ÖNSÖZ
Hamd; yeri, göğü ve bu ikisi arasındaki her şeyi yaratan, insanı dünya imtihanında yalnız başına bırakmayıp Kitap ve Peygamber göndererek ona doğru yolu gösteren, her türlü güç ve kuvvetin sahibi olan Allah’a mahsustur. Salât ve selam da O’nun kutlu Nebisi, tek önderimiz ve rehberimiz olan, Allah’ın dinini en mükemmel şekilde pratiğe aktararak bize en güzel model olan Hz. Muhammed’in (s.a.s.), O’nun pak ailesinin ve tüm Nebilerin ve onlara en güzel şekilde tabi olan tüm mü’minlerin üzerine olsun.
İnsanlık tarihine baktığımızda, insanlar arasında en fazla gündemde olan kimselerin daima peygamberler olduğunu görürüz. Bunun sebebi; insanlık tarihe damgasını vuran olaylar hep peygamberin hayatlarıyla ilintili olmasındandır. Bu olaylar peygamberleri her daim toplumlar içerisinde anılmalarına sebebiyet vermiştir. Ne yazıktır ki, Allah’ın gönderdiği peygamberlerin getirdiği mesaj süreç içerisinde O’na iman eden kimseler tarafından tahrif edilerek insan hevasına dayanan anlayışlarla değiştirilerek bozulmayla karşı karşıya bırakılmıştır. Bütün bu olumsuzluklara rağmen insanlar, tarihin hiçbir döneminde günümüzde olduğu kadar dinden ve dine dayalı anlayışlardan bu boyutta uzak kalmamıştır.
İnsanlık, her geçen gün bir önceki günden daha fazla dinden uzaklaşıyor. Dünyanın zevklerinin peşine takılan günümüz insanı, dini ve kutsal değerlerini çoktan bu dünyanın geçici zevklerine kurban etmiş durumdadır. Din, onun için artık çok da ihtiyaç hissedilmeyen, hayatındaki vazgeçilmezler arasında hemen en son sıralarda yer alan bir olgudur. Maddeci Batı dünyası, dünyayı global bir köy haline getirerek her türlü yönlendirmelerle insanları kuşattığı ve ne yazıktır ki kendi dünya görüşünü tek doğru olarak benimsettiği biz zamanı yaşıyoruz. Maddeci ve seküler bir algıya sahip olan batı düşüncesinin hâkim olduğu bir dünyada, dine ve Allah’a pek yer yoktur. Olsa bile ancak dindar insanları manipüle ederek egemenliğini o kitleler üzerinde de gerçekleştirmek için vardır. Bu anlayış, dini ve dini değerleri ancak kendi egemenliğini muhafaza etmek için koltuk değneği olarak kullanır. Veya kendi çıkar ve menfaatlerine müdahale etmediği kadar dine hayat hakkı tanırlar.
Bu anlayış bütün dünyayı kuşatma altına aldığı gibi maalesef Müslümanların yaşadığı coğrafyalar da bu algının kuşatması altındadır. Müslümanların sadece ülkeleri ve yeraltı kaynakları işgal edilmemiş, bundan daha feci olanı; gönül ve zihinleri de batılılar tarafından işgal edilmiş bir vaziyettedir. Kendilerini İslâm’a nispet eden halklar, din ile olan bağlarını ancak gelenekler üzerinden sürdürüyor, sosyal hayatlarını ise hemen her boyutuyla batı düşüncesinin dayattığı seküler algılar çerçevesinde sürdürüyorlar.
Oysaki, müntesibi oldukları din, insan hayatının hemen her evresini kuşatacak ilkeleri vaz etmek için gönderilmişti. Allah’ın dini olan İslâm, insanın dünya ve ahiret saadetini amaçladığından dolayı, insanın dünya hayatına etkisi olan hangi alan varsa onunla ilgili ilke ve düzenlemelerde bulunmuştu. Din, insanın hayatına olan etkisinden dolayı “toplumların idaresi” anlamına gelen siyasetle ilgili düzenlemeler de bulunduğu gibi, eğitim, ekonomi, kadın-erkek ilişkileri, sosyal hayat, aile hayatı, ahlâk, ibadetler ve miras hukuku gibi nice hususları hükme bağlayarak insanların dünya saadetini gerçekleştirmeyi amaçlamıştır. Bir Müslüman da, dinin kendisi için koyduğu hükümlerin tamamını hayatında uygulamakla ancak dünya huzuru ve ahiret mutluluğunu yakalayacağı bilmelidir. Dinin kendisi için belirlemiş olduğu hükümlerin bir kısmını kabul edip yerine getirme gayreti ortaya koyduğu gibi diğer bir kısmını da uygulamama özgürlüğünün olmadığını, bu şekilde hareket ettiği taktirde de bu kimsenin Müslümanlığından bahsedilemeyeceğini bilmelidir.
Allah Rasûlünün hayatına baktığımızda, hayatın her alanında Allah’ın dediklerinin hâkim olması için mücadele ettiğini görüyoruz. Kendisine inzal edilen Kur’an-ı Kerim’e müracaat ettiğimiz zaman görmekteyiz ki, insan hayatını ilgilendiren hangi husus varsa o alanla ilgili emir ve nehiyler içerdiğine şahit oluyoruz. İslâm’ın amacı sağlam bir birey yetiştirmek değil, sağlam bireylerden oluşan bir toplum oluşturmaktır. Bunun içindir ki, dinin koyduğu ilkelerin hemen hepsinin toplumsal inşayı gerçekleştirme amacını güttüğünü görürüz. Efendimiz kendi hayatında, sadece sağlıklı bireyler yetiştirmekle kalmamış, aynı zamanda sağlam bir toplum oluşturmak için, gerektiğinde devlet başkanlığı görevinde bulunarak bu amaca ulaşmak için gayret göstermiştir. Ve neticede de başarılı olmuş, kendisinden önce nice olumsuz davranışları hayatlarında bulunduran cahiliyye insanını ahlâk timsali insanlar haline getirmiş, siyasal manada hiçbir varlıkları olmayan o toplumu dünyaya hükmedecek bir siyasal güce ulaştırmıştır.
Bize düşen şeyde, O’nun yolunun yolcuları olarak gerek Kur’an’ın ve gerekse de onun en doğru ve mükemmel pratize edeni olan Hz. Muhammed’in (s.a.s.) sünnetini takip ederek hayatı o istikamette inşa etme çaba ve gayretleri içerisinde olmaktır. Bir taraftan birey olarak kendimizi Allah’ın istediği şekilde ve Efendimizin örnekliğinde inşa ederken, bir taraftan da toplumsal inşayı gerçekleştirmek için dinin üzerimize yüklediği sorumlulukları hakkıyla kuşanmalıyız. Eğer bu konuda samimi olur ve üzerimize düşenleri yaparak güzel bir örneklik oraya koyabilirsek, işte o zaman hem kendimizin kurtuluşunu sağlamış olur hem de başkalarının kurtuluşlarına da verile olabiliriz.
Gerek birey olarak gerekse de toplum olarak dünya ve ahiret kurtuluşunun yolu ve yordamı, Kur’an ve onun en güzel pratiğe aktarını olan Allah Rasûlünün hayatını iyi bilmekten ve bildiklerimizi hayatımıza aktarmaktan geçmektedir.
Kaleme aldığımız bu eserde, Allah Rasûlünün hayatını özet bir şekilde gündeme olarak, O’nun mücadelesini okuyucuların gündemine getirmek istedik. Hiç kuşkusuz ki, bu konuyla ilgili olarak tarihi süreç içerisinde çokça eserler kaleme alınmıştır. Bu eserler bizim yaptığımız çalışmadan hem daha hacimli, hemde daha nitelikli eserler oldukları muhakkaktır. Biz yaptığımız çalışmayı bu eserlerle boy ölçüşecek bir çalışma olarak görmekten Allah’a sığınırız. O halde neden böyle bir çalışmayı yapma ihtiyacı duyduk? Daha önce kaleme alınan onca eser varken, onlara bir yenisini eklemenin ne gereği vardı? Bu çalışmayı onlardan ayrı kılan şey nedir?
Tabi ki, amacımız var olan eserlerin bir benzerini veya aynısını kaleme almak değildir. Bu çalışmayı diğerlerinden ayrı kılan husus şunlardır; Biz bu çalışmamızda, öncelikle Efendimizin hayatıyla ilgili olarak bize aktarılan kimi problemleri rivayetleri eserimize almadık, aldıklarımızı da tahlil ederek o konuda doğru düşüncenin ne oluğunu izah etmeye çalıştık.
Ayrıca, bu eserde gözettiğimiz bir başka hususta, Efendimizin hayatıyla ilgili detay bilgilere girerek kaynaklarda aktarılmış olan her bilgiyi kitabın içerisine doldurarak kitabın hacmimi büyütmek istemedik. Efendimizin hayatıyla ilgili Tarih ve Siyer-i Nebi eserlerinin bize aktardığı bilgileri özet bir şekilde, özelliklede gençlerin anlayabileceği bir uslûpla kitaba almak oldu.
Kitapta takip ettiğimiz bir başka hususta şurasıdır; Efendimizin hayatıyla ilgili olayları kısım kısım zikrettikten sonra, o olaylarda öne çıkan ve bize mesaj olan hususları İbretler ve Derseler başlığı altında maddeler halinde gündeme getirmeye çalıştım. Bunu yapmaktaki amacımız özellikle gençlerin Efendimizin hayatını okurken, sıradan bir tarih kitabı okuyormuş gibi değil de, yaşanan o olaylar üzerinden yaşadıkları hayata yönelik bir takım dersler ve çıkarımlarda bulunmalarına katkıda bulunmak ve bu vesileyle de Nebevi Hareket metodunu onların gündemine getirmeye çalışmak oldu. Kitabımızı diğer Siyer-i Nebî kitaplarından ayıran en önemli farkı burasıdır. Efendimizin hayatındaki olaylar üzerinden yaptığımız çıkarımları da mümkün olduğu kadar güncel tutmaya çalıştım.
Kitabımız üç ana bölümden oluşmaktadır;
Birinci Bölümde, Efendimizin Kur’an’da gündem gelen en önemli vasıflarını kısaca gündeme getirerek Kur’an’ın Efendimizi hangi vasıflarıyla ön plana çıkardığını gündeme getirmeye çalıştık. Böylece Efendimizin bir mü’minin hayatındaki yerini Kur’an’dan yola çıkarak tespit etmeye, böylece de Siyer-i Nebî’nin önemini hatırlatmakla başlamak istedik.
Siyer-i Nebî ilmiyle ilgili bilgiler ve Siyer-i Nebînin kaynakları, Miladi 6. asırda genel olarak Hicaz bölgesine yakın olan dünyanın durumu, Hicaz bölgesin sosyal ve siyasal durumu gibi konuları işledik.
İkinci Bölümde ise, Efendimizin Risâlet görevinin 13 yıllık Mekke dönemi gündeme getirilerek işlenmekte ve yaşanan olaylar üzerinden çıkarmamız gereken Dersler ve İbretler söz konusu edilmektedir.
Üçüncü Bölümde de, Risaletin devletleşme yıları olan 10 yıllık Medine dönemi ve yaşanan olaylar üzerinden çıkarmamız gereken Dersler ve İbretler gündeme getirilmektedir.
Gayret bizde yardım da Allah’tandır. Bu yaptığımız çalışma eğer Efendimizin hayatının ve Hareket Metodunun anlaşılmasına denizde bir damla da olsa kaktı sağlaması bizi mutlu ve mesrur eder. Ayrıca Rabbimiz bizi buna vesile olmaya layık görürse, kendimiz için bunu bir lütuf görürüz. Bilerek hata yapmaktan Rabbimize sığınırız, eğer bilmeden bir hata yaptıysak da O’nun engin rahmetine sığınarak O’ndan af dileriz.
Giriş
KUR’AN’DA EFENDİMİZİN ÖNE ÇIKARILAN BAZI YÖNLERİ
Nebî ve Rasûl Olaması:
مَّا كَانَ مُحَمَّدٌ أَبَا أَحَدٍ مِّن رِّجَالِكُمْ وَلَكِن رَّسُولَ اللَّهِ وَخَاتَمَ النَّبِيِّينَ وَكَانَ اللَّهُ بِكُلِّ شَيْءٍ عَلِيمًا
“Muhammed, içinizden her hangi bir erkeğin babası değildir, ama Allah’ın elçisi ve nebîlerin sonuncusudur. Allah her şeyi bilir”.(Ahzab 33/40)
Hiç kuşkusuz ki Kur’an’da Efendimizin en öne çıkan vasıfları “rasûl” ve “nebî” vasıflarıdır. Efendimiz her şeyden önce Allah’ın insanlar arasından seçtiği elçisidir. Allah’tan melek aracılığıyla aldığı vahyi insanlara taşımakla görevli olan seçilmiş birisidir. Kur’an’da zikredilen “rasûl ve nebî” kavramlarını biz dilimizde, peygamber kelimesiyle ifade ediyoruz. Rasûl; “elçi” namasına geliyorken, Nebî “haber getiren, haberci” demektir. Dolayısyla Efendimiz bir yönüyle Allah’ın insanlara gönderdiği elçiyi ifade ederken, bir taraftan da Allah’tan haberler getiren birisidir. Efendimizin elçi olması Allah’tan aldığı heber ve hükümleri insanlara ulaştırıp sonra aradan çekilmek değil, Allah’tan almış olduğu vahyi önce kendi pratiğinde uygulayarak insanlara öğretmeyide içerisine almaktadır. Yani Efendimizin görevi, Allah’tan aldığı bilgileri isnanlara ulaştırdıktan sonra görevi sona ermemekte, bilakis almış olduğu o bilgiler istikametinde hayatını sürdürmek ve modelleyerek her daim insanlara örnek ve model olmayla da devam etmektedir.
Âlemlere Rahmet Olması:
وَمَا أَرْسَلْنَاكَ إِلَّا رَحْمَةً لِّلْعَالَمِينَ
“Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik." (Enbiya, 107)
Hz. Muhammed (s.a.s.) sadece insanlık âlemi için değil, yaratılmış olan bütün âlemler için bir rahmettir. Efendimizin getirdiği dinin içerdiği hükümler sadece insanlığın huzur ve mutluluğunu amaçlamamakta, evrende var olan tüm canlıların huzurunu amaçlamaktadır. Tüm evren Allah’ın “tabiat kanunları” olarak isimlendirdiğimiz kanunlar çerçevesinde hareket etmektedir. Eğer insanoğlu da Allah’ın peygamberler aracılığıyla gönderdiği dine uygun hareket ederse tabiatla bütünleşecek ve aynı amaca hizmet edecek buda dünyada huzuru ahirette de cennet ve Allah’ın rızasını getirecektir. İnsanoğlu Allah’ın kanunlarına değil de, başkalarını oluşturduğu kanunlara tabi olduğunda ise bu bütünlük sağlanamayacağı için dünyada huzuru yakalayabilmesi de söz konusu olmayacaktır. Bırakın insanlar kendi aralarında mutluluğu yakalamalarını, tabiatla da uyum içerisinde olamayacak, bunun neticesi olarak da Kur’an’ın da ifadesiyle karada ve denizde fesat meydana gelecektir: “İnsanların kendi işledikleri (kötülükler) sebebiyle karada ve denizde bozulma ortaya çıkmıştır. Dönmeleri için Allah, yaptıklarının bazı (kötü) sonuçlarını (dünyada) onlara tattıracaktır.” (Rûm, 41) İşte tüm bu sebeplerden dolayı, tüm peygamberler gibi Hz. Muhammed (s.a.s.) ve onun getirdiği dinde, tüm âlemler için rahmettir. İnsanoğluna da düşen bu rahmet çeşmesinden kana kana içmek, susuzluğun ıstırabını çektiği bu dünyada kendini bu rahmet çeşmesinden mahrum etmemektir.
Ayrıca bu âyet-i kerime bize, İslâm dininin gönderiliş amacını da açık bir şekilde ifade etmektedir. Dinin amacı insanın dünya hayatını zorlaştırmak değil, tam aksine kolaylaştırmaktır. Çünkü zorluğun olduğu yerde merhametten bahsetmek mümkün değildir. Bu anlamda Kur’an’ın da üzerinde durduğu gibi, Allah kullarına zorluk değil kolaylık dilemektedir. “…Allah, size kolaylık diler, zorluk dilemez…” (Bakara, 185) İşte bu âyet-i kerimenin ortaya koyduğu hususlardan bir tanesi de budur.
Yine âyetin ortaya koyduğu bir başka husus da; İslâm’ın insana bakışını ortaya koymaktadır. Allah’ın dini olan İslâm’ın gayesi, insanları yok ederek onları ortadan kaldırmak değil, aksine onlara rahmet elini uzatarak yaşamış oldukları buhranlardan onları kurtarmaktır. Bu anlamda özellikler de İslâm düşmanlarını oluşturduğu şu algının kesinlikle doğru olmadığını ifade etmeliyiz. “İslâm insanları ya Müslüman olmakla veya ölümle karşı karşıya bırakıyor” söylemlerinin yanlış olduğunu görmekteyiz. Ancak rahmet olarak gönderilen bir dinin, bu karaktere sahip olması düşünülemez. Her ne kadar bu anlayışa sahip olan sözüm ona Müslümanlar olsa da, gerek bu dinin asıl kaynağı olan Kur’an’ın ortaya koyduğu ilkeler, gerekse de bu dinin ilk ve en doğru pratize ederek bize en güzel örnek olan Hz. Muhammed’in (s.a.s.) hayatına baktığımızda bu anlayışın doğru olmadığını görüyoruz. Efendimiz insanları ölüm veya İslâm’ı kabul etme ile karşı karşıya bırakmamış, kendisine karşı yapılan nice baskılara rağmen onlara rahmet elini uzatmaya devam etmiş, onların kurtuluşu için elinden gelen her türlü fedakârlığı yapmıştır. Onun hayatında cezalandırmayı değil, af ve merhameti görmekteyiz. Bunun akside zaten düşünülemezdi. Din insanlar için hem rahmet olacak, hem de kendisi gibi düşünmeyen insanlara hayat hakkı tanımayacak! İslâm’ın yöntemi, İslâm’ı benimsemeyen insanlara şefkat ve merhametle tebliğ ve davette bulunarak onları ikna etmek ve bu vesileyle de dünya ve ahiret saadetine ulaşmalarını sağlamaktır. İslâm’da, düşmanlık ancak zalimlere ve kendisine hayat hakkı tanımayarak İslâm’ı yok etmek için mücadele eden anlayışlaradır.
Beşer Peygamber:
قُلْ إِنَّمَا أَنَا بَشَرٌ مِّثْلُكُمْ يُوحَى إِلَيَّ أَنَّمَا إِلَهُكُمْ إِلَهٌ وَاحِدٌ فَاسْتَقِيمُوا إِلَيْهِ وَاسْتَغْفِرُوهُ وَوَيْلٌ لِّلْمُشْرِكِينَ
“De ki: Ben de ancak sizin gibi bir insanım. Bana ilâhınızın bir tek İlâh olduğu vahy olunuyor. Artık O'na yönelin, O'ndan mağfiret dileyin. Ortak koşanların vay haline!” (Fussilet, 6)
Hz. Muhammed (s.a.s.), insanüstü özelikleri olan birisi değil, diğer insanlarla aynı özelliklere sahip olan birisiydi. Onun diğer insanlardan ayıran tek şey, O’nun Allah’ın nebisi olmasıydı. Bu hakikatten hareketle, nice Müslümanların doğru görerek sahiplendiği “insanüstü peygamber” tasavvurunun doğru olmadığını, bu anlayışın Kur’an tarafından makul karşılanmadığını ifade etmek gerekiyor. İnsanüstü güçleri olan, insanlarda mevcut zaafların kendisinde bulunmadığı bir peygamber anlayışı Kur’an’ı hakkıyla bilmeyen, Hz. Muhammed (s.a.s.)’i hakkıyla tanımayan kimselerin söyleyeceği bir iddiadır. Âyetin de ifadesiyle “ancak sizin gibi bir beşer” sözünün de zaten bundan başka bir anlamı söz konusu değildir. Allah nebisini bize tanıtırken “sizin gibi bir beşer” diyecek, biz ise; bizim gibi olmayan, beşer üstü bir varlık olarak göreceğiz. Böyle bir anlayışa sahip olmak Allah’ı sözünde yalanlamaktır.
Tarihte zaten buna tanıktır. Efendimizin hayatına baktığımızda O’nu insanüstü bir varlık olarak değil, aksine insan olmanın getirdiği her türlü durumla karşı karşıya kalan birisi olarak görmekteyiz. Nice zamanlar Allah’ın çetin imtihanlarıyla karşı karşıya kaldığı gibi, nice zamanlarda Allah’ın kendisine ikramı olan hususlarla da karşı karşıya kalmıştır. Hayatında birçok açıyı yaşadığı gibi, Allah’ın da yardımıyla nice sevinç duyacağı durumlarla da karşı karşıya kalmıştır. Dolayısıyla O’nun hayatını okuduğumuzda, insanüstü bir varlığın hayatını değil, bir insanın hayatını okuduğumuzu bilmeliyiz. Allah’ın dinini yaşama ve başkalarına ulaştırma yolunda gösterdiği, cümlelere sığmayan samimiyeti ve gayreti neticesinde nice zamanlar Allah’ın ikramlarına muhatap olduğu durumlardan hareketle O’nun insanüstü bir varlık konumuna çıkartmak doğru bir anlayış olmasa gerekir.
Bütün bunları söylerken de şu aşırılığa da düşmemek gerekiyor; Efendimizi herhangi bir Müslümanla aynı seviyeye indirerek, onun dinle ilgili olarak yaptığı davranışların veya söylediği sözlerin hiçbir kıymetinin olmadığı anlayışının da kabul edilemez olduğunu ifade etmemiz gerekiyor. Evet, O’da bizim gibi bir beşerdi, lakin âyetin de ifade ettiği gibi O’nu bizden ayrılan bir özelliği vardı, vahiy alması. Bu hakikati de göz önüne aldığımız zaman, Efendimizin din adına yaptığı davranışların ve söylediği sözlerin diğer insanların yaptığıyla aynı olmadığını görüyoruz. Efendimizi bu anlamda normal Müslümanlarla aynı seviyeye indirmek, içerisinde şu problemleri de barındırmaktadır. Allah bir taraftan peygambere itaat edin diyecek, bir taraftan sizin için en güzel örnektir diyecek, sonrada bu örnekliğin bizim tarafından bir kıymeti olmayacak. Bu mümkün değildir. Örnek olmak beraberinde O’nun ortaya koyduğu davranışları taklit etmeyi de gerektirmektedir. Dolayısıyla O’nun ortaya koyduğu davranışları, eğer Allah tarafından düzeltilmediyse bizim için bağlayıcılığı söz konusudur. Bu dini tüm Müslümanlardan daha iyi anlayan ve bilen birisi olarak Efendimizin, dine aykırı davranışlar sergilemesi söz konusu olmayacağı gibi, dine aykırı sözler söylemesi de söz konusu değildir. Eğer bu tür bilgiler söz konusuysa, yani Efendimizin Kur’an’a ters davranış ve sözlerinin olduğuyla ilgili rivayetler varsa, bu tür rivayetlere karşı ihtiyatlı olmalıyız. Eğer Kur’an’a tamamıyla tersse tabi ki bu tür rivayetleri kabul etmemiz söz konusu olamaz. Ancak bu konuda var olan birkaç örnek üzerinden de onun davranışlarının veya söylediği sözlerin tamamını kabul etmemezlik edemeyiz. Din üzerinde söz söyleme hakkını kendilerinde gördüğü halde Efendimizde görmeyen bu tür aylayışları makul görmemiz söz konusu olamaz. Bizim burada makul gördüğümüz düşünce şudur; Her konuda olduğu gibi bu konuda da bizim için Kur’an hakem olmalı, yani Kur’an’ı hakem kabul etmeliyiz. Kur’an’ın da ifadesiyle vahye tabi olması gereken bir peygamberin vahye ters hareket etmesi söz konusu olamayacağı için eğer varsa Kur’an’a ters davranış ve sözleriyle ilgili rivayetler, Kur’an’ı referans alır ve bu bilgileri kabul etmeyiz. Efendimize nispet edilen bu bilgilerin bize ulaşma aşamalarında bir takım sorunların oluştuğunu kabul ederiz. Dolayısıyla O’nun vahiy alması, O’nu bizden ayıran en önemli özelliği olduğu gibi, din hakkında söylediklerinin ölçü olması yönüyle de diğer insanlardan O’nu farklı kılmaktadır.
En Güzel Örnek:
لَقَدْ كَانَ لَكُمْ فِي رَسُولِ اللَّهِ أُسْوَةٌ حَسَنَةٌ لِمَنْ كَانَ يَرْجُو اللَّهَ وَالْيَوْمَ الْآخِرَ وَذَكَرَ اللَّهَ كَثِيرًا
“Andolsun ki Resulullah sizin için Allah'a ve ahiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah'ı çok zikredenler için güzel bir örnektir.” (Ahzab, 21)
Hz. Muhammed (s.a.s.) dinin nasıl yaşanması gerektiğiyle ilgili bizim için en güzel bir modeldir. İnsanlar genel olarak teoriyi pratiğe aktarırken bir takım zorluklarla karşılaşırlar. Çoğu zaman da başarılı olmazlar. İşte bu durumda teoriyi pratize edecek birisinin önemi ortaya çıkmaktadır. Teoriyi modelleyerek müşahhas bir şekilde insanlara göstermek ise konuların daha iyi anlaşılmasına ve dolayısıyla da yaşanmasına vesile olmaktadır. Bu hakikatten dolayıdır ki, Allah toplumlara sadece bit kitap göndermekle kalmamış, o kitabı nasıl pratize edeceklerini öğretmesi için de peygamberler göndermiştir. İnsanlardan da, bu modele itaat etmelerini, O’nu örnek ve model almalarını istemiştir. Ayrıca peygamberler de sadece insanlara bilgi taşımamışlar, Allah’tan aldıkları bilgilere uygun hareket ederek o bilgileri önce kendi hayatlarında müşahhas bir hale getirerek sonra insanlara sunmuşlardır. Örnek olarak, Kur’an, teori planında “namaz kılın” diye emirde bulunmuş, peygamber ise, önce namazı kılmış ve sonrada insanlara namazın nasıl kılınacağını örnekleyerek Kur’an’ın bu emrini pratize etmiştirler. İnsanlarda Allah’ın emirlerini ifa etmek için peygamberi örnek ve model almak zorundadırlar. Kendi kafalarına göre namaz kılmaları söz konusu olamayacağı gibi, diğer alanlarda da peygamberin uygulamalarını bir kenara bırakarak doğruya ulaşmaları mümkün olmayacaktır.
İşte Efendimiz, dinin insan hayatını konu alan bütün alanlarda bir Müslüman için en güzel örnekliği ortaya koymuş birisidir. O sadece, ibadetleri nasıl eda etmemiz konusunda bize örnek değil, hayatın tüm alanlarında ki dinin emirlerini nasıl pratize etmemiz konusunda örnektir. Yani ibadetleri nasıl yapmamız gerektiği konusunda kendisini örnek almamız gerektiği gibi, aile hayatımızda, iktisadi hayatımızda, siyasi hayatımızda, içtimai hayatımızda da O’nu örnek almak zorundayız. İbadetlerde O’nu örnek alarak ibadetleri O’nun yaptığı gibi yapıp, içtimai hayatımızda ise O’nun örnekliğini bir kenara koyarak başkalarını örnek olmak, yüce dinimizin asla kabul ettiği bir husus değildir. Dinimiz hayatı bir tünün olarak görmüş ve hayatın her evresinde peygamberi örnek ve model almamızı bizden istemiştir. O bizim siyasi hayatımız içinde en güzel örnektir, iktisadi hayatımız içinde. O, aile hayatımız için en güzel örnek olduğu gibi, askeri faaliyetlerimiz içinde en güzle modeldir. Bir Müslüman, hayatını her aşamasında Hz. Muhammed’i (s.a.s.) en güzel örnek kabul ederek hayatını onun yaşadığı şekilde yaşama gayreti içerisine girmek zorundadır.
Ayrıca bu âyet-i kerimede Allah Rasûlünün güzel örnekliğinden istifade edebilmek için hangi hedeflerimizin olması gerektiği de ifade edilmektedir. Veya şöyle diyelim, hangi vasıfları olan kimseler Efendimizin güzel örnekliğinden istifade edebilir? Bu âyet-i kerimeye göre ahiret diye bir derdi olmayanlar Efendimizin en güzel örnekliğinden istifade edemezler. Ayrıca Allah ile arasındaki ilişkiyi sağlıklı bir zeminde tutamayan kimselerde Allah Rasûlünün örnekliğinden gerektiği gibi istifade edemezler. Âyetin tekid ifade eden bir edatla başlaması da bunu ifade etmektedir.
Sözüm ona günümüzde bir buçuk milyar olduğu söylenen Müslümanların neden Efendimizin örnekliğinden istifade edemediklerinin sebebi de burada yatmaktadır. Müslümanlar Allah’a ve ahirete ulaşma hedeflerini kaybettiler, bunun bir neticesi olarak Allah’ı gündemlerinden ve hayatlarından ötelediler ve netice olarak da Peygamberin örnekliği bu Müslümanlar için bir anlam ifade etmez oldu. Yani kısacası, Allah’ı ve ahireti hayatlarından öteleyen insanlar bunun bir neticesi olarak da Efendimizin o muhteşem örnekliğinden istifade edemez oldular. Bize düşen ise önce Allah’ı ve ahireti merkeze alan bir anlayış oluşturmalı, Allah ile aramızdaki ilişkiyi her daim canlı ve diri tutmalı, inşaAllah bunun bir neticesi olarak da Efendimizin en güzel örnekliğinden istifade etmeliyiz. Çünkü, Allah ve ahiret diye bir derdi olmayan insanlar için peygamberin örnek ve model olmasının bir anlamı ve önemi yoktur.
Ayrıca, günümüz Müslümanların model aldığı hususlarda, artık en güzel örnek olan Allah Rasûlü değil, bunun haricindeki merciler olmuştur. Hatta nice Müslümanlar için, Allah ve Rasûlünün düşmanları bile örnek ve model olmuştur. Kimi liderlerini, kimisi şeyhlerini, kimisi hocalarını, kimisi futbolcuları, kimileri artistleri, kimileri felsefecileri ve daha nicelerini örnek ve model almaktadırlar. Sözüm ona bu Müslümanlar! birtek Allah Rasûlünü örnek ve model almıyorlar. Yada kimi, ibadetlerde O’nu örnek alırken hayatın diğer alanlarında başkalarını örnek ve model alıyorlar. Müslümanların bu içler acısı durumu da şu an içerisine bulundukları zilletten çıkamamalarının bir sebebidir.
En Güzel Ahlâk Sahibi;
وَاِنَّكَ لَعَلٰى خُلُقٍ عَظ۪يمٍ
“Ve sen elbette yüce bir ahlâk üzeresin” (Kalem, 4)
Kur’an’da Hz. Muhammed (s.a.s.)’ın öne çıkarılan bir başka özelliği de üstün bir ahlâka sahip olması hususudur. Ahlâk: insanda bulunan huy ve secilere verilen isimdir. Ahlâk kavramı nötr bir kavramdır. Bu manada her insan ahlâklıdır. Bir insan, ya güzel ahlâk sahibidir yada kötü. İslâm insanları ahlâklı olmaya değil, güzel ahlâklı olmaya davet eder. Yukarıdaki âyette de Efendimizin ahlâklı olduğu değil, üstün bir ahlâka sahip olduğu ifade edilir. Efendimizin de ifadesiyle: “Ben güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim” diyerek, ahlâka değil, güzel ahlâka vurgu yaptığını görüyoruz.
Ahlâk kavramı, insan davranışlarını konu alan bir kavramdır. Güzel ahlâklı olmak demek; insanın davranışlarını en güzel şekilde yapması demektir. Buradan hareketle, insan davranışlarının bulunduğu bütün olanlar ahlâkın konusudur. İnsanın Rabbiyle arasındaki davranışları ahlâk kavramının kapsamına girdiği gibi insanın hemcinsleriyle, diğer canlılarla, hatta cansız olarak kabul edilen varlıklarla arasındaki davranışları da ahlâk kavramının kapsamına girmektedir. Dolaysıyla güzel ahlâk dediğimizde, sadece insanlar arası davranışları, hatta onlarında bir kısmını ilgilendiren bir kavram olarak anlamamalıyız. Aksine, çok şümullü bir kavram olduğunu, dolayısıyla da bir insanın güzel ahlâk sahibi olduğunu değerlendirmek için davranışlarının tümüne bakmak gerektiğini unutmamalıyız. Rabbiyle arasındaki ilişkide güzel ahlâklı olmayan birisi, insanlar arası ilişkilerde ne kadar güzel ahlâklı olursa olsun, bu kimse güzel ahlâklı değildir. Aynı şeyi diğer alanlarla ilgilide söyleyebiliriz.
Efendimiz, hayatın bazı olanlarında değil, tüm alanlarında en güzel ahlâk sahibiydi. Yüce dinimiz hayatı bir bütün olarak kabul ettiği için Efendimiz de, hayatın tüm alanlarında en güzel ahlâkî davranışları ortaya koyuyordu.
Günümüze geldiğimizde, güzel ahlâk tanımlamalarında da ölçünün kaçırıldığını görmekteyiz. Ölçü Kur’an ve onun pratize eden Efendimizin üstün ahlâkı olması gerekirken, ne yazıktır ki faydacı anlayışlar olmuştur. Kimi insana göre ahlâk; insanlar arasındaki bazı ilişkileri konu aldığı için güzel ahlâklı kimse de bu alanlarda olumlu davranışlar sergileyen kimselerdir. Bazı kimselere göre de ahlâk, itikattan bağımsız olduğu için, Allah’ın hukukuna riayet etmeyerek şirk koşan kimseler bazı olumlu davranışlarından dolayı güzel ahlâklı kabul edilmektedirler. Bu ve buna benzer anlayışların İslâm’ın güzel ahlâk anlayışlarıyla yakından uzaktan bir alakası yoktur. İslâm’a göre güzel ahlâk; Efendimizin sahsında ete kemiğe bürünen ve hayatın tüm alanlarındaki olumlu davranışlardır. Dolayısıyla bir Müslüman, ahlâkî meziyetlerini Efendimizin davranışlarından hareketle belirlemelidir. Efendimizin Rabbiyle ilişkili nasılsa bizimde öyle olmalıdır. Efendimizin, insanlarla, diğer canlılarla, hatta cansız olarak kabul edilen varlıklarla arasındaki ilişki nasılsa bizlerinde öyle olmalıdır. Bu konularda ne kadar Efendimize benziyorsak o kadar güzel ahlâklıyız demektir.
Biz Müslümanlara düşen şey, Efendimizin yüce ahlâkını günümüze taşıyarak müşahhas bir şekilde temsil etmektir. O yüce ahlâka sahip olmak için bir çaba içerisinde olmalı, her geçen gün davranışlarımızı O’nun davranışlarına benzetmek için gayret göstermeliyiz.
İtilafların Çözüm Merkezi;
يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا أَطِيعُوا اللَّهَ وَأَطِيعُوا الرَّسُولَ وَأُوْلِي الْأَمْرِ مِنْكُمْ فَإِنْ تَنَازَعْتُمْ فِي شَيْءٍ فَرُدُّوهُ إِلَى اللَّهِ وَالرَّسُولِ إِنْ كُنتُمْ تُؤْمِنُونَ بِاللَّهِ وَالْيَوْمِ الْآخِرِ ذَلِكَ خَيْرٌ وَأَحْسَنُ تَأْوِيلًا
“Ey iman edenler! Allah'a itaat edin. Peygamber'e ve sizden olan ülülemre (idarecilere) de itaat edin. Eğer bir hususta anlaşmazlığa düşerseniz Allah'a ve ahirete gerçekten inanıyorsanız onu Allah'a ve Resûl'e götürün (onların talimatına göre halledin); bu hem hayırlı hem de netice bakımından daha güzeldir.” (Nisâ, 59)
Hz. Muhammed (s.a.s.)’in Kur’an’da gündeme getirilen bir başka misyonu da dünya imtihanımızda başarılı olmamız için karşılaşacağımız ihtilaflarımızda kendisine müracaat etmemiz gereken bir merci olmasıdır. İnsanoğlu beşer olması hasebiyle yaşamış olduğu hayatta bir takım ihtilaflı hususların içerisine düşecektir. Bu halin birçok sebebi vardır. Lakin insanın bundan kendisini tümüyle muhafaza etmesi söz konusu değildir.
İnsanın yaşayacağı ihtilafların en önemlileri ise hiç kuşkusuz dinle ilgili olan ihtilaflardır. Bu ihtilafların önemli olmasının sebebi, bu ihtilaflar çoğunlukla dünyada Müslümanların birliklerini yok ederek onlar arasında kin ve nefret gibi nice olumsuzluklarını girmesine sebebiyet verdiği gibi, insanın ahiret hayatında da etki ediyor olmasındandır. Bu alanla ilgili ihtilaflar doğru bir şekilde çözülmediği taktirde insanın ahiretini heba edecek ve sürekli cehennemde kalmasına sebebiyet verecektir. Rabbimiz olan Allah, bu tür ihtilaflarla karşı karşıya kalındığı zaman Müslümanların nasıl hareket etmesi gerektiğini de hükme bağlamış ve çözüm mercilerini göstermiştir. Bunlar da Allah’ın kitabı ve O’nun Nebisinin sünnetidir. Dolaysıyla Müslümanlar herhangi bir konuda ihtilaf yaşadıklarından müracaat etmeleri gereken merciler önce Allah’ın kitabı, sonrada Efendimizin Kur’an’ı pratize eden sünneti olmalıdır.
Ne yazıktır ki, Müslümanların bu gün meselelerin çözümü için başvurdukları merciler arasında Allah’ın kitabı ve Rasûlünün sünneti hemen yok gibidir. Bir kısım Müslüman! için çözüm mercileri, beşeri kanunların hâkim olduğu mahkemeler, Avrupa kriterleri gibi beşer ürünü olan kanun ve yasalar olduğunu görmekteyiz.
Bazı Müslümanların da, karşılaştıkları dine dayanan ihtilaflarda başvurulması gereken merciler olarak, mezhebi ve meşrebi doğruları gördüklerini, Allah’ın kitabı ve Rasûlünün sünnetinin geri plana attıklarını görüyoruz. Herhangi dini bir konuda ihtilaf yaşandığında: “falan mezhebe göre böyledir”, “falan hocaya/şeyhe göre şöyledir”, dediklerini, sizin: “Kur’an’da şu âyette söyle diyor”, Efendimiz şu şekilde yapmıştır” gibi sözlerinizde bu insanlar için bir anlam ifade etmemektedir. Dolayısıyla da ister beşeri kanunlar olsun, isterse de mezhebi doğrular anlamındaki hususların ihtilaflarda başvuru mercii olarak görülmesi olsun, bunlar Müslümanlar için bir sapma göstergesidir. Oysa bir Müslüman dinle ilgili bir meselede ihtilafa düştüğünde ilk müracaat kaynağı Kur’an olmalı, Kur’an’ın hükme bağladığı bir konuyu Kur’an’ın altında olması gereken hiçbir kaynak ortadan kaldırmamalıdır. Kur’an’da hükmünü bulamadığımız bir konuyu ikici kaynak olarak Efendimizin pratiklerine götürmeli, eğer orada konunun çözümü varsa onunla amel etmeliyiz. Bu iki kaynağı atlayarak veya geri palan atarak âlimlerin yoruma dayanan görüşlerine müracaat etmek dini doğru gördüğü bir usûl ve yöntem değildir. Âlimlerin ve hocaların sözleri Kur’an ve Sünnete bağlı kaldıkları sürece bizim için önemlidir. Bunun içindir ki söz konusu olan âyet, önce Allah’a, sonra Rasüle itaatten bahsetmekte, bunlardan sonra da “emir sahipler” diyerek, emir sahiplerine de ancak daha önce zikredilen iki kaynağa bağlı kaldıkları sürece itaat edilesini istemiştir. Buradan da şunu anlamaktayız ki âlimlerimizin ve hocalarımızın Kur’an ve sünnete uygun olan görüşlerini başımızın tacı yapar, uymayanları da reddederiz. Âlimlere itaat etmek için Allah’a isyan edemeyiz, fakat Allah’a itaat için âlimlere isyan edebilir. “Allah’a isyan konusunda hiçbir yaratılmışa itaat yoktur.”
İhtilafları Allah ve Rasûlüne götürdüğümüz zaman, elde edeceğimiz çözümler hem daha faydalı hem de sebep olacağı netice bakımından daha güzel olacaktır. Aslında söz konusu olan âyet bize şu an Müslümanların yaşadıkları buhranlardan nasıl kurtulacaklarının yol ve yordamını göstermektedir. Kur’an nasıl ki, daha önce çeşitli düşman kabilelere müntesip olan insanları bir araya getirerek onlardan dünyaya nizam öğreten bir toplum yetiştirdiyse, aynısını tekrar yapmaya muktedirdir. Eğer bizlerde ashab gibi, Kur’an’ı kendimiz için kılavuz edinir, ihtilaflarımızın çözümünde ona müracaat edersek, yanı “hablullaha” topluca sarılırsak işte o zaman bizlerde bizi bir birimize düşman yapan bu ihtilaflarımızdan kurtulacak, içerisine düştüğümüz bu zilletten kurtulmuş olacağız. Müslümanlar ümmet olarak başvuru mercilerini tekrar Allah ve Rasûlü olarak aslına rücu ederlerse, hem dünyevî hem de uhrevî nice başarılara ulaşırlar. Yok şu an olduğu gibi Kur’an ve Sünnet öncelikli çözümler değil de, beşeri kanunlar veya mezhebi ve meşrebi yorumlarda çözümler aramaya devam edersek şu an içinde bulunduğumuz durumdan kalmaya devam ederiz. Dünyamızı harap ettiğimiz gibi, ahiretimizi de heba ederiz. Çünkü müracaat ettiğimiz bu merciler bizi daha faydalı ve neticesi güzel sonuçlardan mahrum bırakıyor. Bulduğunuzu zannettiğimiz bir çözüm, bir başka alanda çözülmelere sebebiyet vermektedir. Bir yeri tamir ederken başka bir yeri tahrip ediyoruz. Oysa Kur’an ve Sünnetin çözümleri böyle değildir.
Aramızda Hakem olan:
فَلَا وَرَبِّكَ لَا يُؤْمِنُونَ حَتَّى يُحَكِّمُوكَ فِيمَا شَجَرَ بَيْنَهُمْ ثُمَّ لَا يَجِدُوا فِي أَنفُسِهِمْ حَرَجًا مِمَّا قَضَيْتَ وَيُسَلِّمُوا تَسْلِيمًا
“Hayır Rabbine andolsun ki aralarında çıkan anlaşmazlık hususunda seni hakem kılıp sonra da verdiğin hükümden içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın (onu) tam manasıyla kabullenmedikçe iman etmiş olmazlar.” (Nisâ, 65)
وَمَا كَانَ لِمُؤْمِنٍ وَلَا مُؤْمِنَةٍ إِذَا قَضَى اللَّهُ وَرَسُولُهُ أَمْرًا أَن يَكُونَ لَهُمُ الْخِيَرَةُ مِنْ أَمْرِهِمْ وَمَن يَعْصِ اللَّهَ وَرَسُولَهُ فَقَدْ ضَلَّ ضَلَالًا مُّبِينًا
“Bir mümin erkek veya bir mümin kadının, Allah ve resulü bir emir ve hüküm verdiklerinde artık işlerinde bundan başkasını seçme hakları olamaz. Allah’ın ve resulünün emrine itaat etmeyenler doğru yoldan açıkça sapmışlardır.” (Ahzab, 36)
Hz. Muhammed (s.a.s.)’ın Kur’an’da ifadesini bulan bir başka misyonu da aramızda hakem olması ve verdiği hükümler konusunda tercih hakkımızın olmamasıdır. Bir önceki âyet-i kerimeyi anlamaya çalışırken de dediğimiz gibi, dinle ilgili olarak yaşadığımız ihtilaflarda başvurmamız gereken mercii Allah’ın kitabı ve sonrada Allah Rasûlünün sünnetiydi. Allah’ın kitabına ve O’nun Rasûlünün sünnetine müracaat etmenin bir neticesi olarak Allah ve Rasûlünün verdiği hükümler konusunda nasıl hareket etmemiz gerektiği sorusu gündeme gelmektedir. Allah ve Rasûlünün verdiği hükümler konusunda muhayyerliğimiz söz konusu mudur? Allah ve Rasûlünün verdiği hükümler dururken başka hükümlere müracaat etmemiz bizim mü’min kimliğimize zarar vermekte midir?
İşte yukarıda zikrettiğimiz âyetler bu konuya açıklık getirmektedir. İman ettiğini söyleyen bir kimse için Allah ve Rasûlünün hakemliği dururken bir başka hakem aramak söz konusu olmayacağı gibi Allah ve Rasûlünün verdiği hükümler dururken bir başkasının verdiği hükümleri tercih etme hakkı da söz konusu değildir. Bir mü’min için bırakın Allah ve Rasûlünün verdiği hüküm dururken bir başkasının hükmünü kabul etmek, Allah ve Rasûlünün verdiği hükümleri kabul etme konusunda kalbinde en ufak bir soru işareti bile söz konusu olmamalıdır. Kalbinde Allah ve Rasûlünün verdiği hükümler konusunda tereddütleri olan bir kimse, Allah’a ve Rasûlüne hakkıyla iman etmemiş demektir. Eğer hakkıyla iman etmiş olsaydı bilirdi ki Allah adil-i mutlaktır. Verdiği hükümler konusunda en ufak bir şekilde adaletsizlik yapması söz konusu değildir. Yine O’nun Rasûlü’de Allah’ın gözetiminde olduğu için, onunda verdiği hükümlerde adaletten ayrılması söz konusu olamaz. Olduğu taktirde bile Allah’ın kendisini düzeltmesine muhatap olduğunu bilir. İşte bütün bu sebeplerden dolayı bir Müslüman için hem müracaat edilecek hakem, hem de verdiği hükümler konusunda kalbinde tam bir teslimiyetin olması gereken merci Allah ve Rasûlüdür. İman iddiasında bulunan bir kimse, Kur’an ve Sünnete muhkem bir şekilde bildirilen hükümler konusunda kabinde herhangi bir tereddüt yaşamadan kabul etmeli, bu hükümler dururken de başka hükümlere müracaat etmemelidir.
Örnek olarak söylersek; Miras konusunda Allah’ın belirlemiş olduğu, erkeğe iki hisse kadına da bir hisse hükmünü kabul etmeyen, bunun yerine kadın ve erkeğe eşit hisse verilmesini daha doğru gören bir kimsenin Müslüman olması söz konusu değildir. “Allah size, çocuklarınız hakkında, erkeğe, kadının payının iki misli (miras vermenizi) emreder…” (Nisâ, 11) Bunun gibi Allah ve Rasûlünün verdiği hükümlerin bir tanesi veya tamamı hangi gerekçeyle olursa olsun kabul edilmediği durumda bu kimselerin Müslümanlığından da bahsedilemez.
Kendinde Allah ve Rasûlünün verdiği hükümler konusunda muhayyerlik gören bir kimse, kendisini cennete götürecek olan yoldan sapmış bir kimsedir. İslâm yolunu bırakarak, kendisini helakin içerisinde sürükleyecek İslâm dışı yolları tercih etmiş kimsedir. Müslüman olduğunu söyleyen bir kimsenin ise böyle bir yola tevessül etmesi söz konusu olamaz.
Kendisine İtaatin Mecburi Olduğu Kimse;
وَمَا أَرْسَلْنَا مِنْ رَسُولٍ إِلَّا لِيُطَاعَ بِإِذْنِ اللَّهِ وَلَوْ أَنَّهُمْ إِذْ ظَلَمُوا أَنفُسَهُمْ جَاءُوكَ فَاسْتَغْفَرُوا اللَّهَ وَاسْتَغْفَرَ لَهُمْ الرَّسُولُ لَوَجَدُوا اللَّهَ تَوَّابًا رَحِيمًا
“Biz her peygamberi -Allah'ın izniyle- ancak kendisine itaat edilmesi için gönderdik. Eğer onlar kendilerine zulmettikleri zaman sana gelseler de Allah'tan bağışlanmayı dileseler Resûl de onlar için istiğfar etseydi Allah'ı ziyadesiyle affedici esirgeyici bulurlardı.” (Nisâ 64-65)
قُلْ إِنْ كُنْتُمْ تُحِبُّونَ اللَّهَ فَاتَّبِعُونِي يُحْبِبْكُمْ اللَّهُ وَيَغْفِرْ لَكُمْ ذُنُوبَكُمْ وَاللَّهُ غَفُورٌ رَحِيمٌ
“De ki: Eğer Allah'ı seviyorsanız bana uyunuz ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah son derece bağışlayıcı ve esirgeyicidir.” (Âli İmran, 31)
قُلْ أَطِيعُوا اللَّهَ وَالرَّسُولَ فَإِنْ تَوَلَّوْا فَإِنَّ اللَّهَ لَا يُحِبُّ الْكَافِرِينَ
De ki: Allah'a ve Resûlü'ne itaat edin. Eğer yüz çevirirlerse bilsinler ki Allah kâfirleri sevmez.” (Âli İmran, 32)
يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا أَطِيعُوا اللَّهَ وَرَسُولَهُ وَلَا تَوَلَّوْا عَنْهُ وَأَنْتُمْ تَسْمَعُونَ
“Ey iman edenler! Allah'a ve Resûlüne itaat edin işittiğiniz halde O'ndan yüz çevirmeyin.” (Enfal, 20)
وَأَطِيعُوا اللَّهَ وَرَسُولَهُ وَلَا تَنَازَعُوا فَتَفْشَلُوا وَتَذْهَبَ رِيحُكُمْ وَاصْبِرُوا إِنَّ اللَّهَ مَعَ الصَّابِرِينَ
“Allah ve Resûlüne itaat edin birbirinizle çekişmeyin; sonra korkuya kapılırsınız da kuvvetiniz gider. Bir de sabredin. Çünkü Allah sabredenlerle beraberdir.” (Enfal, 46)
مَنْ يُطِعِ الرَّسُولَ فَقَدْ اَطَاعَ اللّٰهَۚ وَمَنْ تَوَلّٰى فَمَٓا اَرْسَلْنَاكَ عَلَيْهِمْ حَف۪يظًاۜ
“Kim Resûl'e itaat ederse Allah'a itaat etmiş olur. Yüz çevirene gelince, seni onların başına bekçi göndermedik!” (Nisâ, 80)
Hz. Muhammed (s.a.s.) ve diğer tüm peygamberlerin bir başka misyonu olarak, itaat edilmeleri gereken bir merci olarak Kur’an’da gündeme getirildiklerini görüyoruz. Peygamberler gönderildikleri toplumlarda beşer olarak itaat edilmesi gereken en yüksek mercii ifade etmektedirler. Peygambere itaat konusu, toplumun tüm katmanlarının kendisine itaat etmesi gereken, bu gerçekleşmediği taktirde kişinin Müslüman olasının da mümkün olmayacağı kadar önemli bir konudur. Her ne kadar günümüze kadar yazılmış olan akaid kitaplarında, “Peygambere İtaat” diye bir îtikad maddesi konulmamış olsa da, bu konu İslâm’ın itikadla alakalı olarak ele aldığı bir konudur. Yukarıda âyeti kerimelerde de gündeme geldiği gibi, Peygambere itaatten yüz çevirmek kişiyi kâfir yaptığı çok açık bir şekilde ifade edilmektedir. Konunun bu kadar önemli olmasından dolayıdır ki, Peygamberin getirmiş olduğu nizama yöneticisinden en alt tabakasına kadar toplumun tüm katmanları uymak zorundadırlar. Çünkü peygamberin getirmiş olduğu din sadece halk kesimleri için değil yöneticileri de içine alacak şekilde tüm toplum içindir.
Günümüzde hemen her Müslüman olduğu söylenen ülkede uygulandığı gibi, sanki dinin koyduğu hükümler yöneticileri kapsamıyormuş gibi bir algı söz konusudur. Sözüm ona bu yöneticiler, nice İslâm dışı hususları kendi yönetimlerinde uyguluyor, buna rağmen bu kimselerin Müslüman olarak kabul edildiğini görüyoruz. Oysaki, peygamberin getirdiklerine hangi gerekçeyle olursa olsun itaat etmeyen, isyan eden kimselerin Müslüman olması söz konusu olamaz. Dinin siyaset konusunda koyduğu ölçülere itaat ederek uygulamayan, bunun yerine dinin reddettiği nice hususları uygulayan bir yöneticinin Allah ve Rasûlüne isyan ettiğinde şüphe yoktur. Allah ve Rasûlüne isyan eden bir kimsenin İslâm ile olan tüm bağları kopmuştur. Bu durum sadece yöneticiler için söz konusu değil, nice halk kesimleri içinde söz konusudur. Halklar da hayatlarının bir kısmında Allah ve Rasûlüne itaat ederken, bazı kısımlarında da itaatten yüz çevirerek isyan etmektedirler. İbadetler konusunda Peygambere itaat edenler, ticaretlerinde isyan edebilmekte, cenazelerin defni konusunda peygambere itaat edenler, giyim-kuşam, eğlence, içki-kumar gibi nice konularda isyan etmektedirler. Ve ne yazıktır ki, böyle davranmalarının da Müslüman kimliklerine zarar vermediğini düşünmektedirler. Oysa peygambere itaatin olmadığı bir yerde, şeytana itaat söz konusudur. Şeytan ve dostlarına itaatte kişiyi İslâm dairesinin dışına atmaktadır: “Üzerine Allah'ın adının anılmadığı kesilmiş hayvanları yemeyin, bunu yapmak Allah'ın yolundan çıkmaktır. Doğrusu şeytanlar sizinle tartışmaları için dostlarına fısıldarlar, eğer onlara itaat ederseniz şüphesiz siz müşrik olursunuz.” (En’am, 1219
Kur’an’da, Peygambere itaatsizlik Müslümanlara yasaklandığı gibi peygambere itaat etmenin Allah’a itaat olduğu da gündeme getirilmiştir. Yine peygambere itaatten yüz çevirenlerin kâfirler olduğu, Allah’ın da kâfirleri sevmediği ifade edilmektedir. Yine kişinin Allah’ı seviyorum iddiasının ispatının ancak peygambere uymakla mümkün olacağı idrakimize sunulmaktadır. Ayrıca, Müslümanların vahdet olabilmelerinin ve şu an içinde bulundukları zilletten kurtulmalarının da ancak Allah ve Rasûlüne itaat etmeleriyle mümkün olduğu vurgulanmaktadır.
Kur’an’ı Okuyan ve Açıklayan, Kitap ve Hikmeti Öğreten ve Tezkiye Eden:
هُوَ الَّذِي بَعَثَ فِي الْأُمِّيِّينَ رَسُولًا مِّنْهُمْ يَتْلُو عَلَيْهِمْ آيَاتِهِ وَيُزَكِّيهِمْ وَيُعَلِّمُهُمُ الْكِتَابَ وَالْحِكْمَةَ وَإِن كَانُوا مِن قَبْلُ لَفِي ضَلَالٍ مُّبِينٍ
“Çünkü ümmîlere içlerinden, kendilerine âyetlerini okuyan, onları temizleyen, onlara Kitab´ı ve hikmeti öğreten bir peygamber gönderen O´dur. Kuşkusuz onlar önceden apaçık bir sapıklık içindeydiler.” (Cuma, 2)
وَاَنْزَلْنَٓا اِلَيْكَ الذِّكْرَ لِتُبَيِّنَ لِلنَّاسِ مَا نُزِّلَ اِلَيْهِمْ وَلَعَلَّهُمْ يَتَفَكَّرُونَ
“…İnsanlara, kendilerine indirileni açıklaman için ve düşünüp anlasınlar diye sana da bu Kur'an'ı indirdik.” (Nahl, 44)
Kur’an-ı Kerim’de Hz. Muhammed’in (s.a.s.) bir başka misyonu olarak da Kur’an’ı ve hikmeti öğreten, davetçi ve aynı zamanda kişiyi tezkiye ederek manevi kirlerden arındıran olduğu ifade edilmektedir. Söz konusu olan âyetlerde Hz. Muhammed (s.a.s.) üç önemli özelliği gündeme getirilmektedir. Bunlar: Allah’ın âyetlerini tebliğ etmesi, insanları manevi kirlerden arındırması ve Kitabı ve hikmeti öğretmesi olduğunu görüyoruz.
Hz. Muhammed (s.a.s.) Allah’ın nebisi olması hasebiyle Allah’tan almış olduğu buyrukları olduğu gibi insanlara ulaştırmıştır. Allah’ın buyruklarının bir kısmını gizlemediği gibi ilavelerde de bulunmamıştır. Bazı şiî grupların iddia ettiği gibi: “Hz. Ali’nin halifeliğiyle ilgili” Allah’ın vahiylerini insanlardan korktuğu için gizlediği yönündeki iddiaları Efendimize iftira olduğu gibi peygamberimizin din üzerinde tasarrufta bulunma hakkının olduğu yönündeki iddiaların da O’na iftira olduğunu bilmeliyiz. İslâm, Allah ve Rasûlü Muhammed (s.a.s.)’in koalisyonuyla haşa oluşmamıştır. İslâm Allah’ın dinidir. Efendimiz ise o dinin tebliğcisi, diğer insanlar gibi uygulayıcısı ve açıklayıcısıdır.
Muhammed (s.a.s.)’ın dizinin dibine oturmadan Kur’an’ın doğru anlaşılması mümkün değildir. Kur’an’daki buyrukların mana ve maksadını en iyi bilen Efendimiz olduğu için Efendimizin dizinin dibine oturarak Kur’an’ı ondan öğrenmeliyiz. Bu manada O’nun Sünnettin den yüz çevirerek Kur’an’ı doğru anlamamız mümkün olmaz. Kur’an sünnet üzerinde hakem iken, sünnette Kur’an’ın en doğru açıklamasıdır. Dolayısıyla Kur’an’ı doğru bir şekilde anlamak istiyorsak, ilk müracaat kaynağımız Efendimizin sünneti olmalıdır. Günümüzde olduğu gibi mezhebi doğrular, hocaların görüşleri, müfessir ve muhaddislerin doğruları değil, Efendimizin sünneti olmalıdır.
Yine “bize Kur’an yeter” diyerek Efendimizin sünnetinde yüz çevirenlerin de Kur’an’ı doğru anlayabilmelerinin bu âyet çerçevesinde değerlendirdiğimiz zaman mümkün olmadığını, bu yolunda bir başka sapıklık yolu olduğunu ifade etmemiz gerekiyor. Bu anlayışın mensupları Kur’an’ın müphem bıraktığı yerleri kendi kafalarından yorumlarla doldurarak izah ediyor, bu konuda Efendimizin izahlarını kabul etmiyorlar. Kedilerine tanıdıkları Kur’an’ı açıklama hakkını Efendimize vermiyorlar. Tabi ki böyle bir anlayışı makul görmek bir Müslüman için söz konusu olamaz.
Ayrıca peygamberimiz sadece Kur’an’ı bize öğretmekle kalmamış, hikmeti de öğretmiştir. Hikmet kelimesiyle ilgili olarak birçok şey söylense de, bizce en doğru tanımıyla Hikmet: Allah’ın emirlerinin faydalarını ve yasaklarının da oluşturduğu zararları insanların anlayacağı bir şekilde insanlara öğretmektir. Dinin mana ve maksadını göz önünde bulundurarak insanları hayra teşvik etmek, şerlerden de sakındırmaya çalışarak ıslah etmektir. Yani peygamberler sadece insanlara söz gelimi “zina etmeyin” dememiş veya sadece konuyla ilgili âyeti okumakla yetinmemiş, bununlar birlikte zinanın sebep olduğu toplumsal problemleri de gündeme getirilerek zinanın ne kadar büyük bir yanlış olduğunu da ifade ederek insanları zinadan sakındırmışlardır. Bu manada insanın karşılaştığı olayları hikmetli bir şekilde sonuca bağlayabilmesi için de sünnete ihtiyacı söz konusudur. Bir kimsenin, Peygamber ve dolayısıyla da O’nun sünnetine müracaat etmeden olayların künhüne tümüyle vakıf olması ve bunun bir neticesi olarak da meseleleri çözümü kavuştururken başarı elde etmesi mümkün değildir. Dolayısıyla dinin mana ve maksadını kavramak için de Efendimizin sünnetine muhtaç olduğumuzu hiçbir zaman unutmamamız gerekiyor. Kur’an, Efendimizi bu yönüyle de bizim gündemimize getirerek O’nun sünnetinin bizim için ne kadar önemli olduğunu bu vesileyle bir kez daha hatırlatmaktadır.
Bugün ümmet olarak hikmetli işler yapamıyor veya hikmetli neticelere ulaşamıyorsak, bunun sebeplerinin en önemlilerinden bir tanesi de Efendimizin sünnetinden yüz çevirmiş olduğumuzdandır. Hikmet öğretmeni olarak Kur’an tarafından gündeme getirilen Efendimizin dizinin dibine oturmazsak, hikmetten mahrum kalırız ve bunun bir neticesi olarak da dinin mana ve maksadını kavrayamayacağımızdan dolayı içine sürüklendiğimiz bu durumdan da hiçbir zaman kurtulamayız.
Konumuz olan âyette Efendimizin bir başka misyonu olarak da insanların manevi kirlerden arındırarak “tezkiye eden” olduğu ifade edilmektedir. İnsan potansiyel olarak kalbinde birçok olumsuz duyguyu taşımaktadır. Bunun sebebi dünya hayatının bir imtihan salonu olmasındandır. Hep olumlu duyguları olan birisinin imtihana tabi tutulmasının bir anlamı olmayacağı gibi, hep olumsuz duyguları olan birisinin de imtihan edilmesi doğru olmazdı. Bunun içindir ki, insanoğlunu dünyada intihan etmek isteyen Rabbimiz ona hem iyi duygular hem de kötü diyebileceğimiz veya daha doğru bir ifadeyle kötüye alet edebileceği duygular da vermiştir. İnsanda var olan bu kötü duygular eğer kontrol altında tutulmaz ise, birçok problemin sebebi haline gelirler. Bunun içindir ki dinimiz insanlardan, bu duygularını kontrol altında tutmalarını, bu duygularını hayra yönlendirmelerini onlardan istemiştir. Bunu başarabilmenin de ancak Efendimizin örnekliği üzerinden söz konusu olacağı ifade edilmiştir. Yani Efendimiz manevi arınmayı nasıl yaptıysa bir Müslümanında onun yaptığı gibi yapmasını istemiştir. Efendimizin örnekliği olmadan kişinin bunu başarabilmesinin söz konusu olamayacağı hatırlatılmıştır. Manevi arınmayı tüm boyutlarıyla başarabilmek için Efendimizin sünnetine müracaat etmemiz gerektiği, bundan başak mercilere müracaatın insana başarı getirmeyeceği bildirilmiştir.
Günümüze geldiğimizde bu konuda da nice sapmaların yaşandığını görmekteyiz. Bazı kimseler dinin koyduğu ve Efendimizin sünnetinde hassasiyetle yerine getirdiği davranışları yerine getirmeden de kişinin manevi arınmayı başarabileceğini iddia ederken, kimileri de sanki Kur’an’da ve Efendimizin sünnetinde konuyla ilgili hususlar yeterli değilmiş gibi yeni arınma ritüelleri ihdas ederek bunlarla ancak manevi arınmanın söz konusu olabileceğini inanmaktadırlar. Birinci gruba “kalbim temizdir” diyen kesimleri, ikinci gruba da tasavvuf anlayışını benimseyenleri örnek verebiliriz. Birinci grup; Kur’an ve sünnetin olmazsa olmaz uygulamalarını yapmadan kalplerini manevi kirlerden arındırdıklarını iddia ederken, diğerleri de Kur’an ve Sünnette vaz edilenleri yeterli görmeyerek, rabıta, hatm-ı hacegan gibi daha nice ritüeller ihdas ederek bunlarla ancak manevi arınmanın söz konusu olabileceğini inanmaktadırlar. Bu iki anlayışın temsilcileri, bu konudaki dinden sapmayı temsil etmektedirler. Oysaki bu konularda, Kur’an’ın ve onun en güzel pratize edeni olan Allah Rasûlünün uygulamalarını titizlikle yerine getirenler, ancak manevi arınmayı gerçekleştirmeleri söz konusu olacaktır. Peygamberle tezkiye olma yolunu tercih etmeyen, bunu başka kapılarda arayanlar, yaptıklarında kısmı fayda görseler de, başka alanlarda nice sapmalarla karşı karşıya kalıyorlar. Fayda elde ettiklerini iddia etmekteler, aslında zararlara sebebiyet verdiklerinin farkında değiller.
Dolayısıyla, Kur’an’ı öğrenmek için peygamberin dizinin dibine oturarak Sünnete müracaat etmeyenler, Peygamberimizin Allah’tan aldığın vahyi tam ve eksiksiz bir şekilde tebliğ ettiğini kabul etmeyenler ve manevi kirlerden arınmak için peygambere müracaat etmeyen veya peygamberi bu konuda yeterli görmeyenler İslâm yolunun yolcuları değil, bu yoldan sapmış olan kimselerdirler. Bunun tam aksi olarak da, kim Kur’an’ı ve hikmeti öğrenmek için peygamberin dizinin dibine oturarak, Sünnete müracaat etmeden bunun mümkün olacağına inanmıyorsa, Peygamberimizin Allah’tan aldığın vahyi tam ve eksiksiz bir şekilde tebliğ ettiğine inanıyorsa ve manevi kirlerden arınmak için peygambere müracaat etmesi gerektiğini veya peygamberin getirdiklerinin bu konuda yeterli olduğuna inanıyorsa bu kimsenin yolu da İslâm yoldur.
Ne Verdiyse Alınması Gereken:
وَمَا آتَاكُمْ الرَّسُولُ فَخُذُوهُ وَمَا نَهَاكُمْ عَنْهُ فَانْتَهُوا وَاتَّقُوا اللَّهَ إِنَّ اللَّهَ شَدِيدُ الْعِقَابِ
“… Peygamber size ne verdiyse onu alın size ne yasakladıysa ondan da sakının. Allah'tan korkun. Çünkü Allah'ın azabı çetindir.” (Haşr 59/7)
Kur’an’da peygamberin bizim için önemiyle ilgili olarak gündeme getirdiği bir başka hususta, O’nun bize emrettiği her hususun alınması ve nehyettiği şeylerden de sakınmamız gerektiği konusudur.
Bu hususun şu şekilde anlaşılması gerektiğini söyleyenler söz konusudur; Peygamber Allah’tan vahiy almaktadır ve bu vahiy de Kur’an’dır. Dolayısıyla Kur’an’ın tebliğcisi olan Efendimiz Kur’an’daki bir emri gündeme getirdiğinde onun kabul etmemiz gerekir, nehyettiği şeylerden de sakınmamız gerekir demektedirler. Yani burada kast edilen peygamberin Kur’an’ın dışındaki emir ve nehiyleri değil, Kur’an’ın emir ve nehiyleridir denilmektedir. Evet peygamber Kur’an’ın tebliğcisi olduğu için Kur’an’ın bir hükmünü gündeme getirerek “Allah sizi şu hususlardan nehyediyor” dediği zaman, o hususlardan sakınmamız bizim Müslüman olmamızın bir gereğidir. Ayrıca peygamberin Kur’an’da geçmediği halde Kur’an’dan hareketle herhangi bir şeyden bizi sakındırdığı zaman, o hususlardan sakınmamız gerektiği gibi, bize emrettiği şeyleri de yerine getirmek yine bizim Müslümanlığımızın bir gereğidir. Bundan dolayı biz diyoruz ki, hadis külliyatlarında Efendimize nispet edilen emir ve nehiylerin Kur’an’ın mana ve maksadına ters olmadığı sürece bizim için bağlayıcıdır. Bunları Kur’an’da geçmiyor diye kabul etmemek makul karşılanacak bir anlayış değildir. Eğer bir kimse bunları Kur’an’dan bir delilden dolayı kabul etmiyor ve ortaya sunduğu bu delilde muhkem bir delilse tabi ki bu kimsenin yaptığı makuldür ve bizimde görüşümüz budur. Lakin böyle değil de, herhangi bir delil getirmeden “Kur’an’da geçmediği için ben kabul etmiyorum” diyen kimsenin bu tavrı Müslümana yakışan bir tavır olarak görmeyiz mümkün değildir. Böyle kimselerin, söz konusu âyetimizin son kısmında gündeme getirilen Allah’ın azabı tehdidine uğramalarından korkarız.
Günümüze geldiğimizde her konuda olduğu gibi bu konuda da sapmaların maalesef yaşandığını görmekteyiz. Emir ve nehiyleri kabul edilecek merciler Allah ve Rasûlü olmamakta, bunun dışında başka merciler olmaktadır. İnsanlar, kanunların belirlediği kurallara uydukları kadar, Allah Rasûlünün buyruklarına uymamaktadırlar. İnsanlar, beşerin belirlediği kanunlar, neden men ediyorsa o hususlardan kaçındıkları gibi serbest bıraktığı hususları da işlemekten geri durmuyorlar. Oysaki, bir Müslüman bu tavrını ancak Allah ve Rasûlünün belirlediği ilkeler için yapar. Eğer beşerin belirlediği kanunlar, Allah ve Rasûlünün belirlediği ölçülere ters ise bunları reddeder.
Müslümanların Sıkıntısına Üzülen:
لَقَدْ جَٓاءَكُمْ رَسُولٌ مِنْ اَنْفُسِكُمْ عَز۪يزٌۘ عَلَيْهِ مَا عَنِتُّمْ حَر۪يصٌ عَلَيْكُمْ بِالْمُؤْمِن۪ينَ رَؤُ۫فٌ رَح۪يمٌ
“Andolsun size kendinizden öyle bir Peygamber gelmiştir ki, sizin sıkıntıya uğramanız ona çok ağır gelir. O, size çok düşkün, müminlere karşı çok şefkatlidir, merhametlidir.” (Tevbe, 128)
Kur’an’da Hz. Peygamberin bizim için önemiyle ilgili olarak gündeme getirilen bir başka hususta, O’nun bize karşı, şefkatli ve merhametli olduğuyla ilgili yönüdür. Nasıl ki, Allah kullarına karşı çok merhametliyse, O’nun gönderdiği nebilerde insanlara karşı merhametlidirler. Nasıl ki, Allah kendisine iman eden kimselere diğer insanlardan daha fazla merhametliyse, peygamberler de kendilerine tabii olan insanlara diğer insanlarda daha fazla merhametlidirler. Peygamberlerin iman edenlere merhameti bir babanın çocuğuna olan merhametinden daha fazladır. Efendimiz, kendi başına gelen sıkıntılardan çok daha faza ashabın başına gelen sıkıntılara üzülmüştür. Bir anne ve babanın çocuklarının başına bir sıkıntının gelmesindense kendi başlarına gelmesini istemeleri gibi, Efendimizde ashabın başına gelen sıkıntılara, kendi başına gelen sıkıntılardan çok daha fazla üzülmüştür.
Ölümlü Olan:
وَمَا مُحَمَّدٌ اِلَّا رَسُولٌۚ قَدْ خَلَتْ مِنْ قَبْلِهِ الرُّسُلُۜ اَفَا۬ئِنْ مَاتَ اَوْ قُتِلَ انْقَلَبْتُمْ عَلٰٓى اَعْقَابِكُمْۜ وَمَنْ يَنْقَلِبْ عَلٰى عَقِبَيْهِ فَلَنْ يَضُرَّ اللّٰهَ شَيْـٔاًۜ وَسَيَجْزِي اللّٰهُ الشَّاكِر۪ينَ
“Muhammed yalnızca bir elçidir. Ondan önce de elçiler gelip geçti. Şimdi o ölür veya öldürülürse gerisin geri dönecek misiniz? Kim geri dönerse bilsin ki Allah’a asla bir zarar vermiş olmayacaktır. Allah şükredenleri ödüllendirecektir.” Ali İmran, 144)
اِنَّكَ مَيِّتٌ وَاِنَّهُمْ مَيِّتُونَۘ ثُمَّ اِنَّكُمْ يَوْمَ الْقِيٰمَةِ عِنْدَ رَبِّكُمْ تَخْتَصِمُونَ۟
“Muhakkak sen de öleceksin, onlar da ölecekler. Sonra şüphesiz, siz de kıyamet günü, Rabbinizin huzurunda davalaşacaksınız.” ( Zümer, 30-31)
Kur’an’da Hz. Muhammed (s.a.s.) ile ilgili olarak gündeme getirilen bir başka hususta O’nun da diğer bütün insanlar gibi ölümlü olduğu gerçeğidir. Yukarıda Efendimizin beşer olma özelliğini gündeme getirirken de söylediğimiz gibi, O’da diğer insanlar gibi ancak bir beşerdir. Diğer insanlar bir anne ve babadan dünyaya geldikleri gibi, O’da bir anne ve babadan dünyaya gelmiştir. Diğer insanlar Allah’ın kendileri için belirlediği ecel sona erdiğinde öldükleri gibi, O’da eceli gelince ölmüştür. Diğer insanlar nasıl ki ölümle birlikte dünya ile olan tüm ilişkileri kesilmişse, O’nun da vefatıyla birlikte dünya ile olan irtibatı tümüyle kesilmiştir. Yukarıda gündeme getirdiğimiz âyetlerin ifade ettiği hakikatte bundan başkası değildir.
Kur’an’ın bu açık hükümlerine rağmen, ne yazıktır ki bazı sözüm ona Müslümanlar! Efendimizin vefat ettiği halde, dünya ile olan ilişkisinin hâlâ devam ettiğini iddia etmekteler. Bunların iddialarına göre Efendimiz, ölmüş olmasına rağmen dünya üzerinde tasarrufta bulunduğu gibi, ümmetinin durumlarından da haberdar olmaktadır. Kabrini ziyaret edenleri gördüğü gibi, kendisine selâvat getirenlerin selâvatlarını da işittiğini söylemektedirler. Yine Onunla görüşerek istişare ettiklerini, talimatlar aldıklarını iddia ettikleri gibi, Efendimizin yaptıkları çalışmaları teftiş için kendilerini ziyaret ettiğini söyleyecek kadar ileri gitmişlerdir. Oysaki, yüce Kitabımız Kur’an-ı Kerim’de ve Efendimizin sahih sünnetinde bu kimselerin iddialarının doğru olduğuna dair sarih bir delil bulmak mümkün değildir. Aksine yukarıdaki âyetlerde de gördüğümüz gibi, bu iddianın tam tersiyle ilgili deliller söz konusudur. Eğer bu insanlar, peygamberlerin diğer insanlar gibi olmadıklarını, diğer insanlar vefat ettiklerinde dünya ile olan ilişkileri kesildiği halde, peygamberlerin devam ettiğini iddia ediyorlarsa, Kur’an bu iddiayı doğru görmemektedir. Kur’an’da, Ulu-l Azm peygamberlerden birisi olarak kabul edilen Hz. İsa (a.s.) üzerinden bu anlayışın doğru olmadığı ifade edilmektedir. “Ben onlara, ancak bana emrettiğini söyledim: Benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah'a kulluk edin, dedim. İçlerinde bulunduğum müddetçe onlar üzerine kontrolcü idim. Beni vefat ettirince artık onlar üzerine gözetleyici yalnız sen oldun. Sen her şeyi hakkıyle görensin.” (Mâide, 117) Bu âyet-i kerimenin de ifade ettiği gibi Hz. İsa (a.s.), vefatından sonra Hıristiyanların kendi yolunu terk ederek kendisini ve annesini Allah’tan başka ilah edindiklerinden haberi olmadığını ifade etmektedir. Nasıl ki, İsa (a.s.) vefat edince dünya ile olan ilişkisi kesilmiş ve bunun bir neticesi olarak da Hıristiyanların içine sürüklendikleri durumlardan haberdar olmadığı kendi ifadesiyle gündeme getiriliyorsa, aynı şekilde Hz. Muhammed (s.a.s.)’de vefat edince dünya ile olan ilişkisi kesilmiştir. Yani Allah, diğer insanlarda farklı olarak O’na bu konuda farklı bir statü tanımıştır diyeceğimiz sarih bir delilimiz yoktur. Efendimizin yetiştirdiği sahabelerden, Efendimizin dünya ile olan ilişkisinin devam ettiğine dair herhangi bir nakil gelmemiştir.
Efendimizin dünyayla ilişkisinin devam ettiğini iddia eden bu insanlar genellikler Efendimizin şanını yüceltmek adına bu tür yaklaşımların içerisine girmektedirler. Oysa Kur’an, yeteri kadar Efendimizin şanını yüceltmektedir. Kur’an’ın bu konudaki hükümlerini yeterli görmeyerek peygamberimizin şanını yücelttiğini düşünenler, aslında İslâm’ın konuyla ilgili olan hükümlerini ihlal ederek hem Hıristiyanların Hz. İsa (a.s.)’a yaptığını Efendimize yaparak O’nu “insan üstü” bir varlık konuma çıkararak şanını hakkıyla taktir edemedikleri gibi, hem de kendileri hidayet yolundan uzaklaşmışlardır.
Oysaki, Efendimizin şanını yüceltmek istiyorsak, O’nu insan üstü bir varlık haline getirerek vefat ettiği halde dünyayla ilişkisinin devam etmediğine inanmakla değil, O’nun sünnetine hakkıyla ittiba ederek O’dan başka önder ve lider kabul etmeyerek göstermeye çalışmalıyız. Kur’an’dan sonra şeksiz ve şüphesiz kabul edilecek terk hüküm mercii olarak O’nun sünnetini kabul ederek O’nun şanını yüceltmeliyiz. Bu şekilde hareket ederek hem Kur’an’ın buyruklarına uygun hareket etmiş oluruz hem de Efendimizin şanını yüceltmiş oluruz.
Müjdeleyici ve Uyarıcı Olan:
اِنَّٓا اَرْسَلْنَاكَ شَاهِداً وَمُبَشِّراً وَنَذ۪يراًۙ
“Şüphesiz biz seni bir şâhit, bir müjdeci ve bir uyarıcı olarak gönderdik.” (Fehit, 8)
Yüce kitabımızın Efendimizle ilgili olarak gündeme getirdiği bir başka husuta, O’nun bizler için şahit, müjdeleyici ve uyarıcı olma özellikleridir.
Efendimizin şehit/şahit olması Allah’ın dini olan İslâm’ı tüm boyutlarıyla yaşayarak bu dinin hak ve hakikat olduğuna hayatıyla tanıklık etmesi anlamına gelmektedir. Ayrıca İslâm’ın nasıl yaşanması gerektiğini modelleyerek bizler için en güzel örnek ve rehberlik yaparak şahitliğini ortaya koymuştur. Efendimizin bu şahitliği bir âyet-i kerime de şu şekilde ifade edilir; “Allah uğrunda, hakkını vererek cihad edin. O, sizi seçti; din hususunda üzerinize hiçbir zorluk yüklemedi; babanız İbrahim'in dininde (de böyleydi). Peygamberin size şahit olması, sizin de insanlara şahit olmanız için, O, gerek daha önce (gelmiş kitaplarda), gerekse bunda (Kur'an'da) size «müslümanlar» adını verdi. Öyle ise namazı kılın; zekâtı verin ve Allah'a sımsıkı sarılın. O, sizin mevlânızdır. Ne güzel mevlâdır, ne güzel yardımcıdır!” (Hac, 78) Peygamber bizler için örnek ve rehber olduğu gibi, bizler de diğer insanlar için Allah’ın dinene tanıklık eden, peygamberi misyonu günümüze taşıyarak örnek ve rehber olmalıyız. Bu husus bir başka âyeti kerime de şu şekilde ifade edilir; “İşte böylece, siz insanlara şahit olasınız, peygamber de size şahit olsun diye sizi vasat (örnek) bir ümmet yaptık…” (Bakara, 143) Dolayısıyla yaşadığımız dini Efendimizin tanıklığına götürmeli ve onun tanıklığıyla örtüşüyorsa hak üzere olduğumuzu bilmeli, örtüşmediği taktirde de hak yoldan ayrıldığımızı idrak etmeliyiz.
Efendimizin Kur’an’da gündeme gelen bir başka özelliği de müjdeleyici olma sıfatıdır. Hiç kuşkusuz ki insanlar yapıp ettikleri davranışarını bir amaca yönelik yaparlar. Kendi faydalarına olan hususlara ulaşmak, zararlarına olacak şeylerden de uzaklaşmak isterler. Özellikle de yapıp ettiklerinin neticesi olarak gelecekle karşı karşıya kalacakları durumların kaygılarını yaşarlar. İşte bu yönüyle Efendimiz ve O’nun getidiği Kur’an, İslâm dinini tüm boyutlarıyla şayamaya çalışan kimselere gelecekte elde edecekelri mükâfatları müjdelemektedirler. Peygamberi modellemeyi dikkate alarak dini yaşama çabası içinde olan kimselerin gelecek kaygısı yaşamamaları gerektiğini haber vermektedirler. Yapıp ettiklerinin karşılığı olarak kendileri için hazırlanmış nimetlerle onları müjdelemektedirler. Efendimizin mü’minleri müjdelediği hususlara örnek olarak Kitab-ı Kerimimiz şu şekilde buyurur; “İman eden ve iyi işler yapanlara, kendileri için zemininden ırmaklar akan cennetler bulunduğu müjdesini ver. Onlara cennetteki meyvelerden biri rızık olarak her sunulduğunda, “Bu daha önce de bize rızık olarak verilendir” derler. O kendilerine, benzer şekilde verilmiştir. Ayrıca orada kendileri için tertemiz eşler de vardır ve orada onlar sonsuza kadar kalıcıdırlar.” (Bakara, 25)
Kur’an’da Efendimizin gündeme getirilen bir başka özelliği de uyarıcı/korkutucu olma özelliğidir. Deminde ifade ettiğimiz gibi insan yaptığı davranışların karşılığı olarak gelecekte başına gelecek durumları merak etmektedir. Gelecek kaygısı taşımak bütün insanların en önemli korkuları arasındadır. İşte bu durumda peygamberlerin müjdeleyici ve korkutucu olma özellikleri devreye girmektedir. Peygamberler kendileriyle beraber gönderilen ilahi ölçülere tabî olarak yaşayan mü’minler için müjdeleyici oldukları gibi, bu ölçüleri dikkate almayan, bu ilahi ölçüler yerine kendi hevasından kaynaklanan ölçülere göre veya başka din ve ideolojilerin ölçülerine göre hayatlarını idame ettiren kimseler içinde ileride başlarına gelcek akıbet konusunda korkutucudurlar. Bu kimseleri ileride kaşrı karşıya kalacakları ilahi azapla uyarmak peygamberlerin en önemli görevlerindendir.
Peygamberler, ilahi vahyin de yönlendirmesiyle insanlar içerisindeki en büyük eğitimcilerdirler. Eğitimde başarılı olmanın en önemli etkenlerinden bir tanesi de umut ve korku denklemini en iyi şekilde kulanmaktan geçmektedir. İnsanoğlu hep umut ifade eden durumlarla karşı karşıya kaldığında şeytanında ayartmasıyla ahiretle alakalı aşırı bir güven hissine kapılarak görevlerini aksatması söz konusu olabilmektedir. Aynı şekilde devamlı korku pisikolojisi ile de karşı karşıya kaldığı zaman paranoyak insanlar gibi derin bir psikolojik bulanımların içerisine girmektedir. İşte bu sebeplerden dolayı yüce dinimiz insanları ilahi vahiy istikametinde eğitirken hem ümit hemde korku denklemini birlikte kullanmıştır. Allah yüce dini olan İslâm’ı insanlara taşımakla görevlendirdiği peygamberlerini müjdeleyici ve uyarıcı/korkutucu vasıflarıyla vasıflandırmıştır. Peygamberler de bu misyonları gereği gönderildikleri toplumları bir taraftan Allah’ın rahmetiyle müjdelerken, bir taraftan da Allah’ın çetin azabıyla korkutmuşlardır. Peygamberimizin uyarıcı/korkutucu vasfıyle ilgili olarak yüce Kitabımız şu şekilde buyurur; “Kendilerine azabın geleceği, bu yüzden zalimlerin: «Ey Rabbimiz! Yakın bir müddete kadar bize süre ver de senin davetine uyalım ve peygamberlere tâbi olalım» diyecekleri gün hakkında insanları uyar. (Onlara denilir ki:) «Daha önce, sizin için bir zevâl olmadığına, yemin etmemiş miydiniz?»” (İbrahim, 44)
Gaybı Bilmeyen;
قُلْ لَٓا اَقُولُ لَكُمْ عِنْد۪ي خَزَٓائِنُ اللّٰهِ وَلَٓا اَعْلَمُ الْغَيْبَ وَلَٓا اَقُولُ لَكُمْ اِنّ۪ي مَلَكٌۚ اِنْ اَتَّبِعُ اِلَّا مَا يُوحٰٓى اِلَيَّۜ قُلْ هَلْ يَسْتَوِي الْاَعْمٰى وَالْبَص۪يرُۜ اَفَلَا تَتَفَكَّرُونَ۟
“De ki: "Ben size, Allah’ın hazineleri benim yanımdadır, demiyorum. Ben gaybı da bilmem. Size, ben meleğim de demiyorum. Ben sadece bana vahyolunana uyarım." De ki: "Hiç kör ile gören bir olur mu? Siz hiç düşünmez misiniz?" (En’am, 50)
وَعِنْدَهُ مَفَاتِحُ الْغَيْبِ لَا يَعْلَمُهَٓا اِلَّا هُوَۜ وَيَعْلَمُ مَا فِي الْبَرِّ وَالْبَحْرِۜ وَمَا تَسْقُطُ مِنْ وَرَقَةٍ اِلَّا يَعْلَمُهَا وَلَا حَبَّةٍ ف۪ي ظُلُمَاتِ الْاَرْضِ وَلَا رَطْبٍ وَلَا يَابِسٍ اِلَّا ف۪ي كِتَابٍ مُب۪ينٍ
“Gaybın anahtarları Allah'ın yanındadır; onları O'ndan başkası bilmez. O, karada ve denizde ne varsa bilir; O'nun ilmi dışında bir yaprak bile düşmez. O yerin karanlıkları içindeki tek bir taneyi dahi bilir. Yaş ve kuru ne varsa hepsi apaçık bir kitaptadır. (En’am, 59)
Kur’an’da Efendimiz için gündeme gelen bir başka husus ise, O’nun gaybı bilmediği gerçeğidir. Gayb: insanın duyu organları olan, görme, duyma, dokunma, koklama ve tatma duyularıyla algılamasının mümkül olmadı alanları ifade eden bir kavramdır. İnsan kainat içerisindeki yaratılmış olan varlıklardan bir tanesidir. Yaratılmış olması hasebiyle sınırlı özelliklere sahip bir varlıktır. Dolayısıyla da sınırsız bir şekilde kendi müşahade alanı dışındaki hususları bilmesi mümkün değildir. Efendimiz de bir beşer olması hasebiyle diğer insanlar gibi müşahede alanının dışındaki bilgilere sahip değildi. Bu konu da, O’nu diğer insanlardan ayıran tek şey, vahiy alırken yaşadığı tecrübeler ve Allah’ın peygamber olduğundan dolayı kendisine bahşetmiş olduğu bilgilerdi. Bunun haricinde Efendimize yakıştırılacak bir vasıf, O’nu beşer olma özelliğinden çıkararak ilahlaştırmaya götürür. Yani demek istiyoruz ki, Efendimizin gaybi olan nice konuları bildiğini iddia eden nice Müslümanın bu yaklaşımı Peygamberimizi ilahlaştırmaya götüren bir yaklaşımdır. Dolayısıyla diyoruz ki; Efendimiz gaybı bilmiyor, acak Allah’ın kendisine bildirdiği kadarını biliyordu.
Bu konu gündeme gelmişken şunu da ifade edelim ki; Efendimize nispet edilen ve bize kadar gelen, muhaddislerin “sahih hadis” olarak kabul ettikleri hadisler içerisinden nice gayba yönelik haberler söz konusudur. Ümmetin yaşayacağı olaylar bu hadislerde gündeme getirildiği gibi kıyamet öncesi gerçekleşecek nice haberler de gündeme getirilmektedir. Bu konuyla da ilgili olarak diyoruz ki; bu tür haberleri mutlak doğrudur diye kabul etmemeliyiz. Fakat bu sözümüzden “bu bilgilerin tamamı yanlıştır” anlamı da çıkmaz. Doğru olma ihtimallerin de her zaman söz konusu olabileceğini unutmayalım. Çünkü, Allah’ın peygamberine, hangi gaybi bilgileri ve ne oranda verdiğini bizlerin tesbit etme imkanı yoktur. Fakat şunu ifade edebilir ki, Kur’an’da açık bir şekilde gündeme getirilen bir konu, bu hadis rivayetlerinde Kur’an’da gündeme gelen haberin tam tersi bir bilgi içeriyorsa, bu gibi hadislerdeki bilgiyi doğru kabul etmemeliyiz. Örnek verecek olursak; Kur’an’da insanların dünyada sahih iman ve işlemiş oldukları salih ameller neticesinde cennete veya cehenneme gidecekleri ifade edilmektedir. Günahkarlara ise şefaatin (bir aracının devreye girerek günahlarını bağışlatması) fayda vermeyeceği gündeme getirildiği halde, hadis rivayetlerinde bunun tersi bir bilgi veriliyorsa bu hadisleri kabul etmemiz mümkün olmamalıdır. Efendimize nispeti yüzde yüz olmayan hadis rivayetinden hereketle, Allah’a ait olduğu yüzde yüz olan bir haberi geri plana atamayız, atmamalıyız.
Şüphesiz Kur’an’da Efendimizin yüce meziyetleriyle ilgili olarak nice hususlara atıfta bulunarak vurgular yapılmaktadır. Bizim burada vurgu yaptıklarımız bir kısmından ibarettir. Biz burada zikrettiklerimizin genel olarak Efendimizi tanıma anlamında genel bir kanaat oluşturacağını düşünüyor, daha fazlasını isteyenler için Allah’ın kitabına müracaat etmelerini istiyoruz. Bizim eksiklerden ari olmayan tanımlamamızla yetinilmemesini şiddetle tavsiye ediyoruz.
KAVRAMLAR
Siyer: Siyer, sözlükte davranış, hal, hayat tarzı, gidişat, bir kimsenin ahlakı, hayat hikâyesi, tedbir, tabiat, seyahat etmek, idare gibi anlamlara gelen siret kelimesinin çoğuludur.
Terim olarak Siyer-i Nebi, sevgili peygamberimiz Hz. Muhammed’in (s.a.s) 63 yıllık hayatını ve peygamberlik mücadelesini bütün yönleriyle ele alan ilim dalı ve bu alanda yazılan eserlere denir.
Meğazi: “savaş, savaş yeri ve savaş hikâyeleri” anlamlarına gelen mağzât kelimesinin çoğulu olan Meğâzî; Rasûl-i Ekrem’in (s.a.s)gazve ve seriyyelerinin tarihine ve bu konuda yazılan kitaplara verilen isimdir.[1]
Siyer ilminde meğâzî’den maksat: Hz. Peygamberin şahsen idare ettiği veya sevk ettiği bir orduyla, kâfirlerle çarpışmak kasdı neticesinde meydana gelmiş savaşlardır.[2]
Meğâzî, başlangıçta yalnızca Hz. Peygamber’in Medine dönemindeki askeri faaliyetleri ve özellikle de gazveleri için kullanılan bir kelime iken, zamanla kelimenin anlamı genişlemiş ve siyer kelimesiyle eş anlamlı hale gelerek, Hz. Peygamber’in biyografisi, yani hayatının tamamı için de kullanılır olmuştur.[3]
İslâm Tarihi: Bazı tarihçiler bu terkibi, Hz. Âdem (a.s) ile başlayan ve Hz. Muhammed’e (s.a.s) kadar gelen tüm peygamberlerin hayatları için kullandıkları gibi, Efendimizden sonra Hz. Ebû Bekr’in halifeliği ile başlayan ve günümüze kadar gelen Müslümanların tarihi için de kullanmaktadırlar. Bazı tarihçiler; bu terkibi sadece Allah Rasûlünün hayatı için kullanırken, bazıları da, Allah Rasûlünün hayatı ile başlatıp günümüze kadar gelen Müslümanların tarihi için de kullanmaktadırlar.
Bizce en makul olan görüş şu şekildedir; Kur’an ve sahih sünnete konu edilen peygamberlerin tarihi için “İslâm Tarihi” terkibinin kullanılması doğru iken, Hz. Peygamberimizin vefatı ile başlayan ve günümüze kadar gelen tarihede “Müslümanların Tarihi” terkibini kullanmak daha doğrudur. “İslâm Tarihi” terkibini Müslümanların tarihi için kullandığımızda, Müslümanların yaptıkları nice olumsuzlukları İslâm’a nispet etme durumu söz konusu olmaktadır. Oysa İslâm, Allah’ın her türlü eksikliklerden münezzeh dininin adıdır. Onda eksiklik ve kusur yoktur. Lakin kendilerini o dine nispet eden Müslümanlarda ise, beşer olmaları hasebiyle yanlışta, kusurda söz konusu olabilmektedir. Bundan dolayı Müslümanların problemlerle dolu tarihine “İslâm Tarihi” diyerek İslâm’a nispet etmek yerine “Müslümanların Tarihi” diyerek kendilerini İslâm’a nispet eden Müslümanlara atfetmek daha doğru bir tanımlama olsa gerekir.
SİYER-İ NEBİ’NİN KAYNAKLARI
Her türlü ilmin neşet ettiği bir kaynağı söz konusudur. Efendimizin hayatını konu alan Siyer-i Nebi’nin de neşet ettiği kaynakları elbette ki vardır. Doğru bir Siyer bilgisine ulaşmak için, bu kaynaklardan istifa de edilmelidir. Efendimizin hayat hikâyesini bize öğreten kaynaklar, önem sıralamasına göre şu şekildedir;
1. Kur’an-i Kerim: Allah Resûlünün hayat hikâyesi ile ilgili en sağlam ve kesin bilgilere ulaşabileceğimiz kaynak, hiç kuşkusuz ki Allah’ın Kitabı Kur’an-ı Kerim’dir. Kur’an-ı Kerim, Efendimizin hayatını baştan sona aktarmaz, aksine O’nun hayat hikâyesinden bazı bölümlere yer verir. Bunu yapmasındaki maksat, peygamberin hayatını anlatmak değil, yaşanan o hadiseler üzerinden kıyamete kadar insanlara ders ve mesajlar vermektir. Şu bir gerçek ki, vahyin indiği olaylara atıf yamaması, inen vahyin pratiğe aktarıcısı olan Allah Rasûlünün hayatını gündeme alarak konu edinmemesi düşünülemezdi. Kur’an, bir hayatı inşa etmek için inmekteydi. Dolayısıyla da, inşa etmek istediği hayatla ilgili hadiselere vurgular yaparak örnekler üzerinden bu inşasını gerçekleştirdi.
Kur’an-ı Kerim, Bedir, Uhud, Ahzab, Huneyn ve Tebûk savaşları, Hudeybiye antlaşması, Mekke’nin Fethi, Hıristiyan ve Yahudiler ile ilgili durumları ve sosyal hayatla ilgili nice olayları konu edinmektedir. Bir taraftan Müslümanların olaylar karşısındaki tutumlarını gündeme getirirken, bir taraftan da kâfir, münafık, Yahudi ve Hıristiyanların olaylara verdikleri tepkilerini konu edinmektedir. Kısacası Kur’an, o günün sosyal hayatıyla iç içeydi, gelişen olaylar üzerine âyetler iniyor, peygamber ve mü’minler uyarılıyor, takviye ediliyor, kâfirleri ise korkutuluyor, onların kurdukları plan ve ihanetleri Müslümanların gündemine getiriliyordu. İşte bunun gibi Peygamberimizin hayatını konu alan nice kesitler çokça Kur’an’da konu edinilmektedir. Kur’an, her türlü gaybı bilen, verdiği bilgilerde yanılma ihtimali hiç olmayan Allah’ın Kitabı olması hasebiyle, peygamberimizin hayatı içinde ilk başvuru kaynağımız olmalıdır. Kur’an’ın açık bir şekilde bildirdiği bir konuyla ilgili bilgiler, bundan sonraki kaynaklarda geçen bilgilerle çeliştiğinde, Kur’an’daki bilgiler referans alınmalı, diğer bilgiler dikkate alınmamalıdır.
2. Hadisler; Kur’an-ı Kerim’den sonra, Siyer-i Nebi ile ilgili en sağlam bilgileri elde edeceğimiz kaynak ise muteber hadis kaynaklarıdır. Hadis rivayetleri, bu kaynaklara alınırken çeşitli kriterlere tabi tutulduğunu görmekteyiz. Peygamberimizden gelen her söz ve O’nun hayatını konu alan her türlü bilgi, hadis kitaplarına Âlimler tarafından olduğu gibi kabul edilmemiş, ancak bir takım şartlara uydukları taktirde bu kitaplarına alınmıştır. Bu tür bir titizlik de, ister istemez bu kaynaklarda geçen bilgilerin, bu özeliklere sahip olmayan diğer kaynaklarda geçen bilgilerden daha sağlam olma durumunu ortaya çıkarmaktadır. Bütün bunlarla birlikte hadis kaynaklarında geçen her türlü bilgi mutlak doğrudur anlamına da gelmemektedir. Çünkü; bir söz ve olayın doğruluğunu test etmek için oluşturulan kurallar insanlar tarafından belirlenmiş; vahiy ve Allah ve Rasûlü tarafından belirlenmemiş, yani içtihadidir. Dolaysıyla bu kaynaklarda yer alan bilgilerin yanılma payı her daim söz konusudur. Ayrıca, bu kaynaklar insan ürünü oldukları için insanlar, bilerek veya bilmeyerek hataya düşmüş olabilir, yanlış bir bilgiyi doğru diye nakletmiş olabilirler. Hadisler; bir sahabenin aklında kaldığı veya şahit olduğu kadarını ifade ederken, hadisin arka planını ve söyleniş maksadını tespit etme imkânı çoğunlukla söz konusu olamamaktadır. Söylenen sözün arka planı ve söyleniş maksadını tam olarak kavramdan da bütüncül bir neticeye ulaşmamız mümkün değildir.
Bütün bunlara rağmen Kur’an’dan sonra en doğru bilgilere ulaşacağımız kaynak hiç kuşkusuz ki hadis kaynaklarıdır. Bunlar da; Buhâri’nin Sahihî, Müslim’in Sahihî, Ebû Dâvud’un Süneni, Tirmizi’nin Süneni, İbn Mâce’nin Süneni, Nesâi’nin Süneni, Ahmed b. Hanbel’in Müsnedi, İmam Mâlik’in Muvattası gibi kaynaklardır. Sahihlik bakımından bunlardan daha alt derecede olan başka hadis kaynakları da söz konusudur. İlim ehlince bu kaynaklar da malumdur. Konumuzun daha fazla uzamaması için bunlarla iktifa ediyoruz.
3. Tarih Kitapları: Siyer-i Nebi ilmiyle ilgili diğer bir kaynağımız da tarih kitaplarıdır. Efendimizin hayatını konu alan tarih, siyer ve meğazi kitapları da Siyer-i Nebi için birer bilgi kaynaklarıdır. Lakin bu kitapların içerdiği bilgiler Kur’an ve Hadisler kadar sahih olmayabilir. Çünkü bu kitaplara bilgiler alınırken, hadisler gibi kritere tabi tutularak alınmamıştır. Dolayısıyla da güvenirlikleri daha düşük bir seviyededir. Şunu da söylemek istemiyoruz; “Bu kitaplarda konu edilen bilgilerin hiç güvenirliliği yoktur, bu bilgiler; o kitapları yazanlar tarafından uydurulmuştur” gibi bir iddiayı doğru görmüyoruz. Özetle demek istiyoruz ki, herhangi bir tarih, siyer ve meğazi kitabında geçen bir bilgi, mutlak doğrudur yanılgısına kapılmamalı, dini onun üzerine inşa etmemeliyiz. Hele bu kaynaklardaki bilgiler bunlardan önceki kaynaklar olan; Kur’an-ı Kerim ve Sahih hadislerle çelişmesi durumunda, bu haberlere hiç itibar etmemeliyiz.
Belli başlı siyer kitaplarına da şunları örnek verebiliriz;
Siyer-i İbn İshak - (ö.151): Bu kitap alanında yazılan ilk eser olarak kabul edilir. Lakin bu gün elimizde İbn İshak’ın yazdığı bir eser bulunmamaktadır. Biz bu eserden ancak onun talebesinin talebesi olan, İbn Hişam’ın eserinde haberdar olmaktayız. İbn İshâk’dan önce de bu konuda eser yazanların olduğu söylense de bu eserler kapsayıcı ve kuşatıcı eserler olmadıkları görülür. İbn İshâk’ın eseri ise daha kuşatıcı olarak yazılmıştır. Bundan dolayı İbn İshâk siyer ve meğâzi ilminin üstadı kabul edilmiştir.
Siret-i İbn Hişam (ö.218): Bu eser günümüze kadar gelen en eski eserlerden birisidir. Kronolojik olarak Allah Rasûlünün hayatını konu alan bu eser; Siyer ilmi için bir kaynak konumundadır. Bu eser, kendinden sonra yazılan hemen her eserin başucu kaynağıdır. Türkçeye de tercüme edilerek 4 cilt olarak yayınlanmıştır.
Vakıdî (ö. 207), el-Megaziyü’n-Nebeviyye ve Tarih-i Kebir: Bu eser, meğazi kitabıdır. Siyer konusunda oldukça önemli bilgiler ihtiva etmektedir. Yalnız kitabın yazarı Vakıdî, hem yaşadığı çağın, hem de daha sonra gelen âlimlerin çok sert ve şiddetli eleştirilerine muhatap olmuştur. Birçoğu onun verdiği bilgileri sahih olarak görmemiş ve ondan yapılan nakilleri kabul etmemişlerdir. Bununla birlikte bu eserde Siyer-i Nebiyle alakalı birçok bilgiler yer almakta, tarihçiler tarafından siyer kaynakları arasında gösterilmektedir. Bu kitabın Türkçeye tercümesi hâlen söz konusu değildir.
İbn Sa’d (ö. 230), Tabakâtü’l-Kübrâ: 13 cilt olarak şu an elimizde mevcut bulunan bu eserin ilk iki cildi Efendimizin hayatını konu almakta, geri kalan ciltler ise, sahabe ve tabiînin hal tercümelerini içermektedir. Bu eserde Siyer’in kaynakları arasında gösterilmektedir. Bu eser; 11 cilt olarak Türkçeye tercüme edilerek yayınlanmıştır.
el-Belâzurî (ö. 279), Ensâbu’l-Eşraf ve Fütühu’l-Buldân: Ensâbu’l-Eşraf adlı kıymetli eseri, hocası İbn Sa’d’ın Tabakat’ı gibi, birçok şahsiyet hakkında bilgiler vermekte, özel olarak da, Efendimiz’in dedeleri, amcaları ve amcaoğullarından başlayarak, Emeviler döneminin sonlarına kadar büyük bir Müslümanların tarihi niteliği taşımaktadır. Özellikle Efendimiz’i anlattığı bölümlerde çok orijinal ve başka hiçbir eserde olmayan bilgiler aktarmaktadır. Belâzurî’nin ikinci kıymetli eseri ise Fütühu’l-Buldân’dır. Beldelerin fetihleri anlamında olan bu eser de, Efendimiz’in hicretinden başlayarak, Hz. Ömer dönemindeki fetihlere kadar geçen süreci anlatmaktadır.
Taberî (ö. 310), Tarihu’t-Taberî: Bu eser; Hz. Âdem (a.s.) ile başlayarak Hz. Muhammed’a (s.a.s.) kadar olan tarihi içermektedir. Peygamberler tarihi hüviyetinde olan bir eserdir. Eser, 4 cilt olarak, Türkçeye tercüme edilerek okuyucuların istifadesine sunulmuştur.
İbn Esir (ö.630), el-Kamil fi’t-Tarih: Peygamberler tarihi dahil Efendimizin de hayatını konu alan kitap, Selçuklu devletine kadar Müslümanların tarihini de konu almaktadır. Kitabın bir cildi, Efendimizin hayatını konu almaktadır. Eser 10 cilt olarak kaleme alınmış, Türkçeye de muhtelif yayın evleri tarafından tercüme edilerek basılmıştır.
İbn Kayyim el-Cevziyye (ö.751) Zadü’l-Me’ad: Bu eser Allah Rasûlünün hayatını fıkhı boyutuyla gündeme alan bir eserdir. Eser, öncelikle Allah Rasûlünün hayatından bir kesit naklederek bunu üzerinden konuyla ilgili fıkhı itilafları enine boyuna gündeme alarak, hangisinin daha doğru olduğunu delileriyle ispat etmeye çalışır. Allah Rasûlünün hayatıyla ilgili bilgilerden çok fıkhı konuları içeren bir kitaptır. Bu eser 6 cilt olarak, Türkçeye tercüme edilerek okuyucuların istifadesine sunulmuştur.
Muhammed Ebû Zehra (ö. 1974) Son Peygamber Hz. Muhammed (s.a.s.): Bu eser kronolojik olarak Allah Rasûlünün hayatını konu almaktadır. Bazen, açıklayama ihtiyaç duyulan konularda açıklamalar yapılıyor, yeri geldiği zaman fıkhı konuları özel olarak ele almaktadır. Bazen de rivayetleri tahlil ederek eleştiri sunmaktadır. 3 cilt olarak Türkçeye tercüme edilerek yayınlanmıştır.
Safiyurrahman Mübarek el Furi (ö. 2006), Hz. Peygamberimizin Sîreti, Ahlâkı ve Daveti: Bu eser Allah Rasûlünün hayatını kronolojik olarak çok detaya inmeden gündeme almakta, Allah Rasûlünün ahlâkıyla ilgili özet bilgiler içermektedir. Bununla bitlikte, eski dinlere ait olan eserlerde Allah Rasûlüne işaret olan bilgileri de okuyucunun gündemine getirmektedir. Bu eser de tek cilt halinden birçok yayın evi tarafından Türkçe tercümesi yapılarak okuyucuların istifadesine sunulmuştur.
Muhammed Hamidullah, (ö. 2002) İslâm Peygamberi: İki ana bölümden oluşan bu eser, birinci bölümde Efendimizin hayatın konu alırken, ikinci bölümde o tarihte var olan kurum ve kuruluşlar olmak üzere bir çok konuyu ele almaktadır. Bu kitabı diğer kitaplardan ayıran bir başka husus ise yazarın olayları anlatırken vermiş olduğu coğrafi bilgilerdir. İyi bir araştırmacı olan Muhammed Hamidullah, bu araştırıcılığını kitabına da yansıtmıştır. Fıransızca yazılan bu eser, diğer kitaplardan ayrı bir usûl kullanarak numaralandırma yapılmıştır. Kitap bu usulle 1947 numaradan oluşmaktadır. Eser, Türkçe’ye tercümesi yapılarak yayınlanmıştır.
Celalettin Vatandaş, Hz. Peygamberin Hayatı ve Dâveti: Bu eser de iki cilt olarak hazırlanmıştır. Eser, Allah Rasûlünün hayatını kronolojik bir şeklide gündeme almakta, Efendimizin hayati ile güncel hayat arasında ilişki kurulmaktadır. Bu anlamda konularla ilgili tüm rivayetleri nakletmek yerine, onları kendi yorumlarıyla gündeme getiren yazar, günümüz toplumsan hayatına Efendimizin hayatı üzerinden ışık tutmaktadır. Bu eser, İslamî camiaların ders halkalarında en fazla okuttuğu siyer kitapları arasında yer almaktadır.
BİRİNCİ BÖLÜM
İSLÂM ÖNCESİ DÜNYA
Öncelikli olarak Arap Yarımadasının durumunu özet bir şekilde gündeme getirmek istiyoruz. İslâm güneşin doğduğu ve oradan başlayarak dünyayı aydınlattığı o coğrafyayı, genel hatlarıyla tanıtmak istiyoruz. Burada maksadımız konuları gündeme getirirken detaya inerek yelpazeyi geniş tutmak değil, aksine konuları özetleyerek resmi göstermeye çalışmak istiyoruz. Okuyucuya resmi göstererek o toplum hakkında genel bir kanaatinin oluşmasını amaçlıyoruz. Hiç kuşku yok ki, detaya inildiğinde olumlu ve olumsuz daha nice yönleri olan bir toplum olduklarını hatırlatmak istiyor, detay bilgiler edinmek isteyenleri konuyla ilgili yazılmış olan eserlere müracaat etmeye davet ediyoruz.
ARAP YARIMADASININ GENEL DURUMU
Arabistan; bir taraftan Hind okyanusu, bir taraftan kızıl deniz, bir taraftan Basra Körfezi, bir taraftan da Anadolu ile çevrilen yarım adaya verilen isimdir. Güneyinde Yemen, kuzeyinde ise Suriye bulunmaktadır. Asya, Avrupa ve Afrika kıtasının tam ortasındadır. Bu sebepler bu coğrafyı, çok stratejik öneme sahip olan bir bölge kılmaktadır.
Miladi 6. yüzyıla geldiğimiz de, bu coğrafyanın en güneyinde yer alan Yemen; Hıristiyan Habeşlilerin kontrolünde, kuzey tarafları yine Hıristiyan Bizans’ın kontörlünde, doğu tarafı ise Mecusi Sasanilerin egemenliği altındaydı. Hicaz bölgesinde ise genel itibariyle herhangi bir devlet gelenekleri olmayan, kabile taassubunun hâkim olduğu siyasi bir yapılanmaları söz konusuydu. Bu bölgenin bir devlet gelenekleri yoktu. Bununla birlikte birçok kabilenin bazı konularda ortak hareket etmeleri söz konusu olabiliyor, toplumu ilgilendiren konularda beraberce hareket edebilecekleri bir “site devleti” modelleri söz konusu olabiliyordu. Bazı Arap kabileleri de göçebe bir hayat yaşıyorlardı.
ARABİSTAN BÖLGESİNİN İNANÇ YAPISI
PUTÇULUK:
Araplar, çoğunluk olarak kendilerini Hz. İbrahim (a.s.) dinene nispet ediyorlardı. Lakin İbrahim’in (a.s.) tevhid dini, zaman içerisinde yozlaşarak putperestliğe evrilmişti. Ataları İbrahim’in (a.s.) Hanif olan dinini, zaman içerisinde bozarak kendi hevalarının ürünü olan bir din meydana getirmişlerdi. Tabi ki bunu sadece hevaya bağlamak doğru değil, birçok farklı din ve kültürden etkilenmede yaşamışlardı.
Putperestliğin hicaz bölgesine girmesi, işte bu etkilenmenin bir neticesiyle olmuştu. Huzâalıların lideri olan Amr b. Luhayn, Şam tarafına yaptığı bir ziyaret neticesinde, o toplumun puta tapmalarından etkilenerek o bölgeden bir put alıp Mekke’ye getirilerek dikilmesi ve ona tapmayı teşvik etmesiyle putçuluk Hicaz bölgesine girmişti. Ve süreç içerisinde Arap toplumu, tamamen putperest bir toplum haline gelmişti.
Hicaz Araplarının taptığı büyük putlar ise şunlardır; Lât, Menât, Uzzâ ve Hubel putlarıdır. Kur’an bu putlara şu şekilde atıfta bulunmaktadır; “Ne dersiniz Lât, Uzzâ ve üçüncüsü Menât’a? Demek oğullar size, kızlar Allah’a, öyle mi? bu ne insafsız bir taksim. Bunlar, sizin ve atalarınızın taktığı bir takım isimlerdir. Allah onlar hakkında hiçbir delil indirmemiştir. Onlar bu konuda ancak zanna ve kendi heveslerine uymaktadırlar. Halbuki Rableri tarafından kendilerine hidâyet (Kur’an) gelmiştir.” (Necm, 19-23) Bu putların her biri, büyük bir Arap kabilesinin putudur. Bu büyük putların haricinde birde küçük putlar vardır. Daha çok uğur getirir, yolculuk esnasında yanlarında taşıyarak tapmak için edindikleri başka putları da söz konusu olabiliyordu. Hemen her kabilenin bir putu vardı ve Kâbe’nin içini bu putlarla doldurmuşlardı. Yaklaşık olarak Kâbe’ye doldurdukları putların sayısı 360 civarındaydı.
Araplar müşrikleri, putları Allah’a ulaşmada bir aracı kabul ediyorlardı. Kendilerinin direk Allah’a ulaşmalarının mümkün olamayacağını, Allah katından itibarı olan putlar vesilesiyle ancak Allah’a ulaşabileceklerine inanıyorlardı. Konuyu Kur’an şu şekilde gündeme getirmektedir; “Bil ki halis din Allah’ındır. O’nu bırakıp bir takım veliler edinenler; ‘Biz onlara, yalnız bizi Allah’a yaklaştırsınlar siye tapıyoruz’ derler. Şüphesiz Allah, ihtilafa düştükleri şey hakkında hüküm verecektir. Allah yalancı ve hakkı inkar eden kimselere asla hidâyet nasip etmez” (Zumer, 3)
İlahi vasıflar yükleyerek taptıkları putlara, hediyeler sunuyorlardı. Hatta Nübüvvetten önce, Kâbe’nin yeniden inşa edilme sebeplerinden bir tanesi de Kâbe’nin içindeki bulunan putlara sunulan değerli eşyaları çalan hırsızlara engel olmak arzularıydı. Bundan dolayı yeni inşa edilen Kâbe’nin, duvarlarını yükseltmiş ve kapısını da yaklaşık iki metre yükseğe yapmışlardı. Yine Peygamberimiz Mekke’yi feth ederek bu putları yıkınca, yanlarında çokça değerli eşyaların çıktığı rivayetlerin bize aktardığı hakikatlerdir.
Ayrıca taştan yontarak ilah haline getirdikleri, putlar adına kurbanlar kesiyor, adaklar adıyorlardı. Kâbe’nin etrafında bir takım taşlar vardı ve Araplar bu taşların üzerinde putlar adına kurban keser, kestikleri bu kurbanların kanlarını yüzlerine sürerlerdi.
Putları kutsal varlıklar olarak gördükleri için onlar adına yemin ediyorlardı. Yemin; bir toplumun en kutsal kabul ettiği varlığın adını anrak sözünü kuvvetlendirmek için söylediği sözdür. Putperest toplumlar için en yüce varlıklar putlar olduğu için, yeminlerinde putlarının adını anıyorlardı. “Lât’a yemin olsun” “Uzzâ adına…” diye başladıkları yemin cümleleri çok oluyordu. Allah’a da yemin ettikleri oluyordu. Diğer putların adını andıkları kadar, Allah’ın adını da ancak o kadar anıyorlardı.
Putperest Araplar, putların insanlara fayda ve zarar vereceklerine inanıyorlardı. Putların insanlara zarar vererek insanları çarpması inancı, çok eski putperestlerin de inancıydı. Ad kavminin ileri gelenleri Hûd’a (a.s.) şunu söylüyorlardır; "Biz: 'Bazı ilahlarımız seni çok kötü çarpmıştır' (demekten) başka bir şey söylemeyiz." (Hûd, 54) Hicretin 9. yılında Medine’ye gelerek Allah Rasûlü ile görüşen Tâif heyeti, putları olan Lât’a dokunulmamasını istemişlerdi. Allah Rasûlü ise putların mutlaka yıkılması gerektiğini ifade edince, onlar; “Biz onu yıkamayız, bize zarar vermesinden korkuyoruz” diyerek bunu yapamayacaklarını söylemişlerdi. Allah Rasûlü de, bu işi üzerine alarak, Hâlid b. Velid ve Muğîre b. Şu’be’yi göndererek Lât’ı yıktırmıştı.
Putlar, Arapların hayatının merkezinde olan varlıklar olduklarından, her türlü önemli işlerinde onlara müracaat ediyor, uğur getireceğine inandıklarından dolayı herhangi bir iş yapmak istediklerinde, o işin kendileri hakkında hayırlı mı yoksa şer mi olduğunu anlamak için putların yanında fal okları çekiyorlardı. Üzerinde “yap”, “yapma” ve “boş” yazan okları bir torbanın içine koymuşlardı. Önemli bir iş yapmak isteyenler Zülhalesa putunun yanındaki bu fal oklarını çeker, eğer “yap” yazan ok çıkarsa o işi yapar, yok “yapma” yazan o çıkarsa o işi yapmaktan vaz gereç, üzerinde “boş” yazısı olan ok çıkarsa, fal oku çekme işini bir daha denerdi. Bu uygulamayı putların yanında yapmalarının sebebi, putların kendilerine yardım edeceğine dair inançlarıydı.
“Putların kulu” manasına gelen isimleri çocuklarına veriyorlardı. Özellikle Abduluzzâ (Uzzâ’nın kulu) ismi çok kullanılan bir isimdi. Peygamberimizin amcası Ebû Leheb’in asıl ismi de, Abduluzzâ’dır.
Ayrıca trajikomik bir şekilde, sefere çıkacakları zaman putlarını helvadan yapar, gittikleri yerde ona tapar, acıktıklarında ise başka bir şey kalmayınca onları yerlerdi. Hz. Ömer’e izafe edilen bir sözde, cahiliyye dönemine ait bu uygulamayı her hatırladığında güldüğü söylenir. Yine putlar, işlerine gelmeyen bir neticeye sebep olduklarında, onlara hakaret etmekten de kendilerini alamıyorlardı. İmru’ül-Kays b. Hucr, intikam amacıyla Ben-î Esed’e baskın yapmadan önce Zülhalesa’ya putunun yanına gidip üç defa fal oku çekmiş, her defasında yasaklayıcı ok çıkması üzerine, okları kırıp putun üzerine fırlatarak; “Eğer senin baban öldürülmüş olsaydı beni bu intikamdan alıkoymazdın” demiş, ardından da Ben-î Esed’in üzerine yürüyerek onları yenmiştir.
Atalara bağlılık, o toplumda çok güçlü temayül olduğundan dolayı, putlar atalarının dinini temsil ettikleri için, atalarına bağlılığın bir neticesi olarak putlara çok bağlıydılar. Putlara tapma anlayışı Hicazda inanç birliği oluşturuyordu. Hemen her kabile puta taptıkları için, putlar adeta aralarındaki ortak payda olduğundan dolayı putlara sahip çıkıyor, hatta ölümleri pahasına putlara tapmaktan vazgeçmiyorlardı.
TOPLUMSAL YAPILARI
Kabilecilik ve kabile taassubu o toplumun temel bir karakteri durumundaydı. Genelde kabileler arasına rekabet söz konusu olmaktaydı. Herkes, eli silah tutacak yaşa geldiğinde haklı veya haksız olsun kabilesinin yanında yer almak zorundaydı. Her kabile kendi atalarıyla övünür, kendi kabilesinin diğer kabilelerden daha üstün olduğuna inanıyordu.
Kabileler arasındaki rekabet bazen kanlı savaşlara sebebiyet veriyordu. Kabilenin güçlü olması adam sayısının çok olmasına bağlıydı. Buda ister istemez savaşta kabileyi savunacak birisi olmasından dolayı “erkek” çocuğunu önemli kılıyordu. Bütün bu sebeplerden dolayı erkek çocuk Araplar için güç demekti. Bu hususu peygamberimizin dedesi Abdumütalibin üzerinden de görmek mümkündür. Zemzem kuyusunu kazarken Abdumütalibin tek bir oğlu vardı. İleride güçsüz duruma düşeceğini düşündüğü için, Allah’tan 10 tane erkek çocuk istiyor, hatta 10 çocuğu olursa birisini kurban olarak adayacağını vadediyordu.
Kız çocuklarına ise çok değer vermiyorlardı. Bunun temel sebebi, kabileyi düşmana karşı koruyacak gücünün olmaması, savaşlarda düşmanın eline geçerek düşmanın cariyesi olması gibi sebeplerden dolayı kız çocuklarını erkek çocukları gibi değerli görülmüyordu. O toplumda yaşayanların bir kısmı, kız çocukları dünyaya geldiği zaman ya utanıyor, ya kınamalara muhatap oluyor veya kızı biraz büyüdüğünde götürüp onu diri diri toprağa gömüyordu. Kur’an cahiliyye Arapların bu anlayışlarını şu şekilde ifade etmektedir; “Demek erkek size, dişi O'na öyle mi?” (Necm, 21) “Onlardan birine kız (çocuk) müjdelendiği zaman içi öfkeyle-taşarak yüzü simsiyah kesilir.” Necm, 58) “Diri diri toprağa gömülen kıza, hangi günah sebebiyle öldürüldüğü sorulduğunda!” (Tekfir, 8-9)
Yine o toplumun, toplumsal yapısını oluşturan önemli bir faktör de kölelik müessesidir. Köleler, toplumsal yapının en alt tabakasını oluşturan toplumsal sınıftı. Daha çok savaşlarda esir alınan insanlar köleleştiriliyor, köleleştirilen bu insanları efendilerinden satın alarakda sahip olabiliyorlardı. Köleler insan değil, ancak bir mal muamelesi görüyorlardı. Karın topluğuna efendisinin her türlü ihtiyaçlarını karşılamak zorundaydılar. Kendi iradeleriyle kölelikten kurtulamıyor, ya efendisinin azat etmesiyle, yada efendisiyle yapacağı “özgürlüğünü satın alma” antlaşmasıyla kölelikten kurtulabiliyordu. Bekâr olan kadın köleler/cariyeler, efendilerinin aynı zamanda istedikleri zaman yatağına aldığı kimselerdi. Kimileri de, bekâr olan kadın kölelerine para karşılığında fuhuş yaptırıyordu. “…Namuslu yaşamak isterlerse, dünya hayatının geçici menfaatini elde etmek için câriyelerinizi fuhuş yapmaya zorlamayın. Kim onları zorlarsa bilinsin ki Allah, onların zorlanmaları sebebiyle bağışlayıcıdır, esirgeyicidir.” (Nur, 33)
Neredeyse köleler, o toplumun yarısını oluşturuyordu. Kölelerin mal ve mülk edinme hakları söz konusu olmamaktaydı. Kölelerin edindikleri mallar efendilerine aitti. Ayrıca kölelikten kurtulan kimseler toplumsal sınıf olarak hiçbir zaman asil insanlar gibi kabul edilmiyor, köleler ve asiller arasında “mevali” denilen orta bir sınıfı oluşturuyordu.
Cahiliye toplumunun bir başka problemi yönü ise içkinin yaygın olarak tüketilmesiydi. İçki o kadar fazla tüketiliyordu ki, hemen içki içmeyen insan yok gibiydi. Ticaretlerinde en fazla alıp sattıkları şey içkiydi. Fazla içki içebilmeyi bir üstünlük sayılıyordu. İçki kesin olarak Medine döneminin dördüncü yılında, Mâide sûresi 90. âyet ile yasaklanıncaya kadar, sahabelerin de çoğu içki tüketiyordu.
Yine o toplumumun toplumsal problemlerinden biriside kumardı. Daha çok şans oklarıyla oynadıkları kumar, o toplumda da kolay para kazanma yolarından birisiydi.
Cahiliyye toplumlarının müptela olduğu ve toplumsal problemlere yol açan hususlardan birisi de zina ve fuhşun yaygın olmasıydı. Risalet öncesi Arap toplumunda, fuhuş yaygın olarak bulunmaktaydı. O toplumda fuhuş evleri olduğu gibi, cariyeler para karşılığında fuhşa zorlanıyor, fuhuş kimi insanlar için adeta kazanç kapısı durumundaydı. Hz. Âişe annemizden gelen bir rivayet bize, cahiliyenin bu konudaki karnesini resmetmektedir. Söz konusu rivayet özet olarak şu şekildedir;
Cahiliye döneminin kadın erkek arasındaki münasebetler 4 şekilde oloyurdu;
Bütün bunlar o toplumda kadın erkek arasındaki çarpık ilişkilerin hangi boyutlarda olduğunu göstermektedir.
EKONOMİK HAYAT
Hicaz bölgesi çorak ve uçsuz bucaksız çöllerden oluştuğu için, o bölgede tarım ve zirai ürünler, bazı yerler hariç yetişmiyor, insanlar geçimlerini ticaretle sağlıyorlardı. Yemen ve Şam tarafına gönderdikleri ticaret kervanları vesilesiyle gelir elde ediyor, bununla da geçimlerini sağlıyorlardı. Hac aylarında Mekke’de panayırlar/fuarlar kuruluyor, bir taraftan Hac ibadeti yapılırken bir taraftan da alış veriş yaparak kazanç elde ediyorlardı. Hicazın bazı bölgelerinde tarım ürünleri yetiştirilirken, özellikle Mekke’de bu söz konusu olmamaktaydı. Diğer bölgelere oranla Mekke ticarete daha muhtaç bir yerdi. Mekkeliler geçinmelerini sağlamak için ticaret yapmak zorundaydılar.
Birçok ahlâki değerden yoksun oldukları için ticaretlerinde haksız kazanç sağlıyor, hile ve aldatmaya başvuruyorlardı. Bu problem Kureyş’in saygınlığına zarar verecek bir boyuta ulaştığında, içlerinden bazıları bu uygulamalara dur diyebilme adına, “Hulfu’l Fudûl” adındaki müessesi kurarak bunlarla mücadele etmeye çalışmışlardı.
Yine cahiliyye dönemi ekonomik uygulamalarında bir tanesi de, tefecilik anlamındaki faiz idi. Bu uygulama zenginlerin fakirlere borç para vermesi, günü geldiğinde ödeyememesi durumunda ise, yeni bir vade günü belirleyerek ödeyeceği paranın miktarını artırmak şeklinde oluyordu. Ebû Leheb’in Kureyş ile birlikte Bedir savaşına katılmama sebebi, faizli borç verdiği birisini kendi yerine borcunun silme karşılığında savaşa göndermesidir.
İBADETLERİ
İbrahim (a.s)’dan beridir yürüklükte olan Hac ibadeti, cahiliyye Araplarının da yapageldikleri bir ibadetti. Lakin asli yapısını bozarak içerisine birçok hurafe karıştırmışlardı. Allah’ın adını zikretmeleri gereken yerlerde atalarının adını anıyorlardı. İnsanların günlük elbiselerle tavaf yapmalarını doğru görmeyerek ya yeni elbiseler satın alarak o elbiselerle, yada çıplak olarak tavaf yapmaları gerektiğine inanıyorlardı. Günlük elbiselerle günah işlendiğini, dolayısıyla tavafın o elbiselerle yapılamayacağına inanıyorlardı. Bunun için ya giyildiği zaman hiç günah işlenmemiş bir elbiseyle, bu söz konusu değilse yeni satın alınan bir elbiseyle veya çıplak olarak tavaf yapılması gerektiğini düşünüyorlardı. Yeni elbise alacak durumu olmayanlar Kâbe’yi gece çıplak olarak tavaf yapmak zorunda kalıyordu.
Yine farklı şekilde de olsa Namaz kıldıklarını Kur’an’dan öğreniyoruz; “Beytullah’ın yanında onların namazı ıslık çalmak ve el çırpmaktan ibarettir. Madem öyle, küfrünüze karşılık azabı tadın!” (Enfal, 35) Yine bazı rivayetlerde oruç tutulduğuna dair de nakiller söz konusudur.[4] Yine daha öncede geçtiği gibi kurban ibadetleri de söz konusuydu. Gerek hac ibadeti için, gerekse de putlar ve dikili taşlar için kurban kestikleri söz konusuydu.
Arap cahiliyesi, din adamı olarak kabul ettikleri kahinlere ayrı bir ilgi gösteriyorlardı. Karşılaştıkları ve içinden çıkamadıkları durumlarda kahinlere baş vuruyor, onların yönlendirmesiyle hareket ediyorlardı. Hz. Peygamberimizin dedesi Abdulmüttalib de, oğlunu kurban edeceği zaman kahine başvuruyor ve onun yönlendirmesiyle hareket ediyordu.
O toplumun bir başka ibadeti ise putlara secde etmeleri, el sürmeleri ve putların etrafında tavaf yapar gibi dönmeleriydi. Bu uygulamalar da cahiliyye Araplarının yaptığı ibadetlerdendi.
ARAPLARDAKİ OLUMLU ÖZELİKLER
Altıncı arsın Arap toplumunun cahiliyye toplumu olarak kabul edilmesi, onların hiç iyi yönlerinin olmadığı anlamına gelmemektedir. O toplumda da nice olumlu yönleri olan insanlar söz konusuydu. Bunları şu şekilde saymak mümkündür; Edebiyat ve söz sanatında çok mahirdiler. Okuma yazma oranının düşük olmasına rağmen şiirde bir hayli ilerlemiş, hatta söz sanatı adeta o toplumun öne çıkan en önemli özelliği haline gelmişti. Toplantılarda ve panayırlarda şiir yarışmaları yapılır, başarı elde eden şiirler Kâbe’nin duvarına asılırdı. Şiir ve söz sanatında bu kadar mahir olmalarından dolayı Kur’an, bu yönüyle onlara mucize (bir benzerini getirmekten insanları acze düşüren) bir kitap olarak gönderilmiştir.
Yine cahiliyye Arapları, asalete çok önem veriyorlardı. Asil bir soydan geldikleri için övünüyor ve asaletlerine gölge düşürecek şeylerden sakınıyorlardı. Ebû Süfyân’ın Bizans kralı Harekleus karşısında Efendimizle ilgili sorulara doğru cevap vermesinin nedeni, yalan söylediği taktirde asaletine zarar geleceği korkusuydu.
Cahiliyye Araplarının bir başka olumlu özellikleri, cömert olmalarıydı. Misafir ağırlamayı ve misafire ikram etmeyi severlerdi. Hz. İbrahim’in misafire ikram etme sünnetini onlarda, atalarından devraldıkları bir özellik olarak sürdürüyorlardı. Hacıları misafir olarak görüyor ve onlara su ve yemek ikramı için adeta birbirleriyle yarışıyorlardı. Bu görevlerde bulunmak kabileler için büyük bir şerefti.
Bir başka olumu özellikleri de, zorluklara karşı dirençli olmalarıydı. İçerisinde yaşadıkları çöl hayatının bir gereği olarak, zor yaşam koşullarına karşı dirençli, düşmana karşı da savaşçı kimlikleriyle ön plandaydılar.
Ayrı bir özellik olarak da, kabile dayanışması ve silah-ı rahmi sayabiliriz. Kabile bireyleri arasında çok güçlü bir dayanışma söz konusuydu. Hatta bu yönleri o kadar ön plandaydı ki, haklı ve haksız demeden kabile bireylerini korumak için canlarını vermekten uzak durmuyorlardı. Bundan dolayı yıllara dayanan kabile savaşları söz konusu olmaktaydı.
Cahiliyye Araplarının geneli, bilinen manada şehir hayatında yaşamadıklarından dolayı, insan ilişkilerinde açık yürekli, sözünü esirgemeyen bir tavırları söz konusuydu. İnsan ilişkilerinde içleri ve dışları farklı değil, kalpleri nasılsa davranış ve sözleri de o şekildeydi.
Bunların haricinde daha başka birçok olumlu özellikleri bünyelerinde barındırıyorlardı. Lakin burası bunun yeri olmadığı için daha fazla detaya girilmeyecek, verilen örnekler konunun anlaşılmasına katkı sağlayacağını umuyorum.
HANİFLER
Cahiliyye Arapları içerisinde, sayıları çok az ve etkin olmasalar da kendilerini Hz. İbrahim’in (a.s.) dinin en doğru temsilcileri olarak gören Hanifler de vardı. Bunlar şiddetli bir şekilde putları reddediyor, putlara dair bütün uygulamalara şiddetle karşı çıkıyorlardı. Putlara kaşı bu tutumlarının haricinde o topluma sunabilecek bir alternatifleri de yoktu. Sayılarının da az olması hasebiyle, putperest diğer Araplar tarafından da ciddi bir tepkiyle karşılaşmıyorlardı.
Kendilerini Hanifliğe nispet eden kişilerin en önde gelenleri şunlardı; Kus b. Said, Zeyd b. Amr, Ümeyye b. es-Sakâfi, İbnu’l Kays gibi şahsiyetlerin isimlerini zikredebiliriz. Efendimiz İslâm dâvetine başladığında bunlardan hayatta olanlar, O’nun dâvetine icabet etmek bir tarafa, diğer Araplar gibi düşmanca bir tavır takınmışlardır.
HIRİSTİYANLAR
Hıristiyanlık Arabistan’ın güneyi ve kuzeyinde çok etkin bir dindi. Yemen, Hıristiyan Habeşistan’ın egemenliği altında olduğundan, o gölgede Hıristiyanlık yayılmış bir durumdaydı. Arap yarımadasının kuzeyinde yer olan Şâm, Filistin civarları da yine Hıristiyan olan Bizans’ın etkisiyle Hıristiyanlaşmıştı.
Hz. Îsa’nın (a.s) getirdiği hak din olan İslâm, Pavlus tarafından değiştirilerek Hıristiyanlığa dönüştürülmüştü. Hayatında Hz. Îsa’nın düşmanı bir Yahudi olan Pavlus, vefatından sonra ona iman ettiğini söyleyerek kendi düşüncelerini din olarak sunmaya başlıyor ve neticede Pavlus’un yorumladığı hususlar süreç içerisinde din olarak kabul ediliyor.
Hz. Îsa’ya, onun dinine ve o dinin müntesibi Müslümanlara 300 yıl baskı yapan Doğu Roma İmparatoğluğu, miladi 320 yılında Kral Konstantin Hıristiyanlık inancını benimsemesi ve devletin resmi dini haline getirmesiyle Hıristiyan oluyor. Hemen akabinde, 325 yılında İznik Konsilini toplayarak Hıristiyanlığı, Romanın da kabul edebileceği şu anki haline getirerek resmileştiriyor. Roma; Hz. Îsa’nın tevhid dinini değil, içerisine putperestliği de yerleştirdiği şu anki Hıristiyanlığı oluşturmuş, sonrada resmi din olarak kabul etmiştir. Teslis inancı, bu aşamada Hıristiyanlığın içerisine sokulmuş, yine İsâ ve Meryem heykelleri, haç sembolü de bu süreçte dinin içerisine girmiştir. Yine “tanrının hakkı tanrıya, kralın hakkı da krala” anlayışı da bu süreçte İncillerin içerisine yerleştirilmiştir.
Roma imparatorları, tanrının yeryüzündeki temsilcileri olarak kabul ediliyordu. Bu inanç, Roma’nın Hıristiyanlığı kabul etmesiyle, evrilerek Hz. İsâ’nın “tanrının oğlu” olduğu inancına dönüşmüştür.
YAHUDİLİK
Yahudiler Arabistan’ın kuzey batı tarafı olan, Küdüs civarında etkindiler. Ayrıca Babil kralı Buhtunnasr, Küdüs’ü işgal ederek büyük bir kıyım yaptığı zaman, bazı Yahudiler kaçarak hicaz taraflarına gitmişlerdir. Bu sebeple Hayber ve civarı, Medine gibi Hıcaz’ın bazı şehirlerinde Yahudiler de yaşıyorlardı.
Yahudiler kutsal kitaplarını tahrif etmiş, işlerine gelmeyen kısımları çıkartmış, istedikleri hususları da kitabın içerisine dâhil etmişlerdir. Kitabın kelimelerini tahrif ederek kitabı değiştirdiklerini Kur’an şu şekilde gündeme getiriyor; “Ey peygamber! Kalpleri inanmadığı halde ağızlarıyla "iman ettik" diyenlerden ve Yahudilerden küfürde yarışanlar seni üzmesin. Onlar hep yalana kulak verirler, sana gelmeyen başka bir kesimi dinler dururlar; kelimeleri konulduğu anlamlarından kaydırıp değiştirirler. "Eğer size şu verilirse hemen alın, eğer o verilmezse uzak durun" derler. Allah bir kimseyi fitneye düşürmek isterse elbette Allah’ın iradesine karşı senin elinden hiçbir şey gelmez. İşte onlar Allah’ın, kalplerini temizlemek istemediği kimselerdir. Onların dünyadaki hakkı büyük bir rezilliktir. Âhirette de onlar için büyük bir azap vardır.” (Mâide, 41)
“Yahudilerden bir kısmı kelimelerin mânalarını çarpıtıyorlar. Dillerini eğip bükerek ve dine saldırarak “işittik ve karşı geldik; dinle, dinlemez olası, râinâ” diyorlar. Eğer onlar “Dinledik ve itaat ettik, dinle ve bizi gözet” deselerdi şüphesiz kendileri için daha hayırlı ve daha doğru olacaktı; fakat inkârları sebebiyle Allah onları lânetlemiştir. Artık pek az inanırlar.” (Nisâ, 46) Tahrif edilmiş bir dine inanıyorlar.
Kendilerini seçilmiş bir topluluk olarak görüyorlar, Allah’ın sevgilileri ve oğullarıyız diyorlardı; “Yahudiler ve Hıristiyanlar «Biz Allah'ın oğulları ve sevgilileriyiz» dediler. De ki: Öyleyse günahlarınızdan dolayı size niçin azap ediyor? Doğrusu siz de O'nun yarattığı insanlardansınız. O, dilediğini bağışlar ve dilediğine azap eder. Göklerde, yerde ve ikisinin arasında ne varsa mülkiyeti Allah'a aittir. Sonunda dönüş de ancak O'nadır.” (Mâide, 18) Dolayısıyla Yahudi olmayanların kendileriyle eşit olamayacağını, diğer kavimlerin ancak kendilerine hizmet etmeleri için yaratıldığını söylüyorlardı.
Kendilerinden olmayanlara, dinlerinin yasakladığı şeyleri yapmakta bir beis görmüyorlardı. Kendi aralarında faiz gelirini meşru görmezken, Yahudi olmayanlara faizli para vermeyi helal görüyorlardı; “Ehl-i kitaptan öylesi vardır ki, ona yüklerle mal emanet bıraksan, onu sana noksansız iade eder. Fakat onlardan öylesi de vardır ki, ona bir dinar emanet bıraksan, tepesine dikilip durmazsan onu sana iade etmez. Bu da onların, «Ümmîlere karşı yaptıklarımızdan dolayı bize vebal yoktur» demelerindendir. Allah adına bile bile yalan söylüyorlar.” (Âli İmrân, 75) Ayrıca, kendilerine haram olan yiyecekleri Yahudi olmayanlara satmakta bir beis gömüyorlardı.
Hz. Îsa (a.s.), onlara müjdelenen ve bekledikleri Mesih olduğu halde, onun kabul etmedikleri gibi hatta onu katletmek için Roma devletiyle işbirliği yaptılar. Ayrıca nice peygamberleri arzularına uymayan şeyleri getirdikleri gerekçesiyle katletmişlerdir; “Andolsun biz İsrâiloğulları’ndan kesin söz almış ve onlara peygamberler göndermiştik. Ne zaman bir peygamber onlara nefislerinin hoşlanmadığı bir şey getirdiyse, bir kısmına yalancı dediler, bir kısmını da öldürdüler.” Mâide, 70)
Ayrıca Uzeyir’i Allah’ın oğlu olarak görenler olduğu gibi; “Yahudiler "Üzeyir Allah’ın oğludur" dediler…” (Tevbe, 30) Allah’ın nimetlerine karşı nankörlük edenler de söz konusuydu.[5] Peygamberlerine; “Dediler ki: “Ey Mûsa! Onlar orada bulundukça, biz oraya asla girmeyeceğiz. Sen ve Rabbin gidin, onlarla savaşın. Biz burada oturacağız.” (Mâide, 24) diyenler olduğu gibi, peygamberlerinden kendilerine put yapmasını istemeler de vardı; “İsrailoğullarını denizden geçirdik, orada kendilerine mahsus birtakım putlara tapan bir kavme rastladılar. Bunun üzerine: Ey Musa! Onların tanrıları olduğu gibi, sen de bizim için bir tanrı yap! dediler. Musa: Gerçekten siz cahil bir toplumsunuz, dedi.” (A’raf, 138) bu ve buna benzer daha nice olumsuzluklar onların taşkınlıklarından bir kısmıdır.[6]
Medine’de üç büyük Yahudi kabilesi vardı, bunlar; Ben-i Kaynuka, Ben-i Nâdir ve Ben-i Kurayza kabileleriydi. Ayrıca, Hayber ve Dûmet-ül Cendel’de de Yahudiler yaşamaktaydı.
DÖNEMİN İKİ SÜPER GÜCÜ
Miladi 6. yüz yıla geldiğimiz de, dünya üzerinde iki süper gücün olduğunu görmekteyiz. Birisi bu günün Hıristiyan batı dünyasının selefleri olan Bizans, diğeri de kadim bir geçmişi olan ve bu günkü İran’ın selefleri olan Sasani imparatorluğudur. Bunlarla birlikte dünyanın diğer coğrafyalarında irili ufaklı birçok devletler söz konusudur. Lakin bu iki devlet kadar toplumlar üzerinde otoriteleri yoktu.
Putperest bir geçmişleri olsa da, miladi 320’de Hıristiyanlığı resmen kabul etmiş ve Hıristiyanlık dinini benimseyen bir devlettir. Selefleri olan Roma’dan devraldıkları çok büyük bir devlet gelenekleri vardı. Avrupa, Anadolu ve Arap yarımadasının kuzeyi gibi, çok büyük bir coğrafyaya hükmediyorlardı.
Ateşperest bir toplumdu. Zerdüştlük dinine mensuplardı. Kutsal kitap olarak “Avasta”ya inanıyorlardı. Mecusilik, Zerdüşlüğün en fazla kabul gören din anlayışıdır. Mecusilikte en öne çıkan inanç, ateşi kutsal kabul ederek ona tapmak anlayışıdır. Ayrıca Mecusiler, kâinatta bir iyilik birde kötülük tanrısının olduğuna inanılar. Ayrıca bu iki tanrının da devamlı kâinat ve insan nefsi üzerinde birbirleriyle mücadele ettiklerine inanırlar.
Süreç içerisinde Mecusiler içerisinde ortaya çıkan mezheplerden bir tanesi, Mazdekizimdir. Mazdekler; insanın da malın da tüm insanlara ait olduğunu, dolaysıyla da, mülkiyet hakkı ve bir kadına sahip olma hakkı diye bir şeyi kabul etmiyor, malın ve kadının toplumun ortak değeri olduğunu savunuyorlardı. Bu anlayışdan dolayı da, her türlü cinselliği serbest görüyorlardı. Bu inanç eksi İran’da o kadar yayılmıştı ki, Sasani imparatorlarından bazıları bu inancı benimsedikleri için evelenmenin yasak olduğu yakınlarıyla evelenmişlerdir.
Mecusilik içerisinde Mazdekizme bir tepki olarak ortaya çıkan bir başka mezhep de, Manehizimdir. Bunlar Mazdeklere tepki olarak ortaya çıktıkları için, her türlü evliliği yasak kabul ediyorlardı. Bunlara göre insan neslinin üremesini engellemek gerekmekteydi. Çünkü bu felsefeye göre insan nesli çoğaldığında kötülüklerde çoğalacaktı. Toplum bir aşırılıktan diğer bir aşırılığa bu mezhepler eliyle savruluyordu.
Sasaniler, doğuda çok büyük bir coğrafyaya hükmeden güçlü bir devlet gelenekleri vardı. Putperest bir inanca sahip olduklarından, her türlü toplumsal sapmayı yaşıyorlardı. Devletin toplum üzerinde ezici bir baskısı vardı. Pers milliyetçiliğine dayanan bir toplumsal yapı oluşturduklarından dolayı başta komşuları Araplar olmak üzere diğer kavimleri küçümsüyorlardı.
BUDİZM VE BARAHMANİZM
Miladi 6. yüzyılda Arap yarımadasının hemen yakınında bulunan Hind diyarında da başka din anlayışı olan Budizm ve Barahmanizm etkindi. Bu bâtıl dinler, Hind kıtasında hakim durumdaydılar.
Budistler, Buda’nın mistik ve ruhçu öğretisini benimsedikleri için, manastırlarda Mirvana’ya ulaşmak için uzlet hayatı yaşıyor, dünya nimetlerinden uzak durmayı temel dini bir referans olarak görüyorlardı. İnsan, kendisini mutsuz edecek şeylerden kurtulması için öncelikle nefsini kötü arzulardan kurtarması gerektiğine inanıyorlardı. Bunu gerçekleştirmek içinde nefsin arzularına karşı çıkarak onları yok etmeye çalışmak gerektiğine inanıyorlardı. Bunun için rahat yatak vb. şeylerde değil, eziyet veren yerlerde yatmak gerektiğine inanıyor ve öyle yapıyorlardı.
Benzer durum Barahmanistler için de söz konusudur. Barahmanistler de öne çıkan en önemli husus ise kast sistemidir. Bu dine göre insanlar dört sınıfa ayrılmaktadırlar. Birinci sınıfı; tanrıları olan Barahma’nın başından yaratılan din adamları ve bilginler sınıfı oluşturmaktadır. İkinci sınıf; Barahmanın karnından yaratılan askerler ve soylular sınıfı oluşturmaktadır. Üçüncü sınıf; Barahmanın bacakalarından yaratılan tüccar, esnaf ve çiftçi sınıfından oluşmaktadır. Dördüncü sınıfı ise; Barahmanın ayaklarından yaratılan köleler ve pis işlerde çalışan işçiler sınıfı oluşturmaktadır. Bir beşinci sının daha vardır ki, bunlara “parya” denilmekte ve bunlar insan bile sayılmamaktadır. Bu dine göre, sınıflar arasında herhangi bir geçiş söz konusu değildir. Bu sınıflar arasında eşitlik olmadığından, sınıflar arası evlilikte yasaktır. Yani üçüncü sınıf olan “köleler sınıfında” doğan bir kimse, bir üst sınıfa asla geçiş yapamaz, bu sınıfın dışında başka bir sınıftan olan kadınlarla da evlenemez, bunlardan doğan çocuklarda köleler sınıfından sayılırdı.
Bütün bunlar bize miladi 6. yüzyıla geldiğimizde, dünyanın inanç mozaiğinin nasıl bir yapıya sahip olduğunu göstermektedir. İnsanların din olarak kabul ettiği her hayat görüşü, insanların dünya ve ahiret saadetini yakalamalarına olanak sağlayacak nitelikte olmadığı gibi, tam aksine insanları her geçen gün dünyada huzurlu bir şekilde yaşamaktan uzaklaştırarak kaos ve kargaşanın içerisine sürüklediğini görmekteyiz. İşte böyle bir atmosfer içerisinde daha önce defaatle doğan İslâm güneşi, karanlıklar içerisinde kalan insanlar üzerine bir kez daha doğuyordu.
Risalet İçin Neden Arap Yarımadası Seçilmiştir?
Konuyla ilgili olarak birçok görüş ortaya atılmıştır. Bu serdedilen görüşlerin hepsi içtihadidir. Genel manada Allah’ın taktiri ve dilemesi olarak ifade etmek en doğru yaklaşımdır. Lakin, Rabbimizin neden bu şekilde dileğinin hikmetini anlama çabamızın da olmasının bir mahzuru yoktur. Bu çerçevede alimlerin de gündeme getirdikleri hususlar şunlardır;
Genel olarak Hicaz bölgesinde, özel manada da Mekke’de otoriter bir devlet anlayışının olmaması; Mekke’de, Sasani ve Bizans’ta olduğu gibi baskıcı bir otoritenin olmaması; dolayısıyla da dâvetin baskı altına alınarak önünün kesilmemesi, o bölgenin seçilmesi için bir sebeptir. Hatırlanacağı gibi, Îsa, Zekeriyya ve Yâhya (a.s.) Doğu Roma’ın hâkimiyeti altında peygamberlik mücadelesini sürdürdüklerinden dolayı, kendilerine hayat hakkı tanınmadı, dâvet baskı altına alındı hata peygamberlerin hayatına bile kast edildi. İnsanlığa son bir çağrı olan ve kıyamete kadar yürürlükte kalacak bir dinin, böyle baskıların olduğu bir yerde hayat bulmasının zorlaşacağı muhakkaktır. Mekke’de ise, kabile gücüne dayanan bir siyasal sistem olduğundan dolayı, kabileler birbirlerine karşı güç dengesi oluşturuyor ve genel olarak bir kabilenin diğerlerine baskı uygulaması söz konusu olmuyordu.
Arap Yarımadasının coğrafi durumu da, o bölgenin seçilmesinde önemli bir etkendir. Doğusunda Aysa kıtası, kuzeyinin Avrupa kıtası ve batısında ise Afrika kıtası yer almaktaydı ve Arap yarımadası tüm bu bölgelerin ortasında bulunuyordu. Buda, dâveti o kıtalara yayılmasında önemli bir etken durumundaydı. Dolayısıyla da, Arap Yarımadasının tercih edilmesinin sebeplerinden birisi de budur.
Allah’a kulluğun en barız simgesi olan Kâbe’nin, o coğrafyada olmasından dolayı o bölgenin seçilmiş olması da kuvvetle muhtemeldir. Her ne kadar bölge halkı tevhitten uzaklaşarak şirkte bulaşmış olsalar da, Kâbe’nin Allah’ın evi olduğunu biliyor ve hürmet gösteriyorlardı. Ayrıca Kâbe, bütün Araplar için kutsal kabul ediliyor ve bundan dolayı sık sık uğradıkları bir beldeydi. Gerek Hac için, gerekse de ticaret yapmak kastıyla, insanlar akın akın bu beldeye geliyorlardı. Böyle bir konuma sahip olması da dâvetin orası üzerinden yayılmasını kolaylaştıracaktı.
İşte bu gibi etkenlerden dolayı Rabbimiz, İslâm güneşinin tekrardan doğacağı yer olarak Arap yarımadasını seçmiştir. İslâm güneşi, o bölgeden başlayarak dünyanın geri kalan kısmını aydınlatacaktı.
MEKKE’NİN TARİHİ
Mekke’nin tarihini Hz. Âdem (a.s.) ile başlatan tarihçiler olduğu gibi, İbrahim (a.s.) ile başlatanlar da vardır. Kur’an’da bu iki görüşünde doğru olabileceğine dair deliller söz konusudur. Hz. Âdem ile başladığını söyleyenler kendilerine delil olarak aldıkları âyet şudur; “Şüphesiz, âlemlere bereket ve hidayet kaynağı olarak insanlar için kurulan ilk ev (mâbet), Mekke'deki (Kâbe)dir.” (Ali İmran, 96) Bu âyette geçen “insanlar için kurulan ilk ev” ifadesi, bu düşüncenin doğru olduğunun bir işareti gibidir. Çünkü İslâm ilk insandan beridir Allah’ın insanlara gönderildiği bir dindir. Dolayısıyla da İbrahim (a.s.) zamanına kadar insanların toplu olarak ibadet edecekleri bir mekânın bulunmaması düşünülemez.
Ayrıca şu âyette bu konuya delil olarak öne sürülmüştür; “Ey Rabbimiz! Ey sahibimiz! Namazı dosdoğru kılmaları için ben, neslimden bir kısmını senin Beyt-i Harem'inin (Kâbe'nin) yanında, ziraat yapılmayan bir vâdiye yerleştirdim. Artık sen de insanlardan bir kısmının gönüllerini onlara meyledici kıl ve meyvelerden bunlara rızık ver! Umulur ki bu nimetlere şükrederler.” (İbrahim, 37) görüldüğü üzere bu âyette İbrahim (a.s.) çocuklarını; “Senin beytinin yanına” bıraktım ifadesi söz konusudur. Bu ifadeden de anlaşılıyor ki, Kâbe İbrahim (a.s.)’dan önce yapılmış, Kâbe Mekke’de bulunduğu için İbrahim (a.s.)’da çocuğunu ve eşini buraya bırakmıştır.
İbrahim (a.s.) zamanından başlatanlar ise; bir taraftan tarih kitaplarındaki rivayetleri, bit taraftan da Kâbe’nin İbrahim ve İsmâil (a.s.) tarafından yapıldığını ifade eden âyeti delil getirmektedirler. Âyet şu şekildedir; “وَاِذْ يَرْفَعُ اِبْرٰه۪يمُ الْقَوَاعِدَ مِنَ الْبَيْتِ وَاِسْمٰع۪يلُۜ رَبَّنَا تَقَبَّلْ مِنَّاۜ اِنَّكَ اَنْتَ السَّم۪يعُ الْعَل۪يمُ “Bir zamanlar İbrahim, İsmail ile beraber Beytullah'ın temellerini yükseltiyor, (şöyle diyorlardı:) Ey Rabbimiz! Bizden bunu kabul buyur; şüphesiz sen işitensin, bilensin.” (Bakara, 127) Bu âyet-i kerime de Kâbe’nin temellerinin İbrahim ve İsmâil (a.s.) tarafından yükseltildiği söylenmektedir. Dolayısıyla da Mekke’in ilk yerleşimcileri Hacer ve İsmâil olduğu yönündeki rivayetlerin doğru olduğunu, Kâbe’yi de ilk olarak, bu iki peygamberin yaptığını gösteriyor demektedirler.
İster birinci görüş esas alınsın, ister ikinci görüş alınsın, bize ulaşan tarihi verilere göre Mekke’nin tarihi şu şekildedir. İbrahim (a.s.) Keldanilere yönelik yaptığı tebliğde bir netice alamaması ve babası tarafından kovulması neticesinde Allah’ın kendisine hicret izni vermesiyle birlikte, Allah’ın da yönlendirmesiyle karısı Hacer ve oğlu İsmâil’i, o dönemde yaşamın olmadığı Mekke’ye bırakmasıyla başlıyor.
Hz. İbrahim’in, Hacer ve İsmâil’i çorak bir arazi olan ve kimselerin yaşamadığı Mekke vadisine bırakıyor. Sonra geriye döneceğini söylediğinde Hacer annemiz; kendilerini o vadiye neden bıraktığını, bunu kendi kararıyla mı yoksa Allah’ın emriyle mi yaptığını sormuştur. İbrahim’in (a.s.) Allah’ın emriyle yaptığını söylemiş, bunun üzerine Hacer annemiz, Allah’ın kendilerini yalnız bırakmayacağını söyleyerek bu karara teslimiyet göstermiştir. Tarihi rivayetlerin bize aktardığına göre; daha çocuk denilecek yaşlarda olan İsmâil, susuyor ve Hacer annemiz ona su aramaya çıkıyor. Sâfa ve Merve tepeleri arasında su bulma umuduyla koşuşturuyor. Tam ümidini kestiği bir zamanda Allah İsmâil’ın ayağının altından zemzem suyunu çıkartarak onları nasiplendiriyor. Bazı alimler, Hac ve Umre de, Sâfa ve Merve arasında yapılan Say’ın Hacer annemizin bu koşturmasına bir atıf olduğunu söylemektedirler.
Allah’ın lütfuyla suyun çıkması neticesinde, Ben-i Cürhüm kabilesi Hacer annemizden izin isteyerek o bölgeye yerleşiyorlar. İşte bu vesileyle Mekke vadisinde yaşam yeniden başlamış oluyordu.
İsmâil (a.s.) evlilik çağına geldiğinde, Ben-i Cürhümlü bir kızla evleniyor. Bu şekilde de Ben-i Cürhüm ile akrabalık bağları oluşuyor.
Birkaç kez Mekke’yi ziyaret eden İbrahim (a.s.), bu ziyaretlerinin birisinde oğlu İslmâil ile birlikte, Kâbe’yi inşa ediyorlar. Konu daha öncede bir vesileyle gündeme getirdiğimiz âyette şu şekilde ifade edilmektedir; “وَاِذْ يَرْفَعُ اِبْرٰه۪يمُ الْقَوَاعِدَ مِنَ الْبَيْتِ وَاِسْمٰع۪يلُۜ رَبَّنَا تَقَبَّلْ مِنَّاۜ اِنَّكَ اَنْتَ السَّم۪يعُ الْعَل۪يمُ “Bir zamanlar İbrahim, İsmail ile beraber Beytullah'ın temellerini yükseltiyor, (şöyle diyorlardı:) Ey Rabbimiz! Bizden bunu kabul buyur; şüphesiz sen işitensin, bilensin.” (Bakara, 127)
Hz. Peygamberimizin, İsmail (a.s.) ile aralarında 40 atası olduğu tarihçiler tarafından söylenmektedir. Tarihçiler arasında İlk 20. atası olan Adnan’a kadar isimler üzerinde ittifak söz konusu olsa da, ondan sonraki İsmâil’e kadar olan 20 atası üzerinde ittifak yoktur. Adnan’a kadar atalarının isimleri şu şekildedir; Adnân - Mead - Nizâr - Mudar - İlyâs - Müdrike - Huzeyme - Kinâne - Nadr - Mâlik - Fihr (Kureyş) - Galib - Lüey - Kâ‘b - Mürre - Kilâb - Kusay - Abdümenâf - Hâşim - Şeybe (Abdülmuttalib) - Abdullah – Muhammed (s.a.s.)
Peygamberimizin ataları arasında önemli bir takım hadiselerde ismi geçenleri, kısaca gündeme getirelim;
Peygamberimizin 12. sıradaki atası olan Firh b. Mâlik, Kureyşin kendisine nispet edildiği şahsiyettir. Kureyş kabilesinin bütün boyları Kureyş lakabıyla anılan Firh b. Mâlik’in soyundan gelmektedirler.
Huzâa kabilesi, daha önce Kureyş kabilesini yenilgiye uğratarak Mekke’den uzaklaştırmış ve birçok bölgeye dağılmalarına sebebiyet vermişlerdi. Peygamberimizin beşinci sıradaki atası olan Kusay b Kilab, Huzzâalıları Mekke’den uzaklaştırarak Kureyşi yeniden Mekke’de toplamayı başarmıştır.
Peygamberimizin üçüncü sıradaki atası olan Haşim b. Abdülmenaf, Dar’un Nedve’yi inşa ederek, yönetim üzerinde diğer kabileleri de söz sahibi yaptı. Bu şekilde de klasik manada olmasa da bir devlet oluşturulmuş oldu. Mekke’nin idaresi konusunda alınacak kararların kabilelerin birlikte karara bağlayacağı bir parlamento bu şekilde oluşmuş oldu. Dar’un Nedve, bundan sonra Mekke’de yaşayan kabilelerin önde gelenlerin iştirak ettiği bir yönetim merkezi olarak varlığını sürdürdü. Ayrıca Efendimizin kabilesi, bu atasına nispetle Haşimoğulları olarak isimlendiriliyordu.
Peygamberimizin ataları içinde hayatıyla ilgili en fazla bilgiye sahip olduğumuz kişi hiç kuşkusuz ki, Abdulmütalib b. Haşim (Şeybe)’dir. Babası Haşim, ticaret için uğradığı Medine’de Neccâroğullarından bir kadınla evlenir. Haşim, ticaret için gittiği Gazze’deyken vefat eder ve Abdulmütalib Medine’de dünyaya gelir. Saçındaki beyazlıktan dolayı ona Şeybe adını koyarlar.
Haşim’in kardeşi Mütalib, Haşim’in Medine’de erkek bir çocuğunun oluğundan haberdar olur ve Medine’ye gider. Annesini de ikna ederek onu Mekke’ye getirdi. İnsanlar onu Mütalib’in kölesi zannederek ona Abdulmutalib ismini verdiler. Asıl adı Şeybe olmasına rağmen Abdulmütalib isimle anılır olmuştur.
Abdulmütalib, Haşimoğullarının en büyüğü ve idarecisi olduğu zaman, rüyasında Zemzem kuyusunun bulunduğu yeri gördü ve onu bulmak için çalışmalara başladı. Netice de Uzzâalıların kapattığı zemzemi ve orada gömülü bulunan değerli eşyaları buldu. Zemzem kazılırken Abdulmütalibin Hâris adında tek bir oğlu vardır. Mekkeliler onu, tek oğlu olduğu için ayıplıyorlardı. Oda Allah’a dua ederek eğer kendisine on tane erkek çocuğu verirse birisini Allah’a kurban edeceğini adadı.
Abdulmütalibin daha sonra 16 tane çocuğu dünyaya geldi. Bunlardan 10 tanesi erkek 6 tanesi de kız. Erkek çocuklarının isimleri şu şekildedir; Haris, Zübeyr, Ebû Talib, Leheb,(Asıl adı, Abduluzza dir.) Kusem, Dırar, Mukavvim,(Asıl adı; Abdulkâbe olduğu söylenir) Hacl, Hz. Hamza (r.a) ve Hz. Abbas (r.a)'dır. Bunların içinde iman edenler ise; Hz. Hamza ve Hz. Abbas’tır. Kızlarının isimleri ise şu şekildedir: Beyzâ, Berra, Atike, Safiyye, Erva, Ümeyme’dir. Bunlardan Atike, Safiyye, Erva iman etmiştir.
Abudulmütalip, 10 tane erkek çocuğu olunca adağını yerine getirmek istedi. Çocuklarını toplar ve aralarında kura çeker. Kura Abdullah’a çıkar. Adağını yerine getirmek için hazırlanan Abudulmütlibe, Mekkeliler izin vermek istemezler. Çıkış yolu olarak da, kâhin bir kadına giderek danışmasını söylerler. Oda kâhine gider ve kâhin kadının kendisine sunduğu şu öneriyi kabul eder; O dönemde Arapların fal oklarının bulunduğu Zülhalesa putunun yanında, fal oku çekmesini ister. Fal oklarının bulunduğu çuvala birinde Abdullah, değerinde de 10 deve yazan iki ok koymasını ve develer çıkıncaya kadar develeri onar onar artırmasını söyler. O da, bunu yapar ve oklar hep Abdullah’a çıkar. Neticede devler 100 ulaştığında, develerin isminin yazılı olduğu ok çıkar. Emin olmak için iki defa daha okları çeker ve yine develerin yazıldığı ok çıkar. Bunun üzerine Abdullah’ın kesilmemesi gerektiğinden emin olan Abdulmütalib, 100 deveyi keserek insanlara dağıtır ve Abdullah’ı kurban etmekten vazgeçer. Bu uygulamadan sonra, öldürülen bir kişinin kan diyeti, 100 deve olarak örfleşir.
FİL VAKAASI
Habeşistan kralı Necaşi’nin Yemen valisi olan Ebrehe, Sana’ya büyük bir kilise yapar ve insanlara Kabe’yi değil de, bu kiliseyi ziyaret etmelerini emreder. Bunu duyan Araplardan birisi, bu kiliseye giderek bir tarafına pisler. Bu olaya çok öfkelenen Ebrehe, biraz da amacına ulaşmak için Kabe’yi yıkarak, insanları ticaret merkezi haline getirmek istediği Sana’ya çekmek gayesiyle 60 bin kişilik bir ordu hazırlayarak yola çıkar. Bu orduda 13 tanede Fil bulunmaktaydı
Yolda bazı Arap kabileleri onunla savaşır, lakin 60 bin kişiden oluşan ordu karşısında bir varlık gösteremez ve Ebrehe’nin ilerleyişini durduramazlar. Bazı kabileler ise, putlarına dokunması için onlara yardımcı olurlar. Netice de ordu, Mekke’nin dibine kadar gelir. Mekkeliler haberi aldıklarında, karşı koyamayacaklarını bildiklerinden Mekke’yi terk eder dağlara çekilirler. Abdulmütalib, Kabe’nin örtüsünü tutarak putlara değil yalnız Allah’a dua ederek Kâbe’yi korumasını ister.
Ebrehe Mekke yakınlarında ki Mugammes mevkiinde karargâhını kurduğunda, Mekke’nin en büyüğü olduğu için Abdulmütalibi huzuruna çağırır. Ebrehe’nin huzuruna çıkan Abdulmütalib, Ebrehe’den develerini ister ve Ebrehe bundan dolayı kendisini ayıplar; “Ben senin ve atalarının kutsal kabul ettiğin mabedini yıkmaya geldim, seni ise develerinin derdindesin” der. Abudulmütalib ise, “Ben develerin sahibiyim, Kâbe’nin sahibi de Allah’tır, dilerse evini size karşı korur” diyerek karşılık verir. Ebrehe develerin Abdulmütalibe verilmesini emreder. Devlerini alan Abdulmütalib oradan yarılır.
Ebrehe, ordusuna harekete geçme emri verir. Lakin Filler bir türlü hareket etmiyorlardı. Yemene doğru çevirdiklerinde hareket eden filler, Kâbe’ye doğru çevirdiklerinde çöküp kalıyorlardı. İşte bu esnada Kur’an-ı Kerim’de, Fil sûresinde ifade edilen akıbet meydana geldi. Ebabil kuşları attıkları taşlarla orduyu darmadağınık hale getirdiler. O günün şartlarında çok büyük bir ordu olan 60 bin kişilik Ebrehe ordusu, Allah’ın gazabına uğrayarak yok olurlar. Ebrehe de, Allah ile savaşa tutuşmanın bedelini ordusuyla birlikte feci bir şekilde canıyla ödemiş oldu. Olay, Kur’an-i Kerimde Fil sûresinde şu şekilde bize ibret alalım diye nakledilir; “Rabbin fil sahiplerine neler etti, görmedin mi? Onların kötü planlarını boşa çıkarmadı mı? Onların üstüne ebabil kuşları gönderdi. O kuşlar, onların üzerlerine pişkin tuğladan yapılmış taşlar atıyordu. Böylece Allah onları yenilip çiğnenmiş ekine çevirdi.” (Fil, 1-5)
Fil olayı Peygamberimizin doğumundan 50-54 gün önce gerçekleşmiştir.
Peygamberimizin babası Abdullah, Abdulmütalib’in çok sevdiği bir oğluydu. Evlilik çağına geldiğinde O’nu Mekke’nin soylularından olan, Âmine binti Vehb’le evlendirmişti. Abdullah, eşi hamileyken Şâm’a ticarete gitmek için yola çıkmış, ticaret kervanı Medine’ye vardığında orada hastalanmış ve dayıları olan Neccâroğullarının yanında vefat etmişti.
Vefat ettiğin de, Âmine 6 aylık hamileydi. Efendimizin doğumdan 2 ay sonra öldüğünü söyleyenlerde vardır. Âmine kocasının ölüm haberini duyduğunda çok üzülür ve kocası için ağıtlar yakar.
Abdullah, miras olarak birkaç tane koyun, beş tane deve ve Ümmü Eymen adında Habeşli kadın bir köle miras olarak geriye bırakmıştı.
DOĞUM VE PEYGAMBERLİ ÖNCESİ
Efendimizin doğumu, Miladi 571 yılı, Nisan ayının 20-21 gününe denk gelmektedir. Kameri takvimin göre ise, Rabi’ul Evvel ayının 9 veya 12 günü, dünyaya gelmiştir.
Siyer ve mağazi kitaplarında yer alan; Âmine annemizin; “Onu doğurduğum zaman benden Şam’ın saraylarını aydınlatacak bir nur çıktığını gördüm” sözü gibi haberlere itiyatla yaklaşılmalıdır. Yine o doğduğu gün, Kisra’nın sarayında çatlaklar oluştuğu, Mecusilerin bin yıldır yanan ateşlerinin söndüğü, sünnetli olarak dünyaya geldiği, sırtında peygamberlik mührünün bulunduğu gibi rivayetlere de ihtiyatla yaklaşılmalıdır. Bu anlatılanlar mutlak doğrudur yaklaşımıyla kabul edildiğinde birçok müşkül durum ortaya çıkmaktadır.
Abdulmütalib, peygamberimiz doğumuna çok seviniyor ve onu Kâbe’ye götürerek dua eder ve ona, Araplar arasında pek bilinmeyen Muhammed adını verir.
Peygamberimizin ilk sün annesi, Ebû Leheb’in cariyesi olan Suveybe’dir. Bu kadın, peygamber Efendimizin amcası Hz. Hamza ve Ebû Seleme’yi de emzirmiştir.
EFENDİMİZİN SÜTANNEYE VERİLMESİ
Mekkeliler, yeni doğan çocuklarını kırsalda yaşayan ailelere ücret karşılığında süt emzirsinler diye veriyorlardı. Sütanneye verme geleneğinin Mekke’de niçin gerekli görüldüğüyle ilgili olarak şu yorumlar yapılmıştır:
Ücret karşılığında emzirmek için süt çocuğu almak isteyen, kırlarda yaşayan kabileler her yıl Mekke’ye gelir ve yeni doğan çocukları yanlarına alarak götürürlerdi.
O yıl da, birçok kadın gibi Ben-i Sad kabilesine mensup olan Halime de, bir çocuk almak niyetiyle Mekke’ye gelmiş ve daha zengin bir çocuk bulamadığı için boş dönmemek adına peygamberimizi yanına alarak kabilesine dönmüştü.
Bize gelen rivayetler de Halime annemiz, Efendimizi yanına aldığında, Allah’ın kendilerine ikramı olan birçok bereketli durumla karşı karşıya kaldığı rivayet edilmektedir. Mekke’ye gelirken kafilenin en arkasında kalan cılız eşekleri, dönüşte herkesin önünde gidecek kadar hızlanıyor, ayrıca yaşanan kuraklıktan dolayı sütü olmayan hayvanlarının sütleri çoğalıyordu. Efendimiz Ben-i Sad kabilesinin yanında kaldığı sürece de benzer bereketlere ulaştıklarına dair rivayetler söz konusudur.
Efendimizin Ben-i Sad yurdunda ki, iki yılı dolunca, Halime annemiz onu Mekke’ye geri getiriyor ve annesi Âmine’den izin alarak bir müddet daha kendi yanında kalmasını istiyor. Âmine annemizde, o süreçte Mekke’de veba hastalığının yaygın olmasından dolayı, Efendimizin Halime annemizle birlikte kalmasına razı oluyor.
PEYGAMBERİMİZİN GÖĞSÜNÜN YARILMASI HADİSESİ (ŞAKK-I SADR)
Bize kadar gelen rivayetler arasında olay özetle şu şekilde gerçekleştiği nakledilmektedir; Peygamberimiz, çocuklarla oynayacak yaşa ulaştığı zaman, bir gün çocuklarla oynarken, Cebrail (a.s.) gelerek onun yere yatırıyor, göğsünü yarıyor ve kalbini de yararak içinden bir et paçası çıkarıyor ve; “Bu sendeki şeytanın nasibidir” diyerek o parçayı atıyor. Sonrada kalbini zemzem suyuyla yıkayarak kalbi tekrar yerine koyuyor ve göğsünü kapatıyor. Bu duruma şahit olan çocuklar, çok korkarlar ve durumu Halime’ye haber veriyorlar. Halime, hemen Efendimizin yanına varır ve peygamberimizin yüzünün solduğunu görür.[7] Medine döneminde Efendimize hizmet eden Enes (r.a.); “ben dikiş izlerini gördüm” der. Ve netice bu olaydan sonra Halime, annesine geri vermek için peygamberimizi Mekke’ye götürür ve annesi Âmine’ye teslim eder.
Öncelikle bu rivayetlere ihtiyatla yaklaşmak gerektiğini hatırlatmak gerekir. Gerek konuyla ilgili gelen rivayetlerin içerdiği çelişkiler, gerekse de bu hadisenin ne zaman ve kaç defa gerçekleştiği gibi konuyla ilgili birden çok rivayetlerin bulunması, bu konuya karşı ihtiyatlı olmamız gerektiğini adeta haykırmaktadır. Bazı âlimler şu âyeti bu olayın vukuunun delili olarak ifade etmişlerdir; “Senin kalbini açıp genişletmedik mi?” (İnşirâh, 1) Oysaki bu âyette peygamberimizin kalbinin yarılarak temizlendiğinden değil, genişletilmesinden bahsedilir. Buradaki yarma ve genişletme de fiziki değil, manevidir. “Andolsun, onların söyledikleri şeylerden dolayı göğsünün daraldığını biliyoruz.” (Hirc, 97) Nasıl ki, bu âyette gündeme getirilen “kalbin daralmasından” kalbin fiziki olarak küçülmesi kastedilmiyorsa, yukarıdaki âyette de “yarılması ve genişlemesi” fiziki olarak değil, manevi olarak gerçekleştiği ifade edilmektedir.
Yine, bu olayın yapılış sebebi olarak rivayetlerde zikredilen “bu sendeki şeytanın nasibidir” ifadesiyle kastedilen, artık şeytanın Efendimize vesvese veremeyeceği hususu ise, bu gerek âyetler gerekse de hadislerle çelişmektedir. “De ki: Ben de ancak sizin gibi bir insanım. Bana ilâhınızın bir tek İlâh olduğu vahy olunuyor. Artık O'na yönelin, O'ndan mağfiret dileyin. Ortak koşanların vay haline!” (Fussilet, 6) Bu âyete göre Efendimizin vahiy almak dışında, bizden bir farkının olmadığı ifade ediliyor.
“Senden önce hiçbir resul ve nebî göndermedik ki, o bir temennide bulunduğunda şeytan ille de onun arzularına bir şeyler katmaya kalkışmasın. Fakat Allah şeytanın katmaya çalıştığını iptal eder. Sonra Allah kendi âyetlerini (onun kalbine) sağlam olarak yerleştirir. Allah hakkıyla bilmekte, hikmetle yönetmektedir.” (Hac, 52) Bu âyete göre de, şeytanın peygamberlere vesvese verdiği ifade edilmektedir. Dolayısıyla da yapılan ameliyatın gerekçesi olarak söylenen husus boşa çıkmaktadır.
Ayrıca, eğer biz peygamberin kalbindeki kötü duyguların bu ameliyatla çıkarıldığını kabul edersek, bizim için örnek olacağını ifade eden âyetleri boşa çıkarmış oluruz. Kalbinde olumsuz duygular olmayan bir peygamber bizim için örnek alınacak birisi olamaz. Bir takım insanların söylediği “doğru ama o bir peygamberdi, o kim biz kim” söylemlerinin de doğru olduğunu kabul etmiş oluruz. Bütün bu sebeplerden dolayı, kitaplarda nakledilen bu rivayetlere karşı ihtiyatlı olmalı, mutlak doğrudur gibi bir yaklaşımdan kaçınmalıyız.
Efendimizin göğsünün yarılmasıyla ilgili olarak Muhammed Ebû Zehra şunları söyler;
Biz bu rivayet üzerinde iki hususa dikkat çekeceğiz:
Peygamber Efendimizin göğsünün yarıldığına dair rivayetlerde belirsizlik görmekteyiz. Bu olayın gerçekten vuku bulduğunu varsaysak da bunun makbul olmadığını söyleyemeyiz. Eğer doğruysa bunu kabul ederiz. Ancak belirsizlik, olayı aktaranların haberindedir. Dolayısıyla biz bu haberi ne reddeder, nede doğrularız; çekimser kalırız.[8]
Efendimiz 8 yaşıyken Annesi Âmine, kocasının kabrini ziyaret etmek için Efendimizi ve hizmetçisi Ümmü Eymen’i de yanına alarak Yesrib’e gitti. Bir ay orada kaldıktan sonra dönüş yolundayken Ebva denilen yerde vefat etti. Peygamberimizi Mekke’ye hizmetçisi Ümmü Eymen getirdi.
Efendimizin, neden hem babası hem de Annesi vefat ediyor, yetim ve öksüz kalıyor? Bu konuda en güzel söylenecek söz şudur ki, Allah’u Taâla, kendisine nebi olarak seçeceği kulunu kendisi terbiye etmek istiyor. Ne babanın otoriter yapısına nede annenim şefkatli yapısına bırakmıyor. En doğrusunu Allah bilir.
Efendimiz, sekiz yaşına kadar dedesi Abdulmütalib’in himayesinde kalıyor. Dedesi ona yetimliğini aratmayacak şekilde davranıyor, “Benim oğlu büyük bir adam olacak” diyerek ona verdiği değeri gösteriyor, çocuklarının bile girmesine müsaade etmediği yerlere onu yanında götürüyor, çocuklarının oturmalarına müsaade etmediği yere onu oturtuyordu.
Abdullah’ın yetimi olan Efendimiz, daha sekiz yaşındayken dedesini de kaybediyor. Abdulmütalib vefat edeceği zaman Efemdimizi, himayeye alması için en şefkatli oğlu olan Ebû Talib’e vasiyet ediyor. Allah Rasûlü, 50 yaşına kadar Ebû Talib’in himayesinde kalıyor.
RAHİP BAHİRA HADİSESİ
Yine kaynaklarda yer alan haberlere göre, Peygamberimiz 12 yaşındayken, Ebû Talib, ticaret için Şam’a gitmeye karar verir. Durumu öğrenen peygamberimiz, kendisini de götürmesini ister. Ebû Talib, Efendimizin ısrarlarına dayanamaz ve onunda yanında götürür. Busra’ya vardıklarında, normalde hiç vuku bulmadığı halde o bölgedeki manastırda rahib olan Bahira, kafiledekilerin tümünü yemeğe davet eder. Kafile, Peygamberimizi hayvanların yanında bırakarak davete icabet ederler. Eksik olduklarını fark eden Rahip, peygamberimizin de çağrılmasın ister. Peygamberimiz gelince, ona ilgi göstermeye başlar. Sonra Ebû Talib’e, onu Mekke’ye geri göndermesini ister. Kendisinde Peygamberlik alametlerinin olduğunu, fark edildiği taktirde Yahudilerin ona zarar verebileceğinden bahseder.
Bahira’nın fark ettiği hususlar ise rivayetler de şu şekilde geçmektedir; Bir bulutun kafileyi takip ederek gölgelendirmesi, sırtında peygamberlik mührünün olması, kendi kitaplarında onun şemailinin tarif edildiği gibi hususlardır. Rivayetler de, Ebû Talib Efendimizi, Ebû Bekr ve Bilâl’e amanet ederek Mekke’ye geri gönderdiği nakledilir.
Bu hadise, birkaç yönden eleştiriye tabi tutulmuştur. Geri dönüşte peygamberimize Ebû Bekr ve Bilal’in eşlik ettiği söylenmektedir. Oysa 12 yaşında olan Efendimiz, kendinden üç yaş küçük Ebû Bekr ve o gün hayatta olması imkansız olan Bilal b. Rebah ile geri Mekke’ye gönderilmesi söz konusu olamaz. Söz konusu rivayet Tirmizi’nin Sünen’nin de geçmektedir. Bu haberin doğru olma ihtimali yoktur.
Ayrıca, bu hadiseye şahit olan başta Ebû Talib olmak üzere o kafilede bulunanlar, Allah Rasûlü peygamber olduğunu ilan ettiğinde, bu hadiseye atıfta bulunarak İslâm’ı tercih etme yolunu seçmemişlerdir. Ayrıca peygamberlik, mührünün olduğu konusu da tartışılacak bir konudur. Peygamberimiz hiçbir zaman kendisinde peygamberlik mührü olduğunu söylememiş, Ashab da hiç başkalarına Efendimizin peygamberliğini ispat için bu konuyu gündeme getirmemişlerdir. Dolayısıyla bu tür rivayetlere itiyatla yaklaşılmalıdır. Özellikle müsteşrikler rahip Bahira gibi olayları delil getirerek peygamberimizin İslâm’ı, Hıristiyan ve Yahudilerden derleyerek oluşturduğunu iddia etmektedirler. Sağlam bir senede dayanmayan haberlerden hareketle birçok çelişkiyi içerisinde bulunan rivayetleri mutlak doğrudur gibi kabul etmemeli, bu ve benzeri rivayetlere karşı ihtiyatlı olmalıyız.
Allah Rasûlü, çocuk diyeceğimiz yaşlardayken ücret karşılığında çobanlık yapıyor ve maddi durumu iyi olmayan amcası Ebû Talib’in aile bütçesine katkıda bulunuyordu. Ebû Talib’te ona, yetimliğin getirdiği psikolojik zorlukları yaşatmamak için değer veriyor, sofra kurulduğunda Efendimiz başlamadan çocuklarını yemeğe başlatmıyordu.
Efendimiz; çobanlık yaptığı yıllarda, Mekke’de yapılan eğlenceli düğün merasimlerine katılmak istediğini, bunun için iki defa çobanlık yaptığı koyunlarını arkadaşına emanet ederek düğüne katılmak için Mekke’ye gitmek için yola çıkıktığını, ancak her iki seferde de bir ağacın gölgesinde uyuya kaldığını haber vermektedir. Bununla da adeta Allah’ın kendisinin oralara gitmekten alıkoyduğunu hatırlatmaktadır.
FİCAR SAVAŞI
Bu savaş, Kureyş ile Kays Aylan kabileleri arasında vukuu bulmuştur. Kureyş’in kollarından bir olan Kinâneoğulları, Kays Aylan kabilesinden üç kişiyi öldürmüşlerdi. Kureyş ile Kays Aylân kabileleri arasında vukuu bulan bu savaşa Efendimiz de katılmış, atılan okları toplayarak amcalarına vermiştir. Savaş, taraflardan fazla ölüsü olanların kan diyetlerinin diğerleri tarafından ödenmesi şartıyla sonuçlandırılıyor. Bu savaş, haram aylarda yapıldığı için “Ficar” diye isimlendirilmiştir.
HILFU-L FUDUL
Hâşimoğlulları, Muttâlipoğulları, Eseb b Abduluzzâ, Zühre b. Kureyş, ve Teym b. Murrâ gibi kabilelerin çağrısıyla oluşmuştur. Dışarıdan ticaret için Mekke’ye gelip de, Mekkeli oligarşik liderler tarafından malları alındığı halde ücretleri ödenmeyen insanların uğradıkları mağduriyeti ortadan kaldırmak için kurulmuştur. Bir başka sebepte, yapılan bu zulümler Kureyş’in itibarını, diğer Arap kabilelere karşı düşürdüğünden dolayı, kendi itibarlarını korumak için böyle bir kurul oluşturuyorlar. Abdullah b. Cuda’nin evinde toplanan bu oluşumda, Peygamberimizde bulunmuş ve “İslam çağında da olsa yine katılırdım” diyerek o topluluğun önemini hatırlatmıştır. Ekonomik zulmü engellemek için kurulan bu topluluk, Mekke’nin oligarşik liderlerinden olan As b. Vail’in, Zübeytli bir adamın mallarını aldığı halde ücretini ödemek istememesi üzerine, devreye girerek adamın mağduriyetini gideriyorlar. Cahiliyenin, toplumun her tarafını kuşattığı bir beldede böylesine erdemli bir oluşumun olması, “Faziletliler Topluluğu” olarak isimlendirilmiştir.
Efendimiz gençlik yıllarında, Saib b Ebi-s Saib el Mahzunî ile ticaret ortaklığı yapmıştır. Bu ortağıyla yıllar sonra Mekke fethinde tekrar görüşen Efendimiz, Saib için; “Kardeşim ve ortağım merhaba” diye hitap etmiş ve ona olan vefasını bu şekilde ortaya koymuş oluyordu.
EFENDİMİZİN EVLİLİĞİ
Mekke’nin en zengin tüccarlarından birisi olan Hatice bint Huveylid, ticaret kervanlarını ücret karşılığında tuttuğu birisi vesilesiyle ticaret yapmak için Şam ve Yemen’e gönderiyordu. Yine böyle bir ticaret kafilesi göndermek isteyen Hatice, Efendimizi, ücret karşılığında kafilenin başında Şâm’a gönderiyor. Hz. Hatice’nin kölesi Meysere’nin de katıldığı kafile, kâr elde ederek geri dönüyor. Hatice annemiz, Meysere’den Efendimizin faziletlerini dinliyor ve onunla evlenmek isteği oluşuyor.
Bize kadar gelen rivayetler de, Efendimizin yüce ahlâkının bir ifadesi olarak, Hatice annemizden evlenme teklifini alıncaya kadar evlilikten bahsettiği, günümüzün tabiriyle karı kız muhabbeti yaptığı vaki olmamıştır.
Hz. Hatice annemiz, konuyu Nefise bint-i Münye’ye açıyor, Nefise de, konuyu peygamberimize açabileceğini söylüyor. Netice de Hz. Hatice annemiz, Nefise bint-i Münye’yi teklifini bildirmesi için Efendimize gönderiyor. Efendimiz, gelen bu teklifi olumlu buluyor ve akabinde aileler devreye girerek netice de evlilik gerçekleşiyor. Efendimiz mehir olarak, Hz. Hatice’ye, 20 genç deve veriyor. Hz. Hatice annemiz, daha önce iki defa evlenmişti. Evlendiği ilk kocasından bir kızı ile bir oğlu dünyaya gelmiş, bu kocası vefat edince ikinci bir defa daha evlenmiş ve bu kocasından da bir kızı dünyaya gelmişti.
Peygamberimiz evlendiği zaman 25 yaşında, Hz. Hatice annemiz ise 40 yaşındaydı. Efendimiz, Hatice annemizle 25 yıl evli kalmış, onunla evliyken üzerine başka bir kadınla evlenmemiştir. Bütün çocukları -İbrahim hariç- ondan dünyaya gelmiştir. Hz. Hatice’den dünyaya gelen Oğulları; Kasım, Abdullah, Kızları da; Ümmü Gülsüm, Zeynep, Rukiyye ve Fâtıma’dır.
Erkekler çocukları daha çocukken vefat etmişler, Kızları ise, hepsi İslâmî döneme yetişmiş ve Müslüman olmuşlardı. Fâtıma hariç diğer kızları Peygamberimizden önce vefat etmiş, Fâtıma ise Efendimiz den yaklaşık 6 ay sonra vefat etmişti.
KABE’NİN YENİDEN İNŞASI
Peygamberimiz yaklaşık olarak 35 yaşında iken, Kureyşliler Kabe’yi yeniden inşa etmek istediler. Kâbe’yi onarmak istemlerinin üç sebebi vardı. Birincisi; yağan yağmur ve sel suları Kâbe’nin duvarlarını tahrip etmişti. İkincisi ise; Kâbe’nin duvarları ve kapısı hırsızların kolay açabileceği kadar alçaktı. Bundan dolayı hırsızlar, Kâbe’nin içine giriyor ve putlar için bırakılan değerli eşyaları çalıyorlardı. Üçüncü sebepte; Kâbe’yi yeniden inşa etme şerefine nail olmak istiyorlardı. İşte bu sebeplerden dolayı Kâbe’yi yıkarak yeniden inşa etme kararı aldılar.
Kureyşliler, Kâbe’nin inşası için harcayacakları paraların, gayri meşru yollarla elde etikleri paralar değil, ancak temiz olarak kazandıkları paralar olmasını istediler. Bunun için her kabilenin Kâbe’nin yapımı için vereceği meblağın helal yoldan elde etikleri paralar olmasını istediler.
Kâbe’nin yeniden yapılması için önce yıkılması gerekiyordu. Ancak Kâbe’yı yıkmak için gelen Ebrehe’nin başına gelenler hâlâ gözlerinin önündeydi. Dolayısıyla kendilerinin de başlarına bir felaket gelmesinden korkuyorlardı. Nitekim, Velid b Mûğire önce Allah’a dua ederek niyetlerinin Kâbe’yi yıkmak olmadığını, tamir etmek istediklerini söyleyerek ilk kazmayı vurdu. Velid b. Mûğire’ye bir şey olmadığını gören diğer Kureyşliler de yardımlaşarak Kâbe’yi yıktılar. Karaya vuran ve kereste taşıyan bir gemiden kereste satın aldılar ve o keresteleri Kâbe’nin inşaatında kullandılar.
İnşaat el birliğiyle yürütülüyorken sıra Hacer’ul Esved taşının yerine konması meselesine gelince aralarında ihtilaf baş göstermişti. Hatta kendi aralarında savaşacak kadar ellerini bir kabın içerisine koyarak meseleyi büyütmüşlerdi. İçlerinden, Ebû Ümeyye b. El Mahzunî’nin önerisiyle bir sonraki gün Kabe’ye ilk giren kişinin hakem olmasını kararlaştırıyorlar. Nitekim bir sonraki gün Kâbe’ye ilk giren kişi Efendimiz oluyor ve taraflar onun geldiğini gördüklerinde seviniyorlar. Çünkü Efendimize; “Muhammed-ul Emin” diyorlardı. Netice de Allah Rasûlü, bir örtü getirilmesini istiyor, Hacer’ul Esved taşının bu örtünün üzerine konulmasını, sonrada her kabilenin örtünün bir ucundan tutarak konulacağı yere kadar kaldırmalarını istiyordu. Daha sonra da, kendisi Hacer’ul Evsed taşını yerine yerleştiriyordu. Tekrar hırsızlık hadiseleri yaşanmaması için duvarlar 15 metre yükseltiliyor ve kapısı da 2 metre yerden yüksek yapılıyordu.
İBRETLER VE DERSLER
İKİNCİ BÖLÜM
NÜBÜVVET VE RİSALET YILLARI
HİRA MAĞARASINDA
Peygamberimiz yaşı kırklara yaklaşınca, Mekke toplumunun yaşadığı toplumsal yozlaşmaların da etkisiyle zihni sorgulamalar yaşıyordu. Bundan dolayı yalnız kalmayı seviyor, sık sık Hira mağarasına çıkıyordu. Burada zamanlarını tefekkür ve ibadetle geçiriyordu. Yanına azığını alır, Hira’ya çıkar günlerce orada kalırdı.
Efendimizin bu dönemde gördüğü rüyaların sabah aydınlığı gibi hayatında gerçekleştiği söz konusu olurdu. Peygamberlerin vahiy alma şekillerinden bir tanesi olan sadık rüyalar, peygamberimiz için de söz konusuydu. Bu süreç, Efendimizin vahye hazırlanma süreciydi.
İLK VAHİY
Efendimiz, rutin Hira ziyaretlerin birisinde ilk vahiy tecrübesini yaşıyordu. Ramazan ayının sonlarına doğru bir gece, Cebrail (a.s.) gelerek ilk vahyi getirmişti. Kadir gecesi olarak Kur’an’da yer alan bu gecede, Alak sûresinin ilk beş âyetiyle Rabbimizin hayata müdahalesi son bir kez daha başlamış oluyordu.
اِقْراِقْرَأْ بِاسْمِ رَبِّكَ الَّذ۪ي خَلَقَۚ خَلَقَ الْاِنْسَانَ مِنْ عَلَقٍۚ اِقْرَأْ وَرَبُّكَ الْاَكْرَمُۙ اَلَّذ۪ي عَلَّمَ بِالْقَلَمِۙ عَلَّمَ الْاِنْسَانَ مَا لَمْ يَعْلَمْۜ
“Yaratan rabbinin adıyla oku! O, insanı alaktan (asılıp tutunan zigottan) yaratmıştır. Oku! Kalemle (yazmayı) öğreten, (böylece) insana bilmediğini bildiren rabbin sonsuz kerem sahibidir.” (Alak, 1-5)
Peygamberimiz yaşadığı bu tecrübeden dolayı çok korkuyor ve Mekke’ye, evine dönüyor. Eşi, Hz. Hatice annemize yaşadığı tecrubeyi anlatıyor ve başına kötü bir şey gelmesinden korktuğunu söylüyor. Hatice annemiz kendisini teskin ediyor ve; “ Korkma, Allah’a yemin ederim ki, Allah hiçbir zaman seni utandırmaz. Çünkü sen, akrabana bakarsın, kendi işini görmekten aciz olanların yardımına koşarsın, fakire karşılık beklemeden verir, misafir ağırlarsın, hak yolundaki imtihanlar karşısında insanların yardımcı olursun” diyordu.
Hatice annemiz, peygamberimizi amcasının oğlu olan Varaka b. Nevfel b. Esed b. Abduluzza’ya götürüyor. Varaka, bilgin birisiydi. Hıristiyan ve Yahudi kültürüne iyi biliyordu. Peygamberimizin yaşadığı tecrübenin vahiy olduğunu, O’na gelenin Cabrail (a.s.) olduğunu anlıyor ve şunları söylüyor; “Bu gördüğün, Allah’ın Musâ’ya gönderdiği Nâmus’tur. Ah keşke o günlerde genç olsaydım! Kavmin seni yurdundan çıkaracağı zaman keşke hayatta olsaydım” Peygamberimiz; “Onlar beni yurdumdan mı çıkaracaklar?” diye soruyor. Varaka da; “Evet, senin getirdiğin gibi bir şeyi getirmiş hiçbir kimse yoktur ki, düşmanlığa uğramasın. Şayet senin davet günlerine yetişirsem, sana tam destek verir, yardım ederdim” diye cevap veriyor.
Bize gelen rivayetler de, vahyin kısa bir zaman kesilmesinden bahsedilmektedir. Peygamberimiz, bu yaşadığı ilk tecrübeyi içselleştirmesi için kısa bir süre vahiy kesilmiş olabilir. Bazı yazarlar, bu sürenin 3 yıl kadar sürdüğünü söyleseler de bu bilgi vakıaya uygun değildir.
Peygamberimiz vahiy kesilince başına bir şeyler geldiği korkusuyla psikolojik bir takım zorluklar yaşamış olabilir. Hatta bundan haberi olan ve peygamberimizin cinlendiğini düşünen bazı müşrikler; “Cinleri onu terk etti” diyerek, Efendimizle alay ediyorlardı. Efendimiz, psikolojik olarak bu zorlukları yaşadığı bir zamanda, yine bir gün Hira’dan dönerken Cabrail’i (a.s.) ufku doldurmuş bir şekilde asli suretiyle tekrar görüyor ve vahiy alma süreci kaldığı yerden devam ediyor.
ÖZEL DÂVET YILLARI
Çok net olmamakla birlikte yaklaşık olarak üç yıl sürdüğü kabul edilir. Bu zaman zarfında açık dâvet emri gelmediğinden dolayı, peygamberimiz yakından tanıdığı ve dâvete icabet edeceğini düşündüğü kimselere dâveti götürmüştür.
İLK MÜSLÜMANLAR
Tabi olarak ilk iman eden, Efendimizin eşi Hatice annemizdir. Sonra Peygamberimizin yakın dostu Ebû Bekr’dir. Efendimiz onun hakkında şöyle buyurmuştur; “Kimi İslâm’a dâvet ettiysem bir tereddüt gördüm, Ebû Bekr hariç” Efendimiz bu sözüyle Ebû Bekr ile diğerlerinin arasındaki farkı ifade etmiştir. Daha sonra Hz. Ali ve Zeyd b. Hârise iman edenler kervanına katılmışlardır.
Hz. Ebû Bekr’in özel dâvetiyle, Osman b. Affan, Zübeyr b. Avvam, Abdurrahman b. Avf, Sa’d b. Ebû Vakkas, Talha b. Ubeydullah da iman edenler kervanına dahil oluyorlar. Her geçen gün halka biraz daha genişliyor, şirkin ve zulmün bataklığına sürüklenmiş temiz vicdanlar, kendilerini karanlıklardan aydınlığa çağıran davete icabet etmekte gecikmiyorlar.
İlk Namaz: Peygamberimiz vahyin ilk yılından itibaren sabah ve akşam olmak üzere iki vakit namaz kılıyordu. Cebrail (a.s.) nasıl abdest alması ve namaz kılması gerektiğini kendisine öğrettiği gibi namazı da nasıl kılması gerektiğini öğretmişti. Sabah ve akşam olmak üzere günün iki vaktinde kılınan namaz, Mekke’nin sonlarına doğru beş vakit olarak son halini almıştır.
AÇIK DAVET
Açık dâvet emri verilince, peygamberimiz öncelikle yakın akrabalarında başladı. Çünkü ilahi emir bu şekildeydi: وَاَنْذِرْ عَش۪يرَتَكَ الْاَقْرَب۪ينَۙ “Yakın akrabanı uyar” (Şuara, 214) Efendimiz bu emre muhatap olduğunda, evinde yemek vererek bütün akrabalarını çağırıyor, kendisinin peygamber olduğunu söyleyerek onları İslâm’a dâvet ediyordu. Neticede bir karşılık alamıyor ve daha sonra bir kez daha akrabalarını yemekte topluyordu. Bu toplantıda da başta Ebû Leheb olmak üzere akrabaları dâvete karşı çıkıyorlar. Ebû Leheb orada bulunanlara hitaben; “Bu söylediği saçmalıkları başkalarına da anlatmadan onu durdurmak gerektiğini” söyleyerek oradan ayrılıyor. Hz. Ali, peygamberimize dâvasının takipçisi olacağını söylüyor. Ebû Talib’de davetini kabul etmediğini ancak kendisini himaye edeceğini söylüyor.
Sonra peygamberimiz Safâ tepesine çıkarak; “Ya Sabahan!” (Çok önemli bir durum olduğundan kullanılan bir slogan) diye sesleniyor ve Kureyş kabilelerini isimlerini anarak toplanmaları için çağrıda bulunuyor. İnsanlar Efendimizin etrafında toplandığında; “Ben size bu dağın arkasında insanlar sizinle savaşmak için geliyorlar desem beni tasdik eder misiniz?” diye soruyor. Onlar da hep bir ağızdan; “Evet ederiz. Çünkü sen emin birisisin. Yalan söylemezsin” diyorlar. Bunun üzerine efendimiz; “Sizi ileride ki şiddetli azaba karşı uyarıyorum, kendinizi azaptan koruyun” diyor. Sonra bütün kabilelere uyarıda bulunduktan sona kızına dönerek şunları söylüyor; “Ey kızım Fatıma! Malımdan dilediğini iste onu sana vereyim, ancak kendini cehennemden kurtar. Çünkü ben senin adına ne yarar sağlayabilirim nede sana isabet edecek zararı ortadan kaldırabilirim. Allah’ın huzurunda senin için elimden bir şey gelmez” diyerek onları İslâm’a dâvet ediyordu. Bunun üzerine Ebû Leheb ilk tepkiyi vererek; “Kahrolası, bizi bunun için mi buraya topladın” diyerek oradan ayrılıyor ve bunun üzerine insanlarda dağılıyorlardı. Bu olay üzerine Leheb sûresi nazil olmuştur;
تَبَّتْ يَدَٓا اَب۪ي لَهَبٍ وَتَبَّۜ مَٓا اَغْنٰى عَنْهُ مَالُهُ وَمَا كَسَبَۜ سَيَصْلٰى نَاراً ذَاتَ لَهَبٍۚ وَامْرَاَتُهُۜ حَمَّالَةَ الْحَطَبِۚ ف۪ي ج۪يدِهَا حَبْلٌ مِنْ مَسَد
“ Leheb’in elleri kurusun! Kurudu zaten. Ona ne malı fayda verdi ne de kazandığı başka şeyler. O, alev alev yanan ateşe atılacak! Dedikodu yapıp söz taşıyan karısı da. Boynunda da ipten bükülmüş bir halat bulunacak.” (Leheb, 1-5)
İlk zamanlarda dâveti görmemezlikten gelen Mekkeliler, her geçen gün insanların hidayet kervanına katılması ve Peygamberimizin artık açıktan dâvete başlaması sebebiyle dâveti engellemek için çarelere başvurmaya başlıyorlar. Hac aylarının yaklaşması sebebiyle, gelen Arap kabilelere peygamberimizin dâvet götüreceğini de düşünerek, bu konuda bir önlem almayı düşünüyorlar. Dar’un Nedve’de toplanıp bir çareler arıyorlar. Netice de ortak bir söylem geliştirme adına, gündeme gelen, “kahin”, “deli”, “şair”, “büyücü” gibi teklifler ortaya atılsa da, Velid b. Muğire bunların hiçbirisinin peygamberimiz için söylenemeyeceğini ifade ederek reddediyor. Kendisine; “O zaman sen söyle, ona ne diyelim?” denildiğinde; “sihirbaz” diyelim diyor. “Çünkü o insanları babasından, kardeşinden, eşinden ayıracak sihirli sözler söylüyor” diyor ve netice de bu görüş üzerinde karar kılıyorlar. Konula ilgili olarak Müddessir sûresinin 1-26. âyetleri nazil oluyor;
“ Tek başına (hiçbir şeysiz, çıplak) yarattığım adamı da bana bırak! Ona hem bolca mal verdim, hem de (yanında) hazır bulunan oğullar (verdim)! Kendisine (bu nimetleri) döşedikçe döşedim. Sonra yine de hırsla artırmamı ister. Hayır! (Artırmayacağım.) Çünkü o, bizim âyetlerimize karşı oldukça inatçı idi. Ona zor bir meşakkat yükleyeceğim (Onu sarpa sardıracağım.) Çünkü o (Kur’an hakkında uzun uzun) düşündü, ölçtü biçti. Kahrolası nasıl da ölçtü biçti! Yine kahrolası (aklınca) nasıl ölçtü biçti! Sonra baktı (baktı) da, (söyleyecek söz bulamayıp) surat astı ve kaşlarını çattı. Sonra arka döndü ve büyüklük tasladı da: “Bu (öğretilip) rivayet edilen bir sihirden başka bir şey değildir, bu sadece insan sözüdür.” (dedi). Onu (o güç yetiremeyeceği) Sekar’a (cehenneme) atacağım.”
Hac için gelen herkesi konuyla ilgili uyararak peygamberimizden uzak tutmaya çalışıyorlardı. Yine Efendimizin yaptığı dâvet çalışmalarında Ebû Leheb arkasından takip ederek; “Ben onun amcasıyım, o büyücüdür, Sakın onu dinlemeyin!” diyerek dâvetini kabul etmemeleri konusunda insanları uyarıyordu.
İBRETLER VE DERSLER
İSLÂMÎ DÂVETE KARŞI PSİKOLOJİK BASKILAR
Davetin ilk aşamalarda İslâmî davete sessiz kalan Kureyşliler, davetin yavaş yavaş kabul görmeye başlamasından rahatsızlık duyarak sessizliklerini bozmuş onunla mücadele etmeye başlamışlardır.
İlk önce Efendimizi ve davetin kendisini karalayarak, insanlar nezdinde itibarsızlaştırmaya çalışmışlardır. Bu minvalde, başvurdukları hususları kısaca şu şekilde ifade edebiliriz;
Öncelikle Efendimizi itibarsızlaştırarak, insanları ondan uzak tutmaya çalışıyorlar; “Dediler ki: "Ey kendisine vahiy gelen adam! Sen kesinlikle cinlere kapılmış birisin!" (Hicr, 6)
Yine, bu minvalde büyücü ve yalancı diyorlar; “Kafirler, kendilerine içlerinden bir uyarıcının gelmesine şaştılar ve şöyle dediler: "Bu yalancı bir sihirbazdır." (Sad,4)
Yine iman edenleri küçümsüyorlar; “Böylece insanların bazısını bazısı ile denedik ki, "Allah aramızdan şu adamları mı iman nimetine layık gördü?" desinler. Allah şükreden kullarını daha iyi bilen değil mi?” (En’am, 53)
“Şüphesiz günahkârlar, (dünyada) iman edenlere gülüyorlardı. Mü'minler yanlarından geçtiğinde birbirlerine kaş göz ederek onlarla alay ediyorlardı. Ailelerine dönerken zevk ve neşe içinde gülüşe gülüşe dönüyorlardı. Mü'minleri gördükleri vakit, "Hiç şüphe yok, şunlar sapık kimselerdir" diyorlardı. Halbuki onlar, mü'minlerin başına bekçi olarak gönderilmemişlerdi.” (Mutaffifin, 29-33)
Yine, psikolojik baskı uygulayarak Efendimizle alay ediyor ve O’na hakaret ediyorlar; “Andolsun, onların söyledikleri şeylerden dolayı göğsünün daraldığını biliyoruz.” (Hicr, 97)
“Andolsun, senden önce de birçok peygamber alaya alınmıştı da onlarla alay edenleri, alay ettikleri şey kuşatıp mahvetmişti.” (En’am, 10)
Kur’an’ın Allah’tan gelmediğini, insan ürünü olduğunu söylüyorlar; “Andolsunki biz onların, "Kur'an'ı ona bir insan öğretiyor" dediklerini biliyoruz.” (Nalh, 103)
“İnkar edenler, "Bu Kur'an, Muhammed'in uydurduğu bir yalandan başka bir şey değildir. Başka bir topluluk da bu konuda ona yardım etmiştir" dediler. Böylece onlar haksız ve asılsız bir söz uydurdular. (Bu Kur'an, başkalarından) yazıp aldığı öncekilere ait efsanelerdir. Bunlar ona sabah akşam okunmaktadır" dediler.” (Furkan, 4-5)
Kur’an okunurken ses çıkararak Kur’an’ın mesajını bastırmaya çalışıyorlar; “İnkâr edenler dediler ki: "Bu Kur'an'ı dinlemeyin. Baskın çıkmak için o okunurken yaygara koparın." (Fussilet, 26)
Nadr b. Hâris, İran’dan getirdiği şarkıcı köle kadınlara, eğlenceli programlar tertip ederek, şarkı ve masallarla insanları etkileyip dâvetten uzaklaştırmaya çalışmıştır. Konuyla ilgili olarak şu âyet nazil olmuştur; “İnsanlardan öylesi vardır ki, bilgisizce Allah yolundan saptırmak ve o yolu eğlenceye almak için, eğlencelik asılsız ve faydasız sözleri satın alır. İşte onlar için aşağılayıcı bir azap vardır.” (Lokman, 6)
UZLAŞMA TEKLİFLERİ
Mekkeliler, ilk aşamada sessiz kaldıkları İslamî dâvet karşında, daha sonra Müslümanların her geçen gün sayılarının artmasının sonucunda çözümler arayama başlamışlardır. İşte o çözüm yollarından bir tanesi, uzlaşarak dâveti mecrasından saptırma girişimleridir.
Kureyşliler, Ebû Talib’e bir heyet olarak geliyor ve peygamberimizin atalarını ve putlarını eleştirdiğini, bundan vazgeçmesi için kendisiyle konuşmasını istiyorlardı. Ebû Talib’te uygun bir dille onları geri gönderiyordu.
Bu girişimden bir sonuç alamayan Mekkeliler, bir kez daha Ebû Talib’in yanına gelerek, bu sefer daha sert bir üslupla onu uyarıyorlar; “Ya onun alıkoyarsın yada seni de, onu da, karşımıza alırız ve iki taraftan birisi yok oluncaya kadar da bu işten vazgeçmeyiz” diyorlar.
Ebû Talib, konuyu peygamberimize açıyor ve; “seni de beni de kaldıramayacağım bir yükün altına koyma” diyerek Efendimizden ricada bulunuyordu. Peygamberimiz, amcasının kendisine olan desteğini çekeceğini düşünerek şunları söylüyor; “Amca, Allah’a yemin ederim ki, bu dâvadan vazgeçmem için bir elime güneşi, diğer elime de ayı verseler, Allah bu dâvayı muzaffer kılıncaya veya ben bu uğurda canımı verinceye kadar, ben bu dâvadan vazgeçmem” diyerek kararlığını göstermiştir. Peygamberimizin bu kararlılığını gören Ebû Talib, kendisine olan desteğini sürdüreceğini şu sözleriyle ifade ediyordu; “Git yeğenim! Dilediğin gibi konuş. Allah’a yemin ederim ki ben seni hiçbir şekilde onlara teslim etmeyeceğim” diyor ve himayesini her ne pahasına olursa olsun sürdüreceğini söylüyordu.
Yaptıkları bu tehditlerin işe yaramadığını gören ve Haşimoğlularını da karşılarına almayı göze alamayan Kureyşliler, bir kez daha Ebû Talib ile görüşüyorlar. Bu defa da, Mekke’nin en güzel ve güçlü delikanlısını getirerek; “İşte bu delikanlı Kureyş’in en güzel ve güçlü delikanlısıdır. Bunu biz sana evlat olarak verelim sende Muhammed’i bize ver. Bizde onu öldürelim ve bu mesele bitsin.” diyorlar. Ebû Talib, bu teklifin çok çirkin ve adil olmayan bir teklif olduğunu ifade ediyor. Mutim b Adiy söz alarak Ebû Talib’e; “Kavminin bu teklifi çok adil bir tekliftir” diyerek kabul etmesi gerektiğini söylüyor. Ebû Talib ise; “Allah’a yemin olsun ki siz hiç de adil davranmıyorsunuz. Bana kendi evladınızı beslemem için vereceksiniz, benden de kendi evladımı size öldürmeniz için vermemi istiyorsunuz. Bu teklifi asla kabul etmeyeceğim” diyerek bu teklifi reddediyor ve Kureyşliler bu girişimden de elleri boş dönüyorlar.
Velid b. Muğire’nin, Peygamberimizle Görüşmesi
Mekkelileri temsilen, Velid b. Muğire peygamberimizle görüşüyor. Peygamberimize, kavminin başına iş açtığını, atalarını ayıpladığını, ilahlarını reddettiğini dile getirerek bu işten vazgeçmesi gerektiğini söylüyor. Daha sonra söz alan Peygamberimiz, ona İslâm’ı anlatıyor ve Kur’an’dan bölümler okuyor. Velid b. Muğire, Efendimizin yaptığı bu davetten etkilenmiş bir şekilde ayrılıyor. Arkadaşlarının yanında dönerken, Kureyşliler ondaki değişimin farkına varıyorlar ve Ebû Cehil hemen atılarak onu yolda karşılıyor. Velid b Muğire’nin Müslüman olmaması için; “Kavmin sana vermek için mal hazırladığını” söylüyor ve Velid b Muğire’nin mala olan düşkünlüğünden de istifade ederek, onun Müslüman olmasını bu şekilde engellemiş oluyordu.
Utbe b. Rabia Peygamberimizle Görüşmesi.
Bir başka defa da Mekkelileri temsilen, Utbe b. Rabia peygamberimizle görüşmek üzere görevlendiriliyor. İkna kabiliyeti yüksek olan ve aynı zamanda da şair olan Utbe, bir takım teklifler ile peygamberimizin yanına geliyor. Kavmini temsilen geldiğini, kavminin bu meseleye bir çözüm bulmak istediğini söyleyerek tekliflerini şu şekilde sıralıyor;
“Yeğenim! Eğer bu işteki amacın mal ve servet ise, aramızda mal toplayarak seni en zenginimiz yapalım. Yok lider olmak istiyorsan seni başımıza lider yapalım, yok kral olmak istiyorsan senin başımıza kral yapalım, yok kadın istiyorsan, Mekke’nin en güzel kadınlarını sana verelim, yok sana cin musallat olduysa, bu konuda en mahir tabipleri çağırarak seni tedavi edelim” diyerek tekliflerini sıralıyor.
Teklifleri bitince Peygamberimiz; “Bitti mi ey Ebû-l Velid” diyor. O da “bitti” deyince, Efendimiz; “O halde sen de beni dinle” diyerek, Fussilet sûresini okumaya başlıyor. Okunan âyetlerde, kendi başlarına gelmesinden endişe ettiği Ad kavminin yaşadığı akıbet gündeme geldiğinde Utbe, elleriyle peygamberimizin ağzını kaparak; “akrabalık hakkı için yeter” diyerek müdahalede bulunuyor. Utbe, okunan âyetlerden etkilenmiş ve bir sonuç alamadan arkadaşlarının yanına geriye dönüyor. Mekkelilerin yanına döndüğün de şunları söylüyor;
“Beni dinlerseniz ona ilişmeyin. Onun Araplarla baş başa bırakın, eğer o üstün gelirse onun üstünlüğü sizin üstünlüğünüzdür. Yok Araplar ona üstün gelirse, sizin de istediğiniz şey gerçekleşmiş olur” diyor. Kureşliler ise; “Vallahi Ebû-l Velid, o seni diliyle büyülemiş” diyerek Utbe’nin söylediği bu teklifi reddediyorlar.
Yine bir gün peygamberimiz Kâbe’yi tavaf ettiği bir sırada müşriklerden Esved b. Muttalib, Velid b. Muğire, Ümmeyye b. Halef ve Âs b. Vail gibi önde gelen oligarşik liderler, Efendimizin önünü keserek ona şöyle diyorlar;
“Ey Muhammed! Hadi gel biz senin taptığına tapalım, sen de bizim taptığımıza tap. Böylece ortak bir noktada buluşmuş oluruz. Eğer senin taptığın bizim taptığımızdan daha hayırlı ise o zaman biz seninkinden nasibimizi almış oluruz. Yok eğer bizim taptığımız senin taptığından daha hayırlı ise sen de bizimkinden nasibini almış olursun.” Kureyşlilerin bu teklifleri üzerine de, Kafirun Sûresi inmiştir.
De ki: Ey Kâfirler! Ben sizin kulluk ettiklerinize kulluk etmem. Siz de benim kulluk ettiğime kulluk edecek değilsiniz. Ben sizin kulluk ettiklerinize kulluk edecek değilim. Siz de benim kulluk ettiğime kulluk edecek değilsiniz. Sizin dininiz size, benim dinim de banadır. (Kafirun, 1-6)
Verdiğimiz örneklerde de görüldüğü gibi, Kureyş’in uzlaşarak dâveti mecrasından saptırmak için attıkları adımların hiçbirinden sonuç alamamışlardır.
İBRETLER VE DERSLER
İŞKENCEYE YILLARI
Kureyşliler, peygamberimizle uzlaşarak İslâm davetini hedefinden saptıramayacaklarını anladıklarında bu sefer kaba kuvvete başvurmaya karar verdiler. Dar’un Nedve’de alınan karar gereği, her kabile, kendi içerisinde bulunan Müslümanlara baskı uygulayacak, fayda vermezse işkence edecekti. Mekke yıllarının hiç bitmeyen bu zulmünden iman eden hemen bütün Müslümanlar nasibini almış olsalar da, en fazla zulüm görenler hiç kuşkusuz ki iman eden köleler olmuşlardır.
Peygamberimize Yapılan Eziyetler
Ebû Leheb ve karısı Ümmü Cemil, Peygamberimizin komşularıydılar. Peygamberimizin gece geçeceği yollarına dikenler döküyor, evinde pişen yemeğinin içine toprak atıyorlardı. Ebû Leheb, Peygamberimizin iki kızıyla evli olan Utbe ve Uteybe adlı iki oğluna peygamberimizin kızlarını boşamalarını istiyor ve neticede boşanmalarını sağlıyordu. Ebû Leheb, peygamberimizin dâvetini engellemek için mücadele ediyor, Efendimiz Arap kabileleri İslâm’a davet ederken O’nun arkasından gezerek O’nu yalanlıyor ve onlarında yalanlamalarını istiyordu. Ümmü Cemil, her fırsatta peygamberimize hakaretler ediyor ve sahip olduğu paha biçilmez gerdanlığını İslâm davetini engellemek için bağışlıyordu.
Efendimiz, Kâbe’de namaz kılarken Ebû Cehil’in talebiyle Efendimizin üzerine deve işkembesi koyuyorlar. Kızı Fatıma, babasına yardım ederek işkembeyi peygamberimizin üzerinden kaldırıyordu. Kendisine bu şekilde zulmeden Mekkelilere Efendimiz, hayatında çok az yaptığını bildiğimiz beddua şu sözlerle ediyordu; “Allah’ın Ebû-l Hakem’i, (Ebû Cehil) Velid b Utbe’yi, Ümmeye b. Halaf’i, Utbe b. Rabia’yı, Şeybe b. Rabia’yı, Ukbe b Ebû Muayt’ı sana şikayet ediyorum.”
Abdullah İbn Mes’ud (r.a.) der ki; “Ben bunların hepsinin Bedir de öldürüldüğünü gördüm.”
Yine bir gün, Ubeyy b. Halef, Ukbe b Ebû Muayt’ın talebi üzerine peygamberimizin yüzüne tükürüyordu.
Yine, Ukbe b. Ebûy Muayt ve beraberindekiler, Peygamberimiz ve Hz. Ebû Bekr’e sataşıyorlar ve dövüyorlar. Yapılan zulüm neticesinde bayılan Hz. Ebû Berk, yakınları tarafından evine götürülüyor ve ayılınca peygamberimizin durumunu soruyor; “O’nun durumunu öğrenmeden bir şey yiyip içemeyeceğim” diyordu. Netice de peygamberimizin durumunun iyi olduğunu öğrendiğinde ancak yiyip içemeye başlıyordu.
Peygamberimiz, başta Ebû Cahil ve Ahsen b. Şurayk olmak üzere, Mekke’nin önde gelenlerinin çok defa sözlü hakaretlerine maruz kalmıştır.
“Yemin edip duran, aşağılık, daima kusur arayıp kınayan, durmadan söz taşıyan, iyiliği hep engelleyen, saldırgan, günaha dadanmış, kaba saba; bütün bunların ötesinde bir de soysuz olan kimseye mal ve oğulları vardır diye, sakın boyun eğme.” (Kalem, 10-14)
Müslümanlara Yapılan İşkenceler
Ümeyye b. Hâlef, Müslüman olan kölesi Bilal b. Rebah’ı İslâm’dan dönmesi için sıcağın doruk noktaya ulaştığı zamanlarda, kızgın kumların üzerine yatırır ve karnının üzerine çok büyük taşlar koyar ve dininden dönmesini için ona baskı yapardı. Bilal ise; “Allah’u Ahad” diyerek imanında sebat ederdi. Bazen bayılana kadar bu işkenceler devam ederdi. Tâki, Hz. Ebû Bekr efendimiz, onu çok yüksek ücret ödeyerek Ümeyye b. Hâlef’ten satın alana kadar da bu işkenceler devam ediyordu.
Demirci ustası olan Habbab b. Eret, Ümmü Enmâr bint Siba’nin azatlı kölesiydi. Habbab’ın Müslüman olduğunu öğrenen efendisi, dininden dönmesi için onu demir eritmek için kullandığı ateş korlarının üzerine sırt üstü yatırıyordu. Sırtından akan yağların ateşi söndürmesiyle ancak o işkencelerden kurtulabiliyordu. Bütün bunlara rağmen Habbab, sahip olduğu iman nimetinin kendisine kazandırdığı cesaret ve sabırla geri adım atmıyor, inanından dönmüyordu.
Bu ve benzeri işkencelere muhatap tutulan Habbab, bir gün bir grup arkadaşıyla Kâbe’nin gölgesinde oturan Efendimizin yanına gelerek; “Ey Allah Rasûlü! Daha ne zamana kadar bunların yaptıklarına sabredeceğiz de karşılık vermeyeceğiz” diye sorduğunda, Efendimiz; “Ey Habbab! Siz çok acele ediyorsunuz. Sizden öncekiler daha büyük zulümlerle karşı karşıya kalmışlardı da, buna rağmen imanlarından dönmediler. Onlar dan birisi getirilir demir testereyle başında aşağıya yarılır, etleri kemiklerinden demir taraklarla ayrılır ama buna rağmen imanlarından dönmezlerdi. Allah’a yemin olsun ki, bu din mutlaka galip gelecektir. Bir kadın Hadramut’tan Sana’ya kadar tek başına gidecek, korktuğu tek şey koyunlarını kurdun yemesi olacaktır. Siz çok acele ediyorsunuz” diyerek sabretmeleri gerektiğini söylüyordu.
Mahzunoğullarının azatlı kölesi olan Yâsir ailesi de, iman etmenin bedelini kendilerine yapılan işkencelerle ödüyorlardı. Başta Ebû Cehil olmak üzere, çöllere götürülüyor ve kızgın kumların üzerine yatırılıyor, elleri ayakları develere bağlanıyor, develer ters istikamete doğru çekilerek işkenceler ediliyordu. Elleri ve ayaklarıyla kazıklara bağlanarak dinlerinden dönmeleri isteniyordu. Bir defasında böyle bir talebi Sümmeye annemiz tarafından yüzüne tükürülerek reddedilen Ebû Cehil, elindeki mızrağı Sümeyye annemizin karnına saplayarak onu şehit etmişti. Benzer bir akıbet, eşi Yâsir’in de başına gelmişti. Oda kendisine yapılan işkencelerden ötürü şehit olmuştu. Anne ve babası şehit edilen ve kendisine de türlü türlü işkenceler yapılan Ammar ise, işkencelerin şiddetine dayanamamış ve onların dinden dönme tekliflerini kalbi rıza göstermediği halde kabul etmişti. Ancak bu şekilde işkencelerden kurtulan Ammar, koşarak peygamberimize gelip durumunu anlatıyor ve kâfir olup olmadığını soruyordu. Efendimiz Ammar’a; “Kalbin ne durumda?” diye soruyor, Ammar ise; “Kalbim Allah ve Rarûlünü seviyor” deyince, Efendimiz; “Aynı durumla karşılaşırsan yine aynı şeyi yapabilirsin” diyerek bu durumda kalan zayıf kimseler için dinin ruhsat tanıdığını ifade ediyordu. Konuyla ilgili olarak şu âyet nazil olmuştur: “Kalbi imanla dolu olduğu hâlde zorlanan kimse hariç, inandıktan sonra Allah’ı inkâr eden ve böylece göğsünü küfre açanlara Allah’tan gazap iner ve onlar için büyük bir azap vardır.” (Nahl, 106)
Mus’ab b. Umeyr ,Mekken’in varlıklı ailelerinden birisine mensup olan bir gençti. Annesinin çok sevdiği bir evladı olduğundan, en iyi elbiseleri giyer ve en iyi kokuları kullanırdı. İslâm davetine muhatap olan Mus’ab, o kutlu kervanda yolunu alanların arasına katılmakta gecikmiyor. İlk zamanlarda Müslüman olduğunu gizlese de, Annesi Hannas, ondaki değişikliklerin farkına vararak Müslüman olduğunu öğreniyor. Dininden dönmesi için her türlü ekonomik baskılar uyguladığı halde bir netice elde edemeyince, onu evin bir odasına hapsediyor. Birinci Habeşistan hicreti söz konusu olduğunda, Mus’ab, kaçarak Habeşistan hicretine katılıyor ve ancak kendisine yapılan baskılardan bu şekilde kurtuluyordu.
İman edenlerin ilklerinden birisi olan Ebû Zerr, Mekke’de bir peygamberin ortaya çıktığını duyduğunda, kardeşini Mekke’ye gönderiyor ve konuyu araştırarak kendisine bilgi getirmesini istiyordu. Kardeşinin getirdiği bilgilerin kendisini tatmin etmediği Ebû Zerr, kendisi Mekke’ye gidip ortaya çıkan peygamberle ilgili sağlıklı bilgi edinmek istiyordu. Mekke’ye geldiğinde Hz. Ali, onun yabancı olduğunu anlamış ve misafir etmişti. Bir sonraki gün, onu yine Kâbe’de gören Hz. Ali, Mekke’ye geliş amacını sormuş, oda, ortaya çıkan peygamberle ilgili bilgi almak ve onunla görüşmek istediğini söylemişti. Neticede Hz. Ali onu, Hz. Peygamberimizin yanına götürüyor ve peygamberimizin davetiyle Müslüman oluyordu. Peygamberimiz kendisine, kavmine dönmesini ve kendisinden bir davet gelinceye kadar kavmi arasında kalmasını söylemişti. Ancak Ebû Zerr, peygamberimizin yanından ayrıldıktan sonra Kâbe’ye gitmiş ve yüksek sesle putları yermiş ve insanları İslam’a davet etmişti. Bunun üzerine orada bulunan müşrikler, Ebû Zerr’in üzerine çullanmış ve öldüresiye dayak atmışlardı. Ebû Zerr, orada bulunan birisinin; “Bu Gıfar kabilesindendir, sizin kervanlarınız oradan geçiyor, eğer siz onu öldürürseniz bir daha kervanlarınız oradan geçemez” demesi üzerine ancak ölümden kurtuluyordu.
Rahmân sûresi nazil olduğunda, Peygamberimiz; “Bu sûreyi kim Mekkelilere okuyacak?” diye sorduğunda, orada bulunanlardan kimse buna cesaret edememişti. Sadece Abdullah b. Mes’ud kalkarak; “ben okurum” demişti. Azatlı bir köle ve çok zayıf cüssesi olan Abdullah, Kâbe’ye giderek Ramân sûresini yüksek sesle okumaya başlıyor. Orada bulunan müşrikler ona saldırarak dövüyorlar. Araya orada bulunan birilerinin girmesiyle Abdullah canını zor kurtarıyordu. Kendisine dayak atan başta Ebû Cehil olmak üzere müşriklerin o anki durumunu daha sonra kendisi şu şekilde ifade ediyordu; “Vallahi ben müşriklerin ne kadar aciz olduklarını bir kez daha anladım. Eğer tekrar okumam istense yine çıkar okurum” diyerek yaşadığı tecrübenin kendisine kazandırdığı imanî lezzeti hatırlatıyordu.
Müşriklerin yaptıkları işkencelerden nasibini alan şu isimleri de unutmamak gerekir; Suheyb b. Sinan er-Rumi, Ebû Fükeyhe, Zinnire, Ümmü Ubeys, Amr b. Fuheyre gibi. O toplumda zayıf olan bu insanlar, Mekkeliler tarafından çeşitli işkencelere tabi tutulmuş ve neticede Hz. Ebû Bekr’in satın alarak azat etmesiyle bir nebze işkencelerden kurtulmuşlardı.
DAR’UL ERKAM
İslâm davetinin ilk yıllarında Müslüman olan Erkam b. Erkam, Safa tepesinin eteklerinde stratejik bir yerde bulunan evini Müslümanların hizmetine açmıştı. Müslümanlar bu evde peygamberimizle gizlice bir araya geliyor ve dinlerini öğreniyorlardı. Bu ev, Mekke süreci boyunca müşrikler tarafından fark edilmemiş ve adeta bir medrese/okul görevi görmüştü. Müslümanlar burada toplanıyor, ibadet ediyor ve dinlerini öğreniyorlardı. Mekke’de Müslümanlara ait kendi evlerinden başka Erkam’ın Evi gibi başka bir kurumdan bahsetmek mümkün değildir.
İBRETLER VE DERSLER
BİRİNCİ HABEŞİTAN HİCRETİ
Nübüvvetin beşinci yılının ortalarında, artık işkenceler dayanılmaz bir hal almıştı. Peygamberimiz, Müslümanlara yapılan işkencelere karşı koyacak bir gücü olmadığından, Müslümanlar için bir çıkış yolu arıyordu. Bu süreçte inen; (Ey Muhammed!) Bizim adımıza de ki, "Ey iman eden kullarım! Rabbinize karşı gelmekten sakının. Bu dünyada iyilik yapanlar için (ahirette) bir iyilik vardır. Allah'ın yeryüzü geniştir. Sabredenlere mükafatları elbette hesapsız olarak verilir." (Zümer, 10) âyetinin de gündeme getirmesiyle peygamberimiz, Habeşistan’a hicret için izin veriyordu.
Habeşistan kralı Necaşi Ashama’ın, âdil bir hükümdar olduğundan Müslümanların bu ülkeye hicret etmeleri gerektiğini söylüyordu. Efendimizin bu izni doğrultusunda, Müslümanlar Osman b Affan’ın öncülüğünden 12 erkek ve 6 kadın olmak üzere yola çıktılar. Sahil kıyısına varana kadar Kureyşlilerin kendilerini fark etmemeleri için gündüz gizleniyor gece yürüyorlardı. Nitekim bir sandala binerek denizi aşıp Habeşistan’a vardılar.
Bu olandan yaklaşık iki ay sonra, Necm sûresi nazil olmuş, Peygamberimiz, Harem-i Şerif’te bu sûreyi orada bulunan müşriklere okumuş ve Sûrenin sonuna geldiğinde -ki secde âyeti var- secde etmiş ve orada bulunanlarda secde etmişlerdi. Hatta Velid b. Muğire, çok yaşlı olduğundan secdeye varamamış, yerden biraz toprak alarak anlına sürmüştü. Bu yaşanan hadise, Habeşistan’a Mekkelilerin Müslüman olduğu yönünde ulaşmış ve Habeşistan’da ki Müslümanlarda geri dönme kararı almışlardı. Mekke’ye geldiklerinde ise haberin yalan olduğunu öğrenmişlerdi.
İKİNCİ HABEŞİSTAN HİCRETİ
Döndüklerinde Mekkelilerin Müslüman olduğuna dair haberlerin çarpıtılmış olduğunu gören Müslümanlar, yanlarına başka Müslümanlara da olarak tekrar Habeşistan’a ikinci bir defa hicret ediyorlar. İkinci Habeşistan hicretinde yer alan Müslümanlar, 73 erkek, 19 da kadından oluşuyordu.
Hicret etmek isteyenler arasında Allah Rasûlünün dostu Ebû Bekr’de vardı. Hicret yolundayken karşılaştığı İbnü’d-Dügunne, gitmesine izin vermeyerek Kureyşlilerle konuşmuş ve neticede onu himaye ederek Mekke’de kalmasını sağlamıştı. Ebû Bekr, evinin yanındaki çardağında, sesli Kur’an okuyarak namaz kılıyor, birçok kadın ve çocuk onun okuduğu Kur’an’ı dinlemek için evinin etrafında toplanıyorlardı. Bu durumdan rahatsız olan Kureyşliler, İbnü’d Dügunne’ye giderek; “Ya Ebû Bekr’in dışarıda Kur’an okumaktan vazgeçmesini, ya da himayesini kaldırmasını” istediler. Ebû Bekr, ile görüşen İbnü’d Dügunne neticede Kureyşlilerin baskılarına dayanamayarak himayesini kaldırıyor. Hz. Ebû Bekr de, sadece Allah’ın himayesine sığındığını söyleyerek Mekke’de kalmaya devam ediyor.
Habeşistan’a ilk hicret edenlerin sayısı az olduğundan Kureys konuya sessiz kalmış, ikici hicrete katılanların sayılarının fazla olasından dolayı hemen harekete geçerek Müslümanları ülkesinden çıkartarak kendilerine teslim etmesi için, Habeş kralına adam gönderme kararı almışlardı. İkna kabiliyeti ve kurnazlığıyla meşhur olan ve aynı zamanda Habeşistan kralını da tanıyan, Amr b. el-As ve bir arkadaşını çeşitli hediyelerle birlikte Habeşistan’a gönderiyorlar. Amr b. el- As, Habeşistan’a vardığında kral ile görüşüyor ve kavimlerinden bir kısım insanın din değiştirerek Habeşistan’a sığındığını, Mekkelilerin ise onları geri istediğini söyleyerek Müslümanları kendileriyle geri göndermesini istiyordu. Aslında günün tabiriyle Necaşi’den Müslümanları sınır dışı etmesini istiyordu.
Amr b. el-As’ı dinleyen kral, kendi ülkesine sığınan insanları dinlemeden sınır dışı etmeyeceğini söylüyor. Bir elçi göndererek Müslümanları huzuruna çağırıyor. Kralın elçisi Müslümanlara geldiğinde, Müslümanlar kendi aralarında istişare yapıyorlar ve Cafer b. Ebû Talib’i sözcü olarak seçiyorlar. Ayrıca, ne pahasına olursa olsun yalan söylememeyi de kararlaştırıyorlar. Huzura gelen Müslümanlara Necaşi; “Neden başka bir yere değil de kendi ülkesine geldiklerini?” soruyor. Müslümanlar da Peygamberimizin kendisi hakkında söylediği sözleri naklediyorlar. Daha sonra Kral, Müslümanlara dinleri hakkında sorular soruyor. Câfer b. Ebû Ebû Talib’de sorulan sorulara şu şekilde cevap veriyor;
"Ey hükümdar! Allah aramızdan birini seçip de onu kendisi için elçi olarak gönderene kadar biz cahillerdendik. Putlara tapar, günah işlerdik. Ölü eti yer, akrabalarımızla alâkayı keser, komşularımıza kötü davranırdık. İşte bu hâl üzereyken Allah bize soyunu sopunu, doğruluğunu, eminlik ve iffetini çok iyi bildiğimiz bizden birini peygamber olarak gönderdi. O da bizi Allah'ı birlemeye ve O'na kulluk etmeye çağırdı. Bize doğru sözlülüğü, emanete hıyanet etmemeyi, akrabaları ziyareti, komşulara iyi davranmayı, kan dökmemeyi ve haramlardan uzak durmayı emretti. Kötülüklerden, yalan yere şahitlikten, yetim malı yemekten, iffetli kadına iftiradan men etti. Allah'a ibadet etmemizi, O'na hiçbir şeyi ortak koşmamamızı, namaz kılıp sadaka vermemizi istedi. Biz de onu tasdik ettik. Getirdiğine uyduk. İşte bu yüzden kavmimiz bize düşman oldu. Eziyet etti. Bize işkence ettiler, sıkıntılara düşürdüler, yapmak istediklerimize engel oldular. Biz de seni başkalarına tercih ederek memleketine geldik. Senin himayene güvenip zulme uğramayacağımızı ümit ettik."
Daha sonra Necaşi; “O kutsal kitaptan yanınızda bir şey var mı?” diye sordu. Câfer de, Meryem sûresini baş tarafını okudu. Gözyaşlarını tutamayan Necaşi; “Bu İsâ’ya verilenler aynı kaynaktan fışkırıyor” diyerek Kureyş heyetine döndü ve; “Gidebilirsiniz. Allah’a yemin olsun ki bu durumda onları size teslim etmem” dedi.
Amr b. el-As, son bir taktik daha devreye koyuyor. Yanında getirdiği hediyeleri kralın yakınında bulunan din adamlarına veriyor ve Müslümanların Hz. İsâ’yı ilah olarak görmediklerini söyleyerek etkilemeye çalışıyor. Nitekim din adamlarını etkilemeyi başarıyor ve neticede din adamları konu Necaşi’ye taşıyorlar. Necaşi’de Müslümanları tekrar çağırarak onları dinliyor. Câfer şunları söylüyor; “Biz ancak peygamberimizin bize söylediği şeyleri söyleriz o da ‘İsâ, Allah’ın kulu, elçisi ve iffetli bakire Meryem’e ulaştırdığı kelimesidir’” diyor. Yanında bulunan din adamları bu durumdan rahatsız olsalar da Necaşi, Müslümanlara dönerek; “Gidebilirsiniz, siz artık benim topraklarımda güvendesiniz” diyor ve adamlarına getirdiği hediyeleri Amr b. el-As’a geri vererek geri dönmelerini istiyor. Bu planı da başarısızlıkla sonuçlanan Amr b. el-As eli boş bir şekilde Mekke’ye geri dönmek zorunda kalıyor.
Bazı nakillerde Necaşi’nin Müslüman olduğu, bunu halkından gizlediği, halkının haberdar olduğu zaman ona karşı isyan başlattığı ve netice de Necaşi’nin isyanı bastırdığı da söylenmektedir. Necaşi’ye karşı başlatılan bu isyan, orada bulunan Müslümanları da tedirgin etmiş, Necaşi’nin isyanı bastırmasına da sevinmişlerdir.
Müşrikler Dar’un Nedve’de bir araya gelerek peygamberimizi öldürme planları yapıyorlar. Konuşulanları duyan Hz. Ebû Bekr; “Siz bir adamı Rabbim Allah’tır dediği için mi öldüreceksiniz” diyor. Netice de cesaret ederek bu düşündüklerini hayata geçiremiyorlar.
İBRETLER VE DERSLER
HZ. HAMZA’NIN MÜSLÜMAN OLMASI
Bir gün Ebû Cehil, Efendimiz Safa tepesinin yakınlarındayken yanında geçiyor ve O’na olmadık hakaretler ediyor. Abdullah b. Cuda’nın cariyesi bu duruma şahit oluyor. Avdan dönerken karşılaştığı peygamberimizin amcası Hamza b. Abudulmütalib’e durumu anlatıyor. Duruma çok öfkelenen Hamza, Ebû Cehil’li bulma ümidiyle direk Kâbe’ye gidiyor. Ebû Cehille karşılaşan Hamza, elindeki yayla kafasına bir darbe indirerek kafasını yarıyor. Hamza, sonra şunları söylüyor; “Ben de onun dinini paylaştığım halde sen nasıl benim yeğenime dil uzatırsın?” diyor. Kendisini öfkelendiren bu durum neticesinde Müslüman olduğunu söyleyen Hamza, birkaç gün konuyu enine boyuna düşünüyor ve neticede Peygamberimizle görüşerek Müslüman olmaya karara veriyor. Bu olay neticesinde Kureyş, yiğit bir adamını daha Müslümanlara kaptırmış oluyordu.
ÖMER B. HATTAB’IN MÜSLÜMAN OLUŞU
Yıllar nübüvvetin 6. yılını gösterdiğin de, Kureyş bir yiğidini daha Müslümanların safına kaptıracaktı. Olay şöyle gelişti; Mekke de yaşanan toplumsa sorunun temel sebebinin peygamberimiz olduğunu düşünen Hattab’ın oğlu Ömer, sorunu kökten halletmek için Peygamber Efendimizi öldürmeye karar verir. Kılıcını kuşanır ve O’nu aramaya başlar. Yolda Nuaym b. Abdullah’a ila karşılaşır. Nuaym kendisine niçin kılıç kuşandığını soruduğunda ise niyetini ona bildirir. Nuaym bu işin sebep olacağı sonuçları bildiğinden Ömer’i kararından vazgeçirmek için kız kardeşi ve eniştesinin de Müslüman olduğunu hatırlatır. Bundan haberi olmayan Ömer duruma çok kızarak kız kardeşinin evine yönelir.
Kapıya geldiğinde Ömer’in geldiğini ve hiddetli olduğunu anlayan kız kardeşi ve eniştesi, kendilerine Kur’an öğreten Habbab b. Eret’i ve okuduğu Kur’an sahifelerini saklıyorlar. Kapıyı açtıklarında Ömer bir hışımla kız kardeşinin üzerine yürüyerek ona tokat atıyor, sonra eniştesine de aynısını yapıyor. Biraz sonra sinirleri yatışan Ömer, kız kardeşinin çenesinden akan kanı görünce yüreği sızlıyor ve yaptığına pişman oluyor. Kapıdayken duyduğu Kur’an sahifelerini kendisine vermelerini istiyor. Kız kardeşi onlara zarar verir endişesiyle vermekten çekiniyor. Zarar vermeyeceğine dair söz aldıktan sonra kendisine vereceğini söylüyor. Zarar vermeyeceğine dair söz alındıktan sora, ellerindeki sahifede yazılı bulunan Taha sûresini ona veriyorlar ve oda o sahifeleri okuyor. Kalbi ısınan Ömer’e, saklandığı yerden çıkan Habbab b. Eret; “Ey Ömer, ben peygamberimizin şu şekilde dua ettiğini duydum; “Allah’ın Ömer b. Hattab veya Amr b. Hişam senin katından bunlardan hangisi daha sevimli ise onunla İslâm’ı güçlendir” isterim ki o sen olasın” diyor.
Kalbinde İslâm nuru parlamaya başlayan Ömer, Peygamberimizin nerede olduğunu soruyor ve Habbab b. Eret’ten Erkam’ın evinde olduğunu öğreniyor ve hemen Erkam’ın evine doğru gidiyor. Erkam’ın evindeki Müslümanlar, Ömer’in kılıç kuşanarak oraya doğru geldiğini gördüklerinde bir an panikliyorlar. Hz. Hamza, endişelenecek bir durumun olmadığını, iyilik için geldiyse iyilik göreceğini, yok kötülük için gediği taktirde de, kılıçlarıyla ona karşı koyarak öldüreceklerini söyleyerek Müslümanları teskin ediyor. Neticede Ömer’i içeri alıyorlar ve Ömer peygamberimizle görüşüyor ve Peygamberimiz kendisine; “Ey Ömer iman etmenin zamanı hala gelmedi mi?” diye soruyor. Ömer’de şahadet getirerek Müslüman oluyor. Bu şekilde Ömer’in Müslüman olması da, Müslümanların güçlerine güç katmıştı.
Ayrıca, Hz. Ömer’in Müslüman olmasıyla ilgili başka rivayetler de nakledilmiştir. O rivayetlerin birisi özetle şu şekildedir; Bir gece içki içmek için dışarı çıkan Ömer, her zaman arkadaşlarıyla içki içtiği yere gider fakat arkadaşlarını orada bulamaz, sonra içki satan esnafın yanına giderek içki almak ister, fakat orada da kimseyi bulamaz. İçinden, Kâbe’yi tavaf etmek gelen Ömer, tavafa başladığında Efendimizin Kur’an okumasına şahit olur ve Ömer, okunan Kur’an’dan etkilenerek neticede Müslüman olur.
Ömer, Müslüman olduğunda Ebû Cehil’in kapısına giderek, Müslüman olduğunu yüzüne söylemiştir. Ömer’in verdiği bu haber üzerine Ebû Cehil, şu şekilde tepki vermiştir; “Sana da getirdiğin habere de lanet olsun” diyerek hiçbir şey yapamadan kapısını kapatmıştır.
Bir başka rivayette de, Ömer Müslüman olduğunda Müslüman olduğuna dair haberi Mekkelilere en erken kim duyurabilir diye sormuş ve kendisine Cemil b. Ma’mer’in ismini verilmişti. O da, Cemil b. Ma’mer’i bularak Müslüman olduğunu söylemiş ve Mekkelilere de duyurmasını istemişti. Cemil b. Ma’mer’de Kâbe’ye giderek, Ömer’in Müslüman olduğunu herkese duyurmuştu. Böylece de bütün müşrikler, onun Müslüman olduğunu öğrenmişlerdi.
Ömer, kendisine ne zaman Faruk lakabının verildiği sorulduğunda, bu soruya şu şekilde cevap veriyor; Müslüman olduğunda o zaman kadar iman edenler genelde kendilerini gizliyorlardı. Ömer Müslüman olduktan sonra ise Ömer’in ısrarı üzerine Peygamberimizin de iştirakleriyle toplu bir şekilde Mescid-i Haram’a yürüyüp orada namaz kılma kararı alıyorlar. Netice de Peygamberimizi aralarına alarak Kâbe’ye yürüyorlar. Müşrikler ise buna engel olmaya çalışsalar da başarılı olamıyorlar. Müslümanlar büyük kararlılık göstererek tüm tepki ve engellemelere rağmen Mescid-i Haram’a yürüyor ve orada namaz kılıyorlar. Müslümanların bu eylemi Kureyşlileri olumsuz anlamda çok etkiliyor. İşte bu olaydan dolayı Peygamberimiz Ömer’e, Faruk lakabını vermiştir.
Abdullah ibn Mes’ud; “Ömer Müslüman olana kadar Kâbe’nin yanında namaz kılamazdık” diyordu.
Suheyb b. Sinan er-Rumi ise; “Ömer Müslüman olduğunda İslam davası belirgin hâle geldi ve insanlar İslam’a açıkça davet edilmeye başlandı. Kâbe’nin etrafında halkalar şeklinde oturabilir, Kâbe’yi tavaf edebilir duruma geldik” diyordu.
KUREYŞİN YAHUDİLERE MÜRACAATI
Kureyşliler bir çıkış yolu olur ümidiyle daha önce kendilerine kitap ve peygamber gönderilen Yahudilere müracaat etmeyi kararlaştırıyorlar. Nadr b. Hâris ve birkaç kişiyi Medine’ye Yahudilerden bilgi almaları için gönderiyorlar. Yahudilerle görüşen Kureyşlilere Yahudiler, şu üç soruyu Efendimize sormaları gerektiğini söylüyorlar. Birincisi; Ashab-ul Kehf, ikincisi; Zülkarneyn ve üçüncüsü de; Ruh hakkında soru sormalarını, eğer bu sorulara doğru cevap verirse onun gerçekten bir peygamber olduğunu, cevap veremezse bir yalancı olduğunun ortaya çıkacağını söylüyorlar.
Medine’den gelen heyet, bu soruyu vakit kaybetmeden Peygamber Efendimize sordular. Peygamberimiz de; “Size yarın bu soruların cevabını bildiririm” dedi. Lakin düşündüğü gibi olmadı ve vahiy yaklaşık kırk gün gecikti. Müşrikler ise, peygamberimizin sorularına cevap verememesini alay konusu ederek O’nu yalancı birisi olarak dillerine doladılar. Nitekim kırk gün sonra inzal olan Kehf sûresi ve Ruh hakkında bilgi veren, İsra sûresinin 85. âyeti inmiş, böylece de konularla ilgili cevaplar verilmişti. Buna rağmen Kureyşliler iman etmeye yanaşmadılar.
Kureyşin peygamberimizi öldüreceğine dair söylentilerin ortaya çıkmasından dolayı Ebû Talib, tedbirler almaya başladı. Haşimoğlulları ve Muttaliboğullarını toplayarak Kâbe’de peygamberimizi koruyacaklarına dair söz aldı. Ebû Leheb dışında herkes Ebû Talib’in bu teklifini kabul ederek gereğini yapacaklarını söylediler. Kimi zaman peygamberimizin evinin yanında nöbet bile tutuyorlardı.
İBRETLER VE DERSLER
GENEL AMBARGO/BOYKOT YILLARI
Kureyşlilerin Müslümanları yıldırma politikaları yılmadan devam ediyordu. Dar’un Nedve’de toplanan Kureyş liderleri, yeni çareler bulmaya çalışıyorlardı. Yaptıkları toplantı neticesinde yeni bir yıldırma politikası olarak Müslümanlara boykot uygulamaya karar verdiler. Hayata geçirmeyi kararlaştırdıkları bu yeni yıldırma planında, peygamberimizi koruyan bütün Haşimoğulları ve Muttaliboğullarını, -Ebû Leheb hariç- ve iman eden bütün Müslümanları Ebû Talib mahallesi olarak bilinen yerde toplamak, peygamberimizi kendilerine teslim edinceye kadar onlarla bütün ilişkileri kesmek, ticaret yapmamak, kız alıp vermemek, onları dışlamak, evlerine gitmemek ve konuşmamak üzere kararlar aldılar. Bu kararı da bir kağıda yazarak, Kâbe’nin duvarına astılar.
Üç yıl kadar süren bu boykot yılları Müslümanlar ve Peygamberimizi koruyan Haşimoğlulları ve Muttaliboğulları için çok zor geçmiştir. Kureyş, Ebû Talip mahallesine ticaret mallarının girmemesi için Mekke’ye gelecek olan kervanları yolda karşılıyor, ya kendileri malları alıyor veya fiyatlarını yükselterek Müslümanların almasını engelliyorlardı. Kimse onlardan mal almadığı için, gelir elde edemiyor ve neticede muhtaç duruma düşmüşlerdi. Bu süreçte özellikle de vicdan sahibi bazı kimselerin geceleri gizlice o bölgeye erzak gönderilmesi dışında, Kureyşliler aldıkları kararlara bağlı kaldılar. Yeni doğan çocuklardan bazıları ölüyor, insanlar yiyecek bir şey bulamadıkları için ağaç yapraklarını ve hayvan derilerini suda kaynatıp yiyorlardı.
Yaklaşık üç yıl sonra, Mekkeli vicdanları körelmemiş bazı insanlar bu durumdan rahatsızlıklarını dile getirmeye başladılar. Hişam b. Amr’ın başlattığı bir girişimle, Züheyr b. Ebi Ümmeye, Mut’im b. Adiy, Ebû’l Buhteri b. Hişam, Zem’a b. el-Esved’in girişimleriyle konu Dar’un Nedve de yapılan toplantıda gündeme taşınıyor. Burada ki isimler, teker teker söz alarak yapılan bu uygulamanın yanlışlığından söz ediyor ve bir an önce sonlandırılması gerektiğini söylüyorlardı. Ebû Cehil ise bunun bir komplo olduğunu, bu isimlerin daha önce böyle bir plan kararlaştırarak toplantıya geldiklerini söyleyerek uygulamanın devam etmesi gerektiğini söylüyordu.
Dar’un Nedve de bunlar yaşanırken, Ebû Talib peygamberimizden bir haberle geliyor. Getirdiği haber şu şekildeydi; yazılan o metnin böcekler tarafından yendiğini ve dolayısıyla da artık o kararın yürürlükten kalkması gerektiğini söylüyordu. Kağıdın bulunduğu yere vardıklarında “Bismikellahumme, (Allah’ım senin ismiyle)” ifadesi hariç diğer kısmın ağaç kurdu/güvesi tarafından yendiğini gördüler. Bu hadiselerden dolayı yapılan bu zulüm son bulmuş oldu. Müslümanlar ve onlara destek verenler rahat bir nefes almış oldular.
Yıllar nübüvvetin onuncu yılını gösterdiğine, Ebû Talib kendisini ölüme götürecek hastalığa yakalanıyor. Durumdan haberdar olan Kureyşliler, son bir umutla Ebû Talib ile görüşme kararı alıyorlar. Utbe b. Rabia, Şeybe b. Rabia, Ebû Cehil, Ümmeyye b. Halef ve Ebû Sufyan’ın da içinde bulunduğu yaklaşık 25 civarında kişiyle Ebû Talib’i hasta yatağında ziyaret ediyorlar. Ebû Talib’in kendileri için değerli birisi olduğunu, yeğeniyle ilgili yaşadıkları sorunu çözmek istediklerini, bunun için yeğenini çağırmasını ve talepleri neyse onları karşılamak istediklerini, ondan da kendilerinin talepleri olduğunu söylüyorlar. Eğer talepleri gerçekleşirse kendisine ilişmeyeceklerini, onunda kendilerine ilişmemesini istediklerini söylüyorlar.
Ebû Talib peygamberimize haber göndererek çağırtıyor. Peygamberimiz geldiğinde, Kureyş heyetinin geliş maksadını açıkladıktan sonra peygamberimiz söz alarak; “Sizden sadece tek bir kelime istiyorum. Eğer onu söylerseniz hem bütün Araplara egemen olacaksınız, hem de Arap olmayanlar size boyun eğecektir” diyor. Bunu duyan Mekke’nin önde gelenleri, bu tür bir netice ortaya çıkaracak bir kelimeyi değil on kelimeyi de söyleyeceklerini ifade ediyorlar. Peygamberimiz de; “La ilâhe İllallah diyeceksiniz ve O’ndan başka taptıklarınızı terk edeceksiniz” diyor. Kureşliler ise; “Ne yani Muhammed! şimdi senin bizden istediğin bütün ilahları tek bir ilah yapmamızı mı istiyorsun” diyerek bu teklifi reddediyorlar. Bunun üzerine şu âyeti kerimeler nazil oluyor;
“Sâd. O şanlı, şerefli Kur'an'a andolsun (ki o, Allah sözüdür). Fakat inkar edenler bir büyüklenme ve ayrılık içindedirler. Biz onlardan önce nice nesilleri helak ettik. Onlar da feryat ettiler, ama artık kurtuluş zamanı değildi. Kafirler, kendilerine içlerinden bir uyarıcının gelmesine şaştılar ve şöyle dediler: Bu yalancı bir sihirbazdır. İlahları bir tek ilah mı yaptı? Gerçekten bu çok tuhaf bir şey! İçlerinden ileri gelenler, "Gidin, ilahlarınıza tapmaya devam edin. İşte bu istenen şeydir. Biz bunu son dinde (en son dinî inanışlarda) duymadık. Bu ancak bir uydurmadır. O zikir (Kur'an) içimizden ona mı indirildi?" diyerek kalkıp gittiler.” (Sâd, 1-7)
İBRETLER VE DERSLER
HÜZÜN YILI
Yıllar, nübüvvetin 10. yılını gösterdiğinde, peygamberimize dâvet mücadelesinde önemli dayanak olan Ebû Talib ve Hatice annemiz vefat ediyorlar. Bu hadiselerden dolayı bu yıl, Efendimiz için adeta hüzün yılı olmuştur.
Bu yıl, Ebû Talib kendisini ölüme götürecek hastalığa yakalanıyor ve yatağa düşüyor. Bu süreçte peygamberimiz onu devamlı olarak ziyaret ediyor ve “La İlâhe illallah” demesi için telkinde bulunuyordu. Müşriklerin de Ebû Talib’i ziyarete geldiği bir gün, peygamberimiz yine telkinlerini yeniliyordu. Fakat orada bulunan müşrikler ise; “Ey Ebû Talib! Yoksa atalarının dininden yüz mü çeviriyorsun” diyerek peygamberimizin dâvetine olumlu yanıt vermesini istemiyorlardı. Bunun üzerine Ebû Talib’te; “Ben Abdulmütalibin dini üzereyim” diyor ve vefat ediyor. Başka bir rivayette ise; “Mekkeli kadınlar, ölümden korktuğu için dinini değiştirdi demesinler. Ben atalarımın dini üzereyim” dediği nakledilmektedir. Efendimiz de; “Allah yasaklamadığı sürece senin için af dileyeceğim” demiştir. Nitekim konuyla ilgili olarak önce şu âyet nazil oluyor; “Şüphesiz sen sevdiğin kimseyi doğru yola iletemezsin. Fakat Allah, dilediği kimseyi doğru yola eriştirir. O doğru yola gelecekleri daha iyi bilir.” (Kasas, 56) daha sonra Medine döneminde ise şu ayet nazil olmuştur; “Cehennem ehli oldukları açıkça kendilerine belli olduktan sonra, -yakınları da olsalar- Allah'a ortak koşanlar için af dilemek ne Peygambere yaraşır ne de mü'minlere.” (Tevbe, 113)
Efendimizi bütün baskılara rağmen himaye eden Ebû Talib ile ilgili olarak, Peygamberimizin şu şekilde buyurduğu rivayet edilir; “O derinliği olmayan bir cehennem çukurunda olacaktır. Eğer ben olmasaydım (bana olan himayesi olmasaydı) cehennemin en derin çukurunda olacaktı.” (Buhari, Menâkıbu’l-Ensar, 40)
Yine bu yıl, peygamberimizi nübüvvetin ilk günlerinden itibaren destekleyen, kendisine 25 yıl hayat arkadaşlığı yapmış olan ve 6 çocuğunun annesi ve ilk eşi Hz. Hatice annemizi de, Ebû Talib’in vefatından çok kısa bir zaman sonra vefat ediyor.
Yeri geldiğinde peygamberimizi teskin eden, yeri geldiğinde malıyla dâvasını destekleyen, çocuklarının annesi ve hayat arkadaşını kaybetmek peygamberimize çok üzüntü veriyor. Hz. Hatice annemize duyduğu sevgi onun hayatında hep varlığını korumuştur. Medine döneminde onu andığı bir zaman Hz. Aişe annemiz; “Allah sana ondan daha hayırlısını nasip etmişken, sen hâlâ Hatice, Hatice diyorsun” dediğinde, Efendimiz, Hz. Hatice’ye duyduğu sevgiyi şu ifadelerle oraya koyuyordu; “Allah’a yemin olsun ki Allah ondan daha hayırlısını bana nasip etmemiştir. Herkes beni inkâr ederken o bana iman etti. Onlar beni yalanlarken o beni tasdik etti. İnsanlar beni her şeyden mahrum ederken o malıyla beni destekledi. Allah başka kadınlardan değil, ondan bana çocuk nasip etti” demiştir.
Peygamberimizin, Hz. Hatice’den Kasım ve Abdullah/Talib isminde iki oğlu ve Ümmü Gülsüm, Rukiyye, Zeyneb ve Fatıma adında dört kızı olmuştur. Erkek çocukları daha küçük yaştayken vefat ediyorlar. Kızları ise hepsi İslâm dönemine kadar yaşıyor ve Müslüman oluyorlar. Ümmü Gülsüm, Rukiyye ve Zeynep daha peygamberimiz hayattayken vefat etmiş, Fatıma ise kendisinin vefatından yaklaşık olarak altı ay sonra vefat etmiştir. Efendimizin soyu Fatıma annemizin soyundan devam etmiştir.
Ebû Talib, Kureyşin de saygı duyduğu bir şahsiyetti. Peygamberimiz her ne kadar Haşimoğulları ve Muttaliboğulları’nın himayesinde kalmaya devam etiyse de, Ebû Talib gibi saygı duyulan bir şahsiyetin himayesinde mahrum kaldı. Peygamberimize yönelik olan baskılar, Ebû Talib’in vefatından sonra daha da arttı.
Nübüvvetin onuncu yılında Peygamberimiz, Sevde bint Zem’a ile evlendi. Erken dönemde Müslüman olan Sevde ve kocası Habeşistan hicretine katılmış ve kocası orada vefat etmiş, kendisi de Mekke’ye geri dönmüştü. Peygamberimiz de Hz. Hatice’nin vefatından birkaç ay sonra kendisiyle evlenmişti.
İBRETLER VE DERSLER
TAİF YOCULUĞU
Aynı yılın Şevval ayında, Efendimiz Mekke’ye yaklaşık 90 km. uzaklıkta olan Taif’e, hem İslâmî dâveti gerçekleştirmek ve hem de Müslümanları himaye edecek bir yer bulurum umuduyla gidiyor. Yanına azatlısı olan Zeyd b. Hârise’yi de alıyor. Taif’e vardığında Sakif kabilesinin lideri Amr b. Umeyr es-Sakafi’ın oğulları olan Abdülyalîl, Mes’ud ve Hubeyb ile görüşerek geliş maksadını söylüyor. Onları İslâm dâvasına destek vermeye çağırıyor. Ancak çok sert bir tepkiyle karşılandı. Peygamberimiz de onlardan, madem dâvetime icabet etmeyecek ve Müslümanları himayeye almayacaklar, bari Taif’e geldiklerini gizli tutmalarını onlardan istedi. Yaklaşık 10 gün Taif’te kalarak önde gelen hemen herkesle görüştü. Lakin İslâm davetine icabet eden hiç kimse olmadığı gibi, O’nu Taif’ten taşlayarak kovdular. Öyle ki, kölelerle birlikte onun gideceği yolların kenarlarında durup O’nu taşlattılar ve neticede Zeyd b. Hârise taşların önüne kendisini atmasına rağmen, ikiside isabet eden taşlardan dolayı kan revan içinde kalmıştı.
Taif’ten çıkarak yaklaşık dört-beş km. uzaklıktaki Utbe ve Şeybe b. Rabia kardeşlere ait olan bir bahçeye sığındılar. Taif’te karşılaştığı durumdan dolayı çok müzdarip olan Efendimiz, ellerini açarak Rabbine şu yakarışta bulundu;
“Allah’ım! Kuvvetimizin zaafa uğradığını, çaresiz kaldığımızı ve halk nazarında hor görüldüğümüzü ancak sana arz ederiz. Ey merhametlilerin en merhametlisi! Çaresizlerin rabbi sensin. Allah’ım, huysuz, yüzsüz bir düşman eline bizi düşürmeyecek, hatta hayatımızın dizginlerini eline verdiğin akrabadan bir dosta bile bizi bırakmayacak kadar bize merhametlisin. Allah’ım, eğer bize karşı kırgın değilsen; çektiğimiz mihnetlere, belalara hiç aldırmayız. Fakat senin esirgeyiciliğin bunları göstermeyecek kadar geniştir. Sana sığınırız. Senin cemalinin nuruna sığınırız. Bütün karanlıkları parlatan, dünya ve ahiret işlerin ıslahının yalnız ona bağlı bulunduğu nuruna sığınırız. Allah’ım, sen razı oluncaya kadar senin affını diliyoruz. Bütün kuvvet, her kudret ancak sendendir.”
Peygamberimizin durumun fark eden Utbe ve Şeybe kardeşler, Hıristiyan olan köleleri Addâs ile peygamberimize üzüm gönderdiler. Efendimiz, gönderilen üzümleri besmele çekerek yemeye başladığında ise Addâs; “Bu memlekette insanlar bu sözü bilmezler” demiş, Peygamberimiz ise; “sen hangi memlekettensin” deyince Addâs; “Ben Ninovalı bir Hıristiyan’ım” demişti. Efendimiz; “Güzel insan Yunus b. Mattâ’nın memleketinden, öyle mi?” diye sorduğunda ise Addâs; “Yunus b. Matta’yı sen nereden tanıyorsun ki?” diye sormuştu. Allah Rasûlü ise şöyle cevap vermişti; “O benim ana baba ayrı kardeşimdir. O da peygamberdi ben de peygamberim. Peygamberler birbirlerinin ana baba ayrı kardeşleridirler” demişti. Allah Rasûlüne sarılan Addâs, onu öpmeye başlamış ve neticede O’na iman etmişti.
Addâs’ın bu durumunu gören Utbe b. Rabia, Addâs geri döndüğünde; “Sakın senin de dininden döndürmesin” diyerek Addâs’ı uyarmış, Addâs ise; “Yer yüzünden ondan daha hayırlı birisi yoktur. Bir peygamberin bilebileceği şeyleri biliyor” demişti. Daha sonra Mekke’nin yolunu tutan Allah Rasûlü, Karnu’l Menâzil’e vardığında Allahû Taâlâ dağlar meleğini göndermiş ve eğer dilerse Tâiflileri yerin dibine geçirebileceğini kendisine bildirmişti. Efendimiz ise; “Hayır ben, Allah’u Taâlâ’nın onlardan, sadece Allah’a ibadet edip O’na başka hiçbir şeyi ortak koşmayan nesiller çıkarmasını diliyor ve umuyorum” demişti.
Allah Rasûlü, yoluna devam etti ve Nahle vadisine geldiğinde, orada birkaç gün kaldı. Bu vadide kaldığı zaman diliminde, Kur’an’ın daha sonra haber verdiğine göre; cinlerden bir grubun peygamberimizden Kur’an’ı dinlediği ve ondan etkilendikleri ifade edilmektedir. Konuyla ilgili âyetler şöyledir;
“Hani Kur'an'ı dinlemek üzere cinlerden bir grubu sana yöneltmiştik. Onlar, onun huzuruna gelince birbirlerine, "Susun!" dediler. Kur'an'ın okunması bitince de uyarıcı olarak kavimlerine döndüler. Dediler ki: "Ey kavmimiz! Şüphesiz biz, Mûsâ'dan sonra indirilen, kendinden önceki kitapları doğrulayan, gerçeğe ve doğru yola ileten bir kitap dinledik. Ey kavmimiz! Allah'ın dâvetçisine uyun, ona iman edin ki, günahlarınızı bağışlasın ve sizi elem dolu bir azaptan kurtarsın." (Ahkâf, 29-31)
Ayrıca konuyla ilgili olan Cin sûresindeki ayetler ise şu şekilde başlıyor: “De ki: "Bana cinlerden bir topluluğun (Kur'an'ı) dinleyip şöyle dedikleri vahyedildi: "Şüphesiz biz doğruya ileten hayranlık verici bir Kur'an dinledik de ona inandık. Artık Rabbimize hiç kimseyi asla ortak koşmayacağız." (Cin, 1-2) Konu 15. âyete kadar devam ediyor.
Dâvet için çıktığı Mekke’ye şimdi nasıl girecekti? Kendisine bu soruyu soran Zeyd b. Hârise’ye, “Allah bir çıkış yolu yaratacaktır” diyordu. Ahnes b. Şurayk’a, kendisini himaye etmesi için teklif gönderiyor, fakat Ahnes bu teklifi kabul etmiyordu. Sonra Suheyl b. Amr’a haber gönderiyor nitekim oda bu teklifini kabul etmiyordu. Daha sonra Mut’im b. Adiy’e haber gönderdiğinde Mut’im, teklifi kabul ederek Efendimizi himayeye alacağını söylüyordu. Mut’im b. Adiy kabilesinden kılıçlarını kuşanarak Kâbe’ye gelmelerini istedi. Kendisi de Peygamberimizle birlikte Kâbe’ye geldi. Kureyş’e yönelerek; “Ey Kureyşliler! Bilesiniz ki ben, Muhammed’i himayeme aldım. İçinizden hiç kimse sakın ona dokunmasın, yoksa bizi karşısında bulur” diyerek oradan ayrıldı.
Ebû Cehil sonra Mut’im b. Adiy’e yanaşarak; “Sadece himaye mi ettin yoksa Müslüman mı oldun?” diye soruyor, “Sadece himaye ettim” cevabını alınca, yaptığı himaye anlaşmasına saygı duyacağını ifade ederek oradan ayrılıyordu.
Peygamberimiz, Mut’in b. Adiy’in yaptığı bu iyiliği hiç unutmamış, Badir savaşından sonra alınan müşrik esirler hakkında; “Eğer Mut’im b. Adiy hayatta olsaydı ve bunları benden isteseydi hepsini karşılıksız olarak ona iade ederdim” demiştir.
Bu Döneme Kadar Mekke Dışında İman Eden Kimseler
İBRETLER VE DERSLER
İSRA VE MİRAC
Tarih ve Siyer kitaplarında, İsrâ hadisesinin hangi zaman diliminde yaşandığıyla ilgili çok farklı tarihler verilmektedir. En çok öne çıkan görüşe göre ise, Nübüvvetin on ikinci yılının Ramazan ayında gerçekleştiği kabul edilir.
İsrâ hadisesini konu alan âyetin bahsettiği “yürütülen kulun” hangi peygamber olduğu hususunda bir takım farklı peygamber isimlerden bahsedilse de, Muhammed (s.a.s.)’in olduğu daha öne çıkıyor. İsrâ olayı Kur’an’la sabittir ve dolayısıyla da inkarı kişiyi kâfir yapar. Mirac ise, Kur’an’da konu edilmez, hadislerin konusudur, bundan dolayı âlimlerin çoğunluğuna göre, inkarı küfrü gerektirmez. Bazı âlimlerin Necm sûresin 1-18. Âyetlerini konu benzerliğinden dolayı Miracla ilgili tefsir etseler de, bu görüş doğru olan bir görüş değildir. Necm sûresi Nübüvvetin beşinci yılında inmiş Miracın vukuunun ise, on ikinci yılda gerçekleştiği söylenmektedir. Âyetlerin önce inmesi, hadiselerin ise sonra yaşanması Kur’an’ın üslubu değildir. Kur’an bu üslubu ancak kıyamet ve sonrası için kullanmaktadır.
İsrâ’nın mahiyeti; İsrâ, peygamberimizin Mescid-i Haram’dan Mescid-i Aksa’ya götürülmesi hadisesidir. Konuyla ilgili olarak Kur’an, İsrâ sûresinde şu şekilde buyurur; “Kendisine âyetlerimizden bir kısmını gösterelim diye kulunu (Muhammed'i) bir gece Mescid-i Haram'dan çevresini bereketlendirdiğimiz Mescid-i Aksa'ya götüren Allah'ın şanı yücedir. Hiç şüphesiz o, hakkıyla işitendir, hakkıyla görendir.” (İsrâ, 1) Bazı araştırıcılar, bu yolculuğun manevi olduğunu, peygamberimizin rüyadayken böyle bir yolculuk yaşadığını söylerler. Bizce doğru olan görüş, âyette de geçen “yürüme” fiilinden dolayı, hadisenin fiziki manada da gerçekleşmiş olmasıdır.
Miraç hadisesiyle ilgili olarak gelen rivayetlerin özeti ise şu şekildedir; Peygamberimiz “Burak” denilen bir binek ile Mescid-i Haram’dan Mescid-i Aksa’ya getiriliyor. Burada bütün peygamberlere namaz kıldırıyor ve sonra göğe yükseltiliyor. Her kat gökte bir peygamber ile görüşüyor, kendisine cehennemde azap gören bazı kimseler gösteriliyor, sonra elli vakit namaz farz kılınıyor ve Musa (a.s.)’ın önerisiyle birkaç defa Allah’a azaltılması için müracaata bulunduktan sonra beş vakitte karar kılınoyor ve ayrıca Bakara Sûresinin 285-286. âyetleri de kendisine verildiği naklediliyor. Sonra peygamberimizin, Mekke’de yattığı yatak soğumayacak kadar kısa bir zamanda Miraçtan döndüğü ifade edilmektedir.
Bazı araştırmacılar, Miraç ile ilgili bu rivayetlerdeki çelişkilerden ve rivayetlerin sıhhat derecelerinden dolayı kabul etmeyerek Miraç olayının yaşanmadığını söylemektedirler. Özellikle beş vakit namazın farz kılınma durumunda, önce elli vaktin sonra ise beş vakte indirilmesinin Musa (a.s.)’ın tavsiyesiyle olması, “Haşa” Allah’ın Muhammed Ümmetinin kaç vakit namazı kaldıracağını bilmediği, Musa (a.s.)’in ise Allah’tan daha iyi bildiği gibi bir sonca sebep oluyor ki, bunu aklı başında bir Müslümanın kabul edebilmesi mümkün değildir. Yine Bakara sûresinin son ayetlerinin miraçta verildiği haberinin de çok gereceği yansıtmadığı ortadadır. Medine döneminde inen Bakara sûresi, müfessirlerin de büyük çoğunluğunda ifade ettiği gibi; “…içinizdekini açığa vursanız da, gizleseniz de Allah sizi, onunla sorguya çeker de dilediğini bağışlar, dilediğine azap eder. Allah'ın gücü her şeye hakkıyla yeter.” (Bakara, 284) ayeti inince ashabın korkuya kapıldığı, bunun neticesinde de “Allah’ın kimseye güçlük dilemeyeceği” ifade edilerek konuyu açıklığa kavuşturan 286. âyetin indirdiğini söylemektedirler. Nitekim bu ve benzeri durumlar bize Miraç ile ilgili rivayetlere karşı ihtiyatlı olmamız gerektiğini göstermektedir. İslâm’ın temel bir ilkesini ortaya koymadığı ve bir haber niteliği taşıdığı için de âlimlerin çoğunluğuna göre Miraç’ı inkar etmek kişiyi küfre sokmaz. Allah en doğrusunu bilir.
Rivayetlerin bize aktardığına göre, İsrâ hadisesinin yaşandığı günün bir sonraki günü, peygamberimiz yaşadığı bu tecrübeyi Mekkelilere anlatıyor. Ellerine fırsat geçtiğini düşünen Müşrikler bu konuyu bir alay konusuna dönüştürüyorlar. Müşrikler, Hz. Ebû Bekr ile karşılaştıklarında, onunda davasından kuşkuya kapılır ümidiyle bu hadiseyi ona anlattıklarında O; “Bu hadise nedir ki, biz dundan daha büyük bir olayda onu tasdik ettik. O bize ben gökten vahiy alıyorum dedi, bizde onun tasdik ettik” diyerek kâfirlerin ümitlerini kursaklarında bırakıyor. Bu hadiseden sonra kendisine “sıddık” lakabının verildiği ifade edilir. Peygamberimizi zor durumda bırakmak için, ona sorular yöneltiyorlar. Mescid-i Aksâ’nın kaç tane kapı ve penceresi olduğunu soruyorlar. Efendimizde Mescid-i Aksâ’nın kaç tane kapı ve penceresi olduğunu onlara söylüyor ve dönüş yolunda bir kafileye rastladığını, kaybolan develerinin yerini söylediğini, kaplarından su içtiğini haber veriyor. Kafile Mekke’ye geldiğinde Kureyşliler, olayın doğru olup olmadığını sorduklarında olayın gerçek olduğunu öğreniyorlar. Bütün bunlara rağmen yine de iman etmekten yüz çeviriyorlar.
İBRETLER VE DERSLER
MEDİNELİLERLE İLK GÖRÜŞME
Nübüvvetin on birinci yılında, Hac için Mekke’ye gelen birçok kabileyle Efendimiz görüşerek onlardan iki şey istiyordu; Birincisi; İslâm davetine icabet etmeleri, İkincisi de; Müslümanları himaye etmeleriydi. Görüştüğü hiçbir kabile, Kureyş’e rağmen bunun kabul etmeye yanaşmadılar. Görüşülen heyetlerden birisi de, Medine’den gelen 6 kişilik heyetti. Peygamberimiz, Mina’da karşılaştığı heyete, kimlerden olduklarını sormuş, onlarda Hazreç kabilesinden olduklarını söylemişlerdi. Allah Rasûlü, “biraz konuşabilir miyiz?” diye sorduğunda, onlarda uygun görerek Efendimizle konuşmaya başlıyorlar. Efendimiz onlara, İslâm’ı anlattı ve Kur’an okudu. Medineleriler, Yahudiler ile iç içe yaşadıkları için, devamlı Yahudilerin; “Allah bizden bir peygamber gönderecek, onun eliyle Allah bizi diğer toplumlara karşı üstün kılacak” sözlerine muhatap oluyorlardı. Heyetten birisi arkadaşlarına bu durumu hatırlatıyor ve Yahudilerin beklediği peygamberin bu olabileceğini, kendilerinin Yahudilerden öne geçerek ona iman etmeleri gerektiğini söylüyordu.
Netice de heyet olarak Peygamberimize şu cevabı veriyorlar; “Biz geride kalan halkımızın arasında ki düşmanlık, kin ve nefret başka hiçbir halkın arasında yoktur. Belki Allah senin sayende onları birlik ve beraberliğe ulaştırır. Onların yanına varınca, onları senin davana çağıracağız ve kabul ettiğimiz bu dini onlara da sunacağız. Eğer Allah onları senin elinle birleştirirse, senden daha üstün birisi olmayacaktır”
İçerisinde Medine’de İslâm dâvetinin yayılmasında en fazla katkısı olan Es’ad b. Zürâre’nin de bulunduğu bu heyet, Medine’ye döndüklerinden bu daveti gündemleştiriyorlar. Bu vesileyle de İslâmî dâvet, Yesrib’e ulaşmış oluyordu.
Bu yıl Efendimiz, Hz. Aişe annemizle nişanlanıyor. Yakın dostu Ebû Bekr’in kızı olan Âişe, farklı rivayet ve görüşler olmakla beraber nişanlandığında on sekiz yaşlarındaydı. Medine’ye hicret ettiği yılda nikâhlanarak evleniyorlar.
BİRİNCİ AKABE BEY’ATI
Nübüvvetin on ikinci yılında, ikisi Evsli, geri kalanları Hazraçli olmak üzere on iki kişilik Medineli bir grup peygamberimizle görüşmek üzere Hac mevsiminde Mekkeye geliyorlar. Bunların altısı bir önceki yıl peygamberimizle görüşerek Müslüman olan Hazrecli Müslümanlardı. Yaptıkları davet neticesinde Evs kabilesinden iman edenleri yanlarına alarak bey’at etmek üzere Mekke’ye geliyorlar. Bu heyet, Mina’daki Akabe’nin yanında Peygamberimizle gizlice görüşerek Efendimize şu konularda bey’at ediyorlar; Allah’a hiçbir şeyi ortak koşmamak, hırsızlık yapmamak, zina etmemek, çocukları öldürmemek, iftira atmamak, maruf olan konularda itaat etmek. Kim bunlara riayet ederse, mükâfatı Allah’a ait olacak. Kiminde bunlardan birisini işlediği taktirde dünyada cezasın çekerse bu onun için keffaret olacağı, kim de bu söylenenlerden birisini yapar da, Allah onun ayıbını örterse, işi Allah’a kalmış olacağı, dilerse bu kuluna azap edeceği dilerse de affedeceği!
Peygamberimiz; “Bu şartlar üzerine bana bay’at edin” dediğinde orada bulunanların hepsi; “Bizde bu şartlar üzerine sana bey’at ettik” diyorlar. Bu heyet, kendilerine İslâm’ı öğretecek bir muallim istiyor ve netice Allah Rasûlü (s.a.s.)’de Mus’ab b. Umeyr’i öğretmen olarak onlarla birlikte Yesrib’e gönderiyor.
Es’ad b. Zürare’nin evinde kalan Mus’ab, Es’ad b. Zürere’nin de yönlendirmesiyle bir yılda birçok insanın İslâmlaşmasına ve Medine’nin İslâm şehri olmasına vesile oluyordu. Vesile olduğu insanların en önemlilerinde ikisi; Üseyd b. Hudayr ve Sad b. Mu’az’dır.
Evs kabilesinin liderlerinden olan Sa’d b. Mu’az ve Üseyd b. Hudayr, Mus’ab’ın Medine’ye gelmesinden rahatsız oluyorlar. Bu meseleyi ikisi arasında konuşuyor ve Sa’d b. Mu’az, Üseyd b. Hudayr’ı Mus’ab’ı Medine’den göndermesi için görevlendiriyor. Üseyd, Mus’ab’ın yanına gitmek için yola çıkıyor. Es’ad b. Zürare, Üseyd’in onlara doğru geldiğini gördüğünde, Mus’ab’a, “Bu gelen kavminin efendisidir. Eğer o Müslüman olursa işimiz kolaylaşır” diyor. Nitekim Üseyd, hakaretler ederek Mus’ab’ın yanına geliyor ve ondan Medine’yi terk etmesini istiyor. Mus’ab ise; “Ey Üseyd, sen akıllı ve kavminin efendisi olan bir adamsın. Otur ve dinle. Eğer söylediklerimi doğru görmezsen Medine’yi terk ederim” diyor. O’na İslâm’ı anlatıyor ve Kur’an’dan bazı bölümleri okuyor. Bunun akabinde Üseyd, orada Müslüman oluyor ve Mus’ab’a; “Ben arkamda birisini bıraktım, onu size göndereceğim, eğer onu kazanırsanız İslâm’ın Medine’de girmediği ev kalmaz” diyor ve yanlarında ayrılıyor.
Sa’d b. Muaz’ın yanına dönüyor ve Mus’ab’la konuştuğunu ama onun gitmeyi reddettiğini söylüyor. Olaya sinirlenen Sa’d, meseleyi halletmek için kendisi Mus’ab’ın yanına gidiyor. Üseyd b. Hudayr’a davrandığı gibi ona da davranan Mus’ab, kendisine hakaretler ederek gelen Sa’d’a; “Ey Sa’d! sen akıllı birisinin. Söyleyeceklerimi dinle. Eğer doğru görmezsen, isteğini yerine getirir, buradan giderim” diyor. Sa’d b. Mu’az’da oturarak onun dinliyor. Mus’ab; Biraz Kur’an okuduktan sonra ona İslâm’ı anlatıyor. Sa’d da Üseyd gibi orada hemen Müslüman oluyor. Bu şekilde, Evs kabilesinin önde gelenleri Müslüman olmuş oluyor ve bunlar üzerinden İslâm bu kabile arasında da yayılmaya başlıyor. Hatta, Evs kabilesinin Abduleşeheloğulları kolunun lideri olan Sa’d b. Muaz, kabilesinin yanına döndüğünde, hepsine akşama kadar mühlet vererek İslâm’a girmelerini istiyor. Kabilesinde reislerine itaat ederek Müslüman oluyorlar. Sadece bir kişi Uhud savaşına kadar Müslüman olmuyor. Oda Uhud savaşında Müslüman oluyor ve şehit düşüyor. Peygamberimiz onun hakkın da; “Az iş yaptı ama çok sevap kazandı” demiştir.
İKİNCİ AKABE BEY’ATI
Bir yıl sona, yani Nübüvvetin on üçüncü yılında, Medine’den 70 civarında Müslüman, Hac yapmak ve Peygamberimizle görüşmek üzere Mekke’ye geliyorlar. Yolda gelirken, Peygamberimizi Mekke’de, Kureyş’in baskılarına muhatap bırakmamaları gerektiğini kendi aralarında konuşuyorlardı. Nitekim Allah Rasûlüyle görüştüklerinde de bu arzularını O’na da iletecek, O’nu ve Müslümanları Medine’ye davet edeceklerdi.
Mekke’ye vardıklarında içlerinden bazıları Peygamberimizle görüşüyor ve topluca Efendimizle buluşmak için Akabe’yi kararlaştırıyorlar. Gece herkes uyuduğunda, 70 kişilik heyet Allah Rasûlüyle görüşmek için Akabe’ye geliyor, birlikte geldikleri Medineli müşriklere de olayı sezdirmiyorlar. Bu bey’atte 73 erkek ve 2 de, kadın bulunuyordu. Peygamberimiz buluşma yerine amcası Abbas b. Abdulmütalib ile birlikte geliyor. Sözü önce Abbas alarak şunları söylüyor;
“Eh Hazrecliler! (Bütün Medinelileri kast ediyor) sizin de bildiğiniz gibi Muhammed bizim yanımızda önemli bir konumdadır. Biz, kendi kavmimizden olup da onunla ilgili olarak, bizimle hemen hemen aynı görüşü paylaşanlara karşı bile onu koruduk. Bu sebeple onun kavmi arasındaki itibarı yüksek olup kendi memleketinde güven içindedir. Ancak o, sizin tarafınızda bulunmayı ve size katılmayı tercih etti. Eğer siz, gerçekten onu çağırdığınız konularda verdiğiniz sözü yerine getirecekseniz ve muhaliflerinden onu koruyacaksanız, sizin yüklendiğiniz sorumlulukla baş başa bırakıyorum. Yok eğer onunla birlikte Medine’ye döndükten sonra onu düşmanlarının insafına terk edip yapayanlız bırakacaksanız, şimdiden bundan vazgeçin. Çünkü o, kavmi arasında ve kendi memleketi içerisinde güvende yaşayan itibarı yüksek birisidir” diyor.
Medineliler, “Ey Abbas, seni dinledik. Birazda peygamberimiz konuşsun, bizden hangi sözü almak istiyorsa alsın” diyorlar.
Peygamberimiz de, biraz açıklamalar yaptıktan sonra şu şartlar altında bey’at istiyor; Güçlü ve zayıf zamanlarda itaat etmek, varken de yokken de infakta bulunmak, iyiliği emretmek ve kötülüğü önlemek, hiçbir kınayıcının kınamalarına aldırmamak, kendilerini, eşlerini ve çocuklarını korudukları gibi kendisini de korumaları gerektiğini konularında bey’at etmelerini istiyor. Medineliler, bu şartları kabul ettikleri taktirde mükafat olarak kendilerine ne verileceğini sorduklarında ise, Efendimiz; “Cennet” diye cevap veriyor.
Heyet içerisinde bulunan Berâ b. Ma’rur söz alarak şunları söyledi; “Seni peygamber olarak gönderenin hakkı için, ailemizi koruyup kolladığımız gibi seni de öylece koruyacağız. Bizimle bey’at yap. Allah’a yemin olsun ki, biz atalardan miras aldığımız bir gelenek olarak yeterli donanıma sahip savaşçı insanlarız” dedi.
Sonra söz alan, Ebû’l Heysem b. Teyyihan ise şunları söyledi; “Ey Allah’ın Rasûlü! Yahudileri kast ederek, biz şu adamlarla birtakım bağlarımız var. Bu bağları kesmek zorunda kalacağız. Biz bunu yaptıktan sonra ve Allah’ta senin dâvanı üstün kılınca, bizi bırakıp kendi kavmine dönersen ne olacak?” dedi. Peygamberimiz ise şu cevabı verdi; “Aksine kanınız kanımdır, size yapılan bana yapılmıştır. Siz bendensizin bende sizdenim; sizin savaştıklarınızla ben de savaşır, barış yaptıklarınızla barış yaparım”
Abbas b. Ubâde söz alarak heyettekileri bir kez daha uyarıyor ve şunları söylüyordu; “Bu adama ne adına bey’at ettiğinizin farkındasınız değil mi? Siz ona gerektiğinde Arabıyla, acemiyle bütün insanlarla savaşmayı göze alarak bey’at etmiş oluyorsunuz. Eğer mallarınızın başına bir şey geldiğinde ve seçkin insanlarınız öldürüldüğünde onu yapayanlız bırakarak terk etmeyi düşünüyorsanız, şimdiden bu işi yapın. Çünkü böyle yaparsanız, vallahi dünya ve ahirette rezil olursunuz. Yok eğer, mallarınızın maruz kalabileceği felaket ve eşrafınızın öldürülme riskine rağmen onu davet ettiğiniz şeyi yerine getirmeye kararlıysanız o zaman onu yanınıza alın. Çünkü bu durum, dünya ve ahiret hayrı demektir.”
Aynı uyarıyı Es’ad b. Zürare’de yapıyor; “Ey Medineliler! Hele bir durun, yavaş olun! Kuşkusuz biz bunca yolu tepip gelirken, onun Rasûlüllah olduğunu ve onu bugün memleketinden çıkarıp götürmenin bütün Arapları karşımıza almak, değerli insanlarımızın öldürülmesi ve kılıç darbelerine maruz kalmak anlamına geldiğinin bilincindeyiz. Şimdi siz eğer buna sabredeceksiniz onu alıp götürün, ecriniz de Allah’a kalır. Yok eğer bu konuda kendinizden endişe ediyorsanız, o halde onu şimdiden bırakın; bu sizin için Allah katında daha geçerli bir mazeret sayılabilir.” Heyettekiler ne pahasına bey’at ettiklerinin farkında olduklarını ve bütün bu tehlikelere rağmen bey’at edeceklerini ifade ettiler. Nitekim peygamberimizin elini tutarak, yukarıda bulunan hususlar üzerine Efendimize teker teker bey’at ettiler.
Allah Rasûlü, içlerinden on iki kişiyi temsilci seçmeleri istedi. Onlarda, dokuz kişi Hazrec’ten, üç kişide Evs’ten temsilci seçtiler. Peygamberimiz seçilen bu temsilciler için şunları söyledi; “Siz havarilerin Meryem oğlu İsâ karşısında yerine getirmeye kefil oldukları hususlar gibi kendi kavminizin her şeyine kefilsiniz. Ben de kendi kavmimin her şeyine kefilim” dedi. Onlarda bu temsilcilik görevini kabul ettiler.
Mekkeli müşriklerden birisinin bu toplantıdan haberinin olduğu ve Kureyşlileri haberdar ettiği, Kureyşin ileri gelenlerinin gidip Medineli müşirk hacılarla görüşerek böyle bir olayın doğru olup olmadığını sordukları, lakin konudan haberi olmayan müşrik Medinelilerin lideri konumunda ki Abdullah b. Übey b. Selül’ün, böyle bir olayın olmadığı konusunda Kureyşlilere teminat verdiği söylenir. Ayrıca Kureyşin yapılan bey’atten haberdar olduğunu duyan heyetteki Müslümanlar, Peygamberimize; “Eğer istersen yarın Mina’da onlara saldırıp onların boyunlarını vurabiliriz” dediklerinde, Allah Rasûlünün; savaşmak için Allah’tan emir gelmediğini söyleyerek bu tekliflerini reddetmiştir.
Olayın doğru olduğundan endişelenen Kureyşliler, Medinelileri takip etmiş, yolda Sa’d b. Ubâde’yi yakalayarak boynuna bağladıkları iple sürükleyerek Mekke’ye götürmüş ve öldüresiye işkence etmişlerdi. Neticede Mut’im b. Adiy ve Hâris b. Harb b. Ümeyye’nin araya girmiş ve onu himaye ederek ancak işkencelerden kurtarabilmişdi.
Böylece İslâmî davetin süreci, bir merhaleden başka bir merhaleye geçiyor. İkinci Akabe bey’atı, Medine’nin kapılarını Mekkeli Müslümanlara açılması ve İslâm devletinin teşekkülü için bir başlangıç aşaması olmuştur.
İBERELER VE DERSLER
HİCRET YOLUNDA
Medineliler; Allah Rasûlü ve Müslümanları Medine’de canları pahasına koruyacaklarına dair bey’atı yaptıktan sonra ve Efendimizin de izniyle Mekkeli Müslümanlar, hicret için yollara döküldüler. Genellikle Mekkelilerden habersiz olarak gizlice hicret yoluna düştüler. O güne kadar kâfirlerin yaptıkları baskılara sabretmeleri istenen Müslümanlardan, bu gün artık başka bir bedel isteniyor, yerlerini/yurtlarını yakınlarını, eşlerini ve dostlarını geride bırakarak imanları uğruna başka bir beldeye gitmeleri isteniyordu. İşte birkaç hicret hikayesi;
Ebû Seleme; Ailesiyle birlikte hicret etmek için yola çıkmaya karar veriyor. Lakin eşi Ümmü Seleme’nin ailesi kızlarına hicret için izin vermediler. Ebû Seleme’nin ailesi de çocuğun Ümmü Seleme’nin yanında kalmasına izin vermediler. Bunun üzerine Ebû Seleme, yalnız başına hicret etmek zorunda kaldı. Ümmü Seleme bu olay üzerine çok üzüldü ve neticede kendisini kahredecek bir duruma geldiğinde, ailesi izin vermek zorunda kaldı. Çocuğunu da yanına alan Ümmü Seleme, bir yıl sonra ancak hicret edebilmişti.
Suheyb b. Sinan er-Rûmi; Rûm diyarından olan Suheyb, Mekkeye köle olarak geliyor ve daha sonra efendisi tarafından azat edilerek kölelikten kurtuluyor. Mekke’de mal mülk sahibi oluyor. Hicret edeceği zaman yanına alabildiği mallarıyla hicret yoluna düşüyor. Hicret yolundayken Kureyşliler yolunu keserek, mallarıyla birlikte gitmesine izin vermiyorlar. O da “mallarımı size verecek olsam izin verecek misiniz” diye soruyor. Bu teklifi kabul eden Kureyşliler onun mallarını alarak Medine’ye gitmesine izin veriyorlar. Bu davranışından dolayı peygamberimiz kendisi hakkında; “Kazandı, Suheyb kazandı” diyordu. Nasıl kazanmasın ki, Allah’ın emrine icabet ediyor ve Allah Rasûlüne itaat ederek mallarından vazgeçiyordu. Allah’ın ve Rasûlünün rızasını tercih ediyor, Allah’ın vereceği mükafata talip olarak gerektiğinde mallarından vazgeçmesini biliyordu.
Ayyaş b. Ebî Rebia; Hz. Ömer’le birlikte hicret ediyorlar. Kuba’ya vardıklarında, Ebû Cehil ve kardeşi Hâris yanına gelirle ve; “Annen seni görünceye kadar saçlarına tarak vurmamaya yemin etti” derler. Ayyaş annesine acıdı ve Annesinin yanına dönmek istedi. Hz. Ömer, onu bu konuda uyararak, müşriklerin kendisini aldatabileceklerini söyledi. Buna rağmen Ayyaş, onlarla birlikte dönmeye kararlıydı. Anne sevgisi onu Ebû Cehil ve kardeşine inanmasını sağlamıştı. Dönüş yolunda Ebû Cehil ona tuzak kurarak ellerini bağlıyor ve böylece Mekke’ye götürüyorlar. Diğer müşrik ailelere de hicret eden Müslümanlara kendileri gibi davranmalarını istiyorlar.
Hemen herkes hicret yolunu tutmuş ve Medine’ye varmışlardı. Geri de peygamberimizin ailesi, Hz. Ali ve Ebû Bekr’in ailesi kalmıştı. Hz. Ebû Bekr hicret etmek istediğinde Efendimiz kendisine; “beklemesini, belki de Allah’ın kendisine hayırlı bir arkadaş nasip edeceğini” söyledi. Hz. Ebû Bekr’de hicret yolunda peygamberimize arkadaş olmak için bekledi. Hatta iki tane de deve satın alarak hicret için besledi. Abdullah ibn Uraykıt adındaki müşrik ama güvenilir bir kılavuzu, hicret ederken Kureyşin bulamayacağı yollardan kendilerini Medine’ye götürmesi için ayarladı ve peygamberimize hicret izninin verilmesini bekledi.
Bu arada Kureyş, Dar’un Nedve de toplandılar. Necid’li iki ayaklı bir şeytanın da bu istişareye katıldığı zikredilmektedir. İstişarede, birçok yöntem üzerinde konuştular. İçlerinden birisi Efendimizin hapsedilmesi konusunda teklifte bulunuyor, lakin bu teklif kabul edilmiyor. Başka birisi, sürgüne gönderelim diyor, bu teklifte makul karşılanmıyor. Ebû Cehil ise, her kabileden bir adam belirleyerek bir birlik oluşturmalarını, hazırlayacakları bir tuzakla kurdukları bu birlikte yer alan adamların hep beraber atılarak Muhammedi öldürmelerini teklif ediyor ve ekliyor; bu şekilde olursa Haşimoğulların bütün bu kabilelere karşı koyamayacağını, diyet ödeyerek konunun kapanacağını söylüyor. Toplantıya iştirak eden Necid’li adam, bu fikrin en doğru fikir olduğunu söylüyor ve bu fikir üzerinde anlaşıyorlar. Bu korkunç plan içinde görev alacak her kabileden adamlar seçiliyor ve planı gerçekleştirmek için peygamberimizin evi gece kuşatılıyor. Peygamberimiz; Hz. Ali’yi, kendisine verilen emanetleri sahiplerine iade etmesi için evinde bırakıyor ve Allah’ın korumasıyla kendisini kuşatan düşmanları atlatarak oradan uzaklaşıp birlikte hicret etmek için Ebû Bekr’in evine gidiyor. Daha sonra Efendimizin evini kuşatan müşriklere; peygamberimizin oradan ayrıldığı yönünde haber gelmesi üzerine hemen Efendimizin evine giriyorlar. Peygamberimizin yatağında Hz. Ali’nin yattığını görüyorlar. Bu şekilde de Allah, müşriklerin kurdukları tuzağı boşa çıkarıyor, amaçlarına ulaşamıyorlar.
Peygamberimiz, Hz. Ebû Bekr ile birlikte o gece, Medine yönünün tam ters istikametinde yer alan Yemen tarafındaki Sevr mağarasına gidiyorlar. Üç gün orada saklanıyorlar. Kureyş, her tarafa adamlar göndererek onları arıyorlar. Yarım kalan, Efendimizi katletme hedeflerine ulaşmak istiyorlar. Peygamberimizin Medine istikametine doğru gideceğini bildiklerinden, o istikamette arayışlarını yoğunlaştırıyorlar. İz sürmekte mahir olan müşriklerden bir tanesi Peygamberimizin saklandığı mağaraya kadar geliyor lakin mağaraya girip içeriye bakmıyor.
Kendisine hakkıyla tevekkül ederek üzerine düşen sorumluluğu yerine getirmek için Medine’ye tam ters bir tarafa giden ve mağaraya girerek saklanan peygamberimizi, Allah o zalimlerden koruyor. Mağaranın hemen dışında Kureyşlilerin olduğunu gören Ebû Bekr; “Ey Allah’ın Rasûlü, eğilip baksalar bizi görecekler” diyordu. Efendimiz ise; “Korkma üçüncüleri Allah olan iki kişi hakkında mı korkuyorsun” diyerek Allah’ın kendilerine yadım edeceğini bildiriyordu. Konuyu gündeme getiren bir âyette şu şekilde buyurulur; “Eğer siz ona (Resûlullah'a) yardım etmezseniz (bu önemli değil); ona Allah yardım etmiştir: Hani, kâfirler onu, iki kişiden biri olarak (Ebû Bekir ile birlikte Mekke'den) çıkarmışlardı; hani onlar mağaradaydı; o, arkadaşına. Üzülme, çünkü Allah bizimle beraberdir, diyordu. Bunun üzerine Allah ona (sükûnet sağlayan) emniyetini indirdi, onu sizin görmediğiniz bir ordu ile destekledi ve kâfir olanların sözünü alçalttı. Allah'ın sözü ise zaten yücedir. Çünkü Allah üstündür, hikmet sahibidir.” (Tevbe, 40)
Sevr mağarasında kaldıkları üç gün, Hz. Ebû Bekr’in kızı Esma; Babası ve Efendimize yemek getiriyor, oğlu Abdullah; gündüzleri Mekke’de olup bitenleri öğreniyor ve geceleri de mağaraya haber getiriyor, azatlı kölesi Amir b Fuheyre ise; hayvanları mağaraya yakın yerlerde otlatıyor, hayvanların sütlerini onlara ikram ettiği gibi, Abdullah ve Esma’nın ayak izlerinin –müşrik iz sürücülerin izleri takip ederek mağaradan haberdar olmaması için- kaybolmasını sağlıyordu. Adeta, Hz. Ebû Bekr, hicret yolculuğunun sağlıklı bir şekilde devam etmesi ve Allah Rasûlünün ihtiyaçlarını karşılamak için tüm ailesini seferber etmişti.
Daha önce kararlaştırıldığı gibi, hicret yolculuğunda kılavuzluk yapacak Abdullah b. Uraykıt, üçüncü günün gecesi, Ebû Bekr’in hicret için satın alarak beslediği develerle birlikte mağaraya geliyor ve hicret yolculuğu başlıyor. Dört kişilik bir kafile olarak o gece, dünya tarihinde bir dönüm noktası olan o kutlu yolculuğa çıkıyorlar. Allah Rasûlü, Hz. Ebû Bekr, Amir b. Fuheyre ve kılavuz Abdullah b. Uraykıt.
Kureyş, son bir hamle olarak, peygamberimizi yakalayarak veya ölü olarak getirene 100 deve ödül verileceğini duyuruyor. Bu servete sahip olmak isteyen herkes peygamberimizi yakalamak için harekete geçiyor. Hz. Ebû Bekr, yolculuk boyunca peygamberimizin başına bir şey gelmesin diye, bazen Efendimizin önüne, bazen arkasına geçerek, gelebilecek tehlikelere karşı onun korumaya çalışıyor. Bazen kendilesine “Bu adam kimdir?” diye soru soranlara; “Bu bizim kılavuzumuzdur” diyordu. O, hidayet yolunun kılavuzunu kast ederken, soranlar ise yol gösteren kılavuzu anlıyorlardı.
Kureyşin peygamberimizin başına koyduğu servete sahip olmak isteyenlerden birisi de Sürâka b. Mâmik idi. Sahil yolunda bir takım kimselerin görüldüğünü haber alan Sürâka, hemen o bölgeye doğru gidiyor. Netice de kafileye yaklaşıyor. Atının birkaç kez tökezlemesi neticesinde onları alıp geri götüremeyeceğini anladığında, peygamberimizden eman istiyor. Peygamberimiz, Surâka’ya nasihat ederek; “İslâm’ın bir gün İran ve Bizans’ın topraklarını kuşatacağını, eğer o güne yetişirsem Kisra’nın bileziklerini senin koluna takacağım” diyordu. Nitekim, Hz. Ömer devrinde İran feth edilip de Kisra’nın hazineleri Medine’ye getirildiğinde Hz. Ömer, Surâka’yı çağırtarak Kisra’nın bileziklerini ona veriyor ve Surâka’nın gözlerinden yaşlar boşalıyordu.
Bu kutlu yolculukta birkaç yerde konaklıyorlar. Konakladıkları yerlerden birisi de Ümmü Ma’bed’in çadırı oluyor. Ümmü Ma’bed’ten kendilerine azık olarak süt vermelerini istiyorlar. Ümmü Ma’bed ise, hayvanlarının otlaklarda olduğunu, sadece cılız bir keçilerinin olduğunu onunda sütünün olmadığını söylüyor. Efendimiz o keçinin yanına gidiyor ve memelerini okşayarak sağıyor. Herkese yetecek kadar süt sağıyor ve Ümmü Ma’bed’e de ikram ediyor. Daha sonra yollarına devam ediyorlar. Akşam kocası Ebû Ma’bed eve geldiğinde gün içinde yaşadığı hadiseyi ona anlatıyor. Ebû Ma’bed, “O Kureyş’in aradığı adamdır. Eğer yol bulabilirsen gidip ona iman edeceğim” diyordu.
Yolda birkaç yere daha uğradıktan sonra Kuba’ya varıyorlar. O günlerde Medineli Müslümanlar gözetleme yerlerine çıkarak onların gelişlerini gözetliyorlardı. Yine böyle bir gün gözetlemeye çıkmışlar, öğlen sıcağı bastırınca da geri dönmüşlerdi. Gözetlemeye devam eden bir Yahudi, kendilerine doğru bir kafilenin geldiğini görüyor ve; “Ey Araplar! İşte beklemekte olduğunuz zat-ı şahaneniz geliyor” diyerek haber veriyor. Bunun üzerine herkes peygamberimizi karşılamak üzere o yöne hareket ediyor ve büyük bir sevinçle O’nu karşılıyorlardı.
Kuba’ya ilk geldiklerinde insanlar onları tanımadıkları için, Hz. Ebû Bekr’i peygamberimiz sanarak hürmet gösteriyor ve selamlıyorlardı. Daha sonra Hz. Ebû Bekr’in Efendimize hizmet ettiğini gördüklerinde peygamberimizi ancak o zaman tanıyabilmişlerdi. Efendimiz, Külsûm b. el-Hidm’e misafir oluyor. Orada pazartesiden, perşembeye kadar kalıyor.
Hz. Ali Mekke’de emanetleri sahiplerine teslim ederek Kuba’da peygamberimize yetişiyor. Peygamberimiz Kuba’da kaldığı süre zarfında Kuba mescidini inşa ediyor. Bu mescit “temeli takva üzere kurulan mescit” olarak Kur’an’da ifadesini bulmakta, Medsid-i Dirar’ın karşılığı olarak Mescid-i Takva olarak Tevbe sûresinin 107 ile 110. âyetlerin de konu edilmektedir.
Cuma günü Medine’ye hareket etmek için Kuba’dan ayrılan peygamberimiz, yolda Cuma vaktinin girmesi üzerine, Sâlim b. Avfoğularının arazilerinin bulunduğu yerde Cuma Namazını, yaklaşık yüz kişiyle birlikte kılıyor. Peygamber Efendimizin kıldığı ilk Cuma burada kıldığıdır. Sonra yanında bulunanlarla birlikte Medine’ye doğru hareket ediyorlar.
Medineliler, O’nun geldiğini haber aldıklarında sokaklara çıkıyor, O’nu görmek için adeta birbirleriyle yarışıyorlardı. Medine’li genç kızlar O’nun gelişine duydukları sevinçlerini söyledikleri şu kasideyle dillerine döküyorlardı;
“Ay doğdu üzerimize veda tepelerinden,
Şükretmek düşer bize, Davetçinin Allah’a davetinden.
Ey bize gönderilen elçi! İtaat edilecek bir davayla geldin”
Medineli Müslümanlar Peygamberimizi kendi evlerinde misafir etmek için birbirleriyle yarışıyorlardı. Efendimiz Ensâr’ın bu tavrını gördüğünde ve birisine gittiğinde diğerlerinin üzüleceğini de hesaba katarak bir çözüm yolu buluyor. Devesini serbest bırakmalarını ve devenin çökeceği yere en yakın ev kiminse o eve misafir olacağını ifade ediyor. Serbest bırakılan deve, biraz dolandıktan sonra, iki yetim gence ait olan bir arazide çöküyor. Devenin çöktüğü yere evi en yakın olan, Halid b. Zeyd, (Ebû Eyyûb el-Ensârî) elini çabuk tutarak hemen Peygamberimizin eşyalarını alarak evine taşıyor. Nitekim Efendimizin, Mescid’e bitişik olan odaları yapılıncaya kadar Halid b. Zeyd’in evinde misafir olarak kalıyor.
Günler sonra Allah Rarâlünün hanımı Sevde ve kızları Fatıma, Ümmü Gülsüm, yakın dostu Zeyd b. Hârise ile Ümmü Eymen de Medine’ye ulaşıyorlar. Onlarla birlikte, Abdullah b. Ebû Bekr ve Ebû Bekr’in diğer ailesi de vardı. Peygamberimizin diğer kızı Zeynep ise kocası Ebû’l Âs ile kalmış, ancak Bedir savaşından sonra hicret edebilmişti.
Medine’nin ilk günlerinde hava değişikliğinden dolayı hicret eden Muhacirler arasında hastalık baş göstermişti. Nitekim Efendimiz onların sıhhat bulması için Allah’a dua etmiş ve neticede duaları kabul olmuş ve kısa zamanda sağlıklarına kavuşmuşlardı.
DERSLER VE İBRRETLER
Konu üzerinde ittifak olmasada, Efendimzin hicretine kadar inen sûreler şu şekildedir; En’âm, A’raf, Yûnus, Hûd, İbrahîm, Hicr, Nahl, İsrâ, Kehf, Meryem, Tâhâ, Enbiyâ, Hac, Müminûn, Furkân, Şuarâ, Neml, Kasas, Ankebût, Rûm, Lokmân, Secde, Sebe, Fâtır, Yasîn, Sâffât, Sâd, Zümer, Mümin, Fussilet, Şûrâ, Zuhruf, Duhân, Câsiye, Ahkâf, Kâf, Zâriyât, Tûr, Necm, Kamer, Vâkıa, Mülk, Kalem, Hâkka, Meâric, Nûh, Cin, Müzzemmil, Müddessir, Kıyâme, İnsân, Mürselât, Nebe, Nâziât, Abese, Tekvîr, İnfitâr, İnşikâk, Burûc, Târık, A’la, Ğâşiye, Fecr, Beled, Şems, Leyl, Duhâ, İnşirâh, Tîn, Alak, Âdiyât, Kâria, Tekâsür, Asr, Hümeze, Fîl, Kureyş, Mâûn, Kevser, Kâfirûn, Leheb Fâtiha, Ra’d, Rahmân, Zilzâl, Mutaffifin, Kadr İhlâs, Felâk ve Nâs sûreleri olmak üzere 90 sûredir.
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
MEDİNE’DE İLK FAALİYETLER
1 Mescid-i Nebevi’nin İnşâsı
Peygamberimiz, Medine’li iki yetime ait olan bir arsayı satın alarak buraya mescid yapılmasını istedi. Medine’de ummalı bir şekilde mescid inşasını tamamlamak için çalışmalar başladı. Herkesin katkıda bulunmak için çalıştığı bu inşaatta, Efendimiz de taş taşıyarak katkıda bulunuyordu. Kendisine; “Ey Allah’ın Rasûlü, siz çalışmayın biz çalışırız” dediklerinde ise; “Allah arkadaşları arasında ayrıcalıklı olan kimseyi sevmez” diyerek karşı çıkıyordu. Bu şekilde hummalı bir çalışmayla Mescid kısa bir zamanda tamamlandı. Mescid dediysek de günümüzdeki gibi görkemli ve gösterişli mescitler gelmesin aklınıza. Duvarları toprak kiremit ve çamurdan, tavanları hurma dallarından, sütunları hurma kütüklerinden, zemini ise kum ve çakıllardan oluşuyordu. Üç kapısı olan mescidin hemen bitişiğine peygamberimiz için odalar da inşa edildi. İnşaat bittiğinde Peygamberimiz Halid b. Zeyd’in evinden, kendisi için yapılan bu odalara taşındı.
Mescid-i Nebevi, peygamberimiz döneminde sadece namaz kılınan yer değil, devletin yönetildiği bir parlamento, ilim öğrenmek isteyenler için bir medrese, Müslümanların toplanma merkezi, orduların sevk edildiği bir askeri karargah, davaların görüldüğü mahkeme salonu ve evsiz barksız Müslümanların kaldığı yurt hükmündeydi.
Mescidin inşasından sonra özellikle namaz vakitlerinin nasıl duyurulması konusu gündeme geldi. Namazlar beş vakit cemaatle kılınması gerektiği için, namaz vakitlerini insanlara duyuracak bir şey tespit edilmeliydi. Bunun için peygamberimiz ashabıyla istişare etmiş, kimileri namaz vakitlerini “dumanla” duyuralım önerisinde bulunurken, kimileri “çan” çalınmasını teklif etmiş lakin bir karar alamadan o gün ayrılmışlardı. O gece Abdullah b. Zeyd, rüyasında şuan okunduğu gibi ezanı görmüş ve bir sonraki gün istişarede gündeme getirmişti. Peygamberimizin namaz vakitlerini belli etmek için uygun gördüğü bu rüyayı, Hz. Ömer; “Bende aynı rüyayı gördüm” diyerek Efendimize bildirmişti. Peygamberimiz, uygun gördüğü bu ifadeleri Bilal’e öğretmelerini, Bilal’in de yüksekçe bir yere çıkarak okumasını emrediyordu. Bu günden sonra ezan, Müslümanlara namaz vakitlerini bildirmek için adeta bir şiar olmuştur.
2 Müslümanlar Arasında Kardeşliğin Tesisi (Muâhât)
Allah Rasûlünün Medine de ilk yaptığı icraatlardan bir tanesi de, özellikle Medineli Ensâr ve Mekkeli Muhacirler arsında kardeşlik müessesesini tesis etmesidir. Mekke’de evlerini ve mallarını terk ederek Medine’ye gelen Muhacirin yardıma ihtiyacı olduğundan, bundan sonraki süreçlerde karşılaşılacakları zorlukları ancak sağlam bir kardeşlik ve dayanışmayla ancak aşabilceklerinden hareketle Efendimiz bu uygulamayı bir zaruret olarak görmüştür. Çoğunlukla bir Ensar ve bir Muhacir arasında yapılan bu kardeşlik, bazen ikiden fazla kişi, bazen de Muhacirlerin aralarında uygulandı. Yaklaşık doksan kişi birbirleriyle bu şekilde kardeş yapıldılar. Yapılan bu kardeşlik antlaşması gereği, herhangi bir kardeşin ölmesi durumunda diğer kardeş ona mirasçı olabiliyordu. Bedir savaşına kadar devam eden bu uygulama, daha sonra Kur’an tarafından kaldırılarak, mirasın akrabalar arasında paylaştırılması prensibi getirildi. Konuyla ilgili âyette şu şekilde buyurulur; “…Aralarında kan bağı bulunanlar Allah’ın kitabında (mirasçılık bakımından) birbirlerine, diğer müminlerden ve muhacirlerden daha yakındırlar; dostlarınıza lütufta bulunmanız başkadır. Bu hüküm kitapta kayıt altına alınmıştır.” (Ahzab, 6)
Bu uygulama neticesinde “îsâr” (kardeşini kendi nefsine tercih etme) duyguları Müslümanlar arasında kök salmaya başlamış ve çok sağlam temelleri olan bir kardeşliği oluşturmuştu.
Ensar’dan olan Sa’d b. Rebi ile, Muhacirden Abdurrahman b. Avf arasındaki kardeşlik örneği bunlardan bir tanesidir. Kardeş yapılan Sa’d b. Rebi, Abdurrahman b. Avf’a; “İşte bunlar benim mallarımdır, yarısını senin için ayırıyorum. İki tanede eşim var, beğendiğini boşayayım, iddeti bittikten sonra onunla nikahlanırsın” der. İslâm’ın kendisinden istediği kardeşlik duygularını sonuna kadar kalbinden hisseden bu güzel insan, ihtiyaç sahibi olan kardeşi için fedakârlıkların en büyük örnekliğini ortaya koyarken, kendisine bu şekilde teklifte bulunulan Abdurranman b. Avf’da şunları söylüyordu; “Allah malını da eşlerini de sana mübarek kılsın, bana pazarın yolunu göster (burada ticaretin nasıl işlediğini bana öğret” diyerek, ihtiyaç sahibi dahi olsa, ihtiyaçlarını kendisi karşılayabileceği bir durumda, kardeşinin eline bakmaması gerektiğini çok iyi bildiğinden İslâm’ın kendisinden istediği o muhteşem tavrı ortaya koyuyordu.
Ensar’dan olan bir grup Müslüman Peygamber Efendimizin yanına gelerek; “Ey Allah’ın Rasûlü! Biz hurmalıklarımızı Muhacir kardeşlerimizle bölüştürmek istiyoruz” dediklerinde Efendimiz; “Hayır öyle yapmayın” dedi. Ensâr ise; “O halde onlar bizim bahçelerimiz de çalışsınlar, çıkan mahsule ortak olsunlar” dediler, bunun üzerine Efendimiz, bu tekliflerini uygun görerek kabul etmişti.
3 Medine Anayasası/Vesikası
Allah Rasûlünün Medine’de yaptığı ilk işlerde bir tanesi de, Muhacir ve Ensâr’ın arasındaki hukuki müeyyideleri tespit etmek, Medine de yaşayan ana unsurlar arasındaki hukuku belirlemek oldu. Bunun için bir sözleşme metni Muhacir ve Ensâr arasındaki hukuku belirlemek için hazırladı. Bu metin yaklaşık 16 civarındaki maddeden oluşuyordu. Diğer bir belge daha hazırladı ve bu belgeyle de Yahudiler ile Müslümanlar arasındaki hukuku belirledi.
Muhacir ile Ensar arısındaki sözleşme metni özetle şu şekildeydi; Tüm iman edenlerin tek bir toplum oldukları, savaş esirlerinin fidyelerini birlikte ödeyecekler, yardıma muhtaç olanlara yardım edilecek, tolumda fesat meydana getirenlere karşı birlikte hareket edecekler, evlat bile olsa kimse onu savunmayacak, kafir için mü’min öldürülmeyecek, mü’minlere karşı kafirlere yardım edilmeyecek, ister zayıf olsun ister güçlü, eman veren bir mü’minin emanı bütün Müslümanlar için de bağlayıcı olacak, Müslümanlara tabi oldukları taktirde Yahudilere yardım edileceği, kimse diğer Müslümanlardan bağımsız olarak kafirlerle barış antlaşması yapamayacağı, kimsenin Kureyşlileri koruyup kollamaması, bir mü’mini öldürene kısas uygulanması, canî olan birisine hiçbir Müslümanın arka çıkmaması, hakkında itilafa düşülen konularda hakem olarak Allah ve Rasûlünü kabul edilmesi gibi konular yer alıyordu.
Yahudiler ile yapılan antlaşma metinin özeti şu şekildeydi; Yahudilerin dinleri kendilerine, Müslümanların ise kendilerine olduğu, her iki tarafta kendi harcamalarını kendi içlerinde halledecekleri, Yahudi veya Müslümanlara savaş açan olursa birlikte yardımlaşacakları, birbirlerine kötülük yapmayacakları, iki grupta müttefik olduğu tarafa karşı suç işlemeyeceği, mazlum olana yardım edecekleri, Yahudiler ve Müslümanlar birlikte savaşırlarsa harcamaları da ortak yapılacakları, Yesrib’in sınırları iki taraf için de mukaddes olacağı, adam öldürmeler de hüküm mercii Allah ve Rasûlü olacağı, Kureyş ve onlara yardım edenlerin himaye edilmeyeceği, Yesrib’e saldırı durumunda iki taraf birlikte savunma yapacakları, yapılan antlaşma suçluların cezalandırılmasına engel teşkil etmediği gibi konular karşılıklı güvence altına alındı.
Konfederasyon tipi bir devlet modeli oluşturulmuş oldu. Bu konfedere devletin başkanı da Allah Rasûlü oldu.
Medine’de yaşanan bu durumlardan rahatsız olan Kureyş, Medineli müşriklere -ki onların önde geleni Abdulah ibn Ubey b. Selül’dür. Bu şahsiyet peygamberimiz Medine’ye gelmeden önce Medineliler tarafından kral seçilmek üzereydi. Peygamberimizin Medine’ye gelmesi ve kurulan yeni devletin başkanı olması sebebiyle krallık hayalleri suya düştüğü için hayatı boyunca Efendimize düşmanlık yapan bir münafıktır – bir mektup göndererek, ya peygamberimizi ve muhacirleri oradan çıkartmalarını, yada kendileriyle savaşmak üzere üzerlerine gelecekleri konusunda tehdit ettiler. Bu mektubu alan Abdullah b. Ubey b. Selül hemen harekete geçiyor. Durumdan haberdar olan peygamberimiz onula bir araya gelerek şunları söylüyor; “Kureyşin tehdidi sizi çok etkilemiş. Ancak onların size vereceği zarar, sizin kendinize vereceğiniz zarardan daha fazla değildir. Siz kendi oğullarınızla ve kardeşlerinizle mi savaşmak istiyorsunuz” diyerek ona böyle bir yola başvurması halinde karşı karşıya kalacağı durumu haber verdi. Bu konuşma üzerine, savaşmak üzere toplanan münafıklar oradan dağılıp gittiler.
Bu sırada Mekke’ye Umre niyetiyle giden Sa’d b. Muâz, Ümeyye b. Halef’in misafiri oluyor. Eskilere dayanan bir dostlukları vardı. Kâbe’yi tavaf etmeye giderken Ebû Cehil ile yolda karşılaşırlar, Ebû Cehil Ümeyye’ye; “Şu yanındanki adam da kim?” diye sorduğunda, Ümeyye; “Bu Sa’d’dır” dedi. Ebû Cehil; “Dinsizleri barındırıp beslediğiniz yetmiyor gibi şimdi de gelmiş güven içinde Kâbe’yi tavaf yapacağınızı düşünüyorsunuz. Eğer yanında Ümeyye olmasaydı, buradan sağ gidemezdin” tehdidinde bulunuyor. Sa’d ise şu karşılığı veriyor; “Vallahi sen beni Kâbe’yi tavaf etmekten alıkoyarsan bende seni daha ağır olan şeyi yaparım. Bir daha Medine yolu üzerinden ticaret kervanlarınız geçemez” diyerek onun tehdidine tehdit ile karşılık veriyor.
Kureyşin Medine’ye saldırma veya suikast düzenleme endişesinden dolayı Müslümanlar, bir taraftan her an savaşa hazırlıklı bir şekilde beklerken, diğer bir taraftan da peygamberimizin evinin önünde nöbet tutuyorlardı. Mâide Sûresinin “…Allah seni insanlardan korur. Şüphesiz Allah, kafirler topluluğunu hidayete erdirmeyecektir”[11] âyeti ininceye kadar da nöbet tutma işine devam ediyorlar.
İBRETLER VE DERSLER
SAVAŞ MERHALESİNE GEÇİŞ
Kureyş’in Müslümanlara karşı her an saldırı yapabileceği bir durumda, Allah’u Tâala Müslümanlara savaş için izin bildiren âyetlerini indiriyor; “Size karşı savaş açanlara, siz de Allah yolunda savaş açın. Sakın aşırı gitmeyin, çünkü Allah aşırıları sevmez.” (Bakara, 190) “Kendileriyle savaşılanlara (müminlere), zulme uğramış olmaları sebebiyle, (savaş konusunda) izin verildi. Şüphe yok ki Allah, onlara yardıma mutlak surette kadirdir.” (Hac, 39) Bu âyetlerle birlikte İslâmî hareket, bir başka merhaleye geçmiş oluyordu. Mekke döneminde verilmeyen savaş izni, Müslümanlar Medine’de devlet kurarak bir güç haline geldiklerinde veriliyordu. Savaş izninin kapsamı, ilk önce sadece Kureyş’e yönelik iken daha sonra umumileştiriliyor. Son hedef olarak da; “Fitne ortadan kalkıncaya ve din tamamen Allah'ın oluncaya kadar onlarla savaşın! (İnkâra) son verirlerse şüphesiz ki Allah onların yaptıklarını çok iyi görür.” (Enfal, 39) zulmün ortadan kaldırılması olarak gösteriliyordu.
Savaş izninin verilmesinin akabinde Peygamber Efendimiz bir takım birlikler hazırlayarak çeşitli bölgelere gönderdi. Bu birliklerin gönderilişinin temel amacı saldırı ve savaşmak değil; Müslümanların bir güç olduğu mesajını vermek, Medine’nin yakınlarındaki kabilelerle temasa geçerek antlaşmalar yapmak, Kureyşin ticaret kervanlarının geçtiği güzergahları tespit etmek ve Kureyş’e artık güçlü bir devlet olduklarını, bundan sonra güle oynana ticaret kervanlarının istedikleri güzergahtan götüremeyeceklerini, ticaret kervanlarının güvenliklerin artık söz konusu olmayacağı gibi mesajlar vermek içindi.
Bu amaçlarla Hz. Hamza b. Abdulmütalibin’in komutasında otuz kişilik bir birliği, Sîfü’l Bahr’a gönderdi. Ebû Cehil’a ait Şamdan gelen kafileyi takip edeceklerdi. Neredeyse savaş olacaktı ki Mecdi b. Amr araya girerek savaşa engel oldu. Bu Seriye savaş olmadan Medine’ye geri döndü.
Yine Rabiğ bölgesine aynı amaçla bir başka Seriyyeyi, Ubeyde b. Hâris komutasında atmış kişilik bir birlikle göndermişti. Birlik, Ebû Sufyân ile karşılaşmış iki taraf birbirlerine ok atmış sonrada geri çekilmişlerdi.
Başka bir zaman da Harrâr bölgesine, Sa’d b. Ebî Vakkâs komutasında yirmi kişilik bir birlik gönderdi. Herhangi bir olay olmadan birlik Medine’ye geri döndü.
Yine aynı yıl, Peygamberimizin komuta ettiği yetmiş kişilik bir birlik Ebvâ’ya gitti. Amr b. Mahşî ile güvenlik antlaşması yaparak geri döndü. Bu peygamberimizin çıktığı ilk gazveydi.
Efendimiz yine aynı yıl içerisinde Buvât gazvesine katılmış, herhangi bir olayla karşılaşmadan geri Medine’ye geri dönmüştü.
Aynı ay içerisinde Kürz b. Câbir Medine otlaklarında otlayan hayvanları çalıp götürmüş, Peygamberimiz de, yetmiş kişilik bir orduyla peşlerine düşmüş lakin yakalayamadan geri dönmek zorunda kalmıştı.
Daha sonra Efendimiz, Kureyş kervanının Şam’a gitmek için Zi’l Uşeyra’dan geçeceğine dair istihbarat aldığında, 150 veya 200 kişilik bir orduyla bölgeye gitmiş lakin kervana rastlamadan geri dönmüştü.
Efendimiz yine hicretin ikinci yılı Recep ayında, Abdullah b. Cahş komutasında on iki kişilik bir birliği, Nahle’ye gönderiyor. Kureyş kervanıyla karşılaşan birlik, onlarla çatışmaya giriyorlar. Çatışmada kafileden bir kişiyi öldürülürken, iki kişi de esir alınıyor. Kervanın malları da ganimet alınarak Medine’ye getiriliyor. Peygamberimiz, bu durumdan razı olmayarak, malları ve alınan esirleri Mekke’ye geri gönderdi, öldürülen kişin de kan diyetini ödedi. Mekkeli müşrikler, bu hadisenin Haram ay olan Recep ayında olmasını adeta bir kara propagandaya dönüştürdüler; “Peygamber olduğunu söylüyor lakin haram ayda saldırı düzenliyor, haram ayların hürmetini çiğniyor” diyorlardı. Oysaki peygamberimiz birliği, savaşmak için değil, bilgi toplamak için göndermişti.
Ayrıca Kureyş, yaptığı bu suçlamamanın daha büyüğünü kendileri yapıyorlardı. İşlerine geldiğinde haram ayların yerlerini değiştirerek haram ayları helal kabul ediyorlardı. Bu ve benzeri daha nice cürümler işledikleri halde, bu olaydan dolayı peygamberimizi suçlamaları Kur’an tarafından şu şekilde kınanmıştır; “Sana haram ayda savaşmayı soruyorlar. De ki: "O ayda savaş büyük bir günahtır. Allah'ın yolundan alıkoymak, onu inkar etmek, Mescid-i Haram'ın ziyaretine engel olmak ve halkını oradan çıkarmak Allah katında daha büyük günahtır. Zulüm ve baskı ise adam öldürmekten daha büyüktür. Onlar, güç yetirebilseler, sizi dininizden döndürünceye kadar sizinle savaşmaya devam ederler…” (Bakara, 217)
Müslümanlar Medine’ye geldiklerinde Mescid-i Aksâ’ya yönelerek namaz kılıyorlardı. Mekke döneminde Müslümanların kıble olarak nereye yöneldiklerini çok net bilmiyoruz. Konunla ilgili olarak ne Mescid-i Haram yönelerek namaz kıldıklarını, nede Mescid-i Aksa ya yönelerek namaz kıldığına dair sahih bir rivayet bilmiyoruz. Ancak Hicretin ikinci yılı Şaban ayında, Kur’an’ın da ifadesiyle kıble Mescid-i Haram’a yönelinmesi emredilerek değiştirildi. Peygamber Efendimizin Mescid-i Haram’a yönelerek namaz kılmak istediği, bunun neticesinde de bir imtihan olarak kıblenin değiştirildiği Kur’an tarafından şu şekilde ifade edilir; “(Ey Muhammed!) Biz senin yüzünün göğe doğru çevrilmekte olduğunu (yücelerden haber beklediğini) görüyoruz. İşte şimdi, seni memnun olacağın bir kıbleye döndürüyoruz. Artık yüzünü Mescid-i Haram tarafına çevir. (Ey müslümanlar!) Siz de nerede olursanız olun, (namazda) yüzlerinizi o tarafa çevirin. Şüphe yok ki, ehl-i kitap, onun Rablerinden gelen gerçek olduğunu çok iyi bilirler. Allah onların yapmakta olduklarından habersiz değildir.” (Bakara, 144)
Âyetten de anlaşılacağı gibi, Mescid-i Aksâ’ya yönelerek namaz kılmak peygamberimizin kendi tercihiyle olmuş bir durum değil, Rabbimizin Kur’an vahyi dışında teşri kıldığı bir durumdu. Eğer peygamberimiz çeşitli maslahatlardan dolayı kendi içtihadıyla Mescid-i Aksâ’ya yönelmiş olsaydı, Kâbe’ye yönelmek için Rabbimizin iznini ifade eden konuyla ilgili vahiy beklemezdi. Veya küçük bir ihtimal de olsa, yaklaşık olarak bir buçuk yıl Mescid-i Aksâ’ya yönelerek namaz kılınmış ve sosyal şartlar çokta değişmeden kıblenin değişmesini, konuyla ilgili vahiy olmadan insanların içselleştirmesinin kolay olmayacağından vahiyle değiştirilmesini beklemiştir denilebilir. Lakin bu daha zayıf bir ihtimaldir.
İBRETLER VE DERSLER
BEDİR SAVAŞI
Müslümanların Mekke’de bıraktıkları malları, Mekkeliler tarafından yağmalanmış, Şâm’a götürülerek satılmıştı. Müslümanların mallarını taşıyan bu kervanın Şam’dan dönmek üzere olduğu bilgisi peygamberimize ulaştığında, iki adam göndererek konuyla ilgili bilgi toplamalarını istemişti. Giden iki kişi olayın doğru olduğuna dair bilgi getirince Efendimiz, kervanı ele geçirmek için sefer düzenleneceğini, gönüllü olarak katılmak isteyenlerin kendileriyle birlikte gelebileceklerini söyledi. Bu harekete yaklaşık olarak 85 kişi Muhacirlerden, 230 kişide Ensar’dan katıldı. Toplamda sayıları 314 kişi civarındaydı. Efendimiz, ordunun sancağını taşımak üzere Mus’ab b. Umeyr’i, Muhacirin sancağını taşımak üzere, Ali b. Ebû Talib’, ve Ensâr’ın sancağını taşımak için de Sa’d b. Muâz’ı seçti. Peygamberimiz normal güzergahtan değil çok farklı yolları kullanarak Bedir’e doğru ilerledi.
Kureyş kervanı, Ebû Süfyân’ın kafile başkanlığı yaptığı 1000 deveden oluşmaktaydı. Müslümanların kervana saldıracağını haber alan Ebû Süfyân, kervanın yol güzergahını değiştirerek sahil yoluna girdi. Bir adamını da Müslümanların kervana saldıracaklarını haber vermesi için Mekke’ye gönderdi.
Müslümanların kervana saldıracaklarının haberini alan Mekkeliler, hemen Ebû Cehil komutasında savaş hazırlıklarını yaparak 1300 kişi yola çıktılar. Yolda ilerlerken Ebû Süyfân’ın kervanı kurtardığı ve Mekke’ye doğru geldiği haberi orduya ulaşmasına rağmen Ebû Cehil, geri dönmeyi gururuna yediremeyerek Müslümanlara hak ettikleri dersi vermek, bir daha kervanlarına saldırma cesaretini göstermemeleri gerektiğini kendilerine verecekleri dersle bildirmek, belki de Muhammed’i öldürerek bu işi kökünden çözme umuduyla yolla devam etme kararı aldı. 300 civarında olan Zühreoğulları ordudan ayrılarak Mekke’ye döndü geri kalan 1000 kişilik ordu Bedir’e doğru ilerledi.
Müslümanlar Kervanın kaçarak kurtulduğu, Mekkelilerin ise ordu hazırlayarak üzerlerine geldiklerini öğrendiklerinde kendi aralarında konuyu istişare ettiler. Müslümanların Medine’de çıkma amaçları kervanı ele geçirmekdi. Lakin şimdi savaşla karşı karşıya kalmışlardı. Bunun için Peygamberimiz Muhacir ve Ensâr’ın tavrını merak ediyordu. Muhacir adına söz alan Mikdâd, şunları söyledi; “Ya Resulallah! Allah (c.c.) sana ne emrettiyse yerine getir. Biz senin yanında ve seninle beraberiz. Biz sana İsrail oğullarının Musa’ya (a.s) dedikleri gibi: “Sen ve Rabbin onlarla çarpışın! Biz burada oturalım!” demeyiz. Fakat “Sen ve Rabbin onlarla savaşın! Biz de sizinle birlikte çarpışırız!” deriz” dedi.
Mikdâd’ın (r.a.) bu sözleri Hz. Peygamber (s.a.s)’i çok sevindirdi ve ona hayır duada bulundu.
Sonra Ensâr adına da Sa’d b. Muâz söz aldı; “Biz sana iman ettik ve seni doğruladık. Bize getirdiğin şeyin hak ve gerçek olduğuna şehadet ettik. Dinlemek ve itaat etmek üzere sana söz verdik. Ya Resulallah! Nasıl istersen öyle yap! Biz seninle beraberiz. Seni hak din ve kitapla gönderene and olsun ki, sen bize şu denizi gösterip dalarsan, biz de seninle birlikte dalarız. Bizden bir kişi bile geri kalmaz. Yarın bizimle birlikte düşmanımıza karşı gitmeni de hoş karşılamayacak değiliz...Umulur ki Allah Sana bizden gözünü aydın edecek kahramanlıklar gösterecektir. Allah’ın bereketiyle yürüt bizi!”
Sa’d’ın sözleri de Hz. Peygamberi (s.a.s) çok sevindirdi ve; “Haydi yürüyün! Vallahi şimdi ben, Kureyşlilerin savaş meydanında vurulup düşecekleri yerlere bakıyor ve oraları görüyorum!”
Allah Rasûlü, Müslümanların savaş konusundaki kararlılığını gördüğünde, Bedir’e doğru ilerlemelerini emrediyordu.
Peygamberimiz Mekkelilerden önce Bedir’e varan Müslümanları, savaş stratejisi olarak konumlandırıyordu. Hubab b. Munzir peygamberimize; bu stratejinin Allah’ın vahyi mi yoksa Peygamberimizin kendi içtihadı mı olduğunu soruyor. Peygamberimiz, kendi içtihadı olduğunu söylediğinde ise, kuyuların bulunduğu yerde olmalarının, bütün kuyuları kapatarak bir kuyunun açık bırakılmasını ve o kuyunun da Müslümanların kontrolünde olmasının daha doğru olacağını söylüyor. Bu şekilde de Kureyş ordusu susuz kalacak ve su almak için Müslümanlara muhtaç olacaklardı. Bu teklif hoşuna giden Efendimiz, Hubab b. Munzir’in dediği gibi orduyu yeniden konumlandırıyor. Hemen, Rasûlüllah için bir karargâh kuruyorlar ve Sa’d b. Muâz, bir grup süvariyle Efendimizin karargâhını korumakla görevlendiriliyor.
Hicretin 2. yılı Ramazan ayında, iki ordu karşı karşıya geliyor. Ramazan orucu daha önce farz kılındığından dolayı, peygamber Efendimiz Müslümanlara hitaben; Oruca niyetlenenlerin oruçlarını bozmalarını istedi. Ağırdan aldıklarını gördüğünde ise önce kendisi orucunu bozdu, sonra da Müslümanlar peygamberimize uyarak oruçlarını bozudular.
İki ordu Bedir’de karşı karşıya geliyor ve Allah Rasûlü Kureyş ordusunu karşısında görünce Allah’a şu şekilde dua ediyordu; “Allah’ım, işte Kureyş! Bütün kibriyle ve mağrur hâliyle sana karşı geliyor ve Rasûlünü yalanlıyorlar. Allah’ım! Bana vaat ettiğin zaferini diliyorum. Allah’ım! onları helak et”
Orduya nasıl hareket etmeleri gerektiğiyle ilgili son talimatlarını veriyor ve İslâm ordusuna bakarak Allah’a şu şekilde yakarışta bulunuyordu; “Eğer şu topluluğu bugün helak edecek olursan, sana ibadet edecek kimse kalmaz. Allah’ım! onları muzaffer kıl” (İslamî hareketin hemen tüm öncüleri Bedir’de buludukları için, onların Efendimizle birlikte ölmeleri hareketi tümüyle yok olmayla karşı karşıya bırakma durumu olduğu gibi tamemen yok olmasına da sebebiyet verebilirdi) diyordu. Ellerini göğe kaldırıp o kadar çok dua ediyor ki, Hz. Ebû Bekr, daha fazla kendisini harap etmemesi gerektiği konusunda kendisine uyarıda bulunuyordu.
Diğer taraftan da Ebû Cehil, şu şekilde dua ediyordu; “Allah’ım! hangimiz akrabalık ilişkilerini daha fazla kesmişse, hangimiz alışık olmadığımız şeyleri getirmişse, onu bu sabah perişan eyle! Allah’ım! Hangimiz senin katında daha sevimli ve rızana muvafık ise, onu da bugün muzaffer eyle!”
Mübâreze (Düello)
Mübâreze (Düello); o günün savaşlarında başvurulan adetlerden birisiydi. Bundan dolayı Rabîa’nın iki oğlu Utbe ve Şeybe kardeşler ve Velid b. Utbe öne çıkarak Müslümanları mübarezeye davet ettiler. Peygamberimiz de bunların karşısına yakın akrabaları olan, amcası Hamza b. Abdulmütalib, amcasının oğlu olan Ali b. Ebû Talib ve en büyük amcasını Hâris b. Abdulmütalib’in oğlu Ubeyde’yi çıkardır. Hz. Hamza, Şeybe’yi, Hz. Ali’de Velid’i çok zorlanmadan öldürdüler. Ubeyde ise rakibi Utbe ile birlikte yaralanmıştı. Hz. Hamza ve Hz. Ali Ubeyde’ye yardım ederek Utbe’yi de öldürdüler. Çarpışmada ayağı kesilen Ubeyde 4-5 gün sonra şehit olacaktı. Mübâreze, kafirlerin önde gelen üç adamını kaybetmelerinden dolayı morallerini bozarken, Müslümanlar için ise çok büyük moral olmuştu.
Allah Rasûlü zırhını kuşanmış bir şekilde ileri atılarak şu âyeti okumaya başladı; “O topluluk yakında dağılacak ve onlar arkalarını dönüp kaçacaklar” (Kamer, 45) sonra da eline bir avuç çakıl taşı alıp kâfirlere doğru savurdu. Bu hadise Enfâl Sûresi 17. âyeti kerime de, şu şekilde ifade edilmektedir; “Attığın zaman, sen atmadın fakat Allah attı.” Efendimiz Müslümanlara, saldırıya geçmeleri talimatını verdi. Müslümanların bu saldırısıyla neye uğradığını şaşıran Kureyşliler, çok fazla direnemediler ve kaçmaya başladılar. Müslümanlar da onları takip etmeye başladı.
Bu sırada Ensâr’dan Âfra adlı bir kadının oğulları olan iki genç Abdurrahman b. Avf’ın yanına gerek, Ebû Cehil’i kim olduğunu sordular. Abdurrahman da onlara Ebû Cehil’in yerini gösterdi. Hemen Ebû Cehil’in yanına giderek kılıçlarını ona indirmeye başladılar. Nitekim Ebû Cehil yere düşünce öldü diye bıraktılar. Sonra Ebu Cehil’e Abdullah ibn Mes’ud rastladı. Ebû Cehil hala ölmemişti ve Abdullah’a şu soruyu soruyordu; “Allah adına söyle, Mühammed mi galip yoksa Kureyş mi?” Abdullah ibn Mes’ud ise Müslümanların galip olduğunu söylemişti. Bunun üzerine Ebû Cehil, Abdullah’tan peygamberimize şu mesajı iletmesini istiyordu; “Bundan önce ona nasıl düşman idiysem, hâlâ ona öyle düşmanın.” Bu söz daha sonra Efendimize iletildiğinde; “Benim Firavun’um, Musa’nın Firavun’un dan daha azgın çıktı” demişti. Abdullah ibn Mes’ud, kılıcını çekerek Ebû Cehil’i öldürmek istediğin de ise, Ebû Cehil; “Bu kılıçla mı beni öldüreceksin” diyerek İbn Mes’ud’u küçümsüyordu. Yerden Ebû Cehil’in kılıcını alan İbn Mes’ud; “O zaman seni bununla öldürürüm” diyordu. Ayağını Ebû Cehil’ın üzerine koyarak, Mekke’de Rahman sûresi okuduğu zaman, kendisine nasıl saldırdığını hatırlatıyor ve kafasını kendi kılıcıyla gövdesinden ayırıyordu. Ebû Cehil’in kesilen başını peygamberimizin yanına getiriyor ve Allah Rasûlü, onun başını gördüğünde şunları söylüyordu; “Allah’u Ekber, sözünü yerine getiren, kulunu muzaffer kılan ve düşman ordularını tek başına yenilgiye uğratan Allah’a hamd olsun”. Böylece de, bu ümmetin Firavunların başı olan bu zalim, hak ettiği cezayı görmüş oluyordu.
Kur’an-i Kerim bu savaşı Furkan savaşı olarak nitelendiriyor; “…Allah'a; hak ile batılın birbirinden ayrıldığı gün, (yani) iki ordunun (Bedir'de) karşılaştığı gün kulumuza indirdiklerimize inandıysanız (bunu böyle bilin). Allah her şeye hakkıyla gücü yetendir.” (Enfâl, 41) Bedir savaşına bu ismin verilmesinin en önemli sebeplerinden bir tanesi, Müslümanların dâvaları uğruna en yakın akrabalarıyla karşılıklı olarak savaşmalarıydı. Hz. Ebû Bekr İslâm ordusunda savaşırken, oğlu Abdurrahman, küfür ordusu saflarında savaşıyordu. Yine Peygamber Efendimizin amcası Abbas ve damadı Ebûl Âs, Mus’ab b. Ümeyr’in kardeşi Aziz, Hz. Ömer’in amcası Âs b. Hişam Kureyşlilerin saflarında bulunuyorlardı. Din bağına dayanan kardeşlik, kan bağında dayanan kardeşliği ve yakınlığı yerle bir etmişti. Hem de kabile taassubunun zirvede olduğu bir toplumda. Bu durumu güzel bir şekilde ifade den olaylardan bir tanesi şu şekildedir; Mus’ab b. Ümeyr’in kardeşi Aziz, Medineli bir Müslüman tarafından esir alınıyor. Buna şahit olan Mus’ab, Medineli Müslümana dönerek; “Onun ellerini sıkı bağla, annesi zengin bir kadındır, çok fidye alırsınız.” Bunu duyan kardeşi Aziz ise; “Ey Mus’ab! Ben senin kardeşin değil miyim? Nasıl böyle söylersin” dediğin de Mus’ab, şu cevabı veriyordu; “Benim kardeşim sen değil, şu senin ellerini bağlayan kimsedir.”
Bu savaşta 14 Müslüman şehit olurken, 70 civarında müşrik öldürülmüştü. Kureyşin ileri gelenlerin çoğu bu savaşta öldürülmüştü. Ebû Cehil, Ümeyye b. Halef, Utbe b. Rabiâ, Şeybe b. Rabiâ, Velid b. Utbe, Nadr b. Hâris, Ukbe b. Ebû Muayt gibi Kureyşin uluları öldürülmüştü. Ebû Sufyân ticaret kervanının başında olduğu için, Ebû Leheb’de faizle borç verdiği birisini borcu karşılığında savaşa gönderdiği için savaşa katılmamışlardı. Lakin Ebû Leheb, Bedir savaşından birkaç ay sonra hastalanıyor ve korkunç bir şekilde ölüyor. Vücudunun çok feci şekilde kokmasından dolayı cesedine yaklaşamıyorlar, kazdıkları çukura uzaktan sopalarla yuvarlayarak ancak gömebiliyorlar. Böylece de Mekke’de, İslâm düşmanlığının öncülüğünü yapan Kureyş liderleri ölmüş oluyor, Ebû Süfyân yeni lider olarak seçiliyordu. Ebû Süfyân bundan sonra, Mekke’nin fethiyle birlikte Müslüman oluncaya kadar, Kureyşin bütün savaşlarını komuta edecekti.
Kureyşin ölüleri, kazılan bir çukura doldurularak üzerleri kapatılıyor. Peygamberimiz bu kuyunun başına gelerek; “Ey falan oğlu falan! biz Allah’ın bize yardım ve zafer sözünün hak olduğunu gördük, siz de Rabbinizin size vaat ettiklerinin gerçek olduğunu gördünüz mü?” diye soruyor. Ashap; “Ölülerle mi konuşuyorsun” dediklerinde ise; “Allah’a yemin olsun ki onlara söylediklerimi siz onlardan daha iyi işitiyor değilsiniz” diye cevap veriyor. Çünkü ölümle birlikte peygamberimizin onlara haber verdiği akibetin doğru olduğunu yaşayarak öğrenmiş oluyorlardı.
Mekke’ye mağlubiyetin haberi ulaşınca, Mekkeliler ağıtlar yakıyorken, Medine’de ise büyük bir sevinç yaşanıyordu. Bu galibiyet neticesinde Müslümanların artık bir güç olduğu kabul edilmiş oldu. Medineli müşriklerin elebaşı olan Abdullah b. Übey b. Selül de görünürde Müslüman olduğunu ilan etti. Ama hayatı boyunca hep Müslümanlara zarar vermek için çalıştı. Peygamberimize karşı hep kin besledi ve hemen birçok fitne olaylarının içinde yer aldı.
İslâm ordusu Medine’ye döndüğünde, yaklaşık 70 civarında alınan esirlere ne yapılacağına dair istişare yapıldı. Konuyla ilgili Allah’tan herhangi bir hüküm inmediğinden, peygamberimiz bu tür konuları ashabıyla istişare ediyordu. Hz. Ömer öldürülmelerini teklif ederken, Hz. Ebû Bekr ise fidye alınmasını öneriyordu. Nitekim fidye alınması konusunda karar alındı. Fidye verecek gücü olmayan kimselerin de, Medineli çocuklara okuma yazma öğretme karşılığında serbest bırakılmasına karar verildi. Ayrıca Müslümanlara, evlerine dağıtılan esirlere iyi muamele etmeleri istendi. Peygamberin amcası Abbas ve damadı Ebû-l Âs’da esirler arasındaydı. Onlar da kendilerinden alınan fidye karşılığında diğerleri gibi serbest bırakıldı. Ayrıca Efendimiz Ebû-l Âs’dan, Zeyneb’e Medine’ye hicret etmesi için izin vermesini istemişti. Bunun üzerine de hicret için izin alan Zeyneb, Medine’ye geliyor ve aradan çok bir zaman geçmeden, kocası da Müslüman olarak Medine’ye gelecekti.
Peygamber Efendimiz Bedir savaşına giderken hastalanan kızı Rukiyye, peygamberimiz savaştan dönmeden önce vefat etmişti. Rukiyye o sırlarda Hz. Osman b. Affan ile evliydi. Hatta Efendimiz, Hz. Osman’ı, hasta olan eşine bakması için Bedir savaşına götürmemişti. Aradan biraz zaman geçince Allah Rasûlü Hz. Osman’ı diğer kızı Ümmü Gülsüm ile nikâhladı. Bu sebepten dolayı Hz. Osman’a, “Zi’n Nûreyn” “İki nur sahibi” deniliyordu. Ümmü Gülsüm, hicretin 9 yılında vefat edene kadar Hz. Osman’ın nikâhında kaldı.
Bedir savaşından sonra, çevredeki bazı kabileler Müslümanların güçlenmesinden duydukları endişeyle hemen harekete geçmek istediler. Süleymoğulları bunlardan birisidir. Medine’ye askeri bir sefer düzenleyeceklerine dair alınan istihbarat üzerine, peygamberimiz hızlı hareket ederek onları kendi yurtlarında bastırarak yenilgiye uğrattı. Alınan ganimetlerle birlikte sağ ve selim bir şekilde Medine’ye geri döndü.
Yine, Safvân b. Ümeyye, Umery b. Vehb ile anlaşarak Peygamberimize bir suikast düzenlemesi için anlaşmıştı. Umery, Medine’ye geldiğinden amacına ulaşamadan Müslümanlar tarafından yakalandı. Peygamberimiz, kurdukları planın Allah tarafından kendisine bildirildiğini söyleyince, Umeyr b. Vehb’de Müslüman oldu.
Bedir savaşında alınan galibiyeti hazmedemeyenlerden birisi de Yahudilerdi. Müslümanların Bedir’de kazandıkları zaferi her daim ağızlarına dolayarak; “Siz savaş bilmeyen bir toplulukla savaştınız, eğer bizimle savaşmış olsaydınız o zaman savaşmanın ne olduğunu görürdünüz” diyerek Müslümanlara gizledikleri düşmanlıklarını dillerine yansıtıyorlardı. Aynı günler de yaşanan şu hadise de bardağı taşıran son damla oldu; Müslüman bir kadın Kaynukaoğulların’dan bir Yahudi’ye ait olan kuyumcu dükkanına alışveriş yapmak için gitmişti. Burada bulunan Yahudilerden birisi o kadının örtüsünü üzerinden çıkarmaya çalışmış, orada bulunan Müslümanlar olaya müdahele etmişti. Neticesinde bir arbede yaşanmış ve bir Müslüman dükkan sahibini öldürmüş, orada bulunan Yahudilerde o Müslümanı öldürmüşlerdi. Konudan haberdar olan Allah Rasûlü hemen bir odur hazırlayarak onların bulunduğu bölgeyi kuşattı. Yaptıkları antlaşmaya sadık kalmayan ve içlerinde sakladıkları kinlerini ortaya koyan bu kabileye karşı Allah Rasûlü sesiz kalamazdı. Bunlara karşı göstereceği müsamaha diğer düşmanları da bunlar gibi davranmaya itebilirdi. Bunun için hemen harekete geçmeli ve Yahudilere nasıl savaşçı olduklarını göstermeli ve onlara hak edecekleri dersi vermeliydi. Kuşatma 15 gün civarında sürdü. Sonra Kaynukaoğulları Yahudileri, teslim olmak zorunda kaldılar. Peygamberimiz de bu kabileyi Şam dolaylarındaki Ezriât mevkiine sürgüne gönderdi. Böylelikle, Medine’deki üç büyük Yahudi kabilesinden birisi Medine’den uzaklaştırılmış oldu.
Bedir savaşında aldıkları ağır mağlubiyet sebebiyle kahrolan Ebû Süfyân; Müslümanlarla savaşmadan yıkanmamaya yemin etmişti. Bu yemininin gereğini yerine getirmek için 200 civarındaki adamıyla harekete geçti. Medine’nin bir ucundaki Urayd bölgesine saldırarak, ağaçları yaktılar ve iki adamı öldürerek kaçtılar. Kendince de yemininin gereğini yerine getirmiş oldu. Durumdan haberdar olan Allah Rasûlü, hemen bir grup Müslümanla peşlerine düştü. Ebû Süfyân, Müslümanlardan kurtulmak için, ağırlık yapmasınlar diye, bütün erzaklarını attılar. Neticede de kurtulmayı başardılar. Ebû Süfyân ve adamlarının kaçarken ağırlık yapmasın diye erzaklarını atmalarından dolayı bu gazveye “sevîk gazvesi” denilmiştir.
Bedir savaşının Müslümanların lehine sonuçlanması ve Kaynuka oğullarının sürgüne gönderilmesinden rahatsız olan birisi daha vardı. Yahudi zenginlerinden ve şairlerinden birisi olan Ka’b b. Eşref, azılı İslâm ve Müslümanların düşmanlarından birisiydi. Kaynukaoğullarının başına gelen hadiseden sonra Mekkelilerin yanına giderek onları savaşa teşvik etmiş ve müşrikler için; “Siz Muhammed’den daha doğru bir yoldasınız” demişti. Ayrıca, gerek Peygamberimizin gerekse de Müslüman kadınlar hakkında şiirler söylüyor Allah Rasûlünü hicvediyordu. Allah Rasûlü; “Ka’b b. Eşref’in hakkından kim gelecek” dediğinde, Muhammed b. Mesleme ve dört arkadaşı hemen harekete geçtiler. Muhammed b. Mesleme, Ka’b’ı kandırarak onu öldürmek için peygamberimizden, kendisi hakkında bir takım olumsuz sözler söyleme noktasında izin istedi. Efendimiz de ona izin verdi.
Muhammed b. Mesleme ve arkadaşları Ka’b’ın bulunduğu kaleye giderek, Muhammed hakkında konuşmak için geldiklerini söylediler. Ka’b’ın yakınına sokulmak için, Peygamberimizi kötüleyerek sözler sarf ettiler. Muhammedi ortadan kaldıracak bir planla ilgili seninle görüşmek istiyoruz dediler. O da onların bu yalanına inanarak onlarla konuşmaya başladı. Onu tuzağa düşürmeyi başaran Müslümanlar, bir fırsatını bularak ellerindeki kılıçları Ka’b’a indirmeye başladılar. Muhammed b. Mesleme, orada bulunan bir kazmayı Ka’b’ın karnına indirerek onu öldürdü. Sonra da hızla kaleden ayrılarak Medine’ye gelip peygamberimizi durumdan haberdar ettiler.
Bedir savaşından sonra, özellikle Kureyşin tek geçim kaynağı olan ticaretlerine engel olmak için harekete geçildi. Savaş bu alanda da verilecek, ezeli düşman ekonomik yönden de zayıf düşürülecekti. Şam’a gitmek için Medine güzergâhını kaybeden Kureyş, bu sefer Necid ve Irak yolu üzerinden ticaret kafilelerini göndermeye başladı. Durumdan haberdar olan Allah Rasûlü, Zeyd b. Hârise komutasındaki 200 kişilik bir birliği kervanı yakalaması için o bölgeye gönderdi. Birlik Safvan b. Ümeyye başkanlığındaki kafileyi, “Karde” suyunun başında yakaladı ve tüm mallarana el koydu. Kervandaki adamların tamamı kaçtı. Sadece kılavuzluk yapan Furât b. Hayyan adındaki kılavuz yakalandı ve oda Müslüman oldu. Böylelikle de Kureyş artık ticaret için hiçbir yoldan güvenli bir şekilde ticaret yapamaz duruma geldi.
İBRETLER VE DERSLER
1. Müslümanların sahip oldukları mallar, kâfirler tarafından gasp edildiği taktirde, o malları kafirlerden geri almak için zor kullanmakta dinen bir sakınca yoktur. Bu mallar kâfirlere bırakıldığı taktirde, kâfirlerin güçleri artırılmış olur. Peygamber Efendimiz Mekkelilerin el koyarak Şam’a götürüp sattıkları malları onlardan geri almak için Şâm’dan dönen kervana askeri bir operasyon düzenlemiştir.
2. İnsan bazen kendi hayrına olan hususları tespit etmekte zorlanabilir. Kendisi için daha az hayra sebebiyet verecek olan hususları daha fazla ön plana alabilir veya arzulayabilir. İnsanın bilgisi sınırlı olduğundan, mutlak manada kendi hayrına veya zararına olan hususları tam olarak bilemez. İnsan, bilgisinin yetersizliğinden dolayı her şeyi en ince ayrıntısına kadar bilen Allah’ın kendisi hakkında takdir etmiş olduğu hususları ön plana almalıdır. Müslümanlar Bedir’e giderken ticaret kervanını ele geçirmek arzusunda idiler. Oysa Allah, bundan daha hayırlı olanı Müslümanlara nasip etmek istiyordu. Buda Kureyş ordusunun, Müslümanlar karşısında mağlubiyeti tatmasaydı.
3. Başarıya ulaşmak için, öncelikle insanı başarıya götürecek olan vasıtalara müracaat etmek gerekir. Eğer bu vasıtalara öncelik verilmezse başarıya ulaşmakta söz konusu olamaz. Savaş gibi önemli olan hadiselerde, Müslümanlar arasındaki dayanışma, emre itaat etme gibi hususlar, savaşta başarı elde etmek kadar önem arz etmektedir. İşte bunun içindir ki Efendimiz, savaş öncesi Müslümanların karşılaşacak muhtemelen savaşta düşmana karşı mukavemet gösterip göstermeyeceklerini öğrenmek istemişti. Müslümanlar kendilerine yakışanı yapmış karşılaşacak muhtemel savaşta Efendimizi yalnız bırakmayacaklarını ifade etmişler, bu konuda gerekirse canlarını feda etmekten geri durmayacaklarını Efendimize bildirmişlerdi. Müslümanların bu tavrı, savaşta başarıyı getiren en önemli hususlardan bir tanesidir.
4. Başarılı lider; etrafındaki insanlara danışan, onların görüşlerine değer veren, ama kesinlikle; “Her şeyi en iyi ben bilirim” diyen kimse değildir. İyi bir lider etrafındaki insanların tecrübelerinden istifade etmesini bilendir. Maksat başarı elde etmek olduğundan, başarıya gidecek yolda kimin bilgisinden istifade edildiğinin çok bir önemli yoktur. Her yönüyle insanlar için en güzel örnek olan Allah Rasûlü, savaş öncesi Müslümanları konuşlandırma yönüyle Hubab b. Münzir'ın önerisini uygun bularak askerleri o şekilde konuşlandırmış ve neticede de savaştan galip olarak çıkmayı başarmışlardı.
5. Zafer ve başarı ancak Alemlerin Rabbi olan Allah katındandır! Allah’ın başarı yazmadığı bir savaşta, asla başarı elde edilemez. Allah, bir orduya mağlubiyet yazmadıkça o ordu asla mağlup olmayacağı gibi, Allah’ın zafer yazmadığı bir orduda, asla zafer kazanamaz. İşte bunun farkında olan Allah Rasûlü, Savaş öncesi kendilerine zafer vermesi için devamlı Allah’a dua ediyor, O’dan yardım istiyordu.
6. Düşmanla yapılan bir savaşta dengelerin oluşması önemlidir ama bundan daha önemli olan bir husus daha vardır ki, askerlerin nitelikli olmaları yani kaliteleridir. Kaliteli ve nitelikli az sayıdaki bir ordu, kalitesiz ve niteliksiz çok sayıdaki bir orduya Allah’ın izniyle galip gelir. Bedir Savaşında nitelikli az sayıdaki Müslümanlar, kendilerinden 3 kat fazla niteliksiz Kureyş ordusunu hezimete uğratmışlardı. Tıpkı çok sayıdaki Câlut ordusuna karşı az sayıdaki Tâlut ordusunun galip gelmesi örneğinde olduğu gibi; “Tâlût askerlerle beraber (cihad için) ayrılınca: Biliniz ki Allah sizi bir ırmakla imtihan edecek. Kim ondan içerse benden değildir. Eliyle bir avuç içen müstesna kim ondan içmezse bendendir, dedi. İçlerinden pek azı müstesna hepsi ırmaktan içtiler. Tâlût ve iman edenler beraberce ırmağı geçince: Bugün bizim Câlût'a ve askerlerine karşı koyacak hiç gücümüz yoktur, dediler. Allah'ın huzuruna varacaklarına inananlar: Nice az sayıda bir birlik Allah'ın izniyle çok sayıdaki birliği yenmiştir. Allah sabredenlerle beraberdir, dediler.” (Bakara, 249)
7. Bir Müslüman, tehlikenin ve fedakârlığın olduğu bir yerde, başkalarını değil, önce en yakınlarını devreye koyması gerekir. Günümüzde olduğu gibi, hareketlerin liderleri kendi yakınlarını daha güvenli yerlerde görevlendirirken, tehlikenin olduğu yerlerde ise garibanları görevlendirerek onları ölümle karşı karşıya bırakmaktadırlar. Bizler için her konuda en güzel örnek olan Allah Rasulü, Bedir savaşında tehlikenin ilk aşaması olan, Mübareze/düello da, önce en yakın akrabaları olan amcası Hamza, amcasının oğlu Ubeyde ve diğer amcasının oğlu Hz. Ali’yi görevlendirmiştir.
8. Kibir ve gurur, insana kaybettiren en önemli hasletlerdir. İnsan bu iki kalp hastalığına yakalandığında, kendisini çok büyük, diğer insanları ise çok küçük görmeye başlar. Böyle bir durumda olan kişi, düşmana karşı yeteri kadar hazırlık yapamaz ve onun gücünü yeteri kadar dikkate alamaz. İşte böyle bir durum da, küçük bir ordu, gurur ve kibre kapılmış çok büyük bir orduyu yenerek hizmete uğratabilir. Bedir savaşında Kureyş ordusu, gurur ve kibre kapıldığından dolayı kendilerinden çok küçük bir orduya mağlup olmuşlardı.
9. Allah kendi yolunun yolcusu olan kullarını yardımsız bırakmaz! Allah’ın yardımı kullarına çok farklı şekillerde gelmektedir. İnsan; Allah’ın kendisine olan yardımlarının bazen farkına varabilmekte, bazen de farkına varamamaktadır. Allah Resulünün emrine icabet ederek kendilerinden çok büyük olan düşman ordusuyla karşı karşıya gelmeyi göze alan Müslüman orduya Allah, öncelikle gönüllerine sükûnet indirerek desteklemiş, sonra da melekleri ile destekleyerek neticede de onları zaferiyle ödüllendirmişti.
10. Allah zalimlere fırsat verse de, onlardan intikam almayı ihmal etmez! Zalimler, yapıp ettikleri zulümlerin yanlarına kâr kalacağı zannına kapılırlar, fakat hakikatte böyle değildir. Allah’ın zalimlere fırsat vermesinin sebebi, onların karşılaşacakları azabın şiddetini artırmaktır. Allah, Mekke’nin oligarşik liderlerine, Resulüne ve Müslümanlara zulmetme fırsatı verse de neticede onlara hak ettiği cezayı vererek cezalarını ihmal etmemiştir. Mekke’de Müslümanlara her türlü zulmü reva gören Kureyşin oligarşik liderlerinin çoğu, Bedir savaşında Müslümanların kılıçları altında helak olup gitmişlerdir. Böylece de, ahirette karşı karşıya kalacakları azabın bir ön avansı olarak, hak ettikleri cezanın bir kısmını dünyada da tatmışlardır. Hem de hor ve hakir gördükleri Müslümanlar tarafından ölümün dayanılmaz acılarını tatmışlardır.
11. Allah ve resulüne düşmanlık yapan küfrün önderlerini öldürme şerefine ulaşmak bir Müslüman için büyük bir payedir. Onlara dünyadayken yaptıklarının karşılığını vermek; hem hak ettikleri cezaları böylece verilmiş olur, hem de insanlar onların zulümlerinden bu vesileyle kurtarılmış olurlar. Bedir savaşında Medineli gençlerin bu ümmetin Firavun’unu öldürme şerefine nail olmak için Ebû Cehil’i öldürmek istemeleri ve Allah’ın izniyle de onu ölüme götüren kılıç darbelerini ona indirerek öldürmeleri bize bu hususu öğretmektedir. Ayrıca konuyla ilgili olarak Kur’an’da şu şekilde buyurulur; “Sonunda Allah’ın izniyle onları yendiler, Dâvûd da Câlût’u öldürdü…” (Bakara, 251) Kur’an, Câlût gibi bir zâlimi öldürme payesine ulaştığından dolayı Dâvût (a.s.)’ın ismini zikretmekte ve adeta zâlimleri öldürmenin kişiye kazandırdığı yüce dereceler hatırlatılmaktadır.
12. Dünya ödül ve ceza yeri değildir! Lakin Allah, bazen zalimlerin zulmüne muhatap olan mazlum kullarına fırsat vererek, zalimlerden intikam almaya onları muvaffak kılar. Böylece de zalimlerin yaptıkları zulümlerin yanlarına kâr kalmayacağını bizatihi göstermek ister. Böylece de mü’minlerin Allah’ın bu konudaki vaadinin hak olduğunu daha iyi kavramalarını sağlar. Bedir savaşında, Abdullah İbn Mes’ud, Mekke’de kendisine zulmeden Ebû Cehil’i, Bilâl b. Rebah’da kendisine işkence eden efendisi Ümeyye b. Hâlef’i öldürmüş ve o zalimlerin yaptıkları zulümlerin yanlarına kâr kalmadığını daha dünyadayken görmüşlerdir. Bunlarla birlikte Kureyş’in önde gelen yaklaşık 20 civarındaki oligarşik lideri de Bedir’de öldürülmüştü.
13. İman bağı, gerektiğinde kan bağını ortadan kaldırarak onun yerini alır! İman, biri Müslüman, diğeri de Allah ve Rasûlünün düşmanı olan iki akrabanın arasındaki bağları kopartır. İslâm, hak ile batılın arasını ayıran bir din olduğu gibi, Müslüman ile Allah ve Rasûlünün düşmanı olan kâfirlerin de arasını kesin çizgilerle birbirinden ayırmaktadır. Bir Müslüman, Allah’a, Rasûlüne, İslâm’a ve Müslümanlara düşmanlık yapan kan yakınlığı bulunan birisini dost edinemez, sevemez, yeri geldiğinden onunla savaşır, hatta gerektiğinde onu öldürebilir. Bedir savaşında nice Müslüman, Kureyş ordusundan yer alan akrabalarına karşı savaşmıştır. Bundan dolayı Bedir savaşının diğer bir adı da “Furkan Günü”’dür. İman bağının kan bağını Allah için ortadan kaldırarak insanları kan bağı üzerinden değil iman bağı üzerinden kategorize ettiği için bu savaşa bu ad verilmiştir. Hak davanın taraftarları olan Müslümanlar, Bedir’de batılın taraftarlığını yapan akrabalarına karşı Allah için savaşmışlardır.
14. Esirler öldürülmez, fakat azgınlıkta ileri giden ve yaşadıklarında bu azgınlıklarını sürdürecek olanlar hariç! İslâm, insanların hidayetlerini amaçladığı için, esir düşen insanlara kötü muamele ederek onları İslâm’dan soğutmak yerine, onlara iyi muamele yaparak hidayetlerine vesile olmayı istediği için esirlere işkence yapılmasını yasaklamıştır. Fakat azgın düşmanlar böyle diğildir. Bu kimseler herhangi bir sebepten serbest bırakıldıklarında zulüm işlemeye devam edeceklerinden dolayı böyle kimselerin öldürülmeleri hem Müslümanlar için hem de mazlum insanlar için daha hayırlıdır. Bundan dolayıdır ki, Efendimiz, Bedir’de esir alınan, Ukbe b. Ebû Muayt ve Nadr b. Hâris’i öldürtmüştür. Bunun haricindeki esirlere ise iyi muamele yapılmasını istemiştir.
15. Doğru bilgi doğru neticenin en önemli sebebidir! Dinimiz ilme önem vermiş ve bir Müslümanın ilim tahsil etmesini kendisine farz görmüştür. Bir Müslümanın iman ettiği kitabı, genel hatlarıyla anlayacak kadar bilmesi ona farz olduğu gibi, ibadelerini doğru bir şekilde yapacak kadar ibadet bilgisinin olması ve haramları bilerek onlardan uzak duracak kadar ilim öğrenmek zorundadır. Bunlardan daha önemli, dinin küfür ve şirk gördüğü hususları en ince ayrıntısına kadar bilmeli ve bunlardan şiddetle kaçınmak durumundadır. Bu konulardaki ihmalin telefisinin olmayacağı için bir Müslüman, bu konuları çok iyi bilmek zorundadır. Ayrıca dünyada kendisime lazım olacağı kadar akli ilimleride tahsil etmelidir. Eğer İslâm toplumuda, o toplumun ihtiyacı kadar doktor, mühendis, ziraatci gibi insanlar yoksa bunların yetiştirilmesi İslâm toplumu için farzdır. İşte bütün bunlar bize göstermektedir ki, ilim, dinimizin çokça önem verdiği bir husustur. Sağlıklı bilginin olmadığı yerde, sağlıklı amellerin ortaya çıkması ve neticede de hedeflenen neticelere ulaşabilmek de mümkün olmayacaktır. Şikten sakınabilmek için şirki tanımak gerektiği gibi, bir ibadeti de yerine gerimek için o ibadetle ilgili bilgileri bilmek gerekmektedir. Ayrıca ilim öğrenmek için de okuma ve yazma bilmenin önemide herkesin malumudur. Bilgi elde etmenin iki önemli sebebinden birisi, okuma-yazma bilmekten geçmektedir. Okuma-yazma bilemeyen birisi, bilgiye ulaşma sebeplerinin bir tanesinden her daim yoksun olacağı için, bilgi eksikliğinin problemlerini hayatında hep yaşayacaktır. İlmin ve ilme ulaşma sebeplerinin en önde gelenlerinden olan okuma-yazmanın öneminden dolayıdır ki Efendimiz, Bedir savaşında esir alınan ve kurtuluş fidyesi olarak verecek birşeyleri olmayanların 10 müslüman çocuğa okuma ve yazma öğretmesi karşılığında serbes bırakılacaklarını söylemiştir.
15. Müslümanların zayıf, kâfirlerin ise güçlü olduğu bir durumda esir almak doğru değildir! Çünkü böyle bir durumda, esirlerin getirdiği maddi külfet ile karşı karşıya kalındığı gibi, daha sonra serbest bırakılan esirler, tekrar Müslümanlara karşı savaşçı olabilirler. İşte bu sebeplerden dolayı, Müslümanlar güçlü duruma ulaşıncaya kadar, esir almamalı, sonrada onların getirdiği problemlerle de uğraşmamalılar. Kâfirler, sizi öldürmek için savaşa çıktıklarından dolayı zaten öldürülmeyi hak etmişler demektir. Müslümanlar, zayıf durumdayken onları öldürmek için savaşa çıkan kâfirleri çeşitli sebeplerden dolayı esir alınmaları doğru değildir; “Yeryüzünde düşmanı tamamıyla sindirip hâkim duruma gelmedikçe, hiçbir peygambere esir almak yakışmaz. Siz geçici dünya menfaatini istiyorsunuz, hâlbuki Allah ahireti (kazanmanızı) istiyor. Allah, mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir. Eğer Allah'ın daha önce verilmiş bir hükmü olmasaydı, aldığınız şey (fidye)den dolayı size büyük bir azap dokunurdu.” (Enfâl, 67-68)
Müslümanlar güçlü durumda olduğunda ise esir almakta bir beis yoktur. Hatta o esirlerin ya fidye karşılığında yada karşılıksız olarak serbest bırakmaları gerekmektedir; “İnkâr edenlerle karşılaştığınız zaman boyunlarını vurun. Nihayet onları çökertip etkisiz hâle getirdiğinizde bağı sıkı bağlayın (sağ kalanlarını esir alın). Artık bundan sonra (esirleri) ya karşılıksız ya da fidye karşılığı salıverin. Savaş sona erinceye kadar hüküm budur. Eğer Allah dileseydi, onlardan öç alırdı. Fakat sizi birbirinizle denemek için böyle yapıyor. Allah yolunda öldürülenlere gelince, Allah onların amellerini asla boşa çıkarmayacaktır.” (Muhammed, 4)
UHUD SAVAŞI
Kureyş, gerek Bedir’e yaşadığı mağlubiyetin intikamını almak gerekse de ticaret kervanlarına saldıran Müslümanlara hadlerini bildirmek için savaş hazırlığına başladı. Ebû Süfyân, Bedir savaşının oluşmasına sebebiyet veren kervanın tüm gelirlerini Müslümanlarla yapılacak bu savaş için kullanılmak üzere bağışladı. 3000 kişilik bir ordu topladılar. Bunların 200 kadarı süvarilerden oluşuyordu. Ordu, Ebû Süfyân komutasında Medine’ye doğru hareket etti.
Kureyşin savaş hazırlıklarından haberdar olan Allah Rasûlü, ashabıyla istişare ederek onları durumdan haberdar etti. Gelen orduya karşı nasıl bir savunma yapılması konusunda onların görüşlerine başvurdu. Peygamberimiz, Medine içerisinde savunma yapmayı düşünüyordu. Evlerin kendilerine sağlayacağı avantajdan istifade etmek istiyordu. Abdullah b. Ubey b. Selül’de bu kanaatteydi. Onun bu şekilde olmasını istemesinin sebebi, savaştan kaçma durumunda kalacağı zaman, kimsenin kendisini fark edememesini sağlamaktı. Nitekim özellikle de gençlerden oluşan çoğunluk, Medine’de savunma savaşı değil de, düşmanla göğüs göğüse savaşacakları bir alanda savaşın yapılmasını daha doğru görüyorlardı. Peygamberimiz de, çoğunluğun görüşüne uyarak savaşın dışarıda yapılacağını söyleyerek zırhını giydi. Daha sonra her ne kadar savaşın dışarıda olması için ısrar eden gençler, bu ısrarlarında hata ettiklerini anlayarak peygamberimize gelip eğer isterse Medine’de kalarak savunma savaşı da yapılabileceğini söylediler. Efendimiz ise, alınan kararın uygulanacağını ifade etmek için; “Bir peygamber giydiği zırhı savaş bitene kadar çıkarmaz” diyerek istişarede alınan kararın uygulanacağını söyledi.
İslâm ordusu hazırlıklarını tamamladı ve yola çıktı. Yaşları küçük olduğu halde savaşa katılmak için yarışan gençler, Efendimize gelerek savaşa katılmak istediklerini söylediler. Efendimiz de savaşabilecek kimseleri kabul etti, küçük olanlara ise müsaade etmedi. Muhacir’in sancağını Mus’ab b. Umeyr, Evs’in sancağını Üseyd b. Hudayr, Hazrec’in sancağını da Hubab b. Munzir taşıyordu.
Ordu, Uhud’a varmadan, Abdullah İbn Übey b. Selül 300 adamıyla ordudan ayrıldı. Seleme ve Hârisoğullarıda ayrılmak istediler, lakin Allah Rasûlü kendileriyle konuşarak onları ikna etmişti. 1000 kişi olarak Medine’den çıkan İslâm ordusu Uhud’a ancak 700 kişi olarak varıyordu. Ordu Uhud’a vardığında, Allah Rasûlü, Uhud dağını arkalarına alacak şekilde orduyu konumlandırıyor. Bu şekilde ordunun arkadan kuşatılmasının önüne geçmek istiyordu. Orduya arka taraftan saldırılarak kuşatılmasını önlemek için Aynen Tepesine 50 kişiden oluşan bir okçu birlik yerleştirmişti. Bu birliğin başına Abdullah b. Cübeyr el-Ensarî’yi emir olarak tain etmiş ve kendisinden yeni bir talimat gelene kadar yerlerini terk etmemeleri gerektiği konusunda uyarılarda bulunmuştu.
Kureyş ordusu da Uhud’a gelerek yerlerini aldılar. Bir taraftan da Kureyşli kandılar, askerler arasında dolaşarak şiirler okuyarak askerleri cesaretlendirmeye çalışıyorlardı.
Bedir savaşında olduğu gibi, bu savaşta da Kureyş’ten bazı kimseler ortaya çıkarak Mübâreze/Düello yapmak için karşılarına rakip istediler. Kureyş savaşçılarının en cesurlarından olan Talha b. Ebû Talha bunlardandı. Bunun karşısına Zübeyr b. Avvâm çıktı ve kısa zamanda onun öldürdü.
Müslümanları arkadan kuşatarak araya sıkışması için görevlendirilen Hâlid b. Velid kumandasındaki süvari birlik, birkaç kez bunu denedilersede Abdullah b. Cübeyr komutasında ki okçu birliği geçemediler.
Kureyş ordusunun öncü birlikleri Müslümanlara saldırıda bulundular. Bu saldırıyı başarılı bir şekilde geri püskürten Müslümanlar, Kureyş’in 11 civarında sancaktarını öldürdüler. Bunun üzerine saldırıya geçen Müslümanlar, Kureyş ordusunu darmadağın ettiler. Kureyş ordusu dağılarak kaçmaya başladı. Bu sırada savaşa sırf Hz. Hamza’yı öldürmek için katılan Habeşli köle Vahşi, fırsatını bularak mızrağını uzaktan atarak Hz. Hamza’nın karın bölgesine sapladı. Bu darbeyle Hz. Hamza şehit oldu. Vahşi, Cübeyr b. Mu’tim’in kölesiydi. Cübeyr, Bedir savaşında Hz. Hamza’nın öldürdüğü amcası Tuayme b. Adiy’in intikamını almak için görevlendirmiş, başarması halinde ise özgürlüğüne kavuşacağı sözünü vermişti.
Kureyş ordusunun kaçıştığını gören 40 civarında ki okçular, Abdullah b. Cübeyr’in emrine uymayarak ganimetten pay almak için yerlerini terk ederek kaçışan ordunun ardına düştüler. Bunu fark eden Kureyş ordusunun tecrübeli savaşçısı Halid b. Velid, emrindeki süvari birlikle harekete geçti. Okçular tepesindeki 10 kadar okçuyu etkisiz hale getirerek İslâm ordusunu arkadan kuşattı. Halid b. Velid’in bu hamlesini gören Kureyş ordusu geri dönerek İslâm ordusunu araya sıkıştırdılar. Böylece savaşın seyrini değişti, Müslümanlar galip durumdayken okçuların emre muhalefet ederek yerlerini terk etmeleri yüzünden yenilgiyle karşı karşıya kaldılar. Allah Rasûlü ashabını yanına doğru çağırıyor. Onun seslenişini duyan müşrikler onu öldürmek için o tarafa yöneliyorlar. Müslümanlar canları pahasına Allah Rasûlünü aleyhisselamı korumaya çalışıyorlar. Efendimizin etrafında birkaç kişiden başka kimse kılmamıştı. Müşriklerin attıkları taş, yanağına isabet etmiş, aldığı darbelerle kırılan miğferi yanağına batmış, çenesine isabet eden taş, dişlerinin kırılmasına sebebiyet vermiş ve bir çukura yuvarlanmıştı. Bir taraftan dökülen kanlarını silerken bir taraftan da atılan okları Sa’d b. Ebû Vakkâs’a vererek; “At ey Ebû Vakkâs! Anam babam sana feda olsun” diyordu. İyi ok atan Sa’d b. Ebû Vakkâs, attığı her okla isabet ettiriyor ve peygamberimize daha fazla yaklaşmalarına müsaade etmiyordu. Talha b. Ubeydullah, Hz. Ebû Bekr, Ebû Ubeyde b. Cerrah, Hz. Ali, Ebû Dücâne, Mus’ab b. Umeyr ve Ömer b. Hattab gibi sahabeler adeta Efendimizin etrafında etten duvar örmüşlerdi. Ebû Ubeyde b. Cerrah, Efendimizin çenesine batan miğferi dişleriyle çıkartarak tedavi etmişti.
Müslümanların sancağını Mus’ab b. Umeyr taşıyordu. Ona hücum eden müşrikler, önce sancağı tuttuğu sağ kolunu koparıyorlar. Sancağı sol eline alıyor, bu defada sol kolunu da koparıyorlar. Bunun üzerine sancağı vücuduyla tutmaya çalışıyor ve neticede şehit oluyor. Mus’ab’ı öldüren Abdullah b. Kaime, onu peygamberimize benzeterek Efendimizi öldürdüğünü düşünmüş ve yüksek sesle; “Muhammed öldü” diye bağırmıştı. Bu ses her tarafa yayıldı ve Kureyş amacına ulaştığını düşündüğünden saldırılarını durdurdu. Peygamberimizin etrafında olan Müslümanlar hariç diğer Müslümanlar da bu haberi duyduklarında yığılıp kaldılar.
Uhud dağına doğru çekilen Müslümanlar, daha büyük zayiat vermeyi bu şekilde engellemişlerdi. Müslümanların yığılıp kaldığını gören Enes b. Nadr, onların yanına varıyor ve; “Kalkın peygamberimiz ne için savaştı ve öldüyse sizde onun için savaşın” diyerek, kılıcıyla düşmanların üzerine yürüyor ve netice de şehit oluyordu. Savaş sonrasında seksenin üzerinde kılıç ve mızrak darbesiyle cesedi tanınmaz hale gelen Enes b. Nadr’ı, kardeşi parmağındaki yüzükten tanıyordu. Şu ayetin Enes b. Nadr gibileri hakkında nazil olduğu söylenir; “Müminler içinde Allah'a verdikleri sözde duran nice erler var. İşte onlardan kimi, sözünü yerine getirip o yolda canını vermiştir; kimi de (şehitliği) beklemektedir. Onlar hiçbir şekilde (sözlerini) değiştirmemişlerdir.” (Azhab, 23)
Bu şekilde kahramanlıkların yaşandığı savaş devam ederken, Ka’b b. Mâlik Efendimizin yaşadığını gördüğünde yüksek selle “Ey Müslümanlar! Müjdeler olsun, işte Rasulullah!” diye bağırdı. Müslümanlar peygamberimizin etrafında toparlanmaya başladılar. Müslümanlar Uhud dağına çekildi. Bu şekilde de müşriklerin saldırılarından kendilerini korumuş oldular. Belirli bir süre daha savaş meydanında kalan müşrikler, Müslümanların cesetlerini parçalamışlardı. Peygamberimizin ölmediğini gören Übey b. Halef, Efendimizi öldürmek için bir girişimde bulunmuş, Efendimizin attığı mızrak boğazına saplanmış ve bu yarayla daha sonra ölmüştü. Efendimizin öldürdüğü tek kişi olarak kitaplarda Übey b. Halef’in ismi geçmektedir.
Bu savaşta, 22 veya 37 müşrik öldürülmüş, 70 kişi de Müslümanlardan şehit düşmüştü. Müslümanların safında savaşa çıkan Huzeyfe b. Yaman’ın babası de savaş sırasında yanlışlıkla Müslümanlar tarafından şehit edilmişti.
Ebû Süfyân, dağa çekilen Müslümanlara seslenerek; “Muhammed aranızda mı?” diye seslendi. Bu sorusuna cevap alamayan Ebû Süfyân, bu sefer; “Ebû Bekr aranızda mı, Hattabın oğlu Ömer aranızda mı?” diye sordu. Bu sorularına cevap alamayan Ebû Süfyân, etrafındakilere dönerek; “Bu saydıklarımızdan artık kurtulduk” demişti. Buna daha fazla dayanamayan Hz. Ömer; “Ey Allah düşmanı! Bu söylediklerininiz hepsi hayatta” diyerek ona karşılık veriyor. Ebû Süfyân Müslümanlara hitaben; kazandıkları zaferin putların kendilerine olan yardımından kaynaklandığını, putlara sataşmaktan vazgeçmeleri gerektiğini söyledi. Bu savaşın, Bedir’in karşılığı olduğunu da ekledi. Bunun üzerine Hz. Ömer tekrar söz olarak; “Aynı şey değil! Bizim ölülerimiz cennete, sizin ölülerin ise cehennemdedir” dedi. Ebû Süyfan, Hz Ömer’e; “Allah aşkına söyle, Muhammedi öldürdük değil mi?” diye sordu. Hz. Ömer de; “Hayır o şu anda seni dinliyor” diye cevap verdi. Bunun üzerine Ebû Süfyân, önümüzde ki yıl, Bedir’de tekrar savaşalım teklifinde bulundu. Efendimiz de bu teklifi kabul etti.
Kureyş Mekke’ye dönüş için hazırlıklara başladı ve nihayetinde dönmek için harekete geçti. Oysa Medine’ye yönelseler, Medine’de kendilerine karşı koyacak bir ordu yoktu. Allah’ın Müslümanlara olan lütfuyla Kureyş bunu düşünememiş ve Mekke’ye geri dönmüşlerdi.
Müslümanlar, savaş alanına geri dönerek şehitleri tespit etmeye başladılar. Kimileri şehitlerini alarak Medine’ye taşımak istediyse de Efendimiz buna müsaade etmedi ve şehitlerin öldükleri yere gömülmeleri gerektiğini söyledi. Ayrıca şehitlerin, cenaze namazlarının kılınmadan defnedilmelerini söyledi. Şehitlerin fazla olmasından dolayı, birden fazla Müslümanın aynı mezara konulmalarını emretti. Şehitler mezara konulurken, Kur’an en fazla bilenin en öne, diğerlerinin de onların arkalarına koymalarını söyledi ve; “Kıyamet günü ben bunların şahidiyim” dedi.
Şehitler arasında Hanzala b. Abî Âmir’de vardı. Hanzala, eşinin anlattığına göre; Uhud savaşından hemen önce evlenmiş, zifaf gecesinin sabahı savaşa çıkılmıştı ve gusül alamamıştı. Peygamberimiz onu meleklerin guslettirdiğini söyleyerek Allah’ın kendisine olan ikramlarını haber vermişti.
Bir zamanlar Mekke’nin en nadide genci olan, giydiği elbiseyi kimse giyemeyen ve sürdüğü kokunun bir benzeri bir başka kimse de olmayan, Mus’ab b. Umery de şehitlerin arasındaydı. Üzerinde bulunan elbise, kefen olarak kullanıldığında baş kısmını kapatsalar ayakları açık kalıyor, ayak kısmını kapatsalar baş kısmı açık kalıyordu. Efendimiz onun bu halini gördüğünde çok duygulanmış ve ashabına Mus’ab’ın Allah için ortaya koyduğu fedakârlıkları ve İslâm davası için hangi tür dünyalıkları elinin tersiyle ittiğini hatırlatmıştı. Efendimiz elbisesiyle baş kısmını, izhir otlarıyla da ayaklarını kapatarak onu defnetmelerini istedi.
Uhud meydanın da aslanlar gibi savaşarak şehit olanlardan bir tanesi de; “Allah’ın Aslanı” unvanına sahip olan, peygamberimiz amcası Hamza b. Abdulmütalib’ti. Habeşli köle Vahşi’nin attığı mızrağın karnına saplanması sonucu iç organları parçalanarak şehid olan Hamza’nın cesedine, başta Ebû Süfyân’ın karısı Hind olmak üzere, birçok müşrik tarafından cesedine müsle yapılmış ve birçok organını kesilmişlerdi. Hamza’nın bu durumunu gören Efendimizin ciğeri parçalanmış ve amcasına bunu yapanlardan intikam alacağını söylemiş ve Hamza’ya bedel olarak yetmiş müşriği öldüreceğini söylemişti. Konuyla ilgili inen âyette peygamberimizin bu tutumu doğru görülmeyerek uyarılmış; “Eğer ceza verecekseniz, size yapılan işkencenin misliyle ceza verin. Ama sabrederseniz, elbette o, sabredenler için daha hayırlıdır.” (Nahl, 126) ve kıyamete kadar Müslümanların bu tür durumlarda nasıl hareket etmeleri gerektiğini bu vesileyle öğretmişti.
İslâm ordusu Medine’ye doğru hareket ettiğinde, yakınları ölen insanlar yollara dökülmüş yakınlarının durumunu soruyorlardı. Dinaroğullarından, kocası, kardeşi ve oğlunun şehit olduğu haberini alan bir kadın da, yollara düşmüş Efendimizin durumunu soruyordu. Kendisine Efendimizin iyi olduğunu söylediklerinde ise; “Allah’a hamdolsun. O iyi olduktan sonra bütün belalar gözümde bir hiçtir” diyordu.
Allah Rasûlü, Kureyş ordusunun Mekke’ye döndüğünden ve yolda geri dönerek Medine’ye saldırmak isteyip istemediklerinden emin olmak istiyordu. Bunun için Mediye’ye döndüğünde Uhud savaşına katılan mücahitlerle birlikte Kureyş ordusunun peşinden gideceğini duyurdu. İçlerinde yaralılarda olmak üzere herkes peygamberimizin çağrısına; “işittik ve itaat” ettik diyerek karşılık verdiler. Medine’ye yaklaşık 8 mil uzaklıktaki Havrâü’l Esed mevkiine gelerek orada karargâh kurdular. Hicret yolculuğunda yanlarına uğrayarak sütlerini içtiği Ümmü Ma’bed’in kocası Ebû Ma’bed, peygamberimiz yanına gelerek Uhud’a yaşanan yenilgiden dolayı üzüntülerini dile getirdi ve yardım etmek istediğini söyledi. Efendimiz de, Ebû Süfyân’a giderek onu Medine’ye dönmekten vazgeçirmesini istedi. Ebû Ma’bed, hızla Ravha’da konaklayan ve Medine’ye dönüş hazırlıkları yapan Ebû Süfyân’a yetişti. Müslümanların büyük bir ordu hazırlayarak bulundukları tarafa doğru geldiğini söyledi. Bunun üzerine Ebû Süfyân, Medine’yi kuşatma fikrinden vazgeçerek Mekke’ye geri döndü.
Uhud savaşında alınan mağlubiyet, Müslümanlar açısından bir hayra dönüştü. Savaşta yapılan hataların nelere mal olduğunu anlamış oldular. Yine galibiyet ve zaferin ancak Allah’ın elinde olduğunu bir kez daha görmüş oldular. Allah’a iman ediyor olduklarından ve Peygamberin’de içlerinde olmasından dolayı mağlubiyet yaşamayacaklarını düşünenler vardı. Allah’ın iradesinin bu şekilde olmadığını anlamış oldular. Müslümanlar için “Bir musibet, bin nasihatten evladır” sözü tahakkuk etmişti. Bütün bunlardan dolayıdır ki, Efendimiz “Uhud bizi sever, bizde Uhud’u” demiştir. Alınan mağlubiyetin sebepleri iyi tahlil edilerek dersler çıkartıldığı zaman, yaşanan o mağlubiyet sizin için hayır olabilmektedir. İşte Uhud’a olan da tamda buydu.
İBRETLER VE DERSLER
BENİ RACİ OLAYI
Uhud’da Müslümanların aldığı mağlubiyetten cesaret olan İslâm düşmanları kabileler, Müslümanlara zarar vermek için harekete geçtiler. Adal ve Kârre kabilelerinden bir grup Peygamberimizin yanına gelerek, Müslüman olduklarını, kendilerine Kur’an-ı öğretecek kimseler göndermesini istediler. Peygamberimiz de onlara güvenerek 10 kişilik, Ashab-ı Suffe’den bir grup Müslümanı onlarla birlikte gönderdi. Başlarına Asım b. Sabit’i emir olarak tayin etti. Bu iki kabile planladıkları gibi Müslümanlar Raci denilen mevkie geldiklerinde Lihyanoğullarını yardıma çağırdılar. İhanet ederek gelen 100 kişilik bir okçu birlikte Müslümanların etrafını sardılar. Müslümanalar, yüksekçe bir tepeye sığındırlar. Kendilerine teslim olmaları durumunda kimseye zarar vermeyecekleri konusundan söz verdiler. Müslümanlar, daha öncede yalan söylediklerinden dolayı onlara inanmadılar ve onlarla savaştılar. Yedi Müslüman orada şehit edildi. Geriye kalan üç kişi teslim oldular. Hubeyb b. Adiy, Zeyd b. ed-Desinne ve bir arkadaşlarını Mekkelilere satmak için Mekke’ye götürdüler. Yolda üçüncü arkadaşları kaçmak istedi, onu öldürdüler.
Hubeyb b. Adiy, babaları Bedir’de öldürülen müşrikler tarafından satın alınıyor ve ev hapsine tabi tutuluyordu. Daha sonra onu öldürülmek için tenha bir yere götürülüyor. Ölmeden önce bir isteğinin olup olmadığı soruluyor. O da, namaz kılmak istediğini söylüyor. İki rekat namaz kılıyor ve o kıldığı namaz kendisine çok sevimli geliyor. Müşriklerin; ölümden korktuğu için namazı uzatıyor demelerinden endişe ettiğinden dolayı namazı kısa tutuyor. Ebû Süfyân, Hubeyb’e hitaben; “Şu an sen kendi ailenin arasında olup da, senin yerine burada Muhammed’in boynunun vurulmasını ister miydin?” dediğinde, Hubeyb şu cevabı veriyordu; “Hayır vallahi, değil benim yerimde olmasını, bulunduğu yerde ayağına bir diken batarak ona acı vermesini dahi istemem.” Müşrikler, Bedir’de öldürülen yakınlarının yerine onu idam ederek şehit ediyorlar. İdamdan önce iki rekat namaz kılmak uygulamasını ilk başlatan kişi Hubeyb b. Adiy’dir.
Zeyd b. ed-Desinne’yi de, Safvan b. Ümeyye satın almış ve Bedir’de öldürülen babasının yerine öldürmüştü.
Bİ’R-İ MAÛNE FACİASI
Aynı ayın içerisinde bundan daha feci bir hadise yaşandı. Necidli Ebû Berâ Âmir b. Malik peygamberimizle görüşmek üzere Medine’ye geldi. Allah Rasûlü ona İslâm’ı anlattı. Oda Efendimizden, Necid halkına İslâm’ı anlatması için adam göndermesini istedi. Efendimiz de Necidlilerden endişeli olduğunu söyledi. Berâ’da göndereceği Müslümanları himaye edeceğine dair O’na söz verdi. Allah Rasûlü de, 40 veya 70 kişilik Suffe ehlinden bir grup Müslümanı onunla birlikte gönderdi. Başlarına Münzir b. Amr’ı emir olarak atadı. Bi’r-i Maûne mevkiine geldiklerinde orada konakladılar. Hz. Peygamberin yazdığı mektubu o bölgenin ileri geleni, Âmir b. et-Tufeyl’e ulaştırmak üzere Ümmü Seleym’in kardeşi Harâm b. Mihân’ı elçi olarak gönderdiler. Âmir b. et-Tufeyl, mektubu hiç okumadan adamlarına işaret ederek Harâm’ı oracıkta şehit etti. Harâm şehit olurken; “Allah’u ekber! Kâbe’nin Rabbine yemin olsun ki ben kazandım” diye haykırıyordu. Âmir b. et-Tufeyl Âmiroğlullarını Müslümanlarla savaşması için teşvik ettiyse de Berâ’nın himayesinden dolayı yanaşmadılar. O da, Süleymoğulları, Esayye, Ri’l ve Zekvân kabilelerini çağırdı. Bu kabileler de onun davetine icabet ederek Müslümanların etrafını kuşattılar. Müslümanlar, onlarla savaştı ve sadece bir kişi sağ olarak kurtuldu. Ayrıca kuşatmanın olduğu anda orada bulunmayan Münzir b. Ukbe ve Amr b. Ümeyye ed-Damri döndüklerinde Müslümanların kuşatıldığını gördüler. Onlarda savaşa giriştiler. Münzir b. Ukbe’de şehit oldu. Amr b. Ümeyye ise esir düştü. Daha sonra Mudar kabilesinden olduğunu söyleyince onu serbest bıraktılar. Medine’ye dönüş yolunda mola verdiği bir yerde, yanına iki kişi geldi. Müslümanların intikamını almak düşüncesiyle bu iki kişiyi öldürdü. Oysa bu kişiler Müslümanlarla himaye antlaşması olan kimselerdendiler. Amr b. Ümeyye Medine’ye dönerek yaşadıklarını Allah Rasûlüne haber verdi. Uhud’da şehit düşen 70 civarındaki Müslümanların üzüntüsü hâla devam ederken, 40 veya 70 civarındaki Müslümanın ihanet neticesinden bu şekilde şehit edilmesi, acılarını daha da artırdı.
Müslümanların yaşamış olduğu bu ihanetten dolayı Allah Rasûlü çok büyük üzüntü duymuş, yaklaşık olarak bir ay boyunca Müslümanları katleden kâfirlere, sabah namazlarında kûnut yaparak beddua etmişti.
NADİROĞULLARI GAZVESİ
Ben-i Nadir Yahudileri, Müslümanların Uhud’da aldığı mağlubiyetten sonra, Müslümanlara karşı ihanet faaliyetlerine başladılar. Uhud ve Bi’r-i Maûne’de yaşanan mağlubiyetlerin Müslümanların çöküşünü başlattığını, eğer Müslümanların düşmanları bir araya gelerek onlara darbe vurduğu taktirde Müslümanlardan kurtulmalarının mümkün olacağını düşünüyorlardı. Bunun için başta Kureyş olmak üzere birçok kabileyle görüşerek Medine’ye saldırdıkları taktirde kendilerine yardım edeceklerini söylemeye başladılar. Ayrıca Efendimiz ve bir grup Müslüman, Amr b. Ümeyye ed-Damrî’nin yanlışlıkla öldürdüğü iki kişinin kan diyetini ödemek için, daha önce yaptıkları antlaşma gereği kendi hisselerine düşen kısmı onlardan istemek üzere yanlarına gittiler. Onlar da Efendimiz ve beraberindekilere yardım edeceklerini söylediler. Hz. Ebû Bekr, Hz. Ömer, Hz. Ali ve bir grup Müslüman, Efendimizle birlikte bir damın altında onları beklerken Efendimize suikast düzenlemek istediler. Yahudiler bir araya toplanarak, peygamberimiz damın altında otururken yukarıdan başına taş atarak O’nu öldürmek istediler. Rabbimiz; onların bu planlarını peygamberimize haber verdi. Efendimiz de hemen oradan ayrılarak Medine’ye geldi. Daha sonra Muhammed b. Mesleme’yi onlara haberci olarak gönderdi. Kendilerine 10 gün içinde Medine’yi terk etmek üzere mühlet verildiğini, terk etmedikleri taktirde, onlarla savaşacaklarını söylemesini emretti. Ben-i Nadir Yahudileri de Medine’yi terk etmek için hazırlıklara başladılar.
Münafıkların lideri olan Abdullah b. Übey, onların yanına giderek Medine’yi terk etmemelerini, eğer Müslümanlar sizinle savaşırsa size yardım ederiz diye de söz verdi. Ayrıca diğer Yahudi kabileleri ve Gatafân kabilelerini de yardım için hazır edeceğini söyledi. Abudullah b. Übey’in söylediklerinden etkilenen Yahudilerin lideri Huyey b. Ahtab, Medine’yi terk etmekten vazgeçti ve Allah Rasûlüne şu haberi gönderdi; “Biz yurdumuzdan çıkmıyoruz istediğini yap” dediler.
Bu haber Medine’ye geldiğinde, peygamberimiz tekbir getirerek Müslümanlara savaş için hazırlık yapmalarını söyledi. Efendimiz Medine’de Abdullah ibn Mektûm’u yerine vekil bırakarak Nadiroğullarının yurduna doğru ilerledi. Sancağı Hz Ali’ye verdi. Müslümanlar Nediroğullarının yurduna vardığında, Yahudiler kalelerine sığınarak kendilerini savunmaya başladılar. Kalelerinden çıkmayan Yahudileri ancak bahçelerine ve hurmalıklarına zarar vererek kalelerinden çıkartmayı başardılar. Konu Kur’an-ı Kerim’de şu şekilde ifade edilir; “Herhangi bir hurma ağacın kestiniz da kökleri üzerinden dikili bıraktıysanız, hepsi Allah’ın izniyledir.” (Haşr, 5) Ayrıca ne Übey b. Selül, ne Kureyzaoğulları, nede Gatafânlılar yardıma geldiler. Abdullah b. Übey b. Selül’un bu durumunu Kur’an, şu şekilde dile getirir; “(Onların durumu) tıpkı şeytanın durumu gibidir. Çünkü şeytan insana ‘inkar et’ der. İnsan inkâr edince de ‘Ben senden uzağım, çünkü ben, âlemlerin Rabbi olan Allah’tan korkarım’ der.” (Haşr, 16)
Nitekim çaresiz kalan Nadiroğulları, teslim olmak zorunda kaldılar. Peygamberimiz, yanlarında taşıyabilecekleri eşyalarını, çocuk ve kadınlarını da yanına alarak Medine’yi terek etmelerini istedi. Yanlarında taşıyabilecekleri eşyalarını yanlarına alarak kimisi Hayber’e, kimisi de Şam civarına gitti. Aralarında iki kişi de Müslüman olarak Medine’de kaldı.
Nadiroğulları’nın bıraktıkları mallar ve araziler Muhacirler arasında dağıtıldı. Ensar’dan sadece Ebû Dücâne ve Sehl b. Huneyf’e fakir oldukları için pay verildi. Ensâr, Mekke’de evlerini ve mallarını bırakarak kendilerine gelen kardeşlerini kendi nefislerine tercih ettiler. Ensâr’ın içerisinde nice ihtiyaç sahibleri olduğu halde, alınan ganimetlerin Muhacirlere verilmesini istediler. Konu yüce kitabımızda şu şekilde güdeme getirilir; “Onlar hicretten önce bu yurtta yaşarken iman etmişlerdi. Ve onlar hicret edip kendilerine gelenleri severler ve onlara verilenlerden dolayı gönüllerinde hiçbir çekememezlik hissetmezler. Kendileri sıkıntıda bile olsalar, onları kendi nefislerine tercih ederler. Kim nefsinin hırs ve cimriliğinden korunursa, işte onlar kurtuluşa erenlerdir.” (Haşr, 9) Haşr sûresinin tamamı bu gazve hakkında nazil olmuştur. Sûre; Yahudilerin evlerini terk etmeleri; Münafıkların yalan vaatleri; ganimetlerle ilgili hükümler; Müslümanların övülmeleri, takvaya sarılmaya teşvik ve Allah’ın sıfatlarını gündeme getirerek sona ermiştir. Bu yüzden Abdullah İbn Abbas, bu sûreye “Nâdir Sûresi” diyordu.
Hicretin 4. yılında, Uhud’da Ebû Süfyân ile anlaşıldığı üzere bir yıl sonra Bedir’de iki ordu tekrar savaşacaktı. Kararlaştırılan zaman geldiğinde Allah Rasûlü 1500 kişilik orduyla Bedir’e hareket etti. Müslümanların sancağını Ali b. Ebû Talib’e verdi. Medine’de yerine vekil olarak Abdullah b. Revaha’yı bıraktı.
Ebû Süfyân ise, 2000 kişilik bir orduyla yola çıktı. Mekke yakınlarındaki Merrü’a-Zahrân’a varınca orada konakladı. Burada savaşma hevesi kırılan Ebû Süfyân, kuraklık olmasından dolayı geri dönmelerinin iyi olacağını söyleyerek geri dönme kararı aldığını açıkladı. Kureyşliler de, Ebû Süfyân’ın bu görüşüne uyarak gerdi döndüler.
Müslümanlar, Kureyşi Bedir’de sekiz gün beklediler. Bedir’de kurulan ticaret panayırından alışveriş yaparak karlı bir şekilde Medine’ye döndüler. Daha önce, Bedir’e Kureyş kervanı yakalamak, yani mal elde etmek için çıkan ama savaşla karşı karşıya kalan Müslümanlar, bu sefer savaş için çıkmışlardı lakin alış veriş yaparak kar elde ederek geri dönmüşlerdi.
Aynı yıl, bölgede yol kesicilik yapan eşkıyalara yönelik Dûmetü’l Cendel’e bir gazve düzenledi. Bölgede 15 gün kalan Allah Rasûlü, etrafa çeşitli birlikler gönderdi lakin herhangi bir çatışma olmadan Medine’ye geri döndü.
İBRETLER VE DERSLER
AHZÂB (HENDEK) SAVAŞI
Nadiroğullarının sürgüne gönderilmesinden sonra, yaklaşık bir yıl boyunca herhangi bir savaş olmadı. Bu zaman zarfında, Müslümanlara yönelik ameli ve hukuki düzenlemeler gerçekleşti. Savaş olmadığı için huzur içinde bir hayat yaşayan Müslümanların bu durumunu, başta sürgüne gönderilen Yahudiler olmak üzere İslâm düşmanları tarafından hazmedilmedi ve Medine’ye karşı civar kabilelerden oluşan bir ordu hazırlamaya başladılar. Yirmi kişilik bir Yahudi heyeti, Kureyş’e giderek savaşa girmeleri konusunda onları ikna ettiler. Sonra Gatafân kabilesine giderek Müslümanlarla savaşmaya onları da ikna ettiler. İrili ufaklı nice kabilelerde bu savaşa katılma kararı aldılar.
Savaş hazırlığı haberi Medine’ye ulaşınca, Allah Rasûlü hemen ashabını toplayarak gelişen hadiseleri onlarla istişare etti. Medine’de savunma savaşı yapılacaktı. Düşman çok büyük olduğundan dolayı dışarıda onlara karşı koymak mümkün olmayacağından, bu savaş Medine’de olacak, tamamen savunma savaşı yapılacaktı. Savaş taktikleri konuşulurken, Selmân el-Fârisî hendek fikrini ortaya atarak, Sasanilerin zor zamanlarında bu savaş taktiğini kullandıklarını söyledi. Medine’nin üç tarafı düşmanın geçişi için uygun olmadığından sadece kuzey tarafına hendek kazılacaktı. Bu şekilde süvarilerin geçişleri engellenecek, geçen asker olursa onların da işlerinin çok rahat bir şekilde bitirilecekti. Müslümanlar arsında görev dağılımı yapılarak hendek kazılmaya başlandı. Medine’de kıtlığın olması hendek çalışmalarını iyice zorlaştırıyor, buna rağmen çalışmalar tüm hızıyla devam ediyordu. Hatta açlık o kadar fazlaydı ki, insanlar karınlarına taş bağlamak zorunda kılıyordu. Herkesin bir taş bağladığı durumda Efendimiz iki tane taş bağlıyordu. Bir devlet başkanı düşünün ki, bütün ganimetler onun kontrolünde olduğu halde, kendi ihtiyaçlarından çok insanların ihtiyacını düşünüyor, eline geçen her tülü ganimette ashabını öncelikliyor, onlardan arta kalırsa kendisine alıyordu. Bir defasında alınan ganimetlerden evine de götürmesi kendisinden istendiğinde “Ben daha Ashab-ı Suffe’nin karnını doyurmadım” diyerek bu teklifi reddediyordu.
Allah Rasûlünün yaşadığı açlığın farkında olan Câbir, evlerinde bulunan cılız bir hayvanı kesmiş, birazda arpa öğüterek ekmek yapmış ve Efendimizi birkaç ashabıyla birlikte yemeğe davet etmişti. Efendimiz ise yanındaki herkesi birlikte götürmüştü. Kalabalık bir grup Müslümanın geldiğini gören Câbir, yemeğin ancak birkaç kişiye yeteceğini düşünerek telaşlanmıştı. Efendimiz, durumu anlamış ve Allah’a bereketlendirmesi için duada etmişti. Efendimizin duası kabul olmuş, yemek herkese fazlasıyla yetmiş ve Câbir’in ailesine de yemek kalmıştı. Allah kendi rızası için samimi bir şekilde çabalayan Efendimiz ve kullarına el-Kerim ismiyle tecelli ederek ikramda bulunmuştu.
Hassan b. Sabit başta olmak üzere Müslüman şairler, okudukları şiirlerle askerleri motive ediyor, Efendimiz de şairlerin şiir okumasını teşvik ediyor, bazen kendisi de şiir okuyor, sahabeler de O’na eşlik ediyorlardı. Kazı çalışmaları devam ederken, Müslümanlar büyük bir kayaya rastlıyor ve çabalamalarına rağmen kayayı bir türlü kıramıyorlardı. Bunun üzerine Efendimize haber veriyorlar, Efendimiz de “bismillah” diyerek taşa her vurduğunda taştan kıvılcımlar çıkıyor ve Efendimiz; her çıkan kıvılcımın Müslümanların ileride Bizans, Sasanî ve Mısır saraylarının feth edileceğinin müjdesi olduğunu söylüyordu. Münafıklar ise, Efendimizin bu sözlerini alay konusu yapıyor; “Biz güvenli bir şekilde tuvalete gidemiyoruz, o kalkmış Bizans ve Sasanîlerin saraylarının feth edileceğinden bahsediyor” diyorlardı. Vaka olarak söyledikleri doğruydu, lakin onlar, Allah’ın kullarına yardım edeceğine iman etmiyorlardı. Kur’an münafıklarında o günkü durumlarını şu şekilde bize bildiriyor; “Hani münafıklar ve kalplerinde hastalık olanlar, "Allah ve Resülü bize, ancak aldatmak için vaadde bulunmuşlar" diyorlardı.” (Ahzab, 12)
Kureyş, 4 bin asker, 200 atlı ve 1000 deveden oluşan bir orduyla gelmiş ve Rûme bölgesine karargâh kurmuşlardı. Sancaktarlığını Osman b. Talha yapıyordu. Gatafân kabilesi de 600 kişilik bir orduyla Medine’ye yaklaşmıştı. Bu durumun dehşetini Rabbimiz kitabında şu şekilde beyan ediyor; “ Ey iman edenler! Allah'ın size olan nimetini hatırlayın. Hani (düşman) ordular üzerinize gelmişti de biz onların üzerine bir rüzgar ve göremediğiniz ordular göndermiştik. Allah yaptıklarınızı hakkıyla görmektedir. Hani onlar size hem üst tarafınızdan hem alt tarafınızdan gelmişlerdi. Hani gözler kaymış ve yürekler ağızlara gelmişti. Siz de Allah'a karşı çeşitli zanlarda bulunuyordunuz. İşte orada mü'minler denendiler ve şiddetli bir şekilde sarsıldılar.” (Ahzab, 9-11)
Ancak, iman ettim demekle ve Peygamberimizi Medine’ye davet etmekle bu tür durumlarla karşı karşıya kalacaklarını, mallarını ve canlarını cennet karşılığında Allah’a sattıklarının bilincinde olan Müslümanlar, Allah’ın da kalplerine sükûnet indirmesiyle söyle demişlerdi; “Mü'minler düşman birliklerini görünce, "İşte bu Allah'ın ve Resülünün bize vaad ettiği şeydir. Allah ve Resülü doğru söylemişlerdir" dediler. Bu onların ancak imanlarını ve teslimiyetlerini artırmıştır.” (Azhab, 22)
Efendimiz, Medine’de yerine Abdullah İbn Mektûm’u vekil olarak bıraktı, kadın ve çocukların kalelere ve evlere sığınmaları söyledi ve 3 bin kişiden oluşan ordusuyla düşmana karşı çıktı. Kazılan hendeğin diğer tarafında bulunacak, hendeği geçmeye yeltenen olursa onların işlerini bitireceklerdi.
Ebû Süfyân hendeği karşısında gördüğünde, bu uygulamanın Arapların bildiği bir uygulama olmadığını söyleyerek, hendeğin nasıl aşabileceğinin yollarını aramaya başladı. Müslümanlar, karşı taraftan hendeğe yaklaşarak aşmaya çalışan düşmanı ok yağmuruna tutuyorlardı. Müşriklerin hendeği aşmak çabaları gün boyu devam ediyor, Müslümanlar da onların hendeği aşmaması için savunmaları gece karanlığına kadar devam ediyorlardı. Korku namazı da henüz emredilmediği için öğle ve ikindi namazlarını ancak akşam vaktinde kaza olarak kılabilmişlerdi. Kafirlerin cengaver savaşçılarından olan Amr b. Abdivüdd ve beraberindeki bazı adamları hendeğin en dar yerini tespit ederek oradan hendeği aşmayı başarmışlardı. Karşılarına Hz. Ali ve bir grup Müslüman çıkmıştı. Hz. Ali, Amr b. Abdivüdd’ü mübarezeye davet etmiş ve neticede onu öldürmüştü. Diğerleri korkuya kapılıp kaçmayı başarmış, yalnız içlerinden bir kişi kaçarken hendeğe düşmüş ve Müslümanlar tarafından öldürülmüştü.
İki ordu, karşılıklı ok atışlarıyla birbirlerine kayıplar vermişlerdi. Müşrik ordudan 10 kişi, Müslümanlardan da 6 kişi şehit olmuştu. Ayrıca iki taraftan da yaralananlar vardı. Medine’nin İslâm yurdu olmasında en fazla emeği geçenlerden birisi olan Sa’d b. Muâz’da, kendisine isabet eden bir okla şiddetli bir şekilde yaralanmıştı. Sa’d; Eğer ileride Kureyşin Medine’ye saldırmasıyla savaş olacaksa, o savaşta savaşmak için Allah’tan kendisine ömür vermesini, yoksa hayırlı bir şekilde ölümü kendisine nasip etmesini istemişti. Ayrıca Kureyza oğullarının da ihanet ettikleri haberi kendisine gelince, onların akıbetlerini görünceye kadar Allah’tan ömür istemişti.
Hendek savaşı devam ederken, Ben-i Nâdir Yahudilerinin lideri Huyey b. Ahtab, Kureyzaoğlullarına gelip; müşrik orduya yardım etmeleri halinde Müslümanların yenileceğini, bu şekilde de Müslümanlardan kurtulmalarının mümkün olacağını, aksi halde ileride onlarında kendileriyle aynı akıbete uğrayacaklarını söyledi. İlk başlarda Huyey b. Ahtab’ın fikrine sıcak bakmayan Kureyzaoğulları, sonra ikna olarak savunmasız bir şekilde kalan Medine’ye saldırma kararı alıyorlar. Müslümanların evlerine saldıran Yahudileri, Müslüman kadınlar, yaşlılar ve çocuklar engellemeye çalışıyorlardı. Bu ihanetten haberdar olan Allah Rasûlü Mesleme b. Eslem komutasında 200 kişilik bir birlik, Zeyd b. Hârise komutasında da 300 kişilik başka bir birlik Medine’ye gönderdi. Ayrıca, Evs ve Hazrec’in liderleri olan, Sa’d b. Muâz ve Sa’d b. Ubade’yi de konuyu araştırmaları için Medine’ye gönderdi. Yahudiler ile görüşen bu liderler, Yahudilerden; Müslümanlarla artık hiçbir ahitlerinin olamadığını ifade eden sözlerini işittiler. Efendimize dönerek Kurayzaoğullarının da Adal ve Kârre kabileleri gibi Müslümanlara ihanet ettiklerini söylediler.
Efendimiz, Evs ve Hazrecle yıllarca müttefik kalan Yahudiler ile ilgili karar verirken bu iki kabilenin de durumun farkında olmalarını, Yahudilere karşı adil davrandığını onlarında bilmelerini istiyordu. Bundan dolayı da Kureyzaoğullarının müttefiki olan Evs kabilesinin liderlerinden olan Sa’d b. Muâz’ı da olayı araştırarak ihanetlerine bizatihi şahit olması için Medine’ye göndermişti.
Allah Rasûlü Medine’ye karşı başlatılan bu baskını kırmak için, Gatafân kabilesi reisi Uyeyne b. Hısn’a, savaştan çekilmeleri karşılığında o yıl Medine mahsullerinin yarısını vermeyi teklif etmeyi düşünüyordu. Konudan haberdar olan Sa’d b. Ubâde, bu teklife karşı çıkarak şunları söylüyordu; “Biz bu adamlara şirk dönemindeyken bile, Medine mahsullerinden bir şey vermedik. Allah bizi İslâm ile şereflendirdikten sonra ne diye verelim. Vallahi bizim bunlara kılıçtan başak verecek bir şeyimiz yoktur.” Allah Rasûlü de, Ensâr’ın bu görüşüne tabi olarak Gatafânlılara Medine’nin mahsüllerini vermekten vaz geçiyordu.
Bu sırada Gatafânlı Nuaym b. Mes’ud Müslüman olarak Efendimizin yanına geliyor. Müslüman olduğunu fakat kavminin bundan haberi olmadığını söylüyor. Efendimiz de kendisinden eğer yapabilirse kâfir topluluklar aralarındaki birliği bozmasını istiyor.
Nuaym’da ilk önce Kurayzaoğullarına giderek; kendilerine ne kadar değer verdiğini, daha önce Kaynuka ve Nadiroğullarının başına gelenleri hatırlattıktan sonra, yarın Gatafân ve Kureyşin çekip memleketlerine gideceğini, onların ise yurtları Medine olduğu için bir yere gitmelerinin söz konusu olmayacağını, dolayısıyla Müslümanlarla Medine’de kalacaklarını hatırlarıyordu. Sonrada eğer Kureyş ve Gatafân kabilesinin Müslümanların işini tamamen bitirene kadar bazı adamlarını kendilerine rehin vermedikleri sürece onlarla birlikte savaşmamaları gerektiğini söylüyordu. Kureyzeoğulları bu öneriyi makul buluyorlar.
Nuaym, sonra Kureyşlilerin yanına gidiyor ve; Kureyşin iyiliğini düşünen birisi olduğundan bahsediyor. Sonra da Kurayzaoğullarının Müslümanlara yaptıkları ihanetten vazgeçtiklerini, bunun telafisi için Kureyşten birtakım adamlar isteyerek Müslümanlara teslim edeceklerine dair söz verdiklerini söylüyordu. Bu sebeple, eğer Kureyzaoğulları kendilerinden adam isterlerse onlara kimseyi vermemeleri gerektiğini söylüyordu.
Nuaym, daha sonra aynı şekilde Gatafânlılara da gitti. Kureyşe söylediklerinin bir benzerini onlarada söyledi.
Ebû Süfyân bir sonraki gün Kurayzaoğullarına adam göndererek haberin doğru olup olmadığını anlamak için, savaşa katılmalarını söyledi. Yahudiler ise; o gün cumartesi olduğu için savaşamayacaklarını, ayrıca Kureyş kendilerine rehine vermedikleri sürece onlarla savaşa devam etmeyeceklerini söylediler. Bunun üzerine Ebû Süfyân Nuaym’ın doğru söylediğini düşündü. Kureyş, rehine vermeyince Yahudiler de Nuaym’ın doğru söylediğini düşündüler. Nuaym b. Mes’ud’un bu şekilde kurnazca bir planla aralarındaki ittifak bozulmuş oldu.
Allah Rasûlü de Allah’tan yardım isteyerek şunları söylüyordu; “Ey Kitabı indiren, hesabı çabucak gören Allah’ım! Düşman ordularını bozguna uğrat. Allah’ım! onların birliklerini dağıt, düzen ve dengelerini alt-üst eyle.”
Nitekim Allah, kafirlerin kalplerine korku salmış ve şiddetli rüzgarlarını göndererek çadırlarını yerinden sökülüp atılmış ve düşmanın artık kum fırtınasına dayanacak güçü kalmamıştı. Bunun üzerine Ebû Süyfan, geri çekilmek için orduya talimat verdi ve kendisinin Mekke’ye dönmek için yola çıkacağını söyledi. Azhab savaşının akıbetiyle ilgili olarak bir âyette şu şekilde buyurulur; “Allah inkar edenleri, hiçbir hayra ulaşmaksızın kin ve öfkeleriyle geri çevirdi. Allah, savaşta mü'minlere kâfi geldi. Allah kuvvetlidir, mutlak güç sahibidir.” (Ahzab, 25)
Bir ay kadar süren kuşatmada, kâfirler o güne kadar hazırladıkları en büyük orduyla Müslümanları yenememiş, adeta bir daha Müslümanlarla karşı karşıya gelecek durumları kalmamıştı. Efendimiz ise bu hakikati şu ifadelerle dile getiriyordu; “Artık bundan sonra onlar bize değil, biz onlara saldırıp savaş açacağız ve üzerlerine yürüyeceğiz”
İBRETLER VE DERSLER
KURAYZAOĞULLARI GAZVESİ
Nuaym b. Mes’ud’un da dediği gibi olmuş; Müslümanları yok etmek için gelen Kureyş ve Gatafân orduları bir netice almadan, Allah’ın da yardımıyla dağılıp gitmişler ve Kurayzaoğulları, Medine’de Müslümanlarla baş başa kalmıştı.
Kâfirler dağılıp gittiklerinde Efendimiz, Medine’ye dönüyor ve adeti olduğu üzere Mescitte iki rekat namaz kıldıktan sonra istirahat için evine çekilmek istiyordu. Lakin, Yahudilere yaptıkları ihanetin hesabını sormadan dinlenmeye çekilmesinin doğru olmadığını düşünüyor. Müslüman ordu tam dağılmamışken Kureyzaoğullarının üzerine yürüme kararı alıyor. Müslümanlara hitaben ikindi namazlarını Kurayza yurdunda kılmaları talimatını veriyor. Yerine yine, Abdullah İbn Mektûm’u vekil olarak bıraktı, sancağı ise Ali b. Ebû Talib’e verdi. Kurayza yurduna varmadan ikindi namazının vakti çıkmaya yaklaştığında, kimileri; “Namazı yolda kılalım” derken, kimileri de; “Efendimizin kesin emri var, Kurayza yurduna varmadan kılamayız” diyorlardı. Kimileri namazlarını yolda kılarken kimileri de, kazaya bırakarak Kurayza yurduna vardıklarında akşam vakti girince kılıyorlar. Daha sonra konudan haberdar olan Efendimiz, söylediği sözün iki şekilde de anlaşılmasının mümkün olacağını söyleyerek iki grubunda yaptığını onayladı.
Yahudiler, Müslümanların üzerlerine geldiğini gördüklerinde -ki zaten bekliyorlardı- hemen kalelerine sığındılar. Müslümanlar da onları kuşatma altına aldılar. Kuşatma uzun sürdü ve Kurayzalılar müttefik oldukları Medineli bazı Müslümanlarla görüşmek istediler. Efendimiz de Ebû Lübâbe’yi elçi olarak onlara gönderdi. Onu gören Yahudiler ayağa kalktılar ve kadınlar ağlaşmaya başladılar. Yahudilerin teslim oldukları taktirde haklarında ne hüküm verileceğini sorduklarında ise; eliyle boğazını işaret ederek öldürüleceklerini söyledi. Oysa Ebû Lübâbe böyle bir görevle gönderilmemişti. Hatta bu şekilde bir davranışla belki de Yahudilerin savaşa tutuşmalarına sebebiyet verecekti. Yaptığı yanlışın farkına varan Ebû Lübâbe, oradan ayrılarak Mescid-i Nebeviye giderek, kendisini mescidin direğine bağlıyor ve Efendimiz çözünceye kadar da kendisini çözmeyeceğine dair yemin ediyor. Ebû Lübâbe’nin bu durumu Efendimize iletildiğin de ise Efendimiz şunları söylüyordu; “Eğer bana gelseydi bende kendisi için af dilerdim. Madem ki o şekilde yapmayı uygun görmüş, Allah hakkında hüküm verinceye kadar kendi hâline bırakın”
Yaklaşık 25 gün süren kuşatma sonunda Kurayzalıların dirençleri tükendi ve teslim olmak zorunda kaldılar. Erkekleri ayrı bir yere, kadın ve çocuklar da başka bir yere götürüldü. Kurayzalıların müttefiki olan Evsliler, Hazreçlilerin mütetefikleri olan Kaynukaoğullarına davranıldığı gibi Kureyzaoğullarına da iyi davranılmasını istediler. Efendimiz de onlar hakkında Evslilerden birisinin hüküm vermesini istiyordu. Liderlerinden olan Sa’d b. Muâz’ı hüküm vermesi için seçiyorlar. Sa’d, o sıralar Hendek savaşında yaralandığı için Medine’de tedavi görüyordu. Kendisine haber gönderilerek oraya çağrıldı. Onu, bir eşeğin üzerine bindirerek getirdiler. Sa’d gelince, Efendimiz Evslilere; “Efendinizi karşılayın” dedi. Evsliler ise Sa’d’a, müttefikleri hakkında merhametle hüküm vermesini istediler. Sa’d ise, hüküm verirken kınamalara aldırmadan hüküm vereceğini söyledi. Sa’d, Efendimize ve Kurayzaoğullarına dönerek vereceği hükmü kabul edip etmeyeceklerini sordu. Onlarda kabul edeceklerini ifade edince, Sa’d’a kararını açıkladı; Erkeklerin öldürülmesi, kadın ve çocukların esir alınması, mallarının ise ganimet olarak alınmasına hükmetti.
Verilen bu hüküm çerçevesinde kaç Yahudin’in öldürüldüğü konusu tarihçiler arasında tartışmalıdır. Kimi tarihçilere göre 40, kimine göre 400, kimine göre de 600-700 kişinin öldürüldüğü söylenmektedir. Bizim, daha doğru gördüğümüz görüşe göre ise, kabilenin önde gelenlerinden bir grup hakkında infaz kararı veriliyor, diğerleri aileleriyle birlikte sürgüne gönderiliyor ve mallarına da el konuluyor. Ben-i Nadir Yahudilerinin lideri olan Huyey b. Ahtab’da Kurayzalılarla birlikte öldürülüyor. Huyey, Kuzayzaoğullaını savaşa teşvik etmek için Medine’ye gelmiş, Kurayzalılar ise, onun da kendi yanlarında kalmalarını şartıyla savaşa katılmayı kabul etmişlerdi. Bu şekilde oda onlarla birlikte ölüme mahkum edilmişti.
Bu olaydan sonra Sa’d b. Muâz için, Mescid-i Nebevi’nin içinde bir yer ayarlandı ve tedavisine orda devam edildi. Lakin kanamaları artan Sa’d, bu kanamalar neticesinde kısa bir zaman sonra Şehid oldu.
Ebû Lübâbe ise, altı gün boyunca mescitteki direğe bağlı kaldı. Namaz vakitlerinde hanımı geliyor ellerini çözüyor, namaz bitince de tekrar kendini direğe bağlıyordu. Nitekim altı gün sonra bağışlandığına dair bilgi geldiğinde, iplerini çözmeye çalışan Müslümanlara müsaade etmiyor, Efendimizin çözmesini istiyordu. Saban namazı için mescide gelen Efendimiz, Ebû Lübâbe’nin ellerini çözüyordu.
EBÛ RÂFİ’NİN ÖLDÜRÜLMESİ
“Hicazlıların tüccarı” unvanına sahip olan Hayberli Yahudi Ebû Râfi, Kurayza Yahudilerinin başına gelenlerden dolayı, Müslümanlara kin besleyen birisiydi. Tüccar olduğu için bölgede tanınan birisiydi. Bu konumunu da kullanarak Müslümanlara zarar vermek için arayışlara başlamıştı. Bundan haberdar olan Hazrec kabilesinden 5 kişi, Efendimize gelerek Ebû Râfi’yi öldürmek için izin istediler. Efendimizde kadın ve çocuklara dokunmamak kaydıyla izin verdi. Bu beş kişilik grubun başına Abdullah b. Atîk’i emir tayin etti. Birlik Hayber’de bulunan Ebû Râfi’ye ait olan kaleye gittiler ve Abdullah b. Atîk diğer arkadaşlarından izin alarak kaleye girmek için kalenin yanına kadar geldi. Tanınmamak için yüzün kapatan Abdullah’ı kapıcı içeriye aldı. Gece oluncaya kadar kale de saklanan Abdullah, gece Ebû Râfi’nin yattığı yere kadar giderek karanlıkta onu bulabilmek için ona seslendi. Abdullah, sesine cevap veren Ebû Râfi’nin üzerine atlayarak kılıç darbelerini ona indirdi. Neticede işini bitirdi. Kaçarken yuvarlandı ve ayağı kırıldı. Buna rağmen kedisini kalenin dışına atmayı başardı. Abdullah, Ebû Râfi’nin ölüp ölmediğini öğrenmek için kalenin yanında saklanarak beklemeye başladı. Nitekim sabah olunca bir adam çıkarak “Hicazlıların tüccarı Ebû Râfi öldürüldü” diye duyuru yaptı. Abdullah, Ebû Râfi’nin öldüğü ilan edince oradan ayrılarak arkadaşlarının yanına gitti. Bazı rivayetler de Ebû Râfi’yi Abdullah b. Atîk’in değil de Abdullah İbn Uneys’in öldürdüğü de söylenmiştir.
İslâm ve Allah Rasûlüne kin ve düşmanlık besleyenlerde birisi de Yemâme reisi Sümâre b. Üsâl’dı. Hatta Museylemetü-l Kezzab’ın Efendimize yönelik gerçekleştirmek istediği suikast için Medine’ye doğru yola çıkmış, yolda Allah Rasûlünün o bölgeye gönderdiği bir birlik tarafından esir alınarak Medine’ye getirilmişti. Sümâre, Mescidin direğine bağlanmıştı. Efendimiz her defasında onun yanından geçerken ona kalbinin durumunu soruyor; o ise kalbinde hayır olduğunu söylüyordu. Eğer kendisini öldürecekse, kan davasından aranan birisini öldüreceğini, af etmesi durumunda kendisine minnettar kalacağını, bağışlanması karşılığında mal istiyorsa istediğinin kendisine verileceğini söylüyordu. Bu diyalog üç gün devam etmiş ve Efendimiz üçüncü gün, Sümâre’nin serbest bırakılmasını emretmişti. Serbest kalan Sümâre, Müslüman olmuş ve Efendimize; “Bundan önce senden nefret ettiğim kadar başka bir kimsenden nefret etmiyordum. Şimdi ise bana senden daha sevimli kimse yok. Daha önce senin dininden nefret ettiğim kadar başka bir dinden nefret etmiyordum. Şimdi ise bana senin dininden daha sevimli bir din yoktur” diyordu.
Umre yapmak için Mekke’ye giden Sümâre’nin Müslüman olduğunu öğrenen Kureyşliler onu kınadılar. Oda, bundan sonra peygamberimiz izin verinceye kadar Kureyşe artık yiyecek maddesi göndermeyeceğini söyledi. Yemâme’den gelen yiyecek maddeleri kesilince, Mekke’de kıtlık baş gösterdi. Mekkeliler Efendimize bir mektup yazarak, akrabalık hakkı için Sümâre ile görüşmesini ve Mekke’ye yiyecek maddesi göndermesi konusunda onu ikna etmesini istediler. Efendimiz de Sümâre’ye mektup yazarak Mekke’ye gıda maddelerini göndermesini ondan istedi. Bu şekilde de Kureyş, yiyecek maddelerine tekrardan ulaşmış oluyordu.
Allah Rasûlü, Recî vakasında Müslümanlara ihanet ederek şehit eden Lihyânoğullarına yönelik bir gazve gerçekleştirdi. Allah Rasûlü Medine’de yerine Abdullah İbn Mektum’u bırakarak, yaklaşık 200 süvari ve 20 atlıdan oluşan bir orduyla üzerlerine gitti. Öncelikle ashabının şehit edildikleri yere giderek, onlara rahmet okuyarak dua etti. Sonra orada karargâh kurarak 2 gün kaldı. İslâm ordusunun geleceğini haber alan Lihyânoğulları dağlara kaçarak gizlendiler. İslâm ordusu herhangi bir çatışma olmadan Medine’ye geri döndü.
Hicretin altıncı yılında, Kureyş kervanının Şam’dan dönmekte olduğu haberini alan Allah Rasûlü, Zeyd b. Hârise komutasında 150 kişilik bir Seriyyeyi, kervanı ele geçirmek için gönderdi. Kureyş kervanının başında Efendimizin damadı Âs b. Rebî bulunuyordu. Zeyd b. Hârise komutasındaki İslâm ordusu kervanı ele geçirdi ve mallarını ganimet alarak Medine’ye getirdiler. Ebû-l Âs, eşi Zeyneb’in yanına giderek, babasından kendisini af ve Mekkelilerin mallarını da onlara iade etmesini Peygamberimizden istemesini ondan istedi. Ebû-l Âs’ın bu teklifini Allah Rasûlü kabul etti ve bütün malları ona iade etti. Ebû-l Âs, Mekkelilerin mallarını Mekke’ye götürerek sahiplerine iade etti ve Medine’ye geri döndü. Müslüman olmaya karar verdi ve Zeyneb’le yeni bir nikâh kıymadan evliliğine devam etti. Bu olay Zeyneb’in Medine’ye gelişinden yaklaşık 3 yıl sonra geçekleşmişti.
İBRERLER VE DERSLER
“Andolsun ki Allah İsrâiloğulları’ndan söz almıştı. Onlardan on iki de nakîb (temsilci) göndermiştik. Allah onlara şöyle demişti: "Ben sizinle beraberim. Eğer namazı dosdoğru kılarsanız, zekâtı verirseniz, peygamberlerime iman eder ve onları desteklerseniz, bir de Allah rızâsı için borç verirseniz andolsun ki sizin günahlarınızı örterim ve sizi mutlaka altından ırmaklar akan cennetlere koyarım. Artık bundan sonra içinizden kim inkâr ederse kesinlikle doğru yoldan sapmış olur. Ahidlerini bozdukları için onları lânetledik ve kalplerini katılaştırdık. Onlar kelimelerin yerlerini değiştiriyorlar. Kendilerine bildirilenlerden (Tevrat) önemli bir kısmını da unuttular. İçlerinden pek azı hariç olmak üzere onlardan daima bir hainlik görürsün. Sen yine de onları affet, hoşgör. Çünkü Allah iyilik edenleri sever. (Mâide, 12-13)
MUSTALIKOĞULLARI GAZVESİ
Mustalıkoğulları, Huzâa kabilesinin bir koludur. Huzâalılar genel olarak Müslümanlarla işbirliği yaparken Mustalıkoğulları ise Kureyş ile işbirliği yapıyorlardı. Efendimize, Mustalıkoğullarının Müslümanlara karşı savaş hazırlığında olduğuna dair bir haber geldi. Efendimiz haberin doğruluğunu araştırması için Büreyde b. el-Husayb’ı oraya gönderdi ve neticede haberin doğru olduğunu öğrendi. Bunun üzerine, Medine’de yerine Zeyd b. Hârise’yi vekil bırakarak 700 kişilik bir orduyla hemen Mustalıkoğullarının üzerine gitti. Mustalıkoğulları Müreysî suyunun başında toplanmışken buldu ve ani bir baskın yaptı. Neticede mallarını ganimet, savaşcılarınıda esir olarak aldı. Esir alınanlar arasında Mustalıkoğullarının lideri Hâris b. Ebî Dirâr’ın kızı Cüveyriye de vardı. Ordu Medine’ye döndüğünde Efendimiz onu azat etti ve oda Müslüman oldu. Sonra Efendimiz onunla evlendi. Bu hadise üzerine Mustalıkoğullarından bazıları Müslüman oldular ve geri kalanları da Efendimizin akrabalarıdır diye Müslümanlar tarafında azat edildiler.
Bu savaş sırasında Müslümanların karşılaştığı iki önemli hadise söz konusudur. Bu hadiseler Medine İslâm toplumu içinde bir çıban gibi bulunan ve her daim Müslümanlara zarar veren Münafıkların sebebiyet verdiği hadiselerdir.
Birincisi; Medineli bir Müslüman ile Muhacir’den olan bir Müslüman arasında kuyudan su alma konusunda tartışma yaşanmıştı. Bunun üzerine Ensâr’dan olan kişi, Ensâr’ı yardıma çağırırken, Muhacirden olan kişi de Muhacir’i yardıma çağırıyor. Ortam bir anda geriliyor ve Müslümanlar neredeyse birbirleriyle savaşacak duruma geliyorlar. Olaydan haberdar olan Efendimiz, olaya hemen müdahale ederek durumu yatıştırıyor, şeytanın Müslümanlar arasına sokmak istediği fitneyi bu şekilde önlenmiş oluyordu. Lakin olay bu kadarla kalmıyor, münafıkların reisi durumundaki Abdullah İbn Ubey b. Selül, Medinelilere dönerek; “Yurtlarını açtığınız ve ekmeğinizi paylaştığınız adamların size ne yaptığını görmüyor musunuz? Beslediğiniz kargalar yarın sizin gözünüzü oyacaklar” diyor. Ve şu şekilde devam ediyor; “And olsun eğer Medine’ye dönersek, en üstün olanlar, en zelil olanları oradan mutlaka çıkaracaktır.” Abdullah İbn Übey’in bu söylediklerini duyan Zeyd b. Erkam, durumu Efendimize bildiriyor. Efendimiz Abdullah İbn Übey’i yanına çağırtarak haberin gerçek olup olmadığını soruyor. Abdullah İbn Übey, yalan söyleyerek haberin doğru olmadığını, kendisine iftira atıldığını söylüyor. Nitekim konuyla ilgili Münafikun sûresi nazil olarak Zeyd b. Erkam’ın söylediklerinin doğru olduğu teyit ediliyor. Konuyla ilgili âyet şöyledir; “Onlar, "Andolsun, eğer Medine'ye dönersek, üstün olan, zayıf olanı oradan mutlaka çıkaracaktır" diyorlardı. Halbuki asıl üstünlük, ancak Allah'ın, Peygamberinin ve mü'minlerindir. Fakat münafıklar (bunu) bilmezler.” (Münafikun, 8)
Bu hadise üzerine Abdullah İbn Übey’in cezalandırılacağına dair bir haber ortaya çıkıyor. Bu münafığın oğlu, -ki samimi bir Müslümandı- Abdullah, Efendimizin yanına giderek konunun doğru olup olmadığını soruyor ve eğer babasının infaz edilmesi gibi bir durum söz konusu ise bunu kendisinin yapmak istediğini söylüyor. Başka bir Müslümanın bu infazı gerçekleştirdiği taktirde, babasının katili olduğu için ona kin beslemesinin söz konusu olabileceğinden endişe duyduğunu söylüyor. Bunun üzerine Efendimiz, babasına herhangi bir ceza verilmeyeceğini söylüyor. Lakin babasının yaptıklarından rahatsız olan Abdullah, ordu Medine’ye girerken, babasını eve sokmuyor ve Allah Rasûlü izin vermediği sürece de eve girmesine müsaade etmeyeceğini söylüyor. Oyandan haberdar olan Efendimiz, Abdullah’a haber göndererek babasını eve almasını istiyor. Hatta Abdullah babasının normal olarak değilde ancak sürünerek eve girmesini izin veriyor ve bu şekilde de zelil olanın kim olduğunu ona göstermeye çalışıyordu.
İkinci hadise ise şu şekildeydi;
Ordu gazveden dönerken Medine yakınlarında bir yerde konakladı. Efendimiz savaşa gideceği zaman hanımlarından birisini de yanında götürüyordu. Hangi hanımının kendisiyle birlikte savaşa katılmasını belirlemek için de kura çekiyordu. Mustalıkoğulları gazvesinde de kura Âişe annemize çıkmıştı. Âişe annemiz, bir devenin üzerine hazırlanan dört tarafı örtülerle kapalı olan “hevdec” içerisinde yolculuk yapıyordu. Ordu konakladığıda tuvalet ihtiyacını görmek için ordudan uzaklaşan Âişe annemiz, geri dönerken gerdanlığını düşürdüğünü fark ediyor ve gerdanlığını aramak için geri dönüyor. Gerdanlığını bulup ordunun bulunduğu yere döndüğünde ise ordunun gittiğini görüyor. Kendisinin hevdecin içinde olmadığını fark ettiklerinde aramak için geri geleceklerini düşünerek orada bekliyor. Efendimiz savaşlara giderken, ordunun konakladığı yerleri geriden kontrol etsin diye birisini görevlendirirdi. Bu savaşta da Safvân b. el- Muattal’ı görevlendirmişti. Safvân, ordunun konakladığı yeri kontrol etmek için gittiğinde Âişe annemizin orada olduğunu görüyor. Âişe annemizi devesine bindiriyor, kendiside devenin yularını çeker bir vaziyette orduya yetişiyorlar.
Bunu gören münafıkların lideri Abdullah İbn Übey, Efendimize bir darbe daha indirme fırsatı bulduğunu düşünerek Âişe annemiz ile Safvân’ın zina ettiklerini iddia ediyor ve bu haberi ordu içerisinde yayıyordu. Münafıklar Medine’ye döndüklerinde de bu iftirayı yaymaya devam ettiler. Kısa bir zaman sonra herkes bu konuyu konuşur oldu. Bazı Müslümanlarda bu iftiraya maalesef inanır oldular.
Âişe annemiz Medine’ye döndüğünde hastalandı ve bir ay kadar hastalığı devam etti. Daha önce hastalandığı zamanlar peygamberimizin kendiyle daha fazla ilgilendiğini bilen Âişe, Efendimizin kendisine karşı olan soğuk tavırlarına bir anlam veremiyordu. Âişe annemiz hastalığını babası Hz. Ebû Bekr’in evinde geçiriyor, ara ara Efendimiz uğruyor; “Nasılsın” diyerek onunla çok fazla ilgilenmiyordu.
Medine’ye döndüklerinde iftiradan haberdar olan Efendimiz, insanlar namaz için mescide toplandıklarında bir hutbe okuyarak kendi ailesine karşı girişilen bu iftira hadisesinden dolayı Allah’tan korkmalarını tavsiye etti ve bu iftiraya son vermelerini istedi. Bırakın son vermeyi, münafıkların çabasıyla her geçen gün daha da fazla konuşulur oldu. Konuyla ilgili bir vahiy de gelmediğinden, Efendimiz konuyu Hz. Ali, Usâme b. Zeyd gibi bazı yakınlarıyla istişare etti. Hz. Ali, Âişe annemizi boşayabileceğini söylerken diğerleri; bunun bir iftira olduğunu Âişe annemizi nikâhında tutması gerektiğini söylediler. Hz. Âişe annemizin hizmetçisi olan Berire ile de görüşen Efendimiz, Berire’den sadece şu sözleri işitti; “Ben onun hakkında hep hayır bilirim. Onun tek eksiği ekmek pişirirken oyuna dalar ekmekleri yakardı”.
Hz. Âişe annemiz, Ümmü Mistah’ın kendisine söylemesiyle günler sonra ancak iftiradan haberdar oldu. Anne ve babasının yanına dönerek olayın gerçek olup olmadığını sordu. Doğru olduğuna dair cevap alınca çok üzüldü ve günlerce odasına çekilip ağladı. Böyle bir durumdayken Efendimiz gelerek ona şunları söyledi; “Ey Âişe! Seninle ilgili olarak bana şöyle şöyle bir haber ulaştı. Eğer suçsuzsan kuşkusuz Allah seni temize çıkaracaktır. Yok eğer bir günah işlemişsen, Allah’tan af dile ve O’na tevbe et. Zira kul, günahını itiraf edip Allah’a tevbesini arzederse, Allah da onun tevbesini kabul eder”
Efendimizin bu söylediklerine karşı anne ve babasının da bir şey söylemediğini gören Âişe annemiz; Allah’a yemin ettikten sonra bu iftiranın onları ne kadar etkilediğini, kendisinin böyle bir şey yapmadığını söylese dahi kendisine inanmayacaklarını, aksini söylese hemen inanacaklarını söyledikten sonra, kendi durumunun Yusuf (a.s.) için, Yakub (a.s.)’ın durumu gibi olduğunu söyledikten sonra Yakub (a.s.)’ın söylediği şu sözü hatırlattı; Artık tek çarem güzelce sabretmektir. Dediğinize ancak Allah’tan yardım istenir” (Yusuf, 18)
Daha Allah Rasûlü oradan ayrılmamıştı ki, Âişe annemizin temiz olduğuna dair âyetler nazil oldu. Allah Rasûlü şu sözleriyle müjdeyi verdi; “Müjde sana Ey Âişe! Allah Teâlâ seni temize çıkarmıştır.” Bunun üzerine annesi, Âişe annemize hitaben; “Hadi kalk da Allah Rasûlüne teşekkür et” dedi. Hz. Âişe annemiz ise; “Vallahi ben ona teşekkür etmeyeceğim, beni temize çıkaran Allah’a hamd edeceğim” dedi. Allah Rasûlünün kendisi hakkında “acaba o çirkin fiili işledi mi” diye tereddüt yaşadığını düşünerek ona karşı kalbi kırılmıştı. Böylece Münafıkların attığı bu iftira hadisesinin yalan olduğunu Allah, Kur’an âyetiyle gündeme getirerek Âişe annemizin temiz ve pak olduğunu kıyamete kadar gelen bütün Müslümanlara bildirmiş oldu. Eğer Kur’an vahyi gelmemiş olsaydı bu iftiraya tarihin her döneminde insanlar kulak verecek bu günahın yükünü omuzlarında taşıyacaklardı. Kendilerini Müslüman gören sözüm ona nice Müslümanlar! Kur’an’da ki bu âyetlere rağmen hala bu iftirayı atmaya devam ediyorlar. Konuyla ilgili olarak inen vahyin konuyla ilgili olan kısmı şu şekildedir;
“O ağır iftirayı uyduranlar, sizin içinizden bir güruhtur. Bu iftirayı kendiniz için kötü bir şey sanmayın. Aksine o sizin için bir hayırdır. Onlardan her biri için, işledikleri günahın cezası vardır. İçlerinden (elebaşılık ederek) o günahın büyüğünü üstlenen için ise ağır bir azap vardır. Bu iftirayı işittiğiniz zaman, iman eden erkek ve kadınlar, kendi (din kardeş)leri hakkında iyi zan besleyip de, "Bu apaçık bir iftiradır" deselerdi ya! Onlar (iftiracılar) bu iddialarına dair dört şahit getirselerdi ya! Madem ki şahit getirmediler; işte onlar Allah yanında yalancıların ta kendileridir. Eğer size dünya ve ahirette Allah'ın lütfu ve rahmeti olmasaydı, içine daldığınız bu iftiradan dolayı size mutlaka büyük bir azap dokunurdu! Hani o iftirayı dilden dile dolaştırıyor; hakkında hiçbir bilginiz olmayan şeyleri ağzınıza alıp söylüyor ve bunu önemsiz bir iş sanıyordunuz. Halbuki bu, Allah katında büyük bir günahtır. Bu iftirayı işittiğiniz vakit, "Böyle sözleri ağzımıza almamız bize yaraşmaz. Seni eksikliklerden uzak tutarız Allah'ım! Bu çok büyük bir iftiradır" deseydiniz ya! Eğer inanıyorsanız, bu gibi şeylere bir daha ebediyyen dönmemeniz için Allah size öğüt veriyor. Allah size âyetleri açıklıyor. Allah her şeyi hakkıyla bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir. İnananlar arasında hayasızlığın yayılmasını arzu eden kimseler var ya; onlar için dünya ve ahirette elem dolu bir azap vardır. Allah bilir, siz bilmezsiniz. Allah'ın lütfu ve rahmeti sizin üzerinize olmasaydı ve Allah çok esirgeyici ve çok merhametli olmasaydı haliniz nice olurdu?” (Nur, 11-20)
Allah Rasulü âyetler indikten sonra, iftira hadisesine karışan iki erkek ve bir kadına iftira cezası olarak seksen sopa vurulmasını emretti. Bu iki erkek; birisi Müslümanların şairi olan Hassân b. Sâbit, diğeri de Ebû Bekr’in kendisine sürekli yardım ettiği, Mistah b. Üsâse idi. İftira cezası verilen kadın ise, Efendimizin eşi olan Zeyneb bint Cahş’ın kız kardeşi Hamne bint Cahş idi. İftirayı ortaya atan ve yayan münafıklara ise cezaları ahirete kalsın diye hiçbir ceza verilmedi. İşlenen suçların cezası dünyada verildiği taktirde bu cezalar, ahirette karşılaşacakları cezalar için keffaret olmaktadır. Ahiret cezasının daha çetin ve şiddetli olduğundan dolayı bu kimselerin daha büyük azap ile karşı karşıya kalmalarını istemek daha hayırlı bir yol olsa gerekir. Münafıkların giriştiği bu tür hadiseler, İslam toplumu içinde bir ur gibi ortaya çıkarak Müslümanlara zarar vermektedir. Müslümanların har daim bu kimselere karşı tedbirli davranması gerekmektedir.
İBRETLER VE DERSLER
“Bunu işittiğiniz zaman mümin erkekler ve kadınların birbiri hakkında hüsn-i zan beslemeleri ve "Bu apaçık bir iftiradır" demeleri gerekmez miydi?” (Nûr, 12)
HUDEYBİYE UMRESİ
Allah Rasûlü Medine’de olduğu bir sırada, gece rüyasında ashabıyla birlikte saçlarını tıraş etmiş bir şekilde Mescd-i Haram’a girdiklerini görüyor. Efendimiz görmüş olduğu bu rüyayı Müslümanlara haber verdi ve Umre yapmak niyetinde olduğunu onlara bildirdi. Efendimiz, etraftaki Müslüman kabilelere de haberciler göndererek onlarında bu Umre’ye katılmalarını istedi. Fakat bir kısmı işi ağırdan alarak, katılmak istemediler.
Mekke hâlâ en azılı düşmanların bulunduğu bir şehirdi. Müslümanların hala siyasi üstünlüklerini ilan edemedikleri bir zaman dilimiydi. Bazı kabileler Efendimize gelerek Umre’ye katılma konusundaki gevşekliklerinden dolayı özür diledi ve kendileri için Allah’tan af dilemesini istediler. Bazılar da çıkılan bu yoldan geri dönüşün olmayacağını düşünerek kafileye katılmadılar.
Efendimiz Hicretin 6 yılı, Zilkade ayında 1400 kişilik bir toplulukla yola çıktı. İnsanlara savaş için gitmediklerini, Umre yaparak geri geleceklerini söyleyerek yanına hedy kurbanlarını da alamalarını onlardan istedi. Mekke yakınlarındaki Usfân vadisine gelinceye kadar yoluna devam etti. Kureyşin sözcüsü Usfân’da Müslümanların yolunu keserek, Kureyş’in Müslümanları Mescid-i Haram’a almayacağını, gerekirse bunun için savaşacaklarını iletti. Müslümanların geleceğinden haberdar olan Kureyş, yaklaşık olarak 200 süvariden oluşan bir birlik oluşturarak Mekke’ye giden yolu kapatmışlardı. Bunun üzerine Efendimiz, ashabıyla istişare etti. Nitekim Hz. Ebû Bekr’in de görüşü üzere, Kâbe’ye yönelmeleri gerektiğini, savaşmak için değil Umre yapmak için geldiklerini, ancak kendilerine müsaade edilmediği taktirde savaşmaları gerektiğini söyledi. Efendimiz de bu fikri uygun bularak o şekilde hareket etmeye karar verdi.
Müslümanlar toplu bir şekilde öğlen namazını kılarken, Kureyş’in süvari birliklerinin başında bulunan Halid b. Velid Müslümanları gafil yakalamak için namaz saatlerinin uygun olacağını düşünerek ikindi vaktinde saldırmayı kararlaştırdı. Lakin ikindi olmadan Allah korku namazını meşru kılarak Halid b. Velid’in hesaplarını boşa çıkardı.
Efendimiz, başka bir yol tutarak Mekke’ye yaklaşmayı denedi. Hudeybiye’ye geldiğinde devesi Kasvâ çöktü ve bir daha kalkmadı. Ne kadar uğraştılarsa da onu kaldıramadılar. Kimileri Kasvâ’nın huysuzlaştığını söylerken Efendimiz; Kasvâ’nın öyle bir huyunun olmadığını söyleyerek, nasıl ki fil ordusu Kâbe’yi yıkmak için gediğinde, filler ilahi bir güç tarafından alıkonulduysa, Kasvân’ın da aynı güç tarafından alıkonulduğunu anladı. Evet, belki iki ordunun geliş amacı farklıydı. Birisi yıkmak için gelmişti, diğeri de Umre yapmak için. Lakin Kureyş, Müslümanların girmesine müsaade etmeyecek ve belki de büyük bir savaş olacak ve neticede Haremde kan dökülecekti. Buda ne Allah’ın murat ettiği birşeydi, nede Allah Rasûlünün. Dolayısıyla Efendimiz; eğer müşrikler Allah’ın hürmet edilmesini istediği şeylere hürmet kaydıyla her ne talepleri olursa, taleplerini kabul edeceğini söyledi.
Huzâalı bir adam Efendimize gelerek, Kureyşin Müslümanları Mescid-i Haram’a sokmamakta kararlı olduklarını ve bunun için gerekirse savaşacaklarını bir kez daha yeniledi. Efendimiz de; savaşmak için gelmediğini, eğer antlaşma yapmak isterlerse kendisinin antlaşmaya hazır olduğunu ama buna rağmen Kureyş kendisiyle savaşmakta ısrarcı olursa, kendisin de ölene kadar savaşacağını söyledi.
Daha sonra Kureyş, Huleys b. Alkeme’yi elçi olarak gönderdi. Huleys’in geldiğini gören Efendimiz, onun hedy kurbanlıllarına önem verdiğini söyleyerek kurbanlıkları onun görebileceği bir yere getirmelerini emretti. Kurbanlıkları gören Huleys, Kureyşin yaptığının doğru olmadığını, daha önce nice düşman kabilelere hac ve umre için izin verildiğini, kendi içlerinden birisine izin vermemelerinin Kureyş’in sonunu getireceğini söyledi. Bunun üzerine Kureyşliler onu işin iç yüzünü bilmemekle suçladılar.
Ardından araya Urve b. Mes’ud es-Sakafî girmek istedi ve gelip Müslümanlarla görüştü. Peygamberimize; niyetinin Kureyş’in kökünü kazmak ise bunu daha önce hiç kimsenin yapmadığını, yaşayacağı bir yenilgi durumunda etrafındaki çapulcuların dağılacağını söyledi. Bunları duyan Hz. Ebû Bekr dayanamayarak; “Sen git Lât’ın şeyini yala! Biz mi onu bırakıp kaçacak mışız” diye karşılık verdi. Urve, Ebû Bekr’in daha önce kendisine yapmış olduğu iyiliklerden dolayı ona karşılık vermedi.
Bu arada Urve, konuşurken ara ara Efendimizin sakalını tutuyor, Muğîre b. Şu’be de kılıcının kabzasıyla eline vurarak, ellerini Efendimizin sakalından çekmesini istiyordu. Urve de, Muğîre’yi nankörlükle suçlayarak; sadece kendilerine iyilik yapmak istediğini söylüyordu.
Urve’nin Muğîre’ye bu şekilde hitap etmesine sebebiyet veren hadise ise şu şekildeydi. Muğîre b. Şu’be, Urve’nin yeğeniydi. Muğîre bir grup insanı öldürmüş ve Medine’ye kaçarak Müslüman olduğunu söylemişti. Efendimiz onun Müslümanlığını kabul etmiş, lakin diyetlerini ödemeyeceğini söylemişti. Urve’de, yeğeni Muğîre’nin öldürdüğü insanların diyetlerini ödemişti.
Urve, sahabelerin Efendimize göstermiş olduğu bağlılığı görünce Kureyş’in yanına döndüğünde şunları itiraf etmek zorunda kalıyordu; Nice hükümdarların huzuruna elçi olarak gittiğini, lakin hiç birinde ashabının peygamberimize karşı gösterdikleri kadar sevgi besleyen bir kimseyle karşılaşmadığını, o konuşunca herkesin huzurunda seslerini kıstıklarını ifade etmiş ve ayrıca Umre yapmaları için de Müslümanlara izin vermeleri gerektiğini söylemişti.
Allah Rasûlü, Kureyş’e bir elçi gönderme kararı aldı. Osman b. Affân’ın Mekke’de yakınlarının çok olması sebebiyle elçi olarak onu göndermeyi kararlaştırdı. Hz. Osman, Ebân b. Saîd el-Ümevî himayesinde Mekke’ye girdi. Kureyşliler onun Kâbe’yi tavaf edebileceğini söylediler, o ise; Hz. Peygamber tavaf etmeden kendisinde yapmayacağını söyledi. Kureyş Osman b. Affân’ı yanlarında alıkoydular. Bu haber Müslümanların bulunduğu yere, Osman’ın öldürüldüğü şeklinde gitti. Allah Rasûlü bunun üzerine, Kureyşlilerle savaşmadan geri dönmeyeceğini söyledi. Daha sonra Osman’ın intikamını almak için orada bulunan insanlardan tek tek bey’atı aldı. Kur’an’da Allah’ın razı olduğu bir davranış olarak gösterilen bu bey’ata, “Rıdvan Bey’atı” olarak isim verilmiştir. Kur’an bu olaya şu şekilde vurgu yapılmaktadır; Şüphesiz Allah, ağaç altında sana bîat ederlerken inananlardan hoşnut olmuştur. Gönüllerinde olanı bilmiş, onlara huzur, güven duygusu vermiş ve onlara yakın bir fetih ve elde edecekleri birçok ganimetler nasip etmiştir. Allah mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir. (Fetih, 18-19)
Müslümanların savaşmak için ahitleştiklerinin haberini alan Kureyş, barış antlaşması yapması için Suheyl b. Amr’ı elçi olarak gönderdiler. Bu arada Hz. Osman’da çıka geldi. Suheyl b. Amr, uzunca bir konuşma yaptı ve bu konuşmasında Kureyşin tekliflerini de dile getirdi. Efendimiz de onun öne sürdüğü şartları kabul etti. Onun öne sürdüğü şartlar şu şekildeydi;
Bu şartların yazılmasına gelince, Efendimiz, Hz. Ali’ye; “Bismillahirrâhmânirrâhim” diye yazmasını istedi. Suheyl buna itiraz ederek; “Biz Râhman nedir bilmeyiz. Sen ‘bismikallahumme’ yaz” dedi. Bunun üzerine Efendimiz, Hz. Ali’ye; “O şekilde yaz” dedi. Akabinde Efendimiz; “Bu Allah Rasûlü Muhammed ile Suheyl b. Amr arasında yapılan bir antlaşmadır” diye yazılmasını istetince Suheyl, buna da itiraz ederek; “Biz senin Allah’ın Rasûlü olduğunu kabul etseydik, seninle çatışmazdık” dedi ve; “Muhammed b. Abdullah ile Suheyl b. Amr arasında yapılan antlaşmadır” diye yazılmasını istedi. Suheyl’in bu söylediklerine karşılık olarak Efendimiz ise; “Siz benim Allah’ın Rasûlü olduğuma inanmasanız da ben Allah’ın Rasûlüyüm” diyerek Hz. Ali’ye Suheyl’in dediği şekilde yazmasını emretti. Hz. Ali bu şekilde yazmaktan çekinse de, Efendimizin ısrarı üzerine o şekilde yazıldı. Yazılan metin çoğaltılarak bir nüshası Müslümanlarda kaldı, bir nüshası da Kureyşlilere gönderildi.
Antlaşma metni hazırlandıktan sonra, daha taraflar oradayken Suheyl b. Amr’ın oğlu Ebû Cendel; Mekke’de Müslüman olduğundan dolayı kendisine yapılan zulümden kaçarak Müslümanların yanına geldi. Suheyl, oğlunun antlaşma gereği kendilerine geri iade edilmesini istedi. Müslümanlar antlaşmanın hâlâ yürürlüğe girmediğinden bahsederek iade edilmemesi gerektiğini söyleseler de, yaptığı antlaşmalara sadakat gösteren Efendimiz, verdiği sözün gereği olarak Ebû Cendel’in iade edilmesini istedi. İnancından dolayı kendisini zulmedenlere, tekrar teslim edilmesinden dolayı Ebû Cendel; “Ey Müslümanlar! Beni dinimden döndürsünler diye müşriklere iade mi ediyorsunuz?” diye haykırıyordu. Bunun üzerine Efendimiz; “Sabret ve mükâfatını Allah’tan bekle! Çünkü Allah sana ve sinle aynı durumda ki mustazaflara bir çıkış yolu gösterecektir” diyordu. Bu yaşananlar Müslümanların çok zoruna gitmişti.
Efendimiz, Kureyş heyeti ayrıldıktan sonra Müslümanlara hitaben; “Kalkın tıraş olun ve kurbanlarınızı kesin!” diye talimat verdi. Ancak kimse icabet etmedi. İlk defa böyle bir durumla karşı karşıya kalan Efendimiz, çadırına girerek Ümmü Seleme annemize ashabının kendisine itaat etmediğini söyledi. Ümmü Seleme annemiz ise Efendimize, kalkıp kurbanını kesmesini ve tıraş olmasını, bunu yaptığı taktirde ashabında ona itaat ederek kurbanlarını keserek tıraş olacaklarını söyledi. Efendimiz de kurbanlarını kesti ve tıraş oldu. Ashabta bunun üzerine kurbanlarını keserek tıraş oldular. Lakin tepkileri hâlâ bitmiş değildi. Asabı öfkelendiren şey, birincisi Umre için gelmişlerdi, Umre yapmadan geri dönüyor olmaları, ikincisi de, kabul edilen antlaşma maddeleriydi. Efendimize; “Bize Umre yapacağımızı söylememiş miydiniz” diye sorulduğunda; “Evet söylemiştim lakin bu yıl olduğunu söylememiştim. Gördüğüm rüyanın bu yıl için olduğunu düşündüm” diye cevap vermişti.
Ashab içerisinden en fazla öfkelenenlerden birisi olan Hz. Ömer, Efendimizin yanına gelerek; “Ey Allah’ın Rasûlü! Biz hak üzere, onlar ise bâtıl üzere değiller mi?” diye soruyor, Efendimiz de; “Tabii ki öyle” diyordu. Ömer bu sefer; “Bizim ölülerimiz, cennete onların ölüleri cehenneme gitmeyecek mi?” diye soruyor, Efendimiz; “Evet öyle” diye karşılık veriyordu. Ömer bu sefer; “O halde neden dinimizden taviz veriyoruz ve Allah onlarla bizim aramızdaki kesin hükmünü vermeden geri dönüyoruz” diyordu. Efendimiz ise; “Ey Hattâbınoğlu! Ben Allah’ın Rasûlüyüm ve O’na asla isyan edecek değilim. O bana yardım edecek ve beni kesinlikle yüzüstü bırakmayacaktır” diyordu. Bunun üzerine Ebû Bekr’in yanına giden Ömer, aynı şeyleri ona da soruyordu. Ebû Bekr ise ona; “Ey Ömer! Sen ölünceye kadar Allah Rasûlüne itaatte sımsıkı ol. O mutlaka hak üzeredir” diyerek Ömer’i yatıştırmaya çalışıyordu.
Medine’ye dönüş için talimat veriliyor ve kafile geri dönüyordu. Yolda Efendimize Fetih sûresi nazil olmuştu. Efendimiz bir elçi göndererek Ömer’i yanına çağırmasını istemişti. Elçi Ömer’e gelip de; “Allah Rasûlü seni çağırıyor” dediği zaman, Ömer’in dizlerinin bağı çözülmüştü. Allah Rasûlüne itiraz ettiği için Allah tarafından kınandığına dair vahyin indiğini düşünüyordu. Bu duygularla Efendimizin yanına geldi. Efendimiz, ona yeni nazil olan Fetih Sûresini okudu. Hz. Ömer; “Ey Allah’ın Rasûlü bu bir fetih müjdesi mi?” diye sorduğunda, Efendimiz; “Evet” diye cevap vermişti. İnen Fetih Sûresinin birinci âyetinde, yapılan antlaşmanın apaçık bir fetih olduğu ifade ediliyordu. Bunu duyan Ömer’in kalbi yatışmıştı. Hz. Ömer bundan sonraki hayatında, Efendimize yaptığı bu itirazdan dolayı ahirette azaba uğraramak için sadaka veriyor, ibadet ediyor ve köle azat ediyordu.
Hudeybiye’de yapılan antlaşmadan hemen sonra bir grup Müslüman kadın, Mekke’den ayrılarak Efendimizin yanına gelmişlerdi. Kureyşliler antlaşma gereği olarak onlarında iade edilmesini istiyorlardı. Efendimiz ise, onların antlaşmaya dâhil edilmediğinden dolayı onları iade etmedi. Kureyş’te bunu kabul etmek zorunda kaldı. Konuyu gündeme getiren âyet-i kerime şu şekildedir; “Ey iman edenler! Mü'min kadınlar muhacir olarak size geldiklerinde, onları imtihan edin. Allah onların imanlarını daha iyi bilir. Eğer siz onların inanmış kadınlar olduklarını anlarsanız, onları kafirlere geri göndermeyin. Çünkü müslüman hanımlar kafirlere helal değillerdir. Kafirler de müslüman hanımlara helal olmazlar. Mehir olarak harcadıklarını onlara (kocalarına geri) verin. Mehirlerini verdiğiniz takdirde, bu kadınlarla evlenmenizde size bir günah yoktur. Müşrik karılarınızın nikahlarına tutunmayın. (Zira bu nikahlar ortadan kalkmıştır.) Onlara harcadığınız mehri, (evlendikleri kafir kocalarından) isteyin. Kafirler de (İslâm'ı kabul eden ve sizinle evlenen eski hanımlarına) harcamış oldukları mehri (sizden) istesinler. Bu, Allah'ın hükmüdür. O, aranızda hüküm veriyor. Allah hakkıyla bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Mumtehine, 10) Bu âyetin nazil olmasıyla birlikte müşriklerle evelenme yasağı getirilmişti. Müslüman kadınlar müşrik erkeklere haram kılındığı gibi, müşrik kandılar da Müslüman erkeklere haram kılınmıştı. Nikâhında müşrik kadın olanlar, onlardan ayrıldığı gibi Müslüman kadınların da müşrik erkeklerin nikâhında kalmamaları gerektiği isteniyordu.
Muhacir olarak gelen bu kadınları, Allah Rasûlü imtihan ediyor ve şu âyetin ifade ettiği gibi ellerini tutmadan onlardan tek tek söz/bey’at alıyordu; “Ey Peygamber! Mü'min kadınlar, Allah'a hiçbir şeyi ortak koşmamak, hırsızlık yapmamak, zina etmemek, çocuklarını öldürmemek, elleriyle ayakları arasında bir iftira uydurup getirmemek, hiçbir iyi işte sana karşı gelmemek konusunda sana biat etmek üzere geldikleri zaman, biatlarını kabul et ve onlar için Allah'tan bağışlama dile. Şüphesiz Allah, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.” (Mumtehine, 12)
Hudeybiye’de yapılan antlaşma gereği her iki tarafta, dilediği kimselerle himaye antlaşması yapabileceklerdi. Bunun üzerine cahiliyye döneminde de Haşimoğullarının müttefiki olan Huzâa kabilesi, Efendimizle himaye antlaşması yaptılar. Ben-i Bekiroğulları da Kureyşle himaye antlaşması yaptılar. Huzzâa ve Ben-i Bekr kabileleri eskiden beridir birbirleriyle husumeti olan kabilelerdi.
Mekke’de Müslüman olduktan sonra kaçarak Medine’ye gelen Ebû-l Basîr’i iade almak için Kureyş iki adam gönderdi. Efendimiz de Ebû-l Basîr’i onlara iade etti ve; “Allah sizin için bir çıkış yolu var edecektir” diyordu. Mekke’ye dönüş yolunda Ebû-l Basîr, bir yolunu bularak bu iki adamdan birisini öldürdü, diğeri de kaçarak Medine’ye geldi. Arkasından da Ebû-l Basîr geldi. Kendisinin yeniden iade edileceğini anlayan Ebû-l Basîr, Medine’den ayrılarak deniz kıyısına kadar giderek orada karargâh kurdu. Daha sonra bir fırsatını bulan Ebû Cendel de, Mekke’den kaçarak onun yanına geldi. Bu şekilde kendilerine katılan Müslümanlarla birlikte kalabalık bir grup oldular. Mekke’de Müslüman olupta antlaşma gereği Medine’ye gidemeyen herkes, onların yanına gidiyordu. Bu grubun sayısı artığında, Kureyş’in Şam’a giden kervanlarına saldırmaya başladılar. Ticaret kervanları zarar görmeye başlayan Kureşliler, Efendimize gelerek, onları Medine’ye kabul etmesini istediler. Bu şekilde de Hudeybiye’de varılan antlaşmada Müslüman olduğu halde iade edilmek zorunda kalan Müslümanlar için Medine’ye gidişin önü açılmış oldu.
Hudeybiye’de yapılan barış antlaşması Müslümanların faydasına oldu. Antlaşmanın yürürlükte kaldığı 2 yıl boyunca, bundan önceki 19 yılda Müslüman olanlardan çok daha fazla kimse Müslüman olmuştu. Kureyşle yapılan savaşlara ara verilmesi tebliğ ve dâvet için adeta bir fırsata dönüşmüştü. Bu zaman zarfında Kureyş’in seçkin şahsiyetlerinden olan, Hâlid b. Velid, Amr b. el-As ve Osman b. Talha gibileri Müslüman olarak Medine’ye gelip iman edenler kervanına katılmışlardı. Mekke’nin önde gelen bu gençlerinin Müslüman olmaları üzerine Efendimiz şunları söylemişti; “İşte Mekke, siz Medinelilere ciğerparelerini atmış bulunuyor!”
İBRETLER VE DERSLER
DÂVET MEKTUPLARI
Allah Rasûlü, Hudeybiye’den döndükten sonra, Hicretin altıncı yılında, bölge hükümdarlarına İslâm’a dâvet mektupları gönderme kararı aldı. Kendisine; “Hükümdarlar üzerinde resmi mühür olmayan mektupları almazlar” denildi. Bunun üzerine; “Muhammed Rasûlüllah” yazılı bir mühür hazırlattı. Bundan sonraki süreçteki resmi işlerde daima bu mühür kullanıldı.
Habeşistan Kralı Necaşiye, Amr b. Ümeyye ed-Damrî’yi elçi olarak gönderdi. Necaşiye yazdığı mektup şu şekildeydi;
“Bu Allah’ın Nebisi Muhammed’in, Habeşlilerin büyüğü Necaşi el-Asham’a gönderdiği mektubudur.
Selam hidayete bati olanların üzerine olsun. Ortağı bulunmayan, herhangi bir eş yahut çocuk edinmemiş olan Allah’tan başka ilah olmadığına ve Muhammed’in de O’nun kulu ve elçisi olduğuna şahitlik ederim. Seni İslâm davetine çağırıyorum. Çünkü ben, Allah’ın Rasûlüyüm. Müslüman ol ki selamete eresin. ‘De ki, ‘Ey Ehl-i Kitap! Bizimle sizin aranızda ortak olan bir söze gelin; Yalnız Allah’a tapalım. Ona hiçbir şeyi ortak koşmayalım; birbirimizi Allah’tan başka Rabler edinmeyelim.’ Eğer yüz çevirirlerse, ‘şahid olun, biz Müslümanlarız’ deyin” (Ali İmran, 64) Eğer reddedersen, kendi toplumundaki bütün Hıristiyanların günahı senin boynunadır”
Mektuba olumlu karşılık veren Necaşi, Efendimize bir mektup yazarak İsâ’ın (a.s.) davetiyle kendisinin daveti arasına çok fazla bir farkın olmadığını, kendisinin Allah’ın Rasulü olduğunu kabul ettiğini, ülkesine gelen muhacirlere iyi muamele ettiğini belirtiyor. Ayrıca Efendimiz, Necaşi’den ülkesinde muhacir olarak bulunan Müslümanları Medine’ye göndermesini istemişti. Necaşi’de muhacirleri bir gemiye bindirerek Medine’ye gönderiyor. Necaşi, hicretin 9 yılında, Müslümanlar Tebuk seferinden döndüğü zaman vefat ediyor. Efendimize onun vefat haberi ulaştığında, cenaze namazını gıyabi olarak Müslümanlarla beraber kılıyor.
Mısır hükümdarı Mukavkıs’a da, Hâtıb b. Ebî Beltea’yı elçi olarak gönderiyor. Mukavkıs’a gönderdiği mektup ise şu şekildeydi;
“Rahman ve Rahim Allah’ın adıyla. Allah’ın Rasûlü Muhammed’den Kıptîlerin büyüğü Mukavkıs’a! Hidayete tabi olanlara selam olsun. Seni İslâm davetine çağırıyorum. Müslüman ol ki selamete eresin. Müslüman ol ki Allah sana iki kat ecir versin. Eğer yüz çevirirsen, bütün Kiptîlerin günahı senin boynunadır. . ‘De ki, ‘Ey Ehl-i Kitap! Bizimle sizin aranızda ortak olan bir söze gelin; Yalnız Allah’a tapalım. Ona hiçbir şeyi ortak koşmayalım; birbirimizi Allah’tan başka Rabler edinmeyelim.’ Eğer yüz çevirirlerse, ‘şahid olun, biz Müslümanlarız’ deyin” (Ali İmran, 64)
Bu mektubu Mukavkıs’a veren Ebû Beltea, kendisinden önce Mısır’da kral olarak Firavun’un bulunduğunu, kendisini ilah gördüğü için ibretlik bir cezaya uğrayarak Allah’ın kendisinden intikam aldığını, kendisinin de bundan ibret alması gerektiğini söyledi. Mukavkıs ise, zaten kendilerinin bir dinlerinin olduğunu, ondan daha hayırlı bir din ile karşılaşmadıkları sürece dinlerini terk etmeyeceklerini söyledi.
Bunu üzerine Beltea; Kendisini İslâm’a davet ettiklerini, İslâm davetine en fazla zorluk çıkaranın Kureyşliler olduğunu, en fazla düşmanlık yapanların da Yahudiler olduğunu, en fazla yakınlık gösterenlerin de Hıristiyanlar oluğunu, Musâ’ın (a.s.), İsâ’nın (a.s.) gelişini müjdelemesi gibi, İsâ’nın (a.s.) da Muhammed’i (s.a.s.) müjdelemesi arasında bir farkın olmadığını, Kur’an’a davetin, Tevrat ve İncil’e davetten bir farkının bulunmadığını, gönderilen peygambere yetişen herkesin ona iman etmek zorunluluğunun olduğunu, kendisini Meshin dininden alıkoymadıklarını aksine Mesih’in müjdelediğine uymaya çağırdıklarını” ifade etti.
Mukavkıs ise şu karşılığı veriyor; Muhammed’in (s.a.s.) peygamberlik meselesini araştıracağını, kayıtsız kalmayacağını söyledi. Bunun akabinde Efendimizin yazdığı mektubu mühürleyerek bir sandığın içine koydu. Efendimize iki cariye hediye etti ve cevap mektubu yazdı. Mektup özel olarak şu şekilde; selamla başlayan mektup, kendisine yapılan daveti anladığını, zaten bir peygamberin geleceğini bildiğini lâkin o peygamberin Şam taraflarından geleceğini düşündüğünü, gönderdiği elçiye iyi muamele ettiğini, kendisine verilmek üzere iki cariye, elbiseler ve katır gönderdiğini ifade ederek selamla mektubu bitiriyor.
Efendimiz gönderilen cariyelerden Mâriye’yi, genel kabule göre önce azat ediyor sonra da kendisiyle nikâhlanıyordu. Efendimizin bu hanımından, İbrahim adına bir erkek çocuğu dünyaya geliyor. İbrahim de Efendimizin diğer erkek çocukları gibi daha küçük yaştayken vefat ediyor.
Farslıların hükümdarı Kisrâ’ya da, Abdullah b. Huzâfe es-Sehmî’yi gönderdi. Kisrâ’ya gönderdiği mektupta şu şekildeydi;
“Rahman ve Rahim Allah’ın adıyla. Allah Rasûlü Muhammed’den, Fars’ın büyüğü Kisrâ’ya! Selam hidayete tabi olanların üzerine olsun. Allah’tan başka ilah olmadığına, Muhammed’in de O’nun elçisi olduğuna şehitlik edenlere selam olsun. Seni İslâm’a çağırıyorum. Çünkü ben, diri olanları uyarmak ve kâfirlerin cezayı hak edebilmeleri için Allah’ın bütün insanlara gönderdiği elçisiyim. Müslüman ol ki selamete eresin. Eğer yüz çevirirsen Mecûsilerin günahı senin boynunadır.”
Mektubu okuyan Kisrâ, mektubu yırtarak; “Kendi tebaamdan bir köle kalkmış benim ismimden önce kendi ismini yazmış” diyerek zalim tavrını ortaya koyuyordu. Daha sonra Kisrâ, kendisine bağlı olan Yemen valisi Bâzân’a; “Hicaz’a iki yiğit adamını gönder de şu adamı bana getirsinler” diye talimat veriyordu. Bunun üzerine Bâzân iki adam seçerek Medine’ye gönderdi. Medine’ye gelen bu iki kişi Efendimizle görüşerek kendisini Kisrâ’ya götürmek için emir aldıklarını söylediler. Efendimiz de onlarla bir sonraki gün görüşeceğini söyledi. O sırada, Bizans karşısında yenilgiye uğrayan Kisrâ’nın ülkesinde durumdan rahatsız olan kimseler isyan çıkarmış, Kisrân’ın oğlu Şîreveyh de babasına karşı ayaklanarak onu öldürmüş ve tahta geçmişti. Bir sonraki gün elçilerle görüşen Allah Rasûlü, Kisrâ’nın başına gelen olayları onlara haber vermiş ve Kisrâ’ya şu mesajı götürmelerini istemişti;
“Benim dinim ve hükümdarlığım, Kisrâ’nın ulaştığı noktalara kadar ulaşacak; deve ve atların gidebileceği yere kadar gidecek. Eğer Müslüman olursan, elinin altındakileri sana veririm ve seni, kavminin başında yönetici tayin ederim.”
Yemen’e dönen elçiler durumu Bâzân’a haber verdiler. Bu sırada da Kisrâ’nın mektubu geldi ve yaşananların doğru olduğu anlaşıldı. Ayrıca mektupta, Efendimizle ilgili olarak daha önce verilen kararın ikinci emre kadar askıya alınması isteniyordu. Kisrâ’nın başına gelen hadiselerin peygamberimiz tarafından önceden bilinmesi, Bâzân ve Yemen halkının Müslüman olmasına vesile oldu.
Rum İmparatoru Kayser’e de, Dıhye b. Halîfe el-Kelbî’yi gönderdi. Kayser Herakl’e yazdığı mektup şu şekildeydi;
“Bu Allah’ın Nebisi Muhammed’den, Rum’ların büyüğü Herakl’e! Selam hidayete tabî olanların üzerine olsun. Seni İslâm davetine çağırıyorum. Müslüman ol ki selamete eresin ve Allah ecrini iki kat verisin. Eğer kabul etmezsen ahalinin günahı senin boynunadır. ‘De ki, ‘Ey Ehl-i Kitap! Bizimle sizin aranızda ortak olan bir söze gelin; Yalnız Allah’a tapalım. Ona hiçbir şeyi ortak koşmayalım; birbirimizi Allah’tan başka Rabler edinmeyelim.’ Eğer yüz çevirirlerse, ‘şahid olun, biz Müslümanlarız’ deyin” (Ali İmran, 64)
Herakl’us, mektubu okuduktan sonra, huzurunda bir takım homurdanmaların olduğunu gördü ve bundan dolayı huzurda bulunanların çıkarılmalarını istedi. Daha sonra gelen elçiye bir takım hediyeler vererek Efendimize gönderdi. Dıhye, geri dönüş yolunda Cüzâm kabilesinin saldırısına uğradı ve yanındaki her şeye el koyuyorlar. Dıhye, Medine’ye döndüğünde durumu Efendimize bildirdi ve Efendimiz, Zeyd b. Hârise komutasında 500 kişilik bir birliği Cüzâm kabilesinin üzerine gönderdi. Zeyd b. Hâris’e, ani bir baskın yaparak Cüzâm kabilesinin mallarını ganimet, kadınlarını da esir alarak Medine’ye getirdi. Daha önce Allah Rasûlü ile Cüzâm kabilesi arasında antlaşma vardı. Kabile reisi Zeyd b. Rifâa el-Cüzâmî, Medine’ye gererek olanlarla ilgili özür diledi ve mallarını ve esirleri geri istedi. Efendimiz de malları ve esirleri ona geri iade etti.
Efendimizin Mektub’u Hareklius’a gittikten sonra konuyla ilgili daha fazla bilgi almak isteyen Heraklius, ülkesinde Hicazlı olup olmadığını, varsa huzura getirilmelerini istiyor. O sıralar ticaret için Şam’da bulunan Ebû Süfyân, Heraklius’un huzuruna götürülüyor. Heraklius, Ebû Süfyân’a Efendimizle ile ilgili birçok soruları soruyor. Ebû Süfyân, sorulan sorulara yanlış cevap vermeyi düşünüyor lakin, yalan söylediği taktirde eğer yalanları ortaya çıkarsa kavminin adını lekeleyeceğini düşünerek sorulan sorulara doğru cevaplar vermek zorunda kalıyor. Ebû Süfyân’dan aldığı cevaplar neticesinde Heraklius, Ebû Süfyân’a dönerek; “Eğer söylediklerin doğruysa, onun daveti şu ayaklarımı bastığım yere kadar ulaşacaktır” diyor.
Bahreyn hükümdarı Münzir b. Sâvâ’ya da, el-Alâ b. el-Hadramî’yi elçi olarak gönderdi. Mektubu olumlu karşılayan Münzir b. Sâvâ, efendimize bir cevap mektubu yazdı. Mektubunda; Efendimizin gönderdiği mektubu okuduğunu, insanlardan kimisinin İslâm’ı sevip beğenerek Müslüman olduğunu, kimisinin ise Müslüman olmaya yanaşmadığını, kendi topraklarında Mecusi ve Yahudilerin de bulunduğunu söyledikten sonra, Efendimizden konuyla ilgili olarak talimat beklediğini yazarak mektuba son veriyor. Efendimiz bunu üzerine şu mektubu kendisine gönderiyor;
“Rahaman ve Rahim Allah’ın adıyla. Allah Rasûlü Muhammed’den Münzir b. Sâvâ’ya! Selam olsun sana. Ben, senin için, kendisinden başka ilah olmayan Allah’a hamd eder ve Muhammed’in, O’nun kulu ve elçisi olduğuna şahitlik ederim. Ben sana Allah’ı hatırlatırım. Zira kim samimi davranırsa, kendi adına samimi davranmış olur. Kim benim elçilerime itaat eder ve onların emirlerine uyarsa, bana itaat etmiş olur. Kim de onlara sadakatle bağlanırsa, bana sadakat göstermiş demektir. Elçilerim, senin hakkında övgü de bulundular ve hakkında iyi şeyler söylediler. Ben de seni, kavminle ilgili meselelerde vekil olarak kabul ediyorum. Müslümanlara ait olan işleri, İslâm’a girdikleri hâl üzere bırak. Suçluları da af ediyorum, sende onların affını kabul et. Ayrıca sen ehil olduğun müddetçe biz seni görevinden azletmeyiz. Yahudilik veya Mecusilikte devam edenlerin ise cizye ödemeleri gerekir.”
Yemâme Emiri Hevze b. Ali’ye de, Selît b. Amr el-Âmirî’yi elçi olarak gönderdi. Hevze b. Ali’ye şu mektubu gönderdi;
“Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla. Allah Rasûlü Muhammed’den Hevze b. Ali’ye! Selam hidayete tabi olanların üzerine olsun. Bil ki benim dinim, deve ve atların ulaşabileceği her yere yayılıp ulaşacaktır. O sebeple İslâm’a gir ki selamete eresin. Bende elinin altındakileri senin emrine vereyim”
Elçiyi ve mektubu iyi karşılayan Hevze, daveti kabul etmedi ama reddetmedi de. Cevap olarak da şu mektubu yazdı;
“Ne güzel ve ne iyi bir şeye davet ediyorsun! Araplar benim konumuma saygı gösterir, benden çekinirler. Bu sebeple, nüfuz ve yetkilerinden bir kısmını bana da verirsen, sana tabi olurum”
Ayrıca, Selît’e hediyeler verdi ve elbiseler giydirdi. Selît bu şekilde Medine’ye geldi. Mektubu okuyan Efendimiz; “Benden bir parça arazi isteyecek bile olsa bunu yapmam. Kendisi de mülkü de batsın” dedi.
Dımaşk Emiri Hâris b. Ebî Şimr el-Gassânî’ye de, Şücâ b. Vehb’i elçi olarak gönderdi. Nebi aleyhisselamın yazdığı mektup şu şekildeydi;
“Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla. Allah Rasûlü Muhammed’den Hâris b. Ebî Şimr’e! Selam hidayete tabi olanların üzerine olsun. Seni, tek olan ve ortağı bulunmayan Allah’a iman etmeye davet ediyorum. Eğer iman edersen bulunduğun yöneticilik görevinde kalabilirsin”
Sücâ, mektubu Hâris’se verince, mektubu okuduktan sonra bir kenara atarak, hiddetlendi ve “Benim saltanatımı elimden kim alacakmış? Ben onun üzerine yürüyeceğim” diye çıkıştı. Bunun için bağlı bulunduğu Bizans kralından izin almak istedi, lakin kral buna izin vermedi. Sücâ b. Vehb’e bazı hediyeler vererek geri gönderdi.
Umân Hükümdarları Ceyfer ve kardeşi Abd’a da Amr b. e-Âs’ı elçi olarak gönderdi. Efendimizin gönderdiği mektupta şunlar yazıyordu;
“Rahman ve Rahim Allah’ın adıyla. Allah Rasûlü Mehammed’den Cülnedâ’nın oğulları Ceyfer ve Abd’a! Selam hidayete tabi olanlara olsun. Ben sizleri İslâm’a davet ediyorum. Müslüman olun ki selamete eresiniz. Çünkü ben diri olanları uyarmak ve kâfirler için de cezanın hak olabilmesi için Allah’ın bütün insanlara gönderdiği elçisiyim. Eğer İslâm’ı kabul ederseniz sizin bulunduğunuz yere yönetici tayin ederim. Ancak İslâm’ı kabullenmeye yanaşmazsanız, hükümranlığınız sonra erecektir ve süvarilerim sizin topraklarınıza girip yerleşecekler; peygamberliğim sizin iktidarınıza üstün gelecektir.”
Amr b. el-As Umân’a vardığında ilk önce Abd’ın yanına giderek Efendimizin elçisi olduğunu ona söylüyor. Abd’da, Ceyfer’in kendisinden daha büyük ve yetkili olduğunu söyleyerek Amr’ı onun yanına götüreceğini söylüyor. Bu arada Amr b. el-As’a; “Davet ettiğiniz şey nedir?” diye soruduğunda, Amr; Tek olan Allah’a iman etmeye ve O’na hiçbir şeyi ortak tutmamaya, Muhammed’in (s.a.s.) de O’nun kulu ve elçisi olduğuna davet ediyoruz diyor. Ayrıca, Allah’a kulluk etmeyi, O’na isyan etmemeyi, akrabalık bağlarını kesmemeyi, zulmü, düşmanlığı, zinayı, içki içmeyi, taşlara tapmayı, putları ve haça tapmayı ise yasaklıyor diyor. Abd, İslâm’ı beğeniyor fakat abisi Ceyfer’in tepkisinin önemli olacağını, onun ise yöneticilik misyonundan vaz geçmesini düşük bir ihtimal olarak görüyor. Amr’da, iman ettiği taktirde zaten yöneticiliğine devam edeceğini söylüyor.
Abd, mektubu Ceyfer’e verdiğinde, Ceyfer birkaç gün konuyla ilgili olarak düşünüyor. Ve neticede kardeşiyle birlikte Müslüman olmaya karar veriyorlar. Ayrıca Amr b. el-As’a, halktan zekat toplaması için yardım ediyorlar.
GÂBE VE Zİ KARED GAZVESİ
Medine’nin otlaklarında otlayan develere saldıran Abdurrahman el-Ferâzi ve beraberinde ki haydut çetesi, develerin çobanını öldürüyor ve develeri de önüne katıp kaçıyorlar. Seleme b. el-Ekvâ, bir köleyi Medine’ye haberci olarak gönderiyor ve kendisi de onların arkasına düşüyor. Nihayet kaçan adamlar çaldıkları develeri bırakıyorlar. Ekvâ ise, takibe devam ediyor. Derken Müslümanların süvari birliği yardıma geliyor. Birliğin başında Ahrem el-Esedî vardı. Abdurrahman el-Ferazî ile Ahrem çarpıştılar. Ahrem el-Esedî şehit oldu. Bu defa Ebû Katâde de Abdurrahman’ı öldürdü. Geri kalanları kaçmaya devam ettiler. Nitekim kaçan adamlar Gatâfanlılara sığındılar. Efendimizin 500 kişilik bir orduyla çıkmış olduğu bu gazve de küçük çaplı çatışmalar olsa da, kurtarılan devler ve elde edilen kısmi ganimetlerle geri dönüldü. Efendimiz bu gazveye çıkarken Medine’de yerine Abdullah İbn Mektûm’u bırakmıştı.
İBRETLER VE DERSLER
HAYBER GAZVESİ
Hicretin yedinci yılı Muharrem ayında, Efendimiz Hayber’e bir hareket başlattı. Münafıklardan bazı kimseler de bu savaşa katılmak istediler. Lakin Peygamberimiz, kendisiyle bitlikte Hudeybiye’ye gelenlerin ancak katılabileceğini bildirdi. Dolayısıyla da ordu, 1400 kişiden müteşekkil oldu. Efendimiz bu gazveye çıkarken, Medine’de yerine vekil olarak Sibâ b. Urfuta el-Gifârî’yi bıraktı.
İslâm ordusu Hayber’e doğru hareket etti. Efendimiz her zaman yaptığı gibi düşman sezmesin diye, farklı bir istikamet takip ederek Hayber’e vardı. Geceyi geçirdikten sonra sabah namazını daha ortalık aydınlanmadan kıldı. Sonrada hiçbir şeyden haberi olmayan, işlerine gitmek için evlerinde çıkan Hayberlilerin karşısına çıktı. Müslümanları karşılarında gören Hayberliler kaçışmaya başladılar ve “İşte Muhammed ve ordusu” diyorlardı. Efendimiz ise; “Allah’u Ekber, mahvoldu Hayber! Biz bir topluluğun arazisine girdiğimizde o uyarılanların sabahı ne fena olur” diyordu. Hayberliler Müslümanlarla savaşmak yerine kalelerine çekildiler.
Hayber Medine’den 170 km. uzaklıkta ve ahalisi üç ayrı bölgede yaşıyordu. Her bölgenin kendi içinde birden fazla kalesi vardı. Müslümanlar ilk önce Natât bölgesine yöneldiler. Karargâhı Nâim kalesinin ok menzilinin dışına kurarak kaleyi kuşatma altına aldılar. İki tarafın birbirlerine ok atışları günlerce sürdü. Nitekim Efendimiz kalenin fethinin müjdesini şu şekilde verdi; “Yarın bu sancağı, Allah ve Rasûlünü seven, Allah ve Rasûlünün de kendisini sevdiği bir yiğide vereceğim, Allah onun eliyle zaferi bize nasip edecek.” O gece herkes, sancağın kendisine verilmesi umudu ve duasıyla sabahladırlar. Sabah olunca; “Ali nerede?” deye sordu Efendimiz. Hz. Ali’nin gözlerinde rahatsız olduğunu söylediler. Bunun üzerine Efendimiz, Hz. Ali’yi yanına çağırarak dua etti ve elleriyle gözlerini mesh etti. Netice de Allah, Hz. Ali’nin gözlerine şifa verdi. Efendimiz Hz. Ali’ye, savaşmadan önce onları İslâm’a davet etmesi gerektiğini hatırlattı ve İslâm’ın savaş anlayışını şu veciz ifadeleriyle ortaya koydu; “Ey Ali! Bir insanın senin elinle hidayet bulması, senin için dünya ve içindeki her şeyden (veya kırmızı tüylü develerden) daha hayırlıdır” dedi.
Hayber, Yahudilerin yaşadığı üç önemli bölgeden oluşmaktaydı. Bunlar; Natât, Şakk ve Kesîbe bölgeleriydi. Müslümanlar ilk önce Natât bölgesine yöneldiler.
Yahudiler, gece gizlice kadın ve çocuklarını kaleden çıkarmış ve sabah olunca da Müslümanlarla savaşmayı kararlaştırmışlardı. Sabah olunca Hz. Ali, onları İslâm’a davet etti lakin onlar bunu reddettiler. Bu sefer Hz. Ali, onlardan mübareze için birisini istedi. Onlarda Merhab’ı gönderdiler. Merhab meydana çıkarken, kahramanlıklarını ifade eden şiirler söylüyordu. Merhab’ın karşısına ilk önce Âmir b. el-Ekva çıktı. Merhab, Âmir’i şehit etti. Bu sefer onun karşısına Hz. Ali çıktı. Hz. Ali meydana çıkarken şunları söylüyordu; “Ben, anamın Haydar diye isimlendirdiği kimseyim, Ormanların korkunç görünümlü aslanı gibi, düşmanlarımın tam anlamıyla hakkından gelirim.” Nitekim Merhab’a indirdiği bir kılıç darbesiyle onu öldürdü. Bu sefer Merhab’ın kardeşi Yâsir, mübareze talebinde bulundu. Onun karşısına da Zübeyr b. el-Avvâm çıktı ve çok geçmeden Yâsir’i öldürdü. Bunun üzerine savaş başladı. Birçok Yahudi büyüğü öldürüldü. Ordu, geri çekilmeye başladı ve kaçarak bir sonraki kaleye sığındı. Yahudilerin boşattıkları bu ilk kalede büyük miktarda yiyecek maddesi Müslümanlara ganimet olarak kaldı.
Müslümanlar bir sonraki kaleye karşı da büyük bir hücum başlattılar ve çok çetin bir savaş oldu. Neticede Yahudileri bozguna uğrattılar ve o kalede de çok miktarda ganimet elde ettiler. Müslümanlar Hayber’e geldiklerinde hemen hiç erzakları kalmamış, bu yüzden eşekleri keserek yemeye başlamışlar, Efendimiz de bu sebeple eşeklerin kesilmesini yasaklamıştı. Feth ettikleri bu iki kaleden ummadıklarından daha fazla ganimet elde etmiş oldular.
Müslüman ordu, bu bölgedeki son kaleye yöneldi. Kaleye sığınan Yahudiler, kaleden inerek Müslümanların karşısına çıkmaya yanaşmadılar. Bunun üzerine Müslümanlar, kaleye gelen su kanallarını bularak suyun kaleye gitmesine engel dolular. Susuz kalan Yahudiler, kalelerinden inerek savaşmak zorunda kaldılar. Bu çarpışmayı da kısa zamanda kazanan Müslümanlar, kaçan Yahudileri kovalamak için bir sonraki bölgeye yöneldiler.
Şakk adındaki bu bölgede iki tane kale vardı. Önce mübareze/döello ile başlayan savaş, Müslümanların kaleye girerek kahramanca savaşmaları neticesinde Müslümanların lehine sonuçlandı. Hemen bir sonraki kaleyi de kuşatmak için harekete geçtiler. Bu kale bir dağın tam tepesindeydi. Müslümanlar oraya ulaşmak için bayağı bir zorluk çektiler. Yahudiler bir taraftan ok atarken, bir taraftan da taş atıyorlardı. Bunun üzerine mancınık kuran Müslümanlar, Yahudilerin kalplerine korku salarak orayı da kısa zamanda feth ettiler. Bu iki kaleden de büyük miktardaki yiyeceği ganimet olarak aldılar.
Bu şekilde Hayber’de Yahudilerin yaşadığı iki bölge ele geçirilmiş, İslâm ordusu son bölge olan Kesîbe bölgesine hareket etmişti. Müslümanlar bu bölgedeki kaleleri kuşatmış ve yaklaşık 20 gün boyunca bu kuşatma sürmüştü. Neticede Yahudiler, Hayber’i terk etmek için Müslümanlardan eman dilediler. Efendimiz de şartlı olarak onlara eman verdi. Altın, gümüş, at ve silah dışında taşıyabilecekleri eşyalarını yanlarına alabileceklerini ifade etti.
Hayber’i terk etmek için eman isteye Yahudiler, daha sonra Efendimize gelerek; bağ ve bahçelerinin başında kalmak ve her yıl çıkan mahsullerin yarısını Müslümanlara vermek karşılığında yurtlarında kalmayı teklif ettiler. Efendimiz de, istediği zaman Yahudileri oradan çıkarmak şartıyla bu tekliflerini kabul etti. Bu yeni antlaşmaya göre, Yahudiler Hayber’de kalacaklar, arazilerini ekip biçecekler, her yıl çıkan ürünlerin yarısını Müslümanlara ödeyeceklerdi. Bu topraklar artık Müslümanların olduğundan, Müslümanlar istediği zaman onları oradan çıkarabileceklerdi. Bir nevi, Yahudiler Müslümanların toprakları üzerinde işçi olarak çalışacaklar, çıkan mahsullerden de pay alacaklardı.
Efendimizin, Yahudilerin bu teklifini kabul etmesinin sebebi, verimli olan Hayber arazilerini Müslümanlar arasında paylaştırdığı taktirde, bu arazileri işletecek insanların olmamasıydı. Müslümanlar devamlı olarak Allah’ın dinini yüceltmek için mücadele ettiklerinden Hayber’in verimli topraklarıyla uğraşamaz ve dolayısıyla da Hayber mahsullerinden mahrum kalırlardı. Bu yapılan antlaşmada, Müslümanlar Allah için mücadeleye devam ederken, Hayber’in mahsullerinden de istifade edebileceklerdi. Bu antlaşma Hz. Ömer zamanına kadar devam etmiş, antlaşmaya ihanet etmeleri sebebiyle Hz. Ömer, onları oradan çıkartarak sürgüne göndermiş ve arazileri de Müslümanlar arasında pay etmişti.
Bu savaşta Yahudi’ler den, 90 civarında adam öldürülürken, Müslümanların şehit sayısı ise 15 civarlarındaydı.
Hayber savaşı devam ederken, Mekke’deyken Habeşistan’a hicret eden Müslümanlar geri dönerek Efendimizin yanına geldiler. Efendimiz onları gördüğünde çok sevinmiş; “Allah’ın Hayber’in fethine mi sevineyim, yoksa Cafer’in gelişine mi?” demişti. Efendimiz, Hayber ganimetlerinden onlara da pay ayırdı.
Ayrıca, Yemenli olan Musa el-Eş’arî, Habeşistan’da Müslüman olmuş ve oradaki Müslümanlarla birlikte kalmış, neticede Müslümanlar Medine’ye dönerken o da onlarla bitlikte dönmüş ve Hayber’de Efendimizin yanına gelmişti.
Bir başka Yemenli olan Ebû Hureyre de bir grup insanla birlikte Medine’ye gelmiş ve Efendimizin Hayber’de olduğunu öğrenince oraya gitmişlerdi. Efendimiz onlara da ganimetten pay vermişti.
Efendimiz, etraftaki kabilelere elçi göndererek onlarla antlaşmalar yapmak için Hayber’de bir miktar daha kalmak istemişti. İşte bu günlerden biriside Yahudi bir kadın, onlara et ikram etmek istediğini söylemiş ve Efendimizin koyun etinin hangi tarafını sevdiği öğrenmişti. Maksadı Efendimizi zehirlemek olan kadın Efendimizin sevdiği tarafa daha falza zerhir koymuştu. Etten biraz yiyen Efendimiz etin zehirli olduğunu anlamış (veya Allah kendisine bildirmiş) ve Müslümanların da yememesini istemişti. Lakin bir Müslüman fazlaca yediğinden zehirlenmiş ve bu zehrin etkisiyle daha sonra ölmüştü. Efendimiz, kadına bunu neden yaptığını sorduğunda ise, kadın; “Sen eğer bir hükümdarsan senden kurtulmuş oluruz, yok sen peygambersen zaten sana bildirilir. Bunu anlamak için yaptım” demişti. Kadını ve Yahudileri af eden Efendimiz, daha sonra etten zehirlenerek ölen, Bişr b. el-Berâ’ya karşılık olarak, kadına kısas uygulanarak öldürülmesini emretmişti.
Efendimiz, Hayber’i feth ettikten sonra Muhayyısa b. Mus’ud’u, Fedek ahalisine göndermişti. Önce işi biraz ağırdan alan Fedekliler, Hayberlilerin başına gelenin kendi başlarına gelmesinden koktukları için, teslim olmayı ve Hayberlilere uygulanan hakların kendilerine de verilmesini istediler. Efendimiz de bu tekliflerini kabul etti. Fedek arazisinin gelirinin yarısı Fedeklilere, diğer yarısı da Efendimizin ev halkı ve akrabaları içinde ihtiyaç sahibi olanları için kullanılacaktı.
Efendimiz, Hayber’den Vâdi’l-Kurâ’ya yöneldi. Oraya varınca halkını İslâm’a davet etti. Lakin Vâd’i-Kurâ’lılar, iman etmedikleri gibi teslim de olmadılar. İlk önce mübarezeyle başlayan çarpışma birinci gününden birçok Yahudi öldürüldü. İkinci gün Efendimiz onların tekrar İslâm’a davet etti. Yine yanaşmadılar ve çarpışmaya başladılar. Gün ortası olmadan teslim olmaya karar verdiler ve Hayber Yahudilerine uygulanan hakların kendilerine de verilmesini istediler. Efendimiz de bu taleplerini kabul etti.
İBRETLER VE DERSLER
“Bugün size iyi ve temiz nimetler helâl kılınmıştır. Kendilerine kitap verilenlerin yiyeceği size helâldir; sizin yiyeceğiniz de onlara helâldir. Gayri meşrû ilişkide bulunmak veya gizli dost tutmak şeklinde değil de meşrû bir nikâhla evlenmek şartıyla mümin kadınlardan iffetli olanlar ile sizden önce kendilerine kitap verilenlerden iffetli kadınlar -mehirlerini verdiğiniz takdirde- size helâldir. Kim inanmayı reddederse ameli kesinlikle boşa gider. O, âhirette de hüsrana uğrayanlardandır.” (Mâide, 5)
ZÂTÜ’R-RİKÂ GAZVESİ
Allah Rasûlü, Hayber’den döndükten sonra, Gatâfan’lı bir kısım kabilelerin Müslümanlara karşı savaş hazırlığında olduklarını öğrendi. 400 veya 700 kişiden oluşan bir birlik hazırlayarak üzerlerin gitti. Medine’de yerine vekil olarak Ebû Zerr, veya Osman b. Affân’ı bıraktı. Müslümanların geldiğini gören düşmanlar dağıldılar. Hiçbir çatışma yaşanmadı.
Efendimiz bu gazvede, korku namazını kıldırdı. Orduyu iki kısma ayıran Efendimiz, birinci kısımla birlikte iki rekat kıldı ve birinci kısım namazı bitirip yerlerine geçtiler sonra ikinci kısım geldi ve Efendimizle bitlikte iki rekatta onlar kıldılar. Böylece Müslümanlar iki rekat, Efendimiz ise dört rekat kılmış oldu. “Sen de içlerinde bulunup onlara namaz kıldırdığın zaman onlardan bir bölük seninle beraber namaza dursun, silâhlarını da yanlarına alsınlar. Bunlar secde ettiklerinde ötekiler arkanızda olsunlar, sonra henüz namazlarını kılmamış bulunan (bu) bölük gelip seninle beraber namazlarını kılsınlar ve bunlar da ihtiyat tedbirlerini ve silâhlarını alsınlar. Kâfirler isterler ki, siz silâhlarınızdan ve eşyanızdan gafil (uzak ve unutmuş) olasınız da üzerinize ansızın bir baskın yapsınlar! Eğer yağmur yüzünden bir zarar görürseniz veya hasta olursanız silâhlarınızı bırakmanızda size bir günah yoktur. Yine de ihtiyat tedbirinizi alın! Allah elbette kâfirler için alçaltıcı bir azap hazırlamıştır.” (Nisâ, 102)
Bu gazveye giderken Müslümanlar yeteri kadar binek bulamadıkları için, olan bineklere sırayla biniyorlardı. Bazı Müslümanlar ikiden fazla kişi tek bineğe sırayla biniyorlardı. Bu sebeple, çok yürüdükleri için ayaklarına giydikleri pabuçları sıcağında etkisiyle yırtılmış, parçalanan ayaklarını elbiselerinden parçalar keserek bağlamışlardı. Bu sebeple de bu gazveye Zâtü’r-Rikâ adı verilmiştir.
Ordu ağaçlık bir yerde konakladı. Efendimiz de bir ağacın gölgesinde istirahat ediyordu. Onları takip eden bir müşrik, Efendimizin yanında kimsenin olmadığını gördüğünde, Efendimizi öldürmek istemişti. Allah Rasûlünün yanına gelen ve kılıcını alarak başına dikilen müşrik, Efendimizi uyandırıp; “Benden korkuyor musun?” diye sormuş, Efendimiz ise cevaben; “Hayır” karşılığını vermişti. Bu sefer adam; “Seni benim elimden kim kurtaracak?” dediğinde ise Efendimiz; “Allah” diyerek cevap vermişti. Daha sonra Efendimiz bir hamle yaparak adamın elindeki kılıcı alıyor ve adama çevirerek bu defa Efendimiz soruyor; “Şimdi seni benim elimden kim kurtaracak?”. Adam; “Kılıcı iyi niyetle eline alan birisi olacağını umuyorum” diye karşılık veriyor. Allah Rasûlü adamı Müslüman olmaya davet ediyor. Adam ise, Müslüman olmayı kabul etmiyor lakin bir daha Müslümanlarla savaşmama sözü veriyor. Bunun üzerine Efendimiz de onu af ediyor. Bu arada sahabeler Efendimizin yanına toplanıyor ve Efendimiz yaşadıklarını onlara anlatıyordu.
Bu gazveden dönüşte Müslümanlar bir adamı veya kadını esir olarak almışlardı. Bu kişinin yakını Müslümanların kanını dökeceğine dair yemin etmişti. Nitekim adam bunun için Medine’ye gelmişti. Medine’de o sıralar güvenlik gerekçesiyle Müslümanlar, Efendimizin evini korumak için nöbet tutuyorlardı. O gece Abbâd b. Bişr ve Ammâr b. Yâsir nöbetçiydiler. Gece olunca Ammâr b. Yâsir uyumuş, Abbâd ise gece namazına başlamıştı. O adam namaz kılan Abbâd’a bir ok atmış, Abbâd ise kendisine isabet eden oku namazı bozmadan çıkararak namazına devam etmişti. İkinci bir ok daha kendisine isabet eden Abbâd, namazını bozmadan tamamlamıştı. Uykudan uyanan Ammâr, Abbâd’a kendisini neden uyandırmadığını sorduğunda, Abbâd; “Bir sûre okuyordum, onu yarıda kesmek istemedim” diye cevap vermişti.
İBRETLER VE DERSLER
1. Bütün yokluklara rağmen Allah yolunda mücadeleden geri durmamak, karşılaşılan maddi sıkıntıları Allah’ın dinine yardım etmekten yüz çevirmek için bir bahane kılmamak gerekir. Allah Resulü ve ashabı, düşmana karşı giderken uzunca yol yürümelerinden dolayı ayaklarına giydikleri ayakkabıları yıpranmış, çıplak ayakla yürüdüklerinden dolayı ayakları yara bere içinde kalmıştı. Bunun neticesinde de ayaklarını bezlerle bağlamak zorunda kalmışlardır. Ama bütün bu zorluklar, onları Allah yolunda mücadele etmekten alıkoymamıştır.
2. Gerçek Müslüman, Allah’tan başka hiçbir şeyden korkmayan kimsedir. Allah’tan hakkıyla korkan, bunun dışında hiçbir şeyden korkmayan bir Müslümanı, ölüm dahi hiçbir şey korkutamaz. Ne düşmanın çok oluşu ne de kendisinin imkânsızlıkları onu korkutabilir. Gerçek Müslüman, Allah’ın sevgisini ve cennetine kaybetme korkusunu yüreğinde taşıyan kimsedir. Bu korkunun haricinde hiçbir korku onu korkutamaz. Allah Rasûlünün, başında kılıcıyla bekleyen düşmana karşı söylediği sözlerden bunu anlamak gerekir.
3. Allah kuluna kâfi değil mi? Allah’ın gücünün farkında olmayanlar bunu nasıl anlayabilsinler ki? Bazı kimselere göre güç, sahip olunan silahlar ve teknolojidedir. Oysa bir Müslümana göre güç ve kuvvet, ancak Allah’ındır. Allah’ın yardım ettiğini yenecek bir güç olmadığı gibi, Allah’ın yardımsız bıraktığına da yardım edecek bir güç yoktur. Efendimiz kendisini öldürmek için başında kılıcıyla duran düşmana bu hakikatleri hatırlatıyordu.
KAZA UMRESİ
Bir yıl önce Umre yapmak için Medine’den hareket eden Müslümanları, Mekkeliler Hudeybiye’de Umre yapmaktan alıkoymuşlardı. Hudeybiye’de yapılan antlaşma gereği bir yıl sonra Umre, kazaya kalmış bir şekilde yapılacaktı. Zamanı geldiğinde Kazaya kalan Umre’yi yapmak için Allah Rasûlü ashabına haber verdi. Geçen yıl katılan tüm Müslümanların katılmalarının gerektiğini hatırlattı. Gelmek isteyen başka Müslümanlar varsa onlarında dahil olabileceğini söyledi. 2000 civarında Müslümanla Mekke’ye doğru hareket ettiler. Medine de yerine vekil olarak Uveyf er-Ruhm el-Gifârî’yı bıraktı. Ardından da 60 adet kurbanlık deveyi işaretleyerek Mekke’ye doğru gönderdi.
Zülhuleyfe’ye geldiğinde ihrama girerek telbiye getirmeye başladı. Müslümanlar da onunla birlikte ihrama girdi ve telbiye getirmeye başladılar. Herhangi bir müdahaleyle karşılaşma durumunda yapılacak bir savaş olasılığı durumunda yanlarında silahlarını da getirmişlerdi. Ye’cec mevkiine geldiğinde kılıç dışında bütün silahlarını burada bıraktılar. Silahların başında da 200 kişilik bir birlik bırakıldı.
Müşrikler Mekke’yi boşaltmış dağlara çekilmişlerdi. Kendi aralarında Müslümanlar hakkında konuşuyor ve Medine’de zayıf düştüklerinden bahsediyorlardı. “Medine’nin sıtması onları güçten düşürmüştür” diyorlardı. Bu söylentiyi haber alan Allah Rasûlü, bütün Müslümanların ihrama girerken sağ omuzlarını açık bırakmalarını, ayrıca tavaf yaparken de bazı şaftlarda hızlanmalarını istemişti. Bununla Kureyş’in bu yanlış telakkilerini yıkmak istiyordu. Allah Rasûlü ve Müslümanlar tavaf yaparken Abdullah b. Revâha da kılıcını kaldırmış şu şiiri okuyordu;
“Kafiroğlulları! O’nu rahat bırakın! Bırakın! Her hayır O’nun elçisindedir. Rahman olan Allah Kur’an’ında; Rasûlüne okunan sahifelerde bunu bildirmiştir. Rabbim! Ben onun sözlerine iman ediyorum. Hakkı, onu kabul etmede görüyorum. Ölümlerin en hayırlısı onun uğrunda olanmış. Bugün sizleri, O’nun Tenzîl’inin (Kur’an) uğruna vuracağız. Bu vuruş başları bedenlerinden ayıracak. Ve dosta, dostunu unutturacak.”
Hz. Ömer, Abdullah b. Revâha’ya; Allah Rasûlünün huzurunda ve haram olan bu beldede şiir mi okuyorsun diye çıkışınca, Allah Rasûlü; “Onu rahat bırak ey Ömer! Kuşkusuz onun şiiri müşriklere, ok atmaktan daha fazla tesir etmektedir” diyordu. Allah Rasûlü ve Müslümanlar üç savt boyunca Remel (hızlı yürüme) yaptılar. Onların bu halini gören müşrikler ise; daha önce onlar hakkındaki düşüncelerinin doğru olmadığını, Müslümanların bırakın zayıf düşmek, aksine daha güçlü hale geldiklerini gördüler. Efendimiz yine Safa ve Merve arasında say yaparken de bazı bölgelerde hızlı hareket edilmesini emretti. Say tamamlandıktan sonra kurbanların da kesilmesini istedi. Bir grup Müslümanı Ye’cec’e göndererek orada bekleyen Müslümanların da gelip Umre yapmalarını sağladı. Müşrikler, üç gün Mekke’de kalan Müslümanları, dördüncü gün sabah olunca yapılan antlaşma gereği Mekke’yi terk etmelerini istediler. Bunun için Hz. Ali’den Efendimize haber gönderdiler. Efendimiz bunun üzerine Mekke’den ayrılarak Medine’ye dönmek için Şerif denilen mevkii de konakladı.
Bu arada Uhud’da şehit olan Hz. Hamza’nın kızı Ümâme; “Amca, amca” diyerek peşlerine takıldı. Ali b. Ebû Talib, Cafer b. Ebû Talib ve Zeyd b. Hârise onu himaye etmek istediler. Hz. Ali, Ümâme amcasının kızı olduğu için, Cafer ise, hem amcasının kızı hem de teyzesi ile evli olduğu için bakımını üstenmek istiyorlardı. Zeyd b. Hârise de, Medine’de yapılan kardeşlik akdi gereğince Hz. Hamza ile kardeş yapılmıştı. Kardeşinin kızı olduğundan dolayı Ümâme’nin bakımını üstenmek istiyordu. Efendimiz, Ümâme’nin teyzesiyle evli olduğu için Ümâme’yi Cafer b. Ebû Talib’e verdi ve; “Teyze anne yarısı gibidir” diye buyuruyordu.
Yine Efendimiz bu Umre’de, Meymûne bint el-Hâris ile evlendi. Meymûne kocası öldükten sonra, Abbas b. Abdulmütalib’in eşi olan Ümmü Fazl’a -ki aynı zamanda Meymûne’nın kardeşidir- Efendimizle evlenmek istediğini söyledi. Efendimiz de bu teklifi kabul ederek Kaza Umre’si için geldiği Mekke’de onunla evlendi.
Müslümanlar, Mekke’ye herhangi bir müdahale ile karşılaşmadan girmenin getirdiği sevinç ve özlemle Umre yaptıktan sonra Medine’ye geri döndüler.
İBRETLER VE DERSLER
1. Niyet edilen bir ibadet herhangi bir sebepten dolayı yerine getirilmez ise, daha sonra kazası yapılmalıdır! Vaktinde kılınmayan namaz aynı gün içinde başka bir zaman kılınması gerektiği gibi oruç, hac ve benzeri ibadetlerde aynı şekilde niyet edildiği taktirde zamanında yapılmazsa sonra kazası yapılmalıdır. Efendimiz ve Ashabı, daha önce umreye niyetlenmiş ve Kureyş’in engellemesi ile yapamadıkları umreyi, yaptıkları antlaşmanın da bir gereği olarak daha sonraki yıl kaza etmişlerdir.
2. Kuvvetli mü’min zayıf müminden hayırlıdır! Bazı durumlar vardır ki insanları diğer insanlardan daha üstün kılar. İlim sahibi mü’min ilimsiz bir Müslümandan daha hayırlı olduğu gibi, cihad eden birisi de evinde oturup cihat etmeyen mü’minden daha hayırlıdır. Bunun gibi kuvvetli mü’min de kuvvetsiz müminden daha hayırlıdır. Çünkü güç ve kuvvet düşmanın kalbine korku salar. Bunun içindir ki Efendimiz, Müslümanlar tavaf yaparken güçlü ve kuvvetli oluklarını düşmana göstermek için remel yapmalarını, say yaparken de belirli noktalarda hızlı hareket etmelerini onlardan istemiştir. Ayrıca ihrama girerkende pazularını açık tutmalarını istemiştir. Bunun sebebi, Müslümanların güçlü olduklarını düşmanları hissettirmekti.
3. Bazen söz, kılıçtan daha keskin bir silah olur! Öyle zamanlar vardır ki, düşmana kılıçla veremediğiniz zararı, söz ve kalemle verebilirsiniz. Hak sözü duymak istemeyen bir düşmana, hakkı duyurmak onu öldürmekten daha büyük bir ceza olur. Bunun içindir ki, müşrikleri hicveden şiirler söyleyen Abdullah b. Ravaha’yı Hz. Ömer engellemeye kalksa da Efendimiz, Ömer’e müdahale ederek; şiirin düşmana atılan oklardan daha tesirli olacağını söylemiştir.
4. Efendimizin çok evliliği! Evlilik, dinimizin önemle üzerinde durarak emrettiği bir husustur. Çünkü insan neslinin sağlıklı bir şekilde devamı, ancak evlilik yoluyla mümkündür. Dinimiz evlilik dışı kadın-erkek ilişkilerini yasakladığı için neslin devamınıda ancak nikahla olması gerektiğin hükme bağlamıştır. Evlilik sadece neslin devamını sağlamakla kalmaz, aynı zamanda iki aile arasında bağlar kurarak iki aileyi bir birbirine akrabalık bağlarıylada bağlar. Cahiyye döneminde bir erkek, istediği kadar kadınla evlenebilmekteydi. Bunun bir neticesi olarak da bazı hamımlarına çok fazla ilgi gösteriyor bazı hamımlarını ise mağdur ediyorlardı. Dinimiz bunun önüne geçebilmek için en fazla evlenilecek kadın sayısını dörde indirmiş ve bunlar arasında da adeleti almazsa olmaz görmüştür. Bunun mümkün olmadığı durumlarda tek hanımla evlenmeyi emretmiştir.
Efendimiz ise bu hükmün dışında tutulmuştur. Öncelikli olarak şunu söylemek gerekirki, Efendimizin evliliklerinin hemen hepsinde batılı oryantalistlerin söylediği gibi cinsel zevkler belirleyici olmamıştır. Eğer onların söylediği gibi olsaydı, ilk evliliğinde olduğu gibi, dul ve kendinden 15 yaş büyük birisiyle evlenmez, yaşı kendinden küçük ve bakire olan birisiyle evlenirdi. Bunun gibi Efendimizin yapığı evliliklerin birisi hariç hepsi dul kadınlarla olmuştur. Efendimizin bakire ve genç kadın bulamadığı için dul kadınlarla evlenmiştir gibi bir iddia da gülünç olur. Allah Rasûlü hangi sahabenin kızına veya kız kardeşine talip olsaydı onları seve seve Efendimizle nikâhlarlardı. Efendimizin yaptığı evlililerde en fazla üzerinde duruduğu husus arakabalık bağları oluşturmaktı. Konumuz bu olmadığı için bu iddia üzerinde daha falza durmayacağız.
Müslümanlara yönelik 4 kadın sınırlaması getirildiği halde Efendimiz neden bundan muaf tutulmuştur? Efendimiz, 13 kadınla nikâhlanmış bundardan 9 kadınla aynı zamanda nikahlı kalmıştır. Efendimiz bu kadınlarla 4 sınırlamsı getirilmeden önce evlenmişti. Kur’an’ın daha önce inen bir âyetine göre de Efendimizin evlendiği kadınlar mü’minlerin anneleri olarak hükme bağlanmıştı; “Peygamber, mü’minlere kendi canlarından daha önce gelir. Onun eşleri de mü’minlerin analarıdır…” (Ahzab, 6) Eğer bu hükme rağmen Efendimiz 4 eşi haricindekileri boşasaydı o kadınlarla Müslümanlarda evlenemeyeceği için mağdur olmaları söz konusu olacaktı. İşte bu sebepten dolayı Efendimiz dört sırınırlamasının dışında tutulmuştur. Efendizin evlendiği kadınlar ise şunlardır; Hz. Hatice, Hz. Sevde, Hz. Ayşe, Hz. Hafsa, Hz. Zeynep Binti Huzeyme, Hz. Ümmü Seleme, Hz. Zeynep Binti Cahş, Hz. Cüveyriye, Hz. Ümmü Habibe, Hz. Safiye, Hz. Meymûne, Hz. Mariye. Efendimiz Hz. Âişe dışındaki tüm hanımları daha önce evlenmişlerdi. İlk evelndiği Hz. Hatice anmizden 6 çocuğu, son evelendiği Mariye annemizden de 1 çocuğu dünyaya gelmişti.
5. Teyze anne yarısı gibidir! Bir insanın annesinden sonra annelik edebilecek en değerli insan hiç kuşkusuz ki, teyzesidir. Kız kardeşler birbirlerine çok daha fazla bağlı olduklarından, teyzeler yeğenlerini diğer akrabalarından daha fazla severler. Bütün bu sebeplerden dolayı Efendimiz Hz. Hamza’nın kızını, amcaoğlu Hz. Ali’ye ve manevi kardeşi Zeyd b. Hârise’ye değil, teyzesi ile evli olduğu için Cafer b. Ebû Talib’e vermiştir.
MÛTE SAVAŞI
Allah Rasûlü, Busra hükümdarına mektup göndermek için gönderdiği elçisi, Şerahbil b. Amr el-Gassânî tarafından öldürülmüştü. Allah Rasûlü, elçisine yapılan bu muameleye karşı çok hiddetlenmişti. 3 bin kişiden oluşan bir ordu tertip ederek, başlarına Zeyd b. Hârise’yi komutan tayin etti. Allah Rasûlü daha önce hiç yapmadığı halde bu Seriyye’ye yedek komutanlar da tayin etti. Eğer Zeyd b. Hârise şehit olursa, onun yerine Cafer b. Ebû Talib geçecek, ona da bir şey olursa onun yerinde de Abdullah b. Revâha geçecekti.
Allah Rasûlü, orduya son talimatları vererek onları veda tepesine kadar uğurladı. Orduya verdiği talimatlar şu şekildeydi; Müslümanların elçisi olarak öldürülen Hâris b. Umeyr’in öldürüldüğü yere gidecekler, ilk önce onları İslâm’a davet edecekler eğer kabul edilmezlerse onlarla savaşmalarını söyleyerek şunları ekledi; “Allah adıyla ve Allah yolunda savaşın. Allah’ın inkar edenleri öldürün, ancak ihanet etmeyin. Ganimet hırsızlığı yapmayın. Çocukları, kadınları, yaşlıları ve manastırlara çekilmiş kimseleri öldürmeyin. Ağaçları kesmeyin ve evleri tahrip etmeyin” dedi.
İslâm ordusu Ürdün’nün güneyindeki Maan mevkiine kadar geldi ve orada konakladı. Şerahbil b. Amr el-Gassânî 100 bin kişiden oluşan bir ordu hazırlardı. Heraklius’un da 100 bin kişilik Rum ve Araplar’dan oluşan başka bir ordusuyla Meâb denilen yere gelerek orada konakladı. Düşmanın sayısından haberdar olan Müslümanlar, Hz. Peygambere haber gönderip yardımcı birlikler isteme konusunda istişare ettiler. Abdullah b. Revâha orduyu destek beklemeden savaşmaya teşvik ederek şunları söyledi; “Siz, aslında şimdi pek arzulamadığınız bir şehadet için yola çıkmıştınız. Biz sayıya, güce ve kalabalığa güvenerek savaşmayız. Biz sadece Allah’ın bizlere lütfettiği dinimizden güç alarak savaşırız. Durum iki güzelden biriyle sonuçlanacaktır: Ya zafer, yada şehadet!” Diğer askerle de bu konuşmadan etkilenerek savaşmaya karar verdiler. Ordu Mûte’de konaklayarak savaş düzeni aldı.
Netice de Müslümanlar ilk defa Rumlar ve düzenli bir oduyla savaşıyorlardı. Düşmanın sayısı 100 bin veya 200 bin civarındayken, Müslümanların sayısı ise ancak 3 bin civarındaydı. Gün içinde çok çetin çatışmalar yaşanıyor, Müslümanlar kayıp verseler de geri çekilmiyorlardı. Müslümanların komutanı olan Zeyd b. Hârise, kahramanca savaştı ve neticede kendisine isabet eden mızrak darbeleriyle şehit oldu. Ardından komutayı alan Cafer b. Ebû Talib sancağı alarak kahramanca savaştı. Sağ kolu kesilince sancağı sol koluyla tuttu. Sol kolu da kesilince bu defa pazularıyla sancağı düşürmedi. Nihayetinde o da şehit oldu. Ardından sancağı Abdullah b. Revâha aldı. O da sancağı alınca savaşın kızıştığı yere daldı ve kahramanca savaşarak neticede şehit oldu.
Yere düşen sancağı eline alan Sâbit b. Erkam Müslümanlara seslenerek; “Bu sancağı taşıması için bir adam üzerinde anlaşın” dedi. Nihayetin de Hâlid b. Velid üzerinde anlaştılar. Hâlid’de savaşın ortasına daldı ve kahramanca savaşarak sekiz-dokuz kılıç kırdığı söylenir. Akşam olunca taraflar karargâhlarına çekildiler. Hâlid b. Velid, savaş taktiği olarak; soldaki askerleri sağa, sağdaki askerleri de sola gönderdi. Ayrıca öndeki askerleri de arkaya aldı, arkadakileri de öne getirdi. Sabah olunca savaş tekrar başladı. Karşılarında tanımadıkları kimseleri gören düşman ordusu, Müslümanlara takviye birlikler geldiğini düşündü. Ara ara küçük çaplı çarpışmalar olsa da savaş şiddetini azaltmıştı. Bunun üzerine Hâlid, orduyu Mûte’ye geri çekti ve bir hafta orada bekledi. Düşmanın da savaşma arzusu bitmiş ve geri çekilmeyi düşünüyorlardı. Bunun üzerine Hâlid b. Velid, orduya geri dönüş için talimat verdi. Bu savaşta Müslümanlar başta üç büyük komutanı olmak üzere 12 civarında şehit vermişti.
Ordu Medine’ye döndüğünde, savaştan kaçtıklarına dair bir söylenti oluştu. Efendimiz ise bu söylentiyi adil bulmayarak, ordunun kaçmadığını ancak bir savaş taktiği olarak geri çekildiğini, daha güçlü bir şekilde Rumlarla savaşmak için ileri bir tarihte tekrar gideceğini ifade etti. Ordu gerçekten de büyük bir özveriyle hareket etmiş, 100-200 bin kişilik düzenli Rum ordusuyla mücadele etmiş, çok kayıp vermeden ve savaşı da tam kaybetmedikleri bir durumdayken orduyu geri çekmeyi başarmıştı. Müslümanların gücünü Rumlara da göstermişlerdi. Artık Müslümanların iki süper güçten birisi olan Bizans’a karşı savaş açma cesaretini kendinde gördüğünü Rumlara da göstermişlerdi.
Mûte savaşının hemen ardından Efendimiz, Amr b. el-As komutasında 300 kişinden oluşan bir birliği Şam’ın Zâtü’s-Salâsil bölgesine gönderdi. Bu Seriyye; Mûte savaşında Rumlara destek veren Arap kabillerle görüşüp onlarla antlaşma yapmak, yanaşmadıkları taktirde de onlarla savaşmaları için gönderilmiti. Amr b. el-As’ın annesi de buralı olduğundan dolayı, birliğin başına o komutan olarak tain edilmişti. Amr, bölgeye vardığında düşman ordusunun sayısının çok fazla olduğunu görmüş ve bundan dolayı Efendimize haber gönderek takviye birlik istemişti. Efendimiz de, Ubeyde b. el-Cerrâh komutasında 200 kişilik takviye birlik göndermişti. Düşman birlikleri Müslümanları gördüklerinde dağılmış ve herhangi bir çatışma olmadan İslâm ordusu Mediye’ye geri dönmüştü.
Bu Seriyye de, Amr b. el-As ile Ebû Ubeyde arasında bir tartışma yaşanmıştı. Ubeyde’nin takviye birliği geldiğinde, ordunun genel komutanın kim olacağı konusunda iki birlik arasında bir ihtilaf meydana gelmişti. Ordu Medine’ye döndüğü zaman olay Efendimize bildirilmiş, Efendimiz; “Ashabıma ilişmeyin” diyerek Amr’ı azarlarmıştı. Ubeyde, ilk iman eden Müslümanlardandı. Amr b. el-As ise, yıllarca Müslümanlarla mücadele etmiş, adeta başka bir çıkış yolu kalmadığı için Müslüman olmak zorunda kalmış birisiydi. Efendimiz, ilk yılardan itibaren İslâm sancağını gönüllerinde taşıyan ve bunun bedelini her şekilde ödeyenlerle bu özelliklere sahip olmayanları bir tutmamıştır.
İBRETLER VE DERSLER
1. Düşmanı yeteri kadar tanımamak başarısız olmanın temel sebeplerindendir! Müslümanlar, bir toplulukla savaşmadan önce, o topluluğun askeri ve silah gücünü, savaş tecrübelerini çok iyi bilmelidirler. Bunun için yeteri kadar istihbarat bilgisine sahip olmalıdırlar. Bütün bu hususlar göz ardı edilerek “Nasılsa biz Müslümanız, dolayısıyla Allah bize yardım eder ve galip geliriz” diye hareket etmemelidirler. Çünkü her şeyde olduğu gibi savaş konusunda da Allah’ın bir sünnetullah/değişmez yasaları söz konusudur. Müslümanlar, tüm sebeplere yapışmaları gerektiği gibi, tüm dengeleri de gözetmeleri gerekir. Bunlarla birlikte eğer şartlar uygun ise savaşmaları ve neticede de Allah’tan galibiyet beklemeleri gerekmektedir. Mute savaşında, Müslümanlar ilk defa düzenli bir ordu ile savaştılar. Ayrıca düşman her noktada Müslümanlardan daha güçlüydü. Bu sebeplede Müslümanların, düşmanın gücünün yeteri kadar bilmemeleri, savaşta başarılı olmalarını engelledi.
2. Bir ordunun tek bir komutan olur! İnsanların tecrübe ve kabiliyetlerinin birbirinden farklı olmasından dolayı, bir ordunun birden fazla komutanı olduğunda her komutan kendi tecrübelerini uygulamak isteyecektir. Bu durumda, itilaflar ortaya çıkaracak ve neticede Müslümanlara zarar verecektir. Bütün bu sebeplerden dolayı Efendimiz, Mute Savaşı için birden fazla komutanın ismini gündeme getirmiş, fakat biri vefat edince diğerini onun yerine geçmesini istemiştir. Böylelikle de, İslam ordusunu tek bir komutanın idare etmesini gerçeği gözetilerek görevlendirme yapılmıştır.
3. İslâm’ın savaş ahlakı! Savaş düşmana boyun eğdirmek için yapılır. Düşmanı yok etmek için değil. Düşman boyun eğdiğinde, artık daha ileri giderek onları öldürmek dinimiz tarafından yasaklanmıştır. En fazla esir edilmeleri öngörülmüştür. İslâm savaşı, insanların intikam duygularını tatmin etmek için ve nasıl yapılırsa yapılsın anlayışıyla değil; teslim olanların, kadınların, yaşlıların, çocukların ve din adamlarının öldürülmesini yasakladığı gibi; ağaçların kesilmesi de ihtiyaç olmadığı sürece yasaklamıştır. Bunun içindir ki Efendimiz, Mute savaşında orduyu savaşa gönderirken bu talimatlarımı yenilemiş, bu hususlarda Müslümanları yeniden uyarmıştır.
4. Savaşta karşılaşılacak muhtemel tehlikelere değil, asıl ahirette karşılaşacak tehlikelere üzülmek gerekir! Evet, savaşta muhtemelen ölüm ve gazilik gibi karşılaşacak olumsuzluklar insan için gerçekten zor durumlardır. Fakat bir Müslüman için bundan daha önemli olan husus; ahirette karşılaşılacak muhtemel azap olmalıdır. Bunun farkında olan Abdullah b. Ravaha; çıkacakları savaşın getirebileceği muhtemel zorlukları değil, şu âyetin kapsamına kendilerinin de gireceği endişesiyle ahirette karşılaşacağı cehennem korkusundan dolayı ağlıyordu; “İçinizden, oraya uğramayacak hiçbir kimse yoktur. Bu, Rabbin için kesinleşmiş bir hükümdür.” (Meryem, 17)
5. Ya galibiyet ya zafer! Bir Müslüman için bunlardan başka karşılaşacağı başka bir durum söz konusu değildir. Savaş kaçınılmaz ise şehitlik gibi yüce bir paye elde etmek için öne atılmak, Müslümana yakışan erdemli bir tavırdır. Düşman ile savaşmak için tereddüt yaşayan İslâm ordusuna hitaben Abdullah b. Revaha, bu konuda nasihatlerde bulunuyordu. Şehit olsalar da, galip gelseler de her halükarda kazananın kendileri olacakalarını hatırlatıyordu.
6. Savaş komutansız olmaz! Savaşta ehil komutanın önemi çok büyüktür. Ehil komutanın önemi kadar, tecrübesi de önemlidir. Savaş esnasında Müslümanlar, şehit olan komutanların yerini kendi aralarında uygun gördükleri ve ehil olan yeni bir komutanla doldurmalıdırlar. Savaş tecrübesi olan bir komutanın savaşın kazanılmasına sebebiyet vereceği gibi, Müslümanların muhtemel zayiatlarını da önler. Mute savaşında Müslüman ordunun komutanları birbiri ardınca şehit olunca, aralarında Hâlid b. Velid’i komutan olarak seçtiler ve savaşı daha fazla zayiat vermeden bitirme başarısını gösterdiler.
7. Savaşta taktik kabiliyetinin önemi çok büyüktür! Savaşlar sadece insan gücüne ve teknik donanım gücüne dayanmaz. Bunlarla birlikte taktik kabiliyetine de dayanır. Dolayısıyla takdir kabiliyeti yüksek zeki bir komutan, savaşta başarılı olmanın temel faktörlerinden bir tanesidir. Halid b. Velid gibi taktik kabiliyeti yüksek olan bir komutan, Müslümanları topyekûn ölmekten ve savaşın büyük bir mağlubiyete sebebiyet vermeden bitmesini başarmıştır.
8. Her savaştan çekilmek, firar değildir! Savaşlarda asıl olan kazanıncaya kadar savaşı sürdürmek ve Müslümanların izzetini korumaktır. Ancak Müslümanların zayiat ihtimali çok yüksek olduğu durumlarda savaştan çekilmek bir savaş taktiğidir. Böyle hareket etmek, bir taraftan Müslümanların daha fazla zarar görmesini önlerken, bir taraftan da bir sonraki muhtemel savaşta düşmanın karşısına daha güçlü bir şekilde çıkmak için onlara olanak sağlar. Böyle bir durum savaştan kaçmak değil ancak savaş taktiğidir.
MEKKE-İ MÜKERREME’NİN FETHİ
Allah, Hicretin 8. yılda, Rasûlüne Mekke’yi feth etmeyi nasip etti. 13 yıl boyunca Mekke’de kendisine her türlü zulmü reva gören, 8. yılda Medine’yi baskı altında tutarak Müslümanlara göz açtırmayan Kureyşlilerin mağlubiyetini O’na gösterdi. Bu fetih; Arap yarımadasının tamamının fethinin habercisi, Arap kabilelerinin İslâm’ı tercih etmelerinin önündeki en büyük engel olan Mekke’nin fethiydi! İşte bu büyük fethi hazırlayan sebepler şunlardı;
Hudeybiye’de yapılan antlaşma gereği, iki tarafta istediği kabilelerle himaye antlaşması yapabilecekti. Çok eskiden beridir birbirleriyle düşmanlıkları bulunan Huzâa kabilesi Müslümanlarla, Bekiroğulları kabilesi de müşriklerle himaye antlaşması yapmışlardı.
Huzâa kabilesini savunmasız bir şekilde, bir su kuyusunun başında kıstıran Bekiroğulları, 20 civarında Huzâlıyı öldürmüşlerdi. Huzâlılar harem bölgesine sığındıkları halde Bekiroğulları onları öldürmeye devam etmişlerdi. Kureyşliler de onlara silah ve adam desteğinde bulunarak yardım etmişlerdi.
Huzâalılar, Medine’ye bir elçi göndererek yaşadıklarını Allah Rasûlüne haber verdiler. Efendimiz de onlara mutlaka yardım edeceğini söyledi. Bu aynı zamanda Hudeybiye antlaşmasının sona erdiğinin bir ilanıydı. Müşrikler antlaşmaya ihanet ederek, Müslümanların himayesinde olan Huzâlılara saldıran Bekiroğullarına destek olmuşlardı.
Kureyşliler daha sonra yaptıklarına pişman olarak antlaşmayı yenilemek için Ebû Süfyân’ı Medine’ye gönderme kararı aldılar. Ebû Süfyân, atına atlayarak Medine’nin yolunu tuttu. Medine’ye geldiğinden kendisini gizleyerek Efendimizin eşi, kızı Ümmü Habibe’nin yanına geldi. Efendimizin oturduğu mindere oturmak istediğinde kızı minderi onun altından çekti ve oturmasına müsaade etmedi. Ebû Süfyân; “Kızım bu minderimi bana layık görmedin, yoksa beni mi bu mindere layık görmedin?” diye sordu? Aldığı cevap ise; “Bu Allah Rasûlünün minderidir. Sen işe pis bir müşriksin” oldu. Ebû Süfyân aldığı bu cevap karşısında kızına şunları söyledi; “Vallahi benden sonra senin başına kötü şeyler gelmiş”
Ebû Süfyân, Efendimizin yanına geldi ve onunla konuşmak istedi. Lakin Efendimiz onu muhatap almadı. Ebû Süfyân bu sefer, Hz. Ebû Bekr’in yanına gitti. Ebû Bekr’e Efendimizle konuşmasını ve antlaşmayı yeniden tazelemek istediğini iletmesini istedi. Fakat Ebû Bekr; “Ben böyle bir şey yapamam” diyerek onu reddetti. Sonra Hz. Ömer’in yanına giden Ebû Süfyân, Ömer’den şu cevabı aldı; “Değil senin adına Efendimizle konuşmak, senin kelleni koparmak isterdim” tepkisiyle karşılaştı. Hz. Ömer’den de olumlu bir yanıt alamayan Ebû Süfyân bu sefer, Hz. Ali’nin yanına gitti. Akrabalık haklarını gündeme getirerek ondan yardım istedi. Hz. Ali ise; bu konuda kendisine yardım edemeyeceğini, ancak bir sonraki gün öğlen namazında ayağa kalkarak herkesin duyabileceği bir şekilde arabuluculuk yapmak istediğini ilan etmesini ve Mekke’ye geri dönmesini tavsiye etti. Başka bir çıkış yolu bulamayan ve gittiği her kapı üzerine kapanan Ebû Süfyân’da bu öneriyi uygulayarak Mekke’ye döndü.
Mekkeliler Ebû Süfyân’ın eli boş bir şekilde geri gelmesinden dolayı onu ayıpladılar. Artık antlaşma bittiği için Müslümanların her an üzerlerine gelebileceğini biliyorlardı. Ama gel gör ki, kendi güçleri kalmamış, Müslümanlar ise çok büyük bir askeri güce sahip olmuşlardı.
Allah Rasûlü, Müslümanlara savaş için hazırlık yapmaları talimatı verdi. Etraftaki kabilelere de haberciler gönderdi. Medine’de hummalı bir şekilde savaş hazırlıkları başladı. Lakin kimse nereye gidileceğini bilmiyordu. Efendimiz nereye gidileceğini gizli tutuyor, eşlerine dahi söylemiyordu. Allah’tan da; kimsenin Mekke’ye doğru bir hareket olacağının haberini almaması konusunda yardım istiyordu. Şöyle dua ediyordu; “Allah’ım! Kureyş’e, kendi memleketlerinde ansızın baskın düzenleyene kadar onları gözcülerden/casuslardan ve (bizimle ilgili) haberlerden mahrum et” diyordu. Bir grup askeri başka bir vadiye gönderdi ki insanlar o tarafa gidileceğini düşünsünler.
Böyle bir ortamda Hâtib b. Beltea, Kureyşlilere bir mektup yazarak, Medine’de bir savaş hazırlığının olduğunu, muhtemelen hazırlanan ordunun Mekke’ye hareket edeceğini yazarak, bir kafileyle Kureyşlilere göndermek istedi. Peygamberimiz Rabbinin kendisin haberdar etmesi üzerine olaydan haberdar olmuş ve Hz. Ali, Mikdâd, Zübeyr ve Mersed el-Ganevî’yi kafiledeki kadını bularak mektubu almak için görevlendirdi. Bu birlik, Efendimizin dediği yere vardıklarında kafileyi orada buldular ve kadından mektubu istediklerinde kadın kendisinde mektup olmadığını söyledi. Lakin tehdit etiklerini de saçlarının örgüsünün arasından mektubu çıkararak Müslümanlara verdi. Mektubu Hâtıb b. Beltea’nın yazdığı anlaşıldı ve Efendimiz, Hâtıb’ı çağırarak neden böyle bir davranışta bulunduğunu sordu. Oda; Mekke’de yakınlarının olduğunu, onları koruyacak kimsesinin bulunmadığını, Kureyşlilere yaptığı bu iyilikten dolayı Kureyş’in ailesine iyi muamele edeceğini düşündüğünü söyledi. Orada bulunan Hz. Ömer; “Ey Allah’ın Rasûlü! Bırak şu münafığın boynunu vurayım” dediğin de Efendimiz; “O, Bedir ehlindendir. Kim bilir, belki de Allah Bedir’e katılmış olanlara yönelik olarak ‘Dilediğinizi yapın ben sizi bağışladım’ demiştir”[12] diye karşılık verdi. Böylece de, kalbinde İslâm ve Müslümanlara karşı düşmanlık bulunmayan bir kimsenin yaptığı hatadan dolayı cezalandırılmasını Efendimiz uygun görmedi.
Bu konunun önemine yönelik olarak inen Mümtehine sûresi; Hâtıb b. Ebû Beltea üzerinden çok ciddi uyarılarda bulunarak Müslümanlar ile İslâm düşmanı kâfirler arasındaki ilişkinin nasıl olması gerektiğini hükme bağlayan uyarıları gündeme getirdi.
Efendimiz Ramazan ayının 10. gününde İslâm ordusuyla Mekke’ye doğru harekete geçti. Medine’de yerine vekil olarak Ebû Zerr el-Gıfarî’yi bıraktı. Müslümanların sayısı yaklaşık olarak 10 bin kişi civarındaydı. Yolda, Müslüman olarak Medine’ye hicret etmek isteyen amcası Abbas b. Müttalib, amcasının oğlu Ebû Süfyân b. Hâris, halasının oğlu Abdullah b. Ebî Ümeyye ile karşılaştı. Ebû Süfyân b. Hâris ve Abdullah b. Ebî Ümeyye Mekke’deyken Efendimize çok eziyet etmişlerdi. Bundan dolayı Efendimiz onları görmek istemiyordu. Araya giren Ümmü Seleme annemiz, Efendimize hitaben; “Amcanın ve Halanın oğulları sana yaptıkları eziyetlerden dolayı en bedbaht insanlar olmasınlar” dedi. Hz. Ali de, Ebû Süfyân b. Hâris ve Abdullah b. Ebî Ümeyye’ye şunları söyledi; “Gidin Efendimizin karşısına geçin ve Yusuf’un kardeşlerine söylediği şu sözü hatırlatın; ‘Vallahi dediler, Allah seni bizden üstün kıldı. Doğrusu biz suç işlemiştik!’” onlar da söyleneni yaptılar. Bunun üzerine Efendimiz; “Bugün sizi kınamak yok, Allah sizi bağışlasın. O, merhametlilerin en merhametlisidir!” dedi ve onları affetti.
Ordu Ramazan ayında yola çıktıkları için aynı zamanda oruçluydular. Efendimiz, orucun orduya zor geldiğini gördüğünde, oruçlarını açmalarını istedi. Fakat Müslümanlar oruçlarını bozmak istemediler. Bunun üzerine Efendimiz ordunun da görebileceği bir yere çıkarak orucunu açtı ve ordunun da açmasını söyledi. Bunun üzerine onlarda oruçlarını açtılar.
Ordu artık iyice Mekke’ye yaklaşmıştı. Merru’z-Zahrân denilen yere vardıklarında, geceyi geçirmek için orada konaklamalarını, herkesin farklı faklı yerlerde ateşler yakmalarını emretti. Bu sayede de eğer kendilerini takip eden Kureyşliler varsa, Müslümanların çok kalabalık bir orduyla üzerlerine geldiği mesajını vermek istiyordu. Nitekim Mekke’nin lideri Ebû Süfyân b. Harb, Müslümanların her han Mekke’yi ele geçirmek için harekete geçeceklerini bildiğinden tedirginlik içindeydi. Kimi zaman geceleri çıkıyor ve etrafta devriye atıyordu. O gecede de çıkmış ve yakılan ateşleri görünce ordunun çok kalabalık olduğunu anlamıştı. Hz. Peygamberin amcası Abbas da ordudan ayrılmış ortalığı gözlüyordu. Ebû Süfyân’ın sesini duyduğunda onun yanına gidiyor ve Müslümanların büyük bir orduyla geldiklerini, Mekkelilerin artık yapacakları bir şeyin kalmadığını söyledi. Bunun üzerine ne yapması gerektiği konusunda tavsiye isteyen Ebû Süfyân’a; Efendimiz ile görüşüp canını kurtarmasını önerdi. Bunun için kendisini himaye edeceğini de söyledi. Aslında başka yapacak bir şeyi de olmayan Ebû Süfyân, bu teklifi uygun bularak Efendimizle görüşmeyi kabul etti.
Abbas, onu himayeye alıyor ve atının arkasına bindirerek Allah Rasûlünün bulunduğu çadıra götürüyor. Yolda, Hz. Ömer onları görüyor ve; “İşte Ebû Süfyân! Sen ey Allah düşmanı! Herhangi bir antlaşma ve sözleşme olmadan seni elimize düşüren Allah’a hamd olsun” diyor ve hızlıca Efendimize haber vererek öldürülmesi konusunda kendisine izin vermesi için acele ediyor. Nitekim Abbas’ta acele ederek Efendimizin çadırına Ömer’den daha önce giriyor. Hemen sonra Ömer’de çadıra girerek Ebû Süfyân’ın boynunu vurmak için kendisine izin vermesini istiyor. Abbas ise; onu himaye ettiğini söylüyor. Efendimiz, kimsenin Ebû Süfyân’a karışmamasını istedi ve Abbas’a; onu yanında götürüp misafir etmesini sabah olunca da kendisine getirmesini emretti. Abbas’da denildiği gibi yaptı. Sabah olunca da Ebû Süfyân’ı Efendimizin çadırına getirdi.
Efendimiz Ebû Süfyân’a hitaben; “Yazıklar olsun sana ey Ebû Süfyân! Allah’tan başka ilah olmadığını anlama vakti daha gelmedi mi?” diye sordu. Bunun üzerine Ebû Süfyân; putların ilah olmadıklarını anladığını ve eğer putlar Allah’tan başka ilah olsalardı kendilerine yardım edeceklerini söyledi. Bu defa Efendimiz; “Yazıklar olsun sana ey Ebû Süfyân! Benim Allah’ın Rasûlü olduğumu anlamanın vakti gelmedi mi?” diye sordu. Bu soruya; bu konuda kalbinde bir takım şüpheler olduğunu ifade eden bir cevap verdi. Ebû Süfyân’a, Abbas müdahale ederek; “Boynun vurulmadan önce iman et artık” dedi. Bunun üzerine Ebû Süfyân’da iman etti. Akabinde Efendimiz bir genelge çıkartarak; Ebû Süfyân’ın evine giren kimselere güvence verildiğini ilan ettirdi. Ayrıca evine girerek kapısını kapatan, Mescid-i Haram’a sığınan kimselerin de canlarının emniyet içerisinde olacağını ilan etti.
Allah Rasûlü, Abbas’a; Ebû Süfyân’ı ordunun geçeceği vadinin kenarındaki tepeye çıkartarak, Müslümanların nasıl bir güce ulaştıklarını ona göstermesi için talimat verdi. Birlikler, başlarından sancaktarları olduğu halde grup gurup geçmeye başladılar. Her grup geçince Ebû Süfyân; “Bunlar kimlerdir?” diye soruyor, Abbas’da; o grubun kimler olduğunu söylüyordu. En son Efendimizin de içinde bulunduğu Ensâr ve Muhacirler’den oluşan grup geçince Ebû Süfyân; “Fesubhanallah! Bunlarda kim?” dediğinde Abbas; “Efendimizle birlikte Ensâr ve Muhacirlerdir” diye cevap verdi. Bunun üzerine Ebû Süfyân, Hz. Abbas’a yeğeninin büyük bir kral olduğunu söylüyor. Hz. Abbas ise; bunun krallık olmadığını ancak nübüvvet olduğunu hatırlatıyor.
Ensâr birliğinin sancaktarı olan Sa’d b. Ubâde, Ebû Süfyân’ın yanından geçerken; “Ey Ebû Süfyân! Bugün savaş günüdür. Bu gün Kâbe’de savaşın helâl kılınacağı gündür” diye bağırıyordu. Bu söz Efendimize ulaştığında, sancağı Sa’d’dan alıyor, oğlu Kays b. Sa’d’a veriyor ve; “Sa’d yanlış söylemiş. Bu, Allah Teâlâ’nın Kâbe’yi saygın kılacağı ve Kâbe’nin örtüye bürüneceği bir gündür.” diyerek Sa’d’ın söylediğinin doğru olmadığını ifade etmiş oluyordu. Ayrıca Mekke’ye insanları cezalandırmak için değil, aksine onların kurtuluşunu sağlamak için geldiğinin işaretlerini veriyordu.
Ebû Süfyân, hemen Mekke’ye giderek Kureyşlilere hitaben; “Ey Kureyşliler! Muhammed karşı konulmaz bir orduyla üzerinize geliyor. Kim Ebû Süfyân’ın evine girerse güven içerisinde olacaktır. Ayrıca evine girip kapasını kapatanlar, Mescid-i Haram’a giren emniyet içerisinde olacaktır” diyor. Bunu duyan Kureyşliler; “Yazıklar olsun sana Ey Ebû Süfyân!” diyerek onu kınadılar.
Allah Rasûlü, Mekke’ye hep beraber aynı koldan değil, birkaç ayrı koldan girmek istedi. Bunu, tek koldan girdiği taktirde Kureyşlilerin direnme durumlarının olacağını, ayrı ayrı kollardan girdiği zaman ise bunu yapmasının mümkün olmayacağını düşündüğü için yaptı. Nitekim, Kureyş’in gençlerinden bir grup, her ne pahasına olursa olsun Müslümanlarla savaşacaklarını kararlaştırmışlardı. Efendimiz Mekke’ye alt taraftan girecek birliğin başına Hâlid b. Velid’i komutan tayin etti. Bu birlik ile Kureyş’in gençlerinden oluşan bir birlik arasında çatışma çıktı ve yaklaşık müşriklerden 12 kişi öldürüldü. Müslümanlar dan da 2 kişi şehit oldu. Bunun haricinde herhangi bir çatışma olmadı.
Efendimiz, beraberindeki Ensâr ve Muhacir’le birlikte Fetih sûresini okuyarak devesinin üzerinde Mescid’i Haram’a girdi. Devenin üzerinde o kadar eğilmişti ki, neredeyse başı devenin sırtına değecek gibiydi. Büyük bir zafer kazanmanın getirdiği şımarıklıkla değil, tam da bir tevazu ve vakar ile Allah’ı tesbih ederek Mescide girdi. Haceru’l-Esved’i devesinin üzerinden selamladı ve Kâbe’yi tavaf etti. Bir taraftan da şu âyetleri okuyordu;
“De ki, Hak geldi, bâtıl yok oldu; zaten bâtıl yok olmaya mahkumdur!”(İsrâ, 81)
“De ki: Hak geldi, artık bâtıl ne bir şey ortaya çıkarabilir ne de geri gelebilir” (Sebe, 49)
Allah Rasûlü tavafını bitirince, Osman b. Talha’yı çağırarak ondan Kâbe’nin anahtarlarını aldı, Zeyd b. Hârise ve Bilâl b. Rebah ile birlikte Kâbe’ye girerek birer birer putları kırdı. Her putu kırdığından İsrâ Sûresinin yukarıda geçen âyetini okuyordu. Kâbe putlardan temizlendiği zaman, orada iki rekat namaz kıldı.
Efendimiz Kâbe’den çıkınca Hz. Ali Kâbe’nin anahtarlarını kendisine vermesini istedi. Efendimiz ise, Osman b. Talha’yı çağırarak anahtarları tekrar ona geri verdi. Ona, Mekke döneminde Kâbe’ye girmek için izin istediğinde, kendisine nasıl hakaretler ettiğini hatırlattı. Bütün bunlara rağmen Kâbe’nin anahtarlarını çok eskiden beri taşıma görevi kendi sülalesinde olduğu için tekrar Osman b. Talha’ya vererek şu âyeti okudu; “Ey iman edenler! İnsanlar arasında adâletle hükmedin ve emaneti, işi ehline verin…” (Nisâ, 58.) Ayrıca şunları da ilave ediyordu; “Bu anahtarları muhafaza görevi ebed müddet size aittir. Zâlimlerden başkası bu görevi sizden alamaz.” İşte ahde vefa, işte emaneti ehline vermek bu olsa gerek. Düşmanlığa düşmanlıkla karşılık vermemek, aksine ihsanda bulunmak Efendimizin en bariz sıfatlarından bir tanesiydi.
Mescid-i Haram’ın içerisine dolmuş olan Mekkeliler, Efendimizin kendileri hakkında ki kararlarını bekliyorlardı. 13 yıl Mekke’de hakaret ve yalanlamaların her türlüsünü tattırdıkları, kaçarak Mekke’yi terk etmek zorunda bıraktıkları, Medine’de güven içerisinde yaşamasına müsaade etmedikleri insan, Allah’ın yardımıyla kendilerine galip gelmişti. Bütün bunlardan dolayı Mekkeliler kendilerine büyük bir ceza verileceğini düşünüyorlardı. Halkın bu durumunu gören Efendimiz; “Ey Kureyşliler! Benim size ne yapacağımı düşünüyorsunuz?” dedi. Onlar da; “Sen kerim bir babanın kerim oğlusun. Bize iyi davranacağını düşünüyoruz” diye cevap verdiler. Allah Rasûlü’de; “Bu gün size kınama yok, gidin hepiniz serbestsiniz. Sizin durumunuz bana Yusuf’un kardeşlerinin durumu gibidir” dedi.
Efendimiz daha sonra, Safâ tepesine giderek duada bulunduktan sonra, Müslüman olan Mekkelilerden bey’at aldı. Bey’at edenler arasında Hz. Ebû Bekr’in babası Ebû Kuhâfe’de vardı. Efendimiz onun geldiğini gördüğünde, ayağa kalktı ve Hz. Ebû Bekr’e; “Onu neden getirdin, biz onun ayağına giderdik” diyerek onun Müslüman olmasına sevindi.
Ayrıca kadınlar da gelip Efendimize bey’at ettiler. “Allah’a hiçbir şeyi ortak koşmamak, hırsızlık yapmamak, zina etmemek, çocukları öldürmemek, yalan uydurarak kimseye iftira etmemek ve ma’ruf konularda isyan etmemek” üzere bey’at eden kadınlar arasında Ebû Süfyân’ın karısı Hind’de vardı. Hind, tanınmamak için yüzünü bir bezle kapatmıştı. Efendimize; “Kocam bizim ve çocuklarımızın ihtiyacını karşılamadığında ondan gizli olarak parasını almam caiz olur mu?” diye sorduğunda Efendimiz, onu tanıdı ve sorduğu soruya; “alabilirsin” diye cevap verdi. Ayrıca; “Sen Hind misin?” diye sordu. Oda; “Evet” diyerek şunları söyledi; “Ey Allah Rasûlü! Vaktiyle yeryüzünde senin hâne halkın kadar aşağılanıp perişan olmalarını istediğim hiçbir ev halkı yoktu. Ancak bu gün öyle bir hâle geldik ki, yer yüzünde senin ev halkın kadar üstün olmalarını istediğim başka hiçbir ev halkı yoktur” diyerek hissettiği duyguları ifade etti. Bunun üzerine Efendimiz de; “Muhammed’in canını elinde tutana yemin olsun ki, aynı durum, benim içinde geçerlidir” dedi.
Bazı insanlar da Hicret etmek üzere Efendimize bey’at etmek istediler. Lakin Efendimiz; “Hicret ehlinden olanlar, hicretin bütün sevabını alıp götürdüler. Mekke fethinden sonra hicret yoktur. Ancak cihad ve niyet vardır. Onun için cihada çağrıldığınız zaman hemen icabet edin” diye buyurdu.
Mekke fethinde, işledikleri suçlardan dolayı öldürülmesi kararlaştırılan bazı kimseler vardı. Efendimiz; “Onları Kâbe’nin örtüsüne tutunmuş bir vaziyette bile bulsanız öldürün” dediği kimselerdi bunlar. Bunların bir kısmı hak ettikleri cezayı buldu, kimisi de kaçarak sonra bir yolunu bulup Müslüman oldu ve kendileri af ettirdiler. Öldürülenler; İbn Hatal, Makîs b. Sulâbe, Hâris b. Nüfeyl, İbn Hatal’ın şarkıcı bir cariyesiydi.
Müslüman olanlar ise; Abdullah b. Sa’d b. Ebî Serh, İkrime b. Ebî Cehl, Habbâr b. Esved, İbn Hatal’ın şarkıcı bir cariyesi ve birde Vahşi b. Harb idiler. Abdullah b. Sa’d b. Ebî Serh’i Hz. Osman araya girerek affedilmesini sağlıyor. İkrime b. Ebî Cehl’i de karısı araya girerek bağışlanmasını sağlıyor. Vahşi ise, yıllar sonra Medine’ye gelecek, Efendimizden kendisini af etmesini isteyecek, Efendimiz onu af ettiğinde de ismini söyleyerek Müslüman olduğunu açıklayacak böylece de öldürülmekten kurtulmuş olacaktı.
Efendimiz, kuşluk vakti girdiğinde Ebû Talib’in kızı Ümmü Hâni’nin evine giderek yıkandı ve sonra sekiz rekat fetih namazı kıldı. Ümmü Hâni, öldürülmelerinden korktuğu kocasının iki kardeşini himayeye almıştı. Hz. Ali ise onları öldürmek istiyordu. Ümmü Hâni, durumu Efendimize açtığında; “Ey Ümmü Hâni! Senin güvence verdiğin kimseye bizde güvence vermişizdir” diyerek onları af etti.
Ayrıca Bilal b. Rebah’a, Kâbe’nin çatısına çıkarak Ezan okumasını istedi. Bu Müslümanların Mekke’nin otoritesini eline aldığının da bir ilanıydı. Ayrıca putperestliğin yıkıldığı, bunun yerine tevhidin hakim kılındığın da ifadesiydi. Bilâl’in okuduğu ezan müşrikleri rahatsız etti. Hatta kimileri babalarının daha önce öldükleri ve bu manzarayla karşılaşmadıkları için Allah’ hamd ediyorlardı. Efendimiz, yaklaşık olarak 19 gün civarında Mekke’de kaldı. Ayrıca genel bir genelge çıkartarak; “Allah’a ve ahiret gününe iman eden kimse, evinde kırılmadık hiçbir put bırakmasın” diye ilan ettirdi.
Bu arada Ensâr arasında Efendimizin kendi memleketini feth ettiği için Medine’ye dönmeyerek burada kalacağı kanaati hasıl oldu. Böyle bir durumun yaşanması onları çok mutsuz etmişti. Ensâr’ın bu durumundan haberdar olan Efendimiz, onları Sâfa tepesinin yanında toplayarak bir konuşma yaptı. Konuşmasında kısaca şunları söyledi; “Maazallah! Hayatımı sizinle paylaştıysak, ölümümüz de sizin yanınızda olacaktır.” Efendimizin bu şekildeki açıklaması Ensâr’ın gönlüne su serpmişti.
Allah Rasûlü, Hâlid b. Velid’i 30 kişiyle bitlikte Uzzâ putunu yıkmakla görevlendirdi. Uzzâ, Kureyş kabilesinin en büyük putuydu. Ayrıca Amr b. el-As’ı da, bir grup Müslümanla Süvâ putunu yıkmaları için gönderdi. Süvâ putu yıkılınca onun hizmetçisi, putun kendisini koruyamadığını gördüğü için Müslüman oldu. Ayrıca, Sa’d b. Zeyd el-Eşhelî’yi de, 20 kişilik bir birlikle Menât putunu yıkmakla görevlendirdi. Menât; Kelb, Huzaâ, Gassân, Evs ve Hazrec kabilelerinin taptığı puttu.
Allah Rasûlü, Hâlid b. Velid’i İslâm’a dâvet etmek için Cezîmeoğullarına gönderdi. Cahliyye döneminde Hâlid b. Velid’in dayılarının bu kabileyle husumeti vardı. Hâlid bu kabilenin tavırlarından hoşlanmayarak onlarla savaştı. Bir kısmını öldürdü bir kısmını da esir aldı. Daha sorna alınan esirlerin öldürülmelerini emretti. Orduda bulunan Müslümanlardan bir kısmı buna karşı çıktılar. Bu olay Efendimize bildirilince ellerini semaya kaldırarak; “Allah’ım! Hâlid’in yaptığından sana sığınıyorum” diye niyazda bulundu. Hz. Ali’ye yüklü miktarda mal vererek Hâlid’in öldürdüğü insanların kan diyetlerini ödemesi için Cezîmeoğullarına gönderdi.
Ayrıca, Hâlid’in bu yaptığından dolayı Abdurrahman b. Avf ile Hâlid b. Velid arasında tartışma meydana gelmiş ve Hâlid ona hakaret etmişti. Konu Efendimize ulaşınca Efendimiz Hâlid’e şunları söylemişti; “Ağır ol Hâlid! Ashabıma ilişme. Vallahi eğer Uhud dağı kadar altının olsa ve sonra çıkıp bunu Allah yolunda harcayacak olsan, ashabımdan birisinin (cihad için yaptığı) ne bir sabah harekâtının ne de bir akşam harekâtının (sevabına) ulaşabilirsin”
İBRETLER VE DERSLER
HUNEYN SAVAŞI
Kureyş’in Müslümanlar karşısında bir direnç göstermeden yenilgiye uğraması diğer kabilleri de harekete geçirmişti. Kays Aylân kabileleri bir araya gelerek Mekke’nin Müslümanlar tarafından feth edilmesini ve kapılarına kadar gelen Müslümanlara karşı nasıl karşı koyacaklarını istişare ettiler. Bu kabileler içerisinde Hevâzin ve Sakîf kabileleri de vardı. Müslümanların Kureyş’ten sonra kendi üzerlerine geleceğini düşünen bu kabileler, bir birlik oluşturarak Müslümanları bozguna uğratmak istiyorlardı. Bunun haberini alan Efendimiz, 12 bin kişilik bir ordu hazırlayarak Hevâzinlilerin üzerine gitti. Hevâzinlilerin komutanlığı Mâlik b. Avd en-Nasrî yapıyordu. Mâlik; savaşçıların savaştan kaçmamalarını sağlamak için, savaşçıların eş, çocuk ve mallarını da yanlarına alarak savaş meydanına gelmelerini istedi. Kendisine karşı çıkanlar olduysa da neticede Mâlik’in dediği gibi yaptılar. Hevâzin ordusu, Huneyn vadisine Müslümanlardan önce gelerek orada Müslümanlara pusu kurdular.
Efendimiz de, 10 bin kişi Medine’den gelen, ve 2 bin kişide Mekke’den katılan ordusuyla Huneyne hareket etti. Gitmeden önce Safvân b. Ümeyye’den bin kadar zırh almıştı. Safvân, o zaman daha Müslüman olmamıştı. Efendimize; “Bunları gasp mı ediyorsun yoksa ödünç mü almak istiyorsun?” diye sorduğunda, Efendimiz; “Ödünç alacağım” diyordu. Allah Rasuûlü, Mekke’den ayrılırken Attâb b. Esîd’i oraya vekil olarak bırakmıştı.
Ordu, yolda giderken cahiliye döneminde Arapların savaşa gittiklerinde silahlarını astıkları “Zâtü Envât” adında bir ağaca rastladılar. Efendimiz’den kendileri için de bunun gibi bir ağaç edinmesini istediler. Efendimiz ise; “Allah’u Ekber! Siz Musa’nın kavminin Musa’ya dediği gibi ‘Onların ilahları gibi bize de bir ilah yap’ gibi bir söz mü söylüyorsunuz? Kuşkusuz siz bilmeyen bir topluluksunuz, bunlar (kaçınılmaz) yol ve çağrılardır. Siz, sizden öncekilerin yollarını mutlaka izleyeceksiniz” dedi ve kızarak onları o konuda uyardı.
Ordunun 12 bin kişiden oluşması, böyle bir ordunun yenilmeyeceği hissini Müslümanlarda uyandırmıştı. Nitekim Huneyn vadisine girdiklerinde pusuya yatan düşmanın büyük bir saldırısına uğradılar. Ordu paniğe kapılarak kaçmaya başladı. Konu Kur’an-ı Kerim’de şu şekilde ifade edilir; “Andolsun ki Allah, birçok yerde (savaş alanlarında) ve Huneyn savaşında size yardım etmişti. Hani çokluğunuz size kendinizi beğendirmiş, fakat sizi hezimete uğramaktan kurtaramamıştı. Yeryüzü bütün genişliğine rağmen size dar gelmişti, sonunda (bozularak) gerisin geri dönmüştünüz.” (Tevbe, 25)
Müslümanların bu ilk baskında kaçışmaya başlamaları Mekke’de Müslüman olmuş ve henüz cahiliyye kirlerini gönüllerinden atamamış bazı Mekkelileri mutlu etmişti. Hatta, Müslümanların bu kaçışlarının Medine’ye kadar devam edeceğini söylüyorlardı.
Nitekim, Allah Rasûlü, düşmana doğru ilerleyerek amcası Abbas’a ashabına çağrıda bulunmasını istiyordu. Abbas; “Ey Semûre ashabı! (Rıdvan ağacının altında bey’at yapanlar) neredesiniz. Ben Allah’ın Rasûlü’yüm, bana doğru gelin!” diyordu. Bu çağrıyı duyan ashab; “Lebbeyk, lebbeyk (Buyur, emrinizdeyiz)” diyerek icabet ettiler. Ardından Ensâr’a da aynı çağrı yapıldı. Bunun üzerine herkes Allah Rasûlü’nün etrafında toplandılar. Asıl savaş şimdi başlamış oldu. Müslümanların toparlanarak hücuma geçmesi karşısında ve tabii ki Allah’ın da yardımıyla düşman bozguna uğrayarak kaçmaya başladı. Hevâzinlilerin kadın ve çocukları esir, malları da ganimet olarak alındı. Hevâzin’in bütün savaşçıları, ailelerini ve mallarını savaş meydanına getirdikleri için Müslümanlar çokça esir ve ganimet elde etmişlerdi.
Düşman birlikleri bozguna uğradıktan sonra üç gruba ayrıldılar. Kimisi Tâif’e, kimisi Nahle’ye kimisi de Evtas taraflarına gittiler. Evtas’a kaçarak burada karargâh kuran düşmanın üzerine Âmir el-Eş’arî komutasında bir bitlik gönderildi. İki birlik çarpıştılar ve neticede düşman yenilgiye uğratılarak malları ganimet olarak alındı. Bu çarpışmada Âmir el-Eş’arî şehit oldu. Emirliği ondan sonra Musa el-Eş’arî aldı. Nitekim düşman birliğini bozguna uğratmış ve mallarını ganimet olarak almış bir şekilde Efendimizin yanına döndüler.
Efendimiz, bütün esir ve ganimetlerin toplanmasını emretti. Alınan esirlerin sayısı 6 bin civarındaydı. Ganimet olarak alınan mallar ise; “24 bin deve, 40 bin koyun ve keçi, 4 bin okka gümüş ve savaş araç gereçleriydi.
Allah Rasûlü, daha sonra Tâif’e doğru hareket etti. Huneyn savaşında kaçan düşman birlikleri Tâif’e sığınmışlardı. Efendimizde, düşmana hak ettiği cezayı vermek, düşmanın belini bir daha Müslümanlara karşı çıkamayacakları şekilde tam olarak kırmak istedi. Bunun için düşmanın peşini bırakmak istemiyordu. Onları ta Tâif’e kadar takip etti. Hevâzin’in komutanı Mâlik b. Avf en-Nasrî’de kaçarak Tâif’e sığınmıştı. Tâifliler, kalelerine yiyecek stoklayarak kalelerine çekildiler. Efendimiz, kaleyi kuşattı. Tâifliler kaleye yaklaşan Müslümanlara ok atarak bazı Müslümanları yaraladılar.
Hâlid b. Velid her gün onları mübarezeye davet ettiysede kimse Hâlid’in karşısına çıkmaya cesaret edemedi. Efendimiz kaleye çok fazla yaklaşamadıkları için mancınıklar kurdurdu. Mancınıkla atılan atışlardan da bir sonuç alamadılar. Müslümanlar, Tâiflilere ait üzüm ve hurma bahçelerini tahrip etmek için harekete geçtiklerin de, akrabalık haklarını gündeme getirerek bağ ve bahçelerine zarar verilmemesini istediler. Efendimiz de, onların bağ ve bahçelerine zarar verilesini engelledi. Efendimiz, kaleden inen kölelerin azat edileceğine dair çağrıda bulundu. Bu çağrı üzerine 20 civarında köle kaleden inerek teslim oldu.
Tâif kuşatması yaklaşık 20-30 gün sürdü. Efendimiz, orduda bulunan bazı kimselerle istişare etti. Neticede Tâiflilerin bundan sonra bir varlık gösteremeyeceklerini düşünerek kuşatmayı kaldırıp geri çekilme kararı aldı. Ordudan kimileri, Tâif’i feth etmeden gidilmemesi gerektiğini söylese de Efendimiz, Tâiflilerin kendilerine geleceklerini ifade ederek kuşatmayı uzatmanın bir faydasının olmayacağını söyledi. Allah Rasûlü Allah’a şu şekilde niyazda bulunmuştu; “Allah’ım! Sakîflileri hidayete erdir ve onları bize Müslüman olarak getir”
Allah Rasûlü, Tâif’ten döndüğünde Huneyn savaşında alınan esir ve ganimetlerle ilgilendi. Hevâzinlilerin Müslüman olarak geri gelmelerini ve dolayısıyla da ganimet ve esirleri onlara geri vermek istediği için 15 gün civarında bekledi. Lakin kimseler gelmeyince ganimetleri ve esirleri dağıttı.
Mekke’de Müslüman olupta dünya malına tamah eden kimselerinin gönüllerini İslâm’a ısındırmak için onlara çok mal verdi. Bu kabilden, Süfyân’a 100 deve ve 40 okka gümüş verdi. Aynı miktarda ganimeti oğulları Muâviye ve Yezîd’de de veridi. Bunlar gibi, Safvân b. Ümeyye’ye 300 deve, Hakîm b. Hizâm, Hâris b. el-Hâris b. Kelede, Uyeyne b. Hıns, Akra b. Hâbis, Abbâs b. Mirsâd, Alkâme b. Ulâse, Mâlik b. Avf, Alâ b. Hârise, Hâris b. Hişâm, Cubeyr b. Mut’im, Süheyl b. Amr ve Huvaytıb b. Abduluzza gibi Mekke’nin önde gelenlerine de 100’er deve verdi.
Bazı bedeviler mal almak için Efendimizi sıkıştırarak ona eziyet ettiler. Bunun üzerine Efendimiz şu açıklamayı yaptı; “Canımı elinde tutana yemin olsun ki, eğer Tihâme ağaçlarının sayısı kadar hayvanım olsa, yine de onları aranızda paylaştırırdım ve benim cimri yahut korkak veya yalancı olmadığımı görürdünüz” dedi. Ardından bir deveden bir tüy alarak şöyle dedi; “Vallahi beşte birlik pay dışında sizin ganimetlerinizden şu tüy kadar bile payım yoktur. Çünkü ganimet hırsızlığı yapanlar için kıyamet günü bir utanç, şerefsizlik ve ateşe girme sebebi olacaktır” diye buyurdu.
Ensâr, Hz. Peygamberin Mekkeli yeni Müslüman olmuş kimselere yüksek miktarlarda ganimetten pay verilmesini, kendilerine ise çok az verilmesini garipsemişlerdi. Hatta bazıları şunları söylüyordu; “Daha Kureyş’in kanları kılıçlarımızdan kurumamışken, şimdi onlara veriyor bize ise vermiyor” diyorlardı. Ensar’ın bu durumunu Sa’d b. Ubâde, Efendimize bildirdi. Efendimiz ona; kendisinin nasıl düşündüğünü sorduğunda ise; “Bende onlardan birisiyim” diye cevap aldı. Bunun üzerine Efendimiz Sa’d b Ubâde’den Ensâr’ı toplamasını istedi. Ensâr toplanınca da Efendimiz;
“Ey Ensâr! Şimdi ben size desem ki; Siz sapıklık içindeydiniz de Allah benim sayemde sizi doğru yola ulaştırmadı mı? Siz birbirinize düşman idiniz de Allah benim vesilemle sizi kardeşler kılmadı mı? Yine siz tam bir ateş çukurunun tam yanındaydınız da, Allah benim vesilemle sizi oradan kurtardı? Yine siz fakirdiniz de Allah sizi zengin kılmadı mı?” diye sordu. Onlara da “Evet” dediler. Bunun üzerine konuşmaya devam etti;
Sizde bana diyebilirsiniz ki; Sen yalanlanmış bir şekilde bize geldin, biz seni tasdik ettik. Sen bize yapayalnız geldin de biz sana destek verip yardımcı olduk. Kovulmuştun seni barındırdık. Fakir durumdaydın seninle malımızı paylaştık!
Ey Ensârlılar! Bazı insanlar deve ve davarlarla dönerken, siz Allah Rasûlü ile evinize dönmeye razı değil misiniz? Canımı elinde tutan Allah’a yemin olsun ki, eğer hicret olmasaydı, Ensâr’dan bir fert olmak isterdim. İnsanlar bir vadiye, Ensâr da başka bir vadiye dalacak olsa, ben Ensâr’ın vadisini tercih ederdim. Allah’ım! Ensâr’a, Ensâr’ın oğullarına ve oğullarının oğullarına da rahmet et”
Siz bendensiniz bende sizdenim” Bunun üzerine Efendimizin gözlerinden yaşlar boşaldı. Ensâr da, Efendimizin ahde vefa olarak yaptığı bu davranıştan ve hitabından dolayı sakalları ıslanıncaya kadar ağladılar. Sonra da; “Kısmetimiz ve payımız olan Allah Rasûlüne razı olduk” dediler.
Ganimetler dağıtıldıktan sonra, 14 kişi civarında Hevâzin heyeti, İslâm’ı benimsemiş bir şekilde Efendimizin yanına geldiler. Durumlarını Allah Rasûlüne arz ettiler. Özellikle esirler konusunda kendilerine hayırda bulunmasını istediler. Esirler içinde, anneleri, kardeşleri, eşleri ve çocukları olduklarını ifade ettiler. Efendimiz de, malları ve esirleri günlerce beklettiğini buna rağmen gelmediklerinden dolayı dağıttığını, malları mı yoksa esirleri mi istediklerini sordu. Onlarda esirleri istediler. Efendimiz de öğle namazı kılınırken cemaat içinde kalkıp şu şekilde talepte bulunmalarını istedi; “Biz, Rasûlüllah’ın aracılığıyla mü’minlerden ve mü’minlerin aracılığıyla da Allah ve Rasûlün’den esirlerimizin bize geri verilesini talep ediyoruz”
Öğlen mazı kılındıktan sonra sözcüleri kalkıp taleplerini gündeme getirdi. Efendimiz’de ayağa kalkarak kendi ve Abdulmüttaliboğullarına ait olan tüm esirlerin verileceğini söyledi. Ensâr ve Muhacir de esirleri iade edeceğini söylediler. Sadece Akra b. Hâbis, Uyeyne b. Hıns ve Abbâs b. Mirdâs gibi bedeviler vermekten kaçındılar. Bunun üzerine Efendimiz; Hevâzinliler belki gelirler umuduyla ganimetleri ve esirleri beklettiğini, şimdi Müslüman olarak geldiklerini, kimin yanında esir varsa onları teslim etmelerini, vermek istemeyenlerin de ileride kazanılacak ganimetlerden kendilerine altıda bir hisse vereceğini söyledi. Neticede herkes kadın ve çocuk esirleri Hevâzinlilere teslim ettiler.
Daha sonra Efendimiz, ganimetlerin dağıtıldığı ve Hevâzinlilere iade edildiği Ci’râne’de, ihrama girerek Umre’ye niyetlendi. Umre’sini tamamladıktan sonra yene Ci’râne’ye gelen Efendimiz, buradan Medine’ye hareket etti.
Hicretin 9. yılında Efendimiz, Temîmoğullarının cizye ödememek için halkı kışkırttıklarını ve bundan dolayı da bir isyan başlatacağı haberi kendisine geldiğinde, Uyeyne b. Hıns komutasında 50 kişilik bir orduyu üzerlerine gönderdi. Onlara bir baskın yapan Uyeyne b. Hıns komutasındaki birlik, onları bozguna uğratarak 60 civarında esir alarak Medine’ye geri geldiler. Temîmoğullarından bir heyet Efendimizin yanına gelerek, şiirler okudular ve Müslüman olduklarını ifade ederek esirlerini iade etmesini istediler. Allah Rasûlü’de esirlerini onlara geri verdi.
Yine aynı yıl Allah Rasûlü, Tayoğullarının bulunduğu bölgeye Hz Ali’nin komuta ettiği 150 kişiden oluşan bir birlik gönderdi. Bu birlik, cömertlik ve hayırseverliğiyle bilinen Hâtim et-Tâî’nin bölgesine hücum başlattılar. Birtakım ganimetler ve esirler aldılar. Alınan esirler arasında Hâtim et-Tâî’nin kızı Seffâne de vardı. Esirler Medine’ye geldiğinde Allah Rasûlü; Seffâne’ye dilerse kendisiyle evlenebileceğini, dilerse de kavminin yanına geri dönebileceğini söyledi. Seffâne de; kavmine geri dönmek istediğini söyledi. Efendimiz’de ona ikramda bulundu ve bir de binek verdi. Oda geri dönerek kardeşi Adiy b. Hâtim’e yaşadıklarını ve Efendimizin kendisine ikramlarını anlattı. Bunun üzerine Adiy b. Hâtim Medine’ye gelmeye karar verdi.
Adiy b. Hâtim’in daha önceden Peygamberimizden haberi olmuştu. Ancak Efendimizi amacının kral olmak isteyen birisi olarak düşünmüştü. Adiy b. Hâtim, daha önce Hıristiyanlık dinini benimsemişti. Medine’ye gediğinde Efendimizi sordu ona mescidde olduğunu söylediler. Mescide gelen Adiy, halka halinde insanların oturup muhabbet ettiklerini gördü. İçlerinde hangisinin Peygamberimiz olduğunu anlayamamıştı. Ta ki içlerinden birisi; “Ey Allah’ın Rasûlü!” diye soru soruncaya kadar. Bunun üzerine Adiy, Efendimizin kral olmadığını, kral olsaydı giydiği elbiselerle, oturduğu koltuğuyla insanlardan ilk bakışta ayırt edilebileceğini düşündü.
Daha sonra Efendimizin yanına giderek kendisini tanıttı. Efendimiz de onu evine dâvet etti. Mescidin hemen çıkışında yaşlı bir kadın Efendimiz’in önünü keserek O’na uzunca dertlerini anlattı. Efendimizde, kadının dertlerini dinliyor ve ona yardımcı olmaya çalışıyor ve nasihat ediyordu. Bu manzarayla karşılaşan Adiy’in zihnindeki Efendimizin kral olmak istediği yönündeki kanaati iyice silindi. Düşündü ki, bir kral, bu tür durumlarla karşılaştığı zaman, kendisi bu kimselerle muhatap olmaz, adamlarından birisine yönlendirerek onun ilgilenmesini isterdi.
Daha sonra Efendimizin hane-i saadetlerine gelen Adiy’e, evinde bulunan tek minderi vererek üzerine oturmasını istedi. Efendimizin evinde karşılaştığı bu durum bütün önyargılarından arınmasına ve neticede Müslüman olmasına vesile oldu. Ona göre bir kralın evi asla bu şekilde olmaz… Ayrıca kral kendi üzerine oturduğu minderi veya koltuğu bir başkasına vererek kendisi yerde oturmaz… İşte Adiy b. Hâtim’in İslâmlaşmasını sağlayan hadiseler bu şekildeydi.
Ayrıca Efendimiz Adiy b. Hâtim’e İslâm’ın ilerleyen zamanlarda daha fazla coğrafyaya ulaşacağının müjdesini vererek özetle şunları söyledi; “Ey Adiy! Bir kadın Arap coğrafyasının bir ucundan kalkacak ve Kâbe’yi tavaf etmek için gelecek Allah’tan başka kimseden de korkmayacak. Ömrünün uzun olması durumunda Kisra’nın hazinelerinin fethedileceğini, insanların zekat verecek kimseyi bulmakta zorlanacakları günleri göreceğini haber verdi.”
Adiy, Efendimizin de dediği gibi, bir kadının Arap diyarının bir ucundan Allah’tan başka kimseden korkmadan tek başına gelerek hac yaptığını, yine Kisra’nın hazinelerinin Medine’ye geldiğini gördüğünü söyleyerek Allah Rasûlünün müjdelerinin doğru olduğuna tanıklık ettiğini daha sonra bize Buhâri’de geçen bir rivayetle bildiriyordu. (Buhârî, Menâkıb, 25) Efendimizin söylediği üçüncü husus olan insanların zekat verecek kimseyi bulamaması durumunun ise, Ömer b. Abdulaziz zamanında gerçekleştiğini tarihi rivayetler tanıklık yaparak bize bildirmektedirler.
Yine bir gün Efendimiz, ashabına Tevbe Sûresinin 31. Âyetini okuyordu. Âyet, şu şekildedir; “Allah’ı bırakıp da din âlimlerini, rahiplerini, özellikle Meryem oğlu Mesîh’i rab edindiler. Oysa tek bir Tanrı’ya kulluk etmekle emrolunmuşlardı. O’ndan başka tanrı yoktur; O yüceler yücesidir, onların yakıştırdıkları eş ve ortaklardan bütünüyle uzaktır.” (Tevbe, 31) Adiy b. Hâtim Efendimize itiraz ederek; “Ey Allah’ın Rasûlü! Ben Yahudi ve Hıristiyanları bilirim. Onlar, haham ve Rahiplerini Rabler edinmiyorlar” dedi. Bunun üzerine Efendimiz; “Haham ve Rahipler, Allah’ın haramını helal, helalini de haram yapınca onlara itaat etmiyorlar mı?” diye sordu. Adiy; “Evet ediyorlar” dedi. Efendimiz de; “İşte bu Rab edinmektir” diyerek ayeti izah etti.
İBRETLER VE DERSLER
Huneyn savaşında Müslümanlar, sayılarının çok olmasını savaşın galibi olmak için yeterli görmüşlerdi. Lakin neredeyse savaşı kaybetmekle karşı karşıya kalmışlardı; “…Nice az sayıda bir birlik Allah'ın izniyle çok sayıdaki birliği yenmiştir. Allah sabredenlerle beraberdir, dediler.” (Bakara, 249)
TEBÜK GAZVESİ
Müşrik Araplarla olan mücadele, Mekke’nin fetih ve Hevazinlilerle olan savaşla birlikte artık sona ermişti. Artık Bizans’ın kontrolündeki Hıristiyan Arap kabileleri ve Sasanilerin egemenliğinde olan topluluklarla mücadelenin zamanını gelmişti. Bizans kuvvetleri Sasanilere karşı bu süreçlerde daima galip geliyor ve buda onları şımartıyordu. Efendimizin ve ondan sonra da Raşit Halifelerin yaptığı savaşların büyük bir kısmı bu bölgeye yönelik olmuştur. Bu bölgede Mûte savaşı yaşanmış, Rumlar ve onların desteklediği Arap kabileleri, bu savaşta tam bir başarı elde edememişlerdi. Arkalarında büyük bir imparatorluk olan Bizansı gören Arap kabileleri, Müslümanların yayılmasından rahatsız olmuş, bu yayılmacılığın yarın kendilerini de tehdit edecek bir boyuta ulaşacağını düşündüklerinden Medine’ye yönelik bir saldırı hazırlığına başlamışlardı.
Bu haber Efendimize geldiğinde, Medine’de savaş için seferberlik ilan edildi. Gidilecek yerin çok uzak olması, sıcakların en yüksek seviyede olması ve hasat mevsimi olması gibi sebepler savaşı zorlaştıran hususlardandı. Bundan dolayı, daha önce düşmanı ve gidilecek yerleri söylemeyen Efendimiz, bu defa gidilecek yeri ve düşmanın kimler olduğunu söyledi ve hazırlıkların buna göre yapılmasını istedi.
Savaşa gidecek ordunun teçhizatlandırmak için Allah Rasûlü, Müslümanları infak etmeye dâvet etti. Bunun üzerine ashap infak etmekte yarışa girdiler. Hz. Ebû Bekr, savaşta işe yarayacak elinde avucunda ne varsa hepsini infak etti. Hz. Ömer ise, malının yarısını infak etti. Hz. Osman’ın, 10 bin dinar 900 deve, 100 adette at infak ettiği rivayet edilir. Aynı şekilde diğer sahabeler de bu yarışta yerlerini aldılar. Fakir olan Müslümanlar da imkânları nispetinde bir avuç hurmada olsa getirip infak ediyorlardı. Münafıklar, bu fakir sahabelerin yaptığı infakı küçümsedi ve alay konusu yaptılar. Konuyu gündeme getiren âyet şu şekildedir; “Sadakalar konusunda müminlerden hem gönüllü olarak fazla fazla verenlere hem de daha fazla verecek bir şey bulamayanlara dil uzatıp onlarla alay edenleri Allah maskaraya çevirecektir. Onlar için elem verici bir azap da vardır.” (Tevbe, 79)
Savaşa katılmak isteyen fakir sahabeler Efendimizin yanına gelerek, savaşa katılmak istediklerini, ancak bineklerinin olmadığını söylediler. Yolun çok uzun olmasından dolayı, savaşa bineksiz gitmenin mümkün olmayacağından dolayı binekli katılma şartı vardı. En az iki kişinin bir bineği olmalıydı. Efendimiz, bu fakir sahabelere; “Sizi bindirecek binek bulamıyorum” diyerek geri çevirdi. Bunun üzerine savaşa katılamadıkları için ağlayarak geri döndüler. Konuyla ilgili âyette şu şekilde buyurulmaktadır; “Kendilerini bindirip (cepheye) sevk edesin diye sana geldikleri zaman, senin, "Sizi bindirebileceğim bir şey bulamıyorum" dediğin; bu uğurda harcayacakları bir şey bulamadıklarından dolayı üzüntüden gözleri yaş döke döke geri dönen kimselere de bir sorumluluk yoktur.” (Tevbe, 92)
Bir tarafta savaşa katılmadıkları için üzüntüsünden dolayı ağlayanlar, bir tarafta da savaştan kaçmak için Allah Rasulünün yanına gelerek yalan mazeretler üretenler vardı. Münafıklar, Efendimizin etrafını sararak türlü türlü yalan mazeretler uyduruyorlar, Efendimiz de onlara savaşa katılmamaları için izin veriyordu. Bu kimseler, savaşa katıldıkları taktirde Müslümanların faydasına değil, zararına sebebiyet verecek işler yapabilirlerdi.
Allah Rasûlü, Medine’de yerine Muhammed b. Mesleme’yi vekil olarak bıraktı. Hz. Ali’yi de ailesine sahip çıkması için bıraktı. 30 bin savaşçıyla yola çıktı. Askerler develere sırayla biniyorlardı. Efendimiz de deveye sırayla biniyordu. Ordu yoldayken, Hz. Ali geriden gelerek orduya yetişti. Efendimize giderek Münafıkların kendisi hakkında; “Muhammed damadını ölmesin diye götürmedi” gibi sözlerinden dolayı dayanamadığını, bunun üzerine orduya katılmak istediğini söyledi. Efendimiz’de ona müsaade ederek şunları söyledi; “Sen benim yanımda, Harun’un Musa yanındaki durumunda olmaya razı değil misin? Şu farkla ki benden sonra peygamber gelmeyecektir” dedi.
İslâm ordusu, yolda Semûd kavminin helak oldukları bölgeye uğradılar. Kuyulardan su alarak hamur yoğurdular, yemek yaptılar. Efendimiz, onlara müdahale ederek, hamurları ve yemekleri havanlara yedirmelerini, hızlı bir şekilde o vadiden uzaklaşmalarını söyledi. O vadinin Semûd kavminin helak edildiği yer olduğunu söyleyerek, Kur’an’ın gündeme getirdiği hadiseleri bu şekilde ashabının gündemine getirmişti.
İslâm ordusu Tebük’e doğru ilerlerken, geride kalan samimi mü’minler de vardı. Bunlardan bir tanesi de Ebû Hayseme idi. İslâm ordusu Medine’den ayrıldıktan sonra kendi kendine; “Rasûlüllah şu an sıcağın altında, Hayseme ise serin bir gölgenin altında kendisi için hazırlanış serin su ve kadınlar ile birlikte! Şu anki halim hiç adil değil” dedi ve kadınlarına hazırlık yapmalarını, Efendimize yetişmek için Tebük’e gideceğini söyledi ve yola çıktı. İslâm ordusu Tebük’e varıp karargâh kurduğunda arkadan bir kişinin geldiği söylendi. Efendimiz; “Bu gelen Ebû Hayseme olsa gerek” dedi. Nitekim o, geçde olsa Allah’ın ve Rasûlünün davetine icabet etmiş, savaşa katılma şerefine ulaşmıştı.
Ordudan geriye kalan sadece Ebû Hayseme değildi. Ebû Zerr el-Gıfarî’de geride kalmıştı. Onun geri kalma sebebi Ebû Hayseme ile aynı değildi. O, İslâm ordusuyla birlikte yola çıkmış, lakin yaşlı devesi yolda yere yığılıp kalması ve bir daha onu hareket ettirememesinden dolayı, geri kalan yolu yürümek zorunda kalması sebebiyle geride kalmıştı. Onun geriden geldiğini gören Efendimiz; “Ebû Zerr, yalnız yürür, yalnız yaşar ve yalnız ölür” diye buyurdu. Nitekim Ebû Zerr, Hz. Osman’ın döneminde şikayet üzerine Rebeze köyüne sürülmüş ve hayatının geri kalan yıllarını burada yalnız yaşamak zorunda kalmıştı. Ve nihayetinde de orada yalnız ölmüştü. Hatta vefat ettiğinde, cenazesini defnedecek kimseler bulunamamış, Hacca gitmek için yolu onun yaşadığı yerden geçen Abdullah İbn Mes’ud ve arkadaşları tarafından defnedilmişti.
Allah Rasûlü Tebük’te 20 gün kadar kaldı. Rumlar ve onların güdümündeki Arap kabileleri Müslümanların karşısına çıkmaya cesaret edemediler. O bölgenin civarlarında yaşayan Eyle, Cerbâ, Ezruh ve Mînâ kabilelerinin liderleri gelerek Efendimiz ile cizye antlaşması yaptılar. Efendimiz, onlar için bir emannâme hazırladı. Bu emannâmeye uygun hareket ettikleri sürece Müslümanların yaşadıkları bölgelerde dolaşım ve konaklama hakları vardı. Uymadıkları taktirde de, can ve malları güvende olmayacaktı.
Yine Allah Rasûlü, Tebük’de iken, Hâlid b. Velid komutasında 450 civarında askerden oluşan bir birliği Dûmetü’l-Cendel’e gönderdi. Hâlid b. Velid hemen harekete geçerek Dûmetü’l-Cendel’e hareket etti. Hâlid, Dûmetü’l-Cendel lideri, Ükeydir’i avlanırken yakaladı ve esir aldı. Sonrada Efendimizin yanına getirdi. Allah Rasûlü onunla 2 bin deve, 800 at, 400 zırh ve 400 mızrak karşılığında antlaşma yaptı. Bunun karşılığında da onu serbest bıraktı. İslâm ordusu çok uzun yollar kat ederek geldikleri Tebük’te herhangi bir çatışma yaşamamış, bölge kabileleriyle antlaşmalar yaparak karlı bir şekilde Medine’ye dönümüşlerdi.
Ordunun Tebük’e gidiş ve dönüşü yaklaşık 50 gün civarında sürdü. Ordu dönüş yolundayken, bir grup münafık Efendimize tuzak kurarak O’nu öldürme girişiminde bulundular. Yaptıkları plana göre, Efendimiz vadinin dar bir yerinden geçerken yukarıdan taş atarak O’nu öldürmekti. Lakin başarılı olamadılar ve kaçarak canlarını kurtardılar. Efendimiz de onların kimler olduğunu, Allah’ın bildirmesiyle Huzeyfe’ye haber vermişti. Bu sebeple Huzeyfe b. el-Yamânî, Allah Rasûlünün sırdaşı (Sâhibu sırri Rasûlüllâh) olarak isimlendiriliyordu.
Allah Rasûlü, Tebük’e gitmeden önce bir grup münafık Efendimizin yanına gerek, özellikle hava şartlarının ağır olduğu dönemlerde Mescide gelmekte zorlandıklarını, bunun için bulundukları bölgede bir mescid inşa ettiklerini, kendisinin de gelip orada namaz kılmasını istemişlerdi. Efendimiz de, Tebük’e gitmek için yola çıkacağını, dönüşte uğrayarak inşa ettikleri mescitte namaz kılabileceğini söylemişti. Lakin, münafıkların derdi insanlara namaz kılacak bir yer inşa etmekten ziyade, kendi amaçlarına ulaşmak için yaptıkları yere meşruiyet kazandırmak ve bu sebeple de, kimse farkına varmadan hedeflerine ulaşmaktı. Onların bu niyetlerini, Rabbimiz Allah Rasûlüne şu âyetle bildirmiştir; “(Münafıklar arasında) bir de (müminlere) zarar vermek, (hakkı) inkâr etmek, müminlerin arasına ayrılık sokmak ve daha önce Allah ve Resûlüne karşı savaşmış olan adamı beklemek için bir mescid kuranlar ve: (Bununla) iyilikten başka birşey istemedik, diye mutlaka yemin edecek olanlar da vardır. Halbuki Allah onların kesinlikle yalancı olduklarına şahitlik eder.” (Tevbe, 107) Allah Rasûlü onların niyetlerini öğrendikten sonra, o mescidi yıkması için bir grup Müslümanı gönderdi. Yıkılan “zarar mecsidinin (Mescid-i Dirâr” yeri çöplüğe çevrildi. Münafıklar da yukarıda âyetin ifade ettiği amaçlarına ulaşamadılar.
Ayrıca Efendimiz dönüş yolundayken Uhud dağını gördü ve; “İşte Tâbe ve işte Uhud! Kendisini sevdiğimiz, kendisinin de bizi sevdiği dağ” diyerek insanların dikkatlerini kutlu bir mağlubiyet olan Uhud savaşına çekmişti.
Allah Rasûlü, Medine’ye geldiğinde her zaman adeti olduğu üzere ilk önce mescide gider, iki rekat namaz kılar ve bir müddet mescitte kalarak sohbet eder, varsa gelişmelerle ilgili bilgi alırdı. Yine aynısını yaptı. Efendimiz mescitteyken savaşa katılmayan münafıklar yanına gelerek türlü türlü yalanlar söyleyerek Allah Rasûlünden bağışlanma dilediler. Efendimiz de onlar için bağışlanma diledi ve mazeretlerini kabul etti.
Münafık olmadığı halde savaştan geri kalan üç samimi Müslümanda vardı. Bunlar, Ka’b b. Mâlik, Hilal b. Ümeyye ve Mürâre b. er-Rebi idi. Bunlar da Efendimiz yanına gelmiş ve doğruyu söylemişlerdi. Efendimiz, bu üç sahabeyle konuşulmasını yasakladı ve Allah’ın kendileri hakkında hüküm verinceye kadar da bu cezanın devam edeceğini ifade etti. Bu üç sahabe için zor günler başladı.
Ka’b b. Mâlik yaşadıklarını özet olarak şu şekilde anlatmaktadır; Savaşa gitmeme gerekçesi imkân yokluğundan olmadığını, aksine imkânlarının her zamankinden daha fazla olduğunu, üşenmesi ve hazırlık yapmayı hep ertelemesi neticesinde ordudan geri kalmıştı. Ordu gittikten sonra sokaklarda özürlü ve münafıkların olduğunu gördüğünde yaptığına pişman olmuştu. Nitekim Efendimiz Tebük’ten döndüğünde, yalan söyleyerek münafıklar gibi kendini kurtaracak akli kabiliyette olduğunu, ama bunu yaptığı taktirde Allah’ın yalanlarını ortaya çıkaracağını bildiğinden bu yola tevessül etmeden doğruları söylediğini, amcasının oğlu Ebû Katade’nin yanına giderek selam verdiğini ancak Ebû Katede’nin selamını almadığını ve; “Allah ve Rasûlü daha iyi bilir” diyerek kendisiyle konuşmadığını ifade ediyor. Bazen mescide gittiğinde Efendimizin ondan yüz çevirdiğini, namaza durduğu zaman ise Efendimizin kendisine baktığını söylüyor. İşte tam bu süreçte, Gâssan melikinden kendisini himaye edecek bir mektup geldiğini, ancak kendisinin; “Buda başka bir musibet” diyerek bu mektubu yırtıp attığını, netice de ceza 40 güne ulaştığında Peygamberimizin hanımlarıyla da cinsel ilişkiden uzak durmalarını emrettiğini, kendisinin genç ve sağlıklı olmasından dolayı eşini babasının evine gönderdiğini anlatıyor. Ka’b anlatmaya devam ederek; Ancak Hilâl b. Ümeyye’nin karısı yaşlı olan kocasına bakmak için Efendimizden izin istediğini, Efendimiz de cinsel birleşme haricinde ona hizmet edebileceği konusunda ona izin verdiğini söylüyor. Cezanın ellinci gününe geldiğinde, bütün dünyanın kendisi için artık dar gelmeye başladığını, evinin damında sabah namazını kılarken bağışlandıklarına dair haberin kendisine geldiğini, haberciye üzerindeki elbiseyi vererek Efendimizin yanına koştuğunu, Efendimizin de kendisini tebrik ettiğini, o günden sonra bir daha bilerek yalan söylememeye yemin ettiğini ifade ediyor.
Bu üç samimi mü’minin bağışlandığı bildiren âyet ise şu şekildeydi; “Ve (seferden) geri bırakılan üç kişinin de (tevbelerini kabul etti). Yeryüzü, genişliğine rağmen onlara dar gelmiş, vicdanları kendilerini sıktıkça sıkmıştı. Nihayet Allah'tan (O'nun azabından) yine Allah'a sığınmaktan başka çare olmadığını anlamışlardı. Sonra (eski hallerine) dönmeleri için Allah onların tevbesini kabul etti. Çünkü Allah tevbeyi çok kabul eden, pek esirgeyendir. Ey iman edenler! Allah'tan korkun ve doğrularla beraber olun. (Tevbe, 109-120)
Allah Rasûlü Tebük’ten döndükten sonra; Habeşistan kralı, Ashame b. el-Ebhar’ın vefat ettiği haberi Medine’ye geldi. Efendimiz onun cenaze namazını gıyâbî olarak Medine’de Müslümanlarla beraber kıldı.
Yine bu yıl, Allah Rasûlünün Hz. Osman ile evli olan kızı, Ümmü Gülsüm’de vefat etti. Efendimiz Hz. Osman’a; “Eğer üçüncü bir kızım daha olsaydı onu da seninle evlendirirdim” diyerek ona ne kadar değer verdiğini ifade etti.
Yine bu aylarda, münafıkların başı olarak kabul edilen Abdullah b. Übey b. Selül öldü. Vasiyeti üzere cenaze namazını Efendimizin kıldırmasını istiyordu. Ayrıca mezarının başına gelerek dua etmesini ve Efendimizin ridasıyla kefenlenmek istediğini de vasiyet etmişti. Hz. Ömer’in bunu doğru görmemesine rağmen Efendimiz, onun cenaze namazını kıldırdı ve kabrinin başında dua etti. Daha sonra bu gibi kimselerin cenaze namazlarını kılmayı yasaklayan âyetler indi. Konuyla ilgili ayet şu şekildedir; “Onlardan ölmüş olan hiçbirine asla namaz kılma; onun kabri başında da durma! Çünkü onlar, Allah ve Resûlünü inkâr ettiler ve fâsık olarak öldüler.” Tevbe, 84)
İBRETLER VE DERSLER
İLK HAC
Mekke feth edildikten sonra ilk hac mevsiminde Allah Rasûlü Hz. Ebû Bekr’i hac emiri tayin ederek Müslümanların başında hacca gönderdi. Hz. Ebû Bekr; hem İslâm devleti adına hacı organize edecek, hem de cahiliyeden kalan adetleri ortadan kaldıracaktı. Hz. Ebû Bekr, yola çıktıktan sonra Tevbe sûrsinin ilk âyetleri nazil oldu. Efendimiz, hacda bu âyetleri ilan etmesi için Hz. Ali’yi görevlendirerek Mekke’ye gönderdi. Hz. Ebû Bekr Hz. Ali’nin geldiğini gördüğünden ona; emir olarak mı yoksa memur olarak gediğini sordu. Memur olarak geldiğini söyleyen Hz. Ali ile birlikte hacın rükûnlarını Hz. Ebû Bekr’in öncülüğünde yaptılar. Bayramın birinci günü Hz. Ali cemrelerin yanında ayağa kalkarak vazifesini yerine getirdi. Tevbe sûresinin baş tarafındaki âyetleri okudu ve sonra da şunları ekledi; Allah Rasûlüyle antlaşması olan kimselerin 4 ay sonra antlaşmalarının sona ereceğini, antlaşması olmayanlara da 4 aylık mühlet tanındığını, ancak antlaşmalarına sadık kalan kimselerin antlaşmaları ise kararlaştırılan surenin sonuna kadar devam edeceğini, bu yıldan sonra müşrik olanların hac yapamayacakları ve Kâbe’yi bu yıldan sonra hiç kimsenin çıplak olarak tavaf edemeyeceğini ilan etti.
Bu ilan, aslında Arap yarımadasında putperestliğin bittiğinin ve bundan sora putperestliğe asla izin verilmeyeceğinin bir ilanıydı. Ayrıca putperest olup da İslâm’a ve Müslümanlara karşı düşmanlık yapan ve Müslümanlarla bir antlaşması olmayan kimselerin canlarının güvence altında olmayacağının da bir ilanıydı.
HEYETLER YILI
Bu yıl kabilelerin Medine’ye gruplar halinde gelerek Müslüman olduklarını ilan ettikleri bir yıl oluyor. Kimileri de Müslüman olmadıkları halde gelip Efendimizle antlaşmalar yaparak geri dönüyorlardı. Arap kabileleri siyasi manada Kureyş’e tabi idiler. Kureyş Müslüman olmadan onlarında Müslüman olması söz konusu olmayacağı gibi, Kureyş’e rağmen bu kabilelerin İslâm’ı tercih etmeleri de söz konusu olamazdı.
Nitekim Risâletin Mekke döneminde bu kabilelerin çoğu hac için Mekke’ye geldiklerinde Efendimiz onlara İslâmî davetini götürmüş onlar ise şu şekilde karşılık vermişlerdi; “Muhammed ve Kureyş’i baş başa bırakın. Eğer Kureyş Muhammed’in işini bitirse ne âla, yok eğer Muhammed Kureyş’e galip gelirse bizde gider ona tabi oluruz” İşte Kureyş, Müslümanlar karşısında yenilip sonrada İslâm’ı seçince, diğer kabiller de sırasıyla Medine’nin yolunu tuttular. Tarihçilerin naklettiğine göre gelen bu heyetlerin sayısı 70 civarındadır. Gelen heyetlerin İslâm devletinin otoritesini kabul etmesi neticesinde, Arap yarımadasının tamamı Müslümanların kontrolüne girmiş oluyordu.
Bu heyetlerden birkaçı şunlardır;
Devs Kabilesi Heyeti
Mekke döneminde Tufeyl b. Amr ed-Devsi Mekke’ye gelmiş, Kureyşlilerin Peygamberimiz hakkındaki kara propagandalarına rağmen Efendimizle görüşüp Müslüman olmuştu. Tufeyl’in gayretleriyle Devs kabilesi Müslüman olmuş ve yaklaşık olarak 70 kişiden oluşan bir heyetle Medine’ye gelmişlerdi. Efendimiz o sıra Hayber’de olduğu için Hayber’e giderek Efendimizle orada görüşmüşlerdi.
Ferve b. Amr el-Cüzâmî’in Elçisi
Ferve b. Amr el-Cüzâmî, Rumların egemenliği altındaki Arap kabilelerinden birisi olan Cüzâmîlerin lideriydi. Mûte savaşından sonra Müslüman olmuştu. Bir elçi göndererek Efendimize bağlılıklarını bildirdi. Onun Müslüman olduğunu öğrenen Rumlar, onu hapsederek öldürdüler.
Sudâ Kabilesinin Heyeti
Alla Rasûlü, Taif seferinden sonra bu kabilenin yaşadığı bölgeye 400 kişilik bir birlik göndermişti. Bu kabilenin önde gelenlerinden birisi olan Ziyad b. El-Hâris es-Sudâî Efendimizin yanına gelerek kavminin kefili olduğunu söyleyerek birliği geri çekmesini istedi. Efendimiz, bu şahsiyetin talebi üzerine birliği geri çekti. Ziyad, kavmine dönerek onları Hz. Peygamber ile görüşmeye gitmeleri konusunda ikan etti. Onlar da 5 kişilik bir heyeti Medine’ye gönderdi ve neticede İslâm’ı kabul ederek kavimlerine geri döndüler.
Ka’b b. Züheyr b. Ebî Sülamâ’nın Gelişi
Ka’b b. Züheyr, Arapların meşhur şairlerinden birisiydi. Allah Rasûlünü hicv eden şiiler söylemişti. Taif dönüşünde kardeşi Büceyr b. Züheyr ona bir mektup yazarak, Allah Rasûlünün kendisine ve İslâm’a hakaret eden birçok şairi öldürttüğünü, bundan dolayı bir an önce Efendimizin yanına gelerek eman almasını, yoksa kendisin de öldürtüleceğini yazdı. Birkaç mektuplaşmadan sonra Ka’b, gizlice Medine’ye geldi ve Cühayneli bir adamın evinde misafir oldu. Daha sonra Efendimizin yanına giderek Ka’b b. Züheyl’in Medine’ye geldiğini ve kendisinden eman istediğini, eğer eman verirse Ka’b’ı kendisine getirebileceğini söyledi. Efendimiz de ona eman vereceğini söyleyince, kendisninin Ka’b b. Züheyl’in olduğunu söyledi. Efendimiz onu tanımadığı için Ka’b bu şekilde davranmıştı. Bunun üzerine orada bulunan Ensâr’dan bir zat, hemen Ka’b’ın üzerine atladı. Efendimiz ise; “Bırak onu. Adam, geçmişte yaptıklarına pişman bir vaziyette, tevbe ederek gelmiş” diyerek Ka’b’a zarar verilmesine müsaade etmedi. Bunun üzerine Ka’b b. Züheyr meşhut kasidesini (Kaside-i Bürde) okudu.
Sakîf Heyeti
Reisleri Urve b. Mes’ûd es-Sakafî hicretin 8 yılında, Efendimiz Taif kuşatmasını kaldırıp Medine’ye dönerken, Efendimizin yanına gelerek Müslüman oldu. Urve, sonra kavminin yanına döndü ve onları İslâm’a davet etti. Taifliler ona itaat etmek yerine, onu ok yağmuruna tutarak öldürdüler. Bu hadiseden yaklaşık bir ay sonra kendi aralarında bir istişare yaparak durumlarını görüştüler. Neticede etraflarındaki hemen her kabilenin Müslüman olduğunu, sadece kendilerinin kaldığını, Müslümanlara karşı bir başarı elde etme imkânların hiç kalmadığını söylediler. Bunun üzerine 6 kişilik bir heyeti Medine’ye gönderme kararı aldılar. Sakîf heyeti Medine’ye geldiğinde Efendimiz, onlara Mescid’in içinde bir çadır kurdurdu. Bu şekilde Müslümanların ibadetlerine vakıf olmaları sağlanacaktı.
Sakîf heyetinin başkanı, Efendimizden kendileri için bir sulh antlaşması hazırlamasını istedi. Yapılacak bu akitte; zina, içki ve faiz gibi hususların yasaklanmamasını, Lât’a dokunulmamasını ve namazdan da muaf tutulmak istediklerini ifade etti. Ancak Allah Rasûlü, bunların hiç birisini kabul etmedi. Heyet kendi aralarında tekrar istişare ettiler. Netice de Allah Rasûlünün şartlarını kabul edeceklerini ifade ettiler. Sadece Lât putunu kendilerinin yıkamayacaklarını söylediler. Efendimiz de; Lât’ı kendisinin yıktıracağını söyleyerek bu tekliflerini kabul etti. Onlar için bir belge hazırladı ve Osman b. Ebi’l-Âs es-Sekâfî’yi onlara emir olarak tayin etti. Osman çok samimi biri olduğundan kısa zamanda Kur’an’ı iyi bir şekilde öğrenmiş, birçok İslâmî konularda bilgi sahibi olmuştu. İçlerinde en liyakatli kişi o olduğu için, Efendimiz onun kavminin emiri olarak seçmişti.
Heyet, Taif’e döndüğünde ilk önce yaptıkları antlaşmayı gizleyerek onları korkuttular. Efendimizin, zina, içki ve faiz gibi uygulamaları terk etmemeleri durumunda kendileriyle savaşacağını söylediğini belirtiler. Birkaç gün konuyu enine boyuna düşünen Sakîfliler sonuçta Efendimizin şartlarını kabul edeceklerini söylediler. Bunun üzerine heyettekiler Allah Rasûlüyle yaptıkları antlaşmayı söylediler. Sonuçta Taifliler Müslüman oldular.
Allah Rasulü, Hâlid b. Velid komutasında bir birliği Lât putunu kırmak için gönderdi. Giden birliğin içinde Muğîre b. Şu’be de vardı. Sakîfliler toplanmış Lât putunun kırılmasını izliyorlardı. Muğîre, elindeki kazmayı Lât putuna indirince kendini yere attı. Sakîfliler, Lât’ın Muğîre’ye zarar vererek çarptığını düşündüler. Düştüğü yerden kalkan Muğîre, bunun bir oyun olduğunu, putun taş ve çamurdan yapıldığını, fayda ve zarar vermesinin mümkün olmadığını söyleyerek putu parçaladı. Birlik, Lât’ın yanında çıkan değerli eşyaları alarak Medine’ye döndü. Efendimiz de, çıkan değerli eşyaları Müslümanlar arasında taksim etti.
Yemen Hükümdarlarının Mektubu
Allah Rasûlü Tebük’ten döndükten sonra, Yemen’de hüküm süren liderlerin mektupları kendisine ulaştı. Hâris b. Abdulkülâh, Nuyam b. Abdulkülâh ve Nu’mân adındaki bu liderler, gönderdikleri mektupta Müslüman olduklarını söylüyorlardı. Efendimiz de, onlara bir cevap mektubu yazdı. Müslümanların yapmaları gereken sorumlulukları yazdığı gibi, Müslüman olmayan tebaanın da cizye verdikleri taktirde zimmet güvencesi altında olacaklarını yazdı.
Ayrıca Allah Rasûlü, Muâz b. Cebel’i de onlara hem kadı, hem savaşlarda liderlik yapması ve aynı zamanda da zekatları toplamakla görevlendirerek gönderdi. Ayrıca Müslümanlara namaz kırdırmasını da emretti. Muâz’ı Yemen’e gönderken şu tavsiyelerde bulundu; “Sen halkın çoğunun Ehl-i Kitap olduğu bir beldeye gidiyorsun. Onları önce tek olan Allah’a iman etmeye ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmadan ibadet etmeye ve benimde Allah’ın Rasûlü olduğumu kabul etmeye çağır. Eğer bunu kabul ederlerse, gece ve gündüzüyle günde 5 vakit namazı kılmaları gerektiğini söyle. Bunu da kabul ederlerse, mallarında yoksul ve fakirlerin hakkı olduğunu bildir, mallarının iyi olanlarını almaktan sakın ve mazlumun bedduasından da sakın. Çünkü mazlumun bedduası ile Allah arasında herhangi bir perde yoktur.”
Ayrıca Efendimiz Muâz’a; “Karşına bir mesele gediğinde neyle hükmedeceksin?” diye sorduğunda, Muâz; “Allah’ın kitabıyla” diye cevap verdi. Bu defa Efendimiz; “Orada bulamazsan?” diye sorduğunda ise Muâz; “Senin sünnetinle” diye cevap verdi. Efendimiz; “Ya orada da bulamazsan?” diye sorduğunda ise Muâz; “İctihad ederim” diyor. Bunun üzerine Efendimiz, Allah’a hamd etti. Bu şekilde de Allah Rasûlü, İslâm’ın hüküm kaynakların en önemlilerinin vahiy, sünnet ve içtihat olarak göstermiş oluyordu.
Ayrıca Musa el-Eş’arî’yi de, Yemen’in başka bir beldesine gönderdi. O’na da; “Kolaylaştırın, zorlaştırmayın; müjdeleyin, nefret ettirmeyin ve birbirinizle uyumlu olun, ihtilafa düşmeyin” diyerek İslâmî devletin vatandaşlarına karşı davranışlarının nasıl olması gerektiğini öğretiyordu.
Hemdân Heyeti
Bu heyet hicretin 9. yılında Medine’ye geldiler. Efendimizden yazılı bir belge istediler. Efendimiz de, onların başına kadı ve emir olarak Mâlik b. en-Namat’ı tayin etti. O’na Müslüman olanlara İslâm’ın ahkâmını uygulamasını, Müslüman olmayanları da İslâm’a dâvet etmesini istedi. Ona bu konularda yardım etmesi için de Hâlid b. Velid’i gönderdi. Altı ay kadar o beldede kalan Hâlid, bir netice elde edemedi. Bunun üzerine Efendimiz, bir mektupla birlikte Hâlid b. Velid’in yerine Hz. Ali’yi o bölgeye gönderdi. Hz. Ali oraya vardığında Efendimizin mektubunu onlara okudu ve onlarda topluca İslâm’a girdiler. Hz. Ali mektupla durumu Efendimize bildirdi. Allah’a hamd eden Efendimiz; “Hemdân’a selam olsun! Hemdân’a selam olsun!” diyerek onların Müslüman olmasına duyduğu sevincini ortaya koydu.
Fezâreoğulları Heyeti
Yine hicretin 9. yılında Fezâreoğullarından 10 kişilik bir grup Medine’ye gelerek Efendimize, Müslüman olduklarını bildirmek ve beldelerinde bulunan aşırı kuraklıktan dolayı zor durumumda olduklarını söyleyerek Efendimizin kendileri hakkında duada bulunmasını istediler. Efendimiz de ellerini açarak; “Allah’ım! Beldeleri ve hayvanları suya kavuştur. Rahmetini yay, ölü memleketlere can ver! Allah’ım! Bizi bolluğa, berekete, afiyete sebep olacak, bütün memleketleri kapsayacak ölçüde, geciktirilmeyen acil ve zarara yol açmayıp faydalı olacak bir yağmurla suya kavuştur! Allah’ım! Senden rahmet yağmurları istiyoruz: azaba, yıkıma, boğulmaya ve felâkete sebep olacak tufan değil. Allah’ım! Bize yağmur nasip eyle ve düşmanlara karşı bize yardım et!” diyerek Allah’tan yağmur istedi.
Necrân Heyeti
Necrân, Yemen taraflarında halkı Hıristiyan olan bir beldeydi. Hicretin 9. yılında 14 eşraf, toplamda da 60 kişiden oluşan bir heyetle Medine’ye geldiler. Heyetin öncüleri ise, Abdulmesih, Şerahbîl ve Hârise b. Alkame idiler.
Efendimiz bunlara mescidin içerisinde bir çadır kurdurdu ve ibadetlerini mescid de yapmalarına müsaade etti. Bunlarla görüştü, sorular sordu, onlarda sorular sordular. Onları İslâm’a davet etti lakin kabul etmeye yanaşmadılar. Günlerce süren görüşmelerde Efendimiz, bir netice alamadı. Heyet, Hz. İsa (a.s.) hakkında sorular sordular ve konuyla ilgili şu âyetler nazil oldu; “Allah nezdinde Îsâ’nın durumu Âdem’in durumu gibidir. Onu topraktan var etti; sonra ona "ol" dedi ve oluverdi. Gerçek, rabbinden gelendir. Öyle ise kuşkulananlardan olma. Sana gelen bu ilimden sonra her kim bu konuda seninle tartışmaya kalkışırsa, de ki: "Gelin, çocuklarımızı ve çocuklarınızı, kadınlarımızı ve kadınlarınızı, kendimizi ve kendinizi çağıralım, sonra da Allah’ın lâneti yalancıların üzerine olsun diye dua edelim." (Âli Îmran, 59-61) Bu âyetlere rağmen Müslüman olmaya yanaşmadılar.
Bunun üzerine Efendimiz onları bir sonraki gün Mübâheleye (Lanetleşme) dâvet etti. Sabah olunca da, kızı Fatima, torunları Hasan ve Hüseyin’i de yanına alarak mecside gitti. Necrân heyeti ise o gece kendi aralarında konuyu istişare ettiler ve lanetleşmeye katılmama kararı aldılar. Şöyle dediler; “Allah’a yemin olsun ki, eğer o gerçekten bir peygamber ise ve bizimle lanetleşmeye kalkışırsa ne biz ne de bizden sonraki nesillerimiz asla iflah olmayız. Yeryüzünde bize ait olan tek bir kıl ve tırnak bile hayatta kalmaz, perişan oluruz”
Heyet Efendimizin huzuruna çıkarak lanetleşmeyeceklerini, kendileri hakkında vereceği kararı kabul edeceklerini söylediler. Efendimiz de onların Müslüman olmaya yanaşmamalarından dolayı, cizye ödemelerini kararlaştırdı. Onları zimmetine aldığını dair bir belge yazdı ve onlara verdi. Allah Rasûlünden kendilerinden cizyeyi toplayacak emin bir kişiyi göndermesini istediler. Efendimiz de, “ümmetin emini” sıfatına sahip olan Ubeyde b. el-Cerrâh’ı gönderdi. İslâm Necrânlılar arasın yayıldı. İleriki yıllarda zekat toplamak için o bölgeye de zekat memurları da gönderildi.
Hanîfeoğulları Heyeti
Aralarında Müseylime b. Sümâre olarak bilinen (yalancı peygamber) Müseylimetü’l-Kezzab’ın de yer aldığı 17 kişiden oluşan bir heyet hicretin 9. yılında Medine’ye geldiler. Heyet Allah Rasûlü ile görüştükten sonra Müslüman olamaya karar verdiler. Lakin Müseylime buna yanaşmadı. Daha sonra Efendimizle görüşen Müseylime Efendimize; “Eğer dilersen şimdilik iktidarı kullanma hakkını sana veririz. Ancak senden sonra bu yönetimi bize bırakman şartıyla” dedi. Allah Rasûlü de; “Benden şu dal parçasını isteyecek olsan, onu bile sana vermem. Allah’ın senin hakkında takdir ettiğinin ötesine asla geçemezsin. Eğer hakka muhalefet edecek olursan Allah seni mutlak surette mahvedecektir. Vallahi benim tahminime göre sen, bana rüyada gösterilen o (uğursuz) kişi olmalısın” dedi.
Daha sonra Yemâme’ye dönen Müseylime, uzun uzun düşündükten sonra Peygamberlik konusunda Efendimize ortak olduğunu iddia etmeye başladı. Hem peygamberimizin peygamberliğine şahitlik ediyor, hem de kendisinin peygamber olduğunu söylüyordu. Seciyeli ifadeler kullanan Müseylime, halkı kendisine bağlamasını bildi ve büyük bir kitleye ulaştı. Bunun üzerine Efendimize bir mektup yazdı; ”Ben bu (peygamberlik ve iktidar) sevabında senin ortağınım. Dolayısıyla iktidarın yarısı bizim, yarısı da Kureyş’indir” diyordu. Efendimiz bu mektuba şu şekilde cevap verdi; “Yeryüzü Allah’ındır; onu kullarından dilediğine nasip eder. Sonuç (Allah’tan korkarak günahlardan) sakınanlarındır.” Müseylime’nin iki elçisi Allah Rasûlünün huzuruna gelmişti. Efendimiz onlara; “Benim Allah’ın Rasûlü olduğuma şahitlik eder misiniz” diye sorduğunda onlar; “Biz, Müseylime’nin Allah’ın Rasûlü olduğuna şahitlik ederiz” dediler. Bunun üzerine Efendimiz; “Eğer elçilere zarar verilmez ilkesi olmasaydı, mutlaka sizi öldürürdüm” diyerek onlara tepkisini göstermişti.
Müseylime’nin adamları, 2 Müslümanı esir alarak Müseylime’nin huzuruna çıkarmışlardı. Müseylime bunlardan birisine; kendisinin Allah’ın Rasûlü olup olmadığını sormuş. O Müslüman ise; “Muhammed Allah’ın Rasûlüdür sen ise yalancısın” diye cevap vermişti. Bunun üzerine Müseyleme o Müslümanı şehit etmişti. Diğer Müslüman da Müseylime’nin huzuruna çıkartılarak diğerine sorulan soru ona da sorulmuştu. O Müslüman canını kurtarmak için; “Muhammed Allah’ın Rasûlüdür. Sen de” demişti. Bunun üzerine Myseylime o Müslümanı serbest bırakmıştı. Sağ olarak kurtulan Müslüman, Medine’ye geldiğinde durumu Efendimize anlatmış, Efendimizde şehit olan Müslüman için, “O azimeti tercih etti” diyerek ona hayır duada bulunmuştu. Kurtulan Müslüman içinde; “Sende ruhsatı tercih ettin” diyerek bu durumun Allah’ın bir ruhsatı olduğunu ifade edmişti.
Müseylime, Hz. Peygamberin vefatından sonra Müslümanlara başkaldıran Hanîfeoğulları ile yapılan Yemâme savaşında, peygamberimizin amcası Hz. Hamza’yı Uhud’da şehit eden Vahşî tarafından öldürülmüştü.
Yine Yemen’de peygamberlik iddiasına kalkan Esved el-Ansî adındaki kişi de Müslümanlar tarafından öldürülmüş ve durumdan haberdar olan Allah Rasûlü durumu ashabına bildirerek Allah’a hamd etmişti.
Âmir b. Sa’sasoğulları Heyeti
İçlerinde Bi’r-i Meûne’de Müslümanlara ihanet eden Âmir b. et-Tefeyl’in de bulunduğu heyet Medine’ye geldi. Efendimizle görüşen Âmir b. et-Tufeyl, Allah Rasûlünü tehdit ederek şöyle dedi; “Seni şu üç şeyi tercih etmekte serbest bırakıyorum. Ya şehir halkları senin yönetiminde olur, köy halkları da benim, yahut senden sonra yönetim benim olur, yada 1000 kızıl kısraktan oluşan Gatâfanlı süvari birliğiyle üzerine gelirim.” Efendimize bu tehditleri savuran Âmir, dönüş yolunda deve vebasına yakalanıyor ve bir kadının evine sığınmak zorunda kalıyor. Bir kadının evinde aciz ve zavallı olarak ölmeyi gururuna yediremeyen Âmir, atına biniyor ve atın üzerinde böğürerek feci bir şekilde ölüyor. Böylece de Allah onun şerrinden Müslümanları korumuş oluyordu.
Tayyi Heyeti
Bu heyet Zeyd b. el-Hayl ile birlikte Nebî aleyhisselamın yanına gelmiş, O’nunla konuşarak Müslüman olmuşlardı. Efendimiz, Zeyd b. el-Hayl hakkında şöyle demiştir; “Araplar içerisinde bana faziletinden bahsedilen her şahsın, mutlaka kendisiyle görüştükten sonra hakkında söylenenlerden daha düşük seviyede olduğunu görmüşümdür. Ancak Zeyd el-Hayl müstesna. O, hakkında söylenenlerden daha fazlasın hak etmektedir.” Bundan dolayı Efendimiz onun adını, Zeyd b. Hayr (Hayrın oğlu Zeyd) olarak değiştirmişti.
Bu heyetler gibi daha nice heyetler, Medine’ye gelerek ya Müslüman oluyor yada Efendimizle sulh antlaşması yaparak, Müslümanların otoritesinde yaşamayı kabul ediyorlardı. Dolayısıyla da Müslümanların egemenliği bütün Arap yarımadasını kuşatacak bir seviyeye gelmişti.
İBRETLER VE DERSLER
VEDA HACCI
Dâvet çalışmaları hedefine ulaşmış, her türlü şirk anlayışları ortadan kaldırılarak, bunun yerine tek Allah inancına dayalı tevhid dini Arap yarımadasının her tarafına yayılmıştı. Buda peygamberimizin vazifesinin tamamlanmaya doğru gittiğinin bir işareti durumundaydı. Nitekim hicretin 9. yılında Efendimiz Mu’az b. Cebel’i Yemen’e gönderirken; “Ey Muâz! Belki bu yıldan sonra benimle bir daha görüşemeyeceksin” demiş, bunun üzerine de Muâz, ağlamıştı.
Allah Rasûlü, cahiliyeye dönemine dair kalan bazı uygulamaları ortadan kaldırmak, ümmetin geniş katılımıyla yapılacak olan hacda onlara birtakım nasihatlerde bulunmak ve davet görevini yaptığına dair onlar şahit tutmak için Hacca gideceğini söyledi. Bu haberin bütün bölgelere ulaştırılmasını istedi. Nitekim kurbanlıklarını işaretleyerek hac aylarından olan, Zilkade ayının son günlerinde yola çıktı. Yolda namazlarını kısaltarak kıldı. Zülhyleyfe mevkiinde yıkanarak kokular süründü ve Kıran haccı yapmak niyetiyle ihrama girdi. Telbiyeler getirerek devam ettiği yolculuğu 8 gün sürdü ve Zi-Tuvâ’da konakladı. Sonra da Kâbe’ye giderek tavaf yaptı ve sonrada Sâfa ve Merve arasında say yaptı. Umre’yi tamamladıktan sonra ihramdan çıkmadı. Yanlarında hedy kurbanı getirmeyenlerin ihramdan çıkarak hac ile umreyi ayırmalarını söyledi. Bunun üzerine hedy kurbanı getirmeyenler ihramdan çıktılar. Zilhicce ayının 8. günü herkesin tekrar ihrama girmelerini emrederek Mina’ya hareket etti. Orada bir sonraki güne kadar kalarak öğle, ikindi, akşam, yatsı ve sabah namazlarını kıldı. Yaklaşık olarak, 100 veya 120 bin civarında insan toplanmıştı. Efendimiz Zilhicce’nin 9. günü, gün doğunca insanlarla birlikte, Arafat’a gitti. Devesi Kasvâ’ya binerek veya ayağa kalkarak toplanan insanlara şu şekilde bir hutbe irat etti;
“Ey insanlar! Bilmiyorum, belki de bugünden sonra burada sizinle bir daha buluşamayacağım.
Allah’ın rahmeti bugün sözümü işitip onu iyice kavrayanların üzerine olsun! Benim bu sözlerimi burada bulunanlar bulunmayanlara bildirsin. Olabilir ki bildirilen kimse burada bulunandan daha iyi anlar ve itaat eder. Ey insanlar! Biliniz ki rabbiniz birdir, atanız da birdir. Bütün insanlar Âdem’den gelmiş, Âdem de topraktan yaratılmıştır. Arap’ın Arap olmayana, Arap olmayanın Arap’a, beyazın siyaha, siyahın da beyaza hiçbir üstünlüğü yoktur. Allah katında üstünlük ancak takvâ iledir.
Biliniz ki bu şehriniz Mekke, bugününüz arefe ve bu ayınız zilhicce nasıl mukaddes ve dokunulmaz ise mallarınız ve canlarınız da aynı şekilde dokunulmazdır. Câhiliyye devrindeki her türlü ribâ kaldırılmıştır, ayağımın altındadır. Fakat ana paranız sizindir. Ne haksızlık edin ne de haksızlığa uğrayın. Kaldırdığım ilk faiz amcam Abbas b. Abdülmuttalib’in faizidir. Câhiliye devrinin kan davaları da kaldırılmıştır. Kaldırdığım ilk kan davası akrabalarımdan Rebîa b. Hâris b. Abdülmuttalib’in oğlu Âmir’in kan davasıdır.
Ey insanlar! Kadınların haklarına riayet etmenizi ve bu hususta Allah’tan korkmanızı tavsiye ederim. Siz kadınları Allah’ın emaneti olarak aldınız. Onların namus ve iffetini Allah adına söz vererek helâl edindiniz. Dikkat edin! Sizin kadınlar üzerinde hakkınız olduğu gibi onların da sizin üzerinizde hakları vardır. Sizin onlar üzerindeki hakkınız iffet ve namuslarını korumalarıdır. Kadınların sizin üzerinizdeki hakları geleneklere uygun biçimde yiyecek ve giyeceklerini sağlamanızdır. Kadınlar hususunda Allah’tan korkun ve onlara en iyi şekilde davranın.
Ashabım! Bugün şeytan sizin şu topraklarınızda yeniden saltanat ve nüfuz kurma ümidini ebediyen kaybetmiştir. Fakat size yasakladığım şeyler dışında küçük gördüğünüz şeylerde şeytana uyarsanız bu da onu sevindirir ve cesaret verir.
Sözümü iyi dinleyin ve belleyin. Müslüman Müslümanın kardeşidir. Bir Müslümanın malı rızası olmadan diğer bir Müslümana helâl olmaz. Sakın zulmetmeyin. Herkes ancak kendi işlediği suçtan sorumludur. Baba oğlunun, oğul da babasının suçundan sorumlu tutulamaz. Allah her vârisin mirastan payını tayin etmiştir. Artık bir vârisin diğer mirasçıları mahrum edecek şekilde vasiyette bulunulması helâl değildir. Çocuklar babalarından başkasına nispet edilemez. Ödünç alınan şeyler sahibine geri verilmelidir. Yararlanılmak üzere alınan şeyler de sahiplerine iade edilmelidir. Borçlar ödenmelidir. Birinin borcunu üstlenen kefil de o borcu ödemelidir. Kimin yanında bir emanet varsa onu sahibine iade etsin. Rabbiniz olan Allah’tan sakının, O’na kulluk edin. Beş vakit namazınızı kılın. Ramazan ayında oruç tutun, hac ibadetini yerine getirin, mallarınızın zekâtını gönül hoşluğuyla verin.
Yöneticilerinize Allah’ın kitabına uydukları sürece itaat edin ve böylece rabbinizin cennetine girin. Benden sonra küfre ve sapkınlığa düşüp birbirinizin boynunu vurmayın. Benden sonra hiçbir peygamber gelmeyecektir.
Ey müminler! Size iki emanet bırakıyorum. Onlara sımsıkı sarıldığınız takdirde bir daha asla yolunuzu şaşırmazsınız. Bunlar Allah’ın kitabı Kur’an’la peygamberinin sünnetidir (veya Ehl-i beyti).
Daha sonra Resûlullah, “Ey insanlar! Yarın beni sizden soracaklar. O zaman ne diyeceksiniz?” deyince ashap; “Allah’ın risâletini tebliğ ettin, görevini yaptın, bize nasihatte bulundun diye şahitlik ederiz” dediler.
Bunun üzerine Resûlullah şehâdet parmağını semaya doğru kaldırdı ve; “Şahit ol yâ Rab, şahit ol yâ Rab, şahit ol yâ Rab!” dedi.
Efendimizin burada irat ettiği hutbeyi, toplanan tüm kalabalığa duyurmak için yüksek sesle tekrar eden, Rebîa b. Ümeyye b. Halef idi.
Efendimiz bu hutbeyi okuduktan sonra şu âyet nazil oldu; “Bugün dininizi kemâle erdirdim, size nimetimi tamamlardım. Size din olarak İslâm’ı beğendim…” (Mâide, 3) Efendimiz, bu âyeti okuyunca Hz. Ömer ağladı. Efendimiz Hz. Ömer’e niçin ağladığını sorduğunda ise, Ömer şu şekilde cevap verdi; “Beni ağlatan şey şudur; kemâle eren hiçbir şey yoktur ki eksilmeye başlamasın” Efendimiz de; “Doğru söyledin” diyerek onu teyit etti.
Bunun akabinde Bilâl ezan okudu, ardından da kamet getirdi ve öğlen namazını kıldırdı, ardından da yeni bir kamet getirerek hemen ikindi namazını da cem-i takdim yaparak kıldırdı. Ardında da, akşama kadar vakfe (Arafat’ta bir müddet durmak) yaptı. Güneş batıncaya kadar bekledi ve güneş batınca Üsâme’yi arkasına alarak Müzdelife’ye hareket etti. Orada da bir ezan iki kametle önce akşam sonrada yatsı namazlarını cem-i tehir olarak kıldırdı. Akabinde de sabaha kakar istirahat etti. Sabah vakti girince sabah namazını kıldırdı. Sonra da Kasvâ’ya binerek Meş’ar-i Harâm’a hareket etti. Orada ortalık iyice aydınlanıncaya kadar vakfeye durarak dua etti, telbiye getirdi.
Daha sonra güneş doğmadan, arkasına Fadl b. Abbâs’ı alarak “Akabe Cemresine” vararak oraya yedi tane küçük taş attı. Sonra da kurban kesme yerine giderek 63 tane kurbanı kendisi kesti. 37 tanesini de Hz. Ali’ye kestirerek sayıyı yüze tamamladı. Kestiği kurbana Hz. Ali’yi ortak etti. Kesilen kurbandan bir miktar pişirerek yediler.
Sonra da devesine binerek Kâbe’ye gitti ve tavaf yaparak akabinde öğle namazını kıldırdı. Hacılara zemzem suyunu kuyulardan çekerek ikram eden Abdulmütalib oğullarının yanına giderek bir miktar su içti ve onlara dua etti.
Bayramın birinci günü kuşluk vaktinde, boz bir katırın üzerinde halka hitap etti. Hz Ali’de onun söylediği sözleri yüksek sesle tekrarlıyordu. Şunları söyledi;
“Kuşkusuz zaman, gerçekten Allah’ın gökleri ve yeri yarattığı günkü hâline dönmüştür. Bir yıl on iki aydan ibarettir. Bunların dördü haram aylardır ki, üçü bir biri ardınca olan Zilkade, Zilhicce ve Muharrem; birisi de Mudar’ın ayı olan, Cemâdâ ile Şa’ban arasındaki Recep ayıdır.”
Sonra Efendimiz; “Bu hangi aydır?” diye sordu ve sonra kendisi o ayın “Zilhecce” ayı olduğunu söyledi. Ardından da o beldenin; “Hangi belde?” olduğunu sordu ve cevap olarak da “Mekke” olduğunu söyledi. O günün “Hangi gün?” olduğunu sorarak “bayram günü” olduğunu söyledi. Sora söyle dedi;
“Şüphesiz şu gününüz, şu ayınız ve şu beldeniz haram olduğu gibi mallarınız, ırz ve namuslarınız ve kanlarınız da birbirinize haramdır.
Yarın Rabbinize kavuşacaksınız ve sizi amellerinizden sorguya çekecektir.
Dikkat edin! Benden soran birbirinizin boynunu vurarak kafir (sapıtmış) olmayın.” Ardından da, “Dikkat edin! Size tebliğ ettim mi?” diye sordu. Onlarda “evet” dediler. Bunun üzerine de Efendimiz; “Allah’ım şahit ol! Burada bulunanlar bulunmayanlara bunları duyursun. Zira bazen kendilerine duyurulanlar duyuranlardan, burada bulunup işitenlerden daha iyi anlayıp kavramış olabilir” dedi.
Ayrıca şunları da söylediği rivayet edilmektedir;
“Dikkat edin! Hiçbir baba çocuğunun suçunda dolayı sorumlu tutulmayacağı gibi, hiçbir çocuk da babasının yaptığından dolayı ceza çekmez.
Dikkat edin! Şeytan şu beldenizde ve şu gününüzden itibaren kendisine ibadet edilmesinden ebediyen ümidini kesmiştir. Fakat amellerinizden önemsemediğiniz bazı konularda kendisine itaat edeceksiniz de o da buna razı olacaktır.”
Allah Rasûlü, teşrik günleri boyunca Mina’da konakladı. Orada Allah’ı zikretmiş, atalarından kalan şirkin izlerini silerek, İbrahim’in (a.s.) tevhid dinini yeniden ikame etmişti. Sonra Zilhicce’nin 13. günü, Abtah mevkiine gelmiş ve günün geri kalan kısmını ve geceyi de orada geçirmişti. Bir sonraki gün de Kâbe’ye gelerek Veda tavafını yapış, bütün insanlarında yapmasını emretmişti.
Böylece Hac vazifelerini tamamlayan Efendimiz, Medine’ye döndü.
İBRETLER VE DERSLER
Hac, üç farklı şekilde yapılabilmektedir. Hacı adayı, İfrad, Temettu ve Kıran hac çeşitlerinde dilediği herhangi birisini yapabilmektedir. Kısaca Hac çeşitleri arasındaki farkları da ifade edelim;
İfrad Haccı: Kişinin sadece hac yaptığı, umre yapmadığı hac çeşididir. Bu hac çeşidinde kurban kesme zorunluluğu da yoktur.
Temettu Haccı: Bu hac çeşidinde, Umre ve Hac birlikte yapılır. Fakat ikisi de ayrı ayrı ihramlarla yapılır. Hacı adayı, Mekke’ye ilk vardığında giydiği ihramla Umreyi yapar, sonra ihramdan çıkar. Zilhicce’nin 9. günü geldiğinde tekrar ihrama girerek hac yapmaya başlar. Bu hac çeşidinde kurban kesmek gerekmektedir. Sahabelerin çoğunluğu, Efendimizin de emriyle bu haccı yapmışlardır.
Kıran Haccı: Bu hac çeşidinde de, Umre ve Hac birlikte yapılır. Kişi ihrama girdiğinde aynı ihramla, önce Umresini yapar, sonra ihramdan çıkmayarak hac zamanını bekler ve hac zamanı gelince de aynı ihramla haccını yapar. En zor hac çeşidi olan Kıran haccında, kurban kesmek gerekmektedir. Efendimiz bu hac çeşidini yapmıştır.
İslâm bu uygulamayı yasaklayarak bunun yerine karz-î hesan dediğimiz karşılıksız borç vermeyi emretti. Sırf Allah'ın rızasını kazanmak ve din kardeşinin sıkıntısını gidermek amacıyla karşılıksız borç vermeye karz-î hasen denir. Dolayısıyla da, borç olarak verilen herhangi bir mal karşılığında Allah’ın rızası dışında bir karşılık beklenmesi dinimiz tarafından uygun karşılanmamıştır. Günümüz cahili sistemlerinin en önemli saç ayaklarından bir tanesi faiz sistemidir. Başta çok uluslu zenginler olmak üzere hemen tüm zenginler, fakirlere verdikleri borç, kredi vb. hususları zenginliklerine zenginlik katmak için kullanmaktadırlar. Fakirler ise, aldıkları borçları faizleriyle birlikte ödemek için binbir türlü zorluklarla karşılaşıyor, nicesi hayat boyu bankalara borçlu olarak hayatlarını sürdürmek zorunda bırakılıyorlar. İşte bunun gibi sonuçlara sebebiyet verdiği için Kur’an faiz yemeyi “Allah Rasulü tarafından kendisine savaş açılması”[13] olarak nitelemekte, Efendimiz de veda hutbesinde bu konuya da atıfta bulunarak Müslümanların bu günahtan uzak durmaları konusunda uyarılarda bulunmuştur.
Günümüzde olduğu gibi, kendisine saygı göstermek, anlamını düşünmeden okuyarak sevap kazanmak, çeşitli merasimlerde ve özelliklede ölülerin arkasından okuyarak onların cezalarını ortadan kaldırma aracı kılınan bir Kur’an, inananları karanlıklardan aydınlığı çıkartmayacaktır. Kur’an’ın bizden istediği şey; birey ve toplum için hükme bağladığı her hususu hassasiyetle yerine getirmemiz, yasakladığı her şeyden de sakınmamız, bu şekilde yaptığımız taktirde de kurtuluşun ancak mümkün olacağını ifade etmektedir. Birey ve toplumun hayatına müdahale etme hakkını kendisine tanınmayan, sadece kendisine saygı duyulan bir kitap, gönderiliş amacını yerine getiremeyecektir. Kur’an’a saygı duyulması, lakin hükümlerinin uygulanmak zorunda olmadığı veya çokta önemli olmadığı gibi bir Kur’an inancı İslâm’ın kabul ettiği bir inanç değildir. Ama maalesef tek kurtuluş reçetemiz olan Kur’an bu gün, o reçeteye saygı duymakla veya okumakla şifa vermesi bekleniyor. Oysa reçetenin fayda vermesi için, içerdiği talimatlarına uymak gerekmektedir. Bu manada Kur’an’ın insan hayatına yönelik koyduğu hükümlere uymadan, ne dünyada huzur, nede ahirette cennet beklenebilir. Dünyada huzurun, ahirette cennetin yolu ve yordamı ancak Kur’an ile mümkündür. İşte bu sebepten dolayı, Allah Rasûlü ashabına toplu olarak yaptığı son nasihatlerden bir tanesi de, bu konuyla ilgilidir. Sırat-i müstakimden sapmamanın tek bir yolu vardır, o da Kur’an’dır.
ÜSÂME ORDUSU
Eskiden Rumların egemenliği altında yaşayan Araplar, Müslüman olduklarından dolayı Rumlar tarafından baskı altına alınıyor, kimileri de öldürülüyordu. Bu olaylar üzerine Efendimiz, Rumların üzerine bir ordu gönderme niyetindeydi. Efendimiz büyük bir ordu hazırlayarak Üsâme b. Zeyd’i başlarına komutan tayın etti. Ordu Filistin bölgesine gidecek, Rumları o bölgeden çıkaracaktı. Hem Rumlara hadleri bildirilecek, hem de bölgedeki Müslümanların güvenliği sağlanacaktı.
Münafıklar, Üsâme’nin genç olmasını, nice yaşlı ve tecrübeli sahabî varken onun komutan yapılmasını dillerine dolamışlardı. Bu söylem ordu içinde de yankı bulmuş ve bundan dolayı ordunun hareketi gecikmişti. Bunun üzerine Efendimiz, şöyle bir hutbe okudu;
“Onun (Üsâme’nin) komutanlığına dair eleştirilerinizi, siz daha önce babasının komutanlığı hakkında da yöneltmiştiniz. Ancak Allah’a yemin olsun ki, babası, komutanlığa layık biriydi ve inanlar içerisine bana en sevimli gelen kimselerdendi. Bu oğlu da ondan sonra, insanlar içerisinde en çok beğendiğim kimselerdendir.” Ardından da, Üsâme ordusunun mutlaka yola çıkması gerektiği konusundaki ısrarını yeniledi.
Ordu hazırlandı ve Cüruf mevkiine kadar ilerledi. Ancak Efendimizin hastalığının iyice ilerlemesi üzerine ordu orada durmak zorunda kaldı. Üsâme ordusu, ancak Efendimizin vefatından sonra halife seçilen Hz. Ebû Bekr’in halifeliği döneminde gönderilebilmişti.
İBERETLER VE DERSLER
ALLAH RASÛLÜNÜN VEFATI
Allah Rasûlü, normalde her yıl Razaman ayının son on gününde itikâfa girerdi. Bu son yıl ise, yirmi gün girdi. Ayrıca her yıl Cebrail (a.s) ile birlikte o yıla kadar inmiş bütün âyetleri talim ederken, bu yıl iki defa talim yapılmıştı. Zeyd b. Sâbit’te bu son talimde bulunmuştu.
Veda Haccında; “Belki bu yıldan sonra aranızda olamam” demişti. Aynı yıl teşrik günlerinin ortasında Nasr sûresi nazil olmuştu. Bu sûre de, Abdullah İbn Abbas’ın da dediği gibi zımnen Efendimizin vefatının yaklaştığını haber veriyordu. Efendimiz, hastalığının henüz başlamadığı günlerde Uhud’a giderek, orada şehit olanlara dua etmişti.
Döndüğünde de minbere çıkarak şunları söylemişti; “Ben hepinizden önce (Kevser havuzuna) varmış olacağım. Sizin hak yolundaki hizmetlerinize şahidim. Vallahi şu an ben (cennetteki) havuzumu görmekteyim. Ayıca bana yeryüzünün hazineleri verildi. Vallahi benden sonra Allah’a şirk koşarsınız diye bir korkum yok. Ancak benin aslık korkum, sizin (dünyalıklar hususunda) birbirinizle yarışıp didinmenizdir.”
Yine o günlerde, bir gece Bakî kabristanına giderek oradakileri selamlamış, onlara Allah’tan huzur dileyerek dua etmişti. Yanındakilere de şu uyarılarda bulunmuştu; Yaşayanlar için her geçen günün bir önceki günden daha hayırlı olmayacaktır” demişti.
Hicretin 11. yılı Safer ayının 28 veya 29. günü Efendimiz hastalanmıştı. Şiddetli baş ağrısı ve ateşi oluyordu. Buna rağmen hastalığının devam ettiği 11. gün boyunca mescide gidiyor ve namazları kıldırıyordu.
Efendimizin hastalığı şiddetlenince diğer hanımlarından izin isteyerek Hz. Âişe annemizin evinde kalmak istediğini bildirdi. Onlarda kabul ettiler. Hz. Ali ve Fadl b. el-Abbâs’ın kollarında Hz. Âişe’nin odasına geldi. Hz. Âişe annemiz Efendimizin hastalığı şiddetlenince Felâk ve Nâs sûrelerini okuyarak Efendimizin ağrıyan başını mesh ediyordu.
Vefatına beş gün kala Efendimiz değişik kuyulardan yedi kab su getirmelerini ve getirdikleri o suyla yıkanmak istediğini, sonrada çıkıp ashabıyla konuşmak arzusunda olduğunu söyledi. Hemen yedi ayrı kuyudan su çekerek getirdiler ve Efendimizi o suyla yıkadılar. Ağrıları biraz hafiflemişti. Başını sararak mescide gitti ve insanları yanına çağırdı. Sonra onlara şöyle hitap etti; “Allah, Yahudi ve Hıristiyanlara lanet etsin! Onlar peygamberlerinin kabirlerini mescid edindiler.” Başka bir rivayette de şu ilave söz konusudur; “Benim kabrimi bayram yerine çevirmeyin” bir başka rivayette de; “Benim kabrimi, tapınılan bir put edinmeyin” diyerek Müslümanlara uyarılarda bulundu.
Ayrıca hak helalliği almak için; “Kimin sırtını kırbaçlamışsam iste sırtım, gelsin o da benden hakkını alsın. Kimin de şahs-ı manevisine hakaret etmişsem, işte benim şahs-ı manevim; o da gelip hakkını alsın” dedi. Derken bir adam çıkıp üç dirhem alacağı olduğunu söyledi. Efendimiz, amcasının oğlu Fadl b. el-Abbâs’a; o adama alacağının verilmesini emretti. Ayrıca Ukkaşe adındaki bir adam çıkarak kendisine kırbaç vurduğunu söylemiş, kısas istediğini ifade emişti. Oradakiler adama karşı çıksa da Efendimiz sırtını göstererek kısas uygulamasını söylemişti. Ukkaşe ise kendisine kırbaç ile vurduğunda üzerine elbise olmadığını söylemiş, bunun üzerine Efendimiz de gömleğini yukarıya doğru kaldırarak sırtını açmış ve adama hakkını almasını söylemişti. Adam, Efendimizin vücuduna sarılarak; “Benim için Allah’tan af dilemen karşılığında hakkımı sana helal ediyorum” diyerek ağlamıştı.
Efendimiz konuşmasına devem ederek şöyle dedi; “Ensâr’a iyi davranmanızı vasiyet ediyorum. Çünkü onlar benim güvendiğim cemaatim ve sırdaşlarımdır. Onlar, üzerlerine düşen sorumluluğu yerine getirdiler. Geriye, alacakları haklar kaldı. Bu sebeple onlardan iyilik edenlerin (iyiliklerini) kabul edin. Kötülerinin de kusurlarını affedin.” Başka bir rivayette ise söyle buyurduğu söylenir; “İnsanların sayısı artacak, Ensâr’ın ise azalacaktır. Hatta yemekteki tuz gibi olacaklar. Onun için sizden kim herhangi bir insana zarar veya fayda verebileceği bir işi üstlenirse, Ensâr’ın iyilik edenlerinin (iyiliklerini) kabul etsin, kötülerinin de kusurlarını affetsin”
Yine nasihatlerine davam ederek; Hz. Ebû Bekr’in faziletlerinden bahsetti ve onunla dost olduğunu ifade ederek mescide açılan tüm kapıların kapatılmasını, Ebû Bekr’in kapsının ise açık bırakılmasını istedi.
Allah Rasûlü, kendisinden sonra ashabının takip etmesi gereken hususlarla ilgili nasihatlerini yazmak için kağıt ve kalem istemişti. Orada bulunanlar çok fazla gürültü yapınca Efendimiz de, onları yanından çıkartılmalarını isteyerek bir şey yazmaktan vazgeçti.
Efendimizin hastalığı iyice şiddetlenince, artık namaza çıkamayacak duruma gelmişti. Hz. Ebû Bekr’e haber göndererek namazları kıldırmasını istemişti. Hz. Âişe annemiz, babasının imamete geçirilmemesi konusunda ısrarcı olunca Efendimiz; “Siz Yusuf’u (zor durumda bırakan) kadınlar gibisiniz. Söyleyin Ebû Bekr’e insanlara namazı kıldırsın” diyerek sitem etmişti.
Câbir b. Abdillah, Efendimizin vefatından üç gün önce şöyle dediğini işittiğini söylemiştir; “Sakın içinizden hiç kimse, Allah hakkında hüsnü zanda bulunmaksızın ölmesin” dedi. Vefatından iki gün önce ağrıları biraz hafiflemiş ve öğlen namazını kılmak için mescide gitmişti. O sırada Hz. Ebû Bekr insanlara öğlen namazını kıldırıyordu. Efendimizin geldiğini gördüğünde, geri çekilmek istedi fakat Allah Rasûlü yerinde kalmasını işaret ederek onun arkasında namaza durdu.
Efendimiz vefat edeceği gün, Müslümanlar Hz. Ebû Bekr’in arkasında sabah namazını kılıyordu. Efendimiz, evinden mescide bakan pencereden örtüyü kaldırarak ashabını gözlemledi. O’nu gören sahabeler iyileştiğini düşünerek çok sevindiler, neredeyse namazlarını bozacaklardı. Efendimiz, namazlarını tamamlamalarını işaret etti. Efendimiz, Müslümanların bir imam arkasında birbirlerine kenetlenmiş bir şekilde olduklarını gördüğünde, Allah’ın kendisine lütfettiği nimeti görerek hamd ediyordu. Efendimiz adeta ashabına baktığında, yıllar önce tek başına başladığı İslâmî dâvetin, artık bir daha devrilmemek üzere kök saldığını müşahede ediyordu.
Efendimiz hayatta olan tek çocuğu Hz. Fatıma annemizi yanına çağırarak kulağına bir şeyler söyledi. Bunun üzerine Fatıma annemiz ağlamaya başladı. Sonra yine Fatıma annemizin kulağına bir şeyler söyleyince bu defa Fatıma annemiz güldü. Efendimizin vefatından sonra ki bir gün, Hz. Âişe annemiz Fatıma annemize bu durumu sorduğunda aldığı cevap şu oluyordu; kendisini ağlatan şeyin; Efendimizin vefatı olduğunu, güldüren şeyin de; Efendimize ilk ulaşacak kimsenin kendisi olacağını duyması olduğunu ifade ediyordu.
Yine bir defasında babasının yanına gelerek “Vay babacığım vay! Ne kadar büyük ızdıraplar çekiyorsun?” dediğinde, aldığı cevap şu oluyordu; “Bu günden sonra baban hiçbir ızdırabı çekmeyecek.”
Efendimizin en son olarak söylediği söz ve nasihatler ise şu şekildedir; “Allah’ın laneti Yahudiler’e ve Hıristiyanlar’a olsun! Onlar peygamberlerinin kabirlerini mescid edindiler” diyerek ümmeti bu durumdan sakındırmıştı. Ayrıca; “Namaza ve ellerinizin altındaki kimselerin haklarına riayet edin” diyerek insanların dikkatlerini bu konulara çekmiş, namazın ve adil olmanın ehemmiyetini hatırlatmıştır.
Efendimiz, Âişe annemizin göğsüne yaslanmış bir vaziyette iken vefat etmişti. Âişe annemiz, elindeki misvakı yumuşatarak Efendimizin dişlerini onunla misvaklamış, Efendimiz de, ellerini orada bulunan bir su kabına daldırarak yüzünü ıslatıyor, bir taraftan da; “Allah’tan başka ilah yoktur. Ölülümün şiddetli sarsıntıları varmış” diye mırıldanıyordu. Sonra Efendimiz, gözlerini yukarı doğru dikerek şu duayı mırıldanıyordu; “Allah’ım! kendilerine nimet verdiğin peygamberler, sıddıklar, şehitler ve salihlerle beraber eyle. Allah’ım! Beni affeyle ve bana merhamet et ve beni er-Refiku’l-A’la’ya (En Yüce Dosta) kavuştur” dedi ve sonra vefat etti. (Biz Allah’tan geldik ve yine O’na dönüyoruz)
Efendimizin hayat yolculuğu hicretin 11. yılı Rabiu’l Evvel ayının 12 günü kuşluk vaktinde son bulmuştu. Efendimiz o zaman 63 yaşındaydı.
İlk zamanlar, acaba baygın mı düştü deseler de, sonra vefat ettiği anlaşılıyor ve haber kısa zamanda Medine’nin en ücra köşesine kadar yayılıyor. Enes (r.a.) şunları söylüyor; “Allah Rasûlü, Medine’ye girdiği günden daha güzel ve daha aydınlık bir gün görmüş değilim. Yine, Allah Rasûlünün vefat ettiği dünden daha kötü ve daha karanlık bir gün de görmedim” diyerek sahabenin üzüntüsünün hangi boyutlarda olduğunu bize gösteriyordu.
Hz. Fatıma annemiz; “Ey Rabbinin davetine icabet eden babacığım! Ey makamı Firdevs cenneti olan babacığım! Ey Cibril’in vefat haberini verdiği babacığım!” diyerek ağlıyordu.
Hz. Ömer, Efendimizin vefat haberinin getirdiği şok haliyle peygamberimizin ölmediğini, Musa (a.s.) gibi geri geleceğini, geldiğinde kendisine öldü diyen münafıklardan hesap soracağını söyleyerek normalin ötesinde bir tavır sergiliyordu.
Nitekim, Medine’nin dışında olan Hz. Ebû Bekr, Efendimizin ölüm haberini alıyor ve doğrudan Medine’ye gererek Efendimizin odasına gidiyor. Üzerindeki örtüyü kaldırarak anlından öpüyor ve; “Hayatında ne kadar güzeldiysen ölümünde de o kadar güzelsin” diyerek mescitte bekleyen halkın huzuruna çıkıyor ve panik halinde ağlaşan insanlara dönerek, Allah’a hamd ve senâ da bulunduktan sonra; “Şimdi sizden kim Muhammed’e (s.a.s.) tapıyor idiyse, bilsin ki Muhammed ölmüştür. Kim de Allah’a tapıyorsa bilsin ki Allah diridir, ölümsüzdür. Zira Allah’u Teâlâ şöyle buyurmaktadır;
“Muhammed yalnızca bir elçidir. Ondan önce de elçiler gelip geçti. Şimdi o ölür veya öldürülürse gerisin geri dönecek misiniz? Kim geri dönerse bilsin ki Allah’a asla bir zarar vermiş olmayacaktır. Allah şükredenleri ödüllendirecektir.” (Âli İmrân, 144)
Hz. Ebû Bekr, bu âyeti okuduğunda insanlardaki panik hali giderek Efendimizin vefat ettiğine kani oluyorlar. Yaşadıkları panik haliyle bu âyeti sanki hiç bilmiyorlarmış gibiydiler. Hz. Ebû Bekr bu âyeti hatırlatınca, daha önce hiç düşünmedikleri Efendimizin vefatının söz konusu olacağını artık kabul ettiler. Hz. Ömer de; “Vallahi, Ebû Bekr’in bu âyeti okuduğunu duyar duymaz, meselenin hakikatini kavramıştım. Bu sebeple dehşete kapıldım ve bir anda dizlerimin bağı çözüldü, ayaklarım ben taşıyamaz hâle geldi. Ebû Bekr’in âyeti okuduğu esnada, artık Allah Rasûlünün vefat ettiğine kanaat getirdim ve olduğum yere yığıldım” diyordu.
Efendimiz pazartesi günü vefat etmiş, o gün evinde bekletilmiş bir sonraki gün, Hz. Ali, amcası Abbas, Abasın oğlu Fadl ve Kusem, Efendimizin azatlı kölesi Şukrân, Usâme b. Zeyd ve Evs b. Hâvli O’nu yıkadılar. Sonra üç parça bezden oluşan bir kefene sardılar. Çarşambayı perşembeye bağlayan geceye kadar Efendimizin cenazesi bekletildi. Bu arada herkes bire bir veya gruplar halinde Efendimizin na’şının bulunduğu yere girerek namazını kıldılar ve dualar ettiler.
Bu arada Efendimizin nereye defnedileceği konusunda ihtilaf vuku bulmuştu. Mesele; Hz. Ebû Bekr’in hatırlattığı Efendimizin söylediği söylenen şu hadis rivayetiyle çözüme kavuşturuluyor; “Vefat eden her peygamber mutlaka vefat ettikleri yere defnedilirler.” Efendimiz, Hz. Âişe annemizin odasında vefat ettiği için oraya defnedilmesine karar vermiş oldular. Çarşambayı perşembeye bağlayan gece, o odayı kazarak Efendimizi oraya defnettiler.
Böylelikle o yüce insanın hayat hikayesi sona ermiş oluyordu. Bütün insanlar için söz konusu olan kabir âlemi evresi onun içinde başlamış oluyordu. Peygamberlik görevini en mükemmel bir şekilde yerine getiren Efendimiz, geriye kıyamete kadar gelecek olan mü’minlere en güzel bir örnekliği bırakıyordu. Gerek Mekke dönemi gibi, Müslümanların hakim değil mahkum olduğu beldelerde veya zamanlarda, gerekse de Medine gibi Müslümanların hakim olduğu belde veya zamanlarda nasıl hareket etmeli gerektiğini en güzel şekilde vahyin kılavuzluğunda öğretmiş oluyordu.
Salat ve selam onun üzerine olsun.
İBRETLER VE DERSLER
Ebû Zerr el-Gıfâri’nin Medine sokaklarında dolaşarak şu şekilde bağırdığı söylenir; “Ey Müslümanlar! Mescitte Peygamberimizin mirası dağıtılıyor. Sizlerde almak istemez misiniz?” Bunun üzerine mescide koşan insanlar orada ancak; Kur’an okuyan, ilim tahsil eden, tefekkür eden, ibadetle meşgul olan insanlarla karşılaşırlar. Geri dönerek Ebû Zerr’e; “Mescide gittik lakin miras falan görmedik” dediklerinde, Ebû Zerr; “Ne gördüklerini” sordu. Onlarda gördüklerini anlatınca, Ebû Zerr; “Peygamberin bundan başka mirasımı varki? Peygamberler ancak ilmi miras bırakmışlardır” diye cavap veriyordu.
Dualarımızın başı da, sonu da “Allemlerin Rabbine hamdolsun” demektir. Selât ve selam da, O’nun kutlu nebilerine ve özelliklede Hz. Muhammed’e (s.a.s.) O’nun ailesine ve kıyamete kadar O’nun kutlu yolunun yolcusu olan tüm mü’minlere olsun.
-SON-
[1] Mustafa Fayda, “Siyer ve Megâzi”, TDV İslâm Ansiklopedisi, XXXVII, İstanbul 2009, s. 319
[2] Kasım Şulul, Hz. Peygamber Devri Kronolojisi, 42.
[3] Mehmet Özdemir, “Siyer Yazıcılığı Üzerine”, Milel ve Nihal, IV, sayı 3, Eylül-Aralık 2007, s. 130
[4] Cahİlİye Araplarında Ramazan Ayı, İtİkâf ve Oruç, Emrah DİNDİ, Yakın Doğu Üniversitesi İslam Tetkikleri Merkezi Dergisi, Yıl 3, Cilt 3, Sayı 2, Güz 2017 (27-55)
[5] Bakara, 60-61
[6] Yahudilerin Taşkınlıklarıyla ilgili olarak Ahmed Kalkan hocanın, Kur’an’da Yahudilerin 80 Özelliği kitapçığına bakılabilir.
[7] (Müslim)
[8] Son Peygamber, Muhammed Ebû Zehra, İ’htisam Yay. 1. Cilt, Sahife, 180.
[9] Bakara, 143
[10] Mâide, 54.
[11] Mâide, 67
[12] Allah Rasûlü’nin söylediği rivayet edilen bu sözden şöyle bir mana çıkarmak doğru olmaz. Bedir savaşına katılan tüm sahabelerin her ne günah ve şirk işlerlerse işlesinler Allah’ın kendilerini bağışlanacağı anlamı çıkmaz. Bu sözden; Bedir savaşına katılan kimselerin dereceleri, imanları uğruna ölümü nasıl göze aldıklarına işaret ederek onların faziletlerine vurgu yapmak, ayrıca gösterdikleri fedakârlıklardan dolayı Allah’ın kendilerini bağışlmasının söz konusu olabileceğini Allah Rasûlü’nün bir temennisi şeklinde anlamak daha doğrudur.
[13] Konuyla ilgili olarak Bakara Sûresi, 175-278. Âyetlere bakınız.