Login to your account

Username *
Password *
Remember Me

Create an account

Fields marked with an asterisk (*) are required.
Name *
Username *
Password *
Verify password *
Email *
Verify email *
Captcha *
Reload Captcha
Selçuk KOÇ

Selçuk KOÇ

Vahdet; Müslümanların sürekli dile getirdikleri ve toplumsal hayatın içerisinde gerçekleştirmesini söylem olarak istedikleri ve Yüce Kitabımız da bizlere hedef olarak gösterdiği çok önemli bir görevimizdir.

Peki dinimiz bu konuda bizden ne istiyor? Vahdet olayını nasıl anlamalı ve ona göre nasıl hareket etmeliyiz? Öncelikle İslâm dini sosyal hayatımızı, toplumsal hayatımızı tanzim ve inşâ etmek için gelmiş bir dindir. Toplumun öznesi insandır. İnsana yön vermesi gereken ve onu inşâ etmesi gereken yegâne kaynak da Kur’an-ı Kerim’dir. Çünkü Kerim kitabımızın hedefinde insan vardır, muhatabı insandır. O dini sosyal hayata hâkim ve müdahil kılacak, o dinin prensipleriyle, mesajlarıyla topluma yön ve şekil verecek olan da yine insanın bizatihi kendisidir. Elbette ki topluma yön vermek ve dinin prensiplerini, yaptırım gücünü kullanarak insanlar üzerinde uygulamak için de otoriteye yani iktidara ihtiyaç vardır. Dolayısıyla bunun için de toplum içerisinde cemaat olmaya bir topluluk oluşturmaya ihtiyaç kaçınılmazdır. Bundan dolayıdır ki Rabbimiz, Kerim kitabımızda “sizden hayra çağıran, iyiliği emreden kötülükten nehy eden bir topluluk bulunsun” diye bizlere bildirmektedir. Çünkü toplumda kötülüklerin,  haksızlıkların engellenmesi için güce ihtiyaç vardır.

Peki yaşadığımız toplumda ve dünya toplumlarında nice kendilerini İslâm'a nispet eden cemaatler ve topluluklar var olduğu halde niçin topluma güzellikleri götürüp kötülükleri engelle yemiyoruz? Acaba bizler cemaat olmayı yanlış mı anlıyoruz yoksa beceremiyor muyuz? Burada biraz durup düşünmemiz gerekir inancındayım! Bizler toplum içindeki cemaatler, vakıflar, dernekler olarak hep Müslümanların vahdetinden, birlikteliklerinden, bahsederiz. Vahdeti gerçekleştiremediğimizden dolayı toplumdaki yanlış gidişata engel olamadığımızdan dem vururuz. İslâmî olma iddiasındaki bu kadar cemaatler, vakıflar ve dernekler daha kendi aralarında bile toplumsal hayata yön verecek kolektif bir çalışma alanı oluşturamamış durumdalar. Aslında problemden şikâyetçi olan biz Müslümanlar, aynı zamanda problemin de sebepleri olarak ortada durmaktayız. Yani problemleri çözecek olanlar aslında problem üretiyorlar. Bugün farklı cemaat mensupları Müslümanlar olarak bir araya gelip beraber çalışmalar yapamıyoruz, bu olgunluğu, bu basireti, bu feraseti maalesef gösteremiyoruz. Lakin sürekli her cemaat, her vakıf mensubu ve bu camiaların öncü şahsiyetleri hep kürsülerden vahdet, vahdet, adalet, tevhit sloganlarını dile getiriyoruz. İnsanlara hep bu anlayışı ilan ediyoruz ama pratikte bunun karşılığını ortaya koyamıyoruz.

Çünkü bizler cemaatçilik, mezhepçilik, dernekçilik ve benzeri yanlışlara düşüyoruz. Herkes kendi cemaatiyle, kendi mezhebiyle, kendi meşrebiyle sevinir durumdayız. Her cemaatin, her vakfın, her Derneğin kendine göre ilkeleri, fikirleri, düşünceleri var. Tabii bunun yanında bir de İslâm'ın bizlere öngördüğü ilkeler, düşünceler ve mesajlar var. Bizler maalesef cemaatlerimizin, mezheplerimizin, camialarımızın ilkelerini, görüşlerini, düşüncelerini dinin ilkelerinin önüne geçebiliyoruz. Bunun sonucunda da herkes kendi camiasını savunur ve camiasının ilkelerini belirleyici kılmak gibi bir duruma düşüyor. Çünkü herkes kendi camiasının ilkelerini ve görüşlerini mutlak doğru ve tek hakikat gibi kabul ediyorlar. Diğerlerini ise dışlayabiliyor, ötekileştirebiliyorlar, oysa mensubu bulunduğumuz din bizlere bir arada çalışabileceğimizi, topluma kolektif bir şekilde yön verebilmemiz gerektiğini ifade etmektedir. İnsanların, aynı tornadan çıkmış bir kalp ve ürün misali olmaları mümkün değildir. Din bizden bunu da istemiyoruz zaten.

Dinin mesajları, ilkeleri, emir ve yasakları, kuralları vardır ama bunun yanında dinin bazı mesajlarını, ayetlerini insanlar farklı anlayıp farklı yorumlayabilirler. Çünkü insan düşünen, akleden, yorumlayan bir varlıktır. Zaten herkes kendi görüşünü, kendi düşüncelerini doğru ve belirleyici olarak kabul edecek olursa zaten insanlar bir arada, beraber hareket etmeleri ve çalışma yapabilmeleri mümkün değildir. Bundan dolayıdır ki tekfir dediğimiz sıkıntılı bir mesele Müslümanların gündeminde önemli bir yer teşkil etmektedir. Bunun sıkıntılarını da maalesef ciddi manada yaşıyoruz. Bizler ve bütün İslâmî camialar için İslâm üst çatılıdır. Hepimiz İslâm çatısı altında olmalı ve bu bilinçle hareket etmeliyiz. İslâm'a, İslâm'ın prensiplerine ne kadar uyuyorsak, düşüncelerimizle, yorumlarınızla, yaşayışımızla İslâm nazarında o kadar kıymetli kullar olmuş oluruz. Bizim için de önemli olan İslâm’a uygun düşünüp ve yaşayabilmek ve İslâm’a uygun bir şekilde çalışmalar, faaliyetler yapabilmektir. Müslümanlar mutlaka bu olgunluğa ve bu ferasete ulaşmak zorundadırlar. Yoksa hep vahdet diye diye bölük-pörçük şekilde hayatımızı yaşamaya devam etmek zorunda kalacağız. Geçmişte tefrika içinde olduğu gibi hali hazırda da ve maalesef de gelecekte de bu şekilde topluluklar olmaya devam ederiz.

Müslümanlar mutlaka mezhepçilik, cemaatçilik, dernekçilik anlayışından ve yanlışından kesinlikle dönmek zorundadırlar. Zaten Cenab-ı Hakk’ın bizden istediği de hayırlı bir cemaat olarak zihinsel, düşünsel olarak aynı düşünmemiz ve dini tümüyle aynı yorumlamanız değil, Allah’ın bizlerden istediği tüm emirlerini yerine getirme, yasakladığı kötülüklerden ve fuhşiyâtlardan insanları uzaklaştırma noktasında etkili ve yetkili olmamızdır. Çünkü İslâm dini, topluma iyiliklerin ve güzelliklerin hâkim olmasını ister. Nitekim Hz. Peygamber hayattayken dahi ashâbı arasında farklı düşünenler, farklı yorumlar yapanlar çıkabilmiştir. Bu durum, insanın doğası gereği gayet normal bir durumdur. Bugün gelenek ve göreneklerimizi, mezheplerimizi, tabulaştırmamalıyız. Yoksa sürekli tabularımızı çoğaltarak problemlerimizin daha da derinleşmesini ve çözümsüzlüğe doğru gitmesini sağlarız. Bu da bizim inşâ etmemiz gereken topluma, bırakın inşâ etmeyi çok büyük bir zararımız dokunur. Çünkü biz bu toplumun inşası için görevliyiz. Bizler, tabir caizse problemleri çözmesi gerekenler iken problem üreten kimseler olma durumuna düşmemeliyiz.

Çünkü mensubu olmuş olduğumuz yüce dinimiz, toplumun problemlerini, insanların ihtilaflarını çözmek için gelmiş bir dindir. Bu dinin mensupları olarak bizlere düşen de minimum düzeyde toplum içinde beraberce, kolektif çalışabilme örnekliğini ortaya koymalıyız. Nitekim rabbimiz Nahl sûresinde: “Biz bu kitabı sana indirdik ki insanlar arasındaki ihtilafları çözersin.”[1] diye buyurmaktadır. Maalesef ihtilafları çözen bir kitabın mensupları olarak bizler, ihtilafları çoğaltarak bir hayat yaşıyoruz. Bunun için de birbirimizden uzaklaşıyoruz, birbirimize kardeşten ziyade yabancı gözüyle yani öteki gözüyle bakabiliyoruz. Tabii bunun sonucunda da beraber çalışma gayret ve basiretinden uzak bir şekilde ömrümüzü tüketiyoruz.

Camialar, dernekler, vakıflar olarak çalışmalarımız, gayretlerimiz toplumda etkili ve yetkili bir şekilde kendini gösteremiyor. Bunun sebebi tabii ki yine bizleriz. Oysa Rabbimiz “ayrılığa, tefrikaya düşmeyin gücünüz gider”[2] diye bizleri uyarmaktadır. Bizler ise sanki bölük-pörçük, paramparça olmak bir marifetmiş gibi bunlar üzerinde hâlâ ısrar ediyoruz. Yaşadığımız nice olaylardan ders çıkarıp kendimizi olgunlaştırarak bir değişim ve dönüşüm gerçekleştiremiyoruz. Çünkü ihtilaflarımıza vahyi şahit ve belirleyici, yetkili kılmıyoruz. Herkes kendi hocasının, kendi camiasının görüşlerini, prensiplerini adeta din gibi savunuyor, dinin emirlerinin ve ilkelerinin önüne geçiriyor. Ve böylece de vahyin belirleyiciliği, problemlerimizi çözeceği bir ortam maalesef oluşmuyor.

Yaşadığımız toplumda ve hatta diğer toplumlarda da Müslümanların paramparça olmaları ve birbirleriyle didişmeleri maalesef devam ediyor. Bu durum Müslümanlar açısından içler acısıdır. Bizlere düşen bir an önce vahyin ışığında kardeşliğimizi, birlikteliğimizi tesis etmenin yollarını aramak ve bulmaktır. Bugün yeryüzünde Müslümanlar vahdet olgusunu ortaya koyamadıkları için bunun sancısını Filistin’de ve özellikle de Gazze üzerinden şahit olarak yaşıyoruz. Sayıları milyarları bulan Müslümanlar, bir avuç siyonist işgalcilere karşı kayda değer hiçbir etki ve tepki ortaya koyamıyorlar. Yani siyonistlerin işgaline engel olacak şekilde bir etki ve tepki ortaya koyamıyoruz. Yoksa meydanlara çıkıp slogan atarak tepkilerimizi ortaya koyuyoruz. Ama bunun siyonist çetelere karşı hiçbir yaptırımı söz konusu olmuyor. Siyonist çeteler, insanları bombalıyorlar Müslümanım diyen halklar da maalesef seyrediyoruz. Sadece boykotlarla, oturduğumuz yerlerden dualarla yetinip gidiyoruz. Oysaki Müslüman toplumların en önemli özelliklerinden birisi de zulme engel olmaktır. Tabii ki bunun için Rabbimizin de buyurduğu gibi “düşmanlarınıza karşı hazırlık yapın”[3] emrinin gereğini dahi yerine getiremiyoruz. Çünkü daha kendi aramızda vahdet oluşturamamışız ki o düşmanlara karşı hazırlıklar yapalım ve onların zulmüne engel olalım. Gazze üzerinden bir kez daha muhatap olduğumuz acı durumumuzu bir kez daha bize göstermiştir ki,  Müslümanlar cemaatler, vakıflar, dernekler ve gruplar olarak içine düştüğümüz tefrikanın açılarını yaşıyoruz. Maalesef bu büyük yaramıza çare olacak çözümler ve öneriler ortaya koyamıyoruz. Hep problemlerimizi genişletiyoruz ve hep tekrarlar yaşıyoruz. Oysaki yaşanan bu zulümler ilk de değil son da olmayacaktır. Geçmişte Irak’ta, Afganistan’da, Suriye’de, Cezayir’de, Bosna’da ve benzeri birçok ülkelerde yaşanmış olmasına rağmen hâlâ aynı tablo Müslümanlar açısından devam etmektedir. Müslümanların öncü şahsiyetleri, kanaat önderleri mutlaka bu durum için acilen toplanmalı ve geciktirmeden derhal harekete geçmelidirler.

Maalesef görünen o ki; geçmişte nasıl tefrika içinde devam ettiysek bundan sonra da öyle devam edeceğiz gibi. Ve bu kötü gidişatın maalesef bizden sonraki nesillere de aynı şekilde yansıyacağını görülmekte. Yani içine düştüğümüz tefrikayı bizden sonraki nesillere miras olarak bırakacağımızın bilincinde ve idrakinde olmalıyız.  Buna göre düşünüp tedbirler almalıyız. Bizden sonraki nesillere tefrikayı, bölünmüşlüğü, parçalanmışlığı miras olarak bırakmamalıyız. Rabbimiz, bizden hayırlı bir cemaat, bir ümmet olmamızı istiyor. Öyleyse bunun hakkını vermek ve bu ilhâhî mesajı yerine getirmek için üzerimize düşenleri mutlaka yapmalıyız.

Kur’an-ı Kerim’in diriltici mesajları her daim canlılığını korumakta ve biz insanları doğruya yönlendirmektedir. Öyleyse vahyi, sanki bizlere yeniden inzal oluyormuş ve yeniden bizleri muhatap alıyormuş gibi bismillah deyip harekete geçmeliyiz. Bu noktada Hamas ve Hamas'ın askeri kanadının azimli ne sebatkâr çalışmaları bizlere ibret ve örnek olmalıdır. Aynı zamanda biz Müslümanların eğer Hamas gibi azimle ve gayretle çalışırsak dünyanın gidişatını değiştirebileceğimizi unutmayalım. Hamas’ın ortaya koyduğu mücadele bizlere bir kez daha göstermiştir ki bu hedefe uluşmak ve başarıyı yakalamak hiçte hayal değildir.

 

[1] Nahl, 16/64.

[2] Enfâl, 8/46

[3] Enfâl, 8/60.

Rabbimizin varlık alemini yarattığı günden bugüne ayların sayısı 12’dir. Bu aylar arasında bizatihi kendinden kaynaklı olarak birsinin diğerinden bir üstünlüğü yoktur. Fakat bu aylar içerisinde, yaşanmış bazı olaylar sebebiyle bazı ayların diğer aylara nazaran farklı bir özelliği vardır. Örneğin Arap toplumunda bu aylar arasında bulunan 4 ay “haram aylar” olarak bilinmekte ve bu aylarda kılıçlar (silahlar) bırakılır, herkes birbirine saldırmadan ticaretlerini ve yolculuklarını yaparlardı. Bu aylarda herkes kendisini emniyet ve güven içerisinde hissederdi. Rabbimiz insanlığın faydasına olan bu uygulamayı devam ettirmiştir. Hatta bu aylara riayet etmemenin büyük bir günah olduğunu da bildirmiştir: “(Haram ayları) ertelemek, sadece kâfirlikte ileri gitmektir. Çünkü onunla, kâfir olanlar saptırılır. Allah'ın haram kıldığının sayısını bozmak ve O'nun haram kıldığını helâl kılmak için (haram ayını) bir yıl helâl sayarlar, bir yıl da haram sayarlar. (Böylece) onların kötü işleri kendilerine güzel gösterilmiştir. Allah kâfirler topluluğunu hidayete erdirmez.” (Tevbe, 37)

Konumuzla alakalı olarak da Ramazan ayı diğer aylara nazaran çok daha değerli ve kıymetli bir aydır. Elbette ki bu kıymet bizatihi Ramazan ayının kendisinden kaynaklı değil, bu ayda âlemlerin Rabbi olan Allah’ın vahyinin, son bir defa insanlık âlemine inmeye başlamasından dolayıdır. Halkımız arasında da bu mübarek ay, “ayların sultanı”, “on bir ayın sultanı” gibi isimlerle adlandırılır. Çünkü diğer aylarda yaşanmamış büyük bir olay bu ayda yaşanmıştır. Âlemlerin Rabbi olan Allah, vahyinin son bölümünü insanlık âlemine bu ayda indirmiştir. Nitekim Rabbimiz Ramazan ayından bahsederken şöyle buyurmaktadır. “Ramazan ayı öyle bir aydır ki, insanlığı doğru yola ileten, hak ile bâtılı birbirinden ayıran Kur'an bu ayda indirilmiştir.” (Bakara, 185) Evet okuduğumuz ayette dikkat çekilen nokta; insanlığı doğru yola ileten ve hak ile bâtılı birbirinden ayıran, kitabın bu ayda indirilmesi olduğunu görüyoruz. Öyleyse Ramazan ayı, doğruya ulaşma ayı ve hak ile bâtılın ayırt edildiği aydır da diyebiliriz. Bu ayda inen vahyin muhatabı insanlık âlemidir ve insanoğlundan da istenen doğruyu bulmak, hak ile bâtılın farkında olmasıdır.

Dolayısıyla Ramazan ayı bütün insanlık ve bütün zamanlar için farkındalık ayıdır da diyebiliriz. Çünkü bu ayda inen vahiy, insanlığı içinde bulunmuş olduğu durumdan farklı kılmak istemektedir. Tabii ki bu amaca ulaşmak için de insanlığın bu mübarek Ramazan ayının farkında olması, kendisi için elzem bir durum arz ediyor. Ama maalesef insanlar olarak bu mübarek aya defalarca ulaşmamıza rağmen, bu ayda bizden istenen sorumlulukların farkında değiliz.

Ramazan ayı, Kur’an ayıdır ve kurtuluş ayıdır. Ramazan ayı insanlığa en büyük haberi getiren mübarek bir aydır. Ramazan ayı, aynı zamanda insanlığı içinde bulunmuş olduğu gafletten uyarma ve uyandırma ayıdır. Ramazan, dünyevileşen, dünya merkezli yaşayan insanlığa asıl hayat olan ahiret hayatının yol işaretlerini gösteren aydır. Ramazan ayı aynı zamanda, hayatın muhasebesini ve hesabını hatırlatan muhterem bir misafirdir. Her yıl bir defa, insanlığa misafir olarak gelir. İnsanlığı ziyaret eder ve insanlığa, vahyin nurunun aydınlığını getirir. Vahiyden ve vahyin nurundan uzak kalmış veya bırakılmış insanlık, maalesef vahiyden uzak ve gafil kaldığı durumunu devam ettiriyor. Senede bir defa şahit olduğumuz Ramazan ayı, bizlere hayatın sonuna yaklaştığımızı dolayısıyla ölüme adım adım gittiğimizi hatırlatıyor. Oysa insanlar ellerindeki bu büyük imkânı ve zamanı bilinçsiz ve şuursuzca tüketiyor. Kendisine yapılan hatırlatmaları duymak bile istemiyor.

Maalesef yaşadığımız toplum, maddiyatçı, menfaatçi, dünyaperest bir toplum haline gelmiş veya getirilmiştir. Toplumun ağzındaki dil bunu söylemese de hâl dili maalesef bunun böyle olduğunu bize haykırırcasına gösteriyor. Onun içindir ki zihni, gönlü ve yaşantısı dünya sevgisi ile ve ona bağımlılıkla hemhal olmuş bu toplum, Ramazan ayının getirmiş olduğu vahye kulak veremiyor. Girmiş olduğu bu karanlık girdap içinde vahyin nurunu bir türlü göremiyor veya görmek istemiyor. Çünkü Rabbimizin de, kitabında bildirdiği üzere; “Sizler dünya hayatını çok seviyorsunuz, oysa ki ahiret hayatı daha hayırlıdır.” (Â’la, 16-17) Evet maalesef insanlık yönünü, yüzünü, kıblesini dünya olarak belirlemiş. Bizler insanlık olarak bir şekilde ilerleyen bu gidişattan, bu gafletten uyanmak ve kurtulmak zorundayız. Ramazan ayı bunun için büyük bir imkan ve fırsattır. Eğer bizler senede bir defa şahit olduğumuz bu mübarek ayda vahiyle ilişkimizi istenilen düzeyde sağlarsak o zaman içinde bulunmuş olduğumuz durumun farkında olacağız ve kıblemizi, yönümüzü yeniden inşa edeceğiz. İşte o zaman Ramazan ayına şahit olmamız bizim için hem bir anlam ifade edecek hem de bir farkındalık oluşturacaktır. Elbette ki bunu yapabilirsek o zaman hayatımızın rotasını, kıblesini doğru bir şekilde tayin etmiş olacağız. Dolayısıyla Rabbimizden bize bir misafir olarak gelen Ramazan ayını gereği gibi karşılamış ve getirdiği mesajı da almış ve anlamış olacağız.

Ramazan ayı 12 ayın imamıdır. Çünkü bu ayda inmeye başlayan vahiy, hayatın tamamını inşa ve ıslah etmek için gelmiştir. Onun içindir ki bu aydaki mesajları alarak ve diğer ayların da tamamını kuşatan hayatımıza yön vermek ve ona göre yaşamak zorundayız. İşte o zaman doğru yola ulaşmış ve hak ile bâtılı birbirinden ayırmış olacağız. İbretle izlediğimiz bir tablo karşımızda durmaktadır: Müslüman olduğunu iddia eden toplumumuzda, hak ile bâtılı birbirinden ayıran Ramazan ayını, ne yazık ki hak ile bâtılı birbirine karıştırarak karşılıyoruz. Gerçekten bu durum Müslümanım diyen bir toplum için içler acısı ve acınılacak bir durumdur. Oysaki defalarca şahit olduğumuz halde, Kur’an’ın hak ile bâtılı birbirinden ayıran mesajını anlamadık, anlayamadık. Çünkü vahyin mesajına kulak vermedik veya veremedik. Kur’an’ın anlamından ve mânasından yoksun bir şekilde, sadece lafızlarıyla ilişki kurduk. Her ramazan ayında defalarca hatimler, mukabeleler yaptık ama bir türlü Kur’an’ın mesajına, anlamına inemedik.

Çünkü bizler Kur’an’ı, anlamadan yüzünden okuyarak sevap kazanma kitabı olarak gördük. Onu, ölülerimize okuyup sevaplarını hediye etme aracı olarak kabul ettik. Yine onu hastalarımıza okuyup, üfledik. Ve maalesef yine Kur’an’ı, muska kitabı haline getirdik. Oysa merhum şair Mehmet Akif’in şu dizeleri bize halkın bu konudaki anlayışını çok güzel anlatmaktadır. Merhum şair şöyle diyor: “Lafzı muhkem anlaşılan Kur’an’ın,

Kaydında değil hiçbirimiz mananın,

Ya açar bakarız Nazm-ı celil’in yaprağına

Ya da üfler geçeriz bir ölünün toprağına,

İnmemiştir hele Kur’an bunu hakkıyla bilin,

Ne mezarlıkta okunmak, ne de fal bakmak için.”

Evet, şu an yaşadığımız toplumdaki bu acı durum, yıllar öncesinde benzer şekilde aynıymış. Hatta ve hatta bu yanlış, yüzyıllar öncesine dayanmaktadır. Örnek verecek olursak, Fudayl bin lyaz der ki: “Allah Kur’an’ı amel edilsin diye indirdi oysa insanlar Kur’an’ın okunmasını amel edindiler.” Evet, asırlar önce yaşamış olan bir âlim, Müslümanlardaki bu içler acısı duruma dikkatleri çekmiştir. Ne yazık ki asırlar öncesinde ortaya çıkan bu yanlış anlayış, asırlar sonrasında da etkisini daha da artırarak hâlâ devam etmektedir. Maalesef toplumumuz, geçmişten almış olduğu geleneksel uygulamaları sorgulamadan taklit etmeyi çok seviyor. Ve dolayısıyla bu yanlış anlayıştan bir türlü kurtulamıyor. Oysa insanların Rablerinden gelen mesaja kulak vermeleri gerekirdi.

Nitekim Rabbimiz, Kerim kitabı Kur’an’ı, hayatta olan, diri olan insanları uyarmak için indiğini bizlere bildiriyor. Ve Rabbimiz, bu hakikati özellikle insanların ölüler için okumuş olduğu Yasin sûresinde bildirmektedir. Bu da gerçekten bizler için trajikomik bir durumdur. Sanki Allah’ın açık bir emrini, mesajını çiğniyormuş gibi hareket ediyoruz. Peygamberimiz Muhammed (s.a.s.) Kur’an-ı Kerim’i yerin altındaki ölüler için değil, yerin üstündeki diriler için okudu. Biz peygamberi çok sevdiğini söyleyen ümmeti ise maalesef Peygamberimizin sünnetine dahi uymuyoruz. Oysaki peygamberimiz her durumda ve her konuda bizim için örnek alınması gereken önder bir şahsiyettir.

Rabbimiz yine Kerim kitabında buyuruyor ki; “Ey iman edenler! Sizi size hayat verecek şeylere çağırdığı zaman Allah’a ve resûlünün çağrısına kulak verin.” Evet, ayette de apaçık bir şekilde bildirildiği gibi Kur’an, insanlara hayat veren bir kitaptır. Kitabımız Kur’an-ı Kerim, hayatının iki yönüne vurgu yapar. Bunlar; biri maddî hayat bir diğeri de manevî hayattır. İnsanoğlu fiziki hayatını devam ettirmek için havaya, suya, gıdaya ihtiyaç duyar. Manevî hayatı yaşamak için ise, vahye, yani Kur’an’a ihtiyacı vardır. Bugün toplum olarak huzursuz ve mutsuz bir hayat yaşıyorsak bunun tek ve gerçek sebebi Allah’ın ve Resûlünün çağrısı olan Kur’an’a kulak vermediğimizdendir. Ve bugün bir taraftan şikayetçi olduğumuz ve toplumun tamamını saran manevî hastalıklardan kurtulmanın acısını yaşarken ne yazık ki diğer taraftan da bu manevî hastalıklardan kurtulmanın yolu olan Kur’an’a kulak vermemekte inat ediyoruz.

Bundan birkaç ay önce büyük bir deprem yaşadık. Geçen sene Ramazan ayına şahit olan binlerce insan bu Ramazan ayına ulaşmadan ayrılmış oldular bu dünyadan. Belki bizler de bu Ramazan’a şahit olacağız ama bir sonraki Ramazan’a şahit olamayabiliriz. Öyleyse bu büyük fırsat ve imkândan mutlaka kazançlı çıkmanın yollarını aramalıyız. Ramazan ayında, vahyin sesine kulak vermeli ve gidişatımıza yeniden vahyin ışığında çeki düzen vermeliyiz. Yoksa aynı sıkıntılar içerisinde hayatımızı tüketerek anlamsız ve amaçsız bir şekilde yaşantımızı devam ettirir kendimize eziyet etmiş oluruz. Oysa akıllı insan Rabbinin kendisine indirmiş olduğu mesajlara kulak veren ve ahiret hayatı için hazırlık yapandır. Nitekim bir hadis rivayetinde Allah Resûlü; “akıllı insanın, ölümü hatırlayıp ve ölümden sonraki hayat için hazırlık yapan insan olduğunu” bildirmektedir.

Ahiretini mahvederek dünyasını imar eden bir insan elbette ki ahmak bir insandır. Çünkü dünya hayatı eninde sonunda son bulacak fakat ahiret hayatı, ebedî olarak sürekli devam edecektir. İşte bunun içindir ki akıllı insan, yatırımını, gayretini, çabasını geçici dünya hayatına yönelik değil, kalıcı ahiret hayatına yönelik yapmalıdır.

Ramazan ayında, Kur’an’ı anlayarak okumalı, ayetleri, mesajları üzerinde uzun uzun düşünmeli ve bu mesajları hayatımızda uygulamanın yollarını aramalı ve bu konuda gayret göstermeliyiz. Bol bol tefekkür ve istiğfar etmeli, Allah’ın zikri olan Kur’an ile meşgul olmalıyız. Oruç ibadetimize ve bu ibadetin maksadı olan nefsi terbiye ederek azalarımızı yanlışlardan, kötülüklerden uzak tutma bilinci içerisinde hareket etmeliyiz. Bu ayda zihnimizi, gönlümüzü, azalarımızı salih ameller ve takva ile inşa ve ıslah etmenin gayreti içerisinde olmalıyız. Kısaca Ramazan ayında bizleri Allah’ın rızasına ulaştıracak ibadetleri titizlikle yerine getirme gayreti içerisinde olmalıyız.

Maalesef o kadar dünyevileşti ki, Ramazan ayı da bundan nasibini aldı. Artık içinde yaşadığımız toplumda Ramazan ayı geldiğinde Ramazan pideleri, Ramazan şerbetleri, çeşit çeşit yemek tarifleri, lüks iftar menüleri, Ramazan çadırları ve buralarda yapılan eğlenceler Ramazan algılarımıza hakim oldu. Ramazan ayındaki ibadet ve kulluk ruhu kayboldu ve bunun yerine maalesef yemek ikramları, eğlence programları hakim oldu. Kur’an’ı anlamadan sadece yüzünden okuyarak yapılan hatimler, mukabeleler bunun tuzu biberi oldu. Anlaşılmak için inmiş bir kitabı, anlamadan okuma yarışına girdik. Dinin en önemli emirlerinden bir tanesi olan beş vakit namazını kılmayanlar, sünnet olup olmadığı tartışılan teravih namazını kılmak için camileri dolduruyorlar. Elbette ki burada teravih namazını kılanları yadırgamıyoruz. Yalnızca, nafile ibadetin farz ibadetinin önüne geçirildiği bu yozlaşmış anlayışı yadırgıyoruz. Bu durum, bizlerin, doğru bir kulluk anlayışından ne kadar uzak olduğumuzun göstergesidir.

Arzumuz, Rabbimizin mesajına dikkat kesilip Resûlullah’ın (s.a.s.) örnekliğinde Ramazan ayını ve bu aydaki mesajları doğru anlamak ve doğru yaşamaya çalışmaktır. İşte o zaman kulluğumuz da doğru olur, hayatın içerisindeki yaşantımız ve mücadelemiz de doğru olacaktır. Bu gerçekleşince Rabbimizin yardımıyla toplumda vahyin gerçekleştirmek istediği ıslah ve inşa kendisini gösterecektir. Rabbim Ramazan ayı başta olmak üzere diğer bütün aylarda, vahyi merkeze koyarak Resûl’ün örnekliğinde güzel bir kulluk ve davet mücadelesi ortaya koyan kullarından olmayı bizlere nasip eylesin! Kur’an ayında, Kur’an’ın istediği yurdu inşa etmek ve bu yurtta yaşamak gayreti ve duası ile.

Toplum olarak bir deprem daha yaşadık. Evet özellikle yaşadığımız coğrafya bir deprem bölgesi olduğu için bundan sonrada depremleri yaşamaya devam edeceğiz. Deprem Rabbimizin bir ayeti, yer yüzüne koymuş olduğu muazzam ve muhteşem bir yasasıdır. Yer kürenin yaşamı/ömrü için ihtiyaçtır, mecburiyettir. Yaratan Rabbimiz bunun ölçüsünü bu şekilde koymuş. Biz insanlarda buna şahit oluyoruz. Hiçbir bilim adamı da buna itiraz etmiyor ve olumsuz bir olay olarak göremiyor. Televizyonlarda, sosyal medyada deprem bilimciler hep depremi ne olduğunu niçin ve nasıl olduğunu anlatıyorlar. Ama sözüm ona bu bilim adamları Allah’ın bu muhteşem yasasını ayetini sürekli anlatmalarına ve bu deprem ayetine şahit olmalarına rağmen bir türlü Allah’ı dillerinin ucuna bile getirmiyorlar. Sanki bu deprem Allah’tan bağımsız, Allah ile hiçbir alakası yokmuş gibi hareket ediyorlar. Maalesef bu bilim adamları, hakikatlerin içinde olmalarına rağmen haktan uzak büyük bir sapkınlık ve cehalet içinde hareket ediyorlar. Müslümanım diyen yığınlarda bunları pür dikkat dinliyorlar. Doğal olarak bu bilim adamları Allah’ı ve kıyameti, dolayısıyla ahireti hesaba katmadıkları için yetkilileri ve halkı hep maddi tedbirler yönüyle ikaz edip uyarıyorlar. Çünkü bu bilim adamları arkalarını Allah’a, ahirete, yüzlerini de dünyaya dönmüş, dünya merkezli düşünen insanlardır. Dolayısıyla bunlardan başka bir şey beklemek de abes olur.

Sözüm ona bir de cemaat liderleri, sözde hoca olarak bilinen kanaat önderleri var. Bunlarda ise tam tersi, deprem olduğu zaman sanki bir helak gelmiş, bir ceza gelmiş gibi anlatmaya başlıyorlar. Hemen bu depremlerin sebebinin toplumda işlenen günahlar olduğunu kürsülerden yüksek sesle anlatmaya başlıyorlar. Böylelikle de sanki toplumu korkutarak imana, takvaya, yöneltebileceklerini ve insanların düzeleceklerini ümit ederek yapıyorlar. Amma bu yöntem doğru bir yöntem değildir. Şimdiye kadar nice depremler oldu ve bu hocalar kürsülerden “başımıza taş yağsa bile, bu kadar günah içinde bu depremler az” diyerek haykırdılar amma toplumda değişen bir şey olmadı. Bugün geçmişten buyana edindiğimiz tecrübe, yine de bir şeylerin değişmeyeceğini gösteriyor. Çünkü perşembenin gelişi çarşambadan bellidir. Eğer bir toplum arınmaya niyetli değilse kalbi, gönlü, gözü hakikate mesafeli ve önyargılı ise değil 7.8 şiddetin de 9.9 şiddetinde de deprem olsa değişen bir şey olmaz. Aslında bunun Kerim Kitabımızda örnekleri anlatılıyor. Demek ki bizim Müslüman mahallenin ağzı laf yapanları depremi sanki Allah’ın günahkarlara bir cezasıymış gibi anlatması hiçte doğru değil. Eğer böyle olsaydı geçmişten bu yana Anadolu bölgesinde çok daha büyük günahları işleyen, zulümleri yapan toplumlarda depremin olmaması –haşa- Allah onlara torpil mi geçiyor? Birçok Avrupa ülkesi içki, kumar ve fuhşun merkezleri gibidir, o zaman orada neden yıllardır deprem olmuyor? Bu ve benzeri sorular çoğaltılabilir. Dolayısıyla da bizim dindar mahalle de maalesef depremi ve deprem olayını doğru anlamıyor ve anlatmıyor.

Eğer bizler depremden manevi anlamda dersler alacaksak ve anlatacaksak bunu doğru bir tanımlamayla ve anlatımla dile getirip insanları uyarmalıyız. Rabbim her insanın kendi yaradılışında hem de yerlerin, göklerin ve bu ikisi arasındakilerin yaradılışın da insanlar için Allah’ın gücünün kudretinin tek Rab ve İlah oluşunun delilleri olduğunu zaten kitabında bize bildiriyor. Dolayısıyla depremde bizler için Allah’ın diğer kevnî ayetleri olan güneş, ay, yıldızlar, dağlar, bulutlar, rüzgarlar ve benzerleri gibi ibretler dolu mesajları vardır. Hiçbir akıl sahibi depremdeki manevi mesajları, ibretleri elbette ki görmezden gelemez ve gelmemelidir de.

Deprem ve yanlış kader anlayışı!

Dediğimiz gibi deprem Allah’ın tabiata koyduğu bir yasasıdır. Akıl sahibi insan Allah’ın arzında Allah’ın bu yasasına uymakla uygun hareket etmekle görevli ve sorumludur. İnsan yeryüzünün imarı ve inşası ile sorumlu kılınmış bir varlık iken amma maalesef yeryüzünün düzenini bozan bir varlık görüntüsü ve çabası içinde hareket ediyor. Bugün yaşadığımız şehirlerde her taraf maalesef ki bilinçsiz bir şehirleşme ve yapılarla beton yığınları haline gelmiştir. Adeta inşaatları çoğaltma, kuleleri ve rezidansları yükseltme yarışı içindeyiz. Etrafımızda yeşil alanlar neredeyse pek kalmadı. Emin olunuz ki hayvanlar dile gelseler bu durumdan şikâyetçi olduklarını insanların yüzüne haykırırlardı. Bunun yanında çarpık şehirleşmeyle birlikte sağlıksız ve dayanıksız binalar inşa edildi. Toplumu idare edenler kendi siyasi ikballeri uğruna bunlara göz yumuyorlar ve fırsat veriyorlar. Adeta inşaat sektörü bir rant, köşeyi dönme sektörü haline gelmiştir. Nitekim ülkeyi yöneten yönetici açık bir ifadeyle İstanbul’a ihanet ettiklerini kendi ağzıyla dile getirip itiraf etme cesaretini gösterdi. Son 17 Ağustos 1999 depreminden bu güne rezidansları, kuleleri, alış veriş merkezlerini, stadyumları, çoğaltmak için gösterilen gayret ve çaba, depreme karşı dayanıklı uygun yapılara ve şehirleşmeye gösterilseydi inanın ki 6 Şubatta yaşadığımız deprem afete, felakete dönüşmeyecekti. Çünkü inancımız ve dinimiz, alınan tedbirlerin boşuna olmadığını bize haber vermektedir.

Bütün bu sebeplerden dolayı “deprem Allah’ın ayetidir, afet değildir” diyoruz. Afet bizim kendi tedbirsizliğimiz gafletimiz ve aç gözlülüğümüzün sonucudur. Betondan, demirden çalarsak daha çok kar yapacağım diye kalitesiz, dayanıksız binalar yaparsak Allah’ın ayetini afete dönüştürürüz. Japonlar, Müslümanın yapması gerekeni yaparak güvenli binalar yapıp 9 şiddetinde depremde bile evinden kaçmayı bırakalım, depremi seyrederken, bizler ise bina enkazları altındaki canları seyredip gözyaşı döküyoruz. Aslında kendi ellerimizle yaptıklarımızın sonucunu yaşamış oluyoruz. Maalesef sonrada yanlış bir kader anlayışıyla da bu afeti Allah’a ve kadere fatura ediyoruz. Geçmişte de insanlara zulmedenler “bu sizin kaderiniz” diyerek kendilerini masum gösterme yoluna gidiyorlardı. Dolayısıyla günümüzde de aynı anlayış “kader planı” olarak devam ediyor. Nitekim 6 Şubat depreminde bu sözü yine yetkililerin ağzından duyduk. Garip olan bir durumda şu ki afetten sonra bu binaları ve cennetten köşkleri yapan müteahhitlerin kaçarken tutuklanmalarıdır. Oysa yetkililer bu müttehitleri kaçarken değil binaları ve cennetten köşkleri yaparken takip etmeleri ve bu yıkıma fırsat vermemeleri gerekirdi.

O zaman adil bir yargılama! Bu enkazlarda payı olan herkesin hesap vermesidir. Adalette bu şekilde yerini bulmalı ve bundan sonrası için de ibret olmalıdır. Diğer garip olan bir durumda normal hayatta birbirini kandıran, dolandıran, birbirinin hakkına ve hukukuna riayet etmeyen bu toplumun böyle deprem sonucunda muazzam bir yardımlaşma ve dayanışma içinde olmasıdır. Keşke bizler bu afet olayında gösterdiğimiz sevgi, merhamet, dayanıma, paylaşma ve benzeri güzellikleri normal hayatta da yapabilsek. O zaman yaşadığımız hayat daha anlamlı ve güzel olacak. Hep beraber toplum olarak güvenli, huzurlu ve mutlu bir hayat yaşayacağız. Bu yönüyle deprem, topluma adeta sevgiyi, merhameti, birbiri için üzülmeyi ve ağlamayı, vermeyi, fedakarlığı ve sevmeyi öğretti. Bu deprem kış mevsiminde meydana geldi. 99 depremi ise yaz mevsiminde gerçekleşmişti. O zaman da şimdi olduğu gibi gece gelmişti. Lakin şimdi gece meydana geldiği gibi devamı gündüzde geldi. Yanı “her mevsim, her gece veya gündüz, her saat ve her dakikada gelebilirim, hazır olun” diyor bizlere.

Deprem tabiri caiz ise kıyametin işareti ve hatırlatmasıdır. Rabbinden gayrı sığınılacak, güvenilecek hiçbir güç ve kuvvetin olmadığının ispatıdır. İha’larıyla, Siha’larıyla şehir hastaneleriyle hava limanlarıyla, yollarıyla övünen bir ülkeyi bir dakikada çaresiz ve şaşkın bir hale getirdi. Dünya ölçeğinde ne kadar güçlü olursanız olun asla buna güvenmeyin çünkü gerçek güç ve kuvvet sahibi Allah’tır ve sizler O’na muhtaç olduğunuzu bir an bile unutmayın. Eğer unutarak yaşıyorsanız deprem size bunu hiç beklemediğiniz bir anda hatırlatıveriyor. Depremden korkmayın, yaptığınız çarık-çürük binalardan korkun. Toplum olarak siyasetten, hukuktan, aileden, ekonomiden, eğitimden tutun da her alanda manevi depremi yaşıyoruz. Maddi depremi ve önlemlerini konuştuğumuz gibi manevi depremi de konuşmalı, bunların da mutlaka önlemini ve tedbirini almalıyız. Maddi deprem ancak dünya hayatımızı mahveder. Manevi deprem ise asıl ve kalıcı olan Ahiret hayatımızı da mahfeler. Akıllı insan hem dünyasını hem Ahiretini imar etmeye çalışan insandır. Ahireti ise asıl hedefe koyarak bu gayret ve çabayı göstermelidir. Çünkü bizi, asıl deprem o gün bekliyor. “Rabbinize karşı gelmekten sakının. Kıyamet sarsıntısı gerçekten büyük bir olaydır. Onu göreceğiniz gün, her emzikli kadın emzirdiği çocuğu unutacak, her gebe kadın karnındaki çocuğu düşürecektir. Ve insanları sarhoş olmadıkları halde sarhoş gibi göreceksin; çünkü Allah'ın azabı (kıyametin dehşeti) çok çetindir!” (Hac, 1-2)

Her Müslüman şahsiyet, özellikle dinini kendisine dert edinen dâvâ adamı ve dâvetçi olan, toplumda da bu şekilde tanınan, yaptıklarıyla insanlar nazarında değerlendirilir. Ve böyle dâvetçi ve öncü şahsiyetler insanların kalbinde, güzel sözleriyle, yazılarıyla, eserleriyle ve bunların tümüyle de uyum içinde olan örnek yaşantılarıyla taht kurarlar. İşte Ahmed Kalkan Hoca da hem yaşantısıyla hem de dini için verdiği mücadelesiyle, Müslümanlar nazarında çok önemli bir yeri olan, örnek bir ilim adamı ve dâvetçiydi. Ahmed Kalkan Hoca, gerçekten gıpta edilecek, örnek alınacak bir hayat yaşadı ve hayatını da bu minvalde tamamladı. Kendisi bedenen aramızdan ayrıldı. Ama arkada bıraktığı örnek yaşantısıyla ve eserleriyle aslında dâvâsı için hizmetine devam ediyor. Onu sevenler, aynı dâvâyı paylaşanlar, hâlâ onun eserleriyle dersler ve dâvet çalışmaları yapıyorlar. Zaten ilim adamları bedenleri ile dünyaya veda etselerde eserleriyle dini için, dâvâsı için hizmetlerine devam ederler. Çünkü onlar vahiyden beslendikleri için vahyi hayatlarına, hayatlarını da vahye şahit kılan ve Allah`ın hayatlarına bereket kattığı etkili ve yetkili örnek şahsiyetlerdir. “Eğer siz Allah’ın dinine yardım ederseniz Allah da size yardım eder.” (Muhammed, 7) Demek ki âdil olan ilim adamları, Allah’ın dinini dert edindikleri için hayatlarını bu yolda tükettikleri için Rabbimiz de onların tükenen hayatlarına yardımıyla bereket katıyor. İşte bu ilim adamlarının hayatları bir tohum misali hayatın içinde filizlenen bir başak halini alıyor. İnsanlar da onlardan hem hayattayken hem de ölümünden sonra faydalanmaya devam ediyorlar. Ahmed Kalkan hoca İslâmî anlayışı ve mücadelesinde vahyi merkeze koyan, olaylara hep bu merkezden bakmaya çalışan bir ilim adamıydı. Vahye uyma ve vahye aykırı düşmeme noktasında elinden gelen tüm gayreti gösterirdi. Bundan dolayı hiçbir âlimin içtihadını, fetvasını, mezhebî görüşlerini, rivâyetleri ve benzeri konuları asla Kur’an’ın önüne geçirmez, hep Kur’an merkezli değerlendirirdi. Meseleleri, hep Kur­’an süzgecinden geçirerek sonuca varmaya çalışırdı. Ahmed Kalkan hoca dini hem anlama noktasında hem de insanlara anlatma noktasında Kur’an’ın emrettiği, Rasûllerin de başladığı yerden yani tevhidden başlayarak işe koyuldu. Çünkü kendisi güzel bir örnekle: “Tevhidsiz bir din ve ibadet hayatını altı delik kovaya benzetirdi. Kovanın içine zAhmedlerle doldurulan su delikten boşalıp gider” derdi. Nitekim Rabbimiz şöyle buyuruyor; “(Ey Muhammed!) Sana ve senden önceki Rasûllere vahyedildi ki, eğer Allah’a ortak koşarsanız bütün amelleriniz/emekleriniz boşa gider. Ve hüsrana uğrayanlardan olursunuz.” (Zümer, 63)

Tevhidi anlayışı:  Maalesef yaşadığımız toplum, doğru bir İslâm anlayışından ve tevhid inancından mahrum bırakılmıştır. İçinde yaşadığımız toplumun çoğunluğunun tevhidin ne anlama geldiği hususunda ya eksik veya tümüyle bilgisiz olduğuna tanıklık ediyoruz. Bildiğini zannedenler de Allah’ı hayatın her alanına müdahil olan bir varlık olarak değil, sadece yaratıcı olarak anlıyorlar. Yine toplumumuzda din deyince çoğunluğun aklına hemen; namaz, oruç, hac gibi bazı ibadetler gelmekte ve dini bu şekilde anlamaktadırlar. Ve ibadetlerin de kul ile Allah arasında gerçekleşen bir eylem, inanç olduğu anlaşılıyor zaten. Sistemi kuranlar, Allah’ın dinini hayattan, kamusal alandan koparmak için dinin birey ile Allah arasında olan bir ilişki olduğunu empoze etmektedirler. Maalesef toplum da buna inandı, sistemi kuranlar da istediğine kavuştu. Yine bu toplum içindeki, İslâmî olma iddiasındaki büyük cemaatlerin devletçi, gelenekçi, tasavvufî ağırlıklı bir çizgide bulunduklarını tevhid anlayışından uzak olduklarını gözlemliyoruz. Ahmed Kalkan Hoca böyle bir ortamda, tevhid başta olmak üzere Kur’anî Kavramlar dersleri yaparak çok güzel bir çalışmaya öncülük etmiştir. Aslında o tevhidin ve dinin hayatın her alanına hâkim ve müdahil olduğunu, hayatın hiçbir alanının tevhitten ve dinden bağımsız olmadığını çok güzel bir şekilde gündeme getirmişdi. İnsanların tevhidle buluşmasına vesile oldmuştu. Tevhid anlayışının, aslında hayatın her alanında Allah’ın merkeze konması gerektiğini, hayatı yaratan Allah’ın hayata yön veren ve vermesi gereken tek Rab, tek ilâh olduğunu, eserlerinde ve derslerinde sürekli olarak anlattırdı. Toplumda tevhidi anlayışın insanlarda bir uyanışa vesile olduğu sürece, azımsanamayacak kadar büyük bir katkısı olmuştur. Allah’ın; aileden sosyal hayata, ekonomiden hukuka, ticaretten siyasete her alanda müdahil olduğunu ve O’nun kanunları merkeze konularak hayatın yaşanması gerektiğini ısrarla anlatırdı. Tevhid toplumunun oluşması için tevhidi hep ön planda tuttu ve bütün rasûllerin de dâvetinin ortak mesajının tevhid olduğunu gündeme taşımıştır.

Tevhid Anlayışında İstikamet: Ahmed Kalkan Hoca, tevhid anlayışına sahip olduktan sonra bu anlayışında istikametini hiç bozmadı. Zaten önemli olan da doğru bir çizgiye girdikten sonra bu çizgiyi korumaktır. Nitekim tevhidî anlayışta olup ta bu anlayışta istikametini koruyamayan birçok insanlara ve kanaat önderlerine şahit olduk. Sistemi ve sistem için hareketleri, çalışmaları, partileri reddedenler zamanla ve şartların değişmesiyle çeşitli maslahatlar adı altında reddettikleri sistem içi partilere destek oldular. Oysaki Ahmed Kalkan Hoca bu durumu, kesinlikle tevhidi anlayış ve nebevî metotla uyuşmadığını her ortamda dile getirdi. Zaten dâvâ adamı; dâvâsında istikametini koruyan ve dâvâsında güzel örneklik otayan koyan kişidir. Ahmed Kalkan Hoca bu noktada bizlere çok güzel örnek olmuştur.

Tevhidi Anlayışında İstikrar ve İhlas: Ahmed Kalkan Hoca, tevhidi mücadelesinde istikrarlı bir duruş sergileyerek Müslümanların taktirini kazandı. Çünkü bir dâvâ, dâvâ sahibinin dâvâsında istikrar göstermesiyle başarıya ulaşır. Çünkü bu anlayışta olup ta istikrarını koruyamayan çeşitli tevil ve maslahatlar güderek çizgisini koruyamayanlar çoğunluğu oluşturuyor. Tevhidî anlayışta olduğu halde bu anlayışı devam ettirenler gün geçtikçe azalmakta ve azalmaya da devam etmektedir. İşte Ahmed Kalkan Hoca bu noktada çok güzel örneklik sergiledi. Hep etrafından: “Az kaldınız, bu şekilde ilerleyemezsiniz” gibi ithamlara karşı hiçbir zaman istikrarını ve ümidini yitirmeyerek istikametini korudu. İbrâhim (a.s.) misali tek bir kişi bile kalsak yolumuza devam edeceğiz anlayışını savundu. Tevhidî istikamet ve istikrarında hep ihlaslı davrandı. Samimiyetini hiçbir zaman bozmadı, yanındaki dâvâ arkadaşlarına da bu noktada güzel örneklik gösterdi ve motivasyon kazandırdı. Çünkü Ahmed Kalkan Hoca tevhidî anlayışı ve nebevî metodu benimsemişti ve içselleştirmişti. Nebevî metotta olabildiğince ısrarlı ve en doğru metodun da nebevî metot olduğuna kanî olmuştur. Ahmed Kalkan Hoca tevhidî anlayışında ve mücadelesinde istikamet, istikrar ve ihlas göstererek çok güzel ve etkili bir örneklik bıraktı.

Ümmet Anlayışı: Ahmed Kalkan Hoca ümmet anlayışını hep özümsedi ve önceledi. Hiçbir zaman mezhepçi, cemaatçi, grupçu bir anlayış ve pozisyon içinde bulunmadı. Hep Müslümanlar arasında ortak noktalar ve tevhidi anlayışı ön planda tuttu. Slogan, karşılığı olmayan, gerçeklikten kopuk söylemlerde bulunmadı. Farklı gruplara müntesip Müslümanlara karşı ötekileştirici bir dil ve tavır kullanmaktan uzak durmaya çalıştı. Tekfirciliğin tefrikaya, parçalanmaya neden olan bir durum olduğunun bilincinde hareket etti. Kendisini tekfir eden şuurlu Müslümanları hiçbir zaman tekfir etmedi, tam aksine kardeşlerimiz olarak gördü ve göstermeye çalıştı. Çünkü Ahmed Kalkan Hoca, “tevhid toplumunun” ancak tevhid anlayışında olan Müslümanların vahdetiyle gerçekleşeceğini biliyordu ve bunun için gayret gösteriyordu. Birçok konferans, sunum ve yazılarında vahdetin önündeki engelleri dile getiriyor, dikkatleri bu yönde çekiyordu.

Vasat Çizgi: Gelenekçi ve modernist anlayışlar karşısında vasat ve dengeli olmaya çalışan bir dâvâ ve ilim adamıydı. Geleneği taklit eden, sorgulamadan kabul eden bir anlayışta olmadığı gibi, aklı ön plana alıp bütün geleneği tümüyle silen, yok sayan bir anlayışta da hiçbir zaman olmadı. Kur’an’ı merkeze koyarak, vahiy merkezli bir tavır takındı.  Kur’an’ı temel kaynak, örnek rasûlun de Kur’an’ı pratiğe geçirmek olarak adlandırdığı sünnetini, ölçü olarak kabul etti. Bizlere kadar aktarılarak gelen rivayetleri toptan kabul etmeyi de, toptan reddetmeyi de doğru bir yöntem ve yol olarak görmedi. Bu konuda itidalli, dengeli bir yol tutmaya çalıştı. Rivayetleri Kur’an’a arz etmek gerektiğini ve bu yöntemin elzem olduğuna kanaat getirdi. Ama maalesef başta selefî camia olmak üzere hemen tüm geleneksel anlayışı benimseyen kesimler tarafından hadis inkarcısı olarak görüldü. Çeşitli ithamlara maruz kaldı ama o doğru gördüğü anlayışında ısrarlı bir şekilde devam etti. Bunun yanında hiçbir zaman modernist ve ya mealci olarak isimlendirilen çevrelerin çizgisine de savrulmadı. Ve bu anlayışların doğru olmadığı konusunda yazılar yazdı.

Sabır, şükür ve mütevazı bir hayat yaşadı. Âlim: İlmiyle âmil olan, söylemiyle eylemi bir olan, uyum içinde örnek bir şahsiyettir. Ahmed Kalkan Hoca, tevhid inancının, aslında hayatla bütünüyle iç içe olan, kulluktan kopuk bir anlayış olmadığını çok iyi biliyordu.

İbadetsiz, ahlâksız, infaksız, dâvetsiz, gayretsiz sabırsız şükürsüz vb. bir tevhid anlayışının makbul olmadığını hayatıyla örneklendirdi. Yayınlanan kitaplarından hiçbir zaman maddî bir kazanç elde etmedi. Mütevazı bir kul olarak yaşadı. İbadetlerine dikkat ederdi, nâfile ibadetleri de çoğunlukla aksatmadan yerine getirdi. Dilinden zikri, yüzünden tebessümü eksik olmazdı. Onca hastalığına ve ağrılarına rağmen, onu tanıyan herkes buna şahittir. Hiçbir zaman bu durumundan dolayı da sitem etmemiştir. Hep sabırla, şükürle mücadelesine devam etti. Bunca hastalığına rağmen tebliğ ve dâvet çalışmalarını aksatmadı, çevre illere ve ilçelere dâvet amaçlı gider ve bu konuda kendisine yapılan dâvetleri geri çevirmezdi. Dâvâsını sağlığından ve ağrılarından her zaman daha öncelikli görürdü ve aksatmazdı. Ahmed Kalkan Hoca, tevhidi anlayışını hayatın tümüne hâkim kılacak bir hayat yaşama gayretini ve örnekliğini sergiledi. Gerçekten yaşadığımız toplumda tevhidî anlama ve yaşama noktasında örnek bir şahsiyet olarak hayatını vahye, vahyide hayatına şahit kılarak, hayatını tamamladı.