Hamd âlemlerin Rabbi, meliki, tek ilâhı olan Allah’adır. Salât ve selâm tüm peygamberlerimize, Efendimiz Hz. Muhammed (s.a.v.)’e, o’nun ailesine ve o’na en güzel şekilde tabi olan tüm mü’minlerin üzerine olsun!
Yüce kitabımız Kur’an-ı Kerim’e bir göz gezdirdiğimizde bizden önceki ümmetlerin vasat çizgiyi koruyamayarak ifrat ve tefrit noktalarına savrulmalarının nice örnekleriyle karşı karşıya kalıyoruz. Geçmiş toplumlar, kendilerine vahiy gönderilerek vasat çizginin, yani doğru inanç ve davranışların neler olduğu bildirildiği halde çeşitli saikler sebebiyle vahyin kendilerine bildirdiği vasat çizgiyi koruyamayarak ifrat ve tefrit uçlarına sürüklenmişlerdir.
Biz bu yazımızda tarihi süreç içerisinde ve günümüzde Müslümanların inanç ve davranışları yönüyle özellikle de bazı meselelere yönelik aşırı hassasiyet göstermeleri lakin diğer bazı meselelere karşı ise duyarsız kalmaları konusunda sürüklenmiş oldukları ifrat ve tehdit çizgilerine atıfta bulunarak Müslümanlara karşı uyarı vazifemizi yapmak istiyoruz.
Giriş
Rabbimiz kitabında, Ehl-i kitaba -yani bizden önceki kendilerine kitap gönderilmiş olan ümmetlere- seslenerek şöyle buyurmuştur: , قُلْ يَٓا اَهْلَ الْكِتَابِ لَا تَغْلُوا فٖى دٖينِكُمْ غَيْرَ الْحَقِّ “Ey ehl-i kitap! Haktan ayrılarak dininizde aşırıya gitmeyin”[1] Bu âyet-i kerimemin beyanıyla gördüğümüz üzere onların vasat çizgiyi koruyamadıklarını ve aşırıya gittikleri bize haber verilmektedir. Geçmiş ümmetlerin içerisine düştükleri bu sapmaya dikkat çekmek için Efendimiz (a.s.v.) de ashabını uyararak şöyle buyurmuştur: هَلَكَ الْمُتَنَطِّعُون “Aşırı gidenler helak oldular”[2] Efendimiz bu uyarısında, dinde aşırı gitmeyi yasaklamıştır.
İnsanlığın ortak tecrübesi bize göstermiştir ki insanlar sahip oldukları çeşitli meziyetler sebebiyle süreç içerisinde vasat çizgiden yani İslâm'dan uzaklaşarak bir takım ifrat ve tefrit noktalarına sürüklenmişleridir. Vasat çizgiden yani vahyin bildirdiği hakikatlerden uzaklaşarak ulaşılan bu ifrat ve tefrit çizgileri her zaman kötü niyetlerle ulaşılan uçlar olmamıştır. Bazen insanlar çok samimiyetle de bu noktalara savrulabilmişlerdir. Ehl-i kitap içerisinde Yahudilerin; tefrit diyeceğimiz dinde aşırıya gitmelerinin daha çok dünya metaına ulaşmak için dinin çeşitli emirlerini sulandırdıklarını, yok saydıklarını, işlerine gelmeyen Allah’ın emirlerini gizleyerek savrulduklarını görmekteyiz. Hristiyanların ise Allah'a daha fazla yaklaşabilme adına Allah'ın kendilerinden istememiş olduğu birtakım ibadetler icat ederek onlarla Allah'a daha fazla yaklaşma adına ifrat diyebileceğimiz noktalara savrulabildiklerini yüce kitabınızdan görebilmekteyiz. Ehl-i kitabın bu savrulmasını Rabbimiz kitabında uzun uzadıya ve örnekleriyle gündeme getirerek onlar üzerinden bizi uyarmakta, bizlerin de aynı yanlış noktaya sürüklenmemeniz konusunda bize nasihat etmektedir.
Kur’an, İslâm ümmetinin ve Müslümanların ortak bir özelliği olarak “Ümmeten Vasatân”[3] sıfatlarını gündeme getirerek İslâm'ın diğer tüm dinler karşısında vasat çizgiyi temsil ettiğini, dolayısıyla o dinin müntesip olan Müslümanların da vasat bir inanç ve yaşama sahip oldukları gündeme getirilmektedir. Böylece Müslümanların, dinin kendileri hakkında koymuş olduğu ölçülere riayet ederek o vasat çizginin temsilcileri olmaları ve bu yönüyle de ifrat ve tefrit noktalarında bulunan insanlar için örnek ve model olmaları onlardan istenmiştir.
Hayat Kitabımızda bu konuların detaylı bir şekilde gündeme getirilmesine ve Müslümanların bu konularda müşahhas örnekler üzerinden uyarılmalarına rağmen, tarihimize baktığımızda Müslümanların da benzer uçlara savrulduklarını üzülerek de olsa görmekteyiz. Rabbimiz, insanoğlunun hayat tecrübesi olan bizden öndeki ümmetlerin bu durumlarını kitabında bizim gündemimize getirerek bizlerin de onların o tecrübelerinden istifade ederek aynı yanlışın içerisine düşmemizi engellemeye çalışmaktadır. Fakat buna rağmen, nasıl ki onlar tarihi süreçler içerisinde insan olmaları hasebiyle o yanlışların içerisine düştüler ise biz Müslümanlar da tarihi süreç içerisinde insan olmamızın tabii bir sonucu olarak onların yapmış olduğu o yanlışların içerisine düşme gafletinde bulunmuşuz. Müslümanların tarihinde de maalesef Rabbimizin beyan buyurduğu vasat çizgiyi koruyamayarak ifrat ve tefrit diyebileceğimiz noktalara savrulmaların bir hayli fazla olduğunu görmekteyiz. İnsanlar, kimi zaman çok daha fazla Allah'a yaklaşma gayesi güderek dinin kendilerinden istemediği birtakım zorlukların altına kendilerine sokmaya çalıştıklarını; bunun tam karşılığı olarak da birtakım insanların da dinin koymuş olduğu temel hükümleri görmemezlikten gelerek hareket ettiklerini görmekteyiz. Çok daha fazla dindar olma gerekçesiyle kendilerini dinin istemediği zorlukların altına sokanlar, dinde aşırı gitmeyi yani ifrat yönünü temsil ederken dinin çeşitli emirlerini sulandırarak veya geri plana atarak hayatlarında onlara yer vermeyenlerinde tefrit noktasını temsil ettiklerini söyleyebiliriz. Allah'ın kitabı her noktada bize ifrat ve tefrit noktalarında düşülen yanlışları göstermek için ilk günkü gibi tazeliğini koruyor olsa da maalesef Kur’an’la kurmuş olduğumuz ilişkinin sağlıklı olmasının bir neticesi olarak biz Müslümanlar da bu yanlışların içerisine düşmemiz mukadder olmuştur.
Allah onlara rahmet eylesin sahabe efendilerimizin din anlayışları, gelen olarak “işittik ve itaat ettik” yaklaşımıyla özetlenebilir. Onlar, Allah’ın buyrukları karşında farz, vacip, müstehap, mekruh ve haram gibi sınıflandırmalara takılmadan Allah’ın tavsiye ettiklerini güçleri oranında yapamaya çalışıyor, men ettiği şeylerden de yine güçleri oranında kaçınmaya çalışıyorlardı. Allah Teâlâ kendilerinden bir şey istediğinde Peygamberimize giderek; “Bu farz mıdır, değil midir?” diye sormuyorlardı. Allah Teâlâ’nın istediğini yapmaya çalışıyorlardı. Lakin naklî ilimler tasnif edilerek süreç içerisinde birbirlerinden bağımsız hale geldiklerinde, Müslümanlar için durum biraz değişti. Alimlerin, hakkında farz hükmü verdikleri Allah’ın emirleri önemsenirken, farz hükmü vermedikleri Allah’ın tavsiyeleri ise maalesef gereken ilgiyi görmedi. Daha doğru bir ifadeyle bu tavsiyeler insan nefsinin hoşuna gitmediği içeriklere sahip oldukları için kendilerini bu dine nispet eden çoğunluk tarafından tutulmadılar. Zaten farz olmadıklarından dolayı da yerine getirilmediğinde ahirette bir cezası da olmayacaktı. Alimlerimizin bir gereksinim olarak yaptıkları bu ilmî tasnifler ne yazıktır ki, Allah’ın hem dünyamız hem de ahiretimiz için faydalı olduğu için tavsiye ettiği nice buyruklarına karşı sanki yokmuş gibi hareket etmemize sebebiyet vermiştir. Bu âlimlerimizin yaptığı tasniflerin doğru olmadığından değil, insanların dine olan yaklaşımlarının bozukluğundan kaynaklanmaktadır.
Sahabe efendilerimiz, her ne kadar Allah Teâlâ’ın emirleri karşısında “işittik ve itaat ettik” yaklaşımını öncelikliyor olsalar da insan olmaları sebebiyle onlar arasında da birtakım kimseler bu konuda yanlışların içerisine düşmüşlerdir. Lakin onların bu konudaki yanlış yönelimleri kendilerine hatırlatıldığı zaman o yanlıştan hemen dönerek tekrar vasat noktaya yöneldiklerini görmekteyiz. Örnek olarak Ebu Zerr ile Bilal-i Habeşî arasında geçen şu hadiseyi örnek verebiliriz:
Allah kendisine rahmet eylesin Ebu Zerr'in, Hz. Bilal'e: “Kara kadının oğlu” diyerek hakaret ettiğini, yani cahilliğe ait olan; insanları renkleriyle, dilleriyle, sol ve soplarıyla ve sosyal statülerine göre değerlendirerek değer verme yanlışlığının içerisine düştüğünü ve Bilal'in de bu duruma çok üzüldüğünü ve konuyu Resûlüllah’a (a.s.v.) götürdüğünü ve Efendimizin de Ebu Zerr’e bu davranışından dolayı: “Ey Ebu Zerr! Senin yüzünde cahiliyenin izlerini görüyorum” dediğini -çünkü bu tür yaklaşımlar İslâm'ın yasak ettiği hususlardır ki, İslâm insanları dillerine göre, renklerine göre, sosyal statülerine göre değerlendirerek ona göre değer vermeyi reddetmektedir. Bu anlamda insanları tek tarağın dişleri gibi eşit görmektedir- ve bu tepkiyi alan Ebu Zerr'in, yaptığı duruma gerekçe üretmek yerine -yani “Bilal bana şunu demişti de ben ondan dolayı ona öyle dedim” veya “o zaten öyle değil mi ki” gibi yönelimlere gitmeyerek yaptığı hatanın farkına varıp o hatadan dönerek hatasını telafi etme yoluna yöneldiğini görmekteyiz. Bilal'in kapısına giderek yüzünü kapının eşiğine koyarak: “Ey Bilal! Şu üzerinde cahiliyenin izleri bulunan yüzüme ayaklarınla bas” dediğini ve bu şekilde Bilal’den helallik almaya çalıştığı bize nakledilmiştir. Bu olay bize göstermektedir ki sahabe efendilerimiz de insan olmaları hasebiyle çeşitli zamanlar birtakım yanlışlar yapabilmişler, dolayısıyla vasat çizgiden ayrılmışlardır. Lakin kendilerine bu hataları hatırlatıldığında orada ısrar etmeyerek hemen tekrar vasat çizgiye geri dönebildiklerini görmekteyiz.
Yüce dinimiz İslâm'ı eğer kategorilere ayırmamız gerekirse, şu 4 ana kategoride toplamamız mümkündür. Bunları önem sırasına göre şu şekilde sıralayabiliriz:
Bu kategorilerin tamamı İslâm’ı ifade etmektedir. Bunlardan bir tanesi olmadığından diğerlerinin hiçbir anlamı olmamaktadır. İnancın ibadetle, ibadetin ahlâkla, ahlâkın ise muamelatlarla koparılmaması mümkün olmayan ilişkisi söz konusudur.
Söz gelimi, sahih bir iman olmadan yapılan tüm ibadet geçerli değildir. İnanca şirkin bulaştığında, yani inancın Allah indinde geçerli olmadığında yapılan tüm ibadetlerin geçersiz olacaktır. Konuyla ilgili bize yol gösteren bir âyette söyle buyurulur:
وَلَقَدْ اُو۫حِيَ اِلَيْكَ وَاِلَى الَّذ۪ينَ مِنْ قَبْلِكَۚ لَئِنْ اَشْرَكْتَ لَيَحْبَطَنَّ عَمَلُكَ وَلَتَكُونَنَّ مِنَ الْخَاسِر۪ينَ
“(Resûlüm!) Şüphesiz sana da senden öncekilere de şöyle vahyolunmuştur ki: Andolsun (bilfarz) Allah'a ortak koşarsan, işlerin mutlaka boşa gider ve hüsranda kalanlardan olursun!”[4] Görüldüğü üzere, imana şirk bulaştırılması durumunda kişinin yaptığı tüm amellerin boşa gideceği ifade edilmektedir. Buda bize, ibadetlerle inanç arasındaki kopması mümkün olmayan bağı ifade etmektedir.
Müslümanların tarihine baktığımızda bazı zamanlar, belirli şahıslar veya zümreler tarafından bu kategorilerden birinin veya bir kısmının ön plana çıkarılarak tüm dini anlayışların bu eksende anlaşılmaya başlandığını, diğer alanların ise geri planda kaldığı veya çoğunlukla da yok sayıldığı gerçeği ile karşı karşıya kalıyoruz.
Gerek tarihimizde gerekse de geldiğimiz durumda kendilerini bu dine müntesip gören kimselerin bir kısmının, dinin akideye dayanan konularını önceliklerken ahlâkî konularını ihmal ettiğini, ya da akidedeki duyarlılıklarının ahlâkî konularda olmadığını üzülerek de olsa görmekteyiz.
Konuyu örneklendirmeye geçmeden önce hakka tanıklık etmek ve adil şehitlik yapması gereken bir Müslüman olarak şu hatırlatmayı yapmam gerektiğine inanıyorum. Biz örnekleri verirken kastımızın ekolleri ve müntesiplerinin tümüyle eşit görerek yargılarımızı bunun üzerinden yaptığımızı düşünmemenizi rica ediyoruz. Çeşitli konularda vasat çizgilerini koruyamadığını düşündüğümüz ekollerin içinde bulunan veya o ekollere müntesip kabul edilen insanların hepsi her konuda eşit değillerdir. Bu ekoller içinde vasat çizgiyi temsil eden nice güzide âlimler ve Müslümanlar da elbette vardır. Bizim bu yazımızda ifade edeceğimiz hususlar ise çoğunlukla öne çıkan ve çoğunluğun yönelimleri üzerinden örneklendirme yapmaktır.
Tarihi Süreç İçerisinde Dini Konulardaki Duyarlılıklarda İfrat ve Tefrit
Kelamî Konulara Karşı Duyarlılık
Kelamî konulara yoğunlaşan ilim sahibi insanların, diğer ilim dallarına yönelik olarak hafife alıcı nice ifadeler kullandıklarına yazılan kitaplarda şahit olmaktayız. Bu kimselere göre dinin en önemli konuları hiç kuşkusuz ki kelama taalluk eden konulardır. Dolayısıyla İslâm denilince ilk akla gelen konu kelam ve onun alanına giren konulardır. Bu konularla ilgilenmeyen ya da yeteri kadar ilgilenmeyen kimselerin dini doğru şekilde anlamaları ve yaşamaları mümkün değildir. Bizce de bir yönüyle bu söylenenler doğrudur. Yani İslâm'ın temel inanç meselelerini bilmeyen insanların dinin diğer alanlarıyla alakalı çok fazla malumata sahibi olsalar da istikamet üzere ve sahih iman üzere kalabilmeleri mümkün değildir. Bu sebeple de akidenin alanına giren konuları Müslümanların tabii ki öncelikli olarak bilmeleri gerekmektedir.
Müslümanların arasına felsefenin de girmesi ile beraber ortaya çıkan İslâm'ın inanç esaslarının felsefî birtakım yöntemler kullanılarak izah edilmesi olan “Kelam ilmi” acaba ne kadar Kur'an'ı koymuş olduğu ilkelere bağlı kalarak temel umdelerini oluşturabilmiş ve gelişimini de bu ilkelere bağlı kalarak sürdürebilmiştir? Ne yazıktır ki konjonktür gereği felsefe ile ilgilenen insanlara dini ulaştırmak için oluşturulmuş olan kelamî kavramlar, İslâm inanç esaslarının bırakın doğru anlaşılmasını çoğu insan tarafından adeta anlaşılmayacak bir noktalara taşımıştır. Lakin o gün kelam alimlerinin konjonktür gereği olarak kaçınılmaz olarak baş vurdukları bu yöntem, tarihin her döneminde uygulanacak tek dinî yöntemdir diye anlaşılmamalıdır. Esas olan dinin akideye taalluk eden konularının doğru bir şekilde çağın insanına taşınmasıdır. Bunu ötesinde geliştirilen yöntemler çoğunlukla belirli bir zamana ve muhatap kitleye yöneliktir. Bizler, alimlerin kullandıkları bu yöntemin faydalı olan yönlerini almalı çağımız insanına hitap etmeyen yönlerini ise bir kenara bırakmalıyız. Bütün bunlarla beraber tabii ki Müslümanların öncelikli olarak ilgilenmeleri gelen konuların başında inanca taalluk eden konular geldiğini ifade etmek gerekir. Bununla beraber din sadece bunlardan da ibaret değildir. Din bir bütündür. Akideye verilen önem diğer alanlara da aynı şekilde verilmeli ve dinin insan için koymuş olduğu inanca ve pratiğe taalluk eden meseleler hassasiyetle benimsenerek hayata taşınmalıdır.
İlmi Konulara Karşı Duyarlılık
Kimi insanlar ilmi konulara karşı duyarlılık ortaya koyarken, aynı duyarlılığı akidevî konulara veya İslâm’ı pratikte uygulama diyeceğimiz alanlarda ortaya koyamadıklarını görmekteyiz. Tarihimizde ve günümüzde de nice örneklerini gördüğümüz üzere ilimle uğraşan bazı kimselerin, adeta dini; ilim tahsil etmek ve onu korumaktan ibaret olarak gördüklerini, ilme göstermiş olduğu hassasiyeti o ilmin hayata taşınması konusunda göstermediklerine tanıklık ediyoruz. İnanca taalluk eden meseleleri maalesef göz ardı ettiklerini görmekteyiz. Veya Kur'an'da inanç konuları arasında zikredilen nice meseleyi görmemezlikten geldiklerini veya göremediklerini görebilmekteyiz. Sanki, İslâm dininin, ilimle uğraşan kimselere öğrendikleri o hakikat bilgisinin gereği olan davranışları sergilemekten muaf tutuyormuş gibi ya da tümünü uygulamaktan muaf tutuyormuş gibi bir algıya sahip olduklarını görmekteyiz.
İslâmî harekete baktığımızda çoğunlukla alimlerin, düşünce ve fikir üreten kimselerin İslâmî hareketin içerisinde yer alarak öncülük yapmadıklarını bilakis bundan geri durduklarını görmekteyiz. İlim tahsil eden kimselerin medreselere girerek İslâmî mücadelenin burada birilerine ilim öğretmekten ibaret olduğunu düşünmeleri yanlışlığına düşmektedirler. Oysaki bu kimselerin Müslümanlara öncülük ederek İslâmî mücadelenin merkezinde bulunmaları gerekmektedir. Sahip oldukları ilimin gereği olarak Müslümanlara yol göstermeliler. Yazdıklarını eylemleriyle de uygulayarak ispatlamalılar. Lakin böyle olmadığını, en azından bu şekilde olan ilim sahibi insanların hiçte sayılarının az olmadığını üzülerek de olsa görmekteyiz. Bu durum bize göstermektedir ki ilimle, o ilmin gereği olan pratikleri sergilemenin birbirinden koparılarak, bilgiyi elde etmek ve onu insanlarla paylaşmanın önemsenmekte olduğunu, o ilmin gereği davranışlar sergilenmesi ise geri plana itilmekte olduğunu üzülerek de olsa görmekteyiz.
Modernist Yaklaşımların Duyarlılıkları
Gelinen noktada batılının bize dayattığı ve bizden önce batıda Protestan mezhebinin ister bilinçli, isterse de bilinçsiz olarak Hristiyanlık için yaptığı tahrifatı, ne yazıktır ki burada da İslâm için yapmak çabasında olan nice “Modernist Müslümanlar” dini neredeyse sadece ahlâkî konulardan ibaret görmektedirler. Dinin inanca taalluk eden, sosyal hayata yönelik hükümlerinin bulunduğu yönünü ve çoğunlukla da ibadetlere yönelik emirleri yok sayılarak sadece dini belli başlı ahlâkî söylemlerden ibaret görmeye başladılar. Ayrıca dinin hukuka dair koyduğu ölçüleri de günümüz için konulmadığını, Kur’an’ın nazil olduğu zamana ait hükümler olduğunu söyleyerek onları da geçersiz saymaktadırlar. Bu hükümlerin yerine günümüzde başka hükümlerin konulması gerektiğini savunmaktadırlar. Bu kimselerde dinin ahlâkî konular dışındaki hükümlerini hemen neredeyse hiç önemli görmeyerek tefritin içine dibine kadar batmışlardır.
Tasavvufun Duyarlılık Alanları
Yine içinde yaşadığımız ülkede de bolca örnekleri bulunduğu üzere kendilerini tasavvuf erbabı olarak gören kimseler, dinin adeta dünyadan el etek çekmekten ibaret olduğunu; bir şeyh efendiye intisap etmenin zorunlu olduğunu, intisap edilen bu şeyh efendiye mutlak manada itaat edilmesi gerektiği iddia etmektedirler. Hatta bu şeyh efendinin söyledikleri ve kendisine tabi olan insanlardan yapmalarını istediği şeyler Kur’an’a ve Hz. Peygamberin pak ve temiz sünnetine ters olsa da şeyh efendiye itaat etmek gerektiğini söylemektedirler. Müridin şeyhin karşında: “Gassalın önündeki meyyit” gibi olması gerektiği iddia edilmektedir.
Tarihte, gerek sahabe arasında çıkan siyasî kavgaların bir neticesi olarak gerekse de Müslümanların dünya nimetlerine haddinden fazla yöneldiklerini gören bazı kimseler, Hz. Peygamberin de sade yaşantısının örnekliğinden yola çıkarak geliştirdikleri inzivaya dayanan yaklaşım, süreç içerisinde bazı mistik batıl dinlerin inançlarıyla da sentezlenerek yeni bir din yorumuna evrildi. Bu din yorumuna sahip olanlar da kendi din anlayışlarına sahip olmayan fıkıhçıların veya kelamcıların Müslümanlığının tam veya geçerli olmadığını iddia etmeye başladılar. Kendi doğrularını benimsemeyen, kendi yaklaşımlarını tek doğru görmeyen, kendi hassasiyetlerini önceliklemeyen Müslümanlara karşı ötekileştirici bir dil kullanmaya başladılar. Kendi yöntemleri dışındaki ilmî ve amelî yöntemleri hafife aldılar, çoğunlukla da kabul etmediler. Dinin temel referansları olan Kur’an ve sahih Sünnetin dışında bir de kendilerinin evliya dedikleri şeyhlerden zuhur ettiklerine inandıkları, ilham, keşif, rüya, keramet gibi yeni referanslar edindiler. Edindikleri bu referanslarla inanç ve amel yönüyle bir sürü bid’at ve hurafelerin dinin içerisine girmesine sebebiyet verdiler. Geliştirdikleri bu referanslarla, kendi şeyhlerinin dinî yorumlarını dinin asılları haline getirdiler. Bunları Kur’an ve sahih sünnetten deliller getirerek kabul etmeyen kimseleri hakikatten sapmış, hakikati kabul etmeye yanaşmayan kimseler olarak gördüler.
İnzivayı esas alan bu yaklaşım ilk ortaya çıktığı durumlarda masum ve dinin koyduğu sınırlar içerisinde bulunurken, tarihi süreç içerisinde maalesef bu özelliğini korumamış ve dinin sınırlarını zorlayan, hatta nice durumlarda aşındıran bir durum arz etmiştir. Bu kimselerin dünya nimetlerine karşı mesafeli durma konusunda gösterdikleri hassasiyet ne yazıktır ki ilim konusunda, İslâm’ı müdafaa etme konusunda oluşmamıştır.
Mezhebî Yaklaşımların Duyarlılıkları
Yine tarihi süreç içerisinde oluşan mezhepler, İslâm’ın kendi fikrî ve usûlî anlayışlarına tekabül eden kısımlara öncelik verip diğer konuları ise bunun bir neticesi olarak geri plana attıklarını görmekteyiz.
Ehl-i hadis ise dinin koymuş olduğu hükümleri, lafızlarda geçtiği üzere lafızlara bağlı kalarak anlamaya çalışmış, lafızların ibarelerini esas görmüş ve dini yaklaşımını da bunun üzerine oturtmuştur. Gerek Kur’an-ı Kerim'de, gerekse de hadis rivayetlerinde aktarılmış olan hükümleri, lafızlarına bağlı kalarak anlamaya çalışmış ve din anlayışını da bu husus üzerine oturtmuştur. Bu iki ekol arasındaki yaklaşımın sebep olduğu sonuç üzerine bir örnek verecek olursak; Ehl-i rey, Kur’an-ı Kerim'de geçen ve abdest almayı da gerekli kılan durumlarla ile ilgili olarak kullandığı; لٰمَسْتُمُ النِّسَٓاءَ “Eğer kadınlara dokunmuşsanız”[5] ifadesinden kastın cinsel ilişki olduğunu söyleyerek lafzın maksadına yoğunlaşmış, Ehl-i hadis ise bu lafzın anlamının; tenin tene değmesi olarak lafızda geçtiği gibi kabul edilmesini, dolayısıyla da bir kadının mahremi olan bir erkeğe veya bir erkeğin mahremi olan bir kadına dokunması sebebiyle abdestinin bozulacağını ve yeniden abdest alması gerektiği sonucuna ulaşmıştır. Örnek de bize göstermektedir ki bu iki ekolün dini anlama noktasında referans aldıkları unsurlar, ulaşılan sonuçların da farklı olmasına sebebiyet vermiş ve dinî duyarlılıklar da iki ekolde de farklı farklı oluşmuştur. Dini metinleri anlamada takip edilecek olgular, ekollerin duyarlılık alanlarına etki etmemiş ve gelişimlerini de bu duyarlılıklar üzerinden sürdürmüşlerdir.
Kendilerini Tevhide Nispet Edenlerin Duyarlılıkları
Gerek tarihimizde gerekse de geldiğimiz durumda kendilerini bu dine nispet eden kimselerin bir kısmı dinin akideye dayanan konularını önceliklerken ahlâkî konularını kısmen de olsa ihmal ettiğini, ya da akidedeki duyarlılıklarını ahlâkî konulara da yansıtamadıklarını görmekteyiz. Sözgelimi ufak da olsa tevhidi zedeleyeceğini düşündüğü konulara karşı göstermiş olduğu hassasiyeti, dinin kendisinden istemiş olduğu ahlâkî konulara gösteremediğini görmekteyiz. Genel olarak bu kimselerin yalan, gıybet, dedikodu, suizan ve benzeri zaaflara sahip olduklarını görebilmekteyiz. Tevhide ve şirke karşı göstermiş oldukları haklı duyarlılığın ne yazık ki onun pratikteki karşılığı olan alanlara karşı gösterilmediğini görmekteyiz. Ticaretini yaparken dinin koymuş olduğu ölçülere hassasiyetle riayet edemediklerini, bu konuda nice zaafların içerisine düşebildiklerini görebilmekteyiz. Yine içinde yaşadığımız toplumun kabulleri arasına girdiğinden dolayı başta faiz olmak üzere İslâm'ın hoş görmediği birtakım uygulamalara karşı duyarlılık göstererek direnemediklerini, direnmek bir tarafa daha önce oluşturmuş oldukları hassasiyetlerini bile muhafaza edemediklerini üzülerek de olsa görmekteyiz. Oysa ki tevhid ve şirk konularına gösterdiğimiz haklı hassasiyet kadar onun pratikteki karşılığı olan hususlara yönelik olarak da gösterebilmeliydik. Şirkten ve küfürden sakındığımız kadar aynı bilinç ve gayretle Allah'ım bize yasaklamış olduğu ve dinin hoş görmediği pratiklerden de kaçınabilmeliydik. Birçok konuda olduğu gibi bu konularda da Müslümanlar olarak zaaflarımızın olduğunu ifade etmek gerekir. Bazı alanları karşı göstermiş olduğumuz haklı hassasiyetin maalesef dinin diğer alanlarına yönelik de aynı gayret ve hassasiyetle ortaya konulamadığını müşahede etmekteyiz
Başka bir örnek verecek olursak; tevhidi düşünceyi benimsemiş ve bu konuda hassas davranan bir Müslümanın yanında çalıştırmış olduğu işçilerine, işletmesinde kâr elde ettiği halde onların geçim şartlarını düşünmeden, devletin koymuş olduğu miktarları yeterli görerek asgar-i ücret ve benzeri kriterleri dikkate alarak maaş vermesi bir Müslümanın kabul edebileceği bir durum değildir. İşletmesinde kâr elde ettiği halde yanında çalışan işçisinin ve bakmakla yükümlü olduğu kimselerin barınma, giyim-kuşam gibi temel ihtiyaçlarını karşılayıp-karşılamamasını dikkate almadan onlara ücret vermesi kabul edilebilir bir husus değildir. Müslümanlar bu konularda da örnek kişiler olmalılar. Yanlarında çalıştırdığı kimselerin haklarını tam olarak vermeli, kendi kazançlarını her geçen gün arttırdıkları bir durumda işçilerinin geçinip-geçinemediklerini, bir lokma bir hırka ile yaşamak zorunda kalmalarına göz yummaları makul karşılanacak bir duruş değildir. Söze geldiği zaman “zalim” diyerek reddetmiş oldukları devletin veya sistemlerin, işçilere verilecek ücret konusunda belirlemiş olduğu kriterleri doğruymuş gibi görerek hareket etmek bir Müslüman için kabul edilebilir bir yaklaşım değildir. Bu yaklaşım, faydacı bir yaklaşımdan öte bir şey değildir. Birçok konuda zulüm ettiğini düşünerek reddettiğiniz bir devletin, sizin çıkarlarınıza uygun olan konularda belirlemiş olduğu kriterleri kabul etmeniz, sizin için tutarsızlıktan başka bir şey değildir. Dolayısıyla Müslümanlar başkalarının belirlediği kriterlere göre değil de İslâm'ın kendilerine kazandırmış olduğu temel değerler üzerinden hareket etmelidirler. Yarın Allah'ın huzuruna vardığında; işçilerinin kendilerinden şikayetçi olacakları bir durumla değil de bunun aksine onlara karşı göstermiş olduğu kolaylıkların karşılığını fazlasıyla rabbinden alacağı bir durumla karşı karşıya kalmayı yeğlemelidir. İşte o zaman dillendirdiğimiz tevhidi söylemlerin hem dünya da hem de ahirette karşılığı olur.
Medreselerimizin Duyarlılık Anlayışları
Konunun bir başka örnek göstereceğimiz yönü ise nice insanlarımız yıllarca medreselerde ilim tahsil ettikleri halde ne yazıktır ki dinin akideye taalluk eden meselelerini, onların güncel yansımalarını yeteri kadar fark ederek o konulara karşı gerektiği gibi bir duruş sergileyemediklerini görmekteyiz. Bu kimselerde, görmüş oldukları eğitimde, yığınlarca kitapları okuyarak onlardan ders gördükleri halde hatta o kitapların nicesini ezberledikleri bir durumda ne yazıktır ki konjonktürün ortaya çıkarmış olduğu ve akideyi de ilgilendiren konulara karşı bir duyarlılık oluşmamıştır. Hemen çoğunun ezberlemiş olduğu Kur'an'da gündeme getirilen güncel, siyasî ve tevhidî ilgilendiren konuların hemen hiç kavranmadığını ve dolayısıyla da öğrenmiş oldukları ilmi insanlara taşırken maalesef bu konuları ihmal edebildiklerini görmekteyiz.
Hemen her peygamberin, kendi yaşadığı ve peygamber olarak görevlendirdiği toplumlarda o toplumların konjonktürel olarak gündemlerini oluşturan fikrî ve amelî yönlerini de dikkate alarak tevhidi söylemi güncelleştirdikleri halde ne yazıktır ki günümüzde, kitaplar dolusu ilmi yüklendikleri halde toplum tarafından uygulanagelen ve doğru kabul edilen nice tevhide aykırı ve Kur'an'da karşılığı bulunan meseleleri kavrayamadıklarını, insanları o konularda da bilinçlendiremediklerini müşahede edebilmekteyiz. Dolayısıyla kendilerinin, ilim olarak nitelendirdikleri kitapları ve konuları tahsil etmeye verdikleri ehemmiyeti ne yazıktır ki tevhide taalluk eden meselelere karşı gösteremediklerini ya da yeteri kadar gösteremediklerini üzülerek de olsa görmekteyiz. İçinde yaşadığımız ülkede hemen birçok yapının, insanları yetiştirmek üzere Kur'an Kursları, Medreseler; hatta devletin oluşturmuş olduğu İmam Hatipler de başta olmak üzere, bu ilim yuvalarında İslâmî konuların çok boyutlu olarak gündeme getirilerek öğretildiğini lakin başta siyasal sistemin sebep olduğu tevhide ters yaklaşımlara karşı bir duruş sergilenmediğini görmekteyiz. Yine toplumların kültürel olarak atalarından devralarak getirmiş oldukları gelenekleri içerisinde bulunan ve İslâm dininin temeli olan tevhide ters veya onunla bağdaşması mümkün olmayan nice inanç ve uygulamalara karşı hemen hiçbir duyarlılık oluşturamadıklarını üzülerek de olsa görmekteyiz. Bu durum da bize göstermektedir ki insanların ilim diyerek hassasiyetle üzerinde durdukları konuya göstermiş oldukları gayret ve çabanın, o ilmin yeterince anlaşılması ve özellikle de tevhidi zedeleyen yönleri ile toplumun gündeme getirilmesi konusunda olmadığını ya da yeteri kadar olmadığını ifade edebiliriz. Birçok konuda olduğu gibi bu konuda da maalesef Müslümanların ifrat ve tertip diyebileceğimiz alanlarda bulunduklarını müşaade edebilmekteyiz.
Müslüman Yazarlarımızın Duyarlılık Anlayışları
Bir hoca efendi anlatmıştı. Yıllar önce gördüğü İslâmî tahsilden sonra İstanbul'a gelerek burada Müslümanlarla beraber bir İslâmî mücadele başlatmak istediğini ve bu sebeple de daha önce İslâmî meselelerde kendilerinden istifade etmiş olduğu yazarları ziyaret ederek onlarla beraber bu işi yapmak istediğini söylemek ve onlarla istişare etmek için bu yazarları ziyaret ettiğini ve beraberce İslâmî mücadele yapma teklifinde bulunduğunu lakin o yazarların kendisine; “Biz yazarız dolayısıyla biz yazmakla mükellefiz sizler de yazdıklarımızı uygulayın” dediklerini, dolayısıyla da bilgiye ve bilgiyi üretmeye karşı göstermiş oldukları hassasiyetin aynısını o üretmiş oldukları bilginin toplum içerisinde uygulanması ve başka insanlara da ulaştırılması konusunda gösterilmesi gereken gayret diyeceğimiz İslâmî mücadeleye gösteremediklerini, bu örnek üzerinden görmekteyiz. Maalesef Müslümanlar arasında oluşan yanlış bir algının sonucu olarak âlim denilen kişilerin, kütüphanesine çekilerek ve oradaki kitaplardan istifade ederek fikir üreten, düşünce üreten bir kimse olarak görülmektedirler. Oysa ki âlim kişi, öncelikle doğru bilgiye ulaşan sonra da o bilginin gereği olarak yapılması gereken amelleri yapan, insanlara bu konuda da öncülük eden kişidir. Dolayısıyla bilgiyi hiçbir zaman o bilginin gereği olan mücadeleyi ortaya koymaktan ayrı olarak düşünülemez. Âlim aynı zamanda bildiklerinin mücahidi, mücahitte aynı zamanda bilmesi gerekenlerin âlimi olmak durumundadır.
Seküler Çevrelerin Duyarlılık Alanları
Konuya bir başka örnek verecek olursak: İçinde yaşadığımız çağ, maalesef Batının üretmiş olduğu “değersizlikler” üzerine bina edilmiş bir çağdır. Bu çağ dini, dolayısıyla da Allah'ı üretmiş olduğu hemen tüm hususlarda görmemezlikten gelmiş bunun yerine insanın zihnini, yani aklını belirleyici kılan bir anlayışı benimsemiştir. Bu sebeple de gerek bilim dedikleri alan gerekse de onun karşılığı olarak uygulamış oldukları hemen tüm pratikler bu eksen üzerine bina edilmiştir. Seküler bir zihin inşa etmişler ve bunun karşılığı olarak da seküler bir yaşam tarzı benimsemişlerdir. Bunu oluştururken rasyonalist anlayış belirleyici olmuş, akla ve mantığa ters gelen hemen her şey yok sayılmış veya bir kenara itilmiştir.
Batıda Hristiyanlara karşı uygulanan bu yaklaşım, Batının dünya üzerindeki egemenliği sağlanınca Müslümanların yaşadığı coğrafyalara da sirayet etmiş ve Müslümanlar içerisinde de bu anlayıştan etkilenen nice kimseler olmuştur. Batının üretmiş olduğu rasyonel değerler üzerinden İslâm’ı anlamaya ve yorumlamaya çalışan insanlar türemiştir. Bu insanlar rasyonalist değerler üzerinden hareket ettiklerinden dolayı Müslümanların gelenekleri içerisinde bulunan nice uygulamayı reddetmek durumunda kalmışlardır. Hatta iş öyle bir noktaya varmıştır ki bırakın geleneği Kur’an-ı Kerim içerisinde bulunan ve rasyonel akılla da izah edilemeyen nice meseleler tarihselci (dinin hukukla ilgili koyduğu hükümleri tarihin bir dönemine has gören yaklaşım) bir yaklaşımla günümüzde geçerliliği olmayan hususlar olarak değerlendir olmuşlardır. Bu yaklaşımı benimseyen veya daha doğru gören veya da bu görüşten etkilendiği halde bunun farkında olmayan nice sözüm ona İslâmî yazar-çizer, Hoca, âlim kimseler, geleneksel yaklaşımlara karşı çok ciddi bir duruş ortaya koymuş, geleneğin yaptığı yanlışlarla yatıp kalkmaktadırlar. Hemen her program ve kaleme aldıkları yazılarında, tv. programlarında bu konu üzerine yoğunlaşmakta, kendileri gibi düşünmeyen Müslümanları hedef tahtasına koymaktadırlar.
Sözüm ona bu aydınlar! geleneğin üretmiş olduğu yanlışlara karşı bu şekilde çok sert bir duruş sergiledikleri halde ne yazıktır ki seküler dünyanın ve onların ülkemizdeki temsilcilerin üretmiş oldukları İslâm dışı nice yaklaşımlara ve uygulamalara karşı hemen hiçbir söz söyleyemediklerini görebilmekteyiz. Sözgelimi insanların hüsn-ü zanda yaklaşarak “âlim” ve “veli kul” olarak kabul ettikleri kimselerin kabirlerine karşı gösterilen aşırı derecedeki ilgiyi reddettikleri halde -ki bizde doğru görmüyoruz- ondan çok daha fazlasını bu ülkede devlet zoruyla da uygulatılan anıtkabirlere karşı gösteremediklerini, onları da gündeme getirerek Müslümanların bu tür kabirlere ihtiramı ve heykeller karşısında tazimde bulunmayı da reddetmeleri gerektiklerini hemen hiç gündemlerine getiremediklerini görmekteyiz.
Geçmişte alimlerin Kur'an âyetlerini anlamaya çalışırken -bu kimselere göre- yaptıkları hataları sürekli gündeme getirdikleri halde içinde yaşadığımız cahiliyenin dini tümüyle hayatın dışına iten, onu insan vicdanına ve camilere hapseden anlayışlarına karşı egemen oligarşiye karşı hemen hiçbir söz söyleyemediklerini, onların Müslümanlara verdikleri zararı gündeme getiremediklerini, insanları nasıl İslâm’dan kopararak laiklik, demokrasi ve benzeri batıl ideolojilerin kurbanı haline getirdiklerini hemen hiç dillendirdiklerini görememekteyiz. Hatta bırakın bunları gündeme getirmeyi bu tür anlayışları halka zorla dayatan kimselerin anıldığı çeşitli günleri vesile kırarak onlara rahmet okuduklarını görebilmekteyiz.
Bu durum da bize şunu göstermektedir ki; insanlar bazı kimselerin oluşturmuş olduğu yanlışlara karşı çok katı ve sert dururken ne yazık ki ondan daha kötü sonuçlar ortaya çıkarabilecek anlayışları benimseyen fakat kendileri gibi seküler değerleri benimsemiş kimselere karşı aynı duyarlılığı gösteremediklerini, dolayısıyla da bu konuda ifrat ve tefriti temsil ettiklerini üzülerek de olsa görmekteyiz.
Modernist düşünceye sahip olan bu insanlar, Kur'an'da gündeme gelen insanlar arası ilişkilerdeki ahlâkî konuları sürekli gündeme getirerek adete İslâm'ın sadece bunlardan ibaretmiş gibi gösterdiklerini, lâkin dinin “hudûdullah” olarak isimlendirdiği anlamdaki hukuksal düzenlemeleri görmemezlikten geldiklerini, hatta onun tarihselci ve yaklaşımla tarihe gömdüklerini görebilmekteyiz. Bu kimselere göre Kur'an'ın tanımladığı mümin; insanlar arasındaki ilişkilerde ahlâkî kriterlere göre hareket eden kimsedir. Oysa ki Kur'an-ı Kerim, öncelikle akide başta olmak üzere bununla beraber ibadetler aynı şekilde belirlenen hukukî muayideler ve ayrıca ahlâkî konular olmak üzere bir bütün olarak görmekte, bunların tümünü kabul eden ve gücü oranında yaşayan kimseleri müminler olarak görmektedir. Ne yazık ki modernist bir yaklaşıma göre, sanki dinin diğer alanları önemsizmiş gibi görünmekte varsa-yoksa dinin sadece insanlar arasındaki insanî ilişkilermiş gibi gösterilmektedir. Aslında rasyonalist yaklaşımların temel referansı olarak gündeme aldıkları ve tanrılaştırdıkları insana dair hususları ön plana çıkararak bunun haricindekileri geri plana atma yaklaşımlarıdır.
Tasavvuf Tarikatlarının Duyarlılık Anlayışları
Konuyla ilgili olarak bir başka örnekte Tasavvuf düşüncesini benimseyen insanları vermek mümkündür. Hz. peygamber döneminde sahabeler arasında münzevi bir hayata yönelim ve bunun sebep olacağı ifrat noktasına örnek olarak şöyle bir hadisenin yaşandığı rivayet edilir:
Bazı sahabeler Allah’a olan kulluklarını daha nitelikli bir şekilde sunmak isterler ve Hz. Peygamberin eşi Hz. Aişe annemizin yanına gider ve Efendimizin ibadetlerini sorarlar:
Aişe annemizde onlara Efendimizin yaptığı ibadetlerden bahseder. Lakin bu kimseler Efendimizin peygamber olması sebebiyle az da olsa ibadet yapmasının onun için yeterli olacağını, kendilerinin ise daha fazla ibadet yapmaları gerektiğini düşünürler. İçlerinden kimisi sürekli oruç tutacağını, kimisi evlenmeyeceğini, kimisi de geceleri uyumayarak sürekli ibadet yapacağını söyleyerek bir gayretin içerisine girerler.
Tâbi bunun bir sonucu olarak yöneldikleri bu alanların hayatlarına etkisi oluyor ve başta eşleri olmak üzere bu durumdan şikayetçi oluyorlar. Konu Efendimize gidince bu kimseleri çağırarak kendisinin konuyla ilgili uygulamalarını söyleyerek uyarıyor ve girdikleri bu yolun yanlış olduğunu kendilerine söylüyor. Efendimizin vefatından sonra da özellikle Müslümanlar arasında çıkan siyasî kavgalar ve dünya nimetlerinin Müslümanlara açılması sonucunda oluşan daha müreffeh bir hayat yaşama modellerini gören ve bu gidişin İslâm’ın ruhuyla bağdaşmadığını düşünen bazı kimseler tarafından benimsenen “az ile yetinme” olarak ifade edebileceğimiz “inzivayı” esas alan yaklaşımın tarihi süreç içerisinde evrilmesiyle tasavvuf meydana gelmiştir.
Tarihi süreç içerisinde az ile yetinme yaklaşımını benimseyen din ve inançlardan etkilenerek gelişen bu yaklaşım, dini sadece dünyadan el-etek çekme yaklaşımı olarak görmüş ve Allah’ın helâl yolda kazandıkları sürece insanın istifadesine verilen dünyalık nimetleri kullanmamayı esas görmüş ve bu yaklaşımını temellendirmek için de yeri geldiğinde kendi düşüncesine ters olan âyet ve hadisleri kendi düşüncelerine göre tevil etme yoluna gitmişlerdir. İnsanın en temel görevlerinden bir tanesi olan dünyevî nimetlere hükmetme ve onları insanlığın ve dinin faydasına olacak şekilde kullanma gerçeğine itibar etmeyerek iyi bir Müslümanın buralardan uzak durmasının daha doğru olacağını salık vermişlerdir.
Tasavvuf anlayışının en temel olgusu şudur desek hata etmiş olayız zannımca: Allah dostu olarak nitelendirdikleri bir Şeyhe bağlanmak ve onun gösterdiği şekilde inanmak ve yaşamaktır. Bu anlayış, dini metinler olan Kur’an ve onun pratikteki karşılığı sünneti geri plana atarak şeyhlerini birinci sıraya koymuşlardır. Dini anlama ve yaşama noktasında Kur'an'ı ve onun pratikteki karşılığı olan sahih sünneti koymak yerine bunların daha üzerine kendi Şeyhlerinin düşüncelerini ve uygulamalarını koymuşlardır. Kendi şeyhlerinin düşünceleri ve uygulamaları içerisinde Kur'an'a ve sünnete ters herhangi bir durum olduğunda normalde bir Müslümanın yapması gereken husus olarak Kur'an'ı ve sünneti referans alarak kişilere tâbi olmayı geri plan atmaları gerektiği halde onlar, Kur'an'ı ve sünneti geri plana atarak kendi şeyhlerinin düşüncelerini ön plana taşımış ve genellikle de bu durumu; “onlar Allah dostları vardır bir bildikleri” diyerek meşrulaştırma yoluna gitmişlerdir. Bu yaklaşım da süreç içerisinde kendi dini anlama biçimini oluşturmuş ve dinin temel kaynakları arasına Kur'an ve sünnetin haricinde ayrıca şeyhlerin merkezde olduğu; ilham, keşif ve rüyalarla elde edilen bilgileri de eklemişlerdir. Böylece de inanç ve uygulamaları arasında Kur'an ve sünnete dayanmasa da şeyhlerin, “bize ilham edildi” dedikleri veya riyazetle uğraşırken kendilerinden sudur eden veya rüyada gördükleri hususları da dinin referansları olarak görmüş ve din anlayışlarını bunlara dayandırmışlardır.
Dolayısıyla tasavvuf düşüncesine sahip olan kimseler Kur’an ve sünnette kendilerine referans olabilecek bir takım ayet ve hadisleri ön plana çıkarmış bunun ötesinde olan, kendi düşüncelerini tekzip eden, pratikte kendi düşüncelerine uymayan nice dini referansları ise geri plana atmışlardır. Dini, varsa-yoksa Allah'ın veli kulları dedikleri insanların merkezde olduğu ve olabildiğince dünya nimetlerinden el-etek çekmekle alakalı olduğu gibi bir yanlışın içerisinde düşmüşlerdir. İnzivaya ve ayrıca da ibadetlere göstermiş oldukları ehliyetin aynısını akidevî ve ilmî konulara göstermemişlerdir. Kur’an’dan referans alınmayan bir akide ve ilimden yoksun olan inanç ve uygulamalar da süreç içerisinde birçok sapmanın meydana gelmesine sebebiyet vermiştir. Dinin dünyevileşmeye karşı olan uyarılarını ön plana taşımaları güzel ve bazı aşırılıklarla beraber olumlu karşılanabilirken dinin akide ve ilmî konularına ehemmiyet göstermemeleri yönüyle de tefriti temsil etmektedirler.
Örnekleri çoğaltmak elbette mümkün, lakin konunun anlaşılması için bu kadarının yeterli olduğunu düşünüyorum. Konuyla ilgili Kur’an’dan birkaç âyet zikrederek ve Kur’an’ın bir Müslümanın üstün kılacak hususlar olarak gündeme getirdiği konulara vurgu yaparak konuyu tamamlamaya çalışacağım.
اَفَتُؤْمِنُونَ بِبَعْضِ الْكِتَابِ وَتَكْفُرُونَ بِبَعْضٍۚ فَمَا جَزَٓاءُ مَنْ يَفْعَلُ ذٰلِكَ مِنْكُمْ اِلَّا خِزْىٌ فِى الْحَيٰوةِ الدُّنْيَاۚ وَيَوْمَ الْقِيٰمَةِ يُرَدُّونَ اِلٰٓى اَشَدِّ الْعَذَابِۜ وَمَا اللّٰهُ بِغَافِلٍ عَمَّا تَعْمَلُونَ
“Yoksa siz kitabın bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? İçinizden bu şekilde davranan birinin dünya hayatındaki cezası ancak rezil rüsvâ olmaktır; kıyamet gününde ise onlar azabın en şiddetlisine itilirler. Allah sizin yapmakta olduğunuzdan habersiz değildir.”[6]
Bu âyet-i kerime bize göstermektedir ki kendilerine kitap verilen Yahudiler, Allah'ın kendilerine göndermiş olduğu kitabın birtakım hükümlerini ön planda tuttuklarını lakin birtakım hükümlerini sanki yokmuş gibi hareket ettiklerini dolayısıyla da bunun kitabın bir kısmına iman etmek bir kısmını ise inkâr etmek anlamına geldiğini hatırlatmakta ve böyle hareket edenlerin dünyada ve ahirette karşı karşıya kalacakları akıbet gündeme taşınmaktadır. Bu âyet-i kerime, biz Müslümanlara Yahudilerin yaptığı yanlışın içerisine düşmeyerek Kitab-ı Kerim'de Rabbimizin gündeme getirmiş olduğu tüm emir ve prensiplere karşı veya nehiylere karşı hassasiyet göstererek tümünü uygulama çabası içerisine girmemizi ve kitabın tümüne iman ettiğimizi amellerimizle/davranışlarımızla da göstermemiz gerektiğini hatırlatmaktadır. Konumuza yönelik olan husus ise şurasıdır ki; Allah-u Teâlâ'nın birtakım emirlerini ön plana çıkarıp dini sadece bunlardan ibaretmiş gibi görüp, diğer birtakım emirlerini de geri plana atıp sanki yokmuş gibi hareket etmenin pratikteki karşılığı olarak ayette gündeme gelen “kitabın bir kısmına iman edip bir kısmına iman etmemek” anlamına geldi hatırlatılmaktadır. Dolayısıyla da biz Müslümanların, dine bu şekilde parçacı yaklaşarak ya da Filin bir tarafından tutarak o parçayı fil olarak görmektense Kur'an'a bütünsel olarak yaklaşıp bizler için vazedilen tüm hükümleri uygulama konusunda bir duyarlılık ortaya koymalı ve gücümüz nispetinde de bunları yapabilmeliyiz. Böyle olmadığı takdirde ayet-i kerimenin Yahudiler için gündeme getirmiş olduğu dünyevî ve uhrevî akıbetin bizler için de söz konusu olacağı hatırlatılmaktadır.
İslâm dini kendi müntesiplerinden, ortaya koymuş olduğu tüm hüküm ve prensipleri kalpten benimsemelerinin ve güce oranında bu hüküm ve prensipleri hayatında uygulamaları ister. Lakin tarih boyunca kendilerini İslâm'a nispet eden Müslümanlar bu konuda hep aynı duyarlılığı gösterememiş, çeşitli sebeplerden dolayı dinin birtakım emir ve hükümlerini ön plana çıkarılarak onları hassasiyetle uyguladıkları gibi bir takım emir ve prensipleri de maalesef geri planda atılmış veya sanki yokmuş gibi hareket etmişlerdir. Tabii bu durumun oluşmasında her kesimin konjektürel olarak gündemlerinde olan meselelerin etkili olduğu bir gerçektir.
Allah onlara rahmet eylesin! Sahabe efendilerimiz genel itibarıyla Allah'ın emir ve hükümleri karşısında “işittik ve itaat ettik” diyerek teslimiyet gösterdikleri gibi özellikle de yeni İslâm’la tanışan çeşitli topluluklar aynı hassasiyeti göstermeyerek Müslüman olurken Hz. Peygamber Efendimizle dinin hükümleri konusunda pazarlık yapma yarışına girmişlerdir. Bunların en meşhurlarından ve en son gelen heyetlerden birisi olan Taif Kabilesidir. Bu kabile Müslüman olmaları karşılığında Hz. Peygamberden dini hükümleri konusunda kendilerine birtakım ayrıcalıklar tanımasını istemişlerdir. Putlarına dokunmamasını, faizi kendilerine yasak etmemesini, zinanın yasak olmamasını, namaz kılmaktan muaf tutulmalarını, zekât vermemelerini vb. birtakım taleplerde bulunmuşlardır. Lakin Hz. Peygamber (s.a.v.) bu konudaki pazarlıklara, İslâm dininin kapalı olduğunu beyan etmek adına onların bu taleplerini kabul etmemiş, Müslüman olacaklarsa dinin koymuş olduğu tüm hükümleri kabul etmeleri gerektiğini onlara beyan etmiştir. Dolayısıyla Taif Heyeti üzerinden de gördüğümüz gibi bazı insanlar özellikle kendi gelenek ve göreneklerine ters olduğunda, nefislerine ağır gelen birtakım durumlar ortaya çıktığında dinin bu yönde koymuş olduğu hükümlere karşı kabullenme konusunda zorlandıklarını, hatta kabul etmeye yanaşmadıklarını görmekteyiz.
Geldiğimiz noktada da insanlarımız söylem olarak olmasalar da eylem olarak benzer bir durumu ortaya koyduklarını üzülerek de olsa görmekteyiz. İnsanlarımız, kendilerine İslâm'a nispet ettikleri halde İslâm'ın hayatımızla ilgili koymuş olduğu hüküm ve kuralları bir kısmını uygulamaktan kaçındıklarını dolayısıyla nefislerinin hoşuna giden hükümleri kabul ettiklerini fakat diğer hükümleri ise hayatlarından çıkardıklarını görmekteyiz. Oysaki İslâm'ın temel düsturu şuydu: Allah Teâlâ'nın göndermiş olduğu tüm haber ve hükümleri kalpten tasdik etmek, dil ile ikrar etmek ve güç oranında o hükümleri ayrım gözetmeksizin hayatta uygulama çabası içerisinde olmaktı. Dini kendisinden istemiş olduğu tüm hükümleri gücü oranında uygulamaya çalışan kişilere Rabbimiz mümin demekte ve onlar için hem dünyada hem de ahirette kurtuluşun olacağı ifade edilmektedir.
وَمِنَ النَّاسِ مَنْ يَعْبُدُ اللّٰهَ عَلٰى حَرْفٍۚ فَاِنْ اَصَابَهُ خَيْرٌۨ اطْمَاَنَّ بِه۪ۚ وَاِنْ اَصَابَتْهُ فِتْنَةٌۨ انْقَلَبَ عَلٰى وَجْهِه۪۠ خَسِرَ الدُّنْيَا وَالْاٰخِرَةَۜ ذٰلِكَ هُوَ الْخُسْرَانُ الْمُب۪ينُ
“İnsanlardan kimi Allah'a yalnız bir yönden kulluk eder. Şöyle ki: Kendisine bir iyilik dokunursa buna pek memnun olur, bir de musibete uğrarsa çehresi değişir (dinden yüz çevirir). O, dünyasını da, ahiretini de kaybetmiştir. İşte bu, apaçık ziyanın ta kendisidir.” (Hac. 11) Âyetin de ifade ettiği gibi insanlardan bir kısmı -ki insanların çoğunu maalesef bu insanlar oluşturmaktadır bunlar- Allah Teâlâ'ya bir yönüyle kulluk/ibadet edip hayatın diğer yönlerinde O’nu dikkate almadan bir hayat yaşamaktadırlar. Veya Allah'ın göndermiş olduğu hak ölçüleri dikkate almadıklarından dolayı kendi üretmiş oldukları batıl anlayışların girdabında kalarak, Allah'ın razı olmayacağı şeyleri yaptıklarından dolayı Allah Teâlâ bu yaptıklarını kendisine kulluk olarak görmemektedir. Dolayısıyla bu kimselerin Allah Teâlâ'nın muradına uygun olan yaptıkları davranışları kendisine kulluk olarak kabul ettiği gibi muradına uygun olmayan davranışları ise kendisine yapılan kulluk kapsamının dışında tutmaktadır. Biz müminlerden istenen ise Allah'a bir yönüyle değil hayatın tüm yönleriyle ibadet ederek hayatımızı O’nun bize göstermiş olduğu istikamette yaşayabilmemizdir.
Müminleri Üstün Kılan Özellikler
Yüce dinimiz İslâm öncelikli olarak bizden göndermiş olduğu dine iman etmemizi istemekte ve inanç esası olarak belirlemiş olduğu tüm ölçülere bağlı kalmamızı istemektedir. Bu şekilde dinin göndermiş olduğu tüm inanç esaslarını kabul eden kişilere mü’min denilmektedir. Fakat Rabbimiz, müminlerin tümünü eşit görmeyerek onlar içerisinde kendisinin razı olduğu, kendilerini övdüğü müminler olduğu gibi kendilerini kınadığı, uyardığı müminler de söz konusu olabilmektedir. Biz müminler, Allah'ın kendilerini övdüğü müminlerden olma çabası içerisinde olmalıyız. Bu yönüyle Kur’an-ı Kerim'de, daha üst mertebelerde olan müminlerin üç özelliği gündeme getirilmektedir. Bu özelliklere sahip olan müminlerin, sahip olmayan müminlerden daha üstün oldukları vurgulanmakta ve bizlere de hedef olarak bu özelliklere sahip olmamız gerektiği gösterilmektedir.
Bunları izah etmeye geçmeden önce tekrar altını çizerek ifade ederim ki bir kişinin bu özelliklere sahip olarak Allah katında da üstün bir kimse olabilmesi için öncelikle sahih bir inanca, yani şirkten arınmış bir şekilde Allah iman etmesi gerekmektedir. Rabbimiz Kitab-ı Kerim’inde konu ile ilgili olarak bizi uyarmaktadır. Sahih bir akideye sahip olmayan kimselerin yapıp-ettikleri tüm davranışların boşuna olduğunu ve yaptıkları bu davranışların kendilerine ateşinin azabından korunmak için yeterli olmayacağını ifade ederek uyarmaktadır. Dolayısıyla bir Müslümanın öncelikli olarak dikkat etmesi gereken husus akidesini sahih hale getirmek, tümüyle şirkten arınabilmek olmalıdır. Konuyla ilgili olarak Rabbimiz şu şekilde buyurmaktadır:
اِنَّ اللّٰهَ لَا يَغْفِرُ اَنْ يُشْرَكَ بِهٖ وَيَغْفِرُ مَا دُونَ ذٰلِكَ لِمَنْ يَشَٓاءُۚ وَمَنْ يُشْرِكْ بِاللّٰهِ فَقَدِ افْتَرٰٓى اِثْمًا عَظٖيمًا
“Allah kendisine ortak koşulmasını asla bağışlamaz; bundan başkasını dilediği kimse hakkında bağışlar. Allah’a ortak koşan kimse büyük bir günah işleyerek iftira etmiş olur.”[7]
وَلَقَدْ اُو۫حِيَ اِلَيْكَ وَاِلَى الَّذٖينَ مِنْ قَبْلِكَۚ لَئِنْ اَشْرَكْتَ لَيَحْبَطَنَّ عَمَلُكَ وَلَتَكُونَنَّ مِنَ الْخَاسِرٖينَ
“Sana ve senden öncekilere şöyle vahyedildi: Eğer Allah’a ortak koşarsan bilmiş ol ki yaptıkların boşa gidecek ve mutlaka hüsrana uğrayanlardan olacaksın.”[8]
Birinci Özellik: İlim
Kur'an'ın bir mü’mini diğer mü’minlerden üstün kılan özellik olarak gündeme getirdiği hususlardan bir tanesinin “ilim” olduğunu ifade edebiliriz. “Malum olanı olduğu hal üzere bilmek” olarak tanımladığımız ilim, bir mü’mini bu özelliği üzerinde taşımayan diğer mü’minlerden üstün kılan en önemli özelliklerden bir tanesidir. Doğru bilgi hem dinî meselelerde hem de dünya hayatına yönelik olan meselelerde doğruya ulaşmanın tek yoludur. Yanlış bilgi insanı yanlış sonuçlara götürürken doğru bilgi de insanı doğru sonuçlara ulaştırır. Bu yönüyle mü’minler olarak hem dinî konularda hem de dünyaya ait olan konularda doğru bilgiye ulaşmak bizlerin en öncelikli vazifelerimizden birisi olduğunu unutmamalıyız. Bu arada “dinî” ve “dünyaya ait” melerler derken konunun anlaşılması için bu tanımları kullandığımızı, yoksa esasında dinî olan ve olmayan diye bir ayrımın doğru olmadığını, eğer bir ayrım yapılacaksa bunun “aklî” ve “naklî” ilimler diye ayrılmasının daha isabetli olacağını düşünüyoruz. Allah indinde üstün mü’minlerden olmak istiyorsak Rabbimizin bize beğen buyurduğu hakikat ilmini Kitab-ı Keriminden yola çıkarak kavramalı ve işe öncelikli olarak doğru bilgi elde etmekten başlamalıyız. Rabbimiz ilmin en sağlam kaynağı olan kitabımızda konuyla ilgili olarak şu şekilde buyurur:
قُلْ هَلْ يَسْتَوِي الَّذ۪ينَ يَعْلَمُونَ وَالَّذ۪ينَ لَا يَعْلَمُونَۜ
“De ki: Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Doğrusu ancak akıl sahipleri bunları hakkıyla düşünür.”[9]
İkinci Özellik: Takvâ
Yüce dinimiz olan İslâm'ın bizi üstün kılan özellikler olarak hedef gösterdiği ikinci bir özellik ise “takvâ” sahibi olma özelliğimizdir. Allah'a karşı sorumluluk duygusu içerisinde olmak, ondan hakkıyla sakınmak, onun emir ve buyruklarına riayet etmek, dinin hoş görmediği tüm davranışlardan sakınmak olarak nitelendireceğimiz takvâ özelliği de bir Müslümanda bulunması gereken en önemli özelliklerden bir tanesidir. Takvâ sahibi bir mümin, Allah'ın yasaklamış olduğu şeylerden sakınıp emrettiği şeyleri de yerine getirme çabası içerisinde olduğu gibi dinin hoş görmediği lakin haram da demediği hususlardan da sakınarak kendini koruyan, Kur'an'da tavsiye edildiği halde alimler nezdinde farz olarak görülmese de Allah Teâlâ'nın tavsiyelerinin tümüne riayet ederek yerine getirme çabası içerisinde olmalıyız. Dinin şüpheli gördüğü hususlardan da sakınabilmeli, yine dinin tavsiyeleri arasında bulunan ve Efendimizin (a.s.v.) uygulamış olduğu sünnetlerde de azami derecede uyma çabası içerisinde olmalıyız. İşte bu durum bizi takva sahibi bir mü’min yapar. Rabbimizin indinde de takva sahibi olan mü’minler, takva sahibi olmayan mü’minlerden daha üstündürler. Konuyla ilgili bir âyet-i kerimde şöyle buyurulur:
يَٓا اَيُّهَا النَّاسُ اِنَّا خَلَقْنَاكُمْ مِنْ ذَكَرٍ وَاُنْثٰى وَجَعَلْنَاكُمْ شُعُوبًا وَقَبَٓائِلَ لِتَعَارَفُواۜ اِنَّ اَكْرَمَكُمْ عِنْدَ اللّٰهِ اَتْقٰيكُمْۜ اِنَّ اللّٰهَ عَل۪يمٌ خَب۪يرٌ
“Ey insanlar! Doğrusu biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Ve birbirinizle tanışmanız için sizi kavimlere ve kabilelere ayırdık. Muhakkak ki Allah yanında en değerli olanınız, O'ndan en çok korkanınızdır. Şüphesiz Allah bilendir, her şeyden haberdardır.”[10]
Üçüncü Özelik: Mücadele Ehli Olmak
Yine dinimizin bize göstermiş olduğu ve bir mü’mini diğer mü’minlerden üstün kılan bir başka özellik de mücadele ehli olmasıdır. Yani Rabbinin kendisinden istemiş olduğu gerek bireysel gerekse de toplumsal tüm sorumluluklarını yerine getirmek için bir çaba ve gayret içerisinde olmasıdır. Kur’an’ın mü’minleri gündeme getirdiği hemen her âyetinde amele de vurgu yapması bu gerçeğin ilanı gibidir. Allah’ın kendilerinden razı olduğu, cennetiyle müjdelediği mü’minlerin salih amel işleyen kimseler olduğu vurgulanmaktadır. Salih ameller hem kişinin bireysel yapması gereken davranışları konu aldığı gibi kişinin toplumsal manada yapması gereken davranışlarını da içine alan bir tanımlamadır.
Gerek kötülükleri toplumdan söküp atmak gerekse de iyilikleri topluma hâkim kılmak için gücü oranında sorumluluklar hakkıyla kuşanan kişi olmanız, dinimizin bizden istemiş olduğu bir başka sorumluluğumuzdur. Bu sorumluluk sahibi olan kimseler dinin kendilerinden istemiş olduğu toplumsal vazifelerini yerine getirirken kimi zaman vaktinden, kimi zaman sahip olduğu mallardan ve yeri geldiği zaman da canından bile vazgeçerek mücadelesini sürdürmelidir. Yine Rablerinin kendilerinden istediği bireysel sorumluluklarını da yerine getirmek için güçleri oranından bir çaba içerisinde bulunmalıdırlar. Rabbimiz, böyle olan mü’minlerle olmayan mü’minleri bir görmemekte, mücadele ehli olan mü’minleri diğerlerinden daha üstün görerek onlardan razı olduğunu ifade etmektedir. Konuyla ilgili olarak Rabbimiz Kitab-ı Keriminde şu şekilde buyurmaktadır:
فَضَّلَ اللّٰهُ الْمُجَاهِد۪ينَ بِاَمْوَالِهِمْ وَاَنْفُسِهِمْ عَلَى الْقَاعِد۪ينَ دَرَجَةًۜ وَكُلًّا وَعَدَ اللّٰهُ الْحُسْنٰىۜ وَفَضَّلَ اللّٰهُ
“Allah, malları ve canları ile cihad edenleri, derece bakımından oturanlardan üstün kıldı. Gerçi Allah hepsine de güzellik (cennet) vadetmiştir; ama mücahidleri, oturanlardan çok büyük bir ecirle üstün kılmıştır.”[11]
Bir kimse ilim tahsil etmeden takva sahibi olacağım derse bu durumda ancak şeytanın maskarası olur. Tarihi süreç bize göstermiştir ki; Kur’an ve sahih sünnetin ölçülerini belirlediği dini, yeteri kadar bilinmediği bir durumda, takva sahibi olacağız diye yola çıkanların İslâm’ın sınırlarını zorlayarak, zaman zaman da dışına çıkarak, mistik dinlerden de etkilendiklerini ve pratikleri arasına bu dinlerin uygulamalarını aldıklarını görmekteyiz. Gerek inanç yönüyle gerekse de pratikler yönüyle Kur'an ve sünnetle örtüşmeyen birtakım uygulamaların takva adı altında Müslümanların pratikleri arasına girdiklerini müşahede etmekteyiz. Bunun en temel sebebi İslâm'ın temel bilgi kaynakları olan Kur'an ve sünnetle olan irtibatın yeteri kadar sağlanmaması, onların bize sunmuş olduğu ilmî birikimi yeteri kadar kuşanmamamızdan kaynaklanmaktadır. Eğer bizler, İslâm'ı bize sunmuş olduğu bilgiyi referans edilmiş olsaydık, bunun bir neticesi olarak Allah'a daha fazla yaklaşmak için göstereceğimiz çabanın bu ilmî birikime ters olmaması gerektiğini de bilir ve dolayısıyla İslâm'ın temel bilgi kaynaklarına ters olan inanç ve uygulamalardan şiddetle sakınmaya çalışırdık. Ne yazık ki bu konuda çok hassasiyet gösteremediğimizden dolayı takva adı altında İslâm'ın makul karşılamayacağı bir netice ile karşı karşıya kaldık. Bugün İslâm’ın takva, ahlâk vb. yönlerini temsil ettiği iddia edilen tasavvuf ehlinin inanç ve pratiklerine bir baktığımızda görmekteyiz ki bu kesim -tasavvuf ehlinin hepsi böyle olmasa da özellikle ülkemizde kendilerini bu anlayışa müntesip görenlerin- adeta şeytanın maskarası konumuna düştüklerine şahitlik etmekteyiz. Bu yönüyle ilimle takva, tabii ki takva ile de mücadele birbirleriyle çok yakın ilişkisi olan dinin temel yönlerini temsil etmektedirler.
Takva sahibi olmayan bir âlim veya elde edilen ilim, kişiye istikamete ulaştıramayacağı gibi ilimden yoksun bir takva da kişiye istikametten uzaklaştırmaya yetecektir. Bunun gibi ilimden yoksun mücadele de insanı nice yanlış pratiklerin içerisine sürükleyeceği gibi mücadeleden yoksun olan ilim de insanları “söylem adamı” haline getirip, söyleyen lakin yapmayan, sözüyle sözünün bir olmadığı bir insan şekline getirecektir. Rabbimizin Ehl-i Kitap üzerinden bizi uyardığı şu âyet-i kerimede buyurduğu gibi:
مَثَلُ الَّذ۪ينَ حُمِّلُوا التَّوْرٰيةَ ثُمَّ لَمْ يَحْمِلُوهَا كَمَثَلِ الْحِمَارِ يَحْمِلُ اَسْفَارًاۜ بِئْسَ مَثَلُ الْقَوْمِ الَّذ۪ينَ كَذَّبُوا بِاٰيَاتِ اللّٰهِۜ وَاللّٰهُ لَا يَهْدِي الْقَوْمَ الظَّالِم۪ين
“Tevrat'la yükümlü tutulup da onunla amel etmeyenlerin durumu, ciltlerce kitap taşıyan merkebin durumu gibidir. Allah'ın âyetlerini yalanlamış olan kavmin durumu ne kötüdür! Allah, zalimler topluluğunu doğru yola iletmez.”[12]
Yine takvadan soyutlanmış bir mücadele kişiye nice yaşadıkların içerisine sürükleyecek mücadele yapıyorum, cihat yapıyorum diye nice terör eylemlerini makul karşılayabilecek bir anlayışın içerisine düşebilmektedir. Oysa rabbimiz kitabında savaşırken bile ölçülü olmayı, haddi aşmamayı emretmektedir:
وَقَاتِلُوا ف۪ي سَب۪يلِ اللّٰهِ الَّذ۪ينَ يُقَاتِلُونَكُمْ وَلَا تَعْتَدُواۜ اِنَّ اللّٰهَ لَا يُحِبُّ الْمُعْتَد۪ينَ
“Size karşı savaş açanlara, siz de Allah yolunda savaş açın. Sakın aşırı gitmeyin, çünkü Allah aşırıları sevmez.”[13]
Bu sebepten dolayıdır ki, ilim, takva ve mücadele dengesini Kur'an'ın bize öğrettiği gibi, Efendimiz (s.a.v.)’ın uygulayarak bize öğrettiği gibi kavramalı ve bir Müslüman olarak bu hususların tümüne yeteri kadar önem vererek kuşanabilmeliyiz. Bilmeliyiz ki ilimden yoksun olan bir takva kişiyi istikametten uzaklaştırabileceği gibi takvadan yoksun olan bir ilim de kişiyi, söz adamı yapıp lakin sözünün adamı olmayan kimseye dönüştürecektir. Yine takvadan yoksun olan bir mücadele kişiyi istikamet üzere tutamayacak, demin de ifade ettiğimiz gibi cihat yapıyorum, mücadele ediyorum diye nice İslam'ın hoş görmediği terör olaylarını meşru göstererek uygulayabilecektir. Bunun gibi mücadeleden yoksun olan takva anlayışı da İslam'ın hedeflemiş olduğu şekilde toplum içerisinde iyiliklerin yaygınlaştırılması ve kötülüklerin önlenmesi noktasında bir işlev görmeyecek, kişi takva sahibi olacağım diye toplumdan kendisini soyutlayarak tekke ve inzivahanelere çekilecek ve orada ömrünü heba edecek bir durumun oluşmasını sağlayacaktır. Bu yönüyle de ilimle takvanın, takvayla cihadın, cihatla da ilmin kopmaz bir bağının olduğunu ve bu üç unsurun uygun bir şekilde beraberce yürütülürse ancak kişinin istikametini koruyabileceğini unutmamalıyız.
Dinî Duyarlılıklarımıza Etki Eden Sebepler
Müslümanların İslâm dinini yaşama çabası içindeyken, neden birtakım emirleri öne çıkararak hareket ettikleri halde bazı emir ve hükümlerinin sanki yokmuş gibi ya geri planda kalması ya da yok sayılması gibi bir netice ortaya çıkmıştır? Bunun sebeplerini birkaç başlık altında toplamımız mümkündür:
Öncelikli olarak ifade edelim ki bu sebeplerin etken olmasının en temel sebebi Kur’an ve sünnet dışında algımıza yön veren ve çoğunlukla içtihada konu olan hususlar olduğunu ifade etmek isterim. Kur’an ve onun pratikteki karşılığı olan sünnetin tüm Müslümanlar için dinin anlaşılmasında ilk temek kaynaklar oldukları halde, Kur’an ve sünnete yaklaşımın usûllerinin farklı olmasından kaynaklı olarak farklı sonuçlara ulaşılmıştır. Yine tarihi süreç içerisinde oluşan kültürel kabuller ve statükonun din anlayışlarının belirleyici olasıda bu durumların oluşmasında etkili olmuştur. Burada gündeme getireceğimiz sebepleri ifade ederken amacımız kimseyi itham etmek değil, konunun daha iyi anlaşılmasını sağlamaya çalışmaktır.
Yine Medine’nin sonlarına doğru Müslüman olmak için Medine’ye gelen Taif heyetinin ortaya koyduğu talepler gibi. Onlar da dinin koyduğu hükümlerin bazıları konusunda kendilerini muaf tutma karşılığından Hz. Peygambere tâbi olacaklarını söyleyerek Müslüman olmak istediler. Lakin Efendimiz onların bu yöndeki taleplerinin tümünü reddetti ve Müslüman olmaları için dinin koyduğu tüm hükümleri kabul etmeleri gerektiğini söyledi. Sadece devletin yetki alanında olan savaşlara adam göndermemeleri ve zekatlarını devlete vermemeleri konusundaki taleplerini kabul etti. Bu durum daha sonraki çağlarda da devam etti. İçinde yaşadığımız ülkede de insanların bir kesimi dinin sosyal, siyasal, ekonomi, eğitim gibi alanlarına karışmaması gerektiğini lakin kişinin vicdanını rahatlatacak ibadetlerin ve insanlar arasındaki ilişkileri olumlu bir şekilde etkileyen ahlâkî davranışlara yönelik emirlerinin ise uygulanmasını söylediklerini görmekteyiz. İşte bütün bu durumlar bize, dinî duyarlılıklar konusunu etkileyen bir başka unsurun da dine tüm yönüyle teslim olmak yerine pazarlıklı bir şekilde yaklaşmak olduğunu göstermektedir.
Sonuç
Ne yapmalıyız?
Öncelikle bizler, bu dini müntesipleri olduğumuzu, dinin sahibi olmadığımızı bilmemiz gerekmektedir. Bizlerin dine karşı olan görevimiz, ona keyfimizin istediği şekilde tabi olmak değil, onun bizden istediği şekilde ona tabi olmaktır. Din üzerinde tasarruf etme yetkimizin olmadığını, bu yetkinin ancak Allah’ın elinde olduğunu unutmamalıyız. Hz. Peygamberin bile din üzerinde belirleyici olma, Allah’ın buyruklarını iptal etme veya yenilerini ekleme yetkisi olmadığı gibi Allah’ın buyruklarını önemli ve önemsiz olarak gösterme yetkisi de yoktur. Bu sebeple bizler de dinin, Kitab-ı Kerim’de ifade edildiği şekilde kabul ederek ve tüm hükümlerine karşı “işittik, itaat ettik” diyerek uygulama çabası içinde olmalıyız.
Dinin koyduğu tüm hükümler bizin dünya imtihanımız için gereklidir ve olmazsa olmazdır. Rabbimiz olan Allah bizler için fuzulî hükümler koyan bir varlık değildir, O bundan münezzehtir. Bu sebepten dolayı gücümüz oranında dinin koyduğu tüm hükümlere karşı duyarlılık oluşturmalı ve bu duyarlılıklarımızı muhafaza etmek için elimizden gelen tüm gayretleri göstermeliyiz. Bu konuda başarılı olabilmemiz için Allah’ın yardımının da zarurî olduğunu akıldan çıkarmadan O’nunla ilişkimizi sıkı tutmalı ve yardımına talip olmalıyız. O bize yardım ederse bizi yenecek kimse yoktur. O bizi yardımsız bırakırsa bize yardım edebilecek bir varlık yoktur.
Davamızın başı da sonu da âlemlerin Rabbi olan Allah içindir.
[1] Mâide, 5/77.
[2] Müslim, 2670.
[3] Bakara, 2/143.
[4] Zümer, 39/65.
[5] Nisâ, 4/43.
[6] Bakara, 2/85.
[7] Nisâ, 4/48.
[8] Zümer, 39/65.
[9] Zümer, 39/9.
[10] Hucurât, 49/13.
[11] Nisa, 4/95.
[12] Cuma, 62/5.
[13] Bakara, 2/190.