikeli bir iştir. Öyle ki bir kimseyi haksız bir şekilde küfürle itham eden -Allah korusun- kendisi küfre düşebilir.

Allah'tan başka hiçbir ilâh olmadığına ve Muhammed’in (s.a.s.) O'nun Rasûlü olduğuna şehâdet edip onun gereğini yerine getiren, yani Allah'ın varlığını kabul edip O'na ibâdet eden, O'nun kitaplarına, peygamberlerine, meleklerine, kıyâmet gününe ve kaza ve kadere inanan, farzları ifa eden bir Müslümanın küfrüne hükmetmeyi sınırlandırmamız gerekir. Müslümanların benimsedikleri görüşe muhâlif bir tutarsız görüş benimsese veya Allah’ın nehy ettiği günahlardan bazılarını işlese bile bir kimseyi tekfir etmek câiz olmadığı gibi, yukarıdaki vasıfları taşıyan bir Müslümanı tekfir etmek hiçbir şekilde doğru değildir. Çünkü söz konusu tutarsız görüşü benimsemesiyle ve yasak işi işlemesiyle birlikte o yine mü’min ve Müslüman olarak kalmaktadır.

Ancak bunun anlamı, kelime-i şehâdet getirdiği ve farzları edâ ettiği sürece hiçbir sûrette bir Müslümanın küfrüne hükmedilemeyeceği anlamına gelmez. Müslümanlardan birinin aşağıdaki amellerden birini yapması durumunda onun küfrüne hükmedilmesi mümkündür:

1) Aklını kaybetmediği ve zorlanmadığı halde kendi isteğiyle "İslâm dinini inkâr ettiğini" söylemesi veya bu mânâya gelen bir sözü sarf etmesi gibi küfrü gerektiren bir söz söylemesi.

Müslüman âlimlerin çoğunluğuna göre küfür mânâsını ifade eden şeyler şunlardır:

a- Allah’ın (c.c.) varlığını inkâr etmek veya büyüklüğüne lâyık olmayan vasıflarla O'nu vasıflandırmak ya da Kendi zâtını adlandırdığı isimlerin dışında O'nun celâline lâyık olmayan isimlerle O'nu adlandırmak,

b- Muhammed’in (s.a.s.) peygamberliğini inkâr etmek veya Rabbinden haber verdiği şeylerde onu yalancılıkla itham etmek ya da onun Rabbi ona vahyetmediği halde Kur'ân-ı Kerim'i kendisinin uydurduğunu iddia etmek,

c- Tahkirin herhangi bir şekliyle Rasûlullah’ı (s.a.s.) tahkir etmek veya Allah Teâlâ'nın katından getirdiği dine hakaret etmek.

2) Dinden zorunlu olarak bilinen bir şeyi inkâr etmek.

Dinden zorunlu olarak bilinen şeyler pek çoktur. Bundan dolayı âlimlerimiz bu konuda bazı genel kurallar koymuşlardır:

a. Allah’ın (c.c.) kullarına farz kıldığı şeylerden bir farzı inkâr etmek,

b. Kur'ân-ı Kerim'in tümünü veya bir kısmını inkâr etmek,

c. Sahih olan sünnet-i nebeviyyeyi inkâr etmek,

d. Allah Teâlâ'nın kullarına haram kıldığı şeylerin haramlığını inkâr etmek (Zinâ, içki, fâiz yemek, haksız yere bir Müslümanı öldürmek ve bunların dışında Allah'ın haram kıldığı şeylerden, bilinen kötülüklerin haramlığını inkâr etmek).

3. Kur'an'ın tümünü inkâr etmenin ötesinde Kur'ân-ı Kerim'in te’vile mahal bırakmayacak şekilde açıkça kabul ettiği bir şeyi geçersiz saymak sûretiyle Kur'an'ın açık bir hükmünü inkâr etmek. Örneğin şunları inkâr etmek: Allah'ın iyilik sahiplerini sevdiğini, Allah'ın israf edenleri sevmediğini, O'nun mü'minlere zafer vaad ettiğini, O'nun kıyamet gününde kâfirlere azap edeceğini.

4. Kur'ân-ı Kerim'in tümünü veya bir kısmını Arap dilinin kurallarına göre hiçbir şekilde çıkarılması mümkün olmayan bir anlam üzere tefsir etmesi. Çünkü Kur'ân-ı Kerim Arap diliyle inmiştir. Arap dilinin de kendine göre kuralları, unsurları, açıklama tarzları ve metotları bulunmaktadır. Buna muhâlefet edip Kur'ân-ı Kerim'in tümünü veya bir kısmını Arap dilinin üslûp ve kurallarında ihtimali bulunmayan bir tefsirle tefsir etmeye kalkışan bir kimse küfürle itham edilmesini haklı kılacak bir iş yapmış olur.

5. Küfürden başka bir şeye tevil edilmesi mümkün olmayan bir iş yapması. Buna da çeşitli örnekler vermişlerdir. Bunlardan bazıları: Savaş hilesi olmadan haç taşımak, Aklını kaybetmediği veya zorlanmadığı halde puta secde etmek.[780]

 

Kelâmcılar ve Tekfir

 

Eş'arîlere ve Diğer Mütekellimlere Göre Tekfir

Adudu'd-Din el-İci’nin "el-Mevâkıf" isimli kitabında ve Seyyid Şerif el-Cürcani'nin Eş'arilerden müteahhirunun ana kaynağı sayılan "Şerhu'1-Mevakıf"ta şöyle denilmektedir:

"Kelâmcıların ve fukahânın cumhuruna göre kıble ehlin­den olan hiç kimse tekfir edilmez.

"el-Muhtasar" kitabının müellifi, "el-Münteka" isimli kitapta Ebû Hanife’nin, ehl-i kıbleden hiç kimseyi tekfir etmediğini nakletmektedir.

İmam Gazali, Mûtezile, Müşebbihe ve din hususunda bi­d’atlere sahip olan ve te'vilde hataya düşen diğer fırkaların ictihad konularında yanıldıklarını söyledikten sonra şöyle demiştir: "Araştırmacının meyletmesi gereken, hak gördüğü yoldan onları tekfir etmemesidir. Çünkü açık­ça "lâ ilâhe illâllah" diyerek kıbleye yönelip namaz kılanların canlarının ve mallarının mubah olduğunu söylemek hatadır. Bin kâfirin hayatta kalmasında hataya düşmek, bir müslümanın kanından bir şişe akıtma hatasını işlemekten daha ehven­dir. Hz. Peygamber (s.a.s.) de şöyle buyurmuştur: "Ben in­sanlar ‘Allah'tan başka ilâh yoktur, Muhammed O'nun Rasûlüdür’ deyinceye kadar onlarla savaşmakla emrolundum. Şayet onlar böyle deseler, hak ettikleri müstesna, benden canla­rını ve mallarını korumuş olurlar." [781]

Yine İmam Gazali şöyle demektedir: "Te'vil hususunda hataya düşmenin tekfiri gerektirdiği hakkında bize hiçbir nass sâbit olmamıştır. Bu sebeple, böyle bir iddiada bulunanın delil getirmesi gerekir. Hâlbuki bize "lâ ilâhe illâllah" de­mekle kesin olarak can ve malın korunmasının sağlanacağı hakkında nasslar sâbit olmuştur. Ancak bu husus yol kesiciler hakkında geçerli değildir... İşte bu kadarı da delilsiz olarak insanları tekfir etmede mübâlağa eden kimsenin aşırıya gitti­ğini tenbih etmek hususunda yeterlidir. Delil ise ya asıldır ve­ya asl üzerine kıyastır. Asıl da açık şekilde (dini) tekzib et­mektir. (Dinî hakikatleri) tekzib etmeyen kimse hiçbir zaman tekzib edenlerin kapsamına alınmaz. Ve o, kelime-i şehâdeti söylemekle ismetin (canını ve malını korumanın) kapsamı altında kalmaya devam eder." [782]

 

Fukahânın Görüşleri

Hanefîlerden Nakiller

Ebû Hanife

Ebû Hanife şöyle der: “Bidatçilerin kusurlarından biri de birbirlerine kâfir demeleridir. Ehlisünnetin güzel tarafı da hata edince birbirlerini tekfir etmemeleridir.” [783]

Hâricîler, ölmüş olan içki içen alkolik bir adam ile ölmüş olan zâniye bir kadın hakkında Ebû Hanife'ye: Adam ve kadının cennet ya da cehennemden hangisine gideceğini sordular. Bunun üzerine Ebû Hanife şöyle dedi: “Bu meselede ben o ikisinden daha büyük suç işleyen kavim hakkında İbrahim Peygamber’in söylediğini derim: “Kim bana uyarsa o bendendir. Kim de bana karşı gelirse, artık (Allah’ım) Sen gerçekten çok bağışlayan çok merhametlisin.” [784] Kezâ, o ikisinden daha büyük günah işleyen topluluk hakkında İsa’nın (a.s.) söylediğini derim: “Eğer kendilerine azap edersen şüphesiz onlar Senin kullarındır (dilediğini yaparsın.). Eğer onları bağışlarsan şüphesiz sen izzet ve hikmet sahibisin.” [785] Yine onlar hakkında Allah’ın Nebîsi Nûh’a (a.s.) kavmi, “Sana düşük seviyeli kimseler tâbi olup dururken, biz sana iman eder miyiz hiç!” [786] dedikleri zaman Hz. Nûh’un: “Onların yaptıkları hakkında bilgim yoktur. Onların hesabı ancak Rabbime aittir. Bir düşünseniz! Ben iman eden kimseleri kovacak değilim. Ben apaçık bir uyarıcıyım.” [787]; “Sizin hor gördüğünüz kimseler için, ‘Allah onlara asla hiçbir hayır vermez.’ diyemem. Allah onların içlerindekini daha iyi bilir. Böyle bir şey söylersem o zaman ben gerçekten zâlimlerden olurum.” [788] dediği gibi derim.”

Hanefi mezhebinin kitaplarından "Câmiu'l Fusuleyn"de şu ibare geçmektedir: "et-Tahâvi ashâbımızdan rivâyet etmiştir ki: Bir kişiyi müslüman eden şeyleri, bilerek inkâr etmesinden başka bir şey imandan çıkarmaz. Sonra bilinmelidir ki, riddet olduğu yakîn olarak (kesin bir şekilde) bilinen bir şey yapıldığı zaman birisinin mürted olduğuna hükmedilir. Riddet olup olmadığında şüphe bulu­nan şeyler sebebiyle ise bu hüküm verilemez. Çünkü İslâm sâbit olan bir şeydir ki, şüphe ile zâil olmaz. Aynı zamanda İslâm üstündür, (başka bir şey ona üstün olamaz). Bir âlime bu konu getirildiği zaman, ehl-i İslâm'ı tekfir etmeye acele et­memelidir.

"el-Fetâvâs-Suğrâ" isimli kitapta şöyle denilmektedir: "Tekfire gelince: Tek bir yorum vechi bile kişinin tekfir edil­mesine mâni olmaktadır. Fetvâ verilen (müftâ bih) görüşe göre, kişinin herhangi bir rivâyete meyletmesi, onun tekfir edilme­mesini sağlar."

"el-Hulâsa" ve diğer kitaplarda da şu ibâre geçmektedir: "Şayet bir meselede tekfiri gerektiren birçok vecihler yani ih­timaller varsa, buna karşılık, tek bir vecih bile tekfire mâni olur. Müftâ bih görüşe göre, müslüman hakkında hüsn-i zanda bulunmanın gerekliliğinden dolayı, onun tekfire mâni olan bir veche yönelmesi, kendisini tekfirden kurtarır." [789]

"el-Fetâvâ'1-Hayriyye"de şu sual vardır: “Kadı bir adama ‘şeriate râzı ol’ dediği zaman, o da ‘kabul etmem!’ dedi. Bu sebeple bir müfti onun kâfir olduğuna ve karısının kendisin­den ayrılmış olduğuna fetvâ verdi. Acaba bununla onun kâfir olduğu sâbit olur mu?” Bu soruya, âlimin ehl-i İslâm'ı tekfir etmeye acele dav­ranmaması gerektiği ve o adamın ta’zir edilmesi ve cezalandı­rılması gerektiği cevabı verilmiştir. Burada bu çirkin kelimeye benzer kelimeleri söyleyenlerin kâfir olduğu hükmü verilme­miştir. Çünkü onun bu sözü, şeriate karşı kibirlenerek veya onu kerih görerek değil, hasmına karşı aşırı şekilde gazaplanarak söylemiş olabileceği ihtimali vardır.

"el-Fetâvâ't-Tatarhaniye"de ise şöyle denilmektedir: "(Bir Müslüman,) ihtimal sebebiyle tekfir edilmez. Çünkü küfür ukûbetin son de­recesidir. Bu sebeple cinâyetin son derecesini gerektirir. İhtimalin yanında ise böyle bir derece söz konusu değildir."

"el-Bahr" isimli kitapta bu nakillerden sonra şöyle denilmektedir: "Tespit edilen gerçek şudur ki, zayıf bir rivâyet bile olsa, bir kişinin kâfir olduğu hakkında ihtilâf olduğu zaman, onun sözünün güzel bir ihtimale hamledilmesinin mümkün olması durumunda hiçbir müslüman o kişinin kâfir olduğu­na fetvâ veremez. Buna rağmen, küfür lafızlarının bir çoğu sebebiyle tekfir fetvâsı verilmektedir. An­cak ben kendi kendime, böyle bir fetvâyı vermemeyi gerekli kıldım." [790]

İbn Âbidin de "Reddu'l-Muhtar"da el-Hayr er-Remli'nin; "el-Bahr" isimli kitabın müellifinin bu sözünün ardından şöyle dediğini nakleder: Velev ki bu rivâyet zayıf da olsa." Yi­ne İbn Âbidin der ki: Ben de derim ki: Velev ki bu rivâyet mezhep mensuplarından başkalarına ait de olsa, küfrü gerek­tiren hususun, üzerinde icmâ gerçekleşmiş şeylerden olması­nın şart koşulması da buna delâlet etmektedir."[791] Mezheb(imiz)e mensub olanların sözlerine göre birçok kişinin tekfir edilmesi söz konusu olmaktadır. Fakat bu tür sözler müctehid olan fakîhlerin sözleri değildir. Aksine başkalarının sözüdür. Fakîh olmayanlara da itibar edilmez. [792]

 

Yine, İbn Âbidin şöyle der: “Bir müslümanın kâfir olduğuna dair doksan dokuz, Müslüman olduğuna dair de bir delil bulunsa, müftünün veya kadı’nın Müslüman olduğuna delâlet eden delil ile hükmetmesi daha uygundur.”[793]   

Şâfiîlerden Nakiller

 

İmam Şâfiî

İmam Şâfiî’den şu söz nakledilir: “Ben ehl-i hevâ ve bid’atten hiçbir şahsın şehâdetini reddetmem. Eğer bir meselede tekfiri gerektiren birçok vecihler (yani ihtimaller) varsa buna karşılık tek bir vecih bile tekfire mâni olur.”

Daha önceki bölümlerde Şâfii mezhebinin ve Eş'arîlerin imamından olan Ebû Hamid el-Gazali'nin bu konudaki gö­rüşlerini nakletmiştik. Burada bu mezhebin diğer bazı âlim­lerinin konu ile ilgili görüşlerini nakledeceğiz.

İmam Nevevi "Şerhu Müslim" isimli kitabında şunları söylemektedir: "Bil ki, hak mezhep mensuplarına göre, herhangi bir günah sebebiyle hiç kimse tekfir edilmez. Yine ehl-i heva ve bidatten olan Hâricîler, Mûtezililer, Râfizîler ve diğer fırka mensupları da tekfir edilmezler. Fakat bir kimse İslâm dini açısından zarûrât olarak kabul edilen şeyleri bilerek inkâr ederse, onun mürted oldu­ğuna ve küfre girdiğine hükmedilir. Ancak daha yeni müslüman olmuşsa veya İslâm'dan habersiz uzak bir yerde (çölde) yaşıyor­sa veya bunun gibi gerçeğin kendisine gizli kaldığı bir kimse ise, tekfir edilmez. Eğer bu kişi zarûrâtı inkâr etmenin küfür ol­duğunu öğrenip, bunları inkâr etmeye devam ederse, o zaman kâfir olduğuna hükmedilir. Bunun gibi, zinayı, içkiyi, katli ve bunlar gibi haram olduğu zarûrî olarak bilinen diğer haramları helâl kılanın da kâfir olduğuna hükmedilir." [794]

İbn Hacer el-Heysemi de "et-Tuhfe" isimle eserinde şöy­le demektedir: "Bir müftünün, tehlikesinin büyüklüğü ve ki­şinin kasdını aşarak söylemesi sebebiyle, özellikle de avam hakkında tekfir hükmünü verme hususunda ihtiyatlı davran­ması gerekir. Bizim (Şafii) imamlarımız, geçmişte ve günümüzde bu tavır üzerindedirler. Ancak Hanefi'ler küfre düşürücü birçok sebepten dolayı, bunlar te'vil edilebilir olmasına, hatta acele etmeme gerekliliğine rağmen, küfür hükmünü vermekte biraz geniş davranmışlardır. Ben bu konuyu ez-Zerkeşi'ye sorduğumda, Hanefîlerin gösterdiği bu gevşekliğin sebebini şöyle açıkladı: Bu tür hükümlerin çoğu mezheb bü­yüklerinden nakledilen "Fetâvâ" kitaplarında geçer. Müteahhir Hanefilerden verâ (takvâ) sahibi olanlar ise bunların ço­ğunu reddedip onlara muhâlefet ediyorlar ve şöyle diyorlar: Bunların taklid edilmesi câiz değildir. Çünkü bunlar müctehid olmakla tanınmamışlardır ve bu tür fetvâları İmam Ebû Hanife'nin usûlü üzere istihrac etmemişlerdir. Zira (onun mezhebinden sayılan) bu tür fetvâlar imamın akidesine ters­tir. Çünkü o şöyle demiştir: Bizim yanımızda kati olarak ger­çekleşmiş bir asıl vardır ki, o da imandır. Biz yakîn olarak bil­medikçe onun kalktığını iddia edemeyiz."

"Bizden (Şâfiîlerden) ve onlardan (Hanefilerden) bu me­seleler hususunda insanları tekfir etmekte acele davrananlar artık uyanıp sakınsınlar ve kendilerinin tekfir edilmeyi hak ettiklerinden korksunlar. Çünkü onlar, bir müslümanı tekfir etmektedirler." [795]

Yine İbn Hacer şöyle der: “Kim, bir müslümanı te’vilsiz olarak günahı için tekfir ederse küfre girer.”[796]

Mâlikîlerden Nakiller

Mâlikîlerin bu konudaki görüşleri için İmam-ı Şâtıbî'nin şu tahkikiyle yetiniyoruz: İmam Şatıbî "el-İ'tisam" isimli ese­rinde Hâricîler ve diğer ehl-i hevâ ve'1-bid'attan İslâm ümmetine muhâlefet edenlerden bahsederken şunları söyler: "Şüphesiz ümmetin âlimleri şu "büyük bidatlere" sahip olan fırkaları tekfir etme hususunda ihtilâfa düşmüştür. Fakat dikkatli düşünüldüğünde ve rivâyetler göz önüne alındı­ğında onların kesinlikle tekfir edilmemesi görüşü ağır basar. Bu husustaki delil ise, Selef-i Salihin'in onlar hakkındaki uy­gulamasıdır. Şeriate göre inat ve küfre saparak İslâm'ın hükümlerini reddetmedikçe kimse kâfir olmaz.[797]

Hanbelîlerden Nakiller

Biz burada Hanbelîlerden insanların bidatçilere ve din­den çıkmış olanlara karşı en sert davrananlardan olan İmam İbn Teymiye'nin sözüyle yetineceğiz.

Şeyhu'l-İslâm İbn Teymiye "Mecmuâtu'r-Resâil ve'1-Mesâil" kitabının 5. cildinin 199-201 sayfalarında şunları belirtmekte­dir: "Hiçbir müslümanı işlemiş olduğu bir fiil veya ehl-i kıble­nin hakkında münakaşa ettiği meseleler gibi herhangi bir mese­lede düşmüş olduğu hata yüzünden tekfir etmek câiz değildir. Hz. Peygamber (s.a.s.)'in kendileriyle savaşılmasını emrettiği, Raşid Halifelerden biri olan mü'minlerin emiri Hz. Ali b. Ebi Talib'in savaştığı ve sahâbe, tâbiîn onlardan sonraki din büyük­lerinin kendileriyle savaşılmasının gerekliliği hususunda ittifak ettikleri Haricileri, Hz. Ali, Sa'd b. Ebi Vakkas ve diğer sâhabiler tekfir etmediler. Aksine, onlarla savaşmalarına rağmen onları müslümanlardan saydılar. Hz. Ali onlar haram olan kanı akıtmadıkça ve müslümanların mallarına baskın yapmadıkça on­larla savaşmadı. Hz. Ali, onlar kâfir oldukları için değil, onların zulümlerini ve taşkınlıklarını defetmek için onlarla savaştı. Bu sebeple de onların ailelerine el atmadı ve mallarını ganimet ola­rak almadı. Peki, bu sapıklıkları nass ve icma ile sâbit olanlar, Allah (c.c.) ve Rasûlü'nün onlarla savaş yapılması emrine rağ­men tekfir edilmiyorsa, nasıl olur da onlardan en âlim olanları­nın bile hakkında yanıldıkları meseleler hususunda hakkı şaşı­ran çeşitli taifeler tekfir edilebilir? Bu taifelerden hiçbirinin di­ğer bir taifeyi tekfir etmesi helâl değildir. Çünkü Haricilerin bid'atleri, daha büyük bid'atlerdir. Gerçek şudur ki, onların hepsi ihtilâfa düştükleri meselelerin hakikatini bilmiyorlardı.

"Aslolan, müslümanların kanlarının, canlarının ve na­muslarının birbirlerine haram olduğudur. Bunlar ancak Allah'ın ve Rasûlü'nün izni ile helâl olabilir." "Eğer bir müslüman savaş veya tekfir hususunda te'vil edilebilir bir konuma sahip ise, o zaman tekfir edilmez."[798]

“Herhangi bir kişiyi tekfir etmekten, fâsık ve isyankâr saymaktan en çok sakınanlardan biriyim. Ben Allah’ın bu ümmetin hatasını bağışlamış olduğuna inanıyorum. Hiçbir Müslüman’ı işlemiş olduğu bir fiil veya ehl-i kıblenin hakkında münakaşa ettiği meseleler gibi herhangi bir meselede düşmüş olduğu hata yüzünden tekfir etmek caiz değildir.[799] Te’vilinde hata etmiş olsa bile bir müslüman tekfir edilemez. Tevil, fısk hükmüne mânidir. ‘İctihadın sürüklediği hata itaatsizlik sayılmaz.’ Selefin bu konudaki birçok meseleyi tartışmasına rağmen onlardan hiç birinin muayyen bir kişiyi ne küfür ne fâıklık ne de isyanla suçladıklarına şahit olunmuştur.[800]

Diğer Bazı Âlimlerden Nakiller

İmam Şevkânî’nin Görüşü

es-Seyyid Sıddık Hasan Han "er-Ravdatu'n-Nediyye" isim­li eserinde Allame eş-Şevkânî'nin "es-Seylu'l-Cerrar" eserin­deki şu sözünü nakletmiştir:

"Bil ki, bir müslümanın İslâm dininden çıktığına ve küfre girdiğine hükmetmeye yönelmek gündüzün güneşinden da­ha açık bir delil olmadıkça, Allah'a ve ahiret gününe iman et­miş olan hiçbir müslüman için gerekli değildir. Çünkü sahâbeden bir grubun tarikiyle rivâyet edilmiş sahih birçok ha­dislerde, "Her kim kardeşine "ey kâfir" derse, mutlaka ikisinden biri bunu hak eder.” [801] ibâresi sâbit olmuştur.

"Sahih-i Buhârî'de hadis böyledir. Sahihayn ve diğer ha­dis kitaplarında şu ibare de geçmektedir: "Her kim bir adamı küfür ile çağırırsa veya ona "ey Allah'ın düşmanı derse", o adam da böyle değilse, mutlaka ikisinden biri kâfir olur." "Bu hadiste ve bu husus üzerine vârid olan diğer hadis­lerde tekfirde acele etmede çok müthiş bir tehdit ve çok bü­yük bir öğüt vardır. Allah Teâlâ da şöyle buyurmuştur: "Kal­bi imanla tatmin olduğu halde baskı halinde zorlanan hariç, kim imanından sonra Allah'a (karşı) inkâra sapıp da göğsünü küfre açarsa, işte onların üstünde Allah'tan bir gazap vardır ve büyük azap onlarındır." [802]

Buna göre (birisini tekfir etmek için) göğsün küfre açılma­sı, kalbin küfürle tatmin olması ve nefsin onunla teskin olması gerekmektedir. Bu sebeple sahibinin kendisiyle İslâm dininden çıkıp küfür dinine girmeyi irâde etmediği şirk yollarından bi­riyle vâki olan düşüncelere, ondan sâdır olan küfri davranışla­ra ve müslümanın ağzıyla söylemiş olduğu fakat mânâsına inanmadığı lafızlara, özellikle de bunların İslâm yoluna muhâ­lif olunduğunun bilinmemesi durumunda itibar edilmez." [803]

Kurtubî

“Bir kâfir imanı küfre tercih etmediği müddetçe nasıl ki mü’min olamazsa, mü’min de küfrü kast etmediği ve küfrü tercih etmediği müddetçe Müslümanların icmaâıyla kâfir olmaz.” [804]

Haksız Tekfirin Tehlikesi

Herhangi bir insan hakkında küfür hükmünü vermek gerçekten de ciddi ve tehlikeli bir hükümdür. Çünkü onun tekfir edilmesi halinde şu son derece tehlikeli etkiler terettüb etmektedir:

1. Kestiği yenmez, onunla samimiyet kurulmaz, sır verilmez, velî/dost, yardımcı ve yönetici kabul edilmez. Nikâhlı karısının onunla beraber kalması helâl olmaz ve bu sebeple ikisinin birbirinden ayrılması gerekir. Çünkü müslüman bir kadının bir kâfire zevce olmasının sahih olma­dığı yakin olarak bilinen icma ile sâbittir.

2. Onun çocuklarının, onun idâresinde kalmaları câiz de­ğildir. Çünkü bu durumda onlar hakkında emin olunmaz ve onun küfrünün çocuklarına tesir etmesinden korkulur. Özel­likle onun çocuklarını yumuşaklıkla ve şefkatle ziyaret etme­si, bu etkiyi artırır. Bundan dolayı onlar İslâm toplumuna mensub olan herkesin boynuna emanettirler.

3. Şüphesiz o, sarih küfür ve apaçık riddet ile dinden çık­tıktan sonra İslâm toplumu üzerinde borç olan velâyet ve yardım hakkını kaybeder. Bu sebeple de kendi kendisi uyanıp geri dönene kadar ve tekrar hidâyete erişinceye kadar onunla ilişkilerin kesilmesi ve toplumdan ona en yakın sığınağın ka­patılması gerekir.

4. Onun, tevbeye davet edilmesi, zihninden şüphelerinin giderilmeye çalışılması ve ona delillerin ikame edilmesinden sonra hakkında mürted hükmünün infaz edilmesi için İslâm mahkemesi önünde muhakeme edilmesi gerekir.

5. O öldüğünde onun hakkında müslümanlar üzerinde icra edilen hükümler icra edilmez. Bu sebeple cenazesi yıkan­maz, üzerine namaz kılınmaz, müslümanların kabristanında defnedilmez ve bir murisi öldüğünde ona vâris olmadığı gibi, başkası da ona varis olamaz.

6. Yine o küfür halinde öldüğü zaman Allah'ın (c.c.) lâ­netini, rahmetinden kovulmayı ve cehennem ateşinde ebedi olarak kalmayı hak eder.

İşte bu hükümler, Allah'ın kullarından birisinin hakkında tekfir hükmünü veren kişinin, bu dediğini söylemeden evvel birçok kez irkilip geriye çekilmesini gerektirir.[805]

 

Şirk ve Küfürden Korunma Yolları

Muvahhid bir mü’min olabilmek, öyle yaşayabilmek ve Allah’ın râzı olacağını ve kulları için seçip beğendiğini belirttiği İslâm dini üzere ölmek, bir müslümanın, bir mü’minin en büyük emelidir. Yüce Allah’ın da emri budur, bütün peygamberlerin ümmetlerine tavsiye ettikleri de budur. “Ey iman edenler, Allah’tan nasıl korkmak gerekiyorsa öylece, hakkıyla korkun ve ancak müslümanlar olarak ölün.”[806] Kişinin âhiret hayatında Yüce Rabbimizin azâbından kurtulup ebedî mükâfatlarına nâil olabilmesi, günahlarının bağışlanabilmesi, ancak mü’min olarak, muvahhid olarak Yüce Allah’a herhangi bir şekilde herhangi bir şeyi, bir kimseyi, kurum ve nesneyi, madde ya da mânâyı, ideoloji ve putu şirk/eş koşmayarak Rabbine kavuşmasına bağlıdır. Çünkü kim Allah’a şirk koşarak ölürse cehhenneme girecektir.[807] Kim de Allah’tan başka hiçbir ilâh olmadığı gerçeğini bilerek ve Allah’a hiçbir şeyi şirk koşmaksızın ölürse, o da cennete girecektir.[808]

Bu büyük gerçeği Kur’ân-ı Kerim’in hemen hemen her sayfasında çeşitli şekilde dile getirilmiş olarak görebilmekteyiz. O halde müslümanın iman ve tevhid konularında gereken hassâsiyeti göstererek imanını her nefes, her an ve her durumda korumaya, ona herhangi bir zarar getirmemeye çalışması, bunun için âzamî gayretini harcaması gerekmektedir. Bunun için, yani imanı korumak, şirk ve irtidaddan korunmak, küfre yaklaşmamak için gerekli olan bazı önemli hususları kısaca sayalım:

1. Sahih bir iman, akaid bilgisi ve güçlü bir inanma/yakîn,

2. Kur’ân-ı Kerim’in ve sahih sünnetin emir ve teşvik ettiği amel ve ibâdetlere önem vermek, bunları yerine getirmek için âzamî gayret harcamak,

3. Allah’ın ve Peygamberinin uyarılarına dikkat ederek, sakındırdıklarından kesinlikle uzak kalmak, hatta o yasaklara yaklaşmamak,

4. Akîdemiz uğrunda gereken mücâdeleyi vermekten hiçbir şekilde geri kalmamak; inancımızla taban tabana zıt bir ortam içerisinde yaşamanın ıstırabını kalbimizin derinliklerinde duymak,

5. Akîdemizi hâkim kılmak azmi ve emelini daima canlı tutmak, bu uğurda aynı hedefi paylaşanlarla bir ve beraber olmak,

6. Allah’ı ve Rasûlünü yakından tanımak ve herşeyden çok sevmek, onların emir ve buyruklarını bütün emir ve direktiflerden üstün tutmak, onlara bağlanmayı her şeyin önünde bilmek, onların rızâlarını esas almak,

7. Yüce Peygamberimizin yolundan ayrılmayan, onun sünnetini baştacı bilen, onun dışında izlenmeye, yolundan gidilmeye değer hiçbir kimsenin varlığını kabul etmeyenleri, başta sahâbeleri, güzel bir şekilde onların izinden gidenleri mümkün mertebe yakından tanımak, onların bu akîde uğrunda verdikleri mücâdele ve cihadı, kendi mücâdele ve cihadımız için yol azığı edinmek,

8. İslâm’a, Kur’an ve Sünnet esaslarına kesin ve tâvizsiz bir şekilde bağlı kalmak, dinî vecîbeleri ihlâsla yerine getirmek,

9. Yüce Peygamberin dahi küfürden, şirkten, riyâkârlıklardan ve benzeri kalbî/imanî hastalıklardan Allah’a sığındığını bilerek, hatırlayarak, imanımızı son nefesimize kadar muhâfaza edebilmek için Rabbimize daima duâ etmek, yalvarmak, fiilî olarak duâ bâbından elimizden gelen tüm gayreti göstermek. Rasûlullah (s.a.s.) duâlarında: “Sonrası küfür olmayan bir iman” ister;[809] her namazın akabinde “küfürden, fakirlikten ve kabir azâbından”,[810] “küfürden ve borçlanmaktan” Allah’a sığınırdı.[811] Hz. Ebû Bekir’e ve onun şahsında bütün mü’minlere sabah akşam yapmasını tavsiye ettiği duâda, “şirkten” Allah’a sığınmak yer almaktadır: “Allah’ım, bile bile şirk koşmaktan Sana sığınırım, bilmediklerimden de Senden af dilerim.” [812]

 

Sonuç

Hiç şüphesiz tekfir bir müslümanın ne bayraklaştırması gereken bir konu ne de tamamen ilgisiz kalması gereken bir mevzûdur. Bu konu ilk dönem­lerden günümüze kimi zaman kötü niyetlilerin önünde korkunç bir silâh kimi zaman da iyi niyetli­lerin önünde masum bir fikir yöntemi olarak kulla­nılmıştır. İnsanları tahkir ve tekfir ederek dâvet yapılmama­sı ve tüm toplumu "kardeş" görerek de davranılmaması gerektiğine inanıyoruz. Yani "ne ifrat, ne de tefrit" diyoruz. Amacımız "vasat ümmet" olmaktır. Ge­lenek ve geçmiş kültür, doğrusu ve yanlışıyla değerlendirilmelidir. Allah'ın günleri devirler ve insanlar arasında dönüp durmaktadır. Bunun için kendimizin de gelecekte "eski ümmetlerden" sayılacağını unutmamalıyız. Gelecek kuşakların bizleri daha çok, iyi yanlarımızla anmala­rını istiyorsak bugün bizim de geçmiş müslümanlara ve ulemâya aynı gözle bakmamız gerekiyor.

 

Niyetimiz kesinlikle içinde yaşadığı­mız bu câhilî toplumu temize çıkarmak değildir. Bu­nunla beraber bizler, toplumu "câhilî toplum" olarak görmemize rağmen bu toplumda yaşayan her ferdi tekfir etmemekteyiz. Aynı zamanda "câhiliye" kavra­mının da her zaman "küfür" anlamında olmadığı, yukarıda delilleriyle izah edildi. Yine şunu ümid ediyoruz ki inşaallah tekfirde aşırı olanlar kendileri dışında da müslümanların varlığını kabul ederler ve oturup hakkı konuşurlar.

Hak/gerçek, kimsenin tekelinde olmadığı gibi; din de Al­lah ve Rasûlünün getirdiğinin dışında birşey değil­dir. Tekfirde aşırı olanlar çok iyi bilmektedir ki, on­ların dışında kalan muvahhid müslümanlar tâğûtî düzenler­den de tâğûtî düzenlerle uzlaşanlardan da berîdir­ler. Tekfirde aşırı gidenlerin "kendini tevhide nisbet edenler" yaklaşımıyla âdeta aşağıladığı diğer müs­lümanlar şu kadar yıldır demokrasiye, uzlaşmaya, tasavvufun saptırılmış unsurlarına, İslâmî görünen birçok kitleye karşı çıkmış, onlardan berî olduğunu ilân etmiş ve Rabbânî yolda karar kılmış ise ve bu karar zâhiren ortada ise, o halde tekfir cemaatinin bu diğer müslümanları aşağılamaya ne hakkı var­dır? Kur’ân ve onun tebliğcisi bize her çeşit insana "iyilikle" konuşmamızı em­retmektedir.

Doğruyu bulma adına araştırma yapan, Allah'ın her türlü âyeti üzerinde düşünen kimseler, samimi olanlar, her zaman başka fikirlere de açık kapı bı­rakmalıdırlar. Bu kapıyı açık bırakma konusu taviz­le, ılımlılıkla ilgili değildir.

Bu ifadeleri okuyan hiç kimse müşrik düzenlere ve itikaden onlara tâbi olanlara, Allah'ın bizim için belirlediği bakış açısı dışında baktığımız vehmine de kapılmamalıdır.

 

"Doğrusu, birçokları bilmeden hevâ ve hevesleri­ne uyarak halkı dalâlete/sapıklığa düşürüyorlar." [813]

 

 

Tekfir Konusunda Âyet ve Hadisler

a) Âyetler

“Ey iman edenler! Allah yolunda savaşa veya sefere çıktığınız zaman iyi dinleyip anlayın. Size selâm verene, dünya hayatının geçici menfaatine göz dikerek ‘Sen mü’min değilsin’ demeyin…” [814]

 

"Çok yemin edene, haysiyetsiz kimseye, kusur arayana, söz taşıyana, hayırdan alıkoyana, haddini aşana, çok günahkâr olana... iltifat etme!" [815]

 

"Yazıklar olsun arkadan çekiştirmeyi ve yüze karşı kaş göz işaretiyle eğlenip ayıplamayı âdet edinene" [816]

 

"Ey iman edenler! Zannın çoğundan sakının. Zira zannın bir kısmı günahtır. Birbirinizin kusurunu araştırıp tecessüs etmeyin, kimse kimseyi gıybet etmesin. Hanginiz ölü kardeşinin etini yemekten hoşlanır...?" [817]

 

"Ey iman edenler! Eğer bir fâsık size haber getirirse onun doğruluğunu araştırın. Yoksa, bilmeden bir topluluğa kötülük edersiniz de sonra yaptığınıza pişman olursunuz.” [818]

 

"Allah'a ve Rasûlüne itaat edin ve çekişip birbirinize düş­meyin. Yoksa çözülüp yılgınlaşırsınız da gücünüz gider. Sab­redin, şüphesiz Allah sabredenlerle beraberdir." [819]

 

"Allah kendisine şirk koşulmasını bağışlamaz, onun dışında kalan günahları dilediği kimseden affeder" [820]

 

“…Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyin. Çünkü kâfirler topluluğundan başkası Allah'ın rahmetinden umut kesmez." [821]

 

"De ki: 'Sapıklar dışında Rabbinin rahmetinden kim ümit keser." [822]

 

"De ki: Ey kendi aleyhlerinde olmak üzere ölçüyü taşıran kullarım, Allah'ın rahmetinden ümitsizliğe düşmeyin. Şüphesiz Allah, bütün günahları bağışlar. Çünkü O, bağışlayandır, merhamet sahibidir." [823]

 

b) Hadisler

"Allah'tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed'in O'nun Rasûlü olduğuna şehâdet eden kimseye Allah ateşi haram kılmıştır." [824]

 

“Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in, O’nun elçisi olduğuna şehâdet ederek Allah’a kavuşan kimse cennete girecektir.” [825]

 

"Allah'a inanıp O'na hiç bir şeyi ortak koşmayan Cennet'e girmiştir. Allah'a inanıp da O'na şirk koşan ise Cehenneme girmiştir." [826]

 

“…Kim ‘lâ ilâhe illâllah’ der ve Allah’tan başka tapınılan şeyleri reddederse, onun malına ve canına haksız yere dokunmak haram olur. Hesabı Allah’a kalmıştır.” [827]

 

“Ölen bir kimse (ölüm ânında) Allah’ın bir ve benim Allah elçisi olduğuma şehâdet (tanıklık) eder ve kalbi de bu işi tasdik ederse, Allah ona mutlaka mağfiret eder.” [828]

 

“Kim bizim namazımızı kılar, bizim kıblemize yönelir, bizim kestiğimizi yerse işte o, müslümandır.” [829] 

 

“Bir kimsenin mescide alâkasını görürseniz, onun mü’min olduğuna şehâdet edin. Zira Cenâb-ı Hak şöyle buyuruyor: ‘Allah’ın mescidlerini ancak Allah’a ve âhiret gününe iman edenler imar eder.” [830]

 

"Üç kişiden hesap sorma kaldırılmıştır: Aklını kaybetmiş kimse akıllanana kadar; uyuyan uyanana kadar ve çocuk bulûğa erene kadar. Bu üç zümreden kalem kaldırılmıştır ve yaptıklarından sorumlu tutulmazlar." [831]

 

“Şüphesiz Allah, ümmetimden hata, unutma ve üzerine zorlandıkları şeylerden sorumluluğu kaldırmıştır.” [832]

 

"Müşrik olarak ölenle, bir müslümanı haksız yere öldüren hâriç, Allah bütün günahları  affedebilir." [833]

 

“Üç şey vardır ki imanın aslındandır: 1- Lâ ilâhe illâllah diyene saldırmamak; İşlediği herhangi bir günah sebebiyle bu kimseyi tekfir etmemek, herhangi bir ameli sebebiyle de İslâm’dan dışarı atmamak, 2- Cihad, bu Allah’ın beni peygamber olarak gönderdiği günden, bu ümmetin Deccâl’e karşı savaşacak en son ferdine kadar cereyan edecektir. Onu, ne imamın zâlim olması, ne de âdil olması ortadan kaldıramayacaktır, 3- Kadere iman. [834]

 

"Kalbinde zerre kadar hayır (iman) bulunduğu halde "lâ ilâhe illâllah" diyen bir kimse (bile) ce­hennemden çıkacaktır." [835]

“Mü’min, haram kana bulaşmadıkça dininde genişlik içindedir.” [836]

Ebû Zer (r.a.) rivâyet ediyor:

Hz. Peygamber’e (s.a.s.) gelmiştim, uyuyordu. Uyanınca yanına oturdum. (konuşmamız) sırasında: "Lâ ilâhe illâllah deyip sonra da bu söz üzerine ölen her kul cennete gider" buyurdu. (Hayretle) sordum:

"Zina etse ve hırsızlık yapsa da mı?" Cevâben:

"Evet, zina etse ve hırsızlık yapsa da!" dedi. (Ben hayretimi yenemeyerek yine) sordum:

"Zina etse de hırsızlık yapsa da mı girer?" Rasûlullah (s.a.s.) yine:

"(Evet) Zinâ etse de hırsızlık yapsa da" cevabını verdi. Bu sözünü üç defa tekrar etmişti. Dördüncü seferde: Yine,

"Evet, Ebû Zerr'in burnu toprakla sürtülmesine rağmen zina etse de hırsızlık yapsa da (o kul cennete girecektir) buyurdu..." [837]

 

“İnsanlar ‘Allah’tan başka ilâh yoktur, Muhammed O’nun rasûlüdür’ deyinceye kadar kendileriyle savaşmaya emrolundum. Ne zaman bunu söylerlerse kanlarını ve mallarını benden korumuş olurlar. Ancak dinî cezalar müstesna; iç yüzlerinin hesâbı/muhâsebesi ise Allah'a aittir.” [838]

Üsâme (r.a.) savaşta bir insanı ‘Lâ ilâhe illâllah’ dediği halde öldürüyor. Durumu Peygamberimize iletiyorlar. Peygamberimiz onu öldüren kişiye “Ey Usâme! Sen lâ ilâhe illâllah dedikten sonra adamı öldürdün ha!?” diye sordu. O da, "sadece korkusundan, öldürüleceği endişesiyle ‘Lâ ilâhe illâllah’ dedi" diyor. "Hel lâ şekakte kalbehu = kalbini yarıp da baksaydın ya, bu sözü samimiyetle mi söyledi, bilseydin! Kıyâmet günü lâ ilâhe illâllah gelince ona nasıl hesap vereceksin?" dedi ve bu sözü çokça tekrarladı.[839]

 

“Bana insanların kalbini yarıp karınlarını deşip imanlarını araştırmam emredilmedi.”[840]

 

“Bir kimse diğerine (din kardeşine), ‘kâfir’ dediği zaman, bu ikisinden biri kâfir olur: Eğer dediği kimse kâfir ise adam doğru söylemiştir; yok eğer itham edilen kâfir değilse ona söylediği küfür sözü kendine döner (söyleyen kâfir olur).” [841]

“Kim bir kimseyi ‘kâfir’ diye çağırır veya öyle olmadığı halde (ona) ‘Allah’ın düşmanı’ derse o söz kendisine döner.” [842]

 

“Hiç kimse, bir başkasına ‘fâsık’ veya ‘kâfir’ demesin. Şayet itham altında bırakılan kişide bu sıfatlar yoksa o söz, onu söyleyene döner.” [843]

 

“Müslümana sövmek fâsıklık, onunla savaşmak küfürdür.” [844]

 

“Kul, herhangi bir şeye lânet ettiğinde o lânet gökyüzüne çıkar. Semânın kapıları ona kapanır. Sonra yere iner, yeryüzünün kapıları da ona kapanır. Sonra sağa sola bakınır, girecek yer bulamaz da lânet edilen kişiye döner. Eğer gerçekten lânete lâyık ise onda kalır, değilse lânet edene döner.” [845]

 

"Kim bir mü'mini bir münâfığa (gıybetçiye) karşı himâye ederse Allah da onun için, Kıyâmet günü, etini cehennem ateşinden koruyacak bir melek gönderir. Kim de müslümana kötülenmesini dileyerek bir iftira atarsa Allah onu, kıyâmet günü, cehennem köprülerinden birinin üstünde, söylediğinin (günahından paklanıp) çıkıncaya kadar hapseder." [846]

 

"Kim din kardeşinin ırzını/nâmusunu onun gıyâbında müdâfaa ederse Allah, kı­yâmet günü onu cehennem ateşinden uzaklaştırır." [847]

 

"Bana kimse ashâbımın birinden (canımı sıkacak bir) şey getirmesin (söylemesin). Zira ben, sizin karşınıza, içimde hiç bir şey olmadığı halde çıkmak istiyorum." [848]

 

"Hayır, ben ashâbımı öldürmem!" [849] 

 

“Dinde aşırılıktan sakının. Çünkü sizden öncekiler, dinde aşırı gittiklerinden ötürü helâk oldular.” [850]

 

"Heleke'l-mütenattıûn -Taşkınlar/aşırı gidenler (Sözde ve işte ince eleyip sık dokuyan, haddi aşan kimseler) helâk oldu.-" Bunu Rasûlullah üç defa söyledi. [851]

 

“Dinle yarışa giren her insan, mutlaka yere serilir.” [852]

 

“Şüphesiz ki bu din kolaylıktır. Her kim, (kolay olan ) bu dini zorlaştırırsa altında kalır. Onun için orta bir yol tutun ve Dini en uygun bir biçimde uygulayın.” [853]

 

“Dinin en hayırlı olanı, en kolay olanıdır.” [854]

 

“Müjdeleyin, nefret ettirmeyin; kolaylaştırın, zorlaştırmayın.” [855]

 

"Din kolaylıktır." [856]

 

“Kul, Rabbinin affını nasıl seviyorsa, Allah da koyduğu kolaylığın uygulanmasını öyle sever.” [857]

Hz. Âişe (r.a.) şöyle diyor: “Yüce Peygamber, biri daha kolay, biri daha zor iki seçenekle karşılaştığında, mutlaka kolay olanı seçerdi.” [858]                           

 

"Eğer siz hiç günah işlemeseydiniz, Allah Teâlâ sizi helâk eder ve yerinize, günah işleyecek (fakat tevbeleri sebebiyle) mağfiret edeceği kimseler yaratırdı." [859]

 

"Mü’minler Allah'ın azâbını ve azâbının çokluğunu/büyüklüğünü bilselerdi hiç biri Cennet'i ümit etmezdi. Kâfirler de Allah'ın rahmetinin ne kadar çok olduğunu bilselerdi hiç biri O'nun rahmetinden ümit kesmezdi." [860]

 

“Allah Teâlâ buyurdu ki: ‘Şüphesiz rahmetim gazâbımdan öne geçmiştir.” [861]

 

 “Allah, insanların şekillerine (ve mallarına) değil, gönüllerine ve niyetlerine (ve amellerine) bakar.” [862]

Rasûl-i Ekrem (ashâbına): "Sizce pehlivanlık nedir" di­ye sordu. Onlar da “Adamların güreşte yenemedikleri kimse­dir” dediler. Rasûl-i Ekrem bunun üzerine şöyle buyurdu: "Hayır, gerçek pehlivanlık, kızgınlık ânında nefsine hâkim ol­maktır." [863]

 

 “Kim, yerine getirmeye gücü yettiği halde öfkesini yenerse Kıyâmet günü bütün mahlûkatın önünde Allah onu çağıracak ve sonunda onu cennet kızlarından dilediğinde (istediğini almakta) muhayyer kılacaktır.” [864]

 

“Allah rızâsını dileyerek öfke yudumunu yutan bir kulun yudumundan sevabça daha büyük (ve faziletli) bir yudum Allah katında yoktur.” [865]

 

“Müflis kimdir bilir misiniz?” Ashâb: “Bizim aramızda müflis, hiçbir dirhemi ve eşyası olmayan kimsedir, demişler. Bunun üzerine: “Gerçekten benim ümmetimden müflis, kıyâmet gününde namaz, oruç ve zekâtla gelecek olan kimsedir. Amma şuna sövmüş, buna zinâ isnâdında bulunmuş (fâhişe, namussuz demiş), şunun malını yemiş, bunun kanını dökmüş, diğerini de dövmüş olarak gelecektir. ve buna hasenâtından, şuna hasenâtından verilecektir. Şayet dâvâsı görülmeden hasenâtı biterse, onların günahlarından alınacak, bunun üzerine yüklenecek, sonra cehenneme atılacaktır.” [866]

 

"Kattat (söz taşıyan) cennete girmeyecektir." Müslim'in rivâyetinde "nemmâm cennete girmeyecektir" şeklinde gelmiştir. [867]

 

"Ey diliyle müslüman olup da kalbine iman nüfuz etmemiş olan (münâfık)lar! Müslümanlara ezâ vermeyin, onları kınamayın, kusurlarını araştırmayın. Zira, kim bir müslüman kardeşinin kusurunu araştırırsa Allah da kendisinin kusurlarını araştırır. Allah kimin kusurunu araştırırsa onu, evinin içinde (insanlardan gizli) bile olsa rüsvay/kepaze eder." [868]

 

“Kim bir ayıp görür de onu örterse, (Câhiliyye devrinde) toprağa diri diri gömülen kızları diriltmiş gibi olur.” [869]

 

"Bir kul dünyada bir kulu örterse, Allah Kıyâmet günü onu mutlaka örter." [870]

 

“Sakın (sebepsiz ve kötü) zanna yer vermeyin; zira zan, sözlerin en yalanıdır. Tecessüs etmeyin (gizli kusurları araştırmayın), rekabet etmeyin, hasetleşmeyin, birbirinize buğzetmeyin, birbirinize sırt çevirmeyin. Ey Allah’ın kulları, Allah’ın emrettiği şekilde kardeş olun. Müslüman müslümanın kardeşidir. Ona zulmetmez, onu mahrum bırakmaz, onu tahrik etmez. Kişiye kötülük olarak, müslüman kardeşini hakir görmesi yeterlidir. Her müslümanın canı, malı, kanı ve ırzı diğer müslümanlara haramdır. Allah sizin sûret ve kalıplarınıza bakmaz, fakat kalplerinize ve amellerinize bakar. Sakın ha, birbirinizin satışı üzerine satış yapmayın. Ey Allah’ın kulları kardeş olun. Bir müslümanın kardeşine üç günden fazla küsmesi helâl olmaz.” [871]

 

"Kim (bir müslümana) zarar verirse Allah da ona zarar verir. Kim de (bir müslüman) ile, nizâya, husûmete girerse Allah da onunla husûmete girer." [872]

“Enes (r.a.)’den rivâyet edilmiştir: O der ki: “Din üzerinde münâkaşa yapıyorduk ki, üzerimize Hz. Peygamber (s.a.s.) geldi. Bizi münâkaşa (mirâ) eder halde görünce, şimdiye kadar hiç görülmemiş derecede kızdı ve şöyle dedi: “Ey Muhammed’in ümmeti, nefislerinizi bu derece ateşlendirmeyin; siz bununla mı (din ve akîde konularında münâkaşa ile mi) emrolundunuz? Bundan nehyedilmediniz mi? Sizden öncekiler de sadece bu sebepten yok olmadılar mı? Hayrı az olduğu için mücâdeleyi terk edin. Münâkaşayı terk edin; zira münâkaşa, kardeşler arasına düşmanlık sokar. Münâkaşayı terk edin; zira fitnesinden emin olunmaz. Münâkaşayı terk edin; zira o, (zihinlerde) şüphe meydana getirir, amelleri yok eder. Münâkaşayı terk edin, zira mü’min (dinde) münâkaşa yapmaz. Münâkaşayı terk edin, zira  münâkaşa yapanın haserâtı (zararı) tam olmuştur. Münâkaşayı terk edin, zira münâkaşada devam, günah için kâfidir. Münâkaşayı terk edin, zira o, Rabbim’in putlara tapmak ve şarap içmekten sonra beni nehyettiği ilk şeydir. Münâkaşayı terk edin, zira şeytan ibâdetten ümitsiz olduğu halde, aranıza fitne ve fesat sokmaktan ümitvârdır. İşte bu, dinde münâkaşadır. Münâkaşayı terk edin, zira İsrâiloğulları (bu yüzden) 71 fırkaya, hıristiyanlar 72 fırkaya ayrıldılar. Ümmetim ise 73 fırkaya ayrılacaktır. Bunların bir kısmı (biri) hâriç, hepsi de dalâlet üzerindedir.” ‘Bu kurtulan kısmın kimler olduğu’ sorulduğu zaman Rasûlullah şu cevabı verdi: "Benim yolum üzerinde olanlar, ashâbım, Allah'ın dini üzerinde mücâdele ve münâzaraya girmeyenler ve herhangi bir günah sebebiyle tevhid ehlinden birini tekfir etmeyenlerdir." [873]     

 

“İsrâiloğulları yetmiş bir fırkaya bölündü; içlerinden biri kurtuldu, diğerleri ateştedir. İsa’nın ümmeti yetmiş iki fırkaya ayrıldı; biri kurtuldu, diğerleri ateştedir. Ümmetim yetmiş üç fırkaya ayrılacak, biri kurtulur, diğerleri ateştedir.” [874]

 

“Eğer sen, insanların ayıplarını araştırmaya kalkışırsan, onları ifsad eder veya ifsad etmeye yaklaştırırsın.”  [875]

 

“Kim, hürmeti düşecek, şerefinden noksanlık olacak bir yerde müslümana yardımcı olmaz, onu yalnız bırakırsa Allah da yardımını istediği yerde onu yalnız bırakır. Kim şerefinden kaybedeceği, saygının azalacağı bir yerde müslümana yardımcı olursa yardımını istediği yerde Allah, ona yardımcı olur.” [876]

 

“Kardeşinin derdine sevinip gülme! Sonra Allah onu esirger de, senin başına verir.”[877]

 

“Kim bir mü'mini, bir münafığın şerrinden korursa Allah (c.c.), ona bir melek gönderir. Kıyâmet gününde onun etini cehennem ateşinden korur. Kim bir müslümanı kötülemek isteyerek ona söz (iftira) atarsa söylediği sözü gerçekleşinceye kadar Allah, onu cehennem köprüsü üzerinde hapseder.” [878]

Abdullah İbn Utbe (r.a.), şöyle demiştir: Ben, Ömer İbn Hattab’dan (r.a.) işittim. O, şöyle diyordu: Bazı insanlar Rasûlullah (s.a.s.) zamanında vahy ile (sırları meydana çıkar da) yakalanırlardı. Şimdi ise, vahy kesilmiştir. Biz, şimdi ancak sizleri amellerinizden bize açıklanan suçlar sebebiyle yakalarız. Böyle olunca kim bize bir hayır hali meydana korsa, biz onu emin kılarız ve onu kendimize yakınlaştırırız. Onun gizli işlerinden hiç bir şey (i araştırmak) bize ait değildir. Gizli işleri hususunda onu, Allah hesaba çeker. Kim de bize bir kötülük ve şer ortaya koyarsa o, gizli işlerinin güzel olduğunu söylese de, biz, onu bir emin saymaz ve onu doğrulayıp tasdik etmeyiz.” [879]

 

"Mü'min; insanları kötüleyen, lânetleyen, kötü söz ve çirkin davranış sergileyen kimse değildir." [880]

 

“Müslüman, dilinden ve elinden müslümanların emin olduğu kişidir. Muhâcir de Allah’ın yasakladıklarını terk edendir.” [881]

 

“Koğuculuk yapan cennete giremez.” [882] 

 

“Kim bana iki çenesi arasındaki (dili) ile iki budu arasındaki (üreme) organını koruma sözü verirse ben de ona cennet sözü veririm.” [883]

 

“Kim (din) kardeşinin ırz ve nâmusunu onu gıybet edene karşı savunursa Allah da kıyâmet günü o kimseyi cehennemden korur.” [884]

 

"Size oruç, namaz ve sadakanın derecesinden daha üstün olan şeyi haber vermeyeyim mi?" "Evet (Ey Allah'ın Rasûlü, söyleyin!)" dediler. "İnsanların arasını düzeltmektir. Çünkü insanların arasındaki bozukluk (dini) kazır." Tirmizî'de şu ziyade gelmiştir: "Ben saçı kazır demiyorum, velâkin dini kazır (diyorum)." [885]

 

“Müslüman, müslümanın kardeşidir. Ona hıyânet etmez, yalan söylemez ve yardımı terketmez. Her müslümanın, diğer müslümana ırzı, malı ve kanı haramdır. (Kalbini işaret ederek:) Takvâ buradadır. Bir kimseye şer olarak müslüman kardeşini hor ve hakir görmesi yeter.” [886]   

 

“Şeytan, Kıbleye dönen (mü'minlerin artık kendisine ibâdet etmesinden ümidini kesmiştir; fakat onları birbirine düşürmekte (hâlâ ümitlidir).” [887]

 

"Müslüman bir kimse asıl babası dururken bir başkasının, kendisinin babası olduğunu söylerse ve bu iddiasını da o kimsenin babası olmadığını bilerek yaparsa, cennet ona haramdır." [888]

 

“Kul, iyice düşünüp taşınmadan bir söz söyleyiverir de bu yüzden cehennemin, doğu ile batı arasından daha uzak bir yerine düşer gider.” [889]

 

“Kul, Allah’ın râzı/hoşnut olduğu bir sözü önemsemeksizin söyleyiverir de Allah onun derecesini yüceltir. Yine bir kul Allah’ın gazabını gerektiren bir sözü hiç önemsemeksizin söyleyiverir de Allah onu bu sözü sebebiyle cehennemin dibine atar.” [890]

 

“İnsan sabahlayınca, bütün organları dil’e başvurur ve (âdeta ona) şöyle derler: ‘Bizim haklarımızı korumakta Allah’tan kork. Biz ancak senin söyleyeceklerinle ceza görürüz. Biz, sana bağlıyız. Eğer sen doğru olursan, biz de doğru oluruz. Eğer sen eğrilir, yoldan çıkarsan biz de sana uyar, senin gibi oluruz.” [891]

 

“... İnsanları yüzüstü cehenneme sürükleyen, ancak dillerinin ürettikleridir.” [892]

 

“Her duyduğunu nakletmesi, kişiye yalan olarak yeter.” [893]

 

“Ümmetimle ilgili olarak korktuklarımın en korkutucusu Allah’a şirk/ortak koşmalarıdır. Dikkat edin; ben size ‘onlar aya, güneşe ve puta tapacaklar’ demiyorum. Fakat onlar (hâkimiyet hakkını bazı fertlerde, zümrelerde meclis ve toplumlarda görecekler), Allah’tan başkasının emirlerine ve arzularına göre iş yapacaklardır.” [894]

 

"Zinâ eden, zinâ ettiği anda mü'min değildir. Hırsızlık eden, çaldığı anda mü'min değildir. Şarap içen, içtiği anda mü'min değildir." [895]

Rasûlullah (s.a.s.) hutbede şöyle buyurdu: “Ey insanlar, bu şirkten sakınınız. Muhakkak ki o, karıncanın kımıldamasından daha gizlidir.” İçlerinden birisi: “Ey Allah’ın Rasûlü, karıncanın kımıldamasından daha gizli olduğu halde böyle bir şirkten nasıl sakınabiliriz?” “Ey Allah’ım, bile bile sana herhangi bir şeyle şirk koşmaktan yine Sana sığınırız. Bilmediğimiz şeylerden de Senden mağfiret dileriz’ deyin”[896] buyurdu.

 

         Tekfir Konusunda Yararlanılabilecek Kitaplar

  1. Tekfir Meselesi, Hüseyin Yunus, Ahenk Y.
  2. Tekfirde Aşırılık, Yusuf el-Karadavi, Şûrâ Y.
  3. Dünden Bugüne Tekfir Olayı, Abdurrezzak Samarraî, Vahdet Y.
  4. Çağdaş Hâricîlik Düşüncesi Tekfir ve Hicret Cemaati Örneği, Ahmet Celi, BeyanY.
  5. Cehalet Özürdür Bid’atçı Tekfircilere Reddiye, Ahmed Ferid, Guraba Y.
  6. Tekfirle İlgili 30 Risale, Ebû Muhammed Âsım el-Makdisî
  7. Haricî Edebiyatı, Yasin Kahyaoğlu, Uysal Kitabevi Y.
  8. Tekfir Kavramı Hakkında Çok Yönlü Bir İnceleme, Ferid Aydın, Basılmamış Çalışma
  9. Mürtede Ait Hükümler, Numan A. Es-Samerraî, Sönmez Y., s. 124-127
  10. İrtidat ve Mürtedin Hükmü, Abdülhak el-Heytemî, Hak Y.
  11. Çağdaş Meselelere Fetvâlar, Yusuf el-Karadavi, Ravza Y., c. 1, s. 159-198
  12. Fetvâlar, Mevdudi, Nehir Y., II/126-129
  13. Davetçiyiz Yargılayıcı Değil, Hasan el-Hudaybî, İnkılab Y.
  14. Kur’an’da Tevhid, Mehmet Kubat, Şafak Y., s. 122, 144, 146
  15. Sulh Çizgisi, İbrahim Canan, TÖV. Y., s. 74-88
  16. İman Risalesi, Mustafa İslâmoğlu, Denge Y., s. 41-48
  17. İman Küfür Sınırı, Ahmed Saim Kılavuz, Marifet Y.
  18. İman, Şartları ve Onu Bozan Şeyler, Seyfüddin el-Muvahhid, Hak Y., s. 286-305
  19. Fıkıh Penceresinden Sosyal Hayatımız, Faruk Beşer, Nûn Y., I/21-26
  20. Tarihte ve Günümüzde Bağnazlık ve Yobazlık, Mustafa Özçelik, Şahsi Y.
  21. Dinde Ölçülü Olmak, Abdurrahman b. El-Luveyhık, Kayıhan Y.
  22. İslâm’da İnanç Sistemi, Ferit Aydın, Kahraman Y., s. 190-195
  23. Küfür Sözler Bid’at ve Hurâfeler, Abdullah Osmanoğlu, Yasin Y.
  24. Elfâz-ı Küfür Küfür Sözler, Hüseyin Âşık, İlim Y. /Demir Y.
  25. İslâm’ın Temel Kavramları, Hüseyin K. Ece, Beyan Y., s. 457-459; 640-641
  26. Şâmil İslâm Ansiklopedisi, Eymen ed-Dımaşkî-Ömer Tellioğlu, Şamil Y., c. 3, s. 175-176; c. 4, s. 369-372; Ömer Tellioğlu, c. 5, s. 262-267; Ahmed Özalp, c. 2, s. 232-233
  27. Kelimeler Kavramlar, Yusuf Kerimoğlu, İnkılab Y., s. 214
  28. Mecmuâtu Buhûsin Fıkhiyye, Abdülkerim Zeydan, Beyrut 1407/1986, s. 415-416
  29. en-Nizâmu's-Siyâsî fi'l-İslâm, Abdülkerim Osman, s. 66-67
  30. Kur'an'ın Aktüel değeri Üzerine, Hikmet Zeyveli, 1. Kur'an Sempozyumu, Bilgi Vakfı Y. s. 289, 293
  31. Kur'an Ansiklopedisi, Süleyman Ateş, KUBA Y., c. 10, s. 170-172
  32. Tefhimu'l Kur'an, Mevdûdi, İnsan Y., c. 2, s. 340
  33. İslâm Ceza Hukukunda İdamı Gerektiren Suçlar, Ahmet Yaşar, Beyan Y., s. 98
  34. Kur'an Sempozyumu, Mehmet Aydın, s. 353
  35. Kur'an Sempozyumu, S. Ateş, Bilgi Vakfı Y. s. 382-383
  36. İslâm’da İnsan Hakları, Hayreddin Karaman, Ensar Neşriyat, s. 72-73
  37. Kur'an'da İnsan ve Toplum, Ekrem Sağıroğlu, Pınar Y., s. 11-104, 213-216
  38. Tevhid, Muhammed Kutub, Risale Y.
  39. İslâm Ceza Hukuku ve Beşerî Hukuk (et-Teşrîu’l-Cinâî el-İslâmî), Abdülkadir Udeh, Beyrut, 2/708-710
  40. İman ve Tavır, M. Beşir Eryarsoy, Şafak Y., s. 339-354
  41. Vahdete 7 Adım, Mehmed Alagaş, İnsan Dergisi Y., s. 101-129
  42. İstismar Edilen Kavramlar, Abdullah Palevi, Şahsi Y., s. 49-60, 271-280,339-350
  43. Kur'an Ölçülerine Göre Mü'min, Kâfir, Münâfık, Ahmed Taşgetiren, Büşra Y.
  44. Kur'an'da Temel Kavramlar, Ali Ünal, Kırkambar Y. s. 339-352
  45. İnançla İlgili Temel Kavramlar, Mehmet Soysaldı, Çağlayan Y. s. 40-63
  46. İman; Seyfuddin el-Muvahhid, Hak Y. s. 249-265 (Küfre rıza)
  47. Kur'ani Araştırmalar, Mutahhari, Tûba Y., c. 2, s. 28-35
  48. Tevhid ve Değişim, Celalettin Vatandaş, Pınar Y. s. 95
  49. İslâm Düşüncesinde İman Kavramı, İzutsu, Pınar Y. s. 11-48
  50. Kur'an'da Dini ve Ahlaki Kavramlar, İzutsu, Pınar Y. 165-237
  51. Risale-i Nur'dan Vecizeler, Şaban Döğen, Gençlik Y. s. 196-207
  52. Kur'an Kültürü, Muzaffer Can, Cantaş Y. s. 14-33
  53. Kur'an Okulu Cüz Cüz Kur'an, Hanif Yay. Küfr-Kâfir: 4, 186-190
  54. Kur'an ve Psikoloji, M. Osman Necati, Fecr Y. s. 210-211
  55. İslâm Akaidi, Şerafettin Gölcük, Esra Y. s. 50-54
  56. İslâm'ın Temelleri, Mevdudi, El-Ummah Neşriyat, s. 14-20
  57. Tevhid, Muhammed Kutub, Risale Y. s. 170-196
  58. Kurtulan Toplum (Fırka-i Naciye), Muhammed bin Cemil Zeyno, Saff Y. s. 80-86
  59. Kur'an'da Sünnetullah ve Helâk Edilen Kavimler, Nuri Tok, Etüt Y. s. 81-91
  60. Kur'an Ölçülerine Göre Mü'min-Kâfir-Münâfık, Ahmed Taşgetiren, Büşra Y.
  61. Konularına Göre Âyetler -4- İman ve Küfür, Abdurrahim Ali Ural, Şule Y.
  62. Küfür Cephesinde Yeni Bir Şey Yok, Mahmut Toptaş, Cantaş Y.
  63. Küfür Tek Millettir, Mustafa Çelik, Ölçü Y.
  64. Kur'an ve Hadis'e Göre Şirk ve Müşrik Toplum, Nedim Macit, Ribat Y.
  65. İmam Gazali ve İman Küfür Sınırı, Süleyman Dünya, Risale Y.
  66. Sorumsuzca Söylenen Sözler 1-4, Mevlüt Özcan, Sabır Y.
  67. Tevhid ve Şirk, Salih Gürdal, Beyan Y.
  68. Mekke Rasüllerin Yolu, Ali Ünal, Pınar Y.
  69. Velâ, Abdurrahman Abdülhalık, Tevhid Y.
  70. İman ve Şirk, Adil Akkoyunlu, Hidâyet Y.
  71. "İslâm'ı Yıkın, Müslümanları Mahvedin", Celalü'l-Alem, Nizam Y.
  72. Câhiliye Toplumunu Reddetmek, Cavit Yalçın, Vural Y.
  73. Âlim ve Tâğut, Yusuf Kardavi, İslâmoğlu Y.
  74. Akide Yetimleri, Mustafa Çelik, Ölçü Y.
  75. Kur'ân-ı Kerim Açısından İman-Amel İlişkisi, Murat Sülün, Ekin Y. s. 149-150
  76. İslâm Hukuku Açısından Cehalet, Ebû Yusuf Midhat b. el-Hasan Ali Ferrac, Kayıhan Y. s. 231-347
  77. Din Değiştirme, Ali Osman Kurt, Gökkubbe Y.
  78. İslâm'da Düşünce ve İnanç Özgürlüğü, Yunus Vehbi Yavuz, Sahaflar Kitap Sarayı Y.
  79. Çağımızın Bâtıl İnançları, Yüksel Kanar, Beyan Y.
  80. Antik İnançlar, Modern Hurâfeler, Martin Lings, İşaret Y.
  81. İlâhlar Rejiminin Anatomisi, Mustafa Çelik, Ölçü Y.
  82. Câhiliyye Düzeninin Ruh Haritası, Mustafa Çelik, Ölçü Y.
  83. İslâm Siyasi düşüncesinde Muhâlefet, Nevin A. Mustafa, İz Y.
  84. Çağdaş İrtidat, Ebûl Hasan Ali en-Nedvî, Akabe Y.
  85. Y.Y.da Tevhid ve Şirk, Mehmed Alagaş, İnsan Dergisi Y.
  86. Kelime-i Tevhid Dâvâsı, Kul Sadi Yüksel, Yenda Y.
  87. Sorularla Tevhid ve Akaid, Mehmed Alptekin, Saff Y.
  88. Biz Müslüman mıyız? Muhammed Kutub, Hilâl Y.
  89. Asrın Câhiliyeti, Muhammed Kutub, Hilal Y.
  90. İslâm’da Allah İnancı, Said Havva, Petek Y.
  91. Din Gerçeği ve İslâm, Mehmed Alagaş, İnsan Dergisi Y.
  92. Kur’an’’a Göre Müşrikler ve Putperestler, İslâmî Araştırmalar Dergisi, Temmuz, 1986
  93. Yalnız Allah veya Tevhid, M. Süleyman Temimi, Özel Y.
  94. Kur’an’a Göre Dört Terim, Mevdudi, Beyan/Özgün Y.
  95. İslâm ve Dört Terim, Ali Karlıbayır, Dünya Y.
  96. Tevhid ve Mü’minin Seyir Çizgisi, Mustafa Şehri, Bir Y.
  97. Tevhidin Hakikatı, Yusuf el-Kardavi, Saff/Özgün Y.
  98. Şirk, Abdullah Hanifi, Hanif Y.
  99. Şirk, Harun Yahya, Vural Y.
  100. İman ve Şirk, Adil Akkoyunlu, Hidâyet Y.
  101. Kur’an’da Şirk Kavramı, Hafız İsmail Surti, Akabe Y.
  102. Kur’an ve Hadislere Göre Şirk ve Müşrik Toplum, Nadim Macit, Ribat BasımY.
  103. Kitabu’l-Asnâm (Putlar Kitabı), İbnü’l-Kelbî, Ank. Ü. İlâhiyat F. Y.
  104. Kur’an’da Ülûhiyet, Suad Yıldırım, Kayıhan Y. 1-9; 281-385
  105. Nasıl Davet Edelim? Muhammed Kutub, Beka Y.
  106. cehaletmâzeretdegil.com
  107. mucadelemİslâm.com
  108. tagutured.com

 

[1] Muvattâ, Cihad 26, hadis no 2, 460

[2] Yenişafak Gazetesi, 21.04. 2008

[3] 8/Enfâl, 59

[4] Ebû Dâvud, Büyû' 88; İbn Mâce, Sadâkat 5

[5] Buhârî, İman 64; Müslim, İman 106

[6] 23/Mü'minûn, 8

[7] Buhârî, Tecrid, 1654

[8] Ahmed bin Hanbel, Müsned, III/135

[9] 26/Şuarâ, 107, 125, 143, 162, 178, 193

[10] 12/Yûsuf, 54

[11] 6/En'âm, 82

[12] Ahmed bin Hanbel, IV/140, 202, V/341, 344

[13] Tirmizî, Siyer 21, hadis no 1572, 1573

[14] 18/Kehf, 46

[15] 64/Teğâbûn, 15; 3/Âl-i İmrân, 186

[16] 3/Âl-i İmrân, 26-27

[17] 11/Hûd, 6

[18] 16/Nahl, 71

[19] 53/Necm, 48

[20] 67/Mülk, 21

[21] 6/En'âm, 17; 10/Yûnus, 107

[22] 9/Tevbe, 28

[23] 29/Ankebût, 82

[24] 42/Şûrâ, 27

[25] 20/Tâhâ, 131

[26] 2/Bakara, 155

[27] Kaynağını tespit edemediğim bir hadis-i şerif rivâyeti

[28] 65/Talâk, 2-3

[29] 20/Tâhâ, 124

[30] 14/İbrâhim, 7

[31] 2/Bakara, 188

[32] İbn Mâce, hadis no 2443

[33] İbn Mâce, hadis no 2442

[34] 2/Bakara, 172

[35] Mişkâtu’l Mesâbih, hadis no 2787; Keşfu’l Hafâ, hadis no 2632

[36] Müslim, Zekât 65; Tirmizî, Tefsîru'l-Kur'an, hadis no 3173; Dârimî, Rikak, hadis no 2720

[37] Tirmizî, Sıfatu'l Kıyâmet, hadis no 2640

[38] 16/Nahl, 112-113

[39] 5/Mâide, 2

[40] Beyhakî, Sünenu’l-Kübrâ, V/336

[41] Tirmizî, Sıfatu’l-Kıyâme 14, hadis no 2568; İbn Mâce, Zühd 24, hadis no 4215

[42] 6/En'âm, 32

[43] 38/Sâd, 46

[44] 9/Tevbe, 25

[45] Ebû Dâvud, İmâre 36

[46] Tirmizî, Mevâkît 141

[47] İbn Âbidîn, Reddü'l-Muhtâr, Bulak, 1272, III, 247

[48] Ahmet Özel, İslâm Hukukunda Ülke Kavramı, İstanbul,1988, 79

[49] es-Serahsî, el-Mebsût, IX,100; Zeylaî, et-Tebyîn, I, Baskı, Bulak,1313, IV, 97; İbnü'l-Hümam, Fethu'l-Kadîr, Mısır, 1319, IV, 178

[50] es-Serahsî, a.g.e., X, 28, XIV, 56; Zeylaî, a.g.e., IV, 97; İbnü'l-Hümâm, a.g.e., VI, 178

[51] el-Mâverdî, el-Ahkâmu's-Sultâniyye, 2. baskı, Kahire, 1966, 60

[52] Hâkim, el-Müstedrek, 1. Baskı, Riyad 1968, Fezâil, III, 502; Zeylaî, Nasbü'r-Râye, III, 477

[53] Nesâî, Sünen, Bey'a, 13; Mısır 1348/1930, VII, 145

[54] Bk. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi, I,121 vd; Salih Tuğ, İslâm Ülkelerinde Anayasa Hareketleri, İstanbul 1970, 35 vd.; Ahmet Akgündüz, Eski Anayasa Hukukumuz ve İslâm Anayasası, 38 vd.

[55] İbn Hazm, el-Muhallâ, VII, 353

[56] Ahmed b. Hanbel, Müsned IV, 305; Dârimî, Sünen II,156

[57] Ahmed b. Hanbel, IV, 305; Beyhakî, Delâlilü’n-Nübüvve, II, 243

[58] Buhârî, Menâkıbu'l-Ensâr, 45, Ta'bîr, 39; İbn Sa'd Tabakât, I, 226; Abdurrazzak, el-Musannef, V, 387; Beyhakî, Sünen, IX, 9

[59] 17/İsrâ, 80

[60] es-Serahsî, el-Mebsût, X,81, Şerhu's-Siyer, IV,1253

[61] Hamdi Döndüren, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 6, s. 318-319, özetlenip bazı tasarruflarda bulunularak.

[62] 2/Bakara, 286

[63] 2/Bakara, 286

[64] 2/Bakara, 286

[65] Said Hakim, Rabbani Yol ve Sünnetullah, İnsan Dergisi Yay., s. 45-49

[66] 36/Yâsin, 5-6

[67] 21/Enbiyâ, 24

[68] 10/Yûnus, 39

[69] 13/Ra'd, 11

[70] 5/Mâide, 105

[71] 16/Nahl, 99-100

[72] Said Hakim, Rabbani Yol ve Sünnetullah, İnsan Dergisi Yay., s. 51-71

[73] 49/Hucurât, 10

[74] Muhammed Hamidullah, İslâmda Devlet İdaresi

[75] Mahmud Rifat Kademoğlu, Şamil İslâm Ansiklopedisi, Şamil Y., c. 6, s. 321-322

[76] 7/A’râf, 88-89

[77] Bk. Uydurma Hadisler, Harun Ünal, Mirac Y., c. 1, s. 79-86; Aliyyü’l Kari, Uydurma Olduğunda İttifak Edilen Hadisler, İnkılâb Y., s. 126; Sehâvî, Makasıd, s. 183; Suyûtî, ed-Düreru’l-Muntesıre, s. 108; Sâğânî, Mevduât, s. 53; Semhudî, Gammaz, s. 60; İbnü’d-Deybâ, Temyîz, s. 77, Aliyyu’l-Kari, Kübrâ, s. 189; Aclûnî, Keşfu’l Hafâ, I/413.

[78] 4/Nisâ, 97

[79] Cürcânî, et-Ta'rifat, İstanbul ty, Kaynak Yay., sh. 256

[80] 73/Müzzemmil 10; 4/Nisâ, 34

[81] 29/Ankebût, 26

[82] 4/Nisâ, 97

[83] 19/Meryem, 47-49; 60/Mümtehıne, 4

[84] Kur’an’da Hicret Kelimesi ve Türevlerin Geçtiği Âyetler (Toplam 31 yerde) 2/Bakara, 218; 3/Âl-i İmrân, 195; 4/Nisâ, 34, 89, 97, 100, 100; 8/Enfâl, 72, 72, 72, 74, 75; 9/Tevbe, 20, 100, 117; 16/Nahl, 41, 110; 19/Meryem, 46; 22/Hacc, 58; 23/Mü'minûn, 67; 24/Nûr, 22; 25/Furkan, 30; 29/Ankebût, 26; 33/Ahzâb, 6, 50; 59/Haşr, 8, 9; 60/Mümtehıne, 10; 73/Müzzemmil, 10, 10; 74/Müddessir, 5.

[85] 16/Nahl, 41

[86] 22/Hacc, 58-59

[87] 3/Âl-i İmrân, 195

[88] Bk. 3/Âl-i İmrân, 195; 17/İsrâ, 76-77; 59/Haşr, 8

[89] Bk. 29/Ankebût, 26

[90] 4/Nisâ, 98

[91] 4/Nisâ, 88-89; 8/Enfâl, 74

[92] 4/Nisâ, 97

[93] eş-Şevkânî, Neylü'l-Evtâr, VIII, 28, 29

[94] 4/Nisâ, 100

[95] Tirmizî, Cennet 4; Ahmed bin Hanbel, V, 240

[96] Buhârî, İman I, Rikak 26; Ebû Dâvud, Vitr 2, 1 l, 12, Cihad 2; Nesaî, İman 9; İbn Mace, Fiten 2; Ahmed bin Hanbel, II, 163, 192, 193, 205

[97] Bk. Müslim, Sahih, VIII, 237; Ebû Dâvud, Sünen, II, 579; "Hicret" maddesi

[98] 8/Enfâl, 74-75

[99] 2/Bakara, 218

[100] 3/Âl-i İmrân, 195

[101] 9/Tevbe, 20; 16/Nahl, 41; 22/Hacc, 58; 4/Nisâ, 100

[102] 59/Haşr, 8

[103] 4/Nisâ, 89

[104] 29/Ankebût, 56; 4/Nisâ, 97

[105] Tirmizî, Sıfatu’l-Cenneh  4, hadis no 2650

[106] Müslim, Fiten 26, hadis no 130; Tirmizî, Fiten 28, hd. 2297

[107] 39/Zümer, 6

[108] 67/Mülk, 30

[109] 36/Yâsin, 38-40

[110] 16/Nahl, 8

[111] 21/Enbiyâ, 67

[112] 29/Ankebût, 26

[113] 3/Âl-i İmrân, 92

[114] 73/Müzzemmil 10; 4/Nisâ, 34

[115] 29/Ankebût, 26

[116] 4/Nisâ, 100

[117] 29/Ankebût, 26

[118] 73/Müzzemmil, 10

[119] Bk. Zemahşerî, Keşşâf, IV/177

[120] 74/Müddessir, 5

[121] Buhârî, Rikak 71; Müslim, İman , 4, 64, 65, 66; Ebû Dâvud, Cihad 2, hadis no 2481, Cihad 4, Vitr 11; Tirmizî, İman 2762, 2763; Nesâî, İman, hadis no 4963; İbn Mâce, Fiten, hadis no 2934;  Dârimî, Rikak, hadis no 2715

[122] Buhârî, İman 4, Rikak 26

[123] Nesâî, Biat 12, hadis no 4148; Ebû Dâvud, Vitr 12, hadis no 1449, Dârimî, Salât 135, hadis no 1431

[124] Nesâî, Bey'at, hadis no 4148, Zekât hadis no 2516; Ebû Dâvud, Vitr, 1449; Dârimî, Salât, hadis no 1431

[125] Müslim, Fiten 130; Tirmizî, Fiten 31; İbn Mâce, Fiten 14

[126] 25/Furkan, 30

[127] Buhârî, Bed’ü’l-Vahy 1; Müslim, İmâret 33

[128] “Hicret” kelimesinin tersinden okunuşunun “tercih” olduğunu hatırlayalım.

[129] 33/Ahzâb, 36

[130] 35/Fâtır, 15-16

[131] 5/Mâide, 54

[132] 23/Mü’minûn, 67

[133] 19/Meryem, 46

[134] 73/Müzzemmil, 10

[135] 4/Nisâ, 34

[136] Bk. 4/Nisâ, 97

[137] Bk. 4/Nisâ, 100; 22/Hacc, 58; 9/Tevbe, 20, 100 vd.

[138] 2/Bakara, 218

[139] 3/Âl-i İmrân, 195

[140] 4/Nisâ, 89

[141] 8/Enfâl, 72

[142] 4/Nisâ, 97-100

[143] 8/Enfâl, 74-75

[144] 9/Tevbe, 20-22

[145] 9/Tevbe, 100 ve yine Bk. 9/Tevbe, 117

[146] Ahmed bin Hanbel, II/315; Müslim, Zekât 139

[147] İbn Mâce, Fiten 15, hadis no 3988

[148] 16/Nahl, 41-42 ve yine Bk. 16/Nahl, 110

[149] 29/Ankebût, 56 ve yine Bk. 39/Zümer, 10; 4//Nisâ, 97-100

[150] İbn Mâce, Hudûd 2, hadis no 2536; Nesâî, Zekât 73, hadis no 2558

[151] Nesâî, Kasâme 25, hadis no 4753; Tirmizî, Siyer 41, 42, hadis no 1654; Ebû Dâvud, Cihad 105, hadis no 2645

[152] Tirmizî, Siyer 42

[153] Nesâî, Zekât 73, hadis no 2558; İbn Mâce, Hudûd 2, hadis no 2536

[154] Dârimî, Siyer 70

[155] Nesâî, Bey'at 15, hadis no 4156; Ahmed bin Hanbel, V/270

[156] İbn Kesîr, Tefsirü'l-Kur'âni'l Azim, II/14

[157] Buhârî, Cihad ve's-Siyer 2; Müslim, İmâre 85-86

[158] Râğıb el-Isfahanî, Müfredât, Çıra Y., c. 2, s. 620

[159] Kurtubî, el-Câmiu li-Ahkâmi'l-Kur'an, c. 2, s. 301

[160] Ahmed Dâvudoğlu, Sahih-i Müslim Tercüme ve Şerhi, Sönmez Y. c. 1, s. 429

[161] 2/Bakara, 130

[162] 2/Bakara, 130, 135; 3/Âl-i İmrân, 95; 4/Nisâ, 125; 6/En’âm, 161; 12/Yûsuf, 38; 16/Nahl, 23; 22/Hacc, 78

[163] 12/Yûsuf, 38

[164] 18/Kehf, 20

[165] 2/Bakara, 120

[166] 7/A’râf, 88-89

[167] Hüseyin K. Ece, İslâm'ın Temel Kavramları, s. 414-415

[168] Kur’an’da “millet” kelimesinin geçtiği diğer âyetler için Bk. 3/Âl-i İmrân, 95; 4/Nisâ, 125; 6/En’âm, 161; 7/A’râf, 88-89; 12/Yûsuf, 37-38; 14/İbrâhim, 13; 18/Kehf, 20; 22/Hacc, 78; 38/Sâd, 7.

[169] 12/Yûsuf, 37

[170] Yusuf Kerimoğlu, Kelimeler Kavramlar, İnkılâp Y., s. 248-249

[171] Buhârî, Edeb, Cenâiz; Tecrîd-i Sarih Terc. c. 4, s. 558; Müslim, İman 176, 177 (110); Ebû Dâvud, Eymân ve'n-Nüzûr; Tirmizî, Eymân; Nesâî, Eymân; İbn Mâce, Keffârât

[172] S. Buhârî Muht. Tecrîd-i Sarih Terc. c. 4, s. 560

[173] 2/Bakara, 120

[174] 109/Kâfirûn, 6

[175] Ebû Dâvud, Ferâiz 10; Tirmizî, Ferâiz 16; İbn Mâce, Ferâiz 6; Ahmed bin Hanbel, II/187

[176] Buhârî, Ferâiz 26; Müslim, Ferâiz1; Ebû Dâvud, Ferâiz 10; Tirmizî, Ferâiz 15

[177] İmam Kurtubî, el-Câmiu li-Ahkâmi'l-Kur'an, c. 2, s. 301

[178] 2/Bakara, 170; 5/Mâide, 104; 11/Hûd, 1097/A’râf, 70, 173...

[179] 49/Hucurât, 13

[180] 39/Zümer, 9

[181] 4/Nisâ, 95

[182] 38/Sâd, 71-85

[183] 62/Cum'a, 9-10

[184] 16/Nahl, 89

[185] 12/Yusuf, 111

[186] 4/Nisâ, 59

[187] 16/Nahl, 64

[188] 2/Bakara, 185

[189] 6/En'âm, 147

[190] 6/En'âm, 38

[191] 6/En'âm, 114

[192] 7/A'râf, 3

[193] 43/Zuhruf, 44

[194] 11/Hûd, 1-2; 15Hıcr, 1; 26/Şuarâ, 2; 28/Kasas, 2; 42/Şûrâ, 2; 43/Zuhruf, 2

[195] 12/Yusuf, 1-2

[196] 2/Bakara, 286

[197] 20/Tâhâ, 1-3

[198] 54/Kamer, 17, 22, 32, 40

[199] 2/Bakara, 285

[200] 22/Hacc, 78

[201] 2/Bakara, 285

[202] 24/Nûr, 51

[203] 25Furkan, 27-30

[204] 5Mâide, 44, 45, 47

[205] 5Maide, 48-49

[206] 3/Âl-i İmrân, 23

[207] 4/Nisâ, 61

[208] Buhârî, İlim, 34, Müslim, İlim 13, Tirmizî, İlim 5; İbn Mâce, Mukaddime 8

[209] Müslim, Cuma 40, hadis no 865, c. 4, s. 2412-2413

[210] İbn Mâce, Kitâbu İkameti's-Salât 78, hadis no 1081; Râvîler arasında cerh edilen isimler olduğu için isnâdının zayıf olduğu belirtilir; Bk. İbn Mâce

[211] 3/Âl-i İmrân, 132

[212] 42/Şûrâ, 31

[213] 10/Yûnus, 87

[214] 42/Şûrâ, 21

[215] 9/Tevbe, 31

[216] Tirmizî, Tefsiru’l-Kur’an 10, hadis no 3292

[217] Müslim, İman 78; Tirmizî, Fiten 11; Nesâî, İman 17; İbn Mâce, Fiten 20

[218] 9/Tevbe, 107-109

[219] Muhammed İbn Hasan eş-Şeybânî, Câmiu's-Sağîr, s. 111

[220] Kâsânî, Bedâyîu's-Sanâyî fî Tertîbi'ş-Şerâyî, 1/261

[221] Tahânevî, İ'lâü's-Sünen, 7/8

[222] İmam Nevevî, Şerhu Sahîh-î Müslim, 12/486; Ebû Dâvud, Sünen, 1/159; İbn Hibban, Sahib-u İbn Hibban, I. Baskı, 1971, Medine, Mektebetu’s-s Selefîyye neşri, 3/447; Humeydi, Müsnedu’l-Humeydi, 1/217

[223] İbn Âbidin, Hâşiyetü Reddi'l-Muhtâr Ale'd-Dürri'l-Muhtâr Şerhu Tenvîr 'il-Ebsâr, 2/l

[224] Mecelle, Md. No  14; Ali Ahmed en-Nedvî, el-Kavaidü'1-Fıkhiyye, s. 148

[225] 33/Ahzâb, 36

[226] 10/Yûnus, 36

[227] Hanefi fakihlerinin dâru’l-harpte, istilâ edilen ülkede, İslâm devlet başkanı yokken Cuma kılmaları gerektiği hakkında, geniş bilgi ve kaynaklar için bk. Recep Çetintaş, Devlet, Siyaset, İbadet Üçgeninde Cuma Namazı, Usûl Yayınları, s. 350-364. Son birkaç sayfada küçük tasarruflarla alıntılar yaptığımız piyasada mevcudu kalmayan bu eserin yeni baskısının yapılmasının gerekli olduğu kanaatini taşıyor, (son bölümlerindeki bazı ifadelerine yüzde yüz katılmasak da) okuyuculara bu kitabı okumalarını ısrarla tavsiye ediyoruz. Edindiğimiz bilgiye göre, adı geçen kitabın gözden geçirilmiş yeni baskısı, kısa zaman içinde Beka Yayınlarından çıkacaktır.  

[228] 62/Cum’a, 9-11

[229] Müslim, Cumua, 12, 40, hadis no 865; Nesâî, Cumua 2; Ahmed bin Hanbel, 1/239, 254, 335, 2/84; Abdurrazzak, el-Musannef, 3/166; İbn Ebî Şeybe, el-Musannef, 2/61; Beyhakî, Sünenu’l-Kübrâ, 3/171

[230] Ebû Dâvud, Salât 204, 210, hadis no 1052; Tirmizî, Salât 359, hadis no 500, Cumua 7; Nesâî, Cuma 2, hadis no 3, 88; İbn Mâce, İkamet 93; Dârimî, Salât 205; İmam Mâlik, Muvatta, 1/111; Beyhakî, Sünenü’l-Kübrâ, 3/172; Taberâni, Cumua 20; Ahmed bin Hanbel, 58

[231] Abdürrazzak, el-Musannef, 3/165; Beyhakî, Sünen, 3/185

[232] Müslim, Mesâcid 251, 254; Ahmed bin Hanbel, 2/531, 539; Abdurrazzak b. Hemmam, el-Musannef, 3/166;  İbn Ebî Şeybe, el-Musannef, 2/62; Hâkim Ebû Abdillah, el-Müstedrek, 1/430; Beyhakî, Sünen'ül-Kübra, 3/172

[233] Abdurrazzak, el-Musannef, 3/165-166

[234] Mevârid'iz-Zeman ilâ Zevâid-i İbn Hibban, s. 146

[235] Ebû Dâvud, Salât 215, hadis no 1067, hadis no 1067; Dârakutnî, II, 3; Bağavî, Şerhu's-Sünne, I, 225) Dâvud

[236] Beyhakî, Sünen'ül-Kübra, 3/184

[237] Ebû Dâvud, Salât 211, hadis no 1053-1054); Nesâî, Keffâret 3, hadis no 3, 89; İbn Mâce, İkamet 93, hadis no 1128

[238] Ebû Dâvud, Salât 212, hadis no 1056

[239] Ebû Dâvud, Tahâret 129, hadis no 342; Nesâî, Cum’a 2, hadis no 3, 89

[240] Tirmizî, Salât 360, hadis no 502

[241] Ebû Dâvud, Salât 209, hadis no 1051

[242] İbn Mâce, Sünen, İstanbul 1401, I, 343, Hadis no 1081; İbn Mâce hadisin isnâdının zayıf olduğunu belirtir. Çok sayıda hadis âlimleri de bu hadisi zayıf kabul ederler. Hanefî fıkhına göre cumanın şartı sayılan devlet başkanının kıldırması konusunda tek delil bu zayıf hadistir. Kaldı ki, bu hadisten cumanın devlet başkanı yokken kılınmaması gerektiğini çıkarmak çok zordur.

[243] Buhârî, Cum'a, 1; Müslim, Cum'a hadis no 856. Müslim'in lafzı az farklıdır.

[244] Ahmed bin Hanbel, 2/311

[245] Müslim, Cum’a 5, 18

[246] Müslim, Cumua 5. Hadisin baş tarafındaki ifade Müslim’de, diğer bölümü farklı hadis kitaplarında rivayet edilmiştir.

[247] Buhârî, Cumua, 6

[248] Buhârî Cum’a 4, 19; Müslim, Cum’a 10, hadis no 850; Muvatta, Cum’a 1, hadis no 1, 101; Ebû Dâvud, Tahâret 129, hadis no 351; Tirmizî, Salât 358, hadis no 499; Nesâî, Cum’a 14, hadis no 3, 99; İbn Mâce, İkamet 82, hadis no 1092

[249] Müslim, Cuma 24, hadis no 850

[250] Ebû Dâvud, Tahâret 129, hadis no 345, 346; Tirmizî, Salât 356, hadis no 496; Nesâî, Cuma 12, hadis no 3, 97; İbn Mâce, İkamet 80, hadis no 1027; Buhârî, Cuma 6

[251] Ebû Dâvud, Salât 235, hadis no 1113) (6/En'âm, 160

[252] Buhârî, Cuma 11; Ebû Dâvud, Salât 216, hadis no 1068

[253] 24/Nûr, 63

[254] 3/Âl-i İmrân, 105

[255] Müslim, Cumua, 12, hadis no 865

[256] 4/Nisâ, 59

[257] 4/Nisâ, 61

[258] 4/Nisâ, 64-65

[259] 24/Nûr, 51-52

[260] 24/Nur, 63

[261] 4/Nisâ, 115

[262] 5/Mâide, 49

[263] 6/En’âm, 116

[264] 25/Furkan, 27-29

[265] 33/Ahzâb, 66-68

[266] 45/Câsiye, 18

[267] 72/Cin, 23

[268] 2/Bakara, 285

[269] 33/Ahzâb, 36

[270] 66 Tahrim/6

[271] 16/Nahl, 36

[272] 4/Nisâ, 141

[273] 3/Âl-i İmrân, 149

[274] 25/Furkan, 52

[275] 2/Bakara, 193

[276] 3/Âl-i İmrân, 100

[277] 2/Bakara, 120

[278] 5/Mâide, 51

[279] 60/Mümtehine, 1-2

[280] 4/Nisâ, 139

[281] 9/Tevbe, 13

[282] 5/Mâide, 44

[283] 5/Mâide, 2

[284] 28/Kasas, 41

[285] 17/İsrâ, 71

[286] 37/Saffât, 22-23

[287] Tirmizî, Siyer 40

[288] Ebû Dâvud, III/93, hadis no 2787

[289] Hâkim, Müstedrek 2/141

[290] Ebû Dâvud, Cihad 95; Nesâî, Kasâme 27; Tirmizî, Siyer hadis no 1654

[291] Nesâi, Kitab 48, bab 52

[292] S. Müslim, hadis no 151

[293] Mişkâtu’l-Mesâbih, hadis no 5014; Süyûtî, el-Câmiu’s-Sağîr, 1/69, Taberânî, El-Kebîr

[294] Tirmizî, Zühd 45, hadis no 2379

[295] Buhârî, Edeb 96, Ahkâm 10; Müslim, Birr  161, 165

[296] Ebû Dâvud, hadis no 4599

[297] 68/Kalem, 9

[298] 2/Bakara, 256

[299] 9/Tevbe, 28

[300] 7/A'râf, 179

[301] 4/Nisâ, 140

[302] 2/Bakara, 256

[303] 43/Zuhruf, 26-28

[304] 60/Mümtehıne, 4

[305] 2/Bakara, 219; 9/Tevbe, 20

[306] 60/Mümtehine, 13

[307] 49/Hucurât, 10

[308] 9/Tevbe, 71

[309] 8/Enfâl, 55-61

[310] 20/Tâhâ, 123

[311] 6/En’âm, 112-113; 25/Furkan, 31

[312] 5/Mâide, 3

[313] 2/Bakara, 130-133

[314] 2/Bakara, 45

[315] 2/Bakara, 44

[316] 4/Nisâ, 101

[317] 26/Şuarâ, 75-77

[318] 5/Mâide, 82

[319] 60/Mümtehine, 1-2

[320] 60/Mümtehine, 4

[321] 25/Furkan, 26-29

[322] 42/Şûrâ, 8

[323] 45/Câsiye, 19

[324] 31/Lokman, 13

[325] 5/Mâide, 45

[326] 2/Bakara, 193

[327] 7/A’râf, 129

[328] 61/Saff, 14

[329] 3/Âl-i İmrân, 139

[330] 37/Sâffât, 171-173

[331] 5/Mâide, 56

[332] 58/Mücâdele, 22

[333] 3/Âl-i İmrân, 28

[334] 60/Mümtehine, 1

[335] 9/Tevbe, 23; 60/Mümtehine, 9

[336] 5/Mâide, 51

[337] 2/Bakara, 256

[338] 53/Necm, 29

[339] 43/Zuhruf, 26-28

[340] 109/Kâfirûn, 1-2, 6

[341] 10/Yûnus, 41

[342] 9/Tevbe, 73

[343] 8/Enfâl, 39

[344] Hilyetü’l-Evliyâ, 1/312

[345] Tirmizî, hadis no 2696

[346] 3/Âl-i İmrân, 175

[347] İbn Kesir, Tefsir, 1/398

[348] Beyhakî, es-Sünenu’l-Kübrâ, Kitâbu Âdâbi’l-Kadı, 10/127; İbn Teymiyye, Sırât-ı Müstakîm, s. 50; Fahreddin Râzi, Mefâtihu’l-Gayb, 3/611

[349] İbn Kayyım, Ahkâmu Ehli’z-Zimme 1/212

[350] Tirmizî, Zühd 45; Ahmed bin Hanbel, 16/178

[351] Müslim, İman 20

[352] 3/Âl-i İmrân, 75

[353] 3/Âl-i İmrân, 118

[354] Buhârî, İ’tisâm 14, Enbiyâ 50; Müslim, ilm 6; İbn Mâce, Fiten 17

[355] Tirmizî, Zühd hadis no 2379; Ahmed bin Hanbel, 16/178

[356] 60/Mümtehine, 4

[357] 5/Mâide, 51

[358] 2/Bakara, 279

[359] 109/Kâfirûn, 1-2

[360] Tirmizî, hadis no 2696; Mişkâtu’l-Mesâbih, hadis no 5347

[361] 63/Münâfıkûn, 8

[362] 25/Furkan, 44

[363] 9/Tevbe, 28

[364] 58/Mücâdele, 22

[365] 8/Enfâl, 60

[366] 6/En’âm, 112

[367] 25/Furkan, 31

[368] 4/Nisâ, 128

[369] 2/Bakara, 208

[370] 5/Mâide, 57

[371] 2/Bakara, 109, 120; 3/Âl-i İmrân, 100; 4/Nisâ, 44-45; 57/Hadîd, 16

[372] 3/Âl-i İmrân, 64

[373] 3/Âl-i İmrân, 100

[374] 2/Bakara, 120

[375] 5/Mâide, 51

[376] 5/Mâide, 57

[377] 9/Tevbe, 29

[378] 2/Bakara, 137

[379] 3/Âl-i İmrân, 64

[380] 3/Âl-i İmrân, 69

[381] 3/Âl-i İmrân, 70

[382] 3/Âl-i İmrân, 98-99

[383] 2/Bakara, 65

[384] 2/Bakara, 61

[385] 4/Nisâ, 139

[386] 5/Mâide, 54

[387] 7/A’râf, 3

[388] 4/Nisâ, 13-14

[389] 2/Bakara, 256

[390] 49/Hucurât, 13

[391] 5/Mâide, 56

[392] 2/Bakara, 256; 16/Nahl, 36

[393] 4/Nisâ, 14

[394] 8/Enfâl, 24

[395] 6/En’âm, 129

[396] Aclûnî, Keşfu’l Hafâ, 2/126-127

[397] 21/Enbiyâ, 22

[398] 2/Bakara, 8-11

[399] 2/Bakara, 11

[400] 9/Tevbe, 28

[401] Mahmut Toptaş, Şifa Tefsiri, Cantaş Y. c. 1, s. 101

[402] Seyyid Kutub, Fî Zılâli'l-Kur'an, Hikmet Y. c. 1, s. 88

[403] 2/Bakara, 12

[404] Mahmut Toptaş, Şifa Tefsiri, Cantaş Y., c. 1, s. 102

[405] Bk. 2/Bakara, 30 40/Mü'min, 26

[406] Bk. 2/Bakara, 251

[407] 30/Rûm, 41

[408] 5/Mâide, 32

[409] 2/Bakara, 204-205

[410] 7/A'raf, 103

[411] 28/Kasas, 4

[412] 7/A'râf, 127

[413] 40/Mü'min, 26

[414] 28/Kasas, 4

[415] Bk. 29/Ankebut, 30

[416] Bk. 16/Nahl, 88; 13/Ra'd, 25

[417] 2/Bakara, 11

[418] 2/Bakara, 204-205

[419] 42/Şûrâ, 30

[420] 20/Tâhâ, 110

[421] 2/Bakara, 155

[422] 31/Lokman, 33

[423] 102/Tekâsür, 1

[424] 61/Saff, 10-13

[425] 42/Şûrâ, 30

[426] 20/Tâhâ, 110

[427] 2/Bakara, 143

[428] Buhârî, Savm 56, Nikâh 1

[429] Ahmed bin Hanbel, IV/226; Dârimî, Nikâh 3

[430] Buhârî, Nikâh 1; Nesâî, Nikâh 4; Dârimî, Nikâh 3

[431] 5/Mâide, 87

[432] Kurtubî, el-Câmiul li Ahkâmi’l Kur’an, 6/263

[433] 7/A'râf, 32

[434] Tefsir-i Kurtubi, c. 7, s. 198

[435] 2/Bakara, 201-202

[436] Ahmed bin Hanbel, I/386; Müslim, İlim 7; Ebû Dâvud, Sünnet 5

[437] 2/Bakara, 180

[438] Ahmed bin Hanbel, Müsned, IV, 194

[439] Müslim, İlim 7; Ebû Dâvud, Sünnet 5; Ahmed bin Hanbel, I/386 

[440] Dârimî, Siyer 45; Ahmed bin Hanbel, 4/127, 5/318, 330

[441] 5/Mâide, 77; ayrıca Bk. 4/Nisâ, 171

[442] 5/Mâide, 77; ayrıca Bk. 4/Nisâ, 171

[443] 18/Kehf, 28

[444] Buhârî, Nikâh 1; Nesâî, Nikâh 4; Dârimî, Nikâh 3

[445] Ahmed bin Hanbel, IV/226; Dârimî, Nikâh 3

[446] 5/Mâide, 87

[447] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi’l Kur’an, 6/263

[448] Bk. 57/Hadîd, 25

[449] Bk. 13/Ra’d, 11

[450] İbn Teymiyye, Mecmûu Fetavâ, c. 3, s. 345

[451] Mecmûu’l-Fetavâ, 35/101

[452] Kasımî, Mehâsinu’t-Te’vîl, c. 5, s. 1313

[453] Kasımi, Mehâsinu’t-Te’vîl, c. 5, s. 1314

[454] İmam Mervezî, Müsned-i Ebû Bekri’s-Sıddık, çev. A. Davudoğlu, s. 89-93, hds. no: 17, 18; Suyûtî, Câmiu’s-Sağîr Muht. Tercüme ve Şerhi, c. 2, s. 504, hds. no: 2458; Buhârî, Edebu’l-Müfred, 296, hds. no: 716; Münzirî, Hadislerle İslâm (Terğîb ve Terhîb), c. 1, s. 95, hds. no: 33; İbn Hacer el-Askalânî, Terğîb ve Terhîb,s. 23, hds. no: 11; Zebîdî, İthâfu’s-Sâde, II/272-273, VIII/281; Ebû Hâcer Besyûnî, Mevsûatü Etrâfi’l-Hadîs, II/213; İbn Kesir

[455] 4/Nisâ, 48, 116

[456] Şirk ve müşrikler pisliktir. Bk. 9/Tevbe, 28

[457] 10/Yunus, 36; 53/Necm, 28

[458] 49/Hucurât, 12

[459] İsrâ:17/ 36

[460] Buhârî, Nikâh 45, Edeb 57, 58, Ferâiz 2; Müslim, Birr 28-34; Ebû Dâvud, Edeb 40; Tirmizî, Birr 18

[461] Ebû Dâvud, Salât 14; Tirmizî, Hudûd 2

[462] Müslim, Nevevi Şerhi 1/100

[463] A.g e., 1/100

[464] İbni Ebi’l-İzz, Şerhut-Tahâviye, sb 223

[465] 9/Tevbe, 11

[466] Buhârî, Cihad 102, İman 17; Müslim, İman 8; Ebû Dâvud, Cihad 104, hadis no 2623; Tirmizî, Tefsir 78, hadis no 2606-2607; Nesâî, Zekât 3; İbn Mâce, Fiten 1; Dârimî, Siyer 10

[467] Buhârî, Diyât 2; Müslim, İman 158, hadis no 96; Ebû Dâvud, Cihad 104, hadis no 2643

[468] 28/Kasas, 56

[469] Müslim, 25/42

[470] Buhâri, Cenâiz 79, 80, 93; Müslim, Kader 22-25, İman 264; Müsned-i Ahmed, II/ 233, 435

[471] 30/Rûm, 30

[472] Buhârî, Nikâh 45, Edeb 57, 58, Ferâiz 2; Müslim, Birr 28-34, hadis no 2563; Ebû Dâvud, Edeb 40; Tirmizî, Birr 18, 55, hadis no 2055; İbn Mâce, Zühd 23

[473] Minhâcu Ehl-i Hak ve’l-İttibâ

[474] Buhârî, Diyât 2; Müslim, İman 158, hadis no 96; Ebû Dâvud, Cihad 104, hadis no 2643

[475] İbn Teymiyye, Külliyat, c. 3, Tevhid Yay, s. 238-239

[476] Hüseyin Yunus, Tekfir Meselesi, Ahenk Y., 35-37

[477] 4/Nisâ, 94

[478] Buhârî, Edeb 73; Müslim, İman 111

[479] Buhârî, Edeb 44

[480] Buhârî, Hayz 6, Zekât 44, İman 21, Küsûf 9, Nikâh 88; Müslim, Küsûf 17, hadis no 907; İman 132, hadis no 79

[481] İmam Mervezî, Müsned-i Ebû Bekri’s-Sıddık, çev. A. Davudoğlu, s. 89-93, hds. no: 17, 18; Suyûtî, Câmiu’s-Sağîr Muht. Tercüme ve Şerhi, c. 2, s. 504, hds. no: 2458; Buhârî, Edebu’l-Müfred, 296, hds. no: 716; Münzirî, Hadislerle İslâm (Terğîb ve Terhîb), c. 1, s. 95, hds. no: 33; İbn Hacer el-Askalânî, Terğîb ve Terhîb,s. 23, hds. no: 11; Zebîdî, İthâfu’s-Sâde, II/272-273, VIII/281; Ebû Hâcer Besyûnî, Mevsûatü Etrâfi’l-Hadîs, II/213; İbn Kesir

[482] 12/Yûsuf, 106

[483] Tirmizî, Hudûd 24, hadis no: 1457

[484] Buhârî, İman 6, 7; Müslim, İman 71-72; Tirmizî, Kıyâmet 59; Nesâî, İman 19, 33; İbn Mâce, Mukaddime 9

[485] Buhârî, Edeb 27; Müslim, Birr 66, İman 93, hadis no: 54

[486] Buhârî, İman 36, Edeb 44, Fiten 8; Müslim, İman 116; Tirmizî, Birr 51, İman 15; Nesâî, Tahrîm 27; İbn Mâce, Mukaddime 7, 9, Fiten 4

[487] Nesâî, Tahrîm 1 -7, 81-

[488] Buhâri, 7080; Müslim, 65/118

[489] Müslim, Eymân 4

[490] İbn Mâce, Fiten 16

[491] et-Terğîb ve't-Terhîb, 1/32

[492] S. Buhâri, Tecrid-i Sarih, 1, no: 31; Tirmizî, İman 14

[493] S. Buhâri, Tecrid-i Sarih, 1, no: 32

[494] 12/Yusuf, 106

[495] 49/Hucurât, 14

[496] 49/Hucurât, 15

[497] İbn Kayyım, Kitabu’s-Salât, s. 25

[498] “Hiç kimse, bir başkasına ‘fâsık’ veya ‘kâfir’ demesin. Şayet itham altında bırakılan kişide bu sıfatlar yoksa o söz, onu söyleyene döner.” (Buhârî, Edeb 44)

[499] İbn Kayyım, es-Salât, s. 19

[500] Tirmizî, Hudûd 24, hadis no: 1457

[501] Buhârî, İman 6, 7; Müslim, İman 71-72; Tirmizî, Kıyâmet 59; Nesâî, İman 19, 33; İbn Mâce, Mukaddime 9

[502] Buhârî, Edeb 27; Müslim, Birr 66, İman 93, hadis no: 54

[503] Buhârî, İman 36, Edeb 44, Fiten 8; Müslim, İman 116; Tirmizî, Birr 51, İman 15; Nesâî, Tahrîm 27; İbn Mâce, Mukaddime 7, 9, Fiten 4

[504] Nesâî, Tahrîm 1 -7, 81-

[505] Buhâri, 7080; Müslim, 65/118

[506] Müslim, Eymân 4

[507] İbn Mâce, Fiten 16

[508] et-Terğîb ve't-Terhîb, 1/32

[509] 48/Fetih, 29

[510] Hayreddin Karaman, www.hayrettinkaraman.net

[511] 9/Tevbe, 30; 5/Mâide, 73

[512] 2/Bakara, 221

[513] 5/Mâide, 5

[514] 5/Mâide, 5

[515] 3/Âl-i İmran, 64

[516] 29/Ankebut, 46

[517] 38/Sâd, 5

[518] 2/Bakara, 170; Mevdûdi, Fetvalar, Nehir Yay, c. 2, s. 125-129

[519] 5/Mâide, 32

[520] Buhârî, İlim 11; Müslim, Cihad 5

[521] Buhârî, Edeb 27; Müslim, Birr 66, İman 93, hadis no 54

[522] Müslim, Birr 32; Ebû Dâvûd, Edeb

[523] Bk. 5/Mâide, 32

[524] 2/Bakara, 8

[525] Buhârî, Cihad 102, İman 17; Müslim, İman 8; Ebû Dâvud, Cihad 104, hadis no 2623; Tirmizî, Tefsir 78, hadis no 2606-2607; Nesâî, Zekât 3; İbn Mâce, Fiten 1; Dârimî, Siyer 10

[526] 86/Târık, 9-10

[527] 9/Tevbe, 101

[528] Bk. İbn Ferhun, Tebsıratu’l-Hukkâm, c. 2, s. 281

[529] Buhârî

[530] el-Muğnî Mea’ş-Şerhi’l-Kebîr, c. 10, s. 91-92

[531] 33/Ahzâb, 5

[532] 5/Mâide, 93

[533] 33/Ahzâb, 35

[534] Buhârî, Talâk 11, İlim 44, Şurût 12, Enbiyâ 27; İbn Mâce, Talâk, 16

[535] 7/A’râf, 12; 38/Sâd, 76

[536] 17/İsrâ, 15

[537] 16/Nahl, 106

[538] Bk. İbnu’l-Kayyım, İ’lâmu’l-Muvakkıîn, c. 3, s. 5; el-Behvetî, Keşşafu’l-Kına’, c. 6, s. 176; İbn Kudâme, el-Muğnî Mea’ş-Şerhi’l-Kebîr, c. 10, s. 109

[539] Bk. İbn Hazm, el-Fasl, c. 3, s. 250

[540] Bk. eş-Şafii, el-Umm

[541] Bk. el-Muğnî Mea Şerhi’l-Kebir, 10/109 ve el-Umm, 6/158

[542] 9/Tevbe, 65-66

[543] 9/Tevbe, 94

[544] 40/Mü’min, 47-48

[545] 34/Sebe’, 31-33

[546] 5/Mâide, 77

[547] 6 En’âm/88, Bkz:39 ez-Zümer/65

[548] 7 A’raf/175

[549] Buhârî ve Müslim

[550] Bk. el-Muğnî Mea Şerhi’l-Kebîr, c. 11, s. 403-405; İ’lâmu’l-Muvakkıîn, c. 4, s. 224

[551] 9/Tevbe, 74

[552] 3/Âl-i İmrân, 86-89

[553] Bk. önceki kaynaklar

[554] 16/Nahl, 43; 21/Enbiyâ, 7

[555] Ebû Dâvud, Hudûd, 17; Tirmizi, Hudûd,1; Nesâi, Talak, 21; İbn Mâce, Talak, 15

[556] Buhârî, Bed’ü’l-Vahy 1; Itk 6, Menâkıbu’l-Ensâr 45, Talâk 11; Eymân 23; Müslim, İmâre 155; Ebû Dâvud, Talak 11; Nesâî, Tahâre 59, Talak 24, Eymân 19; İbn Mâce, Zühd 26; Abdülkadir Udeh, et-Teşrîu’l-Cinâiyyü’l-İslâmî, 2/719

[557] Bk. 2/Bakara, 256

[558] Bk. 47/Muhammed, 9

[559] Bk. 9/Tevbe, 65-66

[560] Hüseyin K. Ece, İslâm’ın Temel Kavramları, s. 458-459

[561] 4/Nisâ, 65; Abdülkadir Udeh, et- Teşrîu’l-Cinî el-İslâmî, Beyrut, 2/708-710 -İslâm Ceza Hukuku ve Beşerî Hukuk

[562] 9/Tevbe, 65

[563] 33/Ahzab, 57

[564] 9/Tevbe, 61

[565] Bk. 48/Fetih, 18; 9/Tevbe, 100

[566] 16/Nahl, 106

[567] 49/Hucurât, 6

[568] 49/Hucurât, 9-10

[569] Müslim, İman 37, hadis no 23

[570] Kenzü’l Ummâl, naklen Şamil İslâm Ansiklopedisi, 3/340; Benzer bir rivâyet için Bk. Nesâî, Amelu’l-Yevm ve’l-Leyleti; K. Sitte, 17/492

[571] Hüseyin K. Ece, İslâm’ın Temel Kavramları, Beyan Y., s. 459

[572] Buhârî, Edeb 44

[573] Buhârî, Edeb 73; Müslim, İman 111

[574] Buhârî, İlim 11; Müslim, Cihad 5

[575] 60/Mümtehine, 5

[576] Buhârî, Diyât 2; Müslim, İman 158, hadis no 96; Ebû Dâvud, Cihad 104, hadis no 2643

[577] 16/Nahl, 125

[578] [Aslında gerçek mü’minler, tâğutlara küfreden, onları inkâr edip onlara karşı kâfir olan ve Kur’an’ın istediği şekilde Allah’a iman edenlerdir: “…Kim tâğuta küfredip (onları reddedip inkâr ederek) Allah’a iman ederse, kopmayan sağlam bir kulpa yapışmış olur. Allah (her şeyi) işitir ve (her şeyi) bilir.” (2/Bakara, 256) ve yine bk. 4/Nisâ, 60]

[579] Bazı küçük tasarruflarla; Ferid Aydın, Tekfir Kavramı Hakkında Çok Yönlü Bir İnceleme, Basılmamış Çalışma

[580] Mustafa İslâmoğlu, Akideyi Sulandırmamak Lâzım, Yeni Şafak Gazetesi

[581] Ferid Aydın, Tekfir Kavramı Hakkında Çok Yönlü Bir İnceleme, Basılmamış Çalışma

[582] Bk. 42/Şûrâ, 38

[583] Buhârî, Ahkâm 4; Müslim, el-İmâre 58, hadis no 1851

[584] Ferid Aydın, Tekfir Kavramı Hakkında Çok Yönlü Bir İnceleme, Basılmamış Çalışma

[585] 2/Bakara, 34

[586] Şehristânî, Nihayetu'l-İkdam fî İlmi'l-Kelâm, Bağdat t.y 471.

[587] Kadî Abdulcebbar, Şerhu Usûli'l-Hamse, Kahire, 1965, 712.

[588] 32/Secde, 18

[589] 2/Bakara, 81

[590] 4/Nisâ, 93

[591] Bk. Taftazânî, Şerhu'l-Akaid, çev S. Uludağ, Dergâh Y., İstanbul 1980, s. 265

[592] Kadî Abdulcebbar, a.g.e., 624

[593] Eş'arî, Makalâtu'l-İslâmiyyîn, Wıesbaden 1980, s. 132.

[594] Risâletu Ehli's-Sağîr, Mısır-1987, 93; Ayrıca Bk. 8/Enfâl, 2; 9/Tevbe, 124; 48/Fetih, 4

[595] 2/Bakara, 178

[596] 49/Hucurât, 9

[597] Taftazânî, a.g.e., 264

[598] Bk. 49/Hucurât, 12

[599] Bk. 63/Münâfıkun, 6

[600] Bk. 9/Tevbe, 84

[601] Ali bin Ebi’l-Izz ed-Dımaşkî, el-Akîdetu’t Tahâviye Şerhi, 2/434  

[602] Ferit Aydın, İslâm’da İnanç Sistemi, Kahraman Y., s. 335-336

[603]İbn Ebi'l-İzz el-Hanefî, Şerhu'l-Akideti't- Tahâviyye, Beyrut 1988, 323-324; M. Sait Şimşek, Şamil İslâm Ansiklopedisi, Şamil Y., c. 6, s. 167-168

[604] Buhârî, Edeb 73, 44; Müslim, İman 111

[605] Tirmizî, İman 18, hadis no 2779; İbn Mâce, Fiten 17, hadis no 3992

[606] İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları 2/261-266.

[607] Bk. 2/Bakara, 85-86; 4/Nisâ, 136

[608] 12/Yusuf, 106) Yine Bk. 39/Zümer, 65-66; 31/Lokman, 13

[609] Bk. 4/Nisâ, 13-14

[610] Bk. 2/Bakara, 256-257; 4/Nisâ, 76; 16/Nahl, 36; 39/Zümer, 17-18

[611] Bk. 49/Hucurât, 15; 49/Hucurât, 10; 3/Âl-i İmrân, 103, 110; 21/Enbiyâ, 92

[612] Bk. 3/Âl-i İmrân, 104-105

[613] Bk. 2/Bakara, 155; 29/Ankebût, 1-3; 49/Hucurât, 15

[614] Bk. 4/Nisâ, 13; 63/Münâfıkan, 8

[615] 2/Bakara, 256; 4/Nisâ, 60

[616] 12/Yusuf, 106

[617] 4/Nisâ, 51; yine Bk. 4/Nisâ, 60

[618] Nisa 4/10

[619] İbni Teymiyye, er-Resaili'1-Merdaniyye.

[620] Buhârî, İman 17, İ’tisam 28; Müslim, İman 32; Ebu Dâvud, Zekât 1; Nesâî, Zekât 3; Cihad 1, Tahrim 1; İbni Mace, Mukaddime 9;  Ahmed, I 1,87; II 314, III 149. Yusuf el-Karadavî, Tekfir’de Aşırılık, Şura Yayınları, (Mütercim M. Salih Geçit), İstanbul, 1998 28-30.

[621] Buhârî, Diyât 2; Müslim, İman 158, hadis no 96; Ebû Dâvud, Cihad 104, hadis no 2643

[622] Buhârî, İman 17, İ’tisam 28; Müslim, İman 32; Ebu Dâvud, Zekât 1; Nesâî, Zekât 3; Cihad 1, Tahrim 1; İbni Mace, Mukaddime 9;  Ahmed, I 1,87; II 314, III 149. Yusuf el-Karadavî, Tekfir’de Aşırılık, Şura Yayınları, Mütercim M. Salih Geçit, İstanbul, 1998 28-30.

[623] Yusuf el-Karadavî, Tekfir’de Aşırılık, Şura Yayınları, (Mütercim M. Salih Geçit), İstanbul, 1998 34-37.

[624] Buhârî, İlim, 49

[625] Müslim, İman, 152

[626] Müslim, İman 35, hadis no 21

[627] Buhârî, Tevhid 24, 36; Müslim, İman 81, 82, 83

[628] İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları 2/266-270.

[629] Yusuf el-Karadavî, Tekfir’de Aşırılık, Şura Yayınları, (Mütercim M. Salih Geçit), İstanbul, 1998 38-39.

[630] 4/Nisâ, 116

[631] Yusuf el-Karadavî, Tekfir’de Aşırılık, Şura Yayınları, (Mütercim M. Salih Geçit), İstanbul, 1998 47-49.

[632] Buhârî, Tevhid 15;  35; Müslim, Zikr 2, hadis no 26 75, Tevbe 1, hadis no 2675

[633] Ebû Dâvud, Fiten 6, hadis no 4270

[634] 4/Nisâ, 93

[635] İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Y., 11/543

[636] Yani sende cahiliye hasletlerinden biri bulunmaktadır. (Bak, Buhârî, İman 22, Edeb, 79, Itk 28; Müslim, Eymân, 38-40; Ebû Dâvud, Edeb 133, hadis no: 5157; Tecrid-i Sa­rih, c. 13, sh. 30)

[637] Riyâzü's-Sâlihin, II. No: 1346

[638] İbni Kesir, bu hadisin senedinin hasen ve ceyyid olduğunu söylemiştir. Said Havva, Ruh Terbiyemiz, s. 55; Petek Yay. İst. (Mütercim).

[639] Ahmed bin Hanbel, Müsned III/17

[640] 3/Âl-i İmrân, 167

[641] S. Buhâri, Tecrid-i Sarih, 1, no: 32

[642] 49/Hucurât, 14

[643] Şeyhul İslâm İbn Teymiye, Mecmuu'I-Fetava, Kitabu'l-İmanu'l-Kebir, c. 7, s. 303, 305

[644] 3/Âl-i İmrân, 167

[645] 49/Hucurât, 11

[646] 32/Secde, 18

[647] Buhârî, Hac 133; Müslim, Hac 19; Ebû Dâvud, Menâsik 23; Tirmizî, Zekât 34, Büyû’ 39; İbn Mâce, Vesâyâ 6; Nesâî, Hac 16; Ahmed bin Hanbel, V/267

[648] 49/Hucurât, 9

[649] 49/Hucurât, 10

[650] 49/Hucurât, 9

[651] 49/Hucurât, 10

[652] Müslim, Eymân 4; S. Müslim Terc. ve Şerhi, A. Davudoğlu, c. 8, s. 218

[653] Tirmizî, Tahâret 102; İbn Mâce, Tahâret 122; Ebû Dâvud, Tıb, hadis no: 3904; Ahmed bin Hanbel, II/408

[654] İbn Kayyım el-Cevziyye, Medâricu's-Sâlikin, c. 1, s. 355

[655] 76/İnsân, 3

[656] 27/Neml, 40

[657] Buhârî, İman, “Bâbu Kufrâni'l-Aşiri” (Kocaya Karşı Nankörlük Bâbı) ve “Bâbu Küfrun Dûne Küfr” (Küfür Olmaksızın Küfür Bâbı)

[658] Buhârî, İman, “Bâbu Kufrâni'l-Aşiri” (Kocaya Karşı Nankörlük Bâbı)

[659] İbn Hacer, Fethu'1-Bâri, c. 13, s. 75

[660] 5/Mâide, 44

[661] Hüseyin Yunus, Tekfir Meselesi, Ahenk Yayınevi 85-90.

[662] 9/Tevbe, 11

[663] Bk. 2/Bakara, 178

[664] İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları 2/266-270

[665] 2/Bakara, 254

[666] 21/Enbiyâ, 87

[667] 49/Hucurât, 11

[668] Abdurrezzak Samarraî, Tekfir Olayı, Vahdet Yay. s. 74-81.

[669] A.g.e., s. 158-159.

[670] Hüseyin Yunus, Tekfir Meselesi, Ahenk Yayınevi 246-257.

[671] 12/Yûsuf, 106

[672] Tirmizî, Hudûd 24, hadis no 1457

[673] İmam Mervezî, Müsned-i Ebû Bekri’s-Sıddık, çev. A. Dâvudoğlu, s. 89-93, hadis no 17, 18; Suyûtî, Câmiu’s-Sağîr Muht. Tercüme ve Şerhi, c. 2, s. 504, hadis no 2458; Buhârî, Edebu’l-Müfred, 296, hadis no 716; Münzirî, Hadislerle İslâm (Terğîb ve Terhîb), c. 1, s. 95, hadis no 33; İbn Hacer el-Askalânî, Terğîb ve Terhîb,s. 23, hadis no 11; Zebîdî, İthâfu’s-Sâde, II/272-273, VIII/281; Ebû Hâcer Besyûnî, Mevsûatü Etrâfi’l-Hadîs, II/213; İbn Kesir

[674] 14/İbrâhim, 35-36

[675] 2/Bakara, 102

[676] Yusuf el-Karadavî, Tekfir’de Aşırılık, Şura Y., s. 40-41

[677] 33/Ahzâb, 36

[678] 24/Nûr, 51

[679] 4/Nisâ, 65

[680] Hüseyin Yunus, Tekfir Meselesi, Ahenk Y., s. 75-77

[681] Yusuf el-Karadavî, Tekfir’de Aşırılık, Şura Yayınları, (Mütercim M. Salih Geçit), İstanbul, 1998 62-65. Bak, 35/Fâtır, 32-33; Tefsiru İbni Kesir, c. 3, s. 454-455; 4/Nisâ, 31; Mecmuu Fetava Şeyhu'l İslâm İbni Teymiye, Kitabu'1-İman Bahsinden,c 7, s. 485

[682] 51/Zâriyât, 56

[683] 21/Enbiyâ, 25

[684]49/Hucurât, 1

[685] “Onlardan ölmüş olan hiçbirine asla namaz kılma; onun kabri başında da durma! Çünkü onlar, Allah ve Rasûlünü inkâr ettiler ve fâsık olarak öldüler.” (9/Tevbe, 84)

[686] Muhammed Salih Ebu Ali, Mefâhim

[687] Hüseyin Yunus, Tekfir Meselesi, Ahenk Yayınevi s. 179-189

[688] Hüseyin Yunus, A.g.e.,  s. 37-40.

[689] Buhârî, Diyât 2; Müslim, İman 158, hadis no 96; Ebû Dâvud, Cihad 104, hadis no 2643

[690] İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Y., c. 2, s. 263

[691] İ. Canan, aynı yer

[692] Buhârî, Meğâzî 61; Müslim, Zekât 144

[693] 4/Nisa, 94

[694] İ. Canan, a.g.e., c. 2, s. 264

[695] Buhârî, Mezâlim 30, Eşribe 1, Hudûd 1, 20; Müslim, İman 100, hadis no 57; Ebû Dâvud, Sünnet 16, hadis no 4689; Tirmizî, İman 11, hadis no 2627; Nesâî, Sârık 1, 8, 64

[696] Buhârî, Ferâiz 29, Meğâzî 56; Müslim, İman 114, hadis no 63; Ebû Dâvud, Edeb 119, hadis no 5113

[697] Buhârî, İman 6, 7; Müslim, İman 71-72; Tirmizî, Kıyâmet 59; Nesâî, İman 19, 33; İbn Mâce, Mukaddime 9

[698] İbn Mâce, Nikâh 1; Ahmed bin Hanbel, II/72

[699] S. Buhârî, Tecrid-i Sarih, 1, no 32

[700] Müslim, İmâre 158; Ebû Dâvud, Cihad 17; Nesâî, Cihad 2; Dârimî, Cihad 25; Ahmed bin Hanbel, II/374

[701] 3/Âl-i İmrân, 91

[702] 3/Âl-i İmrân, 85

[703] İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Y., c. 2, s. 269

[704] 4/Nisâ, 48

[705] İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Y., c. 2, s. 270

[706] İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Y., c. 2, 266-270

[707] Buhârî, Edeb 73; Müslim, İman 111

[708] Buhârî, İlim 49

[709] Müslim, İman 152

[710] Hayreddin Karaman, www.hayrettinkaraman.net

[711] 49/Hucurât, 14

[712] Abdürrazzak Samarraî, naklen Hüseyin Yunus, Tekfir Meselesi, Ahenk Yayınevi 258-262; Hasan el-Hudaybi, Duâtun Lâ Kudat (İnanç Sorunları) İnkılap Yay. s. 209-212

[713] Yusuf el-Karadavî, Tekfir’de Aşırılık, Şura Yayınları, (Mütercim M. Salih Geçit), İstanbul, 1998 33.

[714] 19/Meryem, 64

[715] H. el-Hudaybi, Duâtun Lâ Kudat (İnanç Sorunları) İnkılap Yay. s. 60-66

[716] a.g.e., s. 217-221

[717] a.g.e., s. 329-331

[718] 21/Enbiyâ, 23

[719] 9/Tevbe, 122; 49/Hucurât, 6; 27/Neml, 64; 2/Bakara, 106; 14/İbrahim, 4; 26/Şuarâ, 103-105; 17/İsrâ, 36; 22/Hacc, 3

[720] a.g.e., 335-343.

[721] Hüseyin Yunus, Tekfir Meselesi, Ahenk Yayınevi 231-245.

[722] Mevdudî, Meseleler ve Çözümleri, Risale Yay. c. 1. s. 128-129

[723] 9/Tevbe, 30

[724] 5/Mâide, 73

[725] 2/Bakara, 221

[726] 3/Âl-i İmran, 64

[727] 29/Ankebut, 46

[728] 38/Sâd, 5

[729] 2/Bakara, 170

[730] Mevdudi, Fetvalar, Nehir Yay, c. 2, s. 125-129

[731] Mevdudi, Gelin Müslüman Olalım, Pınar Yay. s. 50-51

[732] Muhammed Bereket, Seyyid Kutub, Risale Yay. s. 230-231

[733] Hüseyin Yunus, Tekfir Meselesi, Ahenk Yayınevi 157-160.

[734] Seyyid Kutub, Son Sözler, Nehir Yay. s. 46-47

[735] İmam Gazâlî, el-İktisad fi'l-İ'tikad (İtikatta Denge)

[736] 2/Bakara, 174; 4/Nisâ, 10

[737] İbn Teymiyye, Külliyat, Tevhid Yay., c. 3. s. 197-198

[738] Hucurat, 9-10

[739] 2/Bakara, 286  

[740] 5/Mâide, 14

[741] 3/Âl-i İmran, 103-104

[742] İbn Teymiyye, Külliyat, Tevhid Yay,. c. 3. s. 357-359

[743] İbn Teymiyye, Minhâcu’s-Sünne, Beyrut, c. 2, s. 234

[744] Buhârî, Edeb 73, 44; Müslim, İman 111

[745] Müslim, İman 164; Ebû Dâvud, Büyû’ 50; Tirmizî, Büyû’ 72; İbn Mâce, Ticârât 36

[746] Buhârî, İman 7; Müslim, İman 71-72; Tirmizî, Kıyâmet 59; Nesâî, İman 19, 33; İbn Mâce, Mukaddime 9

[747] 2/Bakara, 84-85

[748] Buhârî, İman 36, Edeb 44, Fiten 8; Müslim, İman 116; Tirmizî, Birr 51, İman 15; Nesâî, Tahrîm 27; İbn Mâce, Mukaddime 7, 9, Fiten 4

[749] 5/Mâide, 44

[750] 5/Mâide, 44

[751] 2/Bakara, 254

[752] 65/Talâk, 1

[753] 21/Enbiyâ 87

[754] 28/Kasas, 16

[755] 2/Bakara, 26-27

[756] 2/Bakara, 99

[757] 49/Hucurât, 6

[758] 24/Nûr, 4

[759] 2/Bakara, 197

[760] 7/A’râf, 199

[761] 4/Nisâ, 17

[762] 5/Mâide, 72

[763] 22/Hacc, 31

[764] 18/Kehf, 10

[765] Müslim, Eymân 4; S. Müslim Terc. ve Şerhi, A. Davudoğlu, c. 8, s. 218

[766] İmam Mervezî, Müsned-i Ebû Bekri’s-Sıddık, çev. A. Davudoğlu, s. 89-93, hadis no: 17, 18; Suyûtî, Câmiu’s-Sağîr Muht. Tercüme ve Şerhi, c. 2, s. 504, hadis no: 2458; Buhârî, Edebu’l-Müfred, 296, hadis no: 716; Münzirî, Hadislerle İslâm (Terğîb ve Terhîb), c. 1, s. 95, hadis no: 33; İbn Hacer el-Askalânî, Terğîb ve Terhîb,s. 23, hadis no: 11; Zebîdî, İthâfu’s-Sâde, II/272-273, VIII/281; Ebû Hâcer Besyûnî, Mevsûatü Etrâfi’l-Hadîs, II/213; İbn Kesir

[767] S. Buhâri, Tecrid-i Sarih, 1, no: 31; Tirmizî, İman 14

[768] S. Buhâri, Tecrid-i Sarih, 1, no: 32

[769] Buhârî, Mezâlim 30, Eşribe 1; Müslim, İman 100-104; Ebû Dâvud, Sünnet 15; Nesâî, Kat'u's-Sârik 1, Kasâme 49; İbn Mâce, Fiten 3; Dârimî, Eşribe 11; Ahmed bin Hanbel, II/317

[770] Buhârî, Mezâlim 30, Eşribe 1; Müslim, İman 100-104; Ebû Dâvud, Sünnet 15; Nesâî, Kat'u's-Sârik 1, Kasâme 49; İbn Mâce, Fiten 3; Dârimî, Eşribe 11; Ahmed bin Hanbel, II/317

[771] 5/Mâide, 44

[772] İbn Kayyim el-Cevziyye, Namazın Hükmü İman ve Küfrün Mahiyeti

[773] 12/Yusuf, 106

[774] 49/Hucurât, 14

[775] S. Buhâri, Tecrid-i Sarih, 1, no: 32

[776] Müslim, Eymân 4

[777] Hüseyin Yunus, Tekfir Meselesi, Ahenk Yayınevi 190-205

[778] Ş. Seyfuddin El-Muvahhid, İman, Hak Yay. s. 250-251, 287.

[779] Muhammed Kutub, Kavramlar, Risale Yay. s. 60, 82, 91, 94, 95, 142, 168, 263. Hüseyin Yunus, Tekfir Meselesi, Ahenk Yayınevi 150-153.

[780] Şehid İmam Hasan el-Bennâ, Fehm Risâlesi

[781] Buhârî, Cihad 102, İman 17; Müslim, İman 8; Ebû Dâvud, Cihad 104; Tirmizî, Tefsir 78; Nesâî, Zekât 3; İbn Mâce, Fiten 1; Dârimî, Siyer 10; İmam Gazali, el-İktisad fi'1-İ'tikad, s. 223, 224

[782] Gazali, a.g.e., s. 224. Yusuf el-Karadavî, Tekfir’de Aşırılık, Şura Yayınları, (Mütercim M. Salih Geçit), s.  69-71

[783] Aliyyu’l Kari, Fıkhu’l Ekber Şerhi, s. 429

[784] 14/İbrâhim, 36

[785] 5/Mâide, 118

[786] 26/Şuarâ, 111

[787] 26/Şuarâ, 112-115

[788] 11/Hûd, 31

[789] Bk. Hâşiyetu Reddi'l-Muhtar, c. 3, s. 339.

[790] el-Bahru'r-Raik, c. 5, s. 134-135.

[791] Haşiyetü'1-Muhtar, c. 5, sh. 399.

[792] Haşiyetü'1-Muhtar, c. 5, sh418. Yusuf el-Karadavî, Tekfir’de Aşırılık, Şura Yayınları, (Mütercim M. Salih Geçit), İstanbul, 1998 71-74.

[793] İbn Âbidin, Ukudu’l Resm-i Müftî, İst. 1325, c. 1, s. 367

[794] İmam Nevevi, Şerhu Müslim, c. 1, sh 50.

[795] İbni Hacer el-Heysemi, Tuhfetu'l-Muhtaç, c. 9, s. 88. Yusuf el-Karadavî, Tekfir’de Aşırılık, Şura Yayınları, (Mütercim M. Salih Geçit), İstanbul, 1998 76-78.

[796] İbni Hacer el-Heysemi, el-Fetâvâ-i Hâdisiyye, Beyrut, s. 53

[797] Şatibî, el-İ'tisam c. 3, s. 33, 35. Yusuf el-Karadavî, Tekfir’de Aşırılık, Şura Yay., s. 74-76.

[798] İbn Teymiye, Mecmuatu'r-Resail ve'İ-Mesâil, c. 5, s. 199-201; Yusuf el-Karadavî, Tekfir’de Aşırılık, Şura Y., s.  78-80

[799] İbn Teymiye, Mecmuatu'r-Resail ve'İ-Mesâil

[800] Mecmûu’l Fetavâ, c. 12, s. 180

[801] Buhârî, Edeb 73; Müslim, İman 111; Tirmizî, İman 16

[802] 16/Nahl, 106

[803] Yusuf el-Karadavî, Tekfir’de Aşırılık, Şura Yayınları, (Mütercim M. Salih Geçit), İstanbul, 1998 81

[804] Kurtubi, el-Câmiu li Ahkâmi’l Kur’an, c. 7, s. 6128

[805] Yusuf el-Karadavî, Tekfir’de Aşırılık, Şura Yayınları, (Mütercim M. Salih Geçit), İstanbul, 1998 31-32

[806] 3/Âl-i İmrân, 102

[807] Buhârî, Tefsîr 2, Sûre 22, Eymân 19, Cenâiz 19; Müslim, İman 150, 151 ve 4/Nisâ, 48, 116

[808] Buhârî, Cenâiz 1, Rikak 13, 14, Tevhid 33; Müslim, İman 43, 150, 151; Tirmizî, İman 18; Nesâî, Cihad 18

[809] Tirmizî, Deavât 30

[810] Nesâî, İstiâze 16, 29

[811] Nesâî, İstiâze, 16, 29

[812] Ebû Dâvud, Edeb 102; M. Beşir Eryarsoy, İman ve Tavır, s. 351-354

[813] 6/En’âm, 119; H. Yunus, a.g.e., s. 263-265

[814] 4/Nisâ, 94

[815] 68/Kalem, 10-12

[816] 104/Hümeze, 1

[817] 49/Hucurât, 12

[818] 49/Hucurât, 6

[819] 8/Enfâl, 46

[820] 4/Nisâ, 48

[821] 12/Yusuf, 87

[822] 15/Hıcr, 50

[823] 39/Zümer, 54. Tâkip eden âyetlerde bu bağışlamanın, ancak tevbe ederek Allah'a teslim olmakla ve Allah'tan gelene (Kur'an'a) uymakla mümkün olabileceği vurgulanmaktadır.

[824] Buhârî, İlim, 49

[825] Kenzü’l Ummâl, naklen Şamil İslâm Ansiklopedisi, 3/340; Benzer bir rivâyet için Bk. Nesâî, Amelu’l-Yevm ve’l-Leyleti; K. Sitte, 17/492

[826] Müslim, İman, 152

[827] Müslim, İman 35, hadis no 21

[828] İbn Mâce, Edeb 54, hadis no 3796

[829] Nesâî, İman 9, hadis no: 8, 105; Buhârî, Salât 28; Tirmizî, İman 2, hadis no: 2611; Ebû Dâvud, Cihad 104, hadis no: 2641

[830] 9/Tevbe, 18; Tirmizî, Tefsir sûre 2, hadis no: 3092

[831] Ebû Dâvud, Hudûd, 17; Tirmizi, Hudûd,1; Nesâi, Talak, 21; İbn Mâce, Talak, 15

[832] Buhârî, Talâk 11, İlim 44, Şurût 12, Enbiyâ 27; İbn Mâce, Talâk, 16

[833] Ebû Dâvud, Fiten 6, hadis no 4270

[834] Ebû Dâvud, Cihad 35, hadis no: 2532

[835] Buhârî, Tevhid 24, 36; Müslim, İman 81, 82, 83

[836] Buhârî, Diyât 1

[837] İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Y., c. 2, s. 269

[838] Buhârî, Cihad 102, İman 17; Müslim, İman 8; Ebû Dâvud, Cihad 104, hadis no 2623; Tirmizî, Tefsir 78, hadis no 2606-2607; Nesâî, Zekât 3; İbn Mâce, Fiten 1; Dârimî, Siyer 10

[839] Buhârî, Diyât 2; Müslim, İman 158, hadis no 96; Ebû Dâvud, Cihad 104, hadis no 2643

[840] Buhârî, Meğâzî 61; Müslim, Zekât 144

[841] Buhârî, Edeb 73; Müslim, İman 111; Tirmizî, İman 16; Ebû Dâvud, hadis no 4662; Muvatta, 2/984

[842] Müslim, 61/112

[843] Buhârî, Edeb 44

[844] Buhârî, İman 36, Edeb 44, Fiten 8; Müslim, İman 116; Tirmizî, Birr 51, İman 15; Nesâî, Tahrîm 27; İbn Mâce, Mukaddime 7, 9, Fiten 4

[845] Ebû Dâvud, Edeb 45, Tirmizî, Birr 48

[846] Ebû Dâvud, Edeb 41, hadis no 4883

[847] Ahmed bin Hanbel, VI, 449-450

[848] Tirmizî, Menâkıb hadis no 3893; Ebû Dâvud, Edeb 33, hadis no 5860

[849] Fethu'l-Bârî, 12/293

[850] Dârimî, Siyer 45; Ahmed bin Hanbel, 4/127, 5/318, 330

[851] Müslim, İlim 7

[852] Buhârî, İman 69

[853] Buhârî, İman 29

[854] Ahmed bin Hanbel, III/479

[855] Buhârî, İlim 12, Cihad 164; Müslim, Cihad 5, Eşribe 70-71

[856] Buhârî, İman 30; Nesâî, İman 28

[857] et-Terğîb ve’t-Terhîb, II/135

[858] Buhârî, Menâkıb 23, Edeb 80; Müslim, Fezâil 77-78

[859] Müslim, Tevbe, 9, hadis no 2748; Tirmizî, De'avât 105, hadis no 3533

[860] Müslim, Tevbe 23

[861] Buhârî, Tevhid 15, 22; Müslim, Tevbe 14-16

[862] Müslim, Birr 32; İbn Mâce, Zühd 9; Ahmed bin Hanbel, 2/285, 539

[863] Buhârî, Edeb 139; Müslim, Birr 106, hadis no: 2608; Ebû Dâvud, Edeb 3, hadis no: 4779

[864] Tirmizî, Birr ve's-Sıla 73, hadis no: 2090, Sıfatu'l-Kıyâme 15, hadis no: 2611; Ebû Dâvud, Edeb 3, hadis no: 4777; İbn Mâce, Zühd 18, hadis no: 4186. Bu hadis, hasen-ğariptir.

[865] Buhâri, Edebu'l Müfred, B.640, no.1318; İbn Mâce, Zühd 18, hadis no: 4189

[866] Müslim, Birr ve's-Sıla, 59 hadis no: 2581

[867] Buhârî, Edeb 50, Müslim, İman 169, hadis no 105; Ebû Dâvud, Edeb 38, hadis no 4771; Tirmizî, Birr 79, hadis no 2027

[868] Ebû Dâvûd, Edeb 40, hadis no 4880; benzer rivâyetle, yakın bir mânâda İbn Mâce, Hûdûd 5, hadis no 2548; Tirmizî, Birr ve's-Sıla 84, hadis no 2101

[869] Ebû Dâvud, Edeb 45, hadis no 4891

[870] Müslim, Birr 72, hadis no 2590

[871] Buhârî, Nikâh 45, Edeb 57, 58, Ferâiz 2; Müslim, Birr 28-34, hadis no 2563; Ebû Dâvud, Edeb 40; Tirmizî, Birr 18, 55, hadis no 2055; İbn Mâce, Zühd 23

[872] Ebû Dâvud, Akdiye 31 hadis no: 3635; Tirmizî, Birr 27, hadis no: 1941; İbn Mâce, Ahkâm 17, hadis no: 2342

[873] El-Âcurrî, eş-Şerîa, s. 55; T. Koçyiğit, Hadisçiler ve Kelâmcılar Arasındaki Münakaşalar, s. 225-226) (Not: Bu hadis rivâyeti, Kütüb-i Sitte ve benzeri sahih hadis kitaplarında yer almaz, hadisin sıhhati bilinmemektedir.)

[874] İbn Mâce, hadis no: 3991-3993. Bu hadisin sıhhati de hadisçiler ve bazı araştırıcılarca tartışılmıştır.

[875] Ebû Dâvud, Edeb 44, hadis no4888

[876] Ebû Dâvud, Edeb 41, hadis no 4884

[877] Tirmizî, Sıfatu'l-Kıyame, 18, hadis no 2621; Bu hadis, hasen ğaribtir.

[878] Ebû Dâvud, Edeb 41, hadis no 4883

[879] Buhârî, Şehâdet 6

[880] Tirmizî, Birr 48, hadis no 1978; Ahmed bin Hanbel, I/405, 416

[881] Buhârî, İman 4, 5, Rikak 26; Müslim, İman 64-65; ebû Dâvud, Cihad 2; Tirmizî, Kıyâmet 52, iman 12; Nesâî, İman 8, 9, 11

[882] Buhârî, Edeb 49, 50; Müslim, İman 168, 169, 170; Ebû Dâvud, Edeb 33; Tirmizî, Birr 79

[883] Buhârî, Rikak 23; Tirmizî, Zühd 61

[884] Tirmizî, Birr 20

[885] Ebû Dâvud, Edeb: 58, hadis no: 4919; Tirmizî, Kıyamet: 57, hadis no: 2511

[886] Tirmizî, Birr 18

[887] Tirmizî, Birr 25; Müslim, Münâfıkun 65

[888] Buhârî, Ferâiz 29, Meğâzî 56; Müslim, İman 114, hadis no 63; Ebû Dâvud, Edeb 119, hadis no 5113

[889] Buhârî, Rikak 23; Müslim, Zühd 49, 50

[890] Buhârî, Rikak 23; Tirmizî, Zühd 10; İbn Mâce, Fiten 12

[891] Tirmizî, Zühd 61

[892] Tirmizî, İman 8, İbn Mâce, Fiten 12

[893] Müslim, Mukaddime 5

[894] İbn Mâce, hadis no 4205

[895] Buhârî, Mezâlim 30, Eşribe 1; Müslim, İman 100-104; Ebû Dâvud, Sünnet 15; Nesâî, Kat'u's-Sârik 1, Kasâme 49; İbn Mâce, Fiten 3; Dârimî, Eşribe 11; Ahmed bin Hanbel, II/317

[896] İmam Mervezî, Müsned-i Ebû Bekri’s-Sıddık, çev. A. Davudoğlu, s. 89-93, hadis no: 17, 18; Suyûtî, Câmiu’s-Sağîr Muht. Tercüme ve Şerhi, c. 2, s. 504, hadis no: 2458; Buhârî, Edebu’l-Müfred, 296, hadis no: 716; Münzirî, Hadislerle İslâm (Terğîb ve Terhîb), c. 1, s. 95, hadis no: 33; İbn Hacer el-Askalânî, Terğîb ve Terhîb,s. 23, hadis no: 11; Zebîdî, İthâfu’s-Sâde, II/272-273, VIII/281; Ebû Hâcer Besyûnî, Mevsûatü Etrâfi’l-Hadîs, II/213; İbn Kesir

Ögeyi değerlendirin
(0 oy)
Son değişiklik Pazartesi, 12 Haziran 2023 12:09

Yorum yapın

(*) ile işaretlenmiş zorunlu alanların tümünü doldurduğunuzdan emin olun. HTML kodları kullanılamaz.