
Bizler, Allah’ın kitabında bizleri isimlendirdiği Müslümanlarız! “insanları Allah’a çağırmayı” (Fussilet, 33) kendilerine dâvâ edinmiş kimseleriz!
+(532) 238-4131
bilgi@kuranyurdu.com
NEYDİK NE OLDUK!..
Yaklaşık 1450 yıldır İslâm tarihinde; son 200 yıl hariç Müslümanlar izzetliydi. En azından güçlü olduğu bir çok dönem olmuştur. Zalim kâfirlere karşı dimdik ayakta birçok cihad da başarılı olmuştur. Kâfir zalimler hoyratça Müslümanlara saldıramıyordu. Saldırdıklarında boyunun ölçüsünü alıyorlardı.
Günümüzde maalesef kâfir zalimlere gücümüz yetmiyor. Doğu Türkistan, Arakan, Afganistan, Irak, Suriye, Yemen, Çeçenistan, Bosna, Afrika kıtasında vs. Birçok yerde Müslümanlar çok kayıp verdi ve vermeye de devam ediyor.
Hilafet Osmanlı da iken o kadar yanlışına rağmen Müslümanlar güvende idi. Cihadı ve Kur'an-ı terkedince zillet kaçınılmaz oldu.
Klavye mücahitleri çoğaldı, tekfir kılıçlarıyla Müslüman bırakmadık. Teferruatın içine bir daldık bir daha çıkamadık. Birbirimizle didişmekten dolayı üretmeyi unuttuk, tükettik, kendimizi de tükettik; zalim kâfirlere karşı gücümüz kalmadı ve ardından da izzetimizi kaybettik.
Ümmetin yeniden dirilmeye ihtiyacı var, dirilecek gücümüz kaldıysa tabi ki! İzzet ve şerefi Rabbimiz biz Müslümanlara verdiği halde izzeti eşyada, makamda aradık. Cebimiz doldu, kalpteki iman eridi. Kalbteki siyah noktayı önemsemedik, büyüdü, büyüttük, kalbi sardı göremedik veya görmek istemedik.
Kur'an elimizde, gönlümüz başka yerde, Kur'an mesajlarını hayatımıza bir türlü taşıyamıyoruz. Kendimiz inşa olmadık ki başkalarını inşa edelim.
Ümmet bu zillet çukurundan nasıl çıkar diye kafa yormalı?
Yusuf (as) kıssasını okuduk kuyudan çıkıp, zindana girip, Mısır'a sultan olmasını menkıbe gibi okuduk. Halbuki o kadar güzel inşa süreci var ki! Kuyu ve hira, bugünün ? evlerinin tefekkür boyutu, zindan şehir hayatının bozukluğundan, fuhşiyatından; kısa kaçış tefekkürü. Mısır'a sultan olmak demek Kur'an'ı hakkıyla okuyup yaşam haline dönüştürerek toplumu da hayra dönüştürmek.
Musa (as) kıssasını tefekkür boyutu ile okuyunca o kadar çok malzeme çıkıyor ki! Okuyacak ve anlayacak müslimler gerek.
Müslüman izzetli olduğunu, Kur'an ile dirildiğini, diğer insanlığın manevi ölü olduğunu, kâinat ve dünyanın sahibi Alemlerin Rabbi Allah olduğunu; biz Müslümanların sahibi ve meliki, dostu olduğunu ne zaman anlayıp kavrayacağız?
Niye Müslümanlar zalimler karşısında çaresiz? Çünkü zalim kafirler bizden çok çalışıp üretiyor. Allah da karşılığını veriyor. Yani sünnetullah işliyor. Biz hak edersek muhakkak ki Allah bize yardım edecek. Ayağa kalkacağız, (bünyamin mersus) sıkıca Allah için saf tutacağız, (Hablullah) Allah'ın ipine sımsıkı sarılacağız, Kur'an ile büyük cihad edeceğiz. O zaman bize galip gelen olmayacak.
Allah yanında olunca ne gam, ne keder, dikeni de hoş, gülü de, zafer de hoş, sabır da. Müslümana ölüm yok. Çünkü; Müslüman ölümü öldürmüştür. Rab katında sürekli diridir. Ölüm ise beden gömleğini değiştirmek, yani diğer sonsuz âleme geçiştir.
"Dirilmeli insanlık ki insan kalabilsin, yoksa piyasada çok olan ve yürüyen ruhsuz ceset gibi olur." Kur'an ile dirilmeli, hayatın sadece dünyadan ibaret olmadığını anlamalı, imtihan bilinciyle yaşamalı, yaşatmalı.
Allah karşısında aciz olduğunu bilmeli, tevazu ile yürümeli ve dua etmeli, alçak değil, alçak gönüllü olmalı. Neden yaratıldığını, niçin yaşadığını, sonsuz âleme gideceğini bilmeli ve imtihandan geçirip kalıcı yerini dünya hayatında kazanacağını unutmamalı.
Yoktuk; Allah var etti. Sonradan geldiğimizi unutmamalı ve şikayet etmemeli. Bir damla sudan insan haline getiren El-Halık olan Allah'ı sürekli hatırda tutmalı ki; izzetli ve şerefli olalım. İzzet ve şerefi Allah verince bir değer ifade eder.
Huneyn'de çoktuk, çil yavrusu gibi dağıldık, Bedir'de azdık, dirilerek kazandık, Uhud'da anlık gafletten dolayı kaybettik. Nice az imanlı topluluklarla nice zaferler kazanıldığını hafızamızda diri tutmalı. "Tutmalı ki; hafızamız ve benliğimizde diri olsun."
"Biz neysek, ne için yaşıyorsak oyuz."
Dünyalık kazancımız neyse; Ahiret kazancımız da odur.
"Ya zillet=cehennem, yada İzzet=cennet!.."
Rabbimizin varlık alemini yarattığı günden bugüne ayların sayısı 12’dir. Bu aylar arasında bizatihi kendinden kaynaklı olarak birsinin diğerinden bir üstünlüğü yoktur. Fakat bu aylar içerisinde, yaşanmış bazı olaylar sebebiyle bazı ayların diğer aylara nazaran farklı bir özelliği vardır. Örneğin Arap toplumunda bu aylar arasında bulunan 4 ay “haram aylar” olarak bilinmekte ve bu aylarda kılıçlar (silahlar) bırakılır, herkes birbirine saldırmadan ticaretlerini ve yolculuklarını yaparlardı. Bu aylarda herkes kendisini emniyet ve güven içerisinde hissederdi. Rabbimiz insanlığın faydasına olan bu uygulamayı devam ettirmiştir. Hatta bu aylara riayet etmemenin büyük bir günah olduğunu da bildirmiştir: “(Haram ayları) ertelemek, sadece kâfirlikte ileri gitmektir. Çünkü onunla, kâfir olanlar saptırılır. Allah'ın haram kıldığının sayısını bozmak ve O'nun haram kıldığını helâl kılmak için (haram ayını) bir yıl helâl sayarlar, bir yıl da haram sayarlar. (Böylece) onların kötü işleri kendilerine güzel gösterilmiştir. Allah kâfirler topluluğunu hidayete erdirmez.” (Tevbe, 37)
Konumuzla alakalı olarak da Ramazan ayı diğer aylara nazaran çok daha değerli ve kıymetli bir aydır. Elbette ki bu kıymet bizatihi Ramazan ayının kendisinden kaynaklı değil, bu ayda âlemlerin Rabbi olan Allah’ın vahyinin, son bir defa insanlık âlemine inmeye başlamasından dolayıdır. Halkımız arasında da bu mübarek ay, “ayların sultanı”, “on bir ayın sultanı” gibi isimlerle adlandırılır. Çünkü diğer aylarda yaşanmamış büyük bir olay bu ayda yaşanmıştır. Âlemlerin Rabbi olan Allah, vahyinin son bölümünü insanlık âlemine bu ayda indirmiştir. Nitekim Rabbimiz Ramazan ayından bahsederken şöyle buyurmaktadır. “Ramazan ayı öyle bir aydır ki, insanlığı doğru yola ileten, hak ile bâtılı birbirinden ayıran Kur'an bu ayda indirilmiştir.” (Bakara, 185) Evet okuduğumuz ayette dikkat çekilen nokta; insanlığı doğru yola ileten ve hak ile bâtılı birbirinden ayıran, kitabın bu ayda indirilmesi olduğunu görüyoruz. Öyleyse Ramazan ayı, doğruya ulaşma ayı ve hak ile bâtılın ayırt edildiği aydır da diyebiliriz. Bu ayda inen vahyin muhatabı insanlık âlemidir ve insanoğlundan da istenen doğruyu bulmak, hak ile bâtılın farkında olmasıdır.
Dolayısıyla Ramazan ayı bütün insanlık ve bütün zamanlar için farkındalık ayıdır da diyebiliriz. Çünkü bu ayda inen vahiy, insanlığı içinde bulunmuş olduğu durumdan farklı kılmak istemektedir. Tabii ki bu amaca ulaşmak için de insanlığın bu mübarek Ramazan ayının farkında olması, kendisi için elzem bir durum arz ediyor. Ama maalesef insanlar olarak bu mübarek aya defalarca ulaşmamıza rağmen, bu ayda bizden istenen sorumlulukların farkında değiliz.
Ramazan ayı, Kur’an ayıdır ve kurtuluş ayıdır. Ramazan ayı insanlığa en büyük haberi getiren mübarek bir aydır. Ramazan ayı, aynı zamanda insanlığı içinde bulunmuş olduğu gafletten uyarma ve uyandırma ayıdır. Ramazan, dünyevileşen, dünya merkezli yaşayan insanlığa asıl hayat olan ahiret hayatının yol işaretlerini gösteren aydır. Ramazan ayı aynı zamanda, hayatın muhasebesini ve hesabını hatırlatan muhterem bir misafirdir. Her yıl bir defa, insanlığa misafir olarak gelir. İnsanlığı ziyaret eder ve insanlığa, vahyin nurunun aydınlığını getirir. Vahiyden ve vahyin nurundan uzak kalmış veya bırakılmış insanlık, maalesef vahiyden uzak ve gafil kaldığı durumunu devam ettiriyor. Senede bir defa şahit olduğumuz Ramazan ayı, bizlere hayatın sonuna yaklaştığımızı dolayısıyla ölüme adım adım gittiğimizi hatırlatıyor. Oysa insanlar ellerindeki bu büyük imkânı ve zamanı bilinçsiz ve şuursuzca tüketiyor. Kendisine yapılan hatırlatmaları duymak bile istemiyor.
Maalesef yaşadığımız toplum, maddiyatçı, menfaatçi, dünyaperest bir toplum haline gelmiş veya getirilmiştir. Toplumun ağzındaki dil bunu söylemese de hâl dili maalesef bunun böyle olduğunu bize haykırırcasına gösteriyor. Onun içindir ki zihni, gönlü ve yaşantısı dünya sevgisi ile ve ona bağımlılıkla hemhal olmuş bu toplum, Ramazan ayının getirmiş olduğu vahye kulak veremiyor. Girmiş olduğu bu karanlık girdap içinde vahyin nurunu bir türlü göremiyor veya görmek istemiyor. Çünkü Rabbimizin de, kitabında bildirdiği üzere; “Sizler dünya hayatını çok seviyorsunuz, oysa ki ahiret hayatı daha hayırlıdır.” (Â’la, 16-17) Evet maalesef insanlık yönünü, yüzünü, kıblesini dünya olarak belirlemiş. Bizler insanlık olarak bir şekilde ilerleyen bu gidişattan, bu gafletten uyanmak ve kurtulmak zorundayız. Ramazan ayı bunun için büyük bir imkan ve fırsattır. Eğer bizler senede bir defa şahit olduğumuz bu mübarek ayda vahiyle ilişkimizi istenilen düzeyde sağlarsak o zaman içinde bulunmuş olduğumuz durumun farkında olacağız ve kıblemizi, yönümüzü yeniden inşa edeceğiz. İşte o zaman Ramazan ayına şahit olmamız bizim için hem bir anlam ifade edecek hem de bir farkındalık oluşturacaktır. Elbette ki bunu yapabilirsek o zaman hayatımızın rotasını, kıblesini doğru bir şekilde tayin etmiş olacağız. Dolayısıyla Rabbimizden bize bir misafir olarak gelen Ramazan ayını gereği gibi karşılamış ve getirdiği mesajı da almış ve anlamış olacağız.
Ramazan ayı 12 ayın imamıdır. Çünkü bu ayda inmeye başlayan vahiy, hayatın tamamını inşa ve ıslah etmek için gelmiştir. Onun içindir ki bu aydaki mesajları alarak ve diğer ayların da tamamını kuşatan hayatımıza yön vermek ve ona göre yaşamak zorundayız. İşte o zaman doğru yola ulaşmış ve hak ile bâtılı birbirinden ayırmış olacağız. İbretle izlediğimiz bir tablo karşımızda durmaktadır: Müslüman olduğunu iddia eden toplumumuzda, hak ile bâtılı birbirinden ayıran Ramazan ayını, ne yazık ki hak ile bâtılı birbirine karıştırarak karşılıyoruz. Gerçekten bu durum Müslümanım diyen bir toplum için içler acısı ve acınılacak bir durumdur. Oysaki defalarca şahit olduğumuz halde, Kur’an’ın hak ile bâtılı birbirinden ayıran mesajını anlamadık, anlayamadık. Çünkü vahyin mesajına kulak vermedik veya veremedik. Kur’an’ın anlamından ve mânasından yoksun bir şekilde, sadece lafızlarıyla ilişki kurduk. Her ramazan ayında defalarca hatimler, mukabeleler yaptık ama bir türlü Kur’an’ın mesajına, anlamına inemedik.
Çünkü bizler Kur’an’ı, anlamadan yüzünden okuyarak sevap kazanma kitabı olarak gördük. Onu, ölülerimize okuyup sevaplarını hediye etme aracı olarak kabul ettik. Yine onu hastalarımıza okuyup, üfledik. Ve maalesef yine Kur’an’ı, muska kitabı haline getirdik. Oysa merhum şair Mehmet Akif’in şu dizeleri bize halkın bu konudaki anlayışını çok güzel anlatmaktadır. Merhum şair şöyle diyor: “Lafzı muhkem anlaşılan Kur’an’ın,
Kaydında değil hiçbirimiz mananın,
Ya açar bakarız Nazm-ı celil’in yaprağına
Ya da üfler geçeriz bir ölünün toprağına,
İnmemiştir hele Kur’an bunu hakkıyla bilin,
Ne mezarlıkta okunmak, ne de fal bakmak için.”
Evet, şu an yaşadığımız toplumdaki bu acı durum, yıllar öncesinde benzer şekilde aynıymış. Hatta ve hatta bu yanlış, yüzyıllar öncesine dayanmaktadır. Örnek verecek olursak, Fudayl bin lyaz der ki: “Allah Kur’an’ı amel edilsin diye indirdi oysa insanlar Kur’an’ın okunmasını amel edindiler.” Evet, asırlar önce yaşamış olan bir âlim, Müslümanlardaki bu içler acısı duruma dikkatleri çekmiştir. Ne yazık ki asırlar öncesinde ortaya çıkan bu yanlış anlayış, asırlar sonrasında da etkisini daha da artırarak hâlâ devam etmektedir. Maalesef toplumumuz, geçmişten almış olduğu geleneksel uygulamaları sorgulamadan taklit etmeyi çok seviyor. Ve dolayısıyla bu yanlış anlayıştan bir türlü kurtulamıyor. Oysa insanların Rablerinden gelen mesaja kulak vermeleri gerekirdi.
Nitekim Rabbimiz, Kerim kitabı Kur’an’ı, hayatta olan, diri olan insanları uyarmak için indiğini bizlere bildiriyor. Ve Rabbimiz, bu hakikati özellikle insanların ölüler için okumuş olduğu Yasin sûresinde bildirmektedir. Bu da gerçekten bizler için trajikomik bir durumdur. Sanki Allah’ın açık bir emrini, mesajını çiğniyormuş gibi hareket ediyoruz. Peygamberimiz Muhammed (s.a.s.) Kur’an-ı Kerim’i yerin altındaki ölüler için değil, yerin üstündeki diriler için okudu. Biz peygamberi çok sevdiğini söyleyen ümmeti ise maalesef Peygamberimizin sünnetine dahi uymuyoruz. Oysaki peygamberimiz her durumda ve her konuda bizim için örnek alınması gereken önder bir şahsiyettir.
Rabbimiz yine Kerim kitabında buyuruyor ki; “Ey iman edenler! Sizi size hayat verecek şeylere çağırdığı zaman Allah’a ve resûlünün çağrısına kulak verin.” Evet, ayette de apaçık bir şekilde bildirildiği gibi Kur’an, insanlara hayat veren bir kitaptır. Kitabımız Kur’an-ı Kerim, hayatının iki yönüne vurgu yapar. Bunlar; biri maddî hayat bir diğeri de manevî hayattır. İnsanoğlu fiziki hayatını devam ettirmek için havaya, suya, gıdaya ihtiyaç duyar. Manevî hayatı yaşamak için ise, vahye, yani Kur’an’a ihtiyacı vardır. Bugün toplum olarak huzursuz ve mutsuz bir hayat yaşıyorsak bunun tek ve gerçek sebebi Allah’ın ve Resûlünün çağrısı olan Kur’an’a kulak vermediğimizdendir. Ve bugün bir taraftan şikayetçi olduğumuz ve toplumun tamamını saran manevî hastalıklardan kurtulmanın acısını yaşarken ne yazık ki diğer taraftan da bu manevî hastalıklardan kurtulmanın yolu olan Kur’an’a kulak vermemekte inat ediyoruz.
Bundan birkaç ay önce büyük bir deprem yaşadık. Geçen sene Ramazan ayına şahit olan binlerce insan bu Ramazan ayına ulaşmadan ayrılmış oldular bu dünyadan. Belki bizler de bu Ramazan’a şahit olacağız ama bir sonraki Ramazan’a şahit olamayabiliriz. Öyleyse bu büyük fırsat ve imkândan mutlaka kazançlı çıkmanın yollarını aramalıyız. Ramazan ayında, vahyin sesine kulak vermeli ve gidişatımıza yeniden vahyin ışığında çeki düzen vermeliyiz. Yoksa aynı sıkıntılar içerisinde hayatımızı tüketerek anlamsız ve amaçsız bir şekilde yaşantımızı devam ettirir kendimize eziyet etmiş oluruz. Oysa akıllı insan Rabbinin kendisine indirmiş olduğu mesajlara kulak veren ve ahiret hayatı için hazırlık yapandır. Nitekim bir hadis rivayetinde Allah Resûlü; “akıllı insanın, ölümü hatırlayıp ve ölümden sonraki hayat için hazırlık yapan insan olduğunu” bildirmektedir.
Ahiretini mahvederek dünyasını imar eden bir insan elbette ki ahmak bir insandır. Çünkü dünya hayatı eninde sonunda son bulacak fakat ahiret hayatı, ebedî olarak sürekli devam edecektir. İşte bunun içindir ki akıllı insan, yatırımını, gayretini, çabasını geçici dünya hayatına yönelik değil, kalıcı ahiret hayatına yönelik yapmalıdır.
Ramazan ayında, Kur’an’ı anlayarak okumalı, ayetleri, mesajları üzerinde uzun uzun düşünmeli ve bu mesajları hayatımızda uygulamanın yollarını aramalı ve bu konuda gayret göstermeliyiz. Bol bol tefekkür ve istiğfar etmeli, Allah’ın zikri olan Kur’an ile meşgul olmalıyız. Oruç ibadetimize ve bu ibadetin maksadı olan nefsi terbiye ederek azalarımızı yanlışlardan, kötülüklerden uzak tutma bilinci içerisinde hareket etmeliyiz. Bu ayda zihnimizi, gönlümüzü, azalarımızı salih ameller ve takva ile inşa ve ıslah etmenin gayreti içerisinde olmalıyız. Kısaca Ramazan ayında bizleri Allah’ın rızasına ulaştıracak ibadetleri titizlikle yerine getirme gayreti içerisinde olmalıyız.
Maalesef o kadar dünyevileşti ki, Ramazan ayı da bundan nasibini aldı. Artık içinde yaşadığımız toplumda Ramazan ayı geldiğinde Ramazan pideleri, Ramazan şerbetleri, çeşit çeşit yemek tarifleri, lüks iftar menüleri, Ramazan çadırları ve buralarda yapılan eğlenceler Ramazan algılarımıza hakim oldu. Ramazan ayındaki ibadet ve kulluk ruhu kayboldu ve bunun yerine maalesef yemek ikramları, eğlence programları hakim oldu. Kur’an’ı anlamadan sadece yüzünden okuyarak yapılan hatimler, mukabeleler bunun tuzu biberi oldu. Anlaşılmak için inmiş bir kitabı, anlamadan okuma yarışına girdik. Dinin en önemli emirlerinden bir tanesi olan beş vakit namazını kılmayanlar, sünnet olup olmadığı tartışılan teravih namazını kılmak için camileri dolduruyorlar. Elbette ki burada teravih namazını kılanları yadırgamıyoruz. Yalnızca, nafile ibadetin farz ibadetinin önüne geçirildiği bu yozlaşmış anlayışı yadırgıyoruz. Bu durum, bizlerin, doğru bir kulluk anlayışından ne kadar uzak olduğumuzun göstergesidir.
Arzumuz, Rabbimizin mesajına dikkat kesilip Resûlullah’ın (s.a.s.) örnekliğinde Ramazan ayını ve bu aydaki mesajları doğru anlamak ve doğru yaşamaya çalışmaktır. İşte o zaman kulluğumuz da doğru olur, hayatın içerisindeki yaşantımız ve mücadelemiz de doğru olacaktır. Bu gerçekleşince Rabbimizin yardımıyla toplumda vahyin gerçekleştirmek istediği ıslah ve inşa kendisini gösterecektir. Rabbim Ramazan ayı başta olmak üzere diğer bütün aylarda, vahyi merkeze koyarak Resûl’ün örnekliğinde güzel bir kulluk ve davet mücadelesi ortaya koyan kullarından olmayı bizlere nasip eylesin! Kur’an ayında, Kur’an’ın istediği yurdu inşa etmek ve bu yurtta yaşamak gayreti ve duası ile.
MEKKE’Yİ BİR DE BU YÖNDEN OKUSAK! - KAZIM ŞENSALTIK
Mekke dönemini hemen her Müslüman az veya çok birkaç kitaptan okumuştur. Bu yazımızda Mekke’yi ve Hz. Peygamberin risaletinin ilk yıllarını farklı bir pencereden bakarak okumaya çalışacağız. Mekke klasik tabir ile her tarihî kaynakta müşrik bir toplum olarak isimlendirilir. Kısmen doğru bir isimlendirme olsa da aslında eksik bir değerlendirme diyebiliriz. Mekke toplumu çok yönlü incelendiğinde çok farklı inanç ve kültürün toplandığı bir merkez. Örneğin bu toplumda Hz. İbrahim’den gelen bir Hanif kesim var. Ayrıca Yahudilik, Hristiyanlık vb. birçok inanç var. Bugünün tabiriyle demokratik bir toplum desek yanlış olmaz. Onlar bugünün demokratlarından çok daha özgürlükçü, kendi coğrafyasındaki inançlara karşı oldukça müsamahakâr bir toplum, yeter ki ticaret ve çıkarları zarar görmesin. Bu toplum da herkes, her inanç kendi inancını, ibadetini rahatlıkla yapar ve kimse kimseye müdahale etmez. Örneğin hac var, namaz var, oruç var, kurban var. Diğer inançların da ibadetleri var. Herkes bu konuda oldukça özgürdür ve hiç biri kınanmaz. Hatta inandığın putunu getir, Kâbe’ye koy. Bundan kimse alınmaz, aksine memnun olurlar. O toplumda her inanç kendine yer bulur ve bu çok yönlülük Kâbe’deki putların çokluğuyla kendini gösteriyor zaten. O dönemdeki Mekke toplumuna bu sistemi getiren en temel sebep ticaret yolunun üstünde olması ve Afrika’dan Bizans’a Sasani’den Hindistan’a kadar uzanan ticaret yolları ve bu yollarla farklı inanç’tan tüccarlarla olan münasebetleri. Bu ilişki ağları o dönemdeki Mekke’yi böyle bir merkez haline getirmişti. Tamamen çıkar ve menfaat temelli bir yapı. Buraya kadar okuduğunuzda sanki yaşadığımız toplumu tarif ediyorsun diyebilirsiniz ama öyle değil Mekke’den bahsediyorum. Bu toplumda sınıflar vardı: Soylular, tüccarlar ve köleler. Toplum katmanları bunlardan oluşuyordu. En çok itibar edilen kesimlerin önce din adamları yani cemaat liderleri sonra soylu aileler ve zengin tüccarlar olduğunu o dönemi okuyan herkes az çok anlamıştır. Din adamlarına bir örnek Varaka bin Nevfel, kabile olarak mahsun oğulları, Ümeyye oğulları vb. birçok kabile vardı. Kureyş kabilesinin Kusay’dan gelen bir ağırlığı vardı. Özellikle Kâbe ve hacılara hizmet görevleri vardı. Konumuz İslam tarihi değil. Konumuza dönersek Mekke Hz. Peygamber’den önce böyle bir yapıdaydı. Çok kültürlü, yönetim ve çıkarlarına zarar gelmediği sürece herkesle rahat geçinen bir yapı oluşturmuştu.
Peki, böyle özgürlükçü bir toplum neden Muhammed (s.a.s) bana Risalet verildi deyince “Lâ ilâhe illallah” deyin kurtulun çağrısına şiddetle karşı çıktılar? Neydi onları Hz. Peygambere hasım eden? Emin dedikleri kişiye düşman eden bir şey olmalı. Hz. Peygamberin bu çağrısının ne anlama geldiğini çok iyi biliyorlardı. Bunu söylemek yukarıda yazdığımız bütün menfaatlerden vazgeçmek demekti. Dikkat edin bu özgürlükçü toplum Hz. Muhammedin çağırdığı dini özgürlük alanının dışında bir tehdit olarak gördü ve düşman kesildi. Sonra pazarlık için gelenleri ve ikna çabalarının sonuç vermediğini okumuşsunuzdur, konumuz bu değil.
Gelelim Hz. Peygamberin Mekke döneminde inşa ettiği sisteme. Bizim üzerinde duracağımız asıl konu burası. Biraz ezber bozan bir bakış açısıyla konuya bakacağız. Bizim okuduğumuz klasik siyer de genelde Hz. Peygamber’e tabi olanları köleler, garip guraba ve ezilen kesim olarak okuyoruz. İşte Mekke de Hz. Peygamber bir yapı inşa etti. Bu yapının omurgasını Mekke’nin zengin soylu ailelerinin gençleri ve aile fertleri oluşturuyordu. Bunlara birkaç isim örnek olsun diye yazayım. Hz. Ebubekir, Hz. Osman bin Affan, Hz. Musab bin Umeyr vb. birçok soylu ailenin fertleri. Ali bin ebu talip, Cafer bin tayyar gibi. İsmini yazdığım ve yazmadığım birçok soylu ailenin fertleri vardı, Mekke’de iman eden. Bu soylu ve zengin insanlar aynı zamanda diplomasiyi iyi bilen tüccarlardı. Birçok devlette ticaretleri ve tanınmışlıkları vardı. Hz. Peygamber Mekke dönemini bunların üzerinden kurguladı. İman eden köle ve garipleri bunların himayesine verdi, desek yanlış olmaz. Bu garip köleleri ve ezilen insanları, bu maddi durumu iyi olanlar bakmakla yükümlüydü aslında. Hz Ebubekir’in köleleri satın alıp azad etmesi buna bir örnek. Onun oluşturduğu bir yapı vardı. Cemiyet deyin, cemaat deyin, ne derseniz deyin, amma bir yapı kuruyor. Kurduğu bu yapıyı Allah kendisine bildiriyor veya yönlendiriyor muhakkak. Çünkü yanlış yaptığında uyarılıp düzeltildiğine göre yaptıkları Allah’tan onay alıyor demektir. Burası çok önemli. Kurulan yapının sac ayaklarını toplumda saygın kişiler oluşturuyor. Bu oluşum anında karşı özgürlükçü cepheden tepki geliyor. Çünkü yapılmak istenileni anında anlıyorlar ve şiddetli bir karşı koyuş var. Bu yapılan aslında zengin ile fakiri birleştiriyor, sömürüyü değil hakça paylaşımı ön görüyordu. Mekke toplumunda bunun tersi işliyordu. Zenginler daha zengin oluyor, fakirler daha fakir oluyor. Bundan varlıklı vicdan sahibi insanlar da rahatsızdı. Amma yapacak bir şeyleri yoktu. Peki, bunu nereden çıkarıyoruz? Şöyle nübüvvet yok Mekke de “Hılful Fudul” diye bir müessese oluşturuluyor. Bu müessesenin görevi malı zorla alınan insanların haklarını savunmak. Bu kuruma katılmak üzere yeminleşen kabileler şunlardır: Benî Hâşim, Benî Muttalib, Benî Zühre, Benî Teym ve Benî Esed. Toplantıya Benî Hâşim'den düzenlenmesine ön ayak olan Zübeyr b. Abdülmuttalib'den başka o sırada yirmi (veya otuz beş; İbn Habîb, s. 53) yaşında bulunan Hz. Muhammed de katıldı”. Buradan da anlaşılacağı üzere Hz. peygamber ta o yaşlarda bile o sistemin yanlış olduğunu biliyordu. Buradan şunu çıkarmayın o okuma yazma bilmezdi ayetine ters bir şey çıkmasın. Kast ettiğimiz şey o çok zeki ve yaşadığı toplumu tanıyan biriydi. Sistemin nasıl işlediğini çocukluğundan itibaren ailesinden biliyordu. Hz. Peygamberin ailesi ve kabilesi Mekke’nin yönetim sisteminin içindeydi, bunu dedesinden biliyoruz. İşe ilk buradan başladı, varlıklı ailelerin fertlerini İslam’la tanıştırdı ve onlardan İslam’la şereflenen garip ve köleleri koruma ve muhafaza etmelerini istedi. Zaten uygulamada bunları görüyoruz. Hz Ebubekir’in ve Osman bin Affan’ın yaptıkları bunların örnekleri. Bir sonraki hamle stratejik olacak bir şekilde, İslamlaşan ve Mekke’de eziyet gören Müslümanların bir kısmını özellikle de diplomatik becerisi olanlarını Habeşistan’a gönderiyor. Habeşistan’a gidenler oraya yerleşiyor bir üs oluşturuyorlar. Siyer kaynaklarından okuduğumuz kadarıyla hiç de aciz insanlar değildirler. Aksine kral’ın karşısında oldukça özgüvenle konuşuyorlar ve diplomatik olarak da okudukları ayetler kendilerinin ne kadar bu konuda becerikli olduğunu gösteriyor. Mus’ab bin Umeyr’in Medine’ye İslam’ı anlatması için gönderildiği gibi. Özellikle Mus’ab seçiliyor, çünkü diplomasiyi iyi bilen birisidir. Mus’ab’ın ailesi böyle bir aile, kendisini de böyle yetiştirmiş. Hz peygamber onu tercih ediyor ve onun bu yeteneği Allah’ın yardımıyla Medine de kısa zamanda meyvelerini veriyor.
Buradan günümüze muazzam mesajlar var. Bizim başarıya ulaşmamız için bu mesajlara dikkat etmemiz elzem. Hz. Peygamber Mekke’de kurduğu cemaatte kendisine tabi olan, yani cemaatine katılan tüm fakir garip ve kölelerin mali durumlarını üstüne aldı. Yani bugün kendini cemaat lideri görenler veya ilan edenler bu mesaja dikkat. Eğer bir cemaat olduğunuzu iddia ediyorsanız cemaatinize katılan tüm garip fakir insanların mali yükümlülüğü sizlerin üzerindedir. Evlerinde aç kalsalar, çocuklarına ekmek alamasalar ve daha önemlisi kiralarını ödeyemeseler vebali ve sorumluluğu cemaatin liderinin üstündedir. Eğer bunları sağlayamıyorsanız cemaat olmamışsınızdır en azından Hz. Peygamberin oluşturduğu cemaati oluşturmamışsınızdır. Kendi istediğiniz bir cemaat olmuştur buda başarısız olacaktır.
Çağrım cemaat mensuplarına bakın araştırın. Hz. Peygamber Mekke’de bile bunları oluşturdu sizde liderinizden bunları isteyin. Bu sizin en temel hakkınız ve liderinizde varsa bunları temin etmekle yükümlü. Bu uygulama Medine döneminde de devam etti, hatırlayın Ensar muhacir kardeşliğini. Ensar olmak istiyorsanız cemaatinizin içinde ki muhacirleri önce görün sonra yurt dışından muhacir arayın.
Şuraları iyi okumanızı istirham ediyorum. Siyer kitabı alın ve birde bu açıdan okuyun. İslam tarihi okuyun, karşınıza yöneticilik yapmak isteyen pek bulamazsınız. Halifelerde dâhil yöneticiler, kendileri bu görevleri istemezler, istemediler peki neden hiç düşündük mü? Yukarıda yazdığım ağır sorumluluklardan uzak durmak için kimse bu yükü yüklenmek istemedi ki, doğru olanda budur. Müslümanlar kendi aralarında bu tür görevler için istişare ederek birilerini görevlendirir ve kendisine bu ağır sorumluluk için destek olacaklarını da bildirirdiler. O insanlar bu yüklerden hep korktular, üslenmek istemediler. Çünkü böyle bir güçleri olmadığını düşündüler. Bugün bizim cemaatlarımıza bir bakın, tersini göreceksiniz. Fakir, garip çalışır, cemaate aidat vb. paralar öder, lider bunlardan kendini ve ehlini geçindirir. Yetmez birde yakınlarını görevlendirir. Birer maaş bağlayanlar yok değil, haklarını yemiyelim. Okuduğunuz siyer kaynaklarında ne Hz. Peygamber’de ne Ebubekir de ve ne de Hz. Ömer (r.a) ‘de böyle bir şey göremezsiniz. Kendi yakınlarını cemaatinde görevlendirip maaş bağlamadı, bunun tersini yaptılar. Bizim sözde cemaat liderleri, sizce ilk yazdığım özgür Mekke yöneticilerine mi benziyor yoksa Hz. Peygamberin kurduğu sistemdeki cemaate mi benziyor siz karar verin. Biz bu yazımızda Mekke’ye farklı bir açıdan baktık. Bildiğimiz kadarıyla okuduklarımızı tahlil etmeye gayret ettik. Yazdıklarımız hakikatin tâ kendisidir, demiyoruz. Bunlar bizim anlayabildiklerimiz. En doğrusunu Allah azze ve celle bilir. Yanıldıysak rabbimizden affımızı diliyoruz. Rahmetli Ahmed kalkan hoca’nın “Ben hiçbir cemaatin adamı olmam” dediğini şimdi anlıyorum. Hep şöyle derdi ben cemaat kurup lideri olmam. Bu ciddi bir iş. Benim bunlara gücüm yetmez. Ben kurdum, gelin bana tabi olun. Hiçbir zaman hiçbir kimseye demem. Bunu doğruda bulmam derdi. Allah’u alem belkide bu gerçekleri bildiği içindi. Kendisini özellikle davet eden, hocam gel başımızda dur, etrafında toplanalım diyenler olduğu halde hiç düşünmedi ve böyle bir yapıya yanaşmadı. Hep bütün Müslümanlar bir arada olmalı derdi. Doğru olan bu, ben böyle düşünüyorum, derdi. Faydalı olduysak dualarınızda bizleri de unutmayın. Rabbim kendisine hakkıyla iman eden, razı olduğu kullarından kılması duasıyla Allah’a emanet olun.
Ölüm bedenin ceset haline dönmesi ve aslı olan toprağa karışması; ruhun ise Allah'a dönmesidir. İslâm'la tanışmayan yetişkin her birey mânen ölüdür. İslâm diriltir, hayat verir ve sonsuzluğa hazırlar. Sonsuzluk diyarında, Dünya’da İslâm'la dirildiği için; ebedi âlemde sonsuz mutlu yaşar.
Ölüm insan için ne kadar soğuk olsa da; Allah insanı İslâm nimeti ile diri tutar. İnsana, dünyada geçici beden elbisesi verilmiş ve fıtratına uygun yani helâl olandan beslenmiş beden her daim ruhunu da besler.
Fıtratına aykırı yaşayan her kişi, ölümden korkar. Dünyaya kazık çakma niyetinde olanlara dünya da cazibesini sunar. Dünyayı kullandığını zanneder lakin dünya onu kullanır ve sonrada paçavra gibi bir tarafa atar.
Manen ölü gibi yaşar, bedeni çürüyerek ölür; ruh ise yeniden dirilecek güne kadar bekler, sonsuzluk âlemine doğar ve cehennemde ne yaşar nede ölür. Gerçekle karşılaşır ve keşkeler havada uçuşur. "Keşke fıtratıma uygun yaşasaydım, keşke iman etseydim, keşke ölüm beni yok etseydi, keşke, keşke, keşke..!”
Mü'min ise ölümsüzdür. Eskiyen bedeni güzel ve genç bedenle değiştirilir. Mü'min hayatını şehit gibi yaşadığı ve Allah’ın varlığına ve birliğine tanık ve şâhit olduğundan, ölse bile Rab katında diridir ve rızıklanıyordur.
Kâinat bile kıyâmet ile değişikliğe uğrayacak, haliyle insan bedeni değişecek. Bedenine yatırım yapan insan hep yanılgı içindedir. Çürüyüp toprak olacak, ceset, bu beden aslına dönecek. Yatırım için hiçte kârlı değildir. Ruhuna ve sonsuzluk âlemine yatırım yapan her zaman kârlıdır, hiç kaybedeni olmamıştır. Yatırımının karşılığı, cennet ödülü ile taçlanacak.
Ölüm yok oluş değil; yeniden doğuştur. Eskiyen beden veya hasta ve kanserli beden, uzvu eksik, zayıf, obezite, yatalak bedenler hepsi değişikliğe uğrayacak ve taze beden verilecek. Hastalanmayan ve ölmeyen bedene, ruh girecek ve orda kalacak.
Bu beden artık kendisine aittir. Cehennemlik olsa bile bu böyledir.
Kâinat ve dünya kıyâmet sahnesi ile değişimle yepyeni olacak çünkü zaman mefhumu bile ortadan kalkacak. Haliyle insan bedeninde değişime uğrayacak. Adaletsiz dünyanın ahirinde adil bir yaşam bizi bekliyor olacak. Hiç kimse haksızlığa uğramayacak herkese hakkı tam verilecek. Dünyada zalimlik yapmışlar olanlar üzgün, İslâm ile hakkı haykırmış olanlar ise mutludur.
Müslüman, İslam'la hayat bulmuş dirilmiştir. Berzahta Rab katında diri ve bilmediğimiz şekilde rızıklanıyor. Sonsuzluk ve ebedi âlemde yani kendisine tahsis edilen cennette, ebedî mutlu bir yaşamla sevinecek.
Ne mutlu Müslüman gibi yaşayanlar..!
Ne bedbahtır kâfir gibi yaşayanlar..!
Kıl beni ey Rabbim! Öyle bir kıl ki melekler tutsun elimden, insanlık emin olsun dilimden. Kıl beni ey Rabbim! Kıl ki dirileyim yeniden, inşa olayım, kalkayım, sıyrılayım küllerimden. Kıl beni ey Rabbim! Beni benliğimden alıp götür sonsuz rahmetine. Beni kendine kul kıl ey Rabbim!
Ey merhametlilerin en merhametlisi! Ey bağışlaması bol olan Rab! Beni de sevdiğin kullarından kılmaz mısın? Sen esirgeyen ve bağışlayansın, bu aciz kulunun tut elinden, çıkar aydınlığa, günahlarını bağışla, rahmetine kavuştur. Kıl beni ey Rabbim! Senin hak dediğine muhafız kıl. Senin kitabına asker kıl. Ey kalpleri evirip çeviren! Benimde kalbimi senin sevdiklerini sevmeye, buğz ettiklerine buğz etmeye çevir. Kıl beni ey Rabbim! Senin resûllerine, kitabında andıklarına ve dostlarına varis kıl.
Ey yerlerin ve göklerin Rabbi! Sen her şeye kâdir olansın, beni yaratılmışlara değil, yalnız kendine kul kıl. Kıl ki rahmetine mazhar olayım. Ey göğüslerde saklı olanı bilen, benimde gönlümde sakladığımı bilensin. Eğer gönlümde olandan razı değilsen, onları gönlümden sil, razı olduklarınla gönlümü doldur. İnşa et beni ey Rabbim! Kendinle ve rahmet ettiğin Peygamberlerinle beraber kıl beni. Kıl beni ey Rabbim! Rahmetinle kuşat, azametinle inşa et beni; etki sana kul olayım. İnşa et beni Rabbim! Et ki senin yoluna ulaşayım, senin yeryüzündeki askerin olayım. Ben acizim, sen galipsin ey Galip olan Rabbim! Beni kendinden başkasına muhtaç eyleme. Ben senin kulunum, sen kulunu kendinden başkasına ihtiyaç duydurmazsın acziyetimi ve darlığımı sadece sana arz ediyorum, biliyorum ki bana senden başka yardım edecek yok.
Kıl beni Rabbim! Hz. Musa (a.s.) gibi firavunların karşısında hakkı haykıran ve yalnız sana güvenen kullarından kıl. Kıl beni ey Rabbim! Hz. İsa’ın (a.s.): “Yok mu bana yardım edecek” dediğinde; “Biziz senin yardımcıların” diyenlerden kıl. Hani Mekke’de: “Muhammedi (s.a.s) nasıl bilirdiniz” diye sorulduğunda: “Biz onu doğru sözlü, emin birisi bilirdik” diyorlardı. Ey Rabbim! Bizi de o emin olanlardan kıl. Ey Rabbim! Müşrikler haykırarak: “Kimdir bugün size yardım edecek” dediklerinde: “Allah Azze ve Celle” diyenlerle beraber kıl. Ey Rabbim! Hani Hz. Lokman (a.s.): “Ey oğulcuğum” diyerek başlayan öğütleri vardı, işte beni de o öğütleri alanlardan kıl. Ey Rabbim! Hz. Süleyman (a.s.)’a verdiğin saltanatı ve gücü kendisine sorulduğunda: Bu âlemlerin Rabbinin kudretidir” diyordu ya, beni de o imana ulaşan kullarından kıl. Kıl beni ey Rabbim! Yoluna ram olanlardan kıl. Vahyine muhatap olup iman edenlerden kıl. “Benim ölümüm yaşamım yalnız âlemlerin Rabbi Allah içindir” diyenlerden kıl. Senin razı olduklarından, rahmetine ve mağfiretine duçar olanlardan kıl. Ey Rabbim! Bizleri şımarıp azanlardan, senin yolunun üstünde durup saptıranlardan emin eyle. Ey Rabbim! Aldatıcıların aldatmasından, yalancının şerrinden, senin adını kullanıp saptırıcıların şerrinden bizi emin ve muhafaza eyle. Ey azamet sahibi! Bizi, senin nurunu söndürmek isteyenlere karşı muhafız kıl. Ey Rabbim! Sen kitabında neyi Murad ettiysen, onu anlama hikmeti ver bizlere. O muradını yerine getiren kullarından kıl. Ey rabbimiz! Bizleri Kur’an’ı yurt edinen, vahyinle inşa olan kullarından kıl. Ey rabbimiz yeryüzünü selamet yurduna dönüştürme gücü ver bizlere. Senin nurunun tamamlanması için yoluna ram olan kullarından kıl. Âmin.
Değerli Kardeşlerim! Bu makalem üç kısımdan oluşmaktadır. Birinci kısımda Eylül 2022 tarihinde ki 3 günlük ziyaretimizin içeriğiyle alakalı bilgiler verdim. İkinci kısımda ise genel olarak yolculuk ve Müslümanları ziyaret hususunda bu yolculuktan çıkarmış olduğum mesajları paylaştım. Son bölümde ise genel olarak Müslüman kardeşlerime bazı nasihatlerde ve hatırlatmalarda bulundum. Rabbim Ümmet-i Muhammed’e hayırlar versin!
Birinci Kısım:
ZİYARETİN İÇERİĞİYLE İLGİLİ BİLGİLER
Bir grup kardeşimle 9 Eylül ile 11 Eylül 2022 tarihleri arasında çıkmış olduğumuz ziyaret turunu Allah’a şükür güzel bir şekilde tamamlamış olduk. 3 günde, 6 şehire gittik. Bu şehirler sırasıyla: Ankara, Konya, Eskişehir, Kütahya, Bursa ve Çanakkale’dir. Tabi bu yolculuk, gezi amacıyla yapılmadı. O nedenle Kütahya Kalesi dışında gezilecek hiçbir yere gitmedik. Bu yolculuğumuzun öncelikli amacı: Ahmed Kalkan Hocamızla alakalı yapacağımız anma gecesinde kullanılmak üzere bir video hazırlamaktı. Ziyaret ettiğimiz bazı hocalarla, Ahmed Kalkan Hocamız hakkında röportaj yaparak bunları bir videoya dönüştürmek. İkinci amacımız ise bölgedeki değerli hocalarımızla ve Müslümanlarla görüşmek ve onlarla istişare edip güzel anılar biriktirmekti.
Cuma sabahı yola çıktık ve Ankara’nın yolunu tuttuk. Öncelikle biraz geç çıkmamıza rağmen cuma namazına İLKAV’a yetiştik. Bu bizi oldukça sevindirdi. Zira yetişemeyeceğimizden endişe ediyorduk. Cuma namaz’ından sonra Emrullah Ayan Hoca başta olmak üzere birçok güzel insanla oturup muhabbet ettik. Ayrıca bize en güzel şekilde ikramda bulundular. Allah razı olsun. Ankara oldum olası bana hep soğuk ve resmî gelmiştir. Ama daha önce de birçok defa gittiğimde yaşadığım duyguları yeniden yaşadım. Ankara, ancak Müslümanlarla sıcaktı, güzeldi. Muhabbet Allah için olunca değerliydi. Hiç tanımadığınız insanlarla sanki kırk yıllık dost gibi muhabbet etmek herhalde ancak Müslümanlara has bir özelliktir.
Ankara’da fazla oyalanmadan Konya’nın yolunu tuttuk. Zira ilk defa gidecektim ve doğrusu heyecanlıydım. Uzun uzun ovaları bitmek bilmiyordu bir türlü. Yollar gittikçe daha da uzuyor gibiydi. Ve sonunda kendimizi Alaaddin Palevi Hocanın karşısında bulmuştuk. Kendine ait konuşma tarzı, hareket ve davranışlarıyla bizi misafir etti. Etrafındaki kardeşler hizmet ettiler. Bizde kendisinden bol bol nasihat almaya çalıştık. Zira kendisi Arapça ve Kur’an kavramları konusunda belki Türkiye’de rakipsiz denilecek bir ilme sahipti. Alimleri gördüğünüzde çokça faydalanmaya bakın. Ama vaktimiz sınırlı olduğu için kalkmak zorundaydık. Röportaj yapacaktık ama hocanın dersi vardı. Ya bir saate yakın bekleyecektik ya da hoca dersi iptal edecekti. En sonunda Alaaddin Hoca önümüzdeki günlerde İstanbul’a geleceğini söyleyince röportajı İstanbul’a havale ettik ve Müslümanlarla vedalaşarak oradan ayrıldık.
Yine Konya’da bulunan başka bir hocamızı ziyaret için yola düştük. Yarım saat kadar sonra Musa Kazım Yılmaz Hocanın evindeydik. Saatlerde 22:30 gibiydi. Sağolsun hocamız bizi güzel ağırladı. Geceyi burada geçirecektik. Ama uyumak ne mümkün. Sohbet, muhabbet ve çay… Musa Hoca, bizi oğlu gibi sevdiği Ahmet kardeşle birlikte ağırladı. Sonra Ahmet kardeş bizden iki kardeşi misafir etmek için kendi evine götürdü. Biz ise 3 kişi Musa hocayla muhabbete sabah namazına kadar devam ettik. Bu arada ben son bir saat uyumuştum. Musa Hocayla birçok konuyu konuşma imkanımız oldu. Kendi adıma faydalı olduğunu düşünüyorum. Özellikle Kur’an’ın anlaşılması ve Müslümanlar hakkında konuştuklarımız önemliydi. Merhamet öncelikli bir ahlaka sahip olmamız gerektiğinin altını bol bol çizdi hocamız. Sabah namazını birlikte kıldıktan sonra hocamızın, sabah ki Arapça dersine katıldık ve sonra ver elini çorbacıya… Çorbamızı içip karnımızı doyurunca veda vakti gelmişti. Musa Hoca ve Ahmet kardeşle de vedalaşıp yola çıktık. Aslında Konya’ya gelmişken rahmetli Ali Küçük Hocamızın kabrini de ziyaret etmeyi düşündük ama vaktimizin darlığı sebebiyle imkanımız olmadı. İnşaallah bir daha Konya’ya gelirsek rahmetli hocamızı da ziyaret ederiz.
Evet, Konya gezimiz burada bitmişti. Artık güzel şehir, Eskişehir’in yolunu tutma vaktiydi. Zira bizi Üstad Atasoy Müftüoğlu Hocamız bekliyordu. Zira hocaları fazla bekletmemek gerekiyordu. Seksen yaşına gelmiş, bembeyaz saçları ve sakalıyla ilmi faaliyetlerine devam ediyordu. Kendisinin de itiraf ettiği gibi yaşlılık hastalıkları baş göstermiş ve bir gözünü kaybetmişti. Hali hazırda ki tek gözüne de gözü gibi bakıyordu. Hocamızın dikkat çeken ilk özelliği belki de konuşma diksiyonuydu. Çok güzel konuşuyor, hitap ederken “Efendim” gibi saygı sözcükleri kullanıyordu. Kendisiyle ilk defa yüz yüze geliyorduk. Ama gerçekten etkileyici bir yanı vardı. Özellikle Atasoy Hoca, Müslümanların ufuklarını açma konusunda çokça gayret göstermiş bir düşünce adamıydı. Kendi elleriyle getirdiği kahve ve tatlı ikramı ile birlikte çok hoş bir muhabbet yaptık. Ahmed Hocamızla alakalı röportajı tamamladıktan sonra bir de: “Bize ve Müslümanlara neler tavsiye edersiniz?” diye kısa bir röportaj daha yaptık. Daha sonra bize kitap hediye etti, Atasoy Hoca. Çok zarif bir kişiliği vardı. Ümmet için çok faydalı bir insandı. Onu yakından görünce daha önce niye gidipte kendisiyle tanışmadığım için üzüldüm. Evet, son olarak Atasoy Hoca, Müslümanlar için ufuk açıcı ve yol gösterici, düşünce işçisi bir âlimdir. Mutlaka, ömrünün son dönemleri olsa da düşüncelerinden ve eserlerinden faydalanmak gerekir diye düşünüyorum. Müsaade isteyip yola revan olduk.
Şimdi sıra Kütahya’nındı. Evet, Ahmed Hocamızın memleketi… Orada doğmuş ve büyümüştü. Rahmetli hocamızdan üç yaş büyük ve aynı zamanda kendisi de bir hoca olan Salih Kalkan Hocayı ziyaret ettik. Bizi evinde ağırladı ve güzel bir şekilde ikramda bulundu. Yüz hatları ve vücut tipiyle aynen rahmetli hocamızı andırıyordu. Geçen yıl Ahmed Hocamızın cenaze töreninde tanışmıştık. Uzunca muhabbet ettik. Ona, Ahmed Hocamızın küçüklüğünü, gençliğini, ailesine karşı duruşunu sorduk. Bize birçok bilmediğimiz şeyler anlattı. Kendisiyle röportajımızı yaptık. Nasihatlerini dinledik. Daha sonra müsaade istedik. Kendisiyle fotoğraf çekmeyi de unuttuk maalesef. Sonra Kütahya’da ikinci olarak Coşkun Uzun ağabeyi çalıştığı dükkanda ziyaret ettik. Kendisiyle de hoşça muhabbetten sonra Kütahya Kalesine doğru yol aldık. Üç günlük yolculuğumuz boyunca tek gezdiğimiz yer burasıydı. Evet, muhteşem bir manzarası vardı. Tüm Kütahya ayağımızın altındaydı. Keşke Kütahya’yı Ahmed Hocamız hayatta iken kendisiyle birlikte geziverseydik diye düşündüm. Bu kısa kaçamaktan sonra yine yola düştük.
Şimdi de sırada Osmanlı’nın doğduğu şehir olan Bursa vardı. Her tarafı yeşil Bursa… Bizi Bursa’da Cem Gülseven abi ve arkadaşları ağırladılar. Hem işyeri hem de mescit olarak kullandıkları bir yerleri vardı. Burada oturduk muhabbet ettik, yedik, içtik. Sağolsun onlarda bizimle birlikte gecelediler. Bu arada bir ara Bursa’da ikamet eden bir ağabeyimizi de evinde ziyaret ettik ve sonra yine mescide döndük. Biraz muhabbet ve namazdan sonra uyuyabildik. Sabah namazına kalktık. Sonra bir kahvaltı hazırladı kardeşler. Kahvaltı sırasında ve sonrasında bazen hararetleşen ama genel olarak merhamete dayalı bazı konularda karşılıklı müzakerelerimiz oldu. Birbirimize sarılarak, kardeş olduğumuz bilinciyle vedalaştık ve Bursa’dan ayrıldık.
Yolculuğumuz gerçekten çok güzel geçiyordu. Bursa’dan yola çıkıp soluğu Çanakkale Gelibolu’da Roman kardeşlerimizin, abilerimizin yanında aldık. Bu kardeşlerin olduğu bölge gerçekten çok özel bir yerdir. Burada, Cengiz Köksal abi ve birkaç arkadaşının gayretleriyle çok eski yıllardan beri devam edegelen tevhidî bir çalışma sürdürülüyor. Birçok cemaatten tanınmış hocalar buraya gelip sohbetler yapmış, dersler vermişti. Acizane bende bir dönem, Ahmed Hocamın takdiriyle buraya birkaç kardeşle birlikte ayda bir gelip ders veriyordum. Çok güzel, çok sıcak insanlardı. Bir kısmı kendini yetiştirmişti. Dertleri vardı, Müslümanlardan yana ama o dertler, bizimde derdimizdi. Hasbihal ettik, dertleştik. Sonra onlarda, maruf olan kahve sohbetleri faslına geçtik. Burada, kardeşler özellikle akşamları toplanıp sohbetler yapıyorlar. Gelen misafirleri de bu sohbetlerde konuşturuyorlar, soru soruyorlardı. Bu seferde öyle olmuştu. Bizden, Selçuk Koç ağabeyle Asım Şensaltık Hocam, kardeşlerin sorularını cevapladılar. Kardeşlerimizin yapmış oldukları bu kahve sohbeti konsepti gerçekten çok güzeldi. Her güzel şeyin sonu olduğu gibi vaktimiz dolmuş ve ziyaretimizin sonuna gelmiştik. Gerçekten çok memnun kaldığımız Gelibolu’lu kardeşlerden izin istedik. Birbirimize sarıldık ve yeniden buluşmak ümidi ve duasıyla yola çıktık. Şimdi, yolumuz İstanbul’aydı. Döndük dolaştık, dağları aştık, yine İstanbul’a geldik. Evet, gerçekten üç günlük bu yolculuk ve ziyaretlerden memnun kalmakla birlikte yorulduk. Tatlı bir yorgunluk vardı üzerimizde. Güzel ve huzur dolu bir uyku bekliyordu bizi…
İkinci Kısım:
BU YOLCULUK VE ZİYARETLERDEN ÇIKARDIĞIM BAZI MESAJLAR
Üçüncü Kısım:
MÜSLÜMANLARA GENEL MESAJLAR!
Değerli kardeşlerim! Kur’an Yurdu Mescidi olarak bu yolculuğu ve ziyaretleri yaparken, siz kardeşlerimize vermek istediğimiz birçok mesaj var. Bizler, Ahmed Kalkan Hocamızın talebeleriyiz. Şunu bilmenizi isteriz ki: Hocamızı hiçbir zaman unutmayacağız ve unutturmayacağız. Tabii ki hataları ve eksikleriyle birlikte hocamızda bir insandı. Onu hiçbir zaman haddinden fazla yüceltmeyeceğiz. Ama hak ettiği övgüyü de yapmaktan geri durmayacağız. Bu nedenle hocamızın vefatının birinci yıl dönümünde kendisiyle alakalı bir program yapmaya karar verdik ve bu programın içeriğini doldurmaya çalışıyoruz. Hocalarla yaptığımız bu röportajlarda bu sebebe mebnîdir.
Kardeşlerim! Kurulduğumuz günden bugüne kadar kendimiz dışındaki Müslümanlarla da iletişim halinde olmaya devam ediyoruz, edeceğiz. Bu konu da tüm Müslümanlara yalnız kalbimiz ve kucağımız değil tüm imkanlarımız da açıktır. Ümmetin menfaati için olacak bütün faaliyetlerde, Müslümanların yanında olacağımızı ilan ediyoruz. Bu ziyaretle Müslümanların kardeşliğinin arttırılması için gerektiğinde, ayaklarına kadar gitmeye hazır olduğumuzun mesajını da vermek istiyoruz.
Bizler, ümmetin yeniden inşâsı için elimizden ne gelirse veya bize ne tür sorumluluk düşerse yapmaya hazır olduğumuzu ifade ediyoruz. Farklı düşüncelerimiz olsa da değişik gruplarla sırf Allah’ın rızasını kazanmak için birlikte iş birliği yapmaya kararlıyız. Bunu da değişik organizelerde yapıyoruz ve yapmaya devam edeceğiz.
Şunu da herkesin bilmesi gerekir: Kur’an Yurdu’nun görüşleri dinin kendisi olmadığı gibi hiçbir grup, dernek, cemaat veya hocanın görüş ve düşünceleri de bu anlamda dinin kendisi değildir. Din; Allah’ın kitabı ve Rasulullah efendimizin sünnetinden oluşmaktadır. Bu nokta da yani dinin ana esaslarında buluşabilir, ihtilaflı konularda birbirimizi hoş görebilirsek ümmeti yeniden ayağa kaldıracak temelleri sağlam atmış olacağız. Aksi ise hiç bitmeyecek sorun ve problemlere sebep olacaktır.
Sonsöz olarak: Bu tür, ümmet için faydalı olan programları yapmaya, insanları tevhide davet etmeye, Kur’an ve sünnet’te buluşmak için gayret göstermeye devam edeceğiz. Rabbim tüm Ümmet-i Muhammed’e merhametiyle muamele eylesin! Gelecek, Müslümanlar için hayır olsun. Selam ve dua ile…
BİRİ EĞİTİMMİ DEDİ HANİ NERDE!
Yeni bir eğitim öğretim yılı yaklaşıyor. Herkeste her aile de bir ne yapacağım telaşı, okul seçme, öğretmen arama telaşı almış başını gidiyor. Biz bu yazımızda Müslümanları ve Müslüman olduklarını iddia eden çevreleri biraz irdelemeye gayret edeceğiz. Tabi öncelikle şikâyet ettiğimiz ülkenin eğitim sistemini ve okullarını biraz gözden geçirelim. İlkokul, ortaokul, lise vs. hepsine baktığımızda fiziki olarak bu okullar (yani devlet okulları) birçok imkânı barındırıyor. Spor salonları, kütüphaneler, sanat atölyeleri, bilişim sınıfları gayet güzel binalar, geniş bahçeleriyle karşımızda duruyor. Bu binalar ve imkânlar çocuklarımızı eğitmeye yetmiyor. Bir türlü istenilen başarı elde edilemiyor. Birçok nedeni olabilir ama biz Müslüman bakış açısıyla baktığımızda olması da imkânsız görünüyor. Çünkü bu imkânlar var ama insanın manevi tarafı yok. Yani Allah; din, iman, ahlak ve bunun benzeri birçok boşluk mevcut. Bütün bu eksiklerin ve olumsuzlukların olduğu sistemden başka bir şey beklenmez… Gelelim Müslüman cepheye; yani bizim okul Kur’an kurslarımıza, eğitim kurumlarımıza, dernek, vakıf vs. Buralarda da aynı sorunu ve hatta daha fazlasını görüyoruz, başarısızlık... Bir türlü istenilen kalite yakalanamıyor, istenilen başarı elde edilemiyor. “Peki, neden?” diye sorsak, her kurumun kendini savunacak birçok nedeni olduğunu görebilir veya duyabiliriz. Ama biz, biraz buralara iğne batıracağız. Konuşulmayan arkada dönen asıl sebeplere değineceğiz. Kur’an kurslarımız; Biraz buralara bakalım, ne durumdayız? Ve nelerden şikâyetçiyiz? Benim bu konularda epey tecrübeli olduğum söylenebilir. İşin içinden geliyorum, yani konun mutfağından. Ben hoca Âlim falan değilim! Bunu baştan belirteyim. Sadece bu konuları dert edinmiş biriyim. Bende bırakalım gitsin deyip kenara çekilebilirdim. Ama dedim ya ‘dertliyim!’ Heba olan emekler, yok olan nesillere, kaybolan değerlere bakınca dertlenmeyen Müslüman olmamalı. Elbaşından belirteyim ki yapacağımız eleştiriler tahliller işini en güzel şekilde yapan kurumları bağlamamalı onları en baştan takdir ediyoruz haklarını teslim ediyoruz. Bu yazdıklarımızdan buralarda hiçbir şey mi yok diye bir algı oluşmasın. Elbette var ama yetersiz eksik önem sıralamasında çok gerilerde. Kurslarımızın hali ne yazık ki içler acısı. Ama gerçek bu ki; eğitim vermek, insan yetiştirmek yerine daha başka işler yapar olmuşlar! Vitrine Kur’an kursunu koyuyoruz, arkasında neler olmuyor ki... Kur’an kursu diye çocuklarımızı gönderiyoruz, (hele bir de yatılıysa daha kötü) gidin bakın bunların olmadığını söyleyin. Yatılı kurslarımız maalesef kapalı cezaevinden beter durumda. Çünkü ceza evlerinin sosyal imkânları var. Kurslarımızda hiç biri yok maalesef. Düşünelim 14-15 yaşlarında delikanlımızı gönderdiğimiz Kur’an kursunda ne spor salonu, ne sanat atölyesi, ne oyun alanı, ne de bilişim sınıfı ve buna benzer imkânlar mevcut değil. Peki, burası kurs mu? Okul mu? Cezaevi mi? Yoksa göçmen kampı mı? Siz cevap verin. (Acaba aileler yaramaz çocuğu veya kendine zaman ayırmak için mi çocuklarını gönderiyor buralara diye sormaktan alamıyor insan kendini.) “Böyle bir yerden 4-5 yıl eğitim alan çocuk buradan çıkınca ne oluyor?” diyebilirsiniz. (Bu kadar sabredip dayanabilirse tabi) ne oluyor buradan çıkan insanımıza iyi bakalım. Genelde kendisini buraya gönderene düşman oluyor veya Allah’ın dinine hasım oluyor (tabi genel olarak söylüyorum istisnalar kaideyi bozmaz.) Bu hasımlık, dilde olmasa da maalesef yaşantısında, hayata bakışında, nerden baksanız kendini gösteriyor. Peki neden? Neden o kadar çok anlatmakla bitmez kurslarımız işin vitrini olmuş? Arkada eğitime dair nerdeyse ezber- slogan dışında çok bir şey yok. Kurs, yapıya-cemaate para toplama aracı olmuş! Müslümanların yumuşak karnı bu, para başka türlü alınmıyor. Böyle söylüyordu bir kurs yöneticisi. Yatılı Kur’an kursu olunca istemese de yok diyemiyor, çıkarıp veriyor istediğimiz kişiler. Bir de gidin bu kurslarda İslami eğitim veren hocalara bakın! İddia ediyorum gidin işin uzmanı bir Müslüman bulun. Ona 10 soru tefsir usulünden, 10 soru hadis usulünden, 10 soru akait ilminden, 10 soru fıkıh usulünden hazırlatın ve burada hocalık yapan hocalara sorun. Yüzde doksanı sınıfta kalır. İşte bizim çocuklarımızı yetiştiren hocalarımız! Çok cesur hocalarımız! Gidin bakın, araştırın çoğunda eğitici (yani öğretmenlik diploması bile yoktur bırakın dini ilimleri Türkçe eğitim diploması bile yoktur.) İşte bizim çocuklarımızı emanet ettiğimiz kurslar, okullar bunlar. Ne yazık ki hakikat bu! Bu konuları dert edinmiş Müslüman kardeşlerimiz kendileri gidip araştırsın baksın, bu yazdığım manzara çıkacak karşısına. (Tabi istisnalar elbet vardır biz geneli analiz ediyoruz.) İşte böyle kurslarda okuyan genç, delikanlı hapisten kurtuluyor yaş olmuş 19-20 hayata atılıyor, meslek yok, iş yok, imkân yok, evlenecek o da imkânsız, atıyor kendini toplumun içine Allah ne verdiyse. Yok, olup gidiyor… Selin önünde ki çer çöp misali! Kızlarımız; bu yaşta ki kızlarımız da aynı. Kapalı ceza evi… Okul ya da Kur’an kursu mezunu olunca atıyor kendini hayatın içine. Sosyalleşemediği, her şeyini içine attığı, hayallerini süsleyen mezuniyet geldiği zaman kim tutabilir kızımızı! Tabi Müslüman, örtülü, tesettürlü, “artık yaşım da geldi” deyip evlenecek. Delikanlımız, hoca bir kız bulduğu için heyecanla evliliği bekliyor, Evlendikten birkaç yıl sonra,” yok yanlış yaptım!” deyip ver elini mahkeme veya hocalara. Nedeni çok açık değil mi? Siz okul-kurs diye tıkarsanız binaya, sonra kurs bitince o da yaşamak istediklerini tabi ki evlenip eşinden isteyecek. Başka çıkış yolu bilen varsa buyursun söylesin. Böyle bir sistemde başka çıkış yolu yok. İş bize düşüyor, anne babalara düşüyor. İlkokul öğretmenini önemsediğimiz kadar önemsesek gittiği yeri ve onu eğiten hocaları sonuçlar değişecek. Kurslarda her türlü imkânı arasak istesek buralara imkân para aktaran insanlar çocukların eğitimi için harcansın ben denetleyeceğim dese o paralar bu çocukların eğitimine ve sosyal imkânlarına harcanır. Cemaat bu paraları üyelerini otellerde 3-5 günlük tatillere götürmez, götüremez! Bu imkânları oradaki çocuklara harcar. Biz Müslümanlar iddia ediyorum gittiğimiz tatil yerini ve oradaki imkânları önemsediğimiz kadar önemsesek geleceğimiz olan çocuğumuzun gittiği okulu kursu işler değişecek. Keşke bu konuda yanılmış olsak ama hakikat ortada duruyor. Müslümanların hassasiyet için kurduğu resmi okullar da biraz böyle. “Şunu yapma, buna yapma, okul kapatılır” endişeleriyle törpülenen çocuklar özgüveni kalmayan edilgen insan olarak yetiştiriyor. Ama hakkını verelim Kur’an kurslarından çok daha kaliteli imkânlar veriyorlar. Öğrencilerine kıyasımız Kur’an kurslarıyla tabi. Eğitim temelden başlıyor. doğru eğitim, doğru yer, doğru ekipman ve doğru kişiler tarafından verilince amaç hâsıl oluyor. Bu bilgilerden sonra kurslarımızın dernek vs. Yerlerimizin neden başaramadığını biraz irdeledik. Gelin buralara biraz öz eleştiri yaparak iğneleyelim. Neler oluyor bu kurumlarda? Eğitimde başarısız isek demek ki başarılı olduğumuz başka yerler alanlar var. Çünkü kapanmıyor bu kurslar kurumlar. Nerelerde başarılıyız? Kursu vitrine koyup insanları sömürme konusunda başarılıyız. Allah adına bir şeyler yapmaktan çok kendi cemaat dernek veya şahısların çıkarlarını önemsiyoruz. Adımızı eğitim koyuyoruz ama ne müfredatımız da nede kurumumuz da eğitime dair hiçbir şey koymamakta başarılıyız. Allah için olması gereken eğitim de maalesef derneğimiz cemaatimiz için adam toplama alanına çevirmekte başarılıyız. İnsanlara topluma Allah’ın mesajını götürmek yerine, kendi cemaat dernek veya şahsımızın mesajını götürmekte gerçekten başarılıyız! Kendi cemaatimiz, düşüncemiz için Kur’an kurslarını dernek vs. kullanmaktan daha vahimi Allah’ın dinini araçsallaştırmakta mükemmel düzeyde başarılıyız. Kurumlarımız insanımızı Allah’a ve resulüne çağırmaktansa kendi cemaatimize çağırma, cemaatimizi dinin kendisi olarak görmekte gerçekten elimize su bile dökülmeyecek kadar başarılıyız! Allah’ın pak temiz dinini kendi kapitalist kafamızla kirletme konusunda başarılıyız! Daha sayamayacağımız neler var neler başarılı olduğumuz tarafta amaç anlaşılmıştır deyip kısa keselim. İşte başaramadığımız doğru. Başarmak istiyorsak ki (ben şahsen kimsenin böyle bir derdi yok diye bilirim.) Gerçekten dertliysek yapmak istiyorsak, Allah’ın dinini insanımıza götürmek istiyorsak, işte yukarda yazdığımız ve yazamadığımız bu yanlışlardan kurtulmak olmazsa olmazdır diye düşünüyorum. Burada herkese iş düşüyor kursu açana, orda eğitim verene, çocuğunu gönderen veliden, oralara para aktaran insanımıza kadar herkes ödevini hakkıyla yapsa işte birçok şey düzelecek. Bu Kur’an kurslarına çocuğunu gönderenlere tavsiyem: O kursları kuran, açan yöneticilere bakın. Kaç tanesi kendi çocuğunu buraya yani kendi kursuna gönderiyor? Varsa gönderen (ki ben pek olamadığını düşünüyorum) oradan mezun olan çocuğun hayatına bir bakın. Size ne yaptığınızı gösterecek ipuçları veriyor olacak. Müslüman zenginlerimiz Afrika’daki açları doyurmayı, su kuyularını düşündüğü veya oralardan beklediği sevabı kendi ülkesinde ki nesilleri yetiştirmek için harcasa eminim bu işler böyle olmayacak. Tabi bunlar yapılmasın demiyoruz. Öncelikler fıkhı dediğimiz bir; bir kavramımız var bizim çoktan unuttuğumuz. Yukarda yazdıklarımız kimseyi veya herhangi bir kurumu töhmet altında bırakmak değil, tamamen bir tahlil-analiz amaçlıdır. Kimsenin hakkını, vebalini almak gibi bir derdimiz niyetimiz kesinlikle yok olmaz da! Amacımız yanlışların hataların görülüp düzeltilmesi yarın Allah’ın huzurunda “bize bu yanlışları kimse hatırlatmadı farkında değildik” dememeniz ve bizimde üstümüze düşen mesuliyetten kurtulmaktır. Rabbim yanlışa yanlış deme erdemine sahip olma feraseti basireti nasip etsin hepimize. Âmin. Yukarıda yaptığımız eleştiriler baki kalmak şartıyla gelelim ne yapabiliriz tarafına. Bu konuda önce bir özeleştiri yapıp şu sorulara cevap bulmalıyız. Biz cemaat olarak üyelerimizi müşterimi görüyoruz yoksa iş ortağım? Realitede bütün cemaatler çevresinde ki kitleyi tanımlarken potansiyel müşteri algısı ve düşüncesiyle yola çıkar. Bu algı ve düşünceden kurtulmak şarttır. Kurs okul vs. buralardaki yöneticiler buraları kurarken oluşan talebe veya öngördükleri müşterilere ulaşmak için mi kuruyor? Görünen realite buralar kurulurken hedef müşteriler oluyor ki bu yanlış. Buralar en mükemmel dinin en mükemmel hizmet alanları olmalı. Bu dinin müntesipleri buralara gelmeli kullanmalı öğrenmeli gittiği yerlerde buralarda öğrendiklerini ulaştığı kitlelere ulaştırmalı. Ama böyle olmuyor benim cemaatim benim din algım en doğruyu bilende zaten benim oluyor. Kurs değil eğitim kurumu değil müşteri toplayan ticaret haneye dönüyor. Öz eleştiri yapalım bir ticaret erbabının malını pazarlamak için ne kadar reklam yaptığını ürününü kaliteli olması için net tür belgelendirmeler yaptıklarını bir düşünün. Müşterisine en kaliteli ürünü ulaştırmak amacıyla yapıyor bunları. Biz okul kurs işletiyoruz ürün değil insan yetiştiriyoruz. Bunlardan yüz kat daha fazla düşünmeliyiz. Yüz düşünüp bir yapmalıyız çünkü biz birde Allah adına yapıyoruz yaptıklarımızı. Biz şuralardan işe başlamalıyız önce zihinlerimizi Allah ve onun Resulüne yönlendirmeliyiz. Tek amacımız olmalı Allah’ın razı olacağı onun dinine en güzel şekilde örneklik yapacak nesiller yetiştirmek. Bu amaca hizmet eden kurs okul vb. yerlerimiz önce en güzel şekilde kurulmalı bina yer ve fiziki şartlar orayı kullanacak insanların tüm ihtiyaçlarına uygun olmalı. İşe binalarımızdan bulundukları yerlerden başlamalıyız kısaca fiziki şartlardan. Sonra buraları kullanacak buralarda eğitim alacak insanlarımızı göz önüne alıp onlara uygun müfredat oluşturmak olmalı. Sonra bu müfredatı insanımıza öğretecek eğiticilerimize bakmalıyız. Bunlar bu müfredatı uygulayacak beceri eğitim ve deneyime sahip mi değil mi? Bunların hepsinden önemli olan engin bir zihne yarınları öngören bir basirete nesil yetiştirecek ferasete sahip bir zihne ihtiyaç var. Biraz Hz. Peygamberin okullarına baktığınız zaman her şey anlaşılıyor. Onun okulları halka açıktı kapalı ceza evi değildi giriş çıkışların yasak olduğu göçmen kampı hiç değildi. Unutmayalım ki en güzel eğitim örnek olunarak yapılan eğitimdir. Çocuğa yap deyip kendisinin yapmadığı veya yanlış deyip kendisinin yaptığı bu nasıl olacak oturup bir düşünün. Kurs, okul vb. yerlerimiz ümmete birey yetiştirme yerleri olarak düşünülmeli böyle hareket edilmeli. Bizde ümmet diye bir olgu kalmamış ümmette cemaatimiz İslam’da bizim ta kendimiz olmuş. Bu söyleyeceğim çok tuhaf gelebilir yine de dikkatinize sunmak isterim. Peygamberleri gözünüzün önüne getirin onları Allah eğitti ve Risalet verdi doğrumu? Evet, doğru peki hepsinin farklı farklı meslekleri vardı buda doğrumu evet Kur’an öyle haber veriyor. Sanki yukarıda yaptığımız eleştirilerin cevapları buralarda olabilir mi? Allah’u Alem.
Muharremi doğru anlamak için önce Hüseyin olmak gerekir. Hüseyin demek, adalet demektir. Hüseyin demek, kıyam demektir. Zulme başkaldırmak demektir.
İslâm’ın, Hz. Peygamber Efendimizden başlayan ilâhî sistemini ilk uygulayıcısından, Allah Resûlünden öğrenen, İslâm’ın gerçek hayata insanı inşa etme yöntemini en iyi bilen birisiydi Hz. Hüseyin.
Peygamber Efendimizle başlayan vahyin insanı ve hayatı inşa ettiği sistemi; Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali (r.anhum) kadar, en güzel şekilde uygulanmıştır. Âdaleti, yani Allah’ın yeryüzünde uygulansın diye insanlık için gönderdiği ilkeleri uyguladılar en azından bunun için tüm gayretleriyle çabaladılar, Allah hepsinden razı olsun.
Hz. Ali döneminde, Peygamberimizden sonra en güzel şekilde sürdürülen İslâm’ın siyasal sisteminden rahatsız olan birileri çıktı. Benim adamım, benim çıkarım, benim istediğim diyen birileri, kendi çıkarlarını ümmetin çıkarının önüne geçirdi. Buna itiraz eden başta güzide sahabeler de olmak üzere tüm vahyin şahitlerini dinlemedi, hatta onları düşman ilen ettiler bu kimseler.
İşte Hz. Hüseyin’i anlamak istiyorsak, onun, kendi döneminde neye ve niçin itiraz ettiğini iyi bilmek zorundayız. Çünkü tarih, ders çıkarmak için yazılır, masal olsun diye değil. Hz. Hüseyin ve Kerbela, bize çok şeyler anlatmaktadır. Müslüman bireylere, Müslümanların önünde duran hoca, âlim, kanaat önderi vb. unvanları olan herkese bir mesaj gönderiyor Kerbela’dan.
Müslüman bireylere: “Sakın dininizi satmayın, araştırın, öğrenin, gerçek kaynağı olan vahiyle kendinizi inşa edin, Allah Resûlünün sahih sünnetine bakın ve kendinizi bunlarla inşa edin” diyor. Sakın hocalarınızı, âlimlerinizi, dinde hüccet ve dinin tek sahibi yapmayın diyor, tüm gür sesiyle haykırarak Kerbela’dan.
Hocalara, cemaat önderlerine haykırıyor; “sakın bilginizi, Allah ve resulünün önüne geçirmeyin, kendinizi masum görmeyin, çevrenizde toplanan insanları sömürmeyin, onların üzerinden menfaat sağlamayın” diye haykırıyor Kerbela’dan. “Sakın insanlarla ilişkilerinizde adaletten şaşmayın; bu aileniz, akrabanız, kendinizin aleyhine bile olsa hiçbir insanın hakkını yemeyin, gasp etmeyin. Hak sahibi bir gayr-i müslim bile olsa, ona hakkını mutlaka tam olarak verin. Çünkü dedem olan Allah Rasûlü’de bunu yaptı; Allah da bunu emretti; bende bunu gerçekleştirmek için Kerbele’dayım” diyor Hz. Hüseyin (r.a.). “Ey Müslümanlar! Sakın adalet terazisini yanlış ölçmeyin. Ey cemaat önderleri! Cemaatinizde veya çevrenizde bulunan kimselerin sakın hakkını gasp etmeyin, bunu sakın ha sakın, Allah ve Resûlü adına hiç mi hiç yapmayın” diye haykırıyor, Hz. Hüseyin Kerbela çölünden.
Hz. Hüseyin’in itirazı adaletsizliğe, adam kayırmacılığa, ümmetin malını kendi malı olarak görme haksızlığına, vahyi bırakıp saltanat peşinde olanaydı. Bu durum sadece o günde kalmadı, o gün yaptığı bu itirazı bugünü inşa edenlerin dikkatine sunmuştu. Bir anlamda: “Dikkat edin, yarında; Muaviyeler, Yezitler olacak, ey Müslümanlar, dikkat edin!” diyerek uyarıda bulunuyordu bizlere. Heyhat gel gör ki, onun bu itirazını, uyarısını, dinlemeyen Müslümanların oluşturduğu bazı cemaat hocaları veya önderleri, bugün bile saltanatları uğruna harcamadığı Müslüman kalmadı. “Yapma hoca, yanlış yapıyorsun” dediğinde, bırak bu uyarıları dinlemeyi seni linç etmeye, hatta aforoz ederek seni dinin dışına atıyorlar. Yezidler, bunu, mertçe yaptılar fakat bunlar onlar kadar da mert olamadılar. Kürsülerden, salonlardan, makalelerden ahkam kesmek değildir Hüseyin’i anlamak. Onun insanlığa mesajı: âdaletin; hakkı hak sahibine teslim etmek olduğunu bir fiil uygulayarak iletmekti.
Sözde İslâmî kimi cemaatler; kendi görüşünü benimsemeyeni Müslüman saymaz, kimi cemaatker; okulunu kendine adam yetiştirme fabrikası yapmış, kimi cemaatler; kendi derneğinin, vakfının, mescidinin maddi imkânlarını ancak kendi düşüncesine dâvet için kullanmanın olmazsa olmaz şartı haline getirmiştir. Örnekleri çoğaltmak mümkündür, fakat bu kadarla konunun yeterli miktarda anlaşıldığını düşünüyorum.
Sözün özü Hz. Hüseyin’i anlamak; onun itiraz ettiklerine itiraz etmekle olur. Kendi canı pahasına Allah’ın dâvasını her şeyin önünde tutmakla olur. Gelin Ey Allah’ın kulları! Tek olan Allah’a kul olmaya, Allah’ın davasını tüm çıkarlarımızın önünde tutmaya, hakkın ve âdaletin yanında saf tutmaya, dâvet ediyordu Hz. Hüseyin. Bu dâvete icabet etmekle Hüseyin olunur veya Yezid’in değil de Hüseyin’in safında yer alınır.
Hz. Hüseyin isteseydi Mekke’de, Medine’de mal-mülk, zenginlik, istediği her şey önüne gelirdi, rahatlık içinde yaşardı. Eğer mal-mülk adına; “ben şunu istiyorum” deseydi, hangi Müslüman bundan geri durur, verilebilecek her şeyini ona vermekten kaçınırdı? Ama hiç o taraflarda tarağı olmadı. O, Peygamberin torunuydu, bundan daha büyük bir rütbe veya makam var mıdır bir Müslüman için. Düşünün, o, hiç bu unvanını kendi dünyevî faydası için kullandığını duydunuz mu? Hüseyin olmak ve onu anlamak, gece yarıları, karanlıkta, ihtiyaç sahibini bulup gizlice kapılarına çuval taşımak ve onları doyurmak için hamallık yapmakla olunur.
Bugün sözde İslâmî olma iddiasında bulunan cemaatlerin önünde duran şahıslara bir bakın, lüks arabalarda, lüks dairelerde, bir eli yağda diğeri balda olduğu hâlde yaşıyor, bu durum kendilerine yeterli gelmiyor yine de “yok mu”, diyorlar. İşte bu şahıslar kürsülerden, tv. kanallarından Hz. Hüseyni anlatıyorlar İslâm ümmetine. Müslümanların, cemaatlere verdikleri zekâtları, infakları, kendi menfaatleri için de kullanıyor, yan gelip yatıyorlar. “Bu yaptığınız yanlıştır” dediğinizde; “Efendim bunun delili şu ayettir, Hz. Peygamberin şu hadisidir" diye başlıyorlar ahkâm kesmeye. Hiç sormaz mısınız kendilerine? Hz. Hüseyin de bu ayetleri okudu, ne işi vardı Kerbela çölünde, evinde yan gelip yatsaydı ya. Demek ki asıl olan, yaptığına delil aramak değil, Allah’ın ve Resûlünün amasız, fakatsız neferi olmaktı, yegane doğru.
Biz Müslümanlar için asıl delil, Allah’ın kitabı, Rasûlünün bu dini yaşayarak bizlere bıraktığı örnekliğidir. Vahyin inşa ettiği bu örneklik apaçık bir şekilde aramızda bulunduğu hâlde bugün bunların hiç birini istisnalar dışında şu cemaat liderlerinde, kanaat önderlerinde görmüyoruz. Burada yazdıklarımız genel bir değerlendirmedir tabi ki. İstisna diyeceğimiz kadar azda olsa hocalar, kanaat ve cemaat önderleri vardır ve biz bunları takdir ediyoruz. Kimsenin vebalini almak, kimseye hakaret etmek, kimsenin itibarını toplum nezdinde zedelemek değildir amacımız. Bunları gündeme getirmekteki tek amacımız; uyarı yapmak, yarın Allah’ın huzuruna vardığımızda bu kimselere hüccetin ikame edilmiş olması ve kendimiz açısından da uyarı görevimizi yetine getirmediğimizden dolayı Allah’ın kınamasıyla karşı karşıya kalmamamız içindir.
İşte Muharremi, Hz. Hüseyin’i ve Kerbela’yı doğru bir şekilde anlamak istiyorsak, önce gündeme getirdiğimi konuyla ilgili Allah ondan razı olsun, Hz. Hüseyin’nin amacının ve mesajının, ne olduğunu doru bir bakış açısıyla bakıp, o mesajı doğru bir şekilde anlamakla mümkün olduğunu unutmamalıyız. Ve salam dua ile kalın.