Kazım Şensaltık

Kazım Şensaltık

Bu yazımızda, yaşadığımız toplumda, karşı iki cinsin birbirlerine karşı verdikleri iktidar yarışını gündemleştireceğiz. Yapacağımız analizler, kendi okumalarımızdan elde etmiş olduğum çıkarımlarımdır. Biz konuyu Allah’ın kitabı ve onun Resulünün yaşayarak bize örnek olarak bıraktığı sahih sünnetinden yola çıkarak anlamaya gayret edeceğiz. Yaşadığımız toplumda genel olarak bir deyim kullanılır, “biz ataerkil bir toplumuz.” Aslında bu deyimin hiçte öyle olmadığını göreceğiz. Ben bu toplumun, “anaerkil” bir toplum olduğuna inanıyorum. Bu kanaate varmak için ailenizi, akrabalarınızı ve yakın çevrenizi analiz edin, bu gerçeği göreceksiniz. Çocukların evliliklerinden tutun da yaşam bicilerine kadar müdahale eden anneler… Erkekler için “ana kuzusu” sözleri, kız çocukları için “anasının kızı” sözcükleri boşuna değil. Aynı anne ve babanın çocukları hep bir arada yaşarlar tâ ki evlilik dönemine kadar, evlilik olunca kardeşler birbirine hasım kesilir, bunun temel sebebi evlendikleri eşleridir, birinci derecede. Bizim toplumda yukarda söylediğim ataerkil deyimi bilinçli olarak kullanılıyor. Kadınları erkeklere karşı iktidar yarışının içine çekmek için yapılıyor. Bu tuzağa bu toplumun insanları maalesef kolay düştüler. Allah kendilerine “siz birbirinizin örtüsüsünüz” diyorken bunu hiç düşünmeden yarışın içinde bulduk kendimizi. Bu yarış son 20 yılda kendilerine Müslüman diyen bir kesimin iktidar olmasının temel saç ayağı oldu. Bu partinin politikalarına bakın temelde tamamen kadın üzerinden yürütülüyor. Kadınları kışkırtıp erkelerin üzerine musallat eden bu çirkin politikalar, Müslümanların bir birine örtü olması bir yana birbirinin hasımı haline büründü. Çok tuhaftır ki, bu toplumun Müslüman olduğunu haykırarak söyleyen örtülü kadınları yapılan bu politikalara hiç itiraz etmiyor, aksine sıkı sıkıya sarılıyorlar. Oysa Rahmanın Rahmetine ancak birlikte ulaşacaklarını unutmuşlar. Kıyasıya bir iktidar yarışıdır almış başını gidiyor.

Oysa biz bu dünyaya iktidar yarışı için eğil birbirimizi cennete götürmek için gönderilmiştik. Bu temel gaye unutulunca kim iktidar, kim daha güçlü algılarıyla birileri bizi ifsat ediyor. Verilen haklar alınan haklar, kim kime ne hak dağıtıyor? Allah bunları Müslüman için kitabında dağıtmış, neden beğenmeyip kendimizi Allah’ın yerine koyup yetki gaspına soyunuyoruz. Siz Allah’ın hudutlarını aşarsanız O’da sizi işte böyle zelil eder. Tesettürlü kadınlarımızın yanına mini etekli kızlar koyarlar, bunu da gayet normal bir olgu olarak kabul ederiz. Sakallı, namazlı/niyazlı babaların yanına dövmeli, dar pantolonlu gençler oluştururlar. Bu bizim kendi ellerimizle yaptıklarımızın bu dünyada ki tezahürü. Siz birde bunun ebedî olan ahiret gününü ve hesap gününü düşünün.

Şöyle bir soru soralım bu yukarda yazdıklarımızı gerçekten Allah’ın kitabına O’nun Resulüne tabi olan bir Müslüman yapar mı? Eğer yapıyorsa buna Müslüman denir mi? Kanaati sizlerin Kur’an bilgisine bırakıyorum.

Gelin birkaç örnek yazalım, çevrenize iyi bakın dün yanlış diyerek isyan eden insanımız, bugün dün yanlış dediğine nasıl sarılıyor. Çevrenizde çok görmüşsünüzdür yengesini, kız kardeşini, annesini yabancı bir erkeğin sadece yanında gördüğü için akla hayale gelmeyecek tepkiler gösterenlerin, bugün aynı durumu bizatihi kendisinin yaptığını görüyorsunuz. Bütün bunların aslında toplumun iman ettiğini söylediği dini hiç bilmediğinin bir göstergesi olduğudur. Biz son 20 yılda gördüklerimiz geçmişte yaptığımız yanlışların sadece bir gerçeği. Unutmayın yapılanlar bir sonraki nesilde sonuç olarak karşımıza gelecek. Şu öz eleştiriyi yapalım; demek ki geçmişte Müslümanlar eğitim, iman, din olarak uyguladığımız müfredat yanlışmış bugün sonucunu görüyoruz.

Unutmayalım toplumlar eksik ve yanlış yaptıkları yerlerden çökertilir. Bizim toplum geçmişte kadınları çok ihmal ettiler. Onları Kur’an kurslarında yetiştirenler, medreselerde yetiştirenler hep aynı yanlışı yaptılar. Kadınlarımıza, kızlarımıza sevap kazanma, en çok kim hatim yapar, en erken kim hafız olur yarışlarıyla hayatı bir yarış alanı algısı yükleyenler bugünü hesaplayamadılar. Çocukluktan itibaren yarıştırılan kızlarımız hayatı iktidar yarışı olarak algıladılar. Cahil bırakılan kadın Müslümanların çocuklarını/nesillerini yetiştirdi, işte bu istismar edilen kadınlar bugün karşımızdaki nesilleri yetiştirdiler. Bunun müsebbibi kim deriniz? Tabi ki bütün bu yanlışları yapan biz Müslüman olduğumuzu iddia edenleriz. Hiç hesaplamadığımız aklımıza gelmeyen yanlış uygulamalarımız ihmal ettiğimiz kadınlar eliyle yetişen nesillerimiz ancak bu kadar olurdu. İşte biz Müslümanların bu yanlışını gören birileri bizleri tamda buradan vurdular desek yanlış olmaz. Bugün iktidar olanlar işte bizim bu açık karnımızdan vurdular. Bütün politikalar burası üzerinden inşa edildi. Karşı çıkan ya kadın düşmanı veya istismarcı oldu, hakikati dillendiren neredeyse hiç kalmadı çünkü yaşayacağı sonu iyi biliyor. Onunda evinde aynı durumda olan bir kadın veya anne var neye nasıl karşı çıkacak, çıksa bile ilk itiraz kendi evinden gelecek. Gelin biz bunu yumuşatalım ilk muhalefet kendi yanında ki eşinden yükselecek. İşte burayı iyi analiz eden sistem biz Müslümanların evlerinin içini bile istediği gibi dizayn ediyor. İstediğiniz kadar itiraz edin hakikat bu, inanmıyorsanız dönün evinize bakın, söylediklerim çıkacak karşınıza. Bu hakikati kabullenmeyenler boşanıyorlar boşanmaları bile bir yarış kim kimden ne kadar dünyalık çıkar koparacak yarışı. Artık Müslüman kadınlarımız bile evlenirken Allah’ın emri Peygamber’in kavliyle başlıyor, medeni hukukun verdiği haklarla sonuçlanıyor. Kimse Allah’ın emriyle başlayıp Allah’ın emriyle sonuçlanmasını düşünmüyor bile tabi istisnalar hariç istisnalar genel kaideyi bozmaz.

Kadınlarımız bu yarışın içine düşünce asıl görevlerini çoktan unutmuşlar, çünkü istenen ve elde edilecek sonuç buydu, yarışa odaklanıp hakikati unutmak. Allah kitabında Lut kavmini ve düştüğü sapkınlığı bize haber veriyordu. Eğer toplumun kadınları yaradanın onlara biçtiği rolü ve hakikati görmezlerse karşı cins olan erkeklerin onlara karşı olan ilgisi bambaşka yerlere gideceğini. Bizim Müslüman kadınımız artık toplumda erkeklerden ilgi görmüyorsa bunun müsebbibi kendilerinin yaptığı yanlışlar değil midir? Müslüman erkeklerimiz, bu kadın örtülü Allah’ın hukukunu biliyor diyerek evleniyorlar, günün sonunda nasıl boşanıp kurtulurum derdine düşüyorlar. Oysa evlendiklerinde kendilerinde huzur bulmalıydılar, öyle söylüyor Allah’ın kitabı “ Rum suresi 21. Ayeti kerimesinde. Bugün geldiğimiz noktada bunun tersi oluyorsa, ya biz kitabı okumadık ki bu hakikat yâda okuduk anlamak istemedik ki bu çok daha vahim. Toplumun geldiği durumdan birinci dereceden kadınlar sorumlu olduğunu unutmamalı. Eğer Allah’ın hukukuna riayet edip üzerine düşeni eksiksiz yapan kadınlar olsaydı toplum bu halde olmazdı. Tabi istisnalar genel kaideyi bozmaz. Biz geneli analiz ediyoruz.

Toplumda kocasının kendisini başka kadınlarla aldattığını haykıran kadın aslında şunu söylüyor, ben kocamın haklarını vermedim, onun huzur kaynağı olmadım oda bunu başka yerlerde aradı diyor okumasını bilirsek. Aynı durum erkek içinde geçerli, tabi fıtratı bozulmamış sapkınlığa uğramamış insanlar için söylüyoruz bunları. Eğer bu sapkınlıklar birinde varsa o Müslüman değildir. Tuhaflık şurada ki bu sapkınlık dediği işleri bugün kendine Müslüman diyen çevreler yapıyor olması. Siz birde bunların yetiştireceği nesilleri düşünün vay ki ne vay. Dün Müslüman olsun olmasın toplumda kızını, kız kardeşini erkeklerle bir arada görmek istemeyen insanımız bugün kızının erkek arkadaşının olmamasını, erkeğin kız arkadaşının olmamasını tuhaf karşılıyor doğrumu. Nereden nereye oturup düşünmek gerekiyor. Eğer bu yeni neslin yaptığı doğruysa eskilerin çektiği zulüm değil midir? Eğer bunların yaptıkları yanlışsa doğruyu yapanlar bunlara nasıl sessiz kalıyor veya bu durumu onaylıyor. Neresinden tutsanız elinizde kalacak bir durum.

Allah kitabında Allah’ın Resulünde sizin için güzel bir örnek vardır buyuruyor Ahzap 23. Ayeti kerimesinde. Bu ayete bakarsak onun oluşturduğu toplum bizim için örnek alınması gerekiyor çünkü onu bize örnek gösteriyor Allah. Bugün biz bu ayeti sevap kazanmak için okuyoruz, oysa bu ayet bize bir model sunuyor. Hayatımızı topluluğumuzu oluştururken bir örnek ve model sunuyor. Biz modeli örneği bıraktık sevabın peşine düştük. Yarıştayız kim daha çok sevap kazanacak yarışı. Oysa bu kitaba tabi olanlar onun hükümlerini uyguladılar hem bu dünyada hem ebedi olan hayatı kazandılar. Dönün evlerinize, oturun düşünün, gerçekten aklıselim olarak tefekkür edin. Bir yarışın içine atıldınız, eve alacağınız bir eşya bile yarış sebebi, ihtiyaç giderme anlayışından uzak. Eşyanızın durumunu bile belirleyen çevreniz komşularınız oluyor. Bunu alabilmek için verdiğiniz bedelleri düşünün, birde size örnek olarak sunulan Peygamber’i düşünün onun yanlarında hasır izleri olduğu anlatılıyor kaynaklarda. O isteseydi Allah onu en lüksüne sahip kılmaz mıydı?

Bu yarış hayatın her yönünde karşımıza geliyor, haz peşindeyiz oysa Allah bize bunun tehlikesini lut kavmi üzerinden veriyordu. Haz odaklı yaşayan toplum evliliğinden sosyal hayatına haz almak için çabalıyor, bununda bir sınırı yok. Hazzın kurbanı olan toplum eşini yeterli görmüyor yok mu daha diyor. Buda bir yarış kim kazanacak kadın mı yoksa erkek mi? biz yarışa duralım, helak yanı başımızda duruyor. Kur’an da okuduğumuz helak sebepleri hep buralara dayanıyor insanın haddi aşması, kendisine verilen sorumluluğu ya yetersiz bulup ileri gitmesini veya görmezden gelmesine dayanıyor. Bugün bizim toplum da bunu yapıyor, ya yetersiz görüyor veya umursamaz bir tavır koyuyor.  Helak olan kavimlerde bir yarışın içindeydi, bu yarış onları doğru yoldan saptırdı. Bugün bizim toplumu da bu yarış iktidar yarışı doğru yoldan uzaklaştırdı.

Bu öyle bir yarış ki toplumda Müslüman, Müslüman olmayan herkesi etkiliyor, iki karşı cinsin birbirine üstünlük kurma yarışı. Herkes elinde olanı silah olarak kullanıyor, kadınlarımız kadınlıklarını, erkeklerimiz maddi ve bedeni güçlerini, silahlar aynı insan aynı helak olanlarda aynıydı. Oysa biz Müslümanlara bu yarışı sonlandırmamız ve yaradan Rabbe kulluk yarışı emredilmişti. Biz yaradan tek olan Rabbin rızası için mi yarışıyoruz yoksa şeytanın güzel gösterdikleri için mi? oysa okuduğumuz kitap bize yarışacağımız bir yol sunmuştu takvada yarışın diyordu, biz takvayı mı yanlış anladık acaba. Takvada yarışı kaybedenler hem dünya hayatını hem de ebedi olan ahiret hayatını kaybediyor.

Allah bizleri takva yolunda yarışanlardan eylesin. Amin.

Bu yazımız da yaşadığımız toplum da gençlerimizi geleceğimizi nasıl görmezden geldiğimizi, nerelere savurduğumuzu anlatmaya gayret edeceğiz. Okuduğumuz Allah’ın Kitabı ve onun bizlere örnek olarak sunduğu Peygamberlerin yaşamlarına ve toplumlarına baktığımızda karşımıza müthiş manzaralar çıkıyor. Onlar yaşadıkları toplumlarda toplumun her katmanına hitap ettiler, çünkü toplumu dönüştürmek, toplumun tabanından, çocuklardan başladığını çok iyi biliyorlardı. Allah biz Müslümanlardan yarınları inşa etmemizi istiyor günü kurtarmamızı değil, aslında. Allah’ın kitabı iyi okunduğunda bir toplum modeli sunuyor insanlığa. İşte bunu inşa etmek, bu toplumun kendini bu kitaba nispet edenlerinin görevleri olduğunu asla unutmamamız gerekiyor. Toplumlarına gelen peygamberler, mesajlarını sundular; kimi karşılık buldu, kiminin mesajı sonraki nesiler eliyle bir toplum oluşturdu. Hz. Peygamber kendi toplumuna mesajı sunduğunda dikkat edin, hedeflediği asıl kitle gençler; bugünün tabiriyle çocuklar olmuş. Siyer okuyan her insan bunu net olarak görecektir. Hz. Peygamber’in davet götürdüğü ilk insanları araştırın, karşınıza Hz. Ali ilk Müslüman olduğunda 10 yaşındaydı. Abdullah b. Ömer ve Ubeyde b. Cerrah 13 yaşında, Ukbe b. Amr 14 yaşında, Cabir b. Abdullah ve Zeyd b. Harise 15 yaşında, Abdullah b. Mesud ve Habbab b. Eret ve Zübeyr b. Avvam 16 yaşında, Talha b. Ubeydullah, Erkan b. Ebi-l Erkam, Saad b. Ebî Vakkas, Esma binti Ebubekir 17 yaşında, Muaz b. cebel ve Musab b. Umeyr 18 yaşında, Ebu Musa El Eşari 19 yaşında, Cafer b. Ebi Talib 22 yaşında, Osman b. Affan, Ebu Ubeyde, Ebu Umeyre ve Hz. Ömer bunlar 25 ile 30 yaş arasında Müslüman olmuşlardır.

Bunlar sadece yazdığımız birkaç örnek. Hz. Peygamber yetiştirdiği bu nesille birlikte Allah’ın ahkâmını uygulayacak bir toplum inşa ettiler. Onların yetiştirdiği gençlik tüccar oldular, bugün bizim Malezya, Endonezya gibi ülkeler bu tüccarların örnekliğiyle, savaşılmadan İslâmlaşmıştır. Yukarıda isimlerini yazdığımız genç olan ilk Müslümanları araştırın hepsi bir esnafın yanında çalışıyor olduklarını veya kendi ailelerinin yanında ya da çobanlık yaptıklarını göreceksiniz. Allah bizden, toplumda örneklik yapacak ve Allah’ın razı olduğu kişiler, şahsiyetler oluşturmamızı istiyor. Hayatın içinde, toplumun içinde erdemli, ahlaklı nesiller yetiştirmemizi istiyor. Bunu Hz. Peygamber kendi hayatında yaşayarak modellemiştir. Allah kitabında zekât verilen zümreleri sayarken, bu gençleri, Allah “verin” diye emrettiği zümrelerin içinde en başa koymuş desek yanlış olmaz. Sadakalar (zekât gelirleri) ancak şunlar içindir: Yoksullar, düşkünler, sadakaların toplanmasında görevli olanlar, kalpleri kazanılacak olanlar, âzat edilecek köleler, borçlular, Allah yolunda (çalışanlar) ve yolda kalmışlar. İşte Allah’ın kesin buyruğu budur. Allah bilmekte ve hikmetle yönetmektedir.” (Tevbe, 60.) Bu ayeti okuduğunuzda, sayılan niteliklerin hepsinin bu gençlerde var olduğunu rahatlıkla göreceksiniz. Eğer bir öğrenci tatillerde iş arıyor ise o yoksulluk nedeniyle, ihtiyaç sahibi olması sebebiyle, ailesinin maddi gücünün yetersiz olduğunu anlatıyordur zaten. İhtiyacı olmayan öğrenciler tatil bölgelerine ve farklı aktiveler ile meşgul olurken bunlar iş arıyorlar demek ki, dikkat etmek gerekiyor. Kendinizi şöyle düşünün; Hz. Peygamber şimdi aramızda olsaydı ve bu gençler size gelip iş isteseydi, siz iş vermeseydiniz de onlar da Hz. Peygamber’e bunu götürseydiler, sizler hakkında ne derdi iyi bir düşünün derim. Ne diyeceğini merak ediyor iseniz Allah’ın kitabını elinize alın ve anlayarak okuyun, cevabını rahatlıkla bulacaksınız.

Bu kadar açıklamadan sonra gelelim bizim topluma; bizim toplum kendini İslam’a nispet eder amma İslam’dan, hayatlarında birkaç ritüelden başka bir şey yoktur. Allah: “Belli ritüelleri yapanları müjdele” demiyor. Sanki böyle bir algı var üzerimizde, namaz kıl oruç tut, kelimeyi şahadet getir kurtul, gerçekten böyle mi? Allah kendi toplumunda tıpkı Hz. Muhammed gibi emin ve kişilikli, karakterli insanlar olun diyor. Hz. Muhammed Mekke toplumunda adam oldu, toplum ona emin kişi dedi, Allah da bu adam gibi adama vahiy indirip Peygamberlik görevi verdi. Bizim toplumda, adı Müslüman amma toplumun kendisinden kaçtığı kişilikler oluşuyor ve bu kişilikler; kendilerine Muhammed’ i örnek aldıklarını söylüyorlar. Yani kısaca Mekke toplumunda kendilerini Allah’ın şerefli kulları olarak gören topluma, Allah Muhammed üzerinden cahiliye diyecektir. İşte Allah’ın cahiliye dediği topluma benziyoruz. Onlar gibi üç-beş ritüel yapıp cenneti parselliyoruz. Dikkat edin! Hz. Peygamber gelmeden önceki toplum kendi neslini yetiştiriyordu. Hz. Peygamber geldikten sonra Allah’ın vahyine tabi olanlar kendi neslini yetiştirdiler. Soru şu bizim toplum nesil yetiştirirken sizce kime benziyor?

Biz bu toplumun Müslümanları olarak toplumu iyi okuyup Allah’ın razı olduğu çözümler geliştirmeliyiz. Toplumun Müslümanları, gençleri yanlarına alıp çalıştırmalı, onlara örnek olmalı, onların toplum içinde birey olmalarını sağlamalı. Sokaklarda başıboş gençler gördüğünde yüreği sızlamalı, Allah bunlardan dolayı bana hesap sorar mı diye düşünmeli. Ayağınıza gelen gençleri sokaklara itmek nasıl bir anlayış olur, Kur’an’la sağlamasını yapın. Konuyla ilgili daha öncede yazdığım yazılarım var, oralara bakın! Allah bizden birilerinin yoksul olmasını ve bizlerin de o yoksulları doyurmamızı mı istiyor yoksa yoksulluğun kökünün kurutulmasını mı istiyor? Bizler asıllardan uzaklaştıkça, aslı kaybediyoruz. Müslümanlar zekâtlarıyla, infaklarıyla müesseseler oluştursa, ihtiyaç sahibi olanları buralarda istihdam etse sizce toplumda kaç tane ihtiyaç sahibi kalır? Biz ihtiyaç sahibi insanlar oluşturuyoruz, sonra dönüp bunlara yardım ediyoruz yanlış mı? Yaptıklarımızla, yaşantımızla ne yaptığımızı iyi okuyun anlayacaksınız. Tarihi kaynaklar bize Hz. Ömer döneminde zekât verilecek fakir zor bulunduğunu yazıyor. Allah Resulünün, Allah’ın ondan istediğini yaparak oluşturduğu neslin yaptıklarıyla elde ettikleri sonuç, bugün onun takipçileri olduğunu iddia eden bizlerin yaptıklarımız hiç benzeşiyor mu? Nereden nereye geldik ve hala aklımızı başımıza almıyoruz.

Bu toplumun Müslüman olduğunu iddia edenleri, çocukları, gençleri alıp eğittiklerini düşünüyorlar. Dikkat edin! Hemen her yaz tatilinde, gençleri alıp oyalamak, onlara aktiviteler düzenleyip oyalıyoruz. Oysa yapmamız gereken; onları bu dönemde hayata hazırlamak, onlara Müslümanca çalışacak, Müslümanca hayatın içinde nasıl olması gerektiğini pratik olarak uygulayacağı alanlar oluşturmak olmalıydı. Yukarıda yazdığım ilk Müslüman gençleri bizim gibimi yetiştirdi Allah’ın resulü, iyi düşünün. Allah bizden hayatın, toplumun içinde O’nun istediği gibi yaşayan insanlar olmamızı istiyor. Oysa cahiliye tersini istiyor. Allah için yaşamı camilere, vakıflara, derneklere taşımamızı, oralarda yaşamamızı istiyor. Sanki biz de onların istediğini yapıyor gibiyiz. Gelin asr-ı saadetten Allah Resulünün Medine’sinden size bir çocuk anlatalım; Vakıayı, ağabeyi Sa’d b. Ebî Vakkas’tan (r.a.) dinleyelim:


“Durumumuz Resûlullah’a haber verilmeden önce, Bedir Savaşına gidilirken, kardeşim Umeyr’in gizlenmeye çalıştığını gördüm. Kendisine, ‘Kardeşim, ne yapıyorsun böyle?’ dedim. ‘Resulullah’ın beni görüp, küçük kabul ederek, savaşa götürmemesinden korkuyorum, oysa ki, ben savaşa katılmayı çok arzu ediyorum. Belki Allah bana şehitlik nasip eder’ dedi. 
Durum Resulullah’a arz edilince, onun savaşa gitmesine izin vermedi. Umeyr ağlamaya başladı, bunun üzerine Resulullah ona izin verdi. Kendisi küçük olduğu için kılıcını omuzuna ben bağladım, şehit düştüğünde henüz 16 yaşındaydı.’’

Allah Peygamber’i üzerinden oluşturduğu algılara dikkat edin, Umeyr sadece yüzlerce çocuktan biriydi. “Benim gücüm yerinde, boyum kısa olabilir ama bende Allah için çabalamaya hazırım” diyordu. Peki, Umeyr sizce hangi akılla buna kalkışıyordu? Kendi kendine mi böyle bir işe kalkıştı yoksa onun içinde yaşadığı toplum onu böyle mi yetiştirdi? Şurası kesin ki onun içinde yaşadığı toplum ve o toplumun algıları böyleydi ve çocuklar bu algılarla yetişiyordu. Bizim toplum nasıl? Algılarımız birbirine benziyor mu dersiniz? Bizim toplum bu algıya sahip olacak çocuklar gençler yetiştirmek istiyorsa en azından yaz tatillerinde bende bir bireyim ve çalışıyorum para kazanıyorum demelerini ve bu özgüvene sahip olmalarını sağlamakla işe başlamalıyız. En azından bunu yapmak isteyen çalışmak için iş arayan çocuklara bu imkânları sağlamakla başlamalıyız. Çünkü Allah Resulü kendi döneminde böyle yapıyordu desek yanlış olmaz. Allah biz Müslümanlardan hayatımızın her yönüyle kulluk bilinci ile yaşamayı; patronsak işyerimizi, tüccar isek ticaretimizi, esnaf isek dükkânımızı, Allah’a yaklaşma, O’nun razı olduğu şekilde yaşasak, buralara gelen çalışandan tutun müşterisine kadar, algılar nasıl oluşur hayal edin. Her yanında Allah’ın razı olduğu kulların olduğu yerde onları saptırmak isteyenlerin işleri çok zor olacaktır. Oysa adına Müslüman deyip cahiliye toplumundaki gibi yaşayanların çocukları zaten sapacaklar. Düşmanlarına çok iş düşmüyor, kolay ve kestirme yoldan başarı elde ediyorlar. Allah’ın razı olduğu kulların oluşturduğu topluma cahiliye etki edemez. Eğer adımız Müslüman, toplumumuz cahiliyeyse vay halimize. Allah Peygamber’i üzerinden bize bir tasavvur sunuyor, geleceğiniz olan çocuklarınızı nasıl yetiştirmeniz gerektiğini sunuyor. Onun sunduğu toplumda gençler; yöneticidirler, toplumun birçok alanında bunun örneklerini kaynaklar bize aktarıyor. Savaşlarda komutan, Allah’ın kitabını öğretme de muallim ve benzeri alanlarda hep bu gençler ön plandalar. Dikkat edin bu gençler yaşlanınca ve Müslümanlar bu tasavvuru terk edince sonraki nesiller hep ifsat edildi. Kargaşa, kavgalar, dünyevileşme Müslümanları yedi bitirdi. Gelin bizim toplum bu konuyu nasıl uyguluyor ona bakalım:

Size, gelecek nesil nasıl algılar hakkında bir örnek yazayım. Kurban Bayram’ıydı ve biz, kurban kestik dağıttık, doğrumu, doğru. Bunu Kevser sûresindeki ayet gereği yaptık. Orada “kurban kes diyor” doğru mu? Peki bizim toplum nasıl uyguluyor? Kurban kesmek yerine, kurban bağışlama olarak uyguluyor, doğru mu, doğru. Bizden sonraki nesil, kurbanı kesmek yerine bağışlamak olarak uygulayacak bu kaçınılmaz. Ayet “kes” diyor biz bağışlıyoruz, haydi çık işin içinden. Dün yanlış diyerek isyan etmediğimiz uygulamalar bugün bu toplumda din oldu, hem de bağnazca bir din.

Bizim toplum, çocuğu 5-6 yaşında okula gönderiyor ve eğitim sistemi bilinçli olarak böyle hazırlanmış. 6 yaşında çocuğunuzu alıyor, 25 li yaşlara kadar öğrenci yapıyor, başka bir işi yok. Mezun olduktan sonra iş haytana başlıyor, adaptasyon ve sistemin önüne koyduğu kademe yükseltme, bariyerlerini aşa aşa yetkin bir konuma gelmesi, 50’li yaşları buluyor. İşte bizim toplumda bu sebepten dolayı toplumu yönetenler hep yaşlılardır. Çünkü o yetkinliği sistemin kuralları gereği o yaşlarda elde ediyorlar. Sanki biz Müslümanlarda bu sisteme adapte olmuş gibiyiz. Bizim yöneticilerimiz de cemaat liderlerimiz de hep bu şekilde yaşlılardan oluşuyor farkında mısınız? Bu sisteme uyum sağlamış görünüyoruz. Tüccarımızdan esnafımıza, iş yerimizden çalışanımıza bu sistemin razı olduğu Müslümanlarız, bu doğru. Peki ya Allah bizden razı mı “işte orayı kurcalama” diyor gibiyiz. Uzun sözün kısası; biz hayatın her alanında Allah’ı razı etmek için bu dünyaya gelmiş idik. Oysa dünyada Allah dışında herkesi razı etmeye çabalıyoruz.

Bu yazımız da Allah’ın doğru yolu olan sırât-ı müstakīm’in üstüne kimler pusu kurmuşlar onu irdelemeye gayret edeceğiz. Araf suresinde anlatılan bu kıssayı günümüze getireceğiz. Önce ayetlere bakalım. Şu hususun altını çiyeyim, Allah’ın doğru yolunu tutan müminleri tenzih ediyoruz, bütün bu yazdıklarımızdan.

(Allah): "Haydi, sen kendilerine mühlet verilenlerdensin" dedi. (İblis de) şöyle dedi: "Beni azgınlığa düşürmene karşılık onlara karşı senin doğru yolunun üstünde oturacağım. Sonra onlara önlerinden, arkalarından, sağlarından ve sollarından sokulacağım. Böylece sen onların çoğunu şükredenlerden bulmayacaksın." (A’raf, 15-17)

Bu ayetlerin öncesi ve sonrası okunduğunda temel bir mesaj çıkıyor karşımıza. Dikkat edin buradaki diyalog Allah’a inanan, O’nun varlığını kabul eden, O’nun yaratıcı olduğunu onaylayan, O’nun varlığını inkâr etmeyen bir İblis var karşımızda. Yaptığı tek yanlış büyüklenme kibirlenme olarak anlatılıyor. Dikkat edin kendisini yaradan rabbinden izin istiyor, “izin ver senin doğru yolunun üzerinde durayım, beni bu duruma düşüren âdemoğlunu senin yolundan saptırayım” diyor. Allah “sen mühlet verilenlerdensin” buyuruyor. Ancak sen benim Salih kullarımı saptıramazsın buyuruyor. Kur’an’ı okuduğunuzda karşınıza çıkan manzara bu ve benzeri saptırıcılar. Hemen bütün peygamberler toplumlarını uyarmış bu sapkınlıktan uzaklaştırıp doğru yola çıkarmışlar. Bunun için mücadele etmişler, onlar toplumların içinden ayrılınca toplum doğru yolun üzerinde pusu kuranı ve onun hesabına çalışan pusu kurucuları unutmuşlar. Bu saptırıcılar, toplumları bir veya iki nesil sonra doğru yolun görünmediği uçurumların kenarına getirmişler. Allah merhamet edip yeniden uyarıcı gönderiyor, bu uçurumun kenarındaki toplumları doğru yola davet ediyor. Toplumun refleksi hep aynı şekilde tezahür ediyor, “biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz yoldan ayrılmayız”. Tarif edilen atalar aslında kendilerine gönderilen peygamberler. Oysa o peygamberler ’in getirdiği mesaj nesilden Nesil’e aktarılırken tahrifata uğruyor. Son Nesil’e ulaştığında bambaşka bir din oluşuyor.

Kur’an bize bunları sık sık hatırlatıyor, dikkat edin bu hataya düşmeyin diyor. Bizim toplum bugün bu yanlışın tam tezahürünü yaşıyor. Hz. Peygamberden sonra peygamber gelmeyeceği için artık son uyarıcı toplumu uyarmış, Allah’ın dosdoğru yolunu yaşayarak insanlığa göstermiştir. Kendinden sonra gelecek nesiller bu örnekliğe bakacak model alıp toplumuna uygulayacak, doğru yolun üstünde pusuya yatmış onları bekleyen saptırıcıları unutmayacaklardır.

Peki, bugün gerçekten bu yolu sırât-ı müstakīm’i takip ediyor muyuz, yoksa pusu kuranlar bizi saptırdılar mı? Dikkat edin Allah bize yani Kur’an’a tabi olanlara bu uyarıları yapıyor. Yani kitabı okuyanlar bu saptırıcıları bilenlere bu uyarıları yapıyor. Demek ki doğru yolun üzerinde pusu kuranlar kitaba tabi olduğunu söyleyen Müslümanlar oluyorlar.

Gelin bizim toplumda doğru yolun üstünde pusu kuranlara biraz bakalım. Bu pusuyu kendine Müslüman diyenler kuruyor olabilir mi? Bugün bu doğru yolun üstüne pusu atanlar toplumu yöneten siyasetçiler olabilir mi? Allah’ın doğru yolunun üstüne pusu kuranlar bu toplumda şeyhler, tarikat liderleri olabilir mi? Bu doğru yolun üzerine pusu kuranlar gavslar olabilir mi? Sosyal medya araçları mı? Medya kanalları mı?

Allah’ın doğru yolunun üstüne pusu kuranlar bu toplumda din tüccarları olabilir mi? “Tüccarlar” bu kavram gerçekten çok önemli. Bugün yeryüzünde toplumları yönetenler aslında tüccarlar değil midir? Bu tüccarlar kazanmak uğruna savaşlar çıkarıp toplumları ve insanların ölmesinden kazanç sağlayanlar değil midir? Ülkeleri yerle bir eden silahları yapanlar, bunları kullanacakları toplumları da belirlemiyorlar mı? Önce silahlar yapıyorlar sonra bu silahlarla yıkacak yerler buluyorlar, buraları yakıp/yıkınca sonra dönüp inşa ediyorlar. Çünkü kazanmaları gerekiyor, hem de çok kazanmaları gerekiyor. Şeytanda bir hesap yaptı; çok kazanmak istedi ama kaybetti. Bununla yetinmedi, mühlet istedi, kendine tabi olacak insanlar toplamaya başladı. Ona tabi olacaklar aslında kaybediyorlar. Bugün Allah’ın dosdoğru yolunun üstünde pusu kuranlar bizim tanıdıklarımız değil mi? Gelin çevremize bakalım bu yolun üstünde pusu kuranlara bakalım. Bu doğru yolun üstüne pusulanan bizim aşiretimiz değil mi? Pusu atan bizim akrabalarımız değil mi? Bizim milletimiz, bizim soyumuz, bizim devletimiz, bizim cemaatimiz, bizim önderlerimiz.  Bizim liderlerimiz vb. pusuyu kuranlar aslında bizim tanıdıklarımız değil mi? Biz pusu kuranın Allah’ın düşmanları olduğunu düşünüyoruz, oysa dikkat edin pusu kuran Allah’ın düşmanı değil, O’nun varlığını, büyüklüğünü, kudretini bilen biri. Tabirimi hoş görün bugün toplumda kendini Müslüman gören yığınların inandığı gibi inanan biriydi iblis. Pusu başarılı olmuş bir avuç muvahhit dışında doğru yolda kalan pek kimse yok. Amma sorun bu pusuya düşenlerin hepsi cennetlik yani Allah’ın razı olduğu insanlar olduklarını söylerler. Tıpkı Allah’ın bize haber verdiği gibi “siz onlara fesat çıkarmayın deyince onlar biz ancak ıslah edicileriz derler.”

Gelin yazdığımız kavramları bir kaçını biraz açalım. Allah’ın doğru yolunun üstünde pusu kuranlar ve insanlığı bu yoldan saptıranlar tarikatlar olabilir mi? Bu tarikatları incelediğinizde Allah’ın resulünün yaşayıp örnek olarak bıraktığı hakikatlere benzemeyen neler var neler. Oysa bunlar kendilerini Allah’ın doğru yolunun üstünde olduklarını söylemiyorlar mı? Bunların pratik uygulamada Allah’ın kitabına ters nice şirk unsurları var. Unutmayın şeytan Allah’a şirk bile koşmadı sadece bir emrine uymadı, büyüklendi. Bu şirk bataklığında olanlar Allah’ın doğru yolunun üstünde pusulamış insanlığı saptırmıyorlar mı?

Kendilerini İslam’a nispet eden yöneticiler Allah’ın doğru yolunun üstüne pusu kurup toplumları saptırmıyor mu? Müslümanların yöneticileri bulundukları toplumda yöneticilik yapıyorlarsa Allah’ın ahkâmını kendi toplumlarına uygulamakla görevli değiller mi? Peki uygulamayanlar ve kendilerini Allah’ı kitabına, resullerine nispet ediyorlarsa doğru yolun üstün de pusuya yatmış, toplumu doğru yoldan saptırmıyor mu? Bu yöneticilerin örnek almaları gereken Allah’ın resulleri ve onun kitabı kerimi değil mi? Eğer bunlara uymuyorsa kendilerine Müslüman deseler bile şeytanın pusulandığı yerde değiller mi? Allah’ın doğru yolunun üstüne pusu kurup insanlığı haktan saptırmıyorlar mı?

Cemaatler, toplumu Allah’ın dinine ve kitabına tabi olmaya davet etmeleri gerekirken kendilerine davet edenler şeytanın pusu attığı yerde değiller mi? Müslümanlar Allah’ın kitabına yani vahyine ve peygamberine tabi olmak zorundalar. Toplumu buna çağırmalılar, bunu yapmayıp kendilerine, hocalarına, meşreplerine çağıranlar pusuyu nereye kurmuşlar oturup düşünün. Unutmayalım iblis insanlığı kendine tabi olmaya çağırmıyor, beni kendinize önder lider yapın demiyor. Biz farkında olmadan çok daha büyük fecaatler yapmıyor muyuz? Yaptıklarımızı da hakkın ta kendisi olarak sunmuyor muyuz topluma? Pusuyu nereye kurmuşuz farkın damıyız?

Medya ve özellikle sosyal medya, buralar eğer bugün şeytanın pususuna hizmet ediyorsa bu şeytanın mahareti değil. Bu bizim kitabı okumasını beceremediğimizi gösteriyor. Eğer biz Müslümanlar Allah’ın kitabını okumuş olsaydık bu alanları Allah’ın razı olduğu alanlar olarak doldururduk. Şeytanın pususuna hizmet eden değil Allah’ın hakikatine hizmet eden alanlar yapardık, eğer yapamadıysak suç bizim. Şeytanın pususuna hizmet etsin diye alanlar açmış olmuyor muyuz? Allah yeryüzünün tümünden Müslümanları sorumlu tutuyor. Yeryüzünü imar etme sorumluluğunu Müslümanlara yüklüyor. Biz görevimizden kaçarsak sorumluluğumuzu yerine getirmez isek buraları birileri dolduruyor. Biz sorumluluklarımızdan kaçarsak zaten pusu kurmuş bekleyenlerin işini kolaylaştırmış oluyoruz. Çevremizde yaşadığımız, şahit olduğumuz sapkınlıkları Allah kitabında bize bildiriyor. Biz kitabı okuyup yol gösteren kılavuz yapmak yerine okuyup sevap kazanma alanına çevirdiğimiz zaman şeytanın pususuna düşmüş oluyoruz. Hz. Peygamber’in aramızdan ayrılmasının üzerinden daha bir asır geçmeden biz doğru yolun üzerindeki pusuları unuttuk. Bizim unuttuğumuz pusuları kuranlar unutmadılar, işlerini yaptılar. Oysa Allah kitabında bizi bu sinsi pusulara karşı uyarıyordu. Geçmiş kavimleri anlatırken nasıl bu pusulara düşüp doğru yoldan saptıklarını haber veriyordu. Biz bunları okuyup sevap kazanma yarışına girdik, şeytanın bile şaşırdığı en kolay pusuya düştük. Erkekliğimize laf söyletmemek adına saptığımız bu yanlışları artık hakikat olarak anlatmaya başladık.

Burada kendini Allah’ın kitabına nispet eden tüccarları unutmayalım. Tüccar her alanda tüccardır ya Allah ile ticaret yapıyordur veya Allah’ın doğru yolunun üzerinde pusu kuranlarla. Bunlarda bizim aramızdalar bizim tüccarlarımız. Dışarıda olanlara karşı azda olsa dikkatliyiz amma içimizde bizden görünen tüccarlar işte bizi doğru yoldan saptıranlar bunlar olacaklar.

Konuyu şöyle toparlayalım: Allah kitabı bize indirdi, okuyup sevap kazanın diye değil. Okuyun, doğru yolu bulun, aldatıcıların sizi aldatmasına izin vermeyin diyeydi. Tüm ümmeti kast ederek söylüyorum biz kitabı sadece sevap kazanmak için okuduk, düştüğümüz durum ortada. Oysa Allah’ın peygamberleri kitabı hayat kılavuzu olarak okudular, kendilerine yol göstersin diye okudular ve Allah’ın doğru yoluna tabi oldular. Müslümanların elindeki kitap tüm insanlığı karanlıktan aydınlığa çıkaracak hakikattir. Biz bu kitabı bizi aydınlığa çıkarsın diye değil, vicdanlarımıza hapsedip onun aydınlığını kendi vicdanlarımızda kararttık. O aydınlıktı biz onun aydınlığına koşmak yerine kendi karanlık fikirlerimizi aydınlatmak için onu araç sallaştırdık. Âlimlerimizin yorumlarını, cemaatlerimizin yol ve yöntemlerini onun önüne geçirdik. Bizim fikirlerimize ve düşüncelerimize delil bulma alanına çevirmedik mi? Şeytan doğru yolun üstünde pusu kurmuştu, bugün biz bu pusunun yanına sağlam barikatlar kurduk. Şeytanın işini kolaylaştırdık, pusuları yıkmakla görevlendirilenler pusu kuranlara dönüştü. Hayat nizamı olması gereken ahkâm, mezarlıklarda ölülere okunuyor. Camilerde, ramazanlarda hatimler, mukabelelerde okunuyor katmerli sevap kazanıp cennete gitmek için. Oysa cennete gidecekler onu tarif ettiği hakikatleri okuyup anlayan ve hayatlarını bu hakikatlerle inşa edenler olduğunu çoktan unuttuk.

Allah’ın doğru yolunun üstünde pusu kurup insanları saptıranları kendi içimizde aramakla işe başlamalıyız. Bunun için Allah’ın kitabını iyi bilmeliyiz, onun peygamberinin örnek yaşamını iyi bilmeliyiz, bunları doğru bilirsek çevremizdeki pusu kuranları bulup ayırtlarız. Allah kitabını okuyan feraset ve basiret sahibi Müminlerden olmamız duasıyla.

Ashab-ı kehf diğer adıyla mağara arkadaşları! Allah kitab-ı keriminde bunların bu kıssayı neden bize anlatıyor. Allah (c.c.) kitabında bize vermek istediği bir mesaj olmalı. Hikâye olsun Müslümanlar veya kitaba tabi olanlar okusun sevap kazansın diye mi anlatıyor, yoksa başka bir muradımı var? Gelin bu kıssayı hatırlayalım:

"İnsanların hangisinin daha güzel amel yaptığını deneyelim diye şüphesiz biz yeryüzündeki şeyleri ona bir ziynet yaptık.

Biz, elbette (zamanı gelince) yeryüzündeki her şeyi bir kuru toprak hâline getireceğiz.

Yoksa sen, (sadece) Ashab-ı Kehf ve Ashab-ı Rakîm'i mi bizim ibret verici delillerimizden sandın?

Hani o gençler mağaraya sığınmışlardı da, "Ey Rabbimiz! Bize katından bir rahmet ver ve içinde bulunduğumuz şu durumda bize kurtuluş ve doğruluğa ulaşmayı kolaylaştır" demişlerdi.

Bunun üzerine biz de nice yıllar onların kulaklarını (dış dünyaya) kapattık (Onları uyuttuk).

Sonra onları uyandırdık ki, iki zümreden hangisinin bekledikleri süreyi daha iyi hesap ettiğini bilelim.

Biz sana onların haberlerini gerçek olarak anlatıyoruz: Şüphesiz onlar Rablerine inanmış birkaç genç yiğitti. Biz de onların hidayetlerini artırmıştık.(3)

Kalkıp da, "Rabbimiz, göklerin ve yerin Rabbidir. O'ndan başkasına asla ilâh demeyiz. Yoksa andolsun ki saçma bir söz söylemiş oluruz. Şunlar, şu kavmimiz, O'ndan başka tanrılar edindiler. Onlar hakkında açık bir delil getirselerdi ya! Artık kim Allah'a karşı yalan uydurandan daha zalimdir?" dediklerinde onların kalplerine kuvvet vermiştik.

(İçlerinden biri şöyle dedi:) "Mademki onlardan ve Allah'tan başkasına tapmakta olduklarından yüz çevirip ayrıldınız, o hâlde mağaraya çekilin ki, Rabbiniz size rahmetini yaysın ve içinde bulunduğunuz durumda yararlanacağınız şeyler hazırlasın." (Kehf, 7-16)

Bu kıssada anlatılanları iyi okuyalım! Allah biz Müslümanlara bir mesaj veriyor, bu mesaj yarınları öngörme, geleceği okuyabilme yeteneği sunuyor önümüze. Önce gelin bu geleceği okuyabilme kısmına bakalım, dikkat edin bu insanlar hakkı haykırıyorlar, sonra toplum bunları bölücü, bozguncu ilan ediyor. Yetmiyor yaşam hakları bile olmuyor, öldürülecekler mağaraya sığınıyorlar. “Allah onları uyuttuk buyuruyor” uyuyorlar. 300 yıl; diğer adıyla 3 asır sonra uyanıyorlar, uyanıp içine döndükleri toplum, onları terörist, bölücü olarak niteledikleri Allah’ın mesajının, o toplumda devletin resmi inancı dini olduğunu gördüler. Peki, bu onlara ne kazandırdı, hiçbir şey kazandırmadı. Çünkü onlar bedelini o mesajı haykırdıkları gün ödediler. O zaman kime ne mesaj veriyor, Allah bu kıssa üzerinden? Bize mesaj veriyor, bugünü değil yarınları inşa edin diyor. Onlar haykırdıkları Allah’ın mesajının asırlar sonra o toplumda nasıl karşılık bulduğunu bize sunuyor. Bu kıssa bize geleceği okuyabilme yeteneğinin nasıl olduğunu anlatıyor. Bugün attığınız tohumların yarın nasıl meyveler verdiğini anlatıyor. Buradaki Allah’ın temel olmazsa olmaz mesajı; onun razı olduğu işlerin yapılmasıdır.

Bunu geçmişimize baktığımızda göreceğiz; mezheplerin oluşması böyle olmadı mı? Bugün büyük mezhep dediğimiz mezhepler ’in imamları kendi dönemlerinde baskı ve zülüm görmediler mi? Kendileri görmeseler de asırlar sonra kendi düşünceleri devletlerin resmi mezhebi olmadı mı? İşte kısaca yarınları öngörme, geleceği okuma yeteneği sunuyor bizlere, tabi okumasını bilirsek.

Bu kıssa bize yarınları öngörüp bedel ödeyecek öncülerinde nasıl olması gerektiğini anlatıyor. Dikkat edin hakkı haykıran sıradan vatandaşlar değil aristokrat insanlar, devletin tüm imkânlarını kullanan, dünyanın tüm nimetlerinin önlerine serilmiş yönetici insanlar. Allah bunların kıssasını bize anlatıyorsa, burayı kaçırmamalıyız. Dünyanın tüm nimetleri önlerindeyken, keyif ve saltanat içerisindeyken Allah’ın mesajını veya rızası için bunları elinin tersiyle iten insanların kıssasını anlatıyor. Buradan bize bugünün Allah’ın kitabına tabi olanlarına ve onların liderlerine bir mesaj yolluyor. Siz dünyalık makam, mevki ve saltanatınızdan, dünyevi imkânlarınızdan Allah için vaz geçmedikçe Allah’ın yardımı size gelmeyecektir.

Bunun bir benzerini hatırlayın, Mekke de görüyoruz, Mus’ab’ı Mus’ab yapan neydi dersiniz? O Mekke’nin en zengini ve en lüks yaşayanıydı. Mekkeliler onun için geleceğin Mekke lideri yöneticisi olarak görüyorlardı. İşte Mus’ab bütün bunları elinin tersiyle itip Allah’ın mesajına sarıldığı için şehit olduğunda üstünü örtecek bir dünyalığı dahi yok idi. Oysa çok zengin lüks içinde yaşayan biriydi, Mus’ab b. Umeyr. Mus’ab b. Umeyr’in de Ashab-ı keyf’ten farklı bir yanı yoktu. O Medine’de insanlığa sunduğu Allah’ın mesajının yarınlarda nasıl kök salacağını öngörebiliyordu, çünkü eğitimliydi bugün yaptığının yarın nasıl sonuç vereceğini öngöre biliyordu. Peygamberlerde böyledir zaten onların bir sıfatı da Fethanet’tir.

Bütün bunları gelin bizim topluma getirelim.

Bizim toplumda bu makamlara sahip olup ta Ashab-ı keyf gibi elinin tersiyle iten kaç tane yönetici gördünüz. Göremezsiniz çünkü bizim bırakın devlet yönetiminde olanları dernek, vakıf, cemaat yöneticilerimiz bile elde ettikleri makamları kaybetmemek için neler yapıyorlar, çevrenize bakın anlayacaksınız. İşte böyle topluluklara Allah yardım eder mi? Etmiyorlar! Değerli dostlar, etmediğini geldiğimiz noktada halimize bakınca anlıyoruz.

Bizim toplumda kendini İslam’a nispet eden insanlarımız bu mağara arkadaşlarının hiç düşünmeden vazgeçtikleri makam, mevkileri ele geçirmek için neler yaptıklarına şahitlik yapıyoruz. Allah onlar vazgeçtikleri için övüyor, biz ise onların vazgeçtiklerini elde etmek için çabalıyoruz, bu ne yaman çelişki. Siz aristokratları sadece devlet yönetiminde olacağını mı düşünüyorsunuz? Eğer böyle düşünüyorsanız eksik düşünüyorsunuz. Bugün Allah’ın verdiği imkânları Müslümanların yarınları için değil de kendi lüks yaşamı için harcayanlar aslında aristokrat olmuşlar farkında değiller. Bu lüks ve şatafat onları bir yerlerin yöneticisi yapmıştır, onlar da oraların aristokratları olmuşlardır. Oysa mağara arkadaşları bu unvanlarını yırtıp atmışlardı. Bugün bizim yarınları okuyabilmemiz çok daha kolay. Önümüzde Allah’ın kitabı, arkamızda bu kadar yaşanmış tarih varken çok daha nitelikli işler yapmalıydık. Amma maalesef eskiler kadar bile olmadık, elimizde kocaman bir hüsran ve kötüye gidiş var bunu görüyor ne yapacağız deyip duruyoruz. Oysa bu toplumun Müslümanları olarak bu elimizdeki sonuç bizim yaptıklarımızın sonucu. Eğer yanlış ise demek ki bir yerlerde gömleği yanlış düğmelemişiz. İlk düğme yanlış takılırsa ardın sıra gelecekler de yanlış olacak. Bunu ya görmemişiz veya önemsememişiz. Bir yazarın şöyle bir tespitini okumuştum şöyle diyordu “Eğer tarih okumalarımız bize tarihte yaşanmışları alıp bugüne kopyalarsak tarihin ve geleceğin hakkını yemiş ve gelecek nesilleri tahrip etmiş oluruz.” Geçmiş tarihimizde yaşananlar o zamanda kaldı biz artık bunlardan faydalanarak yarınları inşa etme yoluna düşmeliyiz. Bunu yapmak bedel istiyor bu yüzden geçmişi kutsamaktan geleceği inşa etmeye vaktimiz kalmıyor.

 

Mübarek ramazan ayında bu toplum bir imtihan verdi. Bu imtihan ramazan ayında ve ramazanın son 10 gününe denk geldi. Allah’ın bir tokadı mı yoksa tesadüf mü bilinmez. Bu seçimde kendini İslam’a nispet edenler ile laik seküler kesimin seçimi oldu. Bir kaybedenler birde kazananlar var. Kaybedenler az çok belli. Eğer biz kaybedenin ak parti olduğunu düşünüyorsak yanlış düşünüyoruzdur. Kaybedenlerin Allah’ın dininin temsilcileri olan Müslümanlar olduğu algısı yayılmaya çabalanıyor. Karşı taraf, konuşmalarında şu cümleyi kuruyordu: “artık göğsünüzü gere gere Atatürk diyeceksiniz, artık kuytu köşelerde değil bağıra bağıra Atatürk diyeceksiniz” bu bizlere bir şeyler anlatıyor olmalı. Oysa Atatürk konusunda kaybeden taraf kazanan taraftan daha çok bağlılık gösteriyor ve sahipleniyor. Kazanan taraf hedefe Erdoğan’ı değil onun temsil ettiği dini kimliği koymuş görünüyor. Galiba kazanan tarafın amacı üzüm yemek değil, bağcı dövmek olduğu görünüyor.

 Düşünün; koca koca medya kanalları, devletin imkânları, yetmez devletin yayın organları hepsi size çalışacak ama siz kaybedeceksiniz. Demek ki ediliyor, bunun örnekleri insanlık tarihinde sayısızca var. Hatta okuduğumuz Kur’an bize bunların örneklerini sunuyor. Tabi olduğumuz, örnek aldığımızı söylediğimiz, Peygamber bile böyle bir atmosferde başarı elde etti. Peki, neydi kaybettiren, toplum neden bunca medya ve manipülasyonlara rağmen tercihini farklı yaptı. Gelin bunları biraz ete kemiğe büründürelim.

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın her sıkıştığında sığındığı liman, bu sefer kendisini terk edecekti. Bu liman İslam’dı. Dikkat edin her başı sıkıştığında bu toplumun Müslüman muhafazakâr insanlarına sığınıyordu, bu seferde aynı şeyleri yaşadık. Amma unuttuğu bir gerçek vardı, artık 90’lı yılların cahil bırakılmış muhafazakârları yoktu karşısında. Artık düşünen, yorumlayan, söze-slogana değil yapılan icraatlar bakan bir toplum vardı karşısında. Beni tanıyan herkese şu cümleyi söylediğimi bilir, “akp’yi iktidara getirenler götürecekler” derdim. Onu şundan dolayı söylerdim; akp’nin seçim kazandığı ilk döneme bakın hiç sandığa gitmeyen bu toplumun Müslümanları sandığa gittiler. Ortalama %8 ile 10 arasında bir rakama tekâmül eder, bu sandığa giden kesim. Bugün akp’nin kaybetmesinin sebebi bu %8’lik kesimin sandığa gitmemesi desek yanlış olmaz kanaatindeyim.

Bu sonuç çok şey anlatıyor bu topluma özellikle Müslüman muhafazakârlara okumasını doğru yaparlarsa tabi. Cumhurbaşkanı Erdoğan ve çevresi bu sonucu kendi elleriyle hazırladı. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı iktidara getiren ne kadar neden varsa bugün hepsi bir araya toplanmış durumdadır. Tarih tekerrür ediyor sanki. Hatırlayın MHP koalisyonu iktidar ve arkasından gelen krizler, bunun tuzu biberi olan İzmit depremi. O dönemde de partiler arası pazarlıklar. Ve arkasından yapılan ilk seçimde yeni kurulan partinin iktidarı. Bugün farkında mısınız bilmiyorum yine ekonomik kriz ve yine iktidarda MHP, AKP ve yine deprem tesadüf mü yoksa geçmişini unutanların akıl tutulması mı? bilinmez.

Cumhurbaşkanı Erdoğan artık şunları iyi okumalı; kendisinin bu toplumun Müslümanlarının başına bela ettiği 6284 sayılı yasa topluma rağmen dayattı. Buna itiraz eden Yeniden Refah oylarını artırıyor buradan ders çıkarmalı Erdoğan. “Kadının beyanı esastır” deyip milyonlarca insanı evinden yasa zoruyla sokağa atmanın bir sonucu olmalıydı. Geçmişte Müslümanlara yapılan zulümleri dillendirirken Cumhurbaşkanı Erdoğan şu cümleleri kuruyordu; “Millete deli gömleği giydiriyorlar” diyordu. Bu saya bu millete giydirilmiş deli gömleğidir. “Süresiz nafaka zulmü”, bu toplum bunu Erdoğan düzeltir diyordu -özellikle muhafazakâr kesim- ama düşündükleri gibi olmadı ve bununda bir karşılığı olacaktı.

Cumhurbaşkanı Erdoğan kendine yandaş medya alanları açtı ve ülkenin medya alanında tekeli oldu. Bu medya kuruluşları Erdoğan’ın söylemlerinde olduğu gibi Müslümanlara mı hizmet etti yoksa tersimi oldu? Bu medya kuruluşları; bu Müslüman toplumun bütün değerlerini ayaklar altına alırken kimsenin sesi çıkmadı. 90’lı yılların Televole kültüründen illallah eden toplum bu sefer Esra Erolları, Müge Anlıların kültürünü tanıyacaktı. İşte bu kültürün yetiştirdiği yeni nesil sandığa gitti, tercihini yaptı ve sonuç ortada. Bu toplum 90’lı yıllarda Müslümanlara güveniyordu, o yüzden Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı iktidar yaptı. Rüşvetten, torpilden, ranttan, adaletsizlikten artık bıkmıştı toplum. “Bunu Müslümanlar düzeltir” dediler, “çünkü onlar her şeyden önce bir iş yapacaklarında Allah’tan korkarlar” diye düşünüyorlardı. Bugün geldiğimiz noktada hiçte öyle olmadı. Adaletsizlik mi “Müslümanım!” diyenlerde, adam kayırma mı “Müslümanlarda!”, rant mı “Müslümanlarda!”, rüşvet mi adı değişse de sapına kadar “Müslümanlarda!”. Daha doğru bir ifadeyle toplumun Müslüman dediği kesimlerde! Yoksa gerçekten Allah’ın hükmüne ram olmuş hakiki Müslümanları kast etmiyorum, onların seçimle de işi de olmaz zaten.

İslam’ı temsil ettiğini düşünülen Akp’in bu toplumda, Müslümanlara verdiği zararı hiçbir parti, ideoloji vermedi. Erdoğan’ın “Müslüman!” belediye başkanları, çalıştıkları her şehirde rant oluşturdular. Devletin hazinesine ait mülkleri nasıl birilerine peşkeş çektiler herkes bilir. Bir cemaate “ne istediniz de vermedik” diyecekti, itiraf gibi. Yetmedi gariban vatandaşın tapulu arsalarına imar planları diyerek nasıl çöktüler, oturup düşünsünler.

Cumhurbaşkanı Erdoğan; “Biz İstanbul’a ihanet ettik” demişti bir konuşmasında, hemen arkasından söylediği cümleler çok daha vahimdi; “Artık yüksek katlı binalar değil yatay mimari uygulanacak, imar planlarında” diyordu. O günden buyana Erdoğan’ın partisinin belediye başkanları -dikkat edin- yandaşlara gök delenler, gariban vatandaşa yatay mimari imarları vermeye başladılar. Aynı ilçede yandaşların oturduğu mahallede gökdelenler, yan mahallede yatay mimari, bu vatandaşın malına çökmek değil mi? Bu sonuçların bir nedeni de bu değilimdir? Dikkat edin bu yatay mimari fikrinden sonra İstanbul’da artık müttehitler dönüşüm yapmamaya başladılar. Sonuç; uçuk kaçık kiralar, uçuk kaçık ev fiyatları, kimin işine yaradı, hükümetin oturup düşünmesi gerekir.

Şu cümleler çok şey anlatıyor tabi onurlu olan varsa: “Paçamıza yapışanlar–Gölgemizde büyüyenler” kimler bunların paçasına yapışmış oturup düşünsün, böyle büyüklenme ve kibir bir Müslümanda olur mu?

Fazla uzatmadan başlıklar halinde kaybettiren nedenleri yazalım.

Memura verip emekliye vermemek zarar verdi!

“Bize oy vermezseniz, biz olmazsak bu emekli maaşını da alamazsınız..”

“Emekliyi enflasyona ezdirmedik, ezdirmeyeceğiz”, sözü verdiği halde bağ-kur pirim sorununun üstünü örtmeye çalışmak.

“Fırsatçılara göz açtırmadık, açtırmayacağız, fırsatçı marketlere şu kadar ceza kestik...." söylemleri zarar verdi!

Bir hâl yasasını bile çıkartamamak zarar verdi!

Başıboş köpekler meselesini bile defalarca söz verildiği halde çözememek zarar verdi!

Konutlarda %25 uygulaması, kiracı ile ev sahibini birbirine düşürdü, zarar verdi, her biri "ters" etki yaptı. Bu konuda kendisini ikaz edenler dinlenmedi.

Turist Ömerlere itibar zarar verdi!

“Biz kazanınca Gazze kazanacak” söylemi zarar verdi!

Futbol Federasyonu'nun McDonald’s sözleşmesine müdahale edilmemesi zarar verdi,

Medyadaki goygoyculuklar, Gazze kan ağlarken espriler yapmaları zarar verdi, troller zarar verdi!

Süresiz nafakanın defalarca söz verildiği halde kaldırılmaması zarar verdi!

6284 zarar verdi!

Feministler zarar verdi!

İhsan Şenocaklara, Boynukalınlara ve daha nice Müslümanlara çekilen operasyonlar zarar verdi,

Kibir, israf zarar verdi!

Topluma tevazu ve mütevazılığı tavsiye edip, kendileri yapılan her işte açılış törenleri düzenleyip, yapılan işi insanların gözüne gözü ne sokmak riyakarlığı kaybettirdi!

Tabanın sesine kulak tıkamak zarar verdi!

Ailenin çöküşü zarar verdi!

Küçük esnafın çöküşü zarar verdi!

Hesapsız üniversiteleşme, mecburi eğitimin 12 çıkartılması, mesleksizliğin yaygınlaşması zarar verdi!

Tam da seçim öncesi Ayasofya'nın bir bölümünü paralı yapmak zarar verdi!

Her ağzını açana “fetöcü”, “hain” demek zarar verdi!

Özeleştiri yapıp bünyedeki yanlışları tespit etmek ve düzeltmeye çalışmak varken, dikkatleri başka yerlere çekip odağı dağıtma kurnazlığı zarar verdi!

Yandaşlara gökdelenler, gariban vatandaşa yatay mimari uygulamaları!

Her seçimde trilyonları, seçime giren partilere dağıtıp gariban emekliye, küçük esnafa gelince para yok anlayışı kaybettirdi.

Mavi Marmara’yı yola çıkaranları teşvik edip, günün sonunda “kimden izin aldınız” deyip o gemide şehit olanların ahları kaybettirdi.

Gazze diyip miting yapmak, “yanındayız” deyerek israile verip veriştirmek, arkasından israile yapılan ticareti kesmemek, tersine yükseltmek kaybetirdi. Bu mihvalde Müslümanlar ve toplum, rıyakar siyaseti bu sefer yemedi. Emekli amcalar maaşlarını Gazze’ye bağışlarken İsraille ticareti kesmeyenler kaybetti.

Bu topluma bir din yerleştirme planları, tasvvuf-tarikat dindalığı tutmadı, seçim öncesi üç beş sakallıyla poz vermek, cemaatlere yanaşıp oy istemek tutmadı, oy istemek dışında bu yapılara karşı yapılan hukuksuzluklar kaybettirdi.

Milletin paralarıyla yapılan hizmetleri kendi yapmış anlayışı, yetmez birde diyanet eşliğinde yapılan açılışlar kaybettirdi.

Topluma, vatandaşa zühtü ve sabrı tavsiye edip, kendileri ultra lüks umreler, tatiller balolar vb. nice yanlışlar kaybettirdi.

Bütün bunları yazdın-döktün, hiçmi olumlu bir şey yok diyeceksiniz. “Yiğidi öldür hakını inkar etme” diye bir deyim var bizim toplumda. Yaptığı güzel işler de var tâbi, yazmakla bitiremeyiz. Bu yüzden kaybettiren hususları yazmak kolay olacağından ve yazımızın asıl maksadının da bu olmasından sebep olumsuzlukları yazdık. Konumuz yaptığı icrahatlar değil kaybettiiren sebepler. Bularında yukarda büyük bir kısmını yazdım diye düşünüyorum. Müslüman adil kişidir. Bu yüzden hakkını teslim etmek gerekir. Bu seçim özelinde yaptığımız bir okuma, olumlu yönleri zaten toplum iktidar yaparak 20 yılık bir yönetim verdi. Böyle seçimle gelip bu kadar iktidarda kalan başka bir örnek yoktur herhalde.

Yukarıdan aşşağı yazıyı okuduğunuzda dikkat ettiniz mi bilmiyorum, yazılanlar genelde dünyalık menfaat odaklı. Yazılanlar arasında hiç Allah’ın dini vb. konular yok tuhaf değil mi? Oysa kaybettiren sebeplerin Allah’ın hükümlerinin şöyle veya böyle hatalı uygulanması olmalıydı. Neden mi çünkü kaybeden taraf kendini İslâm’a kitaba nispet ediyor da ondan. Bu toplumun tevhid’i müvahit müminlerini tenzih ediyoruz, onların böyle konularla işi olmaz olmamalıdır.

Bu yazımızda Uhud’u günümüze getirmeye gayret edeceğiz. Uhud özelinde bir siyer okuması yapmaya gayret edeceğiz. Konuya Uhud ile başlayalım o günü, bütün Müslümanlar okumuş ve yakinen biliyordur. Hz. Hamza’nın şehit edildiği savaş meydanı, Uhud. Yaptığımız okumalarda bu savaşın kaybedilmesine sebep olan en temel olay okçular tepesinde görevli olanların yerlerini terk etmeleri olduğunu görmekteyiz. Hz. Peygamber her ne olursa olsun burayı kesinlikle terk etmemeleri konusunda uyarılan Müslümanlar, savaşı kazandık, bizde ganimet toplayalım diyerek yerlerini terk etmeleri onlara pahalıya mal oldu. Dikkat ettiniz mi bilmiyorum yerlerini terk etmelerinin tek nedeni ganimet yani dünyalık mal hırsı. Onlar o tepeyi terk ettiler, savaşı kaybettiler, ya bugünün Müslümanları okçular tepesini bir daha terk etmediler mi dersiniz? Allah okçular tepesi üzerinden Müslümanlara bir mesaj veriyordu, tabi okumasını bilenler için. Eğer öyle olmasaydı orayı terk edenlerin yerine meleklerini gönderir, Müslümanların kazanmasını sağlardı. Öyle yapmadı o gün oradan tüm çağlara bir mesaj vardı. Gelin Medine’ye gidelim! Hz. Peygamber vefat ediyor, bu haberi alan kabileler başlıyorlar irtidat etmeye, okçular tepesini ta o günden terk etmeye başlıyorlar. Peki, onların irtidat etmelerinin sebebi neydi dersiniz, zekâtı vermeyeceğiz diyorlardı yani yine dünyalık yine mal hırsı. Hz. Ebû Bekir (r.a.) onlarla mücadele edecekti “kim namaz ile zekâtın arasını ayırırsa onunla savaşırım” diyecekti. Bu yanlışa düşenlerle savaştı ve Allah ona zafer nasip etti, yani Allah’ın yardımına nail oldu. Müslümanlar okçular tepesini her dünyalık imkân önlerine geldiğinde terk ettiler.

Gelin okçular tepesini biraz güncelleyelim, bugün okçular tepesi nelere karşılık geliyor. Bugün bizim toplumda okçular tepesi var mı? Varsa terk edenler kimler? Bugün okçular tepesi beş on dairesi olup da buralardan kira alanlar buraların zekâtlarını vermemek için oğlunun kızının yetmeyince akrabasının üzerine yapanlar okçular tepesini terk etmediler mi? İlim sahibi olup ta yazdığı kitapları uçuk kaçık fiyatlara satanlar okçular tepesini terk etmediler mi?

Hz. Peygamber ve ondan sonra gelen halifeler yöneticilik yaptılar, bu yöneticiler görevlerini bıraktıklarında, göreve geldikleri günden daha refah bir hayat veya mal mülk edinmiş miydiler? Peki, bugün Müslüman olduğunu iddia eden yöneticiler zenginleşiyorsa okçular tepesini terk etmediler mi?

Bugün kendilerine Müslüman diyenler, topumda hırsız, üçkâğıtçı damgası yiyorsa okçular tepesini terk etmemişler mi? Bugün Müslümanların önünde duranlar hakkında, kendi çevreleri güvenilir değildir diyorsa okçular tepesini terk etmemiş mi?

Okçular tepesi okumasını bilemler için bir tasavvur sunuyor insanlığa, insanlık özelinde Müslümanlara bir anlayış, kavrayış, bir metot sunuyor. Eğer tepeyi terk ederseniz mücadeleyi kaybedersiniz, mücadeleyi kaybettiğinizde artık yaşayacağınız din kalmaz ortada. Tependen gelen düşman sizin bütün değerlerinizi ayaklarının altına alır ve sizi dönüştürür. Kendine benzetir. Artık elinizde ne kılacağınız namaz, nede vereceğiniz zekât kalır. Bugün yaşadığımız topluma baktığımızda bu söylediklerimden farklı ne görüyorsunuz. Ne kadar okçular tepesi varsa istila edilmiş o tepeleri bende sizdenim diyerek kandırılmış düşmanları tarafından tutuluyor olduğunu görüyoruz. Bunun bir örneğini Gazze de yaşıyoruz! Oradaki Müslümanlar tepeyi canları pahasına terk etmiyorlar, düşmanları terk ettirmek için elinden geleni yapıyor. Tepeyi terk etmeyenler kazanacak Uhud bize bunu söylüyor.

Bugün yaşadığımız toplumda okçular tepesini terk edenler genelde hep rant uğruna terk ediyorlar. Rant! bu kelime çok önemli çünkü o gün ganimet uğruna orayı terk edenler de rant için terk ettiler, o gün bunun adı ganimetti, bugün bizim toplum da bunun adı rant olmuş. İşin garip olan tarafı bu toplumda bu rantın peşine düşenler bu kitabın muhatapları olmuşlar, tıpkı o gün olduğu gibi. Gelin bu toplumda kendini İslam’a nispet edenlere bakalım cemaatlere, derneklere, vakıflara vb. yerlere bakın zilletin temelini rantın oluşturduğunu göreceksiniz. Müslümanlar kendi kurumlarında bile rantın peşindeler maalesef. Kimi kendi cemaatinin çokluğunu rant edinmiş karşısındakilere dayatıyor. Kimileri elindeki imkânları ranta dönüştürmüş kendinden başkasıyla paylaşmıyor, kimi yapılar da liderinin hesapsızca taassupçusu olmuş buradan edindiği ranttan vazgeçemiyor. Oysa bu saydığımız yapıların hepsi okçular tepesinde görevliydiler. Ne olursa olsun o tepeyi terk etmeyeceklerdi.

Bu toplum şu pratiği yaşadı 80’li, 90’lı yıllarda Müslümanlar rantı düşünmeden Allah için fedakârlık yaptılar, bunun bereketini yaşadılar. Okçular tepesini hiçbir çıkar için tutmadılar sadece Allah rızası için yaptılar. O dönem de cemaatlerde yapılarda çalışanlar buralardan bir maddi beklenti içinde değillerdi. Liderinden en alt seviyedeki Müslümanlar nafakalarını bu yapıların dışında karşılardılar. Bir işleri olurdu kendinin ve ailesinin nafakasını bir iş yerinde çalışarak temin ederlerdi. Cemaat ve yapılarda yapılan her işi Allah rızası için fedakârlık ve görev olarak addederlerdi. Bu yaptıklarından bir menfaat beklemezlerdi bunu hakaret sayarlardı.

 Bunları neden söylüyorum, şundan dolayı söylüyorum, Allah’ın Peygamberler’inin birer meslekleri vardı. Kimi demir ustası, kimi marangoz, kimi çobandılar. Geçmişte Müslümanlar bunları model alıyorlardı çocuklarının bir sanat edinmesini önemsiyorlardı. Hatta Osmanlı döneminde bile padişahların bile böyle birer sanatı vardı desek abartmış olmayız.  Bugün durum değişti bu yapılar artık yaptıklarının maddi karşılığını bekliyor oldular. Buralarda görev alanlar önce ne kadar maaş alacaklarına bakıyorlar. Kur’an kurslarında hocalık yapanlar bile buralardan para almazlardı, bunu Allah’ın dinini para karşılığı satmak olarak düşünürlerdi. Doğruda düşünüyorlardı bu yaptıklarını Allah bereketlendiriyordu, bugün bunlardan eser yok. Bunlar kesinlikle yanlıştır haramdır falan demiyorum, anlatmak istediğimiz bir savrulmayı tespit etmek. Farkında mıyız bilmiyorum kınadıklarımıza benzemeye başlamışız.

Peki, Allah’ın resulü yaptığı peygamberlik için ne kadar ücret aldı? Onun arkadaşları Allah için yaptıkları fedakârlıklar için ne kadar maaş aldılar. O dönemde ve onlardan sonra gelen Âlimler yazdıkları eserleri kaç paraya sattılar. Hz. Peygamber’in ve ondan sonra gelen sahabe yaptıkları görevlerden ne çıkar elde ettiler? Allah kendi kitabını az bir para karşılığı satanlar hakkındaki tehdidi kimler için. Bütün bunlardan yola çıkarak şunu söylüyoruz bu toplumun Müslümanları sekülerleşti, okçular tepesini çoktan unuttular. Unutmayanlar yok mu? elbette var amma çok az toplum içinde marjinal olarak algılanıyorlar. Unutmayın o tepeyi terk etmeyip şehit olanlarda vardı ve onlar kazandılar. Bugün tepeyi terk edenler kazandı olarak algılanıyor, orayı terk etmeyenler kaybeden olarak algılanıyorlar.

Bu mübarek Ramazan ayında onu bu kadar mübarek kılan olgu bu ayda vahyin inmeye başlamasıyla alakalı. Bugün ramazanın kutsallığını anlatıyoruz bu ayda oruç tutuyoruz. Orucu bize emreden işte bu ayda inen vahiy, Okçular tepesini terk edenlerin tutukları oruçlar oruç olur mu? Bugün bu toplumda rantçıların tutukları oruç ibadet olur mu?

Ramazan’ın okçular tepesiyle ne ilgisi var diyeceksiniz, şöyle anlatmaya çalışayım. Okçular tepesini yaşayanlar orucun ne olduğunu anladılar. Oruç sadece aç kalmak değil, daha önceki peygamberler dede oruç vardı, kimisinde susma orucu vardı, Hz. Meryem’i hatırlayın. Oruç bütünün bir parçasıdır aslında bütün olan ahlakın sadece bir parçası. İşte okçular tepesini yaşayanlar Allah’ın kendilerinden ne istediğini anladılar. Bu anlayış ve kavrayış Allah’ın yardımıyla bir yurda dönüştü. Tepeyi terk etmek bir kusurdu orada kalmak gerekirse canından olmak bir erdem ve ibadetti. Bunu yaşayanlar Kur’an’ın yurdunu inşa ettiler ramazanı öz yurduna kavuşturdular. Ramazan’ın kendi yurdunda ramazan olacağının bilincindeydiler. Onlar şu hakikati idrak ettiler okçular tepesi sadece Uhud’da değildi, Allah’ın emrettiği bütün hükümler birer okçular tepesiydi ve bu tepeleri terk etmemeleri kendilerine öğretiliyordu. Onlar şu hakikati anladılar ömrü, hayatı Ramazan olanların akıbeti Bayram olacak. Bugün yaşadığımız toplumda hayatını Ramazan yapamayanlar bayram yaptıklarını sanıyorlar. Unutmayalım Allah’ın hudutları birer okçular tepesi konumunda, ya bu tepeleri rant, ganimet için terk edeceğiz veya canlarımız pahasına bu tepeleri muhafaza edeceğiz.

Allah Azze ve Celle ömrümüzü ramazan, akıbetimizi Bayram olanlardan eylesin.

Rabbim bizleri okçular tepesini terk etmeyenlerden eylesin, o tepede canlarımız pahasına Allah için mücadele edenlerden eylesin.

Bu yazımızda geleceğimiz olan nesilleri nasıl ifsat ettiğimizi irdelemeye gayret edeceğiz. Konuya şöyle bir soruyla başlayalım, yaşadığımız toplumda son yıllarda çevrenizde en çok hangi kuruluşlar açılıyor hiç dikkat ettiniz mi? Eğer etmediyseniz ben söyleyeyim, nerdeyse her işlek cadde her köşe başında bir psikolog kliniği karşınıza çıkıyor farkındaysanız. Bunlar boşuna açılmıyor, toplumda buralara talep patlaması yaşanıyor. Tabi bunların birçok nedeni var, amma en temel sebep aile, diğer bir tabirle çocuk yetiştiren ebeveynler. Ya ne yaptığımızı bilmiyoruz veya bilerek nesilleri ifsat ediyoruz. Gelin konuyu bir örnekle açalım! Çevrenize iyi bakın bugün toplumda anne-babalar çocukları daha ilkokul döneminden başlayarak bakın nasıl bozuyorlar. Toplumda ister Müslüman olsun ister farklı ideolojilere sahip aileler hep aynı yolu takip ediyor. Torpil hastalığı sarmış her tarafımızı, işin garibi bu torpil Müslüman aileler de çok yaygın. Nasıl mı? Çocuk okul da dersini yapmaz hemen bir özel öğretmen tutarız parasını veririz veya bir dershaneye yazdırırız, başlarız çocuğa torpil öğretmeye. Asıl olan öğrenmede sorunlu bireyler için bunlar yapılmalıydı. Bu yöntemi bütün çocuklarda uyguladığınızda, artık çocuk nasılsa ailem ben çalışmasam onlar parayla bu işleri hallediyorlar algısı yerleşmeye başlıyor. Çocuk artık ödevi ve görevi ders çalışmak olması gerekirken bunlardan uzaklaşıyor. Okula giden çocuğun mesleği öğrenciliktir, yani okula giden çocuk bir meslek icra ediyor, tıpkı annesi-babası gibi büyükleri bir işyerinde çalışıyor ve yaptıkları bir meslekleri var. Yaptığı işi onun mesleği ve tanımı oluyorsa çocuğunda okula gitmesi onun o zamandaki mesleği oluyor (öğrenci) çocuğa sorduğunuzda ne iş yapıyorsun diye ben öğrenciyim diyor. İşte kendini öğrenen olarak tanımlıyor mesleği de bu (öğrenci).

Aileler bunun bir kişilik inşası olduğunu ya bilmiyor veya bilerek nesillerini ifsat ediyor. Çocuk okumuyor zorluyorlar, yetmiyor para verip özel kolejlere yazdırıp diploma alıyorlar. Buda yetmiyor sen misin okumayan korkma baban var sana o diplomayı her şekilde alır. Lise okumayan çocuk açık lise oku diploma al, onu da yapmıyor bu sefer aile devreye giriyor parayla özel kolejler ayarlanıyor paralar veriliyor diploma alınıyor. Dikkat ettiniz mi ilkokuldan başlayan lise çağına gelene kadar çocuklara sadece bir şeyleri başarmalarını değil nasıl kestirmeden işi hallederizi aşılıyoruz. Çocuk hiç zorluk çekmiyor çabalamıyor kendini ispat edemiyor. Dikkatli incelersek karşımıza bugün toplumu kemiren temel toplumsal yaranın kendisi çıkıyor. Bugün yaşadığımız toplumda herkesin altına imza atacağı bir gerçeklik var. Torpil adam kayırma istediğiniz üniversiteyi, akademik başarıyı elde edin eğer torpiliniz yoksa bir işe yaramıyor. İşte bunu yapanları biz anne- babalar, akrabalar çevre olarak biz yetiştirdik. Bizden önceki nesil, bu nesli böyle yetiştirdi. Bu nesilde yetiştiği gibi yapıyor bu da gayet normal değil mi?

Allah kitabında bakın bize nasıl bir örneklik anlatıyor. Hepimiz Kur’an okuyoruz ve Hz. Musa ile Hızır diye bilinen kıssayı okuyoruz. Keyf suresinde anlatılır, burada bizi ilgilendiren kısım anlatılanların hepsi gayp olması yani bilge adamın yaptıklarına karşı çıkan Hz. Musa (a.s.)’ın karşı çıktığı her şey gayp ve gelecek ile ilgili olması manidar. İşte bizim konumuzu ilgilendiren kısmı burası buna biz Geleceği okuma öngörme diyoruz. Bugün bizim en temel yanlışımız bu ayetleri okurken Allah bize kitabın muhataplarına geleceğinizi iyi okuyun geleceğinizi bugünden inşa edin diyor olması. Bizler bugünü değil yarınları inşa ediyoruz yetiştirdiğimiz nesillerle. Tıpkı Hz. Musa’nın İsrailoğullarını çölde inşa etmesi gibi bu bir süreç bu süreci doğru okuyup inşa edenler yarın karşılarına doğru sonuçlar gelecek. Bunları görmeyenler bugüne odaklananlar yarınlarını ıskalamış olur karşılarına bugün bizim karşımızda duran sonuçlar çıkacak. Bu kıssada anlatılan her olayı Musa (a.s.) nezdinde bizlere bir yol bir metot öğretiyor. Dikkat edin o anlık yanlış olarak algılanan olaylar aslında gelecekte ne muazzam sonuçlar sunuyor. İşte bizler nesil yetiştiriyoruz bizleri çok yakından ilgilendiriyor.

İşin garip ve anlaşılması zor olan tarafı bunu bu toplumun Allah’ın kitabına ve O'nun resulünü kendilerine model olarak bıraktığı, sünnetini ölçü aldıklarını söyleyenler yapıyorlar. Bakın Allah resulü kendi öz kızına nasıl bir örneklik yapıyor, onun nezdinde tüm anne- babalara muazzam bir ders veriyor.

 “İmam Buhârî ve Müslim naklediyor. Hâdiseyi bize Hz. Ali (radıyallâhu anh) anlatıyor ve diyor ki:

"Evimizde hizmetçimiz yoktu. Bütün işlerini bizzat Fatıma kendisi yapıyordu. Zaten, bütünü bir tek odadan ibaret olan bir hücrecikte kalıyorduk. O hücrecikte, Fatıma ocağı yakar ve yemek pişirmeye çalışırdı. Çok kere, ateşi alevlendirmek için eğilip üflerken, ateşten çıkan kıvılcımlar benek benek elbisesini yakardı. Onun için elbisesi delik deşik olmuştu. Yaptığı sadece bu değildi. Ekmek yapmak, evin ihtiyacı olan suyu taşımak da onun yüklendiği işlerdendi. Ayrıca değirmen taşını çevire çevire eli; su taşıya taşıya da sırtı nasır bağlamıştı.

Bu arada bir harp dönüşü Medine'ye esirler getirilmişti. Allah Resulü bu esirleri, müracaat eden Medine halkına dağıtıyordu. Fatıma'ya, babasına gidip ev işlerinde kendisine yardımcı olabilecek bir hâdim (hizmetçi) istemesini söyledim. O da babasına gitti fakat evde yoktu. Hz. Âişe: "Geldiğinde ben haber veririm." dedi, o da geri döndü.

Yatağa uzanmıştık ki, az sonra Allah Resulü birdenbire çıkageldi. Yataktan doğrulmak istedikse de O buna mâni oldu ve aramıza oturdu. Öyle ki sadrıma temas eden ayağındaki serinliği göğsümde hissediyordum. Arzumuzu sordu. Fatıma da durumu aynen nakletti. Allah Resulü birden uhrevileşti ve şöyle dedi:

"Ya Fatıma, Allah'tan kork ve Allah'a karşı vazifende kusur etme! Allah'ın omuzuna yüklediği farzları hakkıyla yerine getir. Kocana da daima sadık ve itaatkâr ol! Onun hakkını da gözet! (Yani, senin iki vazifen var: Allah'a karşı kulluk etmek ve sonra da kocana itaatte bulunmak.) Sana ayrı bir şey daha söyleyeyim. Yatağına girmek istediğin zaman, otuz üç defa "Sübhanallah", otuz üç defa "Elhamdülillah", otuz üç defa da "Allah Ekber" de. İşte bu senin için hizmetçiden daha hayırlıdır."

Bu sadece bir örnek ne öğretiyor diye bilirsiniz torpil var mı? İyi bakın peygamber kızı bunu isteyen. İşte kitaba tabi olanlar böyle yaptılar ve bu anne- baba (Hz. Ali- Hz. Fatıma)’da nesil yetiştirdi. Onların yetiştirdiği çocuklar Hz. Hasan, Hz. Hüseyin olarak kendinden sonraki çağlarda hala rahmetle anılıyor. Ya bizim yetiştirdiğimiz çocuklar nasıl anılıyor. Örneğin Muaviye torpil yaptı kendi ehline onlar nasıl anılıyor dersiniz. Bu toplumun Müslümanları olarak kendimize bakalım, Muaviye’nin ehline mi benziyoruz yoksa Hz. Ali, Hz. Fatıma’nın yetiştirdiği nesle mi benziyoruz. Eğer bizim örneklerimiz Allah’ın resulüyse o zaman neden onun yaşam modelini kendi toplumumuzda inşa etmiyoruz. Şöyle bir soru soralım bugün çocuklarına bu torpilleri yapanlar eğer Allah resulü aranızda olsaydı böyle yapar mıydınız? Bu soruyu kendinize sorun, vereceğiniz cevaba göre hareket edin. Unutmayın daha çocukluktan başlayarak bunları yaparsanız bunlar yetiştiklerinde zaten çocukluktan öğrendiklerini yapacaklar yani torpil adam kayırma, bedavacılık işte bugün karşımızda duran manzara. Bu yetiştirme modeli bundan sonraki hayatlarını inşa ediyor. Gençliklerini çalıştıkları iş yerlerini evlendiklerinde evlerini böyle yönetecekler. Farkında mısınız artık evlilikler yürümüyor, eşler arası muhabbet kalmamış, biraz detaya indiğinizde işte bu torpilli yetişme anlayışı çıkıyor. Kızlarımız daha evlenirken torpil bekliyor en iyi (imkânları) sunan adayları arıyorlar, sebebi olurda ayrılırsam bundan sonraki hayatımı garanti altına alayım anlayışı.

İşte bu yüzden bu toplumun Müslümanları maalesef bir Hasan, bir Hüseyin yetiştiremiyor. Onlar kendi dönemlerinin Oxford’larını bitirmediler. Amma bugün Oxford’lar da onların yaşam modelleri örnek olarak gösteriliyor. Çünkü onlar Allah’ın yarattığı insan denilen varlığın temel insani değerlerini öğrettiler nesillerine.

Konuyu şöyle toparlayalım bugün toplumu kemiren ayrımcılık ve torpil anlayışını biz aileler daha çocukken aşılıyoruz çocuklarımıza. Onların kendilerini inşa etmelerini hayatın içinde yaptıkları işleri başarmalarını sağlamıyoruz. Tersine çocuk zorlanmaya başladığında hemen torpil jokerini işletiyoruz tıpkı İslam öncesi Mekkeli elitler gibi. Çocuklarımıza paramızla sosyal statümüzle her şeyi satın alabileceğimizi öğretiyoruz. İslam öncesi Mekke de böyleydi, İslam geldi bunları ortadan kaldırdı.  Peygamber Efendimiz şöyle buyurdu: “Ey kızım Fâtıma! Babam peygamber diye sakın güvenme. Rabbine karşı kulluk vazifeni yap. Allah’ın rahmeti olmadan ben de bir şey yapamam.” (Müslim, İman 89, 351.). İşte bu örnekliğin inşa ettiği insanların, Ondan sonra ki yaşanan tarihe As-rı saadet diyor Müslümanlar. Ta ki, Hz. Osman (r.a.)’ın son dönemlerine kadar o da ehline düşkündü ailesinden birçok kişiyi ehliyet sahibi olmasalar da devlet kadroları da görevler verdi. Yapılan bu yanlışlar sonra kendisinin şahadetine ve Muaviye gibilerin toplumun temel dinamitleriyle oynamaya başlayana yol açtı. Eğer toplum da biz Müslümanlara el emin diye bakılmıyorsa en temel sorun burada saklı. Çünkü Hz. Peygamber peygamberlik öncesi bile emin kişi olarak tanınırdı kendi toplumunda. Unutmayalım eğer temel insani değerleri yüklenememiş bireylerin, üzerine vayhi yüklerseniz işte böyle üçkâğıtçı Müslüman tiplemesi çıkar karşımıza” …De ki: 'Siz iman etmediniz; ancak 'İslam (Müslüman veya teslim) olduk deyin. İman henüz kalplerinize girmiş değildir….” Hucurat 14.  Hz. Muhammed’i örnek aldığını söyleyen bu toplumun insanları onun peygamberlik öncesi kişiliğini bile çocuklarına yerleştiremiyorlar. Onun peygamberlik öncesi cahiliye toplumunda yaşadığı değerleri kendi çocuklarına veremiyorlar. Bizim şapkayı önümüze koyup kendimize gelmemiz şart yoksa hesap çok çetin olacak. Biz Müslümanlar bu topluma Allah’ın razı olduğu kişilikler, karakterler ve nesiller yetiştirmek zorundayız. Diplomalı Maviyeler, akademik Ebu Cehiller değil. Örneğimiz önümüzde duruyor Mekke toplumunda yaşayan el emin olarak tanınan Muhammed (s.a.s.)’i bize model olarak sunuyor Allah. Onun karakteri, kişiliği ve eminliği diğer adıyla ahlakı onu Allah’ın vahyine muhatap kılıyor. Bütün bu yazdıklarımızın toplumsal çözümlemeleri var konuyu fazla uzatmamak adına burada bırakalım. Size sadece bir örnek yazayım: örneğin memuriyette toplumsal kriterlerimiz olsa, memur olacaklar ve çalışanlar için şunları şart koysak. Bir memur temel insani değerlere uygun hareket etmeli, şiddet, zina, hırsızlık, adam kayırma, aile değerlerine saygı, evlilik hukukuna riayet, işinde ve çevresinde dürüstlük,  vb. kriterleri koysak bunları ihlal edenler işlerini ve görevlerini de kaybeder desek ve uygulasak sizce nasıl bir düzen oluşur. Hele Müslümanlar Allah’ın razı olmayacağı işleri ve davranışları yapanları işletmelerinde çalıştırmasalar bu toplum nasıl bir hal alır? Allah kendi kitabına tabi olan onun istediği yurdu inşa eden kullardan olmayı hepimize nasip etsin.

Geleceğimiz olan nesilleri kendi ellerimizle fesada uğratıyoruz. Bugün bilimin ilerlemesi bu konuların uzmanları aile ve çocuk gelişimi hakkında bize şu gerçekleri söylüyor: Çocuk anne karnında iken kişilik ve karakter oluşumu başlıyor. İslam fıtratı üzere rahme düşen çocuk, buradan başlıyor yüklenmeye. Anne rahminden 18’li yaşlara kadar gelişen bir birey, çocuklar. Bunu geliştiren yüklemeleri yapan biz ebeveynleri, aile ve çevresi olarak bilirleriz. Bugün topluma baktığımızda bireyselleşen insanımız bunu modern yaşam biçimi olarak niteliyor. Büyük aileden küçük ailelere, buradan bireysel yaşama veya anne ayrı baba ayrı ailelere evriliyoruz. Tek yaşamayan aileler, çekirdek aile dediğimiz yaşam biçimini tercih ediyor. Bunu oluşturmak için çevresini kendisinden uzaklaştırıyor, anne- baba gibi büyükleri evden ayırıyor. Bütün bunları yapan insanımız sonra çocuklara bakma ve yetiştirme işlerinde “ben yetişemiyorum, ben köle miyim, bunlara bir bakıcı tutun” demeye başlıyor. Oysa büyük ailede işler paylaşılır, herkes işin bir ucundan tutardı. Bugün işin içinden çıkamayan çekirdek ailelerimiz soluğu psikolog ve psikiyatrilerde alıyor. Kendi ellerimizle yaptıklarımız karşımıza sonuç olarak geliyor, bugün karşımızda duran sorunlar dün kendi ellerimizle yaptıklarımızın sonucudur, bunu böyle bilmek zorundayız. Eğer geçmişte yaptıklarımız bugünü hazırladı diyerek bakmaz isek bugün karşılaştığımız sonucun geriye dönük muhasebesini yapmamış oluruz. Bunlar bu toplumun her ferdinde olan bir problem, buna bizim mahallede dâhil yani bu toplumun kendini İslam’a nispet edenleri de.

Bu toplumun kendini İslam’a nispet edenleri, toplumu kökünden dinamit koyarak fesada çanak tuttular. Dönüp arkamıza baktığımızda bunları net olarak göreceksiniz, bu toplumun kendini İslam’a nispet eden cemaat liderleri kanaat önderleri, hocaları, Allah’ın kendilerine veli tayin ettiği eşlerine itaat etmeleri hükmünü bakın nasıl fetvalarla yok saydılar. Kocasına itaat etmek yerine, hocasına itaat eden kadınlar yetiştirdik. Kadınlarımız Allah’ın hükmünü tevil ediyorlar amma hocalarının fetvalarını hiç tevil eden gördünüz mü? Oysa kocasına veya eşine itaat etmesini Allah istiyor bu kendilerini yaradan rabbin emri yani ibadet olur yapılınca. Tıpkı namaz oruç ve diğer ibadetler gibi. Bizim Müslüman kadınlarımız hiç düşünmez mi hocalarına itaat da böyle ibadet midir diye sorgulamaları gerekmez mi? Bu örneklemeleri yazının ilerleyen bölümünde açmış olacağız, söylemek istediğimiz şu şikâyet ettiğimiz kadın kalıbını ve erkek kalıbını biz dolduruyoruz, kendi ellerimizle yaptığımız yanlışlara sonra dönüp isyan ediyoruz. Bu toplumun Müslümanları evlerinde ailelerinde bile bütünlük oluşturamamış, her fert kendi hayatını daha konforlu nasıl yaşar bunun derdinde. Oysa Allah’ın kitabına tabi olduğunuzda karşınıza kocaman bir toplum inşası çıkıyor. Aileden başlayıp hayatı beraber inşa eden sonlara da, sıkıntılar da, varlık da, hayatın her alanında muazzam bir paylaşım modeli sunuyor önümüze. Kitaba özde değil sözde tabi olursak sonuç bu oluyor.

Allah insanı iki cinsten yarattı, bir dişi bir erkekten, yaradılış olarak bir dişi, bir erkek olarak var edildik. Bütün varlıklar böyle yaratılmış desek yanlış olmaz. Unutmayalım yaradılış böyle bizim kitaba tabi olanlarımızın hiç düşünmediği alan şurası! Kişilerin karakter ve kişilik oluşumunu sonradan eğitilerek oluşturur. Bu oluşumda anne-baba çevre, yaşadığı toplum bu kişiliği oluşturur. Şöyle bir tabirim var yanlış bir tanımsa konunun uzmanları düzeltir. Şahsen okuduğum Kur’an ve onu yaşayarak insanlığa örnek olan Peygamber’i, bana şu tanımı yaptırıyor; insan erkek ve dişi olarak yaratıldı, bizim kadın dediğimiz kimliği kişiliği biz eğiterek yüklüyoruz. Bu yüklemeyi erkek dediğimiz kişilik içinde böyledir, toplumdan topluma, yöreden yöreye erkek dediğimiz varlığın karakteri ve kişiliği farklı oluyor. Bu bize yaratılan bu iki varlığı biz toplum olarak eğiterek, yüklemeler yaparak yapıyoruz. “Her doğan, İslam fıtratı üzerine doğar. Sonra, anne-babası onu Hristiyan, Yahudi veya Mecusi yapar.” (Buhârî, Cenâiz 92; Ebû Dâvut, Sünne 17; Tirmizî, Kader 5. Allah resulünün bu hadisini birde böyle okursak aslında ne anlatmak istediğini anlardık. Bu hadisi okurken sevap kazanmak yerine Allah resulü kendi toplumunda, onlara şu mesajı veriyordu. Eğer Allah’ın emrettiği toplumu inşa etmezseniz, sizin çocuklarınız da bu toplum da olduğu gibi çevresinden etkilenir ve onlara benzer. Bu çocukları sıfırdan fıtratına uygun yüklemezseniz onları işte bu çevre yükler ve onlara benzerler. Dönüp bir çevrenize bakın kime benziyoruz, bizi kim inşa etti. İşin garip tarafı bu toplumun Müslümanları bu yanlışları yapıyorlar, okullarımız, medreselerimiz, kurslarımız inşa etmek için değil tersine topluma entegre etmek üzerine işlev görüyor. Eğer inşa eden olsaydık fıtrata uygun yüklemeler yapar ve bu nesillere bu yüklediklerimizi yaşayacak bir çevre, toplum inşa etmiş olmamız gerekirdi ki böyle toplumu oluşturan bir mahalle bir şehir maalesef yok.

Bu yazımız da geleceğimiz olan gençleri ve aileleri irdelemeye gayret edeceğiz, tabi bizim bakış açımız Müslüman, mütedeyyin insanlar gözüyle olacak. Sistem, diğer adıyla devlet çocuklarımızı 6-7- li yaşlarda eğitim dedikleri çarkın içine alıyor, 25’li yaşlara kadar eğittiğini iddia ediyor. Bizler eğittiğini kabul edelim ki eğitim nedir onu bilmemiz gerekiyor. Öncelikle şu tespiti yapalım, sistem çocuk veya genç 25’li yaşlara kadar bana sorun çıkarmasın diye bir sistem kurmuş, bu sistemin adı eğitim. Sistem asıl amacını tespit ettikten sonra gelelim kendi konumuza. Eğitim derken eğer mühürlü bir kâğıt edinmek ise temel amaç bu kişinin sonu demektir. Şu tespiti yapalım burada bizim toplumda kutsal diploma anlayışı çok yaygın, hem de imandan, dinden, Kur’an’dan bile daha kutsal. Neden böyle diyeceksiniz çevrenize bakın yaklaşık 20 yılını bu tür bir belge için gözünü kırpmadan yapan yok mu? İşin tuhaf tarafı bu çarkın içinde bunları, Müslümanların yapıyor olmaları. Hayatını inşa etmekle kişilik ve karakter inşa etmesi gereken çocuklarımız maalesef hayatının 20 yılını bir diplomaya veriyor. O diplomayı kazanmak için nelerinden vazgeçmiyor ki? Dininden Ahlaktan, doğruluk, dürüstlük, temel insani değerlerden vazgeçiyor. O diplomayı elde etmek için vazgeçmeyeceği değeri yok desek yanlış olmaz. Nelerden vazgeçtiklerini sizler kendi ailenize ve çevrenize bakın kendiniz sıralayın.

Aile çocuk okuyor diye her türlü desteği veriyor, devlet destekliyor, ucuz ulaşım ücretsiz, kitap, lisans okuyanlara ücret vb. birçok alanda destekleniyor. Bunlar yapılanlar, peki bunlar bir insanı inşa eder mi, dönüp bakalım? Tabir yerindeyse bedava yaşayan, hiçbir emek ortaya koymayan, ailesi kendisinin hizmetçisi konumunda bir nesil yetişiyor. Kendi ailesini kendine hizmet eden nesil bir sonraki aşamada çalıştığı iş yerinde herkes kendine hizmet edecek oluyor. Evlendiğinde kendine hizmet edecek eşler arayan, deli kanlılarımız, kızlarımız oluyor. Para kazanmak için kestirmeden, yorulmadan, alın teri dökmeden nasıl para kazanırım hesabı yapan bir nesil.

Bugün toplumda hemen herkes; dindarı, seküleri, laiki, sosyalisti herkes toplum bu kadar neden bozuldu diye soruyor. İşte cevap yukarda yazdıklarımda bugün 30’lu yaşlara gelmiş evlilik yapmamış, evliliği düşünmeyen yığınlar, 20’li yaşlara gelmiş evde yan gelip yatan, çalışmayan yığınlar var bu toplumda. 20-25’li yaşlara kadar eli bir işe dokunmamış, eline bir alet almamış kendi masraflarını karşılamak için bile tek kuruş kazanmamış yığınlar. “Çocuğunuz ne yapıyor” sorusuna “okuyor ve tatillerde evde yatıyor” cevabı veren yığınlar, anne- babalar, nesillerine farkında olmadan ihanet ediyorlar. Geleceklerini kendilerinin inşa etmesi için fırsat vermeyen ebeveynler, nesillerine iyilik değil kötülük yapıyorlar. İşte bugün şikâyet ettiğimiz, toplumu bunlar oluşturuyor, bunlar gökten zembille inmedi biz ebeveynler yaptık.

Gelin geçmişe gidelim; 80li 90’lı yılarda çocuklar okul zamanı okula gider, tatil günlerinde mutlaka bir iş yapardı. Kırsalda olanlar çobanlık, tarım vb. alanlarda ailelerle beraber çalışırdı. Kentlerde yaşayanlar ya bir tamircide çırak, bir elektrik atölyesinde çırak, bir mobilya üretim atölyesinde çırak, bunları yapamayanlar ise ayakkabı boyar veya su, simit satardı. Bu yazdıklarım bugün 50’li yaşlarda olanların çocukluklarını gözlerinin önünden geçirmiştir, biraz maziye gitmiş olduk. Üniversite okuyanlarda böyleydi, tatillerde çalışır okul döneminde masraflarını kendisi karşılamaya çabalardı. Onarın yaşadığı zorluklar, onları inşa etti hem kendilerini yetiştirdiler hem hayatlarını inşa ettiler. Amma nesillerini aynı sıkıntıları çekmesinler diyerek heba ettiler. “Ben yaşamadım kızım yaşasın”, “ben yaşamadım oğlum yaşasın”, “ben zorluk çektim çocuğum çekmesin” anlayışı, nesillerine bedavacılığı ve ben merkezli bir nesil yetiştirdik. Üreten yok, usta yok, meslek yok, elindeki tek meziyet oturup babasının ölümünden sonra kendisine miras olarak ne kalacak onu hesaplıyorlar. Babam hem bizi yetiştirdi hem bunları yaptı, ben bunlara daha ne katarım, nasıl babamı geçerim hesabı yapan pek bulunmaz.

İşte bugün evinde oturup Suriyelilere kızanlar, Afganlılara kızanlar, milliyetçilik ırkçılık yapanlar işte bunlar. “Onlar çalışıyor biz çalışamıyoruz, onlar bizden alıp ülkelerine götürüyorlar diyenler” işte tamda bunlar, bu bedava hayat yaşayanlar. Oysa bu üretim bantlarında katılsalardı, meslek edinselerdi, yabancılar değil bu üretimleri onlar yürütüyor olacaktı.

Dikkat edin imkân bulan hemen yurt dışına gitmeyi planlıyor. Daha çok kazanacağını düşünerek böyle düşünüyor. Amma şunu hiç düşünmüyor; benim ülkemden daha çok para verip beni çalıştırmak isteyen ülkeler çalıştıracak insan bulamıyor, ondan beni istiyor. Yani geçmişte bugün benim yaptığımı onlar yıllar önce yapmışlar, evlenmemiş, çocuk yapmamış, yıllarca benim gibi bekâr yaşamışlar, yapanlarda ancak 1-2 çocuk yapmış işte düştüğü durum ortada, beni bizim toplumdan çalışacak insan topluyorlar.

Amerika’da ücretsiz üniversite yok, devlet okuyacak öğrenciye kredi veriyor, mezun olan öğrenci diyelim doktor oldu. Mezun olduktan sonra devlete olan borcunu ödemek için yılarca devlete çalışmak zorunda kalıyor. Diplomayı alıp ülkeyi terk eden pek yoktur o toplumda.

Bizim sistem yâda devlet, bedava okutuyor, hatta karşılıksız para veriyor, çalışmaya ihtiyaç duymadan okuyor mezun oluyor. Üretim bantlarında yer almadan diplomayı alıyor ve elin yurt dışı kendi ülkesinde doktor bulunamıyor. Oysa onu okutan, o paraları ona veren devlet o ülkenin halkından topladığı vergilerle veriyor, bu aslında borç olmalı, adı borç değilse bile bu halka topluma borcu var önce onu ödemeli. Bedava okuyan öğrenci, bedava kazanç peşine düşüyor, şirket kuruyor, vatandaşı dolandırıyor. Banka kuruyor vatandaşı dolandırıyor, saadet zinciri kuruyor vatandaşı dolandırıyor. Bu toplum tarihinde hiç bu kadar üçkâğıtçı dolandırıcı olduğu vaki olmamıştır. Bugün 50’li yaşlarda ve daha üstü yaşlarda olanlar, üretim bantlarında çalıştılar, okuyan-okumayan baba, oğul, çoluk, çocuk hep beraber çalışır ne varsa beraber yaparlardı. Bu nesil evlendikten sonra kendi hayatını kurar aileyle kazandığını aileye, anne babaya bırakır kendi hayatını inşa ederdi. Hatta aileye destek olmaya devam ederlerdi, anne baba yaşlanınca evlerinde veya yanlarına alıp bakarlardı. Çünkü beraber emek vermişler, anne-babalık dışında birde emek beraberliği vardı.

Bugün bedava yaşayan nesiller bedava hayat peşinde koşuyorlar. Daha az çalışıp daha çok kazanmak derdindeler. Kimi babalarının malının üstüne konmuş onlara bakmıyor, kimileri kendilerinden önce büyüklerinin yapıp ettiklerinin üzerine konuyor, kendisi bende bir şey yapayım demiyor. İşte bu nesilleri bizler yaptık, bedava hayat yaşamaya alıştırdık.  Tüik’in istatistiklerine göre Türkiye de son 10 yılda yalnız yaşayanların sayısı % 77,2 artmış. Bu bize nereye gittiğimize nereye, doğru savrulduğumuzu gösteriyor. Toplum olarak şu ayetin tehdidi, kapsamına girdiğimizi gösteriyor “……Eğer onlardan biri, ya da her ikisi senin yanında ihtiyarlık çağına ulaşırsa, sakın onlara “öf!” bile deme; onları azarlama; onlara tatlı ve güzel söz söyle.” (İsra, 23)

19 yaşında İstanbul’u feth eden Fatih’i anlatır, 30’lu yaşlara gelmiş eline iş değmemiş, değenler olsa da kendi masrafını bile karşılayamamış nesiller. Hz Peygamber’in nasıl zengin iken, dağıtıp fakir olduğunu anlamazlar. Hz. Peygamber’in “şu vadi hoşuna mı gitti” diyerek sorduğu kişinin “evet” cevabına “vadi ve içindekiler senindir”, anlayışını anlamazlar. Hz. Ebu Bekir’e “evine ne bıraktın” diye soran Hz. Peygamber’e “Allah ve resulünü” sözünü anlayamazlar. Çünkü bunları bu çocuklara anlatanlar, anlattıklarını kendiler yapmıyor ki karşısındaki çocuk da, bunları kendisine anlatana benziyor doğal olarak. Bütün bunları artık toplum ve özellikle Müslümanlar olarak düşünüp öze dönmeye başlamalıyız. Artık şunu düşünmek zorundayız; bir efendi bile görevini yapmayan köleye yemek vermiyorsa. Birileri, size karşılıksız, bedava 25 yılınızı çalıyorsa, bunun bir nedeni vardır. Bu nedeni bu toplumun Müslümanları bugün düştükleri durumun nedeni olduğunu iyi hesaplamalılar. Toplumun çoğunluğunu Müslüman olduğunu söyleyenler oluşturur. Müslümanların, çocukları eğitmek için en pahalı okulları oluşturdukları bizim halimize bir örnek olarak karşımızda duruyor. Bunun tersi olmak zorunda değil miydi? Namaz, oruç, zekât vb. ibadetler kadar bu nesilleri yetiştirmek de ibadet değil midir? Şahsen ibadetten daha ileri olduğunu düşünüyorum, çünkü ibadet edecek nesli yetiştiren okullar ibadetten önce gelir. Allah bu toplumun Müslümanlarına feraset, basiret versin, Rabbim bizlere rahmet eylesin. Âmin.

Bu yazımızda peygamber öncesi Mekke toplumunu anlamaya çalışacağız ve toplumlar üzerinde oluşan psikolojik algıyı anlatmaya çalışacağız. Hz. İbrahim’den gelen bir İslam anlayışı ve zamanla tahrif edilen bir peygamberi mesaj var o toplumda. O toplum, Allah’a inanıyor, tahrifattan kaynaklı putları Allah’a ortak koşuyorlar. Hac var, namaz, zekât veya yardımlaşma var o toplumda. O toplum Allah’a şirk koşuyor, putları Allah’a yaklaşma aracı yapıyorlardı. Böyle bir toplum kendi içlerinde bir yönetim sistemi kurmuşlardı. Bugünün kapitalist sömürü sitemine çok benzer bir yönetim. Halkı sömüren, kutsalları gelir kapısına dönüştüren bir sömürü sistemi. Peki halk neden bu sisteme isyan etmiyordu?

Algı yönetimi, toplum psikolojisi diyelim. Sesi gür çıkanların toplumu dönüştürdüğü bir hakikat. Şöyle kendinizi o çağda hayal edin. Mekke’de Dar'un- nedve yönetimi, hacılara ikram ve onara hizmet eden. onların ibadetlerine karışmayan yönetimin olduğu bir toplum. Bu yönetim tarzından Allah’ın razı olduğunu algısı oluşmuş olamaz mı? Mekke’de Kâbe var ve burası Allah’ın evi olarak biliniyor, Allah’ın burayı koruduğu kutsal bir yer olduğu toplum tarafından biliniyor. Yemen’den onu yıkmak için gelen Fil ordusunu duyan Mekkeliler şehri terk ediyorlar. Abdulmutalib’i sözcü seçip Ebrehe'ye gönderiyorlar ve tek istekleri var oda kendilerine ait olan develeri istiyorlar. Ebrehe bunu duyunca: “Ben sizin kutsal Kâbe’nizi yıkmaya geliyorum siz develerin peşindesiniz diyor”. Abdulmutalib’in cevabı bize o toplumun algısını gösteriyor. “Biz develerin sahibiyiz onları istiyoruz, Kâbe’nin sahibi var onu o korur diyor”. Bu cevap bize o zamanki Mekke toplumunun algısını anlatıyor. O toplumda Allah’ın evi Kâbe ve buranın korunan bir yer olması anlayışını oluşturuyor. Öyle ki bu algı zamanla inanca dönüşüyor toplum Fil vakasını yaşadıktan sonra artık buranın korunan bir yer olduğu anlayışı iyice pekişiyor. Bu algıyı yöneten Dar'un- nedve yönetimi ne yaparsa doğru olarak görülmeye başlanıyor. Artık toplum Mekke’deki yönetim şeklinden Allah’ın razı olduğu anlayışı yerleşmeye başlıyor. Çünkü Allah razı olmasa tıpkı Fil ordusu gibi buradaki yanlışları ve yanlış yapanları da helak eder cezalandırır anlayışı yerleşmiş olması kaçınılmaz olur. Fil ordusunu helak eden Allah elbet kendi kutsal evinde put olmasını istemezse bunu yapanları helak eder. Buranın yönetim şeklinden razı olmasa bunu da değiştirir anlayışı oluşmaz mı?

Bugün yaşadığımız toplum da bunların oluştuğunu rahatlıkla görüyoruz. Kısacası toplumu manipülasyon ve alığı yönetimiyle istediğiniz gibi yönlendirebilirsiniz. Eğer toplumu yönlendiren Ebu'l Hakem ise işte İslam öncesi Mekke toplumu. Yok, eğer toplumu yönlendiren Muhammed (s.a.s.) ve Allah’ın vahyi ise karşınızda Medine ve asrısaadet. Bunların farklı fraksiyonlarını bugün kendi toplumlarımız da gözlemliyoruz. Bu toplum psikolojisi ve toplum algısını bugün Gazze özelinde görmekteyiz. Daha düne kadar terörist olarak dünyaya tanıtılan Hamas’ın bugün dünya toplumlarında nasıl mazlum halkın savunucusu pozisyonuna geldiğini görüyoruz ve yine düne kadar soykırım mağduru durumunda ki İsrail’e bugün dünya toplumunda nasıl soykırım yaptığı algısının oluştuğunu gördüğümüz gibi o dönem de buna benzer toplum algısı olması kuvvet ihtimal dâhilindedir.

Geçmiş toplumların Âlimleri kendi toplumları için verdiği fetva ve geliştirdiği çözümlemeler bugün bu toplum da din haline gelmedi mi dersiniz? Örneğin bir âlimin içtihatları bir mezhep haline gelmedi mi? Bu mezhep dinin ta kendisi olarak toplumda algılanmadı mı? Bugün bizim toplumda 4 hak mezhep olduğu inancı nerden geliyor? Çünkü bu dört ekol takipçisi çok olmuş kendinden sonra takipçileri bunu sürdürmüşler kalabalık ve çok olanın toplum algısı oluşturduğu kaçınılmaz oluyor.  Bir başka örnek takipçisi çok olan hocaların görüşleri toplumda daha çok kabul görmüyor mu? O zamanın Mekke’sinde de bundan farklı bir durum yoktu desek yanlış söylemiş olmayız.

Mekke toplumu kendi değerleri çerçevesinde tutarlıydı. Kendi inandığı değerlere bağlı bunların tersini getirenleri toplum olarak linç ediyordu. Mekke toplumu Ebu'l Hakem künyesine layık gördükleri bir değer üretmişti. Ebu'l Hakem künyesi o toplumun inançları içerisinde tutarlıydı, oluşan toplum algısı ve psikolojisi bu künyeye layık birini üretebilmişti. O toplumda ahlak olarak gıpta edilen iki kişilik çıkıyor karşımıza. Biri Ebu'l Hakem denilen kişi diğeri de yetim Muhammed vardı. Ebu'l Hakem elitlerin seçkinlerin Ebu'l Hakem’i, Muhammed mustaz’af mazlum halkın ve elitlerin de güvendiği bir ahlaki değerdi. Ebu'l Hakem yanlış yapar amma Muhammed asla diyebiliyorlardı. Ebu'l Hakem ve çevresi en değerli varlıklarını Muhammed’e emanet edebiliyordu. Peki, kimdi bu Ebu'l Hakem! İslam geldikten sonra Müslümanlar onu cehaletin babası olarak tanıyacak. Bu kişi Ebu Cehil olarak tanınacaktır. Hz. Peygamber’e vahiy geldiğinde Mekkeliler şu cümleyi kuruyorlardı “eğer peygamberlik gelecek biri varsa oda Ebu'l Hakem olmalıydı” diyorlar. Ebu'l Hakem’i Muhammed’e inen vahiy Ebu Cehil olarak niteleyecektir. Yukarda o dönemin toplum psikolojisi ve oluşan algıyı anlattık bu toplumda ahlaki değerleri en üst düzeyde yaşayan bir kişilik var karşımızda Muhammed (s.a.s.). Bu ahlaki değerler hem toplumda karşılık buluyor hem de Allah bu değerler üzerine vahyi indirip bu toplumu inşa ediyor. Muhammed ile Ebu'l Hakem arasında en temel farkın bu ahlaki düzlem olduğu hakikatidir.

O toplumu Allah bu ahlaki değerler üzerinden, peygamber göndererek inşa ediyor. Diğer bir tabirle bu ahlaki değer o toplumun algısını ve o zamana kadar oluşan psikolojisini değiştiriyor. Allah bize peygamberi üzerinden bir evrensel mesaj gönderiyor 1400 yıl öncesinden. Eğer bir toplu mu dönüştürmek istiyorsanız buna soyunanlar tıpkı Muhammed (s.a.s.) gibi ahlaklı olmalı bu ahlak onu o toplum da emin kişi olarak tanıtmalı, dostu düşmanı ondan emin olmalı. İşte bu ahlaki erdemi oluşturan toplumlar ve kişiler toplumu dönüştürecektir. Unutmayalım o zamanın toplumu bile vahyin ineceği kişilerin ahlaklı emin kişiler olduğunu söylüyorlar. Ebu'l Hakem için söyledikleri bunun kanıtı olarak karşımızda duruyor. Burada şu soruyu soralım bizim toplumun kendini İslam’a nispet edenleri Ebu’l Hakem kadar güvenir olmuşlar mı? Toplum nezdinde.

Peki, bugün yaşadığımız toplumda tıpkı Mekke gibi şirkin, tuğyanın, zulmün hüküm sürdüğü bir toplum değil mi? Hatta şunu iddialı olarak söyleye biliriz; onlardan çok daha kötü bir toplum var karşımızda. Bütün peygamberlerin kendi toplumlarında mücadele ettikleri yanlışlar, tuğyanlar, sanki bu toplumda toparlanıp karşımıza geliyor. Sanki bu toplum Kur’an’ı okumuş, geçmiş kavimlerin tuğyanlarını almış, bir araya toplayıp bu toplumda yaşantı haline getirmiş. Tek eksik var oda bu tuğyanlarla mücadele edecek peygamber varisleri. Ahlak öyle bir şey ki Allah’ın nezdinde o olmasa olmaz diyeceğimiz bir tasavvur. Kelimeyi şahadet getiren kişi önce bu ahlaki değerleri benimsemeli, bütün hayatını bu değerler üzerine inşa eder. İbadetler bu ahlakın üzerinde yapılınca bir değer ifade eder. Ahlaksız ibadet olmaz. Allah her şeyi bir ahlak üzere yaratmıştır desek yanlış olmaz. Namazın bir ahlakı olduğu gibi zekâtın, orucun, her şeyin bir ahlakı var. Peki ya bunları yapan insanın bir ahlakı yok mu? Şöyle soralım Müslümanın bir ahlakı yok mu? Elbette var. Hz. Aişe annemize soruyorlar Resulullahı’ın ahlakı neydi “onun ahlakı Kur’an’dı” buyuruyor. Peki, bu toplumun kendini Müslüman olarak niteleyen, kendine örnek olarak aldığını söylediği Resulullah’ın ahlakından nasibi olan var mı? Bugün bu toplum da her hangi bir Müslüman için “bunun ahlakı nedir” diye sorulduğunda; “onun ahlakı Kur’an’dır” diyeni duyan var mı? Sıradan kendini İslam’a nispet edeni birisini kenara koyalım, bu toplumda cemaat liderleri hocalar için, “bunun ahlakı nedir” diye sorsak; “onun ahlakı Kur’an’dır” diyen çıkar mı?

Bütün bunlardan yola çıkarak şunları söylemek mümkündür. Muhammed kendi toplumunda üstün bir ahlaka sahipti. Toplum onu kendi toplum değerleri içinde El-emin olarak tanırdı. Allah kendi toplumunda bu üstün ahlaka sahip kişiyi vahiyle destekliyor bir toplum inşa ediyor. Onun ahlakı zaten vardı. Olan güzel ahlakı vahiyi rehber edinerek İslam ahlakını oluşturdu desek yanlış olmaz. Bugün bu toplum eğer gerçekten bir dönüşüm yaşayacaksa işte bu emin kişiler ve üstün ahlak sahipleri eliyle olacaktır. Ahlak olmayınca bugünkü halimiz oluşuyor; ne siyasi ahlakımız var ne ilmi ahlakımız var ne toplum ahlakımız var ve Kur’an ahlakımız var. Bunların olmadığı toplumlarda kişilerin hegemonyası oluyor. Tıpkı o dönemin Mekke’sinde olduğu gibi, herkes ahlak değerlerini kendisi belirler, herkesin ahlakı başka başka olur. Bunların içinden bir Allah’ın ve O’nun resulünün istediği ahlakı kuşanan bir nesil veya topluluk olmalı. Allah’ın kitabında buyurduğu gibi ”De ki: “Ey Ehl-i kitap! Sizinle bizim aramızda müşterek olan bir söze gelin: Yalnız Allah’a tapalım, O’na hiçbir şeyi ortak koşmayalım ve Allah’ı bırakıp da içimizden bazıları diğer bazılarını rab edinmesin.” Eğer yine yüz çevirirlerse, “Şahit olun ki biz Müslümanlarız” deyin” 8Âl-i İmrân, 64)

Bugün yaşadığımız toplumda insanların adaletten kaçtığı gibi o toplumda da durum farklı değildi. Soyluların korunduğu, mazlumların mahkûm edildiği bir adalet anlayışı vardı. Böyle bir topluma inen vahiy hele birde güvenilen emin olarak bilinen biri üzerinden gelince toplum da var olan algılar değişiyor, artık bu üstün ahlak sahibi kişinin ne dediğine bakıyor toplum. Bu ahlaklı kişi soylu biri suç işleyince ona bu Mekke’nin saygın kişilerinden biri dediklerinde “kızım Fatıma bile olsa Allah’ın hükmünü eksiksiz uygular elini keserim” buyuracak. İşte böyle üstün ahlaka sahip birinin getirdiği hukuka insanlar koşarak geliyor. Ahlaktan yoksun hukuklar, kişileri menfaatine güçlülerin lehine işliyor. Hukukun da bir ahlakı var, ahlakı olmayandan adalet sudur etmez. Ahlakı Kur’an olanın dostu vekili Muhammed (s.a.s.) dir. Ahlakı Kur’an olmayanın dostu yardımcısı şeytan ve Ebu Cehillerdir.

Muhammed’in (s.a.v.) ve vahyin yönlendirdiği toplum, Medine’de evlerini, mallarını, imkânlarını paylaşan bir toplum oluşturuyor. Peygamber’in ve vahyin oluşturduğu bu toplumdan bugüne kalan sadece sosyal medyada cömertçe paylaşım yapmak olmuş. Bunun dışında övünecek pek bir şeyimiz yok gibi maalesef.

Kur’an nüzul sırasına bakıldığında ilk inen ayetlerden ve surelerden birinci Alak suresinden sonra inen ikinci süre “Kalem Suresi” olduğu rivayet edilir. Bu süre ve ihtivası bizlere çok büyük dersler veriyor, Hz. Peygamber örnekliğiyle Allah bu kitaba tabi olanlara bir yol öğretiyor adeta! Dikkat edin ilk gündeme gelen geçmiş kavimlerin kıssası bu surede karşımıza çıkıyor. Mekke’yi düşünün, tuğyanın alıp başını gittiği bir toplum düşünün. Yoldan sapan bu topluma ilk uyarı ve geçmiş kavimlerin yanlışları bahçe sahipleri üzerinden veriliyor.

“Şüphesiz biz, vaktiyle "bahçe sahipleri “ne belâ verdiğimiz gibi, onlara (Mekkeli inkârcılara) da belâ verdik. Hani o bahçe sahipleri, sabah erkenden (fakirler gelmeden) bahçenin ürünlerini devşirmeye yemin etmişlerdi.” (Kalem-17) bu ayet ve kendisinden önce gelen ayetler bir toplum tasavvuru sunuyor. Mekke toplumunu düşündüğünüz de bu ayetin önemi çok ama çok büyük olduğunu göreceksiniz. Mekke yöneticileri yani Daru’n-Nedve yönetimi ve onlarla beraber olan yönetici ve sermaye sahipleri, toplumu sömürüyor köleleştirip kendilerine hizmet ettiriyor. Sadece gariben halka değil o bölgeye gelen tüccarların da mallarını gasp ediyorlardı, bunu Hilfü’l Fudul müessesinin kurulmasından anlıyoruz. Allah böyle bir topluma Hz. Musa (a.s.) kıssası değil Hz. Yusuf (a.s.) kıssası değil ve Kur’an’da geçen diğer kıssalar değil özellikle bahçe sahipleri kıssasını anlatıyor.

O dönemin Mekke yöneticileri zengin her şeyin sahibi kendileri olduklarını söylüyorlar. Kendilerinin Taif’te böyle yazlık bağları ve bahçeleri vardı, tabir yerindeyse Taif onların yazlıkları bağları ve bahçeleri keyif yerleriydi. Allah Peygamber’i üzerinden karşılarında ki topluma bir mesaj veriyor. Bu mesaj aslında Mekke toplumuna mustaz’af gariban, halkına veriliyordu. Siz bu bahçe sahiplerini güçlü kuvvetli sanıyorsunuz bakın geçmişte bunlar gibi olan bir halk vardı ve onlar nasıl bir akıbete uğradılar. Ey bahçe sahipleri olan elitler bakın geçmişte sizin de bildiğiniz bahçe sahipleri vardı Allah onlara ne yaptı görün ve ibret alın diyordu. Allah daha vahyin başında peygamberi üzerinden tolumu uyarıyor, bu uyarı bir anlamda tehdit o toplumun elitlerine ve yöneticilerine yapılıyor. Toplumun yöneticilerine gelen tehdit halk nazarında ilgi görüyor, toplum ’un dikkatleri buraya yöneliyordu. Allah toplum psikolojisi yönetimini peygamberi üzerinden sunuyor. Kendilerini sömüren bu sistemden başka bir sistemin olmadığını düşünen yığınlar, olsa da bundan farklı olmaz diye düşünüyordu. Çünkü oranın halkı geçmişte fil vakası yaşanması Kâbe’nin burada olması Allah burayı koruyor algısının toplumda yerleşmiş olması kaçınılmaz. Allah buranın böyle yönetilmesini istiyor, yoksa bunları da fil ordusu gibi helak ederdi algısı yerleşmiş olması kaçınılmaz bir algı ve psikoloji oluşturur.

Bugün yaşadığımız toplum da Kur’an’a verilen kutsiyet algısına benzer bir algının yerleşmiş olması olasıdır. Bizim toplum da kitabı kutsal kabul eder ona saygı duyar, evlerinde yüksek köşelere asar, içinde ne olduğunu pek önemsemez. Tıpkı Mekkelilerin sevap kazanmak için Kâbe’yi tavaf etmeleri gibi, bizim toplumda kitabı sevap kazanmak için okur.  Surede gelen bu ayetler tesadüfi değil özellikle seçilmiş ve muhatabın karşısındaki topluma iletmesi istenmiştir. Hedef toplumun bahçe sahipleri olsa da, asıl mesaj toplumun mazlum yığınlarınaydı. Allah bu sömürü sistemini reddediyor peygamberi üzerinden topluma iletiyor. Kendilerini çepeçevre kuşatan sömürü, soygun düzenine, kölelik düzenine karşı uyanma mesajıydı. O dönemde yaşayan toplum bu mesajı almış Allah’ın vahyine kulak kabartmış kendileri için ne söylediğine ve ne önerdiğine bakmaya başlamışlar. Bu yöneliş kulak kesilme sonrasında gelecek ayetlerin toplum nezdinde bir karşılık bulmasına zemin hazırlıyordu. Allah peygamberi üzerinden bir strateji uyguluyordu. Bugün biz bu kitabın muhatapları bu stratejiyi iyi okumalıyız çünkü başarı ve çözümün yolu bu stratejide olduğunu düşünüyorum.

Bu ayet üzerinden gelin kendi toplumumuzu değerlendirelim. Bizim yaşadığımız toplum tıpkı Mekke deki gibi kendini dine nispet ediyor. O dönemin insanın bir kısmı kendini hanifliğe, geri kalan çoğunluk İbrahim’in dinine nispet ediyordu. Bu toplumun insanı kendini Müslümanlığa nispet ediyor. İkisi de Allah’ın gönderdiği peygamberlerin öğretisi. Biri Hz. İbrahim’den gelen haniflik, bu topluma gelen Hz. Muhammed (s.a.s.)’in getirdiği İslam dini. Bugün bu toplumda bahçe sahipleri kimler biraz buralara bakalım.

Bugünün bahçe sahipleri devlet kurumları olabilir mi? Mekke ile özdeştirdiğimizde yönetim erkine ve kurumlarına geliyor bu tehdit. Bugünde toplumu tıpkı Mekke’de olduğu gibi sömüren devlet kurumları yok mudur? Örneğin: merkez bankası, vergi daireleri, sgk, esnaf odaları, sanayi odaları,  bunlar vatandaşı borçlandırmıyor mu? Bunların bahçelerine vatandaş girebiliyor mu? Bu bahçelerde çalışan vatandaşlar, bahçe sahipleri için birer köle değil midir? Kendilerine hizmet eden koydukları kuralları hiç sorgulamadan yerine getiren köleler. Dikkat edin Mekke’de Allah toplumu sorgulatıyor, bahçe sahipleri kıssası üzerinden. Bir başka örnek belediyecilik olarak söyleye biliriz buralara seçilenler sizce bahçe sahiplerine benzemiyor mu? Vatandaşın arsasına evine imar planları yaparak çökmüyorlar mı? Seçim zamanları cömert, mütevazı, iş başına geldikten sonra bahçe sahibi olmuyorlar mı?  Mekkeli Daru’n-Nedve yöneticilerinden ne farkları var. Sizce seçilen yöneticiler Hz. Peygamber’e mi benziyor yoksa Velid bin Muğire’ye mi?  işte biz eğer bu kitaba tabi isek bahçe sahiplerini buralarda arayacağız. Oysa bizim toplumun hocaları cemaat ve kanaat önderlerinin çoğu üç beş kuruş imkânı olan Müslümanları uyarıyorlar dikkat edin bahçe sahipleri gibi olmayın diye. Oysa bahçe sahipleri vahyin gelişine bakarsak Müslümanlar değildi Mekkeli elitlerdi. Bugün bizim toplumda bahçe sahipleri Milletvekilleri, Belediye Başkanları, vali, Hâkimler, Savcılar gibi milletin malını kendine bahçe yapanlar değil midir? Yaşadığımız toplumda bu yönetim sistemi vatandaş lehine hangi yasaları yapmış, yapılan yasalar bu yönetim sistemine yeni bahçeler oluşturmuyor mu? Yönetenler bahçenin sahibi vatandaşlar onlara hizmet eden köleler pozisyonunda değiller mi?

Bahçe sahiplerini bu toplum iyi analiz etmeli yönetim ve yargı vb. gibi kurumlar sizce hangi bahçe sahibini kuruyor kolluyor. Dikkat edin Allah resulü bu ayetleri okurken kendisine kulak kesilen bir toplum vardı. Bu toplum kendilerini sömüren bu sistem üzerinden kendilerine bahçeler inşa eden bir topluma söylüyor.

Yaşadığımız toplumdan bir örnek yazayım oturduğum semtte gecekondular arasında belediye bir cami yaptı. Bu cami dışardan baktığınızda muazzam lüks ve güzel. Anlayış şu evine ekmek götüremeyen gariban vatandaş lüks camide ibadet etsin anlayışı. Sizce bu anlayış Allah resulünün ve onun bize yaşayarak bıraktığı kitabın neresine benziyor veya uyuyor. Bırakın Mekke’yi, Medine’de yapılan ilk mescidi gözünüzün önüne getrin ve değerlendirin. Aslında lüks cami yerine o bölgede yaşayan mazlum halkın ihtiyaçlarına harcansa daha doğru olmaz mı? Bu lüks özelliği bahçe sahiplerinin özelliği değil midir? Kendisine Müslüman ismini vermiş yaşantısı, hayatı yaşama biçimi tamamen bahçe sahipleri gibi, toplum bu özellikleri kendisinde bulunduran insanlara Müslüman diyor. Daha vahyin ilk başlarında Allah toplumdaki yanlışları bu kıssayla gündeme getirip iman sahipleriyle bahçe sahiplerini birbirinden ayırıyor. Bu toplum ise bahçe sahiplerini asıl iman etmiş Müslümanlar olarak görüyor.

İnen bu sureyi bir daha okumanızı ve Allah resulünün hayatını göz önünde tutarak değerlendirmenizi tavsiye ediyorum. Sureyi buraya yazmadım konuyu uzatmamak adına sizden ricam kalem suresini baştan sona okuyun. Sonra oturup düşünün neden Allah daha vahyin ilk yıllarında başka kıssaları değil de bu kıssayı o toplumun gündemine getiriyor üzerinde biraz tevekkül edin. Hz. Peygamber’i gözünüzün önüne getirin bu toplumu ve o dönemdeki toplumu değerlendirin bahçe sahiplerini tespit etmeye çalışın.  Şunu kaçırmayın bu sure indiğinde yer Mekke, muhatap Mekke’nin bahçe sahipleri yani Müslümanlar değil. Tabi biz Müslümanlarda bize düşen payı alalım, iyi bir muhasebe yapalım.

 Allah bizleri bu bahçe sahipleri gibi olmaktan muhafaza etsin.