Login to your account

Username *
Password *
Remember Me

Create an account

Fields marked with an asterisk (*) are required.
Name *
Username *
Password *
Verify password *
Email *
Verify email *
Captcha *
Reload Captcha
Ahmed Kalkan

Ahmed Kalkan

“Ey iman edenler, kim Allah’ın yolundan dönerse bilsin ki Allah yakında bir toplum getirecek, O onları sever, onlar da O’nu.” (5/Mâide, 54)     

İsrail sadece Filistin’i işgal etmiş değil, işgalin kapsamı çok daha geniş, zulmün boyutları çok daha derin. Haber ajansları ve medyadaki ağırlıkları, sanat ve özellikle sinemadaki etkinlikleri, Mason locaları, Rotary ve Lions klüpleri, uluslararası nice teşkilatları, kendi ideallerine hizmet eden tâğutî rejimler ve her ülkedeki işbirlikçileriyle İsrail her şeyiyle müslümanların içinde. Yahudilerden mü’min olanlara, artık nasıl yahudi denmezse, müslümanlardan yahudileşenlere de artık müslüman denilmesi yanlış olur, o artık “yahudi(leşmiş)” bir kimsedir. Kendisinde itikadî anlamda münâfıklık alâmetleri bulunanlar, hadis-i şerifteki ifadeyle nasıl hâlis/tam bir münâfık oluyorsa (Buhârî, İman 24, Mezâlim 17; Müslim, İman 106), kendisinde yahudilik alâmetleri bulunanlar da tam bir yahudi olurlar. Yoksa, yaratılış ve ırk olarak yahudi olmak, ne başlı başına bir üstünlük, ne de alçaklıktır. İnsanın, kendi elinde olmayan bir sebepten dolayı, şu veya bu ırka mensup olmasından ötürü gazab edilmesi ve lânetlenmesi Kur’an’ın bütünlüğüne uygun bir anlayış değildir. İnsan, irâdesini iyiye veya kötüye kullanmasından, kendi yaptıklarından dolayı ödül veya cezayı hak eder. Önemli olan Kur’an’da ifadesini bulan yahudi karakterine sahip olup olmamaktır. Aynen, müslüman bir anne-babadan doğmak, yani nesil olarak müslüman çocuğu olmak, müslüman sayılmak için kâfi olmadığı gibi.

Batılı kâfirlere, hıristiyan ve özellikle de yahudilere ait Kur’an’da beyan edilen nice olumsuz özellik, bugün “müslümanım” diyenlerde hiç eksiksiz bulunmaktadır. Dolayısıyla hıristiyan ve yahudilere verilecek dünyevî ve uhrevî cezalar, mü’minlerden onları örnek alan taklitçilere de verilecektir. Bu, İlâhî adâletin gereğidir. Lânete, gazaba uğrama ve dalâlet/sapıklık hükümleri/damgaları da. Bu değerlendirmeler, fertler için olduğu kadar; toplum için de geçerlidir. Toplumların, devlet ve rejimlerin, lânetli ve sapık yolu izledikleri zaman, helâkleri ve cezaları, tarihtekinden farklı olmayacaktır. Sünnetullah’ta (Allah’ın toplumsal kanunlarında) bir değişiklik olmaz. Saâdeti asra taşımak ve sahâbeleşmek mümkün olduğu gibi, İsrâil’leşmek de mümkündür. Bu tercih; mutluluk veya felâketi, cennet veya kıyâmeti seçmektir. Dışımızdaki yahudiden daha tehlikeli olan, içimizdeki yahudidir. Kalp ve kafamızdaki, el ve dilimizdeki küfürdür dünyamızı perişan, âhiretimizi zindan edecek olan. “Ey iman edenler! Siz (önce) kendinize bakın. Siz hidâyet üzere/doğru yolda olunca, dalâlette olan kimseler size zarar veremez.” (4/Nisâ, 105). Beyinlerini ve gönüllerini, yaşadıkları çevredeki topraklarını ve hatta mescidlerini her çeşit işgalden arındıramayanlar, uzaklaştıkları mübârek yerleri ve büyük mescidlerini hiç kurtaramazlar. Gönüllerdeki yahudiliğe savaş ilân edip içimizdeki işgali kaldırmadan, dıştakine tavır almak mümkün değildir.  

Cihad görevinden kaçan, tâğutlardan korkan, beşerî ideolojiler peşinde koşan, gündelik işlerden dâvâya vakit ayıramayan, kâfirleri dost ve velî kabul eden dünyevîleşmiş müslümanlar kendilerine gelsin diye uyarıcı iğnedir İsrail vahşeti. “Zâlim Allah’ın kılıcıdır, Allah onunla yoldan çıkanları cezalandırır, sonra ondan da intikamını alır.”  Zâlimlerden korkan, onlara karşı seyirci kalan insanlara, Allah zâlimleri musallat kılar ve onların seviyesine indirir.

Hamas’ın ve intifâdanın unutulmaz liderlerinden şehid Şeyh Ahmed Yâsin öyle diyordu: “Allahım! Filistin konusunda sessiz kalan ümmeti Sana şikâyet ediyorum.” Filistin’li kız çocuğunun sesi hâlâ kulaklarımızda çınlıyor: Ârun aleykum: Utanın!” Peki, utanılacak bu durumdan kurtulmak, orayı kurtarma gayretiyle, kendimizi kurtarmak için ne yapılması gerekiyor?

Pis temizlenir, ama pisliğin atılması, tümüyle yok edilmesi lâzımdır ki, gerçek temizlik olsun. İsrail denen terörist devleti tümüyle ortadan kaldırmadan Filistin meselesi hallolmaz. İsrail’i ortadan kaldırmak için de o küçük ülkenin sömürgesi konumundaki Amerika ile ve hatta İngiltere gibi bazı Avrupa ülkeleri ile savaşmayı göze almak gerekir. Bu da Üçüncü Dünya Savaşı ve hatta belki Kıyâmet Savaşı demektir. Bu yüzden, ümmetin her şeyden önce yeniden imanını, sosyal, ekonomik ve siyasal yapısını gözden geçirmesi gerekmekte, köklü değişikliklere aday olması icap etmektedir. Bunun için de başlanacak yer: Tevhiddir, şirkin izâlesidir.

Sonra canlı Kur’an adayları yetiştirmek, iman-amel bütünlüğüne, takvâ ve ahlâkî erdemlerle örnekliğe önem vermektir. İşte bu özelliklere sahip olan ümmetin içinde tüm ümmeti ve İslâm’ı temsil edebilecek öncü insanların, nasıl cihad edilmesini bilen ilim sahibi, muttakî ve ahlâklı mücâhidlerin cihadı, kapıları açacak ve Allah’ın yardımına muhatap olunacaktır. Allah, ancak bu aşamalardan geçmiş, kendi dinine yardım edenlere yardım edecektir. Ve Allah’ın yardımına lâyık olmadan böylesi büyük işleri başarmak ve hatta girişmek mümkün değildir.

Bildiğiniz gibi; İsrail, sadece Ortadoğu topraklarında 6-7 milyonluk bir ülkeden ibaret değil. Öyle büyük ahtapot ki, Ankara’ya, İstanbul’a kolları uzandığı gibi, başı ta Amerika’larda. Büyük kolları Avrupa’da. İsrail içimizde. Her şeyiyle; yaşam tarzıyla, ölüm korkusuyla, devlet biçimiyle, düzeniyle, yasalarıyla, eğitim tarzıyla, kıyafetiyle, medyasıyla… her şeyiyle içimizde. Ümmetin içinde, gönlünde, kafasında. Toprakları işgal eden İsrail’den daha tehlikelisi, zihinleri ve gönülleri işgal eden İsrail’dir. Ve ümmet topyekün bu faciayı yaşıyor. Ümmetin ekserisinin evleri ve işyerleri, çocukları ve gençleri, okulları ve sokakları işgal edildiği halde farkında bile değiller.

Filistinliler bunun farkında ve düşmanlarına atacak bir taşları varsa onu atmaya çalışıyor. Ümmetin fertlerinin çoğu işgalcilerine tutkun, hayran ve yardımcı durumda. Ümmet, dostunu düşmanını tanımıyor, işgalin ne olduğunu bilmiyor. Gardiyanına âşık oluyor, celladını ölesiye (öldürülesiye) seviyor. Aman Allah’ım, nasıl olur, şehid kanları bile bu durumu değiştiremiyor. “Her yer Kerbelâ” denir ya, bugün “her yer Filistin!” Her yer işgal altında. Zulmün en büyüğü, bedenlere yapılan değil; kafa ve gönüllere yapılandır. Dünyasını yok etmekten daha büyük zulüm, insanın âhiretini mahvetmektir. Kur’an öyle diyor: “…Allah’a şirk koşma! Şüphesiz şirk, gerçekten en büyük zulümdür.” (31/Lokman, 13). Filistin’den daha feci bu ülkenin insanlarının durumu. Onlar hiç olmazsa düşmanlarını tanıyorlar ve taşla da olsa onlara tavır alıyorlar. Ölüyorlar (ölümsüzleşiyorlar) ve kurtuluyorlar. Buradaki işgal sonucu ölenlerinse âhireti mahvoluyor. Biz, insanların suçsuz yere ölmemesi için mi öncelikle mücadele etmeliyiz, yoksa âhiretlerinin mahvolmaması için mi? Önceliğimiz insanların bedenleri mi, ruhları mı? Dünyaları mı, âhiretleri mi? İnsanların öncelikle karınlarını mı doyurmalıyız, gönüllerini mi?

İnsanımız o hale gelmiş ki, belâ kendi evinin kapısına dayanıncaya kadar suya-sabuna dokunmamayı tedbir sayabiliyor.

Para-pul, araç-gereç, sayı-nüfus hesabı yaptığı kadar bile Allah’ı hesaba katmıyor ve korkularının esiri olabiliyor.

Okumakla adam olacağına, namazla sadece Allah’a kulluk bilincine ulaşacağına, duayla aktifleşeceğine, sabırla direnişe geçeceğine; kitapla eşekleşebiliyor, namazla ürkekleşebiliyor, duayla pasifleşebiliyor ve sabırla zilleti kuşanabiliyor.

Elini taşın altına koyacağına, yüke omuz verip yük alacağına; yük olabiliyor.

Bir yol bulacağına, yol açacağına, yola düşeceğine; yolda düşüyor, düştüğü yerden kalkmıyor, yoldan çekilmiyor.

Yangını söndürmek için eline bir kova su alıp göreve koşmak yerine; itfaiyecileri eleştiriyor, yürüyenin önüne taş, üretenin önüne set olabiliyor.

Zihni düşünce, gönlü huzur, eli iş üreteceğine, sadece dili laf üretiyor.

Esas Filistin biziz biz! Farkında bile değiliz.

İslâm, insanları kurtarmak ister. Canla cihad, yani Allah için savaş, başkalarını öldürüp cehenneme göndermek için değil; nefsimizi ve diğer nefisleri cehennemden kurtarmak için yapılır.

Cihad, yanmaktan kurtulan merhametli insanların başkalarının imdadına koşmasının, insan kurtarma savaşının adıdır. O yüzden kurtulmayan kurtaramaz.

Canla cihadda, yani Allah için savaşta hedef, öldürmek değil; diriltmektir. Ölü kalpleri diriltmek, sönük fikirleri aydınlatmak, donuk hissiyatlara can vermek. İnsanları yurtlarından etmek değil; onlara ebediyet yurdunu kazandırma gayretidir cihad. Bu diriliş hareketinin önüne çıkanlar ölümü hak etmiş olurlar.

Çokların hayat bulması için, belli bir azgın azınlığın ölmesi gerekiyorsa, işte buna “cihad” deriz ve buna koşarız. Aksi halde çoğunluğa zulmetmiş oluruz. Bunun şartlarını da ümmetin ulemâsı belirler, birkaç gencin heyecanlı ama cahilce tavrı değil.

Cihad mekânları; mânen hastalıklı, ülkelerinde ciddi bir şey yapamayan insanların sığınağı, ucuz ve kolay yoldan cennete gitmek için kaçılacak, sığınılacak mekânlar değildir.

 

Maddeler halinde cihadı tahlil edelim

1) Cihad farzdır.

2) Cihad, sadece silahla veya can alıp canını vermekle sınırlandırılamaz.

3) Kur’an’da cihadı emreden hemen bütün âyetler, “malınızla ve canınızla cihad edin” der. Önce malla, yani, can dışında Allah ne tür imkân verdiyse onlarla Allah yolunda cihad…

4) Cihad emri, Kur’an’ın topluma tedricî olarak yüklediği görevlerdendir.

5) Cihad emri, öncesinde başka çalışmaları icap ettiriyorsa oradan başlamayı gerekli kılar. Namaz için önce abdestin gerekli olduğu gibi.

6) Bu topraklarında yaşayan kimselerin en önemli cihadı yine bu topraklarda olmalıdır. Çünkü bizim yaşadığımız yerlerde cihada daha büyük ihtiyaç vardır. Şirkin izale edilmesi için yapılacak ciddi çabalar için uğraş vermek, can vermekten daha zor, daha sabır isteyen, daha ilim ve olgunluk isteyen bir tavırdır. 

7) Esas İsrail, bizim içimizdeki İsrail’dir. Esas Filistin biziz. Esas büyük işgal, toprakların işgali değil, bizim insanımızın gönlünün ve zihninin işgalidir. 

Şeytan, yapamayacağımız büyük işleri, idealleri, boyumuzun ve gücümüzün yetmeyeceği şeyleri güya yaptırmak için, yapacağımız görevleri aksattırmayı pek sever. Şeytanın sağdan yaklaşmasıdır bu.

 Tamam, İsrail mallarını ve kendini ona kayıtsız şartsız destek verme mecburiyetinde hisseden Amerika mallarını boykot edelim, ama “made in Turkey” imzası taşıyan malların ne kadarı İsrailleşmemiş, Amerikanlaşmamış firmaların malları ki!? Şu an gösterebileceğimiz en iyi boykot, hayatımızdan Yahudi yaşayışına dair yaşantıları çıkarmak, gâvurlaşmaya giden yoldan dönmek olacaktır. İsrafa yol açacak, lüks tüketim sayılabilecek tüm malları boykot etmeli değil miyiz? Olayı, bir de tersinden değerlendirelim: Kârının belirli miktarını her ay İsrail’e gönderen (tespit edilebildiği kadarıyla) yüz civarında marka var ve bunların Müslümanlarca boykot edilmesi isteniyor. Aynı şekilde İsrail devleti, kendi halkına; Filistin’e ve benzeri cihad yapılan yerlere her ay yardım eden markaları boykot etmelerini istemek için firma ismi tespit etmeye kalksa, kaç tane Müslüman markası çıkar? Hatta bulabilir mi boykot edilmeyi gerektiren bir firma? Dâvâsı için Siyonist Yahudi kadar fedâkârlık yapamayan zenginleri hangi sınıfa koyacağız? Paraya tapma özelliği yönüyle kim daha fazla Yahudi(leşmiş) dersiniz? 

Ne mi yapmak lâzım? Önce durum ve konum tahlili… Akıllıca, çekinmeden. Sonra uzun vadeli programlar. Ümmetin ihyâsı, tevhidi anlayan muvahhidlerin vahdeti. Sonra öncülerin şûrâsı ve önderliği. Ulemânın beraberliği, kolektif dayanışma ve güç birliği ruhu. İlim-takva-cihad bütünlüğü. Allah’a (O’nun dinine) yardım. İlâhî rahmete paratonerlik ve liyâkatlik. Ümmet içinde öncü bir kadro, ümmet içinde ümmet. Ve, onların İslâmî değişim ve dönüşüm için planlı programlı faaliyetleri. Cihadsa, her çeşidiyle cihad; Ama niyetlerin, inançların, amellerin/eylemlerin, safların, önderliğin netliği.

“Dinde zorlama yoktur.” (2/Bakara, 256). Ancak, cennet yolunu zorla kapamak isteyenlerle de savaştan başka çare yoktur. Bizim cihadımız, muhâtaplarımızı yok etmeyi değil; onları İslâm’laştırarak kurtarmayı veya kurtulmak istemeyen o zâlimlerden diğer insanları kurtarmayı hedefler.

Bugün müslümanların kâfirler arasında bir selin içindeki köpük ve çer-çöp gibi olmasının temel sebebi, düşman edinmeleri gereken kâfirleri dost kabul etmeleridir. Dünyada izzetin, onurun, devletin; âhirette cennetin bedeli, Allah’ı ve Allah taraftarlarını dost; şeytanı ve şeytanın askerlerini düşman kabul etmek ve dostluk ve düşmanlığını ispatlayacak davranışlarda bulunmaktır.

Ortadoğudaki müslüman kıyımına bakıp “sıra bize de gelecek” diyenler de, bilsinler ki; onlar bizim kardeşimiz ve sıra bize çoktan gelmiş. Onları ümmetin parçası olduğu halde, kendimizden, bizden saymıyorsak, safımızı kontrol etmek durumundayız.

Esas acınacak insanlar, dostunu düşmanını tanımayan ve düşmanını dost zannedenlerdir. Cihadıyla, ibâdetiyle Allah’ın dinini yaşamayan, Müslüman kardeşine yardım edemeyen kimsenin, müslümanca ölmesi de çok zordur.

Yolumuzu aydınlatmak için gerektiğinde malımızı yakmak, cehennemde yanmamak için gerekirse İbrâhim gibi dünya ateşlerine atılmak, dinimizin izzeti için canımızı incitmek, Allah için gerekli zorluklara, sıkıntılara katlanmak gerek.

Zafer önce gönüllerde ve kafalarda kazanılır. Gönüllerindeki, zihinlerindeki, hayatlarındaki işgallere karşı direnenler, er-geç zafere ulaşacaktır.

Kurtulmayan kurtaramaz. Kendini fethedemeyen hiçbir şeyi fethedemez. Gönül kapısını tevhid anahtarıyla açabilen kimsenin önünde nice kapalı kapılar kolayca açılacaktır.

Allah nazarında en üstün kişi, gönlünü, bileğini ve kafasını birlikte güçlendiren ve bu dengeli gücü Allah yolunda kullanabilen kimsedir. “Allah, mallarıyla ve canlarıyla cihad edenleri, derece bakımından oturanlardan üstün kıldı... Allah mücâhidleri, oturanlardan çok büyük bir ecirle fazîletli kıldı.” (4/Nisâ, 95)

Vahdet halinde dünya müslümanları gerçekten kıblelerine yönelip kıyâma durunca, bu işgal ve zulümler, yerini fethe ve güzel bir dünyaya kısa bir anda bırakacaktır. Ümmet bilinci içinde dünya müslümanları olarak hepimiz, cihad ve fetih şuuruyla Mekke fâtihleri gibi davransak; Filistin’deki zulüm, Irak’taki vahşet, karşımızda kaç dakika dayanabilir?

Cihad, karşımızdaki, hangi dilden anlıyorsa, o dilden anlatmaktır. Dille anlıyorsa dille; elle anlıyorsa elle konuşmaktır. Şehâdet kelimesini haykırmak, bütün dünyaya meydan okumak, bütün küfür dünyasını karşısına almak, şehidliğe tâlip olmak demektir. İsrâil, T.C.’den, Arabistan’dan değil; elinde taştan başka silahı olmayan, kendini taşlayan gençten korkup üstüne tankla yürüyor.

Yarın tarih kesinlikle yazacaktır: “Sapan taşları canavar tankları yendi.” Dünkü tarihin yazdığı gibi: Ebâbil kuşlarının taşları, azgın filleri yendi. Yarınki dünya, İsrail ve Amerika karşıtlarının olacaktır, yarınki âhiretin onlar için olduğu gibi.

Yahûdi kadar, bâtıl ideoloji mensupları kadar çalışmayan, fedâkârlık yapmayan insan, Müslüman sayılamaz!

Şehidler, kendi hayatlarını fedâ etme pahasına kutsal emâneti, tevhid şiarını, İslâm sancağını bize ulaştırdılar. Bizler, bu bayrağı taşıyabiliyor muyuz? Bizden sonraki nesillere bayrağı daha yükselterek teslim edebiliyor muyuz? Cevabımız “hayır” ise, unutmayalım; hesap meleklerinden önce şehidler yakamıza yapışacaktır.

Yenmek başkadır, kazanmak başka. Yenilmek başkadır, kaybetmek başka. Allah’ın askerleri savaşı kaybetse de, zaferi kazanırlar. Fillerin tavşanlarla savaşındaki gâlibiyeti, aslında alçak bir mağlûbiyettir.

İki güzelden birine (9/Tevbe, 52) tâlip insanlar çoğaldıkça, canını, malını Allah yolunda fedâ etmeyi ve Allah Teâlâ ile yaptığı antlaşmayla cennet karşılığında canını satmayı (9/Tevbe, 111) gâye edinmiş Allah erleri çoğaldıkça; dâvânın hâkimiyeti yakın demektir.

Çilesiz, zahmetsiz, sıkıntısız, ihtiyar kadınlar gibi evlerinin köşesinde oturarak zafer beklemek, ancak cihad kaçkınlarının işidir. Şehâdete, zorluklara, sıkıntılara tâlip olmak, Allah’ın dinini hâkim kılmak için çalışmak; gerçek imanın alâmetidir. Ve bu iman sahipleri için neticede iki güzellikten biri (9/Tevbe, 52) vardır: Ya şehâdet, ya da zafer ve ganîmet; bir de Allah’ın rızâsı.

“Gâyemiz Allah, önderimiz Rasûlullah’tır. Anayasamız Kur’an, yolumuz cihaddır. En yüce temennîmiz Allah yolunda şehîd olmaktır.” (Şehid Hasan el-Bennâ)

İslâm’ın zaferinin önüne, Mûsâ’nın denizi, İbrâhim’in ateşi veya Yusuf’un hapishanesi çıkmış, hiç önemli değil; ya geçeriz ya geçeriz!  

Selâm olsun tüm şehidlere, şehid gibi yaşayan ve dâvâsını yaşatan canlı şehidlere, şehâdet duâsı ve hazırlığı yapanlara!

Son vahşi olaylar bir kez daha gösteriyor ki, insanlık İsrail eliyle hızla dünya savaşına doğru sürükleniyor. Kıyâmet savaşının sirenleri çalıyor. Planlarımızı, hazırlıklarımızı buna göre yapmak, yaşantımızı ufukta gözüken bu geleceğe göre gözden geçirmek zorundayız.

Nice İslâm toprağında da ateş gibi yakıcı sıcak savaş sahneleri uyguluyor. Müslüman, dünyanın neresinde yaşarsa yaşasın, bunlara seyirci kalamaz, tarafsız olamaz. Bertaraf olmak istemeyen bîtaraflığı seçemez. Müslüman, gündelik basit işlerle oyalanamaz. İki yoldan birini seçmek zorundadır, yol ayrımına gelmiş insanımız. Ya cenneti ya cehennemi; ya izzeti ya zilleti; ya cihadı ya mağlûbiyeti; ya Allah’ı ya dünyayı… Allah’ı tercih edenlere selâm olsun!

Allah’ım! Bizi, azâba hak kazanmış kimselere senin dünyevî azâbını tattırmaya memur eyle! Ey Muntakîm olan Allah! Bizi intikamı hak edenlere karşı görevli kıl.

Dünyevîleşmeye, gâvurlaşmaya, yahudileşmeye giden yolu bırakıp, kendilerine nimet verilen peygamberlerin, sıddıkların, şehid ve sâlihlerin yolunu takip eden ve Allah için her imkânıyla cihad edenlere ne mutlu!

“Din” kelimesinden türeyen “diyânet” kelime olarak; “din, dine ait, dinî emirlere riâyet etmek, gereğini yerine getirmek ve dindarlık” mânâsına gelir. Fıkıh eserlerinde bu kelime, “muâmelât”a karşılık ibâdetleri belirtmek için kullanılır. Günümüzde ve yaşadığımız coğrafyada terim olarak, başta anayasa olmak üzere laik yasalarla yetkisi çizilen ve Başbakanlığa (ilgili devlet bakanlığına) bağlı olarak çalışan, resmî devlet kurumu olan “Diyanet İşleri Başkanlığı” teşkilâtı için kullanılmaktadır. Biz de bu anlamda kullanacağız.

İslâm’a göre insan, yeryüzünün halîfesidir. Allah, insanı yeryüzünde meşrû icrâatta bulunması için, yani Allah’a kulluk için yaratmıştır. Bu anlamda halifelik; sadece namaz kılma, oruç tutma, zekât verme, hacca gitme gibi ibâdetleri yerine getirmekle sınırlı olmayıp, her hususta Allah’ın rızâsına uygun hareket edilmesini zorunlu kılar. Yani, Kur’an’ın hayat ve hüküm kitabı kabul edilerek tatbik edilmesi gerekir.

Kur’an’da bu gerçek, apaçık belirtildiği halde, müslümanların yaşadığı ülkelerdeki rejimler, “din”i kendi kontrolleri altına almak, dinin emir ve yasaklarından kendilerini soyutlamak; devletin dinsiz olmadığını göstermek için “Diyânet” teşkilât kurdular. Bu kurum vâsıtasıyla halka belli konularda serbestlik verilirken, “hak din”in temel/asıl konularından haberdar edilmemesine özen gösterdiler.

Yetkililer, Diyânet teşkilatını başbakanlığa bağlayınca ve kendilerine uygun gördükleri bir başkanı da o makama atayınca, dinle ve dolayısıyla hayatla ilgili bütün ipleri ellerine almış oldular. İşi daha da sağlama almak için imamların, müezzinlerin, vâiz ve müftülerin maaşını laik devletin bütçesinden ödemeye başladılar. Böyle yapmakla, kendilerinden maaş alanların kendilerine hesap sorma yolunu da kapatmaya çalıştılar. Bu durumda din, artık ortada oyuncak haline gelmiş oluyordu.

Kim başa gelirse gelsin; ister solcu, ister sağcı, ister sözde dindar, ister laik dinsiz; din bu yetkililerin menfaatlerine hizmet eden güçlü bir araç olarak kullanılmaya başlandı. Kim iktidarda ise din, yani Diyânet, o şahsın istekleri doğrultusunda hareket etmek zorundadır. Bu durum, müslümanların yaşadığı işgal edilmiş bütün İslâm topraklarında geçerlidir. Yani, her ülkede devletin kontrolünde olan bir Diyânet teşkilâtı vardır. Diyânet kurumu, devletin dini kendi emelleri için kullanmasına destek veren bir kuruluştur. Diyânet için dinin tümüne riâyet edip etmemek mesele değildir. Çünkü devlet ne derse Diyânet yetkilileri, kendilerini emir kulu kabul ederek öyle hareket etmek zorunda hissederler. Allah’ın hükmü ise açıktır: “Yoksa siz Kitab’ın bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Sizden bunu yapanın cezası, dünya hayatında ancak rezilliktir. Kıyâmet gününde ise (onlar) azâbın en şiddetlisine itilirler. Allah, yapmakta olduklarınızdan asla gâfil değildir.” [1]             

Diyânet teşkilâtı, Türkiye’de 3 Mart 1924 tarihinde Atatürk’ün isteğiyle meclisin kabul ettiği 429 sayılı kanunla kuruldu. Bu tarihten itibaren tekke ve zâviyeler kapatıldı. Câmilerin bazısına kilit vuruldu. Bütün bu yerler çok değişik maksatlar için kullanıldı. Bir kısmı depo, ambar, işyeri olarak kullanılmaya başlandı. Bazı câmi, medrese ve vakfiyeler de Cumhuriyetin ilk yıllarında torpilli bazı azınlıklara satıldı. 15 Kasım 1935 tarihinde çıkarılan bir kanunla eskiden câmi olarak kullanılan kiliseler, tekrar kiliseye çevrildi. Bunun yanında, 3 Şubat 1932’de “ezan”ın Türkçeleştirilmesi kanunlaştırılarak Arapça aslıyla okunması yasaklandı.

Diyanetin kuruluş amacı, tamamıyla devletin hizmetinde olan, devletin istediği şekilde bir din oluşturma için kurulmuş bir teşkilât olmasıdır.  Devlet, kendi içerisinde kendi aleyhine oluşacak bir güç olgusuna şiddetle karşı olduğundan, din ile devletin birbirinden tamamen ayrı olduğu söylenmeye başlandı. Aynı zamanda dine ve vicdana saygılı olduklarını söylemeyi de ihmal etmediler. Yetkili ve etkili güçler, halkın tepkisini çekmemek için dinsiz olmadıklarını söylediler. Bunun için de dini kontrol altına alan bir teşkilât kurmaları gerekiyordu.

Resmî ideolojinin kontrolünde ve onun prensiplerine göre çalışan her kurum, bağlı olduğu devletin değerlerine hizmet etmek zorundadır. Bu anlamda müslümanların Diyanet’ten bir beklentileri olamaz. Çünkü böylesi bir kuruluştan beklenti içinde olmak abesle uğraşmak olur. Aksine, bu kurum hem İslâm’ın anlaşılmasına, hem de müslümanların ciddi çalışmalarına engel teşkil etmektedir. Bu kurumun kitleler üzerindeki tesiri düşünülürse bu sözümüz daha iyi anlaşılır. Câhil insanlar Diyanet’i, Dini muhâfaza eden kurum olarak gördüklerinden farklı kurum ve kuruluşlara şüpheyle bakmaktadırlar. Diyanet, bütün câmileri kendi kontrolünde tuttuğundan, dolayısıyla bu yerlere devletin hâkim olmasından ötürü, zaman zaman resmiyete uygun yapılmayan bazı icraatlar, hutbe ve vaaz veren yetkililer hakkında hemen soruşturma açılıp cezalandırılmaktadır. Hutbelerin kalitesi; çiçeklerden, böceklerden, veremden, ormandan bahsetmekle ölçülmekte. Hatta bazen verginin faydalarından, kalkınmak için verginin kutsallığından bahsedilmektedir. Çünkü Diyanette, her şeyin Allah için yapılmasından önce, her şeyin devlet için yapılması önceliklidir. Tabii bu kurumun içinde yine de insaflı ve samimi insanların, dinini devlete/maaşa/az bir bedele satmayan müslümanların bulunduğu da bir gerçek. Fakat kargaların sesleri/gürültüleri bülbülleri bastırmaktadır.

Diyanet teşkilâtında çalışanların büyük çoğunluğu Diyanet’in esaslarına uygun bir kafa yapısına sahip olduklarından, kendilerine dikte ettirilen devlet dinini anlatmaktan (bazı istisnâlar hâriç) herhangi bir rahatsızlık duymamaktalar. Ancak, zaman zaman hasbel-kader oralarda şu veya bu sebeple görev almış tevhid eri müslümanlar bulunabilmektedir. Bunlar da kendilerine dayatılmak istenen İslâm dışı hutbe ve vaazları okumadıkları ve İslâm’ın sosyal ve siyasal yönünü esas alan hutbeler irad ettikleri için soruşturma geçirmekte, bazen de görevlerinden uzaklaştırılmaktadır.

Diyanet kurumu, öylesine devletçidir ki, iktidarda, hükümette kim olursa olsun fark etmez; memur olmanın gereğini yapar, âmirlerinin emirlerini harfiyyen yerine getirir, Allah’ın kulu olduğunu unutarak emir kulu olur. Onlarca benzeri bulunan bir örnek verelim. Aşağıya alıntılayacağımız örnek metinde görüldüğü gibi, müslümanlara her durumda devletin yanında yer almayı tavsiye etmektedirler. Bu tavsiyeye uymayanlar Diyanet’e göre müslüman bile sayılmazlar. Çünkü onlar, hâin olarak târif edilmekte. Diyânet Vakfı’nca yayınlanan İslâm’a ters nice unsurlar içeren bir kitabı beraberce okuyalım. Bu kitap, câmi görevlilerince cemaatlere ısrarla tavsiye edildiğinden olsa gerek, tam 25 baskı yapmış bir kitaptır:

“1- Milletimize ve Yurdumuza Karşı Vazifelerimiz: İnsan, toplu yaşama istidadında yaratılmıştır. İnsanın bu haline “medenî ve ictimaî vasfı” denir. Dünyadaki her topluluk, belirli sınırlar içinde siyasî bir cemiyet kurmuştur. Bunun adına “devlet”, devletin hâiz olduğu kudreti temsil eden kuvvete “hükümet”, yurt içinde yaşayan devlet ve hükümeti kuran insanların hepsine “millet” denir. Bizim devletimizin adına Türk Devleti; hükümetimize: Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti; milletimize de Türk milleti denir.

Müslüman Türk milleti, beşer tarihinin en eski, en ünlü, şerefli ve yüce bir milletidir. Türk tarihi ise insanlığın yüzünü ağartan, başka milletlere az nasip olan, idârede, askerlikte, medeniyette ve insanlık faziletlerinde yüce kahramanlıklarla doludur. Bu emsalsiz kahramanlıkların kaynağı, gıdası; imandır. Geçmişte böyle olduğu gibi bugün de mümtaz mevkimizi imanımıza borçluyuz. Yurt sevgisi de imandan gelir, imansızın kalbinde yurt sevgisi yer tutmaz. Her devletin bekası, o devleti meydana getiren milletle hükümeti arasındaki karşılıklı vazifelerin hakkıyla, yoluyla yapılmasına bağlıdır.

2- Milletin Hükümete Karşı Vazifeleri: Her insan için memleket ve milletini sevmek, onun saâdetine ve yükselmesine çalışmak, hükümetin kanunlarına, emirlerine boyun eğmek bir vazifedir. Bizim Kitabımız Kur’ân-ı Kerim böyle emreder. Yurdun içten ve dıştan korunması, millet işlerinin lâyıkıyla başarılması için herkes, malıyla, canıyla hükümete yardım etmek zorundadır. Malla yapılan yardıma, vergi; canla yapılan yardıma da askerlik denir.

Memleketimizi düşman saldırılarından korumak, memleket içinde halkın rahat ve sükûnunu sağlamak için hükümetin kurduğu orduda hizmete koşmak, asker olmak, her vatandaşa düşen vazifedir. Bu vazife de dinin emridir. Askerlik, düşmanlara karşı yurdumuzu, ırz, namus ve şerefimizi koruma hizmetidir. Bu şerefli hizmeti ifa eden ordu, icabında canını fedâya hazır olan silahlı bir kuvvettir. Askerlik vazifesi, yurdumuza ve hükümetimize yaptığımız vazifelerin en şereflisidir. Çünkü askerlik, kan ve can vergisidir.

Bizim dinimizde askerlik mertebesi çok yücedir. Asker savaşta ölürse şehitlik; kalırsa, gâzilik mertebesine erer. Şehitlik mertebesi, âhirette peygamberlik mertebesinden sonra gelir. Fahr-i âlem efendimiz; “karada şehit olanların kul borcundan başka günahları affolunur. Denizde şehit olanların ise bütün günahlarıyla kul borçları da affolunur” buyurmuşlardır. Türlü bahaneler icad ederek askere gitmemek veya gittikten sonra kaçmak, hâinliktir, alçaklıktır, büyük günahtır.” [2]          

Allah’ın dinine ayarlı olmayan bir kurumda çalışmak sûretiyle O’nun dininin esaslarını gerçek mânâda anlatmak mümkün değildir. Bu metot, fevkalâde yanlış bir usûldür. Dünyalık geçimini elde etmek için sadece insanların önüne geçip namaz kıldırma memurluğu yapan nice insan vardır ki, namazın ne anlama geldiğinden bile habersizdir. Bırakın tefsirleri, mealiyle birlikte Kur’an’ı baştan sona okuyanların sayısı yok denecek kadardır. Bu görevi yapan kimselere, yani namaz kıldırma gibi önemli bir görevi yapana İslâmî ıstılahta “imam” denir. İmamın taşıdığı özellikler kendisinde bulunmayan bu zavallı kimseler nasıl olur da cemaate lider olabilir? Hâlbuki imam; lider, yön veren, örnek olan, iyiliği emreden, kötülükten sakındıran, Allah’ın dinini gerçek mânâda insanlara anlatan kişi demektir. Diyanette çok sayıda namaz kıldıran sözde imam vardır ki, endişeleri sadece geçimleridir. Bu da sistemin ayarladığı sihirli değnek hükmündedir. Zira maaş adlı sihirli değnekle, istediği zaman bu kurumu ve insanları kendi lehine çalıştırabilmektedir. Maaş endişesiyle, dinin bazı gerçeklerini anlatmaktan korkan görevli sayısı, çok büyüktür. Hâlbuki aynı imamlar, insanlara rızkın Allah’tan olduğunu da anlatıp dururlar.

Televizyon veya radyo programlarında rastlamışsınızdır. İnanç dünyası veya kandil gecelerinde yapılan programlarda hiç yeri değilken bazı kimselere duâ edilir. Ölmüş gitmiş ve dine de pek inanmayan kimselere duâ edip dururlar. Bu duâları yapanların çoğu da, yağcılığı ve dalkavukluğu meslek edinmiş, kravatlı, göbekli Diyanet memurlarıdır. Aslında, hoca denilen bu görevliler, devletin temel ilkesi olan laikliğe ters düştüklerinin, ona leke sürdüklerinin farkında bile değildirler. Ama alan memnun, satan memnun; laiklik de, acıkınca yenilen helvadan bir put değil mi?

Ne acıdır ki, halen müslümanlara yönelik sürmekte olan baskılara, müslümanların başörtülerine yönelik zulümlere, Diyânet resmî bir kınamada bile bulunmaktan âcizdir. Haksızlığa, dinsizliğe ve dine düşmanlığa sessiz kalmanın fetvâsını hangi dinden aldıklarını sormak lâzım. Hem Diyanet içinde Din İşleri Yüksek Kurulu diye bir kurul kuracaksınız, hem de bu kurul, birileri Hak dine kürfretse hiç ses çıkarmayacak. İyi niyetle halk tarafından büyük fedâkârlıklarla yapılan câmilere Diyanet hemen el koyar. Maksat, orada kendisinin anlattığı devletin dininden farklı bir dinin anlatılmasına, yaşanmasına engel olmaktır. İşgal edilen bu mekânlar, devlet için öylesine faydalı yerlerdi ki laik devlet bu yerlerin kendi kontrolünde olmak şartıyla sayılarının artmasından fevkalâde memnun oluyor.

Haftada bir gün, o kadar insana Cuma günü anlatacağı mesajları neden fırsat bilmesin? O kadar insan, zorla toplanmaya çalışılsa bu kadar başarılı olunmaz. Devlet, Diyanet’in eliyle hiç çaktırmadan yapmak istediğini güzelce yapmaktadır. Devletin dinsizliğine (daha doğrusu laiklik inancıyla çok dinliliğine), düzenin despotluğuna ses çıkarmayan, onun ikiyüzlü yönetimine hizmet eden bir Diyanet, neden olmasın, değil mi? Üstelik bu kurum, düzene, polis ve jandarmadan daha iyi hizmet etmektedir.

Bizim için, Diyanet’in karşı olunacak en önemli tarafı, onun kuruluş amacı ve İslâm adına yaptığı tahrifat ve tahribatlardır. Çünkü Diyanet, sırf Allah’ın râzı olduğu dine karşı laik ve gayri İslâmî bir devletin râzı olduğu bir dini yaygınlaştırmak için kurulmuştur. Yani dine karşı yeni bir dinle mücâdele etmek. Maksat, mevcut potansiyeli, yani halkı kontrol altına almaktır. Onlara göre halka verilecek İslâmî anlamda/alanda her serbestlik, sürdürdükleri saltanata son vermek olacaktır. Bu durumu bilen düzen, Diyanet aracılığıyla kendi konumunu sağlama almış olmaktadır.

Yine Diyanet; eğitimden kişinin dünya görüşüne kadar her şeyine müdâhale etmiş bulunuyor. Başta kendi personeli olmak üzere, onun eğitiminden geçen çoğu kimse devletçi ve düzencidir. Devletin uygun görmediği her anlayış, bunlara göre de yanlıştır, zararlıdır. Bu inançla hareket eden Diyanet personeli, devlete ve onun yanlış icraatlarına tepki gösteren kimselere bölücü, hâin demekten çekinmezler. Kulaklarını, gözlerini ve kalplerini düzene kiralayan bu kimseler âyet ve hadislere karşı gelmek adına da olsa devletçidirler. Aralarında marangoz hatası cinsinden bazı istisnâlar olmasına rağmen herkes tâğuta karşı çıkmayan bir tavırdan yanadır. Her personel, bu çarkın dişlisi olarak görev yapmaktadır. En ücrâ köylere bile devletin öğretmeninden, jandarmasından önce Diyanet ulaşabilmekte. Bir karın tokluğuyla ya da bir maaşla satın alınan bu kadroların bir zamanlar Afganistan’daki mevcut komünist rejime karşı mücâdele eden mücâhidlerin anarşist, bölücü olarak câmilerde tanıtıldığı günlerin diğer ülkelerde de olmasına şaşmamak lâzım. Bilindiği üzere Afganistan’da Allah için kıyam eden mücâhidler Ruslara bağlı Diyanet personeli tarafından halka bölücü, hâin ve anarşist diye tanıtılıyordu. Demek ki Rus keferesi bile ülkelerindeki Diyanet teşkilatının varlığından memnunluk duyuyor. Çünkü İslâm dışı rejimler kendi kontrollerinde bir Diyanet teşkilatının olmasını kendileri için faydalı görmektedirler.

Yaşadığımız topraklarda da, etkili ve yetkili çevrelerin İslâm’a saldırmalarına karşı Diyanet’in sesini hiç çıkarmaması, üzerinde düşünülmesi gereken husustur. Eski müftü mürted Turan Dursun, kitaplarında İslâm’a açıktan saldırırken Diyanet ve oluşturduğu heyet, Din İşleri Yüksek Kurulu, bu konuda neden bir açıklamada bulunmuyor, cevap vermiyor? Haydi, ülke içinde İslâm’a açıkça hakaret edenlere bir şey diyemiyorsa, ülke dışında meselâ, Hint asıllı mürted Salman Rüştü, aynı şekilde İslâm’a saldırdığı, Hz. Peygamber’in hanımları olan annelerimize hakaret ettiği zaman neden onu tel’in etmemiştir? Bazı resmî ve yarı resmî kuruluşların, kimi yetkililerin ve bir kısım medyanın herhangi bir olayı bahane ederek İslâm’a topyekün savaş açmalarına üç maymunu oynaması, görmemeyi, duymamayı, söylememeyi tercih etmesi başka neyle izah edilebilir? “İrtica” denilerek İslâm’a ve müslümanlara olmadık iftiralar atan, Hak Dini karalayan ve onunla en çirkin yöntemlerle savaşan medya ve diğer kesime karşı, Diyânet, Hak Dini müdâfaa etme ihtiyacı bile hissetmemekte ve “dilsiz şeytan” rolünü üstlenmektedir.

Tabii, Diyanet, hak karşısındaki bu sessizliğe/tepkisizliğe kılıf uydurmayı da ihmal etmiyor. Çünkü demokrasiyle(!) idare edilen bir ülkede her şey tartışılmalı. Gerekirse halkın en kutsal değerleri bile tartışılabilir; ama rejimin temel ilkeleri ve heykelleri tartışılamaz. Çünkü tartışılması Kemalist anlayışa ve Devlet dinine göre câiz değildir, demokrasi dininin kurallarını ihlâl etmektir.[3] “Ey iman edenler! Sizden önce kendilerine Kitap verilenlerden dininizi eğlence ve oyun konusu edinenleri ve kâfirleri dost edinmeyin. Eğer mü’min iseniz Allah’tan korkun.” [4]                   

İslâm’ın, sosyal ve siyasal hayatı hayra doğru değiştirip dönüştürmesinin önünde en büyük engellerden biri, resmî/laik İslâmizasyon anlayışları ve bu işlevi gören kurumlar, en başta da Diyanet kuruluşlarıdır. Diyanet teşkilâtları, işgal altındaki bütün İslâm dünyasında büyük bir kambur, ayak bağı ve pranga durumundadır. İslâm dışı düzenler açısından ise, bir koltuk değneği, bir emniyet sibobu, bir drenaj kanalıdır. Diyanet görevlilerine “Din görevlisi” denilmektedir. Bu deyimdeki “din”den İslâm kast ediliyorsa, bu yanlış bir adlandırma olur. Çünkü İslâm’da, herkes dininin görevlisidir. İslâm’da, hıristiyanlıkta olduğu gibi ruhbanlık, ruhbanlar (din adamları) sınıfı yoktur. Bütün müslümanlar, iyiliği emretmek, kötülükten sakındırmak, dinlerini yaşayıp başkalarına yaşatmak için dinin kendilerini görevlendirdiğini kabul eden insanlardır. Onun için her müslüman, dininin vazifelisi, din görevlisidir. Ama, bu  “Din görevlisi” tâbiriyle düzenin resmî dini kast ediliyorsa, diğer memurlar gibi, hatta onlardan öncelikli olarak Diyânet görevlilerine bu ismin/ünvanın verilmesinde sakınca yoktur. Kendilerine görev veren, nerede, hangi câmide ve hangi türde, hangi kanun ve yönetmelikler çerçevesinde görev yapacağını bildiren/emreden devlet olduğuna göre, bunların, her şeyden önce devlet görevlileri, devletin din için görevlendirdikleri, devlet dininin görevlileri olduğu daha mantıklı çıkarım olmaktadır. İslâm dışı güçlerin desteği/maaşı olmadan ayakta duramayacak olan bu grup, çoğu zaman kendilerini hak dinin temsilcileri olarak görürler. Bu da müslümanların cezâsı olarak yetmektedir.

Dünyadaki tüm küfür sistemleri, açık cephe alıp fertlerin içinden sökemedikleri Allah inancını köreltmek, saptırmak ve bu yolla insanları dalâlete düşürüp köleleştirmek için kendilerine Bel’amlar bulmak zorunda hissetmişlerdir. Tarihin çok eski devirlerinden itibaren, Kur’an’ın bildirdiğine göre meselâ Hz. Mûsâ döneminden bu yana, küfürle hükmeden düzenler, edindikleri bu yardımcılara para ve makam vererek onları toplumun önüne sürmüşlerdir. Bir taraftan da, dinî konularda bunların yetkili olduklarını yaymaya ve bu imajı toplumun kafasında yaşatmaya çalıştılar. Böylece, bu yolla halkın onlara tâbi olmasını sağlayarak, halk üzerinde kendi egemenliklerini ve baskılarını kurdular. Dünyadaki tüm küfür sistemlerinin İslâmî gerçekleri müftü, vâiz ve namaz memurları sâyesinde nasıl saptırdıklarına dair nice örnekler içinden birkaçına değinelim:

Bir taraftan dini afyon kabul ederek, insanları dinsizleştirmek için elinden geleni ardına koymayan Rusya’daki sosyalist düzen, diğer taraftan resmî müftüler atayarak, yıllarca insanları bu müftüler vâsıtasıyla saptırmağa çalışmıştır. Hac mevsimlerinde, bu kiralık müftüleri hacca göndererek, o kutsal topraklarda kendi propagandasını yaptıran sosyalist sistem, aynı zamanda ülkesindeki muvahhid mü’minleri kurşuna dizmiştir. Bu yaptıklarıyla sosyalist düzenin, müftü atamakta ne kadar samimi olduğu gözükmekte ve asıl amacının ne olduğu ortaya çıkmaktadır. Bu gerçekler, yıllarca tüm dünyanın gözleri önünde cereyan etmiştir.

Yunanistan gibi hıristiyan çoğunluğa mensup bir ülke, sömürgesi altındaki Batı Trakya’nın Gümülcine’sinde resmî müftü atamaya çalışmış, halkın seçtiği müftüyü kabul etmemiştir. Bu durum, laik bir ülke olan Türkiye tarafından eleştirilmiş, İslâm düşmanı medya tarafından da Yunanistan’ın bu tutumuna karşı çıkılmıştır. Hıristiyan bir ülke, neden kendini İslâm’a nisbet eden halkın, kendisine seçtiği müftüyü kabul etmeyerek kendisi müftü atasın? Niçin müftü seçmekte bu kadar hassâsiyet göstersin? Bunun cevabı gâyet açıktır. Hıristiyan Yunanistan, eğer bir kişiyi kiralayarak müftü tâyin ediyorsa, bunun sebebi; diğer küfür rejimlerinde olduğu gibi, o şahıs ve kuruluş aracılığıyla müslüman halkı kendisine boyun eğdirmek, itaat ettirmektir.

Orta doğuda, Asya ve Afrika’da da durum pek farklı değildir. Dünyanın hemen her yerinde, İslâm dışı düzenler, kendilerinin İslâm’la hiçbir ilgileri bulunmadığı halde, müslüman gördükleri halklara müftü, vâiz ve namaz memuru tâyin etmişlerdir. Bu kiralık görevliler de, ücret aldıkları küfür rejimlerine hizmeti ibâdet telakki ederek görevlerini lâyıkıyla yapmışlar, halklarını din adına aldatmışlardır. Zaten İslâm dışı düzenler de bunu yapmaları için kendilerine ücret ödüyorlar. Bunlardan birçoğu da toplum içinde oldukça ün salmış, meşhur edilmiş kişiler olarak ortaya çıkarlar. İşin en tuhaf yönü ise, bu kiralık görevlilerin, İslâm dışı rejimlerin uşakları ve hizmetkârı olduklarını unutarak, kendilerini gerçekten İslâm âlimi, İslâmî konularda söz sahibi olduklarını zannetmeleridir.

Diyanet İşleri teşkilatını niçin kurduklarını açık bir şekilde anlatan, laik sistemin akıl hocası ve düşünürü, 1961 anayasasının mimarlarından biri olan Prof. Mümtaz Soysal’ın “Yüz Soruda Anayasanın Anlamı” adlı kitabındaki ifadeleri, bu söylediklerimize ışık tutmaktadır. Soysal, laikliğin tarifini ve Batı toplumlarında geçirdiği evreleri tanımladıktan sonra, laikliğin önünde engel teşkil eden İslâm dininin, nasıl etkisiz hale getirilerek devre dışı bırakıldığını şöyle anlatıyor:

“Dinin toplum işlerinden, toplumsal görevlerinden sıyrılıp ‘vicdanlara itilmesi’, kişilerin iç dünyalarından dışarıya taşmayan bir inançlar bütünü sayılabilmesi. Bu, aynı zamanda, dünya işleriyle çok yakından ilgili olan müslümanlığın kendi içinde de bir reforma girişmek demek. Bir bakıma, Atatürk’ün uygulamak istediği laiklik politikası, dini ‘toplumsal’ olmaktan çıkarıp ‘kişisel’leştirirken, müslümanlığın temel niteliklerinden birine de dokunmuş oluyordu. Laik devlet, yalnız mezhepler arasında ayrım gütmeyen, resmî bir dini olmayan, dinsel kurallarla iş görmeyen bir devlet olmakla kalmamalı, aynı zamanda dinin vicdanlara itilmesi için gerekli tedbirleri de alabilen devlet olmalıydı.” [5]

Prof. Soysal’a göre devlet, laikliğin öngördüğü tedbirini aldı. Aldı almasına da, ancak İslâm dini, büyük bir engel olarak laikliğin karşısında, olduğu gibi duruyordu. Çünkü İslâm’da, hıristiyanlıktaki gibi din ve devlet işleri ayrı ayrı değildi. Soysal bu gerçeği şu ifadelerle dile getiriyor: “İslâm dini, din ile devlet işlerini ayırmak şöyle dursun, bunlarda tam bir kaynaşma getiriyor. Din, insanların iç dünyaları kadar, devlet konusundaki davranışları da kurallara bağlamak amacını gütmektedir. Bu alanda laikleşmeğe doğru atılan her adım, eninde sonunda dinin kendisiyle çatışmaya kadar varıyor.” [6]

Laik rejim İslâm’la çatışmayı göze alamadı. Ancak, bu engel kaldırılmalı, ama çatışma olmadan bu iş halledilmeliydi. Çünkü böyle bir çatışma laik rejimin sonu demekti. O halde, laikliğe zarar verilmeden bu iş gerçekleştirilmeliydi. Ve formül bulundu: İslâm isim olarak var olmalıydı, ancak, hüküm/uygulama olarak kaldırılmalıydı. Laik rejimin çok güveneceği bir teşkilat kurulmalı, bu kuruluş, dinin vicdanlara hapsedilme işini en iyi şekilde yerine getirmeliydi. Diyanet İşleri Teşkilatı böylece kuruldu. Diyanetin laik sistem içindeki yerini ve görevini istenildiği gibi nasıl yerine getirdiğini de Soysal şöyle ifade ediyor:     

“Laik bir devlette ‘Diyanet İşleri Başkanlığı’nın genel idare içinde yer alması, Türk devriminin özelliklerine uygun bir laikliğin, yani dini toplum işlerinden kişisel vicdanlara itebilme işinin daha sağlam ve emin yollardan gerçekleştirilmesi dışında herhangi bir anlam taşıyamaz.” [7]

Soysal, çok açık bir şekilde, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kuruluş amacını ortaya koymaktadır. Buna göre, Diyanet’in görevi, dünya ve âhiret nizamı olan İslâm nizamının, devletle ve dünya ile ilgili olan kurallarını gizleyerek onu ruhbanlık dini haline getirmeye ve böylece onu vicdanlara hapsetmeye çalışmaktır. Bunun için; müftüler, vâizler ve namaz memurları yetiştirmek, bunların nasıl hareket edecekleriyle ilgili esasları belirlemek, bu esaslar doğrultusunda hareket edip etmediklerini, laik sisteme uygun konuşup konuşmadıklarını kontrol etmek üzere, müfettişler görevlendirmek Diyanetin temel görevidir.

Laik sistem, kendi emniyeti için kurduğu ve emniyet sibopluğu yaptırdığı Diyanet örgütüne yalnızca eleman yetiştirmekle kalmamış, aynı zamanda bu yetiştirdiği elemanlarına işleyecekleri dinî cinâyetleri (dini vicdanlara hapsetmeye çalışmaları) karşılığında, bütçesinden her yıl düzenli olarak ve miktarı laik rejimin birçok bakanlığın bütçelerinin 10-15 katı kadar parayı rüşvet olarak vermiştir. Laik rejim, protokolda, Tapu Kadastro Müdürlüğü kadar bir yere sahip olan Diyanet Teşkilatına, devletin çok önemli altı bakanlığının toplam bütçesinden daha fazla bir parayı ayırıyordu. Ayrıca, yıl ortasındaki ek ödenekler ve Diyanet Vakfının gelirlerinin de eklenmesi ile bir müdürlük seviyesindeki Diyanet örgütünün bütçesi, devlet içinde devlet bütçesi haline geliyor.

Bütün bu rakamlar çok büyük, hatta korkunç gelse de; aslında, Diyanet teşkilatının işlediği dinî katliamlar karşılığında az bile kalmaktadır. Çünkü Rusya, büyük askerî gücüne ve onca imkânına rağmen, bir avuç Çeçen’in kafasından din duygusunu, gönlünden cihad ve şehitliği, onca propaganda, saldırı ve işkenceye rağmen kaldırmayı başaramazken, Diyanet, kan dökmeden ve baskı yapmadan personeli vâsıtasıyla yaptığı propagandalarla, dini toplumsal hayattan kaldırma ve toplumu hak dinden kopararak devlete tâbi kılma açısından Rusya ile karşılaştırılamayacak büyük başarı elde etmiştir. Konuyu bir de nüfus açısından ele alacak olursak, sonuç daha büyük boyutlara ulaşmaktadır. Yani Rusya, 250 milyonu geçen nüfusu, süper askerî ve malî gücü, sosyalist ideolojisi, baskı ve saldırılarıyla, bir milyon Çeçen’in kalbinden ve kafasından imanı sökmeye muvaffak olamazken; diyanet örgütü, 88 bin çalışanı ile 70 milyon insanın kalbindeki ve kafasındaki imanı geçersiz hale getirerek onları birer uydu/köle haline getirebilmiştir. Rusya 250 milyon nüfusuyla bir milyona yapamadığını, Diyanet örgütü 88 bin çalışanıyla 70 milyona yaptı.  (Güncellemek için işaretledim) Bu nedenle, Diyanet’in aldığı ücret/rüşvet az bile kalmaktadır. Diyanet şebekesinin zavallı elemanları rejime yaptıkları hizmetleri bir bilselerdi, generallerin rejime yaptıkları hizmetlerden çok daha fazla olduğunu ve rejimi nasıl koruduklarını görürlerdi. Çünkü Diyanet örgütü, içerideki dinsel düşmanı (irticâyı) etkisiz hale getirmekte, generallerin dış düşmanı etkisiz hale getirmelerinden daha başarılıdırlar. Diyanet teşkilatının her elemanı, yaptıkları üstün ve başarılı görevleri için aslında mareşallikle ödüllendirilmelidir.

Ancak, her işte olduğu gibi, bu konuda da insanların bir hesabı varsa, Yüce Allah’ın da bir hesabı var ve Allah, hesabında daima üstün gelendir. “Kâfirler istemese de Allah dinini üstün kılacaktır.”[8] İşte bu Diyanet şebekesi konusunda da laik sistemin hesabı yine tutmadı. Tıpkı İmam-Hatip Liselerinde ve İlâhiyat Fakültelerinde tutmadığı gibi. Çünkü düzen, onca rüşvet vererek kiraladığı dinsel suçlu müftü, vâiz ve namaz kıldırma memurlarından kimileri, işledikleri cinâyetin farkına vardılar. Allah korkusunun ağır basması sonucunda, laik rejimin ellerine tutuşturduğu, rejimi öven kâğıtları bir kenara fırlatıp ellerine Kur’an’ı alarak aslına uygun bir şekilde hak dini halka anlatmaya çalıştılar. Ancak, rejimden onca rüşvet alan Diyanet ve bağlı olduğu yetkililer boş durur mu? Hemen harekete geçerek namaz memurlarından halka Kur’an’ın anlamlarını anlatan ve okutanları araştırmaya başladılar ve Kur’anî gerçekleri insanlara ulaştırmaya çalışanlardan tespit edebildiklerinin işine son verdiler.

Diyanet İşleri, dinin bir vicdan meselesi olduğunu halka kabul ettirmek için, sürekli olarak bu tarzda hutbeler hazırlar ve namaz kıldırma memurlarına da bu hutbeleri okutur. Bu hutbeleri okumayanları uyarır, cezalandırır, hatta gerekirse görevine son verir. Diyanetin bağlı bulunduğu yasa, dinin bir bölümünü anlatmaya, bir bölümünü gizlemeye görevlileri zorlamaktadır. Aynı yasa, laiklikle çatışan, Kur’an’ın devlet ve egemenlikle ilgili hükümlerini gizlemeleri gerekirken bunları açıklayan görevlilerin işlerine son verileceğini de ortaya koymaktadır.

İslâm dini, devlet ve hüküm/egemenlik esasını ilk plana almaktadır. “Lâ ilâhe illâllah” kelimesi, bu gerçeği ifade etmektedir. Hz. Âdem’den (a.s.) Hz. Muhammed’e (s.a.s.) kadar süregelen risâlet zinciri, sadece bu gerçeğin anlaşılması içindi:

 “Andolsun Biz, ‘Allah’a kulluk edin ve tâğuttan kaçının’ diye (emretmeleri için) her ümmete/topluma bir peygamber gönderdik. Allah, onlardan bir kısmına hidâyet edip onları doğru yola iletti. Onlardan bir kısmı için de sapıklığa düşmek hak/gerekli oldu. Yeryüzünde gezin de görün; inkâr edenlerin sonu nasıl olmuştur!”[9] Kur’ân-ı Kerim, hâkimiyet konusunu, sürekli olarak işlemekte, baştan sona kadar bu konuya işaret etmektedir. “Hüküm, yalnız Allah’ındır. O, yalnız kendisine ibâdet/kulluk etmenizi emretmiştir. İşte dosdoğru din budur. Ama insanların çoğu bilmezler.” [10]

Hâkimiyetin ancak kendisine ait olduğunu bildiren Yüce Allah, indirdiği hükümlerle hükmetmeyenlerin kâfir, zâlim ve fâsık olduklarını, hükümleri gizleyenlerin de aynı kategoriye girdiklerini bildirdikten sonra, Kur’an’la mutlaka hükmedilmesi gerektiğini emretmektedir. “Sana da, daha önceki Kitabı doğrulamak ve onu korumak üzere Kitabı (Kur’an’ı) gönderdik. Artık aralarında Allah’ın indirdiği ile hükmet; sana gelen gerçeği bırakıp da onların hevâlarına/keyiflerine/arzularına uyma...  Allah’ın sana indirdiği hükümlerin bir kısmından seni saptırmamalarına dikkat et.” [11]

Yüce Allah’ın indirdiği hükümlerin bir kısmını gizleyerek saklayanların ve hükümleri istemeyenlerin câhil olduğunu bildiren Kur’an, en güzel hükmedenin Allah Teâlâ olduğunu haber vermektedir: “Yoksa câhiliyye hükmünü/idaresini mi istiyorlar? İyice bilen bir toplum için Allah’tan daha güzel hüküm veren kim olabilir?”[12] Yüce Allah’ın indirdiği hükümleri gizlemek ve bunlarla hükmetmemek, ya da İslâmî esasların günümüzde geçerli olmadığını düşünmek ve söylemek; dini yalanlamak, inkâr etmektir: “Artık bundan sonra hangi şey, sana dini yalanlatabilir? Allah hükmedenlerin en güzel hükmedeni değil mi?” [13]

Aldıkları birkaç kuruş için İslâmî hakikatleri örtbas edenler, aslında İslâmî esaslardan ne kadar uzak olduklarını ortaya koymaktadırlar. Hakkı ortaya koymanın yolu, başta câhilî bütün sistemleri reddetmekten, daha sonra İslâmî esasları çok iyi öğrenmekten geçer. Bunun için hakkın ve bâtılın net olarak ortaya konulması gerekmektedir. “Dinde ikrâh/zorlama yoktur. Çünkü doğruluk, sapıklık ve eğrilikten ayrıt edilmiştir. O halde, kim tâğutu (Allah’tan başka hüküm koyanı) reddedip Allah’a iman ederse, kopması mümkün olmayan sağlam kulpa yapışmıştır. Allah (her şeyi) işitir ve bilir.” [14]

İşte, Diyânet teşkilâtı, bu hakikatlerin gün yüzüne çıkmaması için müftü, vâiz ve namaz kıldırma memurlarına ücret vermekte ve bu gerçekleri topluma duyuranları ise hiç bekletmeden kovmaktadır. Diyanet teşkilatının başına, dinin bir vicdan işi olduğu felsefesini kabul etmiş ve bu felsefe doğrultusunda hareket edeceğine dair güvence vermiş başkanlar getirilmektedir. Bu başkanlar, görevlerini laik düzenin emirleri doğrultusunda yapmaktadırlar. Bunların emrindeki câmi görevlileri de kendilerine yasalarla emredilenleri yerine getirmektedir. Bu görevliler, kendilerine verilen görev gereği, Kur’an’ın bütününü Arapça aslıyla okudukları halde, bir kısmını gizleyerek, kalan diğer kısımlarının anlamını halka ulaştırırlar. Bu ücretli görevlilerin, dinin ancak bu kadarını bildikleri söylenemez. Çünkü bir âyeti okuyup onun altındaki veya üstündeki âyetleri görmemek mümkün değildir. Kur’ân-ı Kerim’deki iyilik, güzellik, yardım severlik konularındaki âyetleri sürekli okuyarak; içki, kumar, zinâ, fâiz ve hâkimiyetin Allah’a ait olduğuyla ilgili âyetleri toplumdan gizleyen görevliler, ancak kendilerine verilen Bel’amlık görevini ifa etmektedirler. Bu görevlilerin böyle yapmasını isteyen, Diyanet teşkilatını kuran laik düzendir. Ancak şu unutulmamalı ki, Yüce Allah, indirdiği açık delillerin tümünün açıklanmasını istemekte ve bir kısmını gizleyenlere lânet edileceğini bildirmektedir:

“İndirdiğimiz açık delilleri ve hidâyeti, Biz Kitap’ta insanlara açıkça belirttikten sonra, gizleyenler (var ya), işte onlara hem Allah lânet eder, hem de bütün lânet edebilenler lânet eder.”[15]“Allah’ın indirdiği Kitap’tan bir şey gizleyip onu az bir paraya satanlar var ya, işte onlar karınlarına ateşten başka bir şey doldurmuyorlar. Kıyâmet günü Allah onlarla ne konuşacak ve ne de onları temize çıkaracaktır. Orada onlar için acı bir azap vardır. Onlar hidâyeti/doğru yolu bırakıp sapıklığı, mağfirete karşılık olarak da azâbı satın almış kimselerdir. Onlar ateşe karşı ne kadar da dayanıklıdırlar!” [16]

Oysa Kitab’a vâris olanlar, Kitab’ı açıp okuyanlar, onu açıklamakla mükellef tutulmuşlardır. Diyanetin maaşlı elemanlarının çoğu ise, aldıkları birkaç kuruş için, onu gizlediler, hükümlerini saptırdılar ve böylece Kitab’ın hükümlerini arkalarına attılar. “Allah, kendilerine Kitap verilenlerden: ‘Onu mutlaka insanlara açıklayacaksınız, gizlemeyeceksiniz!’ diye söz almıştı. Fakat onlar, verdikleri sözü kulak ardı ettiler, onu az bir dünyalığa değiştiler. Yaptıkları alışveriş ne kadar kötü!” [17]

Diyanet görevlileri, dinin toplum tarafından anlaşılmasını, dinin sosyal ve siyasal yönlerini, iyilikleri emretmek ve kötülüklerle mücâdele etmenin her müslümanın görevi olduğunu anlatmayarak, kötülüklerin toplum hayatına egemen olmasına destek oldular. Bu görevliler, kötülüklerin toplum hayatına hâkim olması için, elbette ki kötülüğü övüp halkı teşvik etmediler; zaten onlara bu görev de verilmemişti. Kötülükleri başkaları, rejimin bizzat kendisi toplumun önüne çıkardı; fakat toplumdaki dinî inanç, bu kötülüklerin yayılmasını engelliyordu. Bu dinî inanç toplumdan kalkmadıkça kötülük yayılmayacaktı. Öyleyse bu dinî inanç kalkmalıydı, ya da vicdanlara hapsedilmeliydi ki, kötülüklere meydan açılabilsin ve her çeşit şer ortalıkta özgürce işlenebilsin. Dini vicdanlara itebilme işi, toplum içinden çıkan, toplumun güveneceği kişilere verilmeliydi ki, toplum uyanıp laik rejime, şerlerin egemen olduğu düzene ve yapıya karşı gelmesin.       

Evet, Diyanet görevlileri, büyük çoğunlukla, dini vicdanlara hapsederek gerçekleri gizlemişler, hakkın toplum tarafından anlaşılmasına engel olmuşlardır. Bu ise, yapılabilecek en kötü işti: “Onlar, işledikleri kötülükten, birbirlerini vazgeçirmeye çalışmıyorlardı. Andolsun yaptıkları ne kötüdür!”[18]“Allah’ın âyetlerini az bir paraya sattılar da O’nun yoluna engel oldular. Onların yaptıkları, gerçekten ne kötüdür!”[19] Bu görevliler, bunu ister bilerek yapsınlar, isterse bilmeden; bâtılı emretmeleri, bundan da kötüsü, hakla bâtılı karıştırmaları, cinâyet olarak yeter! “Âyetlerimi az bir karşılık ile satmayın; yalnız Benden (Benim azâbımdan) korkun. Hakkı bâtıl ile karıştırmayın; bilerek hakkı gizlemeyin.” [20]

Yine, hangi sebeple olursa olsun, hakkı gizleyerek belli konuları işlemeleri, onların Kur’an’ı böldüklerinin açık bir delilidir. Bunun hesabı, elbette sorulacaktır. “Onlar ki Kur’an’ı bölük bölük ettiler. Senin Rabbin hakkı için Biz onların hepsine, yaptıkları şeylerden soracağız. O halde sen emrolunduğun şeyi açıkça söyle ve müşriklere aldırma!”[21] Kur’an’ı parça parça ederek bir bölümü ile hareket edenler için Kur’an’ın öngördüğü ceza, dünya hayatında laik düzenlerin isteklerine göre hareket ettiklerinden dolayı rezillik, rezillerin âhiret cezası ise, azâbın en şiddetlisine atılmaktır. “...Yoksa siz Kitabın bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Sizden bunu yapanın cezası, dünya hayatında rezil olmaktan başka nedir? Kıyâmet gününde de (onlar) azâbın en şiddetlisine itilirler. Allah, yaptıklarınızı bilmez değildir.” [22]

Diyânetin memurları, bu itaatkâr tavırlarıyla, bilerek veya farkında olmadan; Diyanetin, dolayısıyla laik düzenin emir ve yasaklarını Allah ve Rasûlünün emir ve yasaklarının üstüne çıkarmış oluyorlar. Bu nedenle, Kur’ânî emirler bunlar için pek bir şey ifade etmeyebiliyor. Bunun en açık örneği, cenâze namazları ile ilgili tutumlarıdır. Kur’ân-ı Kerim, Allah’ın dininden hoşlanmayanların, fâsıkların ve münâfıkların namazlarının kılınmamasını, mezarları başında durulmamasını isterken, bu namaz memurları, bırakın münâfıkları, Allah’ın dinine ve müslümanlara düşman olan dinsizlerin (daha doğrusu, farklı din mensupları müşriklerin) bile namazlarını kılmakta, onlar için duâ etmektedirler. Namazdan sonra da bu müşriklerin ölüsünü almaya gelenlerin bazılarınca, “kahrolsun şeriat!” diye İslâm’a saldırdıkları durumlar bile olabilmektedir. “Onlardan ölen hiçbirine asla namaz kılma, onun kabri başında da durma. Çünkü onlar, Allah ve Rasûlünü inkâr ettiler de fâsık olarak öldüler.”[23] Şimdi, bir tarafta Yüce Allah’ın emri, diğer tarafta Diyanet ve laik sistemin emri var. Namaz memurları laik düzenin emrine tâbi olduklarını ortaya koyarak, Yüce Allah’ın bu emrinin tersine hareket ediyorlar. Bu davranışlarıyla da Kitab’ın hükümlerini arkalarına atmış oluyorlar.

Diyanete, daha doğrusu laik düzene hizmeti ibâdet kabul eden müftü, vâiz ve namaz kıldırma memurlarından oluşan bu grup, tevbe ederek Allah’a ve O’nun yüce Kitabına tam teslim olmadıkları ve Kur’ânî gerçekleri insanlara olduğu gibi anlatmadıkları sürece, ne müslümanlarla beraber olabilirler ve ne de Yüce Allah tarafından bağışlanırlar. “İşte onlar, âhireti verip dünya hayatını satın alan kimselerdir. Onlardan azap hiç hafifletilmez ve onlara hiç yardım edilmez.”[24]“Ancak, tevbe edip düzeltenler, (Hakkı) açıklayanlar başka. Onları bağışlarım. Çünkü Ben tevbeyi çok kabul eden ve merhametli olanım.”[25]“Yoksa siz Kitab’ın bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Sizden bunu yapanın cezası, dünya hayatında ancak rezilliktir. Kıyâmet gününde ise (onlar) azâbın en şiddetlisine itilirler. Allah, yapmakta olduklarınızdan asla gâfil değildir.” [26]             

     Diyanetin Hutbelerinden Küçük Birer Kesit: 1973'te basılan, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınlarından "Hutbeler" adlı kitaptaki hutbe konularından bazıları şunlar: "Hâkimiyet Milletindir", "Hürriyet ve Adâlet Sevgisi", "Yurt Sevgisi ve Vatana Bağlılık", "Vatan Sevgisi", "Askerlik Sevgisi", "Dinimiz Kaçakçılığın Her Çeşidini Yasaklamıştır", "Millî ve Dinî An'anelerimize Bağlı Kalalım", "Ormanların Korunması ve Ağaç Yetiştirilmesi", "Dinimizin Zenaat ve Tekniğe Verdiği Önem".

Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınlarından, 1981 yılında basılan ve kapağında "Atatürk'ün Doğumunun 100. Yılı Dolayısıyla" diye not düşülmüş, câmilerde İmam-Hatiplik yapanlara hutbe olarak yararlanmaları için hazırlanan "İmam-Hatipler İçin Örnek Metinler" adlı kitaptan birkaç konu/hutbe başlığını sayalım: "Yurtta ve Cihanda Sulh", "Türk Devleti, Ülkesi ve Milletiyle Bölünmez Bir Bütündür", "Türklük ve Müslümanlık", "Çalışmak Bir İbâdettir", "Vatan ve Millet Sevgisi", "Askerlik ve Yurt Savunması", "Cumhuriyet Fazilettir", "Milli Hâkimiyet Bayramı", "Çanakkale Zaferi", "30 Ağustos Zaferi", "Vergi Vermek Çok Önemli Bir Vatandaşlık Görevidir", "Ağaç ve Orman Sevgisi", "Yerli Malı Kullanalım", "Kaçakçılık ve Karaborsacılık", "Anarşi, Terör ve Bozgunculuk", "Turizmin Önemi".   

Hakk’a ve hak dine inanmayan insanların bize din biçmelerine, kendi bâtıl dinlerini bize dayatmalarına, hak dini tahrif etmeye çalışmalarına, Allah’a ve Allah’ın dinine iftira etmelerine göz yumacak ve boyun eğecek değiliz. Onların ilâhlıklarını, rabliklerini reddedeceğiz; onların tuzaklarına düşmeyeceğiz. Onların (b)alıkları avlamak için oltalarına taktıkları “din”i yutmayacağız. Dinimizi, düzenin resmî kurumlarından ve din tüccarı Bel’amlardan değil; temiz kaynağından; Kur’an’dan, sahih sünnetten ve takvâ sahibi âlimlerden öğreneceğiz.                          

[1] 2/Bakara, 85

[2] Cep İlmihali, Mehmet Soymen, Diyanet Vakfı Yayınları, s. 95-96

[3] Abdurrahman Çobanoğlu, İslâm’ın Anlaşılmasının Önündeki Engeller, s. 55-69

[4] 5/Mâide, 57

[5] Mümtaz Soysal, Yüz Soruda Anayasanın Anlamı, Gerçek Y., s. 171

[6] Mümtaz Soysal, a.g.e., s. 172

[7] M. Soysal, a.g.e. s. 174

[8] 9/Tevbe, 33

[9] 16/Nahl, 36

[10] 12/Yûsuf, 40

[11] 5/Mâide, 48-49

[12] 5/Mâide, 50

[13] 95/Tîn, 7-8

[14] 2/Bakara, 256

[15] 2/Bakara, 159

[16] 2/Bakara, 174-175

[17] 3/Âl-i İmrân, 187

[18] 5/Mâide, 79

[19] 9/Tevbe, 9

[20] 2/Bakara, 41-42

[21] 15/Hicr, 91-94

[22] 2/Bakara, 85

[23] 9/Tevbe, 84

[24] 2/Bakara, 86

[25] 2/Bakara, 160

[26] 2/Bakara, 85

Eleştirinin Faydası Üzerine: Eleştiriye müsaade etmeyen kendine yazık eder. Aynaya kızıp, aynanın gösterdiğine bakmayan ve kendi üzerindeki düzeltilecek şeyleri görmeyen kimse acınacak kimsedir. Hepimiz çokça zaafları olan kullar olarak bizleri rahatça eleştirecek dostlar, arkadaşlar ve istişare edeceğimiz kimselerle beraber olmalı, eğer cemaat veya talebe yetiştiriyorsak eleştirel okuyan, eleştirel dinleyen insanlar yetiştirmeliyiz; örnek olarak bizi, kendimizi eleştirmelerine giden yolları tümüyle açabilmeliyiz. Ama, eleştirdiği şahsa karşı kul hakkını gözeten, eleştirisinde insaflı ve âdil davranan, eleştiri ahlâk ve âdâbına riâyet eden, soyut laf kalabalığı yerine, yanlışlara somut örnekler vererek onları tashih etmeye, doğrusunu sunmaya özen gösteren bir eleştirici… Aslında internet sitelerindeki yorumlar ve değişik sitelerin forum köşeleri yazar yetiştiren okul işlevi görebilir, güzel bir hizmet sunabilir. Ama, günümüzdeki şekliyle çoğu yazarı küstüren, kaleminin payını vermek adına kalemi, mürekkebi emdiğine bin pişman edip onu istifraya zorlamak gibi büyük hizmetler(!) peşinde genç yorumcular…

İkili diyaloglarda muhâtabın üslûbuna göre cevap vermek tercih edilebilir. Sert üslûba aynı sertlikle cevap vermek, tatlı ve saygılı üslûba karşı daha fazla saygılı olmaya çalışmak tavsiye edilebilir. Hak edene hak ettiğini vermektir adâlet. Âdil olmaya çalışmalıyız her şeyden önce. Tabii ki, olgun davranıp bir kötülüğü en güzel tarzla def etmek[1] fazilettir. Gazete ve dergilerde makale yazanların köşeleri, kamuya açık siteler, forum köşeleri şahsî müdafaalara yönelik mecburiyet dışında kullanılmamalı, gündem sadece tebliğ içerikli olmalı. O yüzden sert eleştirilerle, suçlamalarla yazarı, köşesinde kendini müdafaya mecbur etmemeli. Ama, Hz. Ali’nin dediği gibi; kişi haksızlığa uğradığında kendini savunmazsa, hem hakka-hakikate ve hem de kendi izzetine/onuruna zarar vermiş olacağı için hakkı savunmak adına cevap verme ihtiyacı duyulacağı durumlar olacaktır.

Eleştiriler yazarlar, hocalar, dâvâ adamları için çok önemli besleyici gıdalardır. Boylarının ölçüsünü alacakları boy aynasıdır. Aynaya kızılmaz, kusurlarımızı gösterip düzeltmemize sebep olduğu için biz de aynaya kızarak çamur atıp onu kirletmeyiz; tam tersine, teşekkür kabilinden, varsa aynanın üzerindeki tozu, kiri biz temizler, onu biz düzeltiriz. Ama, bir de konkav ve konveks (çukur ve tümsek) aynalar vardır, bizi olduğumuzdan çok daha çirkin gösterebilirler. Olduğumuzdan şişman, iri veya zayıf, küçük… Ben, bizi küçük gösteren aynalardan daha çok, büyük gösteren aynaların bizim açımızdan daha riskli olduğunu düşünürüm. İşte o aynalara çamur değilse de üzerine toprak atılmalı. O aynalara da gereğinden fazla önem vermek ya da kızmak doğru değildir, gülüp geçersiniz. Bilirsiniz ki, o çukur veya tümsek ayna, gerçeği yansıtmıyor. Ama ayna kendisi çukur olduğu halde, onda yansıyan sizin yanlış görüntünüzü herkese objektif görüntü olarak sunar, tek doğru olarak takdim eder ve bunda iddialı olursa, o aynaya haddini bildirmek ve iftira cezası olarak gerekirse kırmak gerekir.

Üslûp Beğendiremeyeceğiniz Yorumcular: İslâmî hassâsiyetle yazı yazan ve tevhidî ilkeleri net şekilde ortaya koyan bir yazının içeriğini eleştiremeyen bazıları, olanca güç ve hınçlarıyla yazarın üslûbuna saldırıyor. Yazının muhtevâsı doğru olsa, yazıda içerik yönüyle eleştirecek yanlış bir fikir bulunmasa dahi, üslûbunu sert olarak eleştirdikleri yazardan çoğu zaman daha da sert bir üslûpla yazarı suçlayabiliyorlar. “Çok bilmiş, burnu büyük, her konuda ahkâm kesen şu yazar geçinen kişiye bakın. Ulan bu ne biçim kaba üslûp?” şeklinde bir üslûpla üslûp eleştirisi... Kendileri tevhidî ilkeleri çiğneyenlere ister kaba, ister nazikçe eleştiri yapmadıkları halde, hak adına bâtıla gereken tavrı koymaya çalışanları üslûp adlı sehpada asmanın dayanılmaz keyfiyle rahatlıyor bazıları. İnternet haber sitelerine yazılan veya iktibas edilen aktüel veya ilmî bir yazı, meselâ sağcılaşıp düzene doğru kaymayı kınayan bir makale oldumu, onun mesajını yok etmenin en kolay yolu olarak “üslûp” tartışmaları açılıyor. Yorumcuların çoğu yazının özüyle, mesajıyla ilgili yorum yapmıyor, bir-iki cümledeki bir-iki tartışılabilecek ifadesinden dolayı “üslûbunun sert” olduğu yaftasıyla itham edip yaftalamaktan da öte, yazıyı böylece sabote etmiş oluyor. Üslûp eleştirisi adına belki çoğunlukla kendisinin de katıldığı mesajın etkisini yok etmeyi büyük bir kahramanlık veya dinî bir görev gibi görebiliyor nice yorumcu.

“Muhtevâ (içerik)” ne söylendiği, “üslûp” ise nasıl söylendiği demektir. % 90 oranında isimlerini de (üslûp özelliği olsa gerek) gizleyip takma isim kullanan yorumcu kahramanlarımız yazının içeriğini bir-iki cümle ile geçiştirip sözü hemen “üslûp hazretlerine” getiriyor ve aşırı didaktik tarzda üslûp dersi veriyor, üslûbunu suçladıkları yazarın kulağını üslûbuna uygun tarzda(!) çekiyor, çekiyorlar. Yazara moral veren bir-iki yazıyı da gölgede bırakıp bazı yazarları yazdığına bin pişman ediyorlar. İş, eleştiri boyutlarını çokça aşıyor, kulak çekme yarışı kulağı koparana dek devam ediyor.

Üslûp Denen Meçhul, Buradaysan Masaya Vur! Nedir bu üslûp, her mü’min yazar üslûp konusunda hangi hassasiyetlere sahip olmalıdır? Herkesin aynı veya benzer üslûbu olmalı mı, hatta bu olabilir mi, mümkün mü?

   

Üslûp; Yazma tarzı, herkesin kendine has ifade şekli demektir. Aynı dili konuşan ve yazan insanlar aynı dilin kelimeleriyle söylemek istediklerini ifade ederken her birinin kendine has anlatım tarzı olduğu görülür. Usta yazarların kendine has üslûbu vardır ki, onu takip eden okuyucuları imzası olmasa bile o yazının o yazara ait olduğunu genellikle bilir. Üslûp, bir yazarı diğer yazarlardan ayıran söyleyiş tarzıdır. Aynı çimento, aynı tuğla ve aynı malzeme ile mimarî olarak aynı kategorideki eserlerden çok farklı yapılar oluşturmak ve kendine has bir tarz geliştirmek gibi bir şeydir üslûp. Halk tâbiriyle “her yiğidin kendine göre bir yoğurt yiyişi vardır” yani, her yazarın kendine göre bir anlatım tarzı, üslûbu… Necip Fazıl’ın kendine has üslûbu ile, meselâ Cemil Meriç’in üslûbu birbirinden çok farklıdır. Birinin herhangi bir yazısı, diğerine mal edilemez. 

Esas olan yazının “ne” anlattığıdır; muhtevâsının doğruluğu, hayra hizmetidir. Zaten fikir olarak doğru olan bir yazı, genellikle üslûp açısından da geçer not alabilecek bir yazıdır. “Genellikle” kaydı düşüyoruz, çünkü bazen güzel fikirler ve doğru görüşler yanlış bir üslûpla anlatılıp yazılmış olabilir. Ama bu zannedildiği gibi çok görülen bir vâkıa değildir. Geride kalıyor, bir diğer durum: Hata ile tek-tük üslûp yanlışlığı, kasdı aşan bir ifade, kalemin sahibine nasılsa bir ihaneti, kontrol dışına çıkışı. Düzeltilmesi gereken husus, bu olmalı. Ama, esas tartışılması gereken husus; yazının mâhiyeti, ne anlattığı, mesajı, anafikridir. Bu da (istisnâlar dışında) yorumlarda görmeye hasret kaldığımız bir eksiklik, hatta zaaf.

    

Sözlerin En Güzeli Olan Kur’an’da Güzel Söz: Kur’an’da güzel söz konusunda; “Kuulû li’n-nâsi husnâ: İnsanlara güzel söz söyleyin”[2] ve “Ve kul li ıbâdî yekuulu’lletî hiye ahsen: Kullarıma söyle: ‘Sözün en güzelini konuşsunlar.”[3] ifadeleri geçer. Kur’an, içerik ve üslûp yönüyle güzel sözün, bazı sadakalardan daha hayırlı olduğunu belirtir: “İyi bir söz ve bir ayıp örtme, ardından eziyet gelen bir sadakadan hayırlıdır.” [4]

  

Kur’an bize güzel sözü şöyle açıklar: Muhtevâsının (içeriğinin) başka şeye çağrı olmayıp sadece Allah’a davet olan, dâvet edenin en azından davet ettiği konuda anlattığına ters düşmeyecek şekilde sâlih amel işleyen ve Allah’a teslimiyet gösterip kendisinin başka bir ayırıcı gruba değil Müslümanlardan olduğuna atıf yapan kişinin sözüdür: “(İnsanları) Allah'a dâvet eden, sâlih amel işleyen ve ‘ben müslümanlardanım’ diyenden daha güzel sözlü kim vardır?”[5] Demek ki sözün güzel olması için ilk olarak kişinin Müslümanlardan olması ve insanları Allah’ın kitabı Kur’an’a uymaya dâvet etmesi, sözünün eri olması gerekiyor. Üslûptan önce içerik öne çıkartılıyor güzel sözün tanımı olarak. Güzel söz niye söylenir? İnsanlarda güzellik duygusunu uyandırıp hoşlansınlar diye mi? Hayır, Kur’an’a, davete uysunlar diye. Kişinin kendisini Allah'a, Kur’an’a çağıran en güzel söze uyması, azaptan kurtuluşu için, dünyada ve âhirette güzelliklere ulaşması içindir: “... Dinleyip de sözün en güzeline uyan kullarımı müjdele...” [6]

Allah’ın dinini anlatmak, Kur’an ile öğüt vermek, iyiliği emredip kötülükten men etmek, Allah’ın âyetlerini hatırlatmak; bunların hepsi birer çağrıdır ve bir insana söylenebilecek en hayırlı, en güzel sözlerdir. Mü’minlerin insanları Kur’an ahlâkına yönelten bu sözleri, doğrudan karşılarındaki kişiyi hoşnut etmeye yönelik olmadığı gibi, herhangi bir menfaate yönelik de değildir. Tüm bu sözlerin tek bir hedefi vardır; Allah’ı râzı etmek ve muhatabın da Allah’ın râzı olacağı ahlâkta bir insan olmasına vesile olmak. İnsanların hoşuna gitmesi, hayrın ölçüsü değildir: “Nice hoşlandığınız şey vardır ki, sizin için şerdir; nice hoşlanmadığınız şey de vardır ki, sizin için hayırdır.”[7]; Onlar (müşrikler) istediler ki, sen yumuşak davranasın, müdâhene edip tâviz veresin de onlar da sana yumuşak davranıp tâviz versinler.” [8]

Konuyla ilgili âyetlerden[9] yola çıkarak, güzel sözün muhtevâ/içerik yönüyle özelliklerini başlıklar halinde şöyle sayabiliriz: Allah'a dâvet, sâlih amel, hayırlı ve faydalı şeyler konuşup yazmak “Ben müslümanlardanım” demek, yani bir cemaat mensûbu, bir klik, grup olarak değil; “müslüman” olarak tebliğ yapmak; sadece bu kimlikle muhâtabın karşısında olmak gerekir. Aksi gerekmediği müddetçe sevindirici, müjdeleyici sözler, muhâtabın seviyesine ve psikolojik durumuna uygun ifadeler.

 

Güzel sözün üslûp yönüyle özelliklerini yine âyetlerden yola çıkarak şöyle tespit edebiliriz:

 

1- Kötülüğü en güzel bir tavırla önlemek: Kötülük, en güzel haslet ne ise onunla önlenmelidir. Meselâ öfkeye sabır, bilgisizliğe hilm, kötülüğe af ve iyilik ile karşılık verilmelidir. Güzel ahlâkın temeli şu üç şeydir: Gelmeyene gitmek, vermeyene vermek, haksızlık yapanı affetmek.

           

2- Mev’ıza-i hasene (güzel öğüt) ile hitab etmek, tatlı dille, yumuşak üslûpla insanlara, mesajı sevdirerek, varsa kolaylık yolunu göstererek konuşmak. Müjdeleyici olmaya çalışmak,  nefret ettirmemek, bıktırmamak, yıkıcı değil yapıcı olmak, muhatabın özel durumunu dikkate alarak, onun seviye ve psikolojisine göre akla ve duygulara hitab etmek. Uygun yer ve zamanı gözetmek, Öncelikleri tesbit ederek ana esaslara çağırmak ve tedricî olmak. Aktüaliteden, eski bilgilerden yola çıkmak, bıktırmaksızın tekrar tekrar mesajı değişik vesilelerle iletmek, kıssa ve mesellerden, örnek ve temsillerden yararlanmak gerekir. Gereksiz tartışmalardan, nefis meselesi yapılmasından veya kişinin onurunu rencide edecek tavırlardan, mahcub etmekten, alay ve hakaretlerden uzak bir ifade tarzı kullanmak şarttır.   

3- En güzel şekilde münâkaşa ve mücâdele etmek. Eğer başka çare yoksa ve mecburen münakaşa ve fikrî mücâdele etmek zorunda kaldıysak, yine olgun ve onurlu bir mü’mine yakışan tavırla, en güzel metodlarla münakaşa ve mücadele yapmak gerekecektir. Karşımızdakinin seviyesine inmek yerine, onun bizim seviyemize çıkmasına gayret etmek, en güzel yoldur. Bu münakaşa ve münazaralarımızda nasıl bir usûl ve üslûp takınmamız gerektiğini Kur’an bize öğretmektedir: “Onlar (münâfıklar), Allah’ın kalplerindekini bildiği kimselerdir. Onlara aldırma, kendilerine öğüt ver ve onlara, kendileri hakkında belîğ/tesirli söz söyle.”[10] “Allah, kötü sözün açıkça söylenmesini sevmez; ancak, zulme/haksızlığa uğrayan başka. Allah, her şeyi işitendir, bilendir.”[11] “Onların Allah’ı bir tarafa bırakarak taptıklarına (putlarına) sövmeyin; sonra, onlar da bilmeyerek Allah'a söverler.” [12]  

 

4-Düşmanı yakın bir dosta dönüştürme çabası,

 

5-  Sabırlı ve hayırlı olmak;  Tahammülü engin, hayır yönüyle zengin olmak,   

 

6-  Hikmet sahibi olmak, hikmetli sözlerle Rabbin yoluna çağırmak.

 

Usûl ve üslûp konusunda dikkat edilecek hususlardan biri de, eleştirip yasakladığımız münkerin yerine hayırlı bir seçenek, yani alternatif sunmaktır.

 

Alternatif sunma: Meşhur hadisi bilirsiniz:“Sizden her kim bir münker (kötülük veya çirkin bir şey) görürse onu eliyle değiştirsin. Şayet eliyle değiştirmeye gücü yetmezse diliyle değiştirsin. Ona da gücü yetmezse kalbiyle değiştirsin (buğzetsin, onu hoş görmeyip kabullenmesin) ki, bu da imanın en zayıf derecesidir.”[13] Bu hadiste "münkerin eleştirilmesi" veya "kaldırılması" değil; değiştirilmesi emredilmektedir. Kötülüğü kaldırıp yerine iyisini yerleştirme, yani alternatif sunma. Bu özellik, çoğu zaman göz ardı edilir. Sadece kötülük eleştirilir, yasaklanır. Hâlbuki hayat boşluk kabul etmez. Alternatif gösterilmeyince kötülüğün kaldırılması çok zordur; bu zorluk aşılsa bile başka bir kötülük onun yerini alabilecektir.

Kuşkusuz sorulacağız her yaptığımızdan ve söylediklerimizden; ya da yapmamız gerektiği halde yapmadıklarımızdan, söylememiz gerektiği halde söylemediklerimizden. Kur’an şöyle buyurur: “Sağında ve solunda birer melek, onu gözetlemekte ve söylediği her sözü yazmaktadır.” [14]

Konuşmalar; yumuşak, tatlı, yalın, doğal ve sade olmalı. Bağırıp çağırmanın gereği yok. Rabbimiz, Lokman’ın oğluna tavsiyesini şöyle anlatıyor: “Yürüyüşünde mûtedil ve mütevâzı ol. Sesini alçalt. Unutma ki, seslerin en çirkini (avaz avaz bağıran) eşeklerin sesidir.” [15]

 

Münker işleyen kimseleri, elindeki basit oyuncakla oynayan çocuklara benzetmek mümkündür. Çocuk, çocukluk edip eline kendisine zarar verecek bıçak alıp onunla oynamaya başladıysa, onu gören adam, onu zorla almaya çalışır, ya da kızarak bağırıp çağırırsa, büyük ihtimalle çocuk elindekini vermek istemez, vermemek için koşmaya başlar ve bıçağı bu usûlle almaya çalışan kimse, istemeden de olsa çocuğa zarar verebilir. Böyle yapmaktansa, çocuğun hoşlanacağı zararsız ve güzel bir şey, meselâ bir çikolata çocuğa gösterilirse, çocuk kendiliğinden elindeki bıçağı atacak ve çikolataya koşacaktır. Dâvetçi de münker işleyen çocuk akıllı kimselere böyle davranabilmeli ki, netice alabilsin ve kimse zarar görmesin. Yasaklardaki câzibe, başka fıtrî câzip şeyle değiştirilmeli; önündeki engeller kaldırılan fıtrat, güzeli seçip tercih edebilecektir. Tattırmak gerekiyor. Muhâtap; örnek alınacak güzel yaşayışları, yapılması gerekenleri yapanları görmek istiyor, tebliğcinin sözünün eri olmasını istiyor.

Sözün Allah indinde makbul olması için söze uygun eylem yapılması gerekir.[16] Kur’an, (ister mü’min olsun ister kâfir,) insanlarla konuşurken güzel konuşmayı emreder.[17] Sözlerin en güzeliyle konuşmayı emreden Kur’an, insanın açık düşmanı olan şeytanın insanların arasını bozmak için kötü ve çirkin sözlerden yararlandığını belirtir ve güzel olmayan sözleri yasaklar.[18] Burada önemli olan; püf noktası diyeceğimiz husus, güzel söz ve çirkin sözün ne olduğudur? Çirkin ve kötü söz; şirk ve küfür lâfızları başta olmak üzere, sövmek, gıybet, söz taşıma, yalan, iftira gibi haram kılınan sözlerdir.

Kibarlık ve yumuşaklık, daha çok davranışlarla gösterilmesi gereken şeydir: “Allah’tan bir rahmet ile onlara yumuşak davrandın. Şayet kaba, katı yürekli olsaydın, hiç şüphesiz, etrafından dağılıp giderlerdi. Şu halde onları affet; bağışlanmaları için duâ et; (umuma ait) işlerde onlara danış (onlarla istişare et). Artık kararını verdiğin zaman da Allah'a dayanıp güven. Çünkü Allah, kendisine sığınanları sever.” [19]

Sövmek Yasaktır: Muhâtaplara, onların putlarına bile sövmek yasaklanmıştır:  “Onların Allah’ı bir tarafa bırakarak taptıklarına (putlarına) sövmeyin; sonra, onlar da bilmeyerek Allah'a söverler.”[20] O yüzden çağın en büyük tâğutu bile olsa, birinin babasının kim olup olmadığını, ona dede ve babaanne bulunamadığını diline dolamak, Kur’an talebesine yakışmaz. Önemli olan onun zihniyetidir, inancı ve toplumu ıslah mı ifsad mı ettiğidir ve yönetici olarak en önemli olan şey, onun Allah’ın kitabının hükümleriyle insanları yönetip yönetmediğidir. Sövmek kabilinden anası ve atalarıyla uğraşmak yerine, yönetim konusundaki ilkeleri, kanunları ve uygulamaları yönüyle suçlamak gerekir.       

Bilmeyen, kendisine henüz dâvet ulaştırılmayan kimseye, Firavun cinsinden birisi bile olsa ona tatlı dille, yumuşak üslûpla tebliğ götürülür: “(Ey Mûsâ, kardeşin Hârun’la beraber) Firavun’a gidin. O, tuğyân etti/iyice azdı. Ona tatlı ve yumuşak söz söyleyin.”[21] Ama o, tebliğ kendisine ulaştıktan sonra bilinçli şekilde Allah’ın diniyle mücadele etmeyi seçtiğinde, hâlâ yumuşaklık ve kibarlık sürdürülmez. Bırakın Firavun gibi zâlim tâğutlara, İbrâhim (a.s.) tebliğ ettiği halde putları bırakmayan babasına bile üslûbunu değiştirmiştir artık: İbrâhim'in, babası için af dilemesi, sadece ona verdiği sözden dolayı idi. Ne var ki, onun Allah'ın düşmanı olduğu kendisine belli olunca, ondan uzaklaştı…" [22] Artık üslûp, suçlayan bir üslûptur. Tebliğ edilmiştir ve tebliğe açık şekilde tavır alıp Allah’ın dinine düşmanlığı tercih ettiği durumda, ona karşı yumuşaklık sürdürülmez. Müslümanca tavrın, müslümanca üslûbun ölçüsü bellidir: Kâfirlere karşı tâvizsiz ve çetin, kendi aralarında merhametli,[23] mü’minlere karşı alçak gönüllü (şefkatli), kâfirlere karşı onurlu ve zorlu. [24]

 

"İbrâhim, babası Âzer'e: 'Birtakım putları tanrılar mı ediniyorsun? Doğrusu ben seni de, kavmini de apaçık bir dalâlet/sapıklık içinde görüyorum' demişti."[25]; "Babacığım! Şeytana kulluk etme! Çünkü şeytan, çok merhametli olan Allah'a âsi oldu."[26]; "Babacığım! Allah tarafından sana azap dokunup da şeytanın yakını olmandan korkuyorum." [27] Babasının tercihi netleştikçe, İbrahim’in de masajındaki netlik, üslûptaki sertliği gerektiriyor.

Kindar kâfirlere karşı nasıl bir üslûp kullanılması gerektiği Kur’an’da şöyle belirtilir: “…Onlar, sizinle karşılaştıklarında 'inandık' derler; kendi başlarına kaldıklarında da, size olan kinlerinden dolayı parmaklarının uçlarını ısırırlar. De ki: ‘Kininizde (kahrolup) geberin!’ Şüphesiz Allah kalplerin içindekini hakkıyla bilmektedir." [28]

 

Allah’ın çirkin gösterdiğine “güzel” hükmü vermek, onu tasvip eder şekilde bir üslûp kullanmak bir mü’mine yakışmaz. İmanı sevdiren Allah olduğu gibi; küfrü, fıskı ve isyanı da çirkin gösteren yine Allah’tır: “…Allah size imanı sevdirmiş ve onu gönüllerinize sindirmiş/süslemiştir. Küfrü, fıskı ve isyânı da size çirkin göstermiştir. İşte doğru yolda olanlar bunlardır.” [29]

 

Allah Kimleri Sevmez? Allah, kâfirleri, Allah'a ve Rasûlüne itaat etmeyenleri sevmediği gibi[30]; zâlimleri[31], müstekbirleri, yani büyüklük taslayanları[32], haddi/sınırı aşanları[33], aşırı gidenleri[34], fesâdı/bozgunculuğu [35] ve bozguncuları[36], hâin günahkârları[37], şımarıkları[38], kendini beğenip böbürlenen kimseleri[39], isrâf edenleri[40] günahlarda ısrar eden nankörleri, fâizle uğraşanları[41] sevmediğini belirtir. Allah’ın sevmediklerini bizim mü’min olarak sevmemiz veya seviyor gibi bir üslûpla onlara hitap etmemiz elbette bize yakışmaz. Allah’ın alçalttıklarını üslûbuyla yükseltmeye çalışanların kendileri Allah yanında alçalır.

Allah’ın, dua etmeyenlere ve faiz yiyenlere karşı eleştiri üslûbu da dikkat çekicidir: “De ki: Duânız olmasaydı, Rabbim size niye değer verecekti ki!?” [42] Faiz yiyenlere karşı üslûp yine hayli enteresandır: “Faiz yiyenler, (mahşer günü kabirlerinden) ancak şeytan çarpmış kimsenin kalktığı gibi (perişan bir halde) kalkacaklardır. Bunun sebebi, ‘ticaret de tıpkı faiz gibidir’ demeleridir… Kim yeniden faizciliğe dönerse, işte onlar cehennem halkıdır ve ebediyen orada kalacaklardır.”[43] “…Allah’tan korkup sakının da, kalan faiz alacaklarınızdan vazgeçin. Şayet bunu yapmayacak olursanız, Allah’a ve Peygamberine karşı savaş açtığınızı bilmiş olun…”[44]   

 

"De ki: 'Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, hısım akrabanız, kazandığınız mallar, kesâda uğramasından korktuğunuz ticaret, hoşlandığınız meskenler size Allah'tan, Rasûlünden ve Allah yolunda cihad etmekten daha sevgili ise, artık Allah (toplumsal çöküş ve felâketinize dair) emrini getirinceye kadar bekleyin..." [45]; "Peygamber, mü'minlere, canlarından daha evlâdır/ileridir." [46] Bu (ve buna benzer birçok) âyetlerin izahı sadedinde Ekrem Rasûl de şöyle buyurur: "Hiçbiriniz, Allah ve Rasûlü, kendisine her şeyden daha sevgili olmadıkça iman etmiş olmaz."[47]; "Kul beni âilesinden, malından ve bütün insanlardan daha çok sevmedikçe iman etmiş olmaz."[48]; “İman ipinin  (kulpunun) en güçlüsü, Allah için dostluk ve Allah için düşmanlıktır. Yine Allah için sevmek ve Allah için nefret duyup buğzetmektir.”[49]; “Kişi, dostunun dini üzeredir; insan kiminle dostluk kurduğuna dikkat etsin!” [50]“Sizden biriniz kendisi için sevip arzu ettiği şeyi din kardeşi için de sevip arzu etmedikçe (gerçek anlamda) iman etmiş olmaz.” [51] Tüm bu hadis rivayetlerindeki üslûba dikkat edersek, sevgi veya bir davranışı imanla eşdeğerde tutan bir üslûp kullanıldığı dikkatimizi çeker. Demek ki, herkese hoşgörü ile bakmak, Kur’an ve Sünnet çizgisinin reddettiği bir problemdir. Demek ki, herkese aynı tatlılık ve yumuşaklıkla hitap etmek doğru bir üslûp değildir.

O çok merhametli ve çok tatlı üslûba sahip olan, önderimiz Rasûlullah’ın sünnetinde; sadece kâfirlere değil, ciddi bir günah işleyen mü’minlere karşı da sert üslûpla uyarı vardır: Bilâl-i Habeşî’ye (r.a.) ‘siyah kadının oğlu’ diyerek hakaret eden Ebû Zer’e  Peygamberimiz: “Onu annesinin renginden dolayı mı ayıplıyorsun? Demek ki sende hâlâ câhiliyye ahlâkı var.” [52] demişti. Yine ırkçılık yapanlara‘bizden değildir’ der.[53]

Kendilerine dâvet ve tebliğ ulaştığı halde, Allah’a, O’nun peygamberine tavır alan topluma karşı da tavır ve üslûp sertleşir: “İbrâhim'de ve onunla beraber olanlarda, sizin için gerçekten güzel bir örnek vardır. Onlar kavimlerine demişlerdi ki: 'Biz sizden ve Allah'ı bırakıp taptıklarınızdan uzağız. Sizi tanımıyoruz/reddediyoruz. Siz bir tek Allah'a inanıncaya kadar, sizinle bizim aramızda sürekli bir düşmanlık ve öfke belirmiştir.'…” [54] Çağdaş putperestliğe, Kur’an’ın örnek gösterdiği İbrahimî içerik ve üslûpla tavır almayan, İbrahimî tavrı bile bile terk edip sözgelimi anıtkabir tazimine hoşgörü ile bakanlara karşı biz nasıl bir üslûpla hitap etmeliyiz? Yukarıdan beri Kur’an’ın hem örnek olarak, hem örnek göstererek ve hem de emir ve yasak içeren ifadeleriyle bu sorunun cevabının netliğe kavuştuğunu düşünüyorum. Konuyu perçinlemek açısından tekrar vurgulayalım: Kendilerine henüz dâvet ve tebliğ ulaşmamış câhil insana karşı tebliğ üslûbu ile, İslâm’ı bilen ve bile bile tavır alan kimselere karşı üslûp farklı olmalıdır. Örneğimiz Hz. İbrâhim, son derece ağır başlı, yumuşak huylu, yufka yürekliydi.[55] Buna rağmen, bile bile putlara sevgi ve saygı besleyenlere karşı, onların Allah indinde hiçbir mazeretleri kalmayacak şekilde bilgilenmeleri oranında üslûbu çok daha sertleşiyordu: “Biz babalarımızı bunlara tapar kimseler bulduk.’ diyen kavmine karşı: ‘Doğrusu, siz de, babalarınız da açık bir sapıklık içindesiniz’ dedi.”[56]; “İbrâhim: ‘Öyleyse’ dedi, ‘Allah’ı bırakıp da, size hiçbir fayda ve zarar vermeyen bir şeye hâlâ tapacak mısınız? Yuh olsun size ve Allah’ı bırakıp tapmakta olduğunuz şeylere! Siz aklınızı kullanmaz mısınız?”[57] Ve üslûp konusu da dâhil, İbrahim’i kimler örnek almak zorundadır; Kur’an’a kulak verelim: "İnsanların İbrâhim'e en yakın olanı, ona uyanlar, şu Peygamber (Muhammed) ve iman edenlerdir. Allah mü'minlerin velîsi/dostudur." [58]

Kur’an, üslûp özelliği olarak, kendilerine dâvet ulaşmış insanların bilinçli olarak putlara tapmayı savunmaları durumunda onlara nasıl bir üslûpla hitap edilmesi konusunda örnekler verir: “Doğrusu Rabbin, kendi yolundan sapan kişiyi en iyi bilendir, hidâyete erenleri de en iyi bilen O’dur. O halde, (hakikati) yalan sayanlara boyun eğme! Onlar isterler ki, sen yumuşak davranasın da onlar da sana yumuşak davransınlar. Alabildiğine yemin eden, aşağılık, daima kusur arayıp kınayan, durmadan lâf götürüp getiren, iyiliği hep engelleyen, mütecâviz, günaha dadanmış, kaba ve haşin, bütün bunlardan sonra bir de soysuzlukla damgalanmış (düzene ve bu saptırıcı düzenin yöneticileri olan tâğutlardan ve saptırıcı) kimselerden hiçbirine, mal ve oğulları (gücü ve destekleyicileri) vardır diye, sakın boyun eğme. Ona âyetlerimiz okunduğu zaman o, ‘öncekilerin masalları!’ der. Biz yakında onun burnuna damga vuracağız (gururunu kırıp rezil edeceğiz).”[59] Kur’an, tâğutlara küfretmeyi, (inkâr ve nankörlük etmeyi) iman için şart koşar.[60] Kur'an müşriklere "neces (pislik)"[61] der; onları hayvanlardan daha aşağıda[62] aşağılık varlıklar olduklarını ifade eder; Kur’an üslûbu budur.

“(Hidâyet çağrısına kulak vermeyen) kâfirlerin durumu, sadece çobanın bağırıp çağırmasını işiten hayvanların durumuna benzer. Çünkü onlar, sağırdır, dilsizdir, kördür; bundan dolayı akıl erdirmezler, düşünmezler.”[63]; “Allah katında, yerde hareket edenlerin en şerlisi (kötüsü) akıl erdirmez sağırlar ve dilsizler (düşünmeyen, hakkı duyup söylemeyenler)dir.”[64] “O (Allah), aklını kullanmayanları pisliğe mahkûm eder.”[65]; “iman etmeyenleri de.”[66] Puta tapma ve şirk konusunda üslûp, bu suçların çirkinliğine zıt düşmemelidir. Hak kendisine belli olduktan sonra, putperestliği veya şirki hâlâ savunan kimseye, yumuşak ve tatlı bir üslûp kullanmak doğru değildir, Kur’ânî değildir. Yoksa, putperestliğe ve şirke gereği gibi karşı çıkılmamış, bu suçların büyüklüğü kabul edilmemiş olur. Bu tutum, bu tavır, bu üslûp baştan sona adâlettir. Adâlet, hak edene hak ettiğini hak ettiği ölçüde vermektir. Hak ettiği ölçü, Hakk’ın belirlediği ölçüdür. 

    

Kur’an; iman ettiğini iddia eden toplumun putperest eğilimlerine karşı nebevî tavrın nasıl net ve sert olduğunu Hz. Mûsâ ve İsrailoğulları örneğiyle gözlerimizin önüne serer. Pput yapmaya ve yaptıkları puta tapmaya kalkan kavmine karşı ve onları durduramayan kardeşi peygamber Hz. Harun’a karşı Hz. Mûsâ’nın tavrına bir bakalım, Allah için nasıl buğz etmektedir:    

"Mûsâ’nın ardından kavmi, zînet takımlarından, böğüren bir buzağı heykelini (yapıp tanrı) edindiler.” (7/A’râf, 148) Onlar buzağıya tapınırken Hârun (a.s.) onların yanında bulunuyordu. Ne var ki onları bu kötü ve çirkin sapıklıktan alıkoyamadı. “Mûsâ, kızgın ve üzgün bir halde kavmine dönünce: ‘Benden sonra arkamdan ne kötü işler yapmışsınız! Rabbinizin emrini (beklemeyip) acele mi ettiniz?’ dedi. (Tevrat’ın yazılı olduğu) levhaları yere attı ve kardeşinin (Hârun’un) başını tutup kendine doğru çekmeye başladı. (Kardeşi,) ‘Annemin oğlu! Bu kavim beni cidden zayıf gördüler ve nerede ise beni öldüreceklerdi. Sen de düşmanları bana güldürme ve beni bu zâlim kavimle beraber tutma!’ dedi.” (7/A’râf, 150)

Mûsa (a.s.) şiddetli bir şekilde öfkelendi. Çünkü kavmi kendisinden sonra Tevhid’i bırakıp şirke düşmüştü. Allah’ı bırakıp buzağıya ibadet etmeye başlamışlardı. Bunun üzerine Hz. Mûsa levhaları atıp kardeşinin başından tutarak kendine doğru çekti. Bu hareket, Hz. Mûsa’nın kapıldığı infialin şiddetini ifade ediyor. Attığı bu levhalarda Rabbi’nin kelimeleri vardı. Atamazdı onları, ama kızınca kendisini kaybetti (S. Kutub, Fî Zılâl, 6/265). Anlaşılıyor ki Hz. Mûsa, asıl din olan Tevhid’in ihlâli karşısında esas meseleyi şiddet ve öncelikle halletmek için tafsilâta ait olan, muhtevâ olarak insanlara hidâyet ve rahmet prensiplerini içeren levhaları muvakkaten (geçici bir süreyle) bir tarafa bırakmış ve ilk iş olarak Tevhid’e taalluk eden büyük bir ihtilâl karşısında ahkâm ve amellerle uğraşmanın yanlış olacağı kanaatine varmıştır. Tevhid olmadan şeriat da olmazdı çünkü. Çünkü Allah, şirk günahını affetmemekle beraber (4/Nisâ, 48; 5/Mâide, 72), şirk koşanların amellerinin de boşa gideceğini açıkça beyan etmiştir (6/En’âm, 88; 7/A’râf, 147). Zira şirk, iyi işleri yok eden çok çirkin bir günahtır. Bu gerçeğin farkında olan Hz. Mûsa da kavminin öncelikle i’tikadını düzeltmeyi, daha sonra da bu sağlam i’tikad/inanç ve düşünce gereği amel etmelerini sağlamayı amaç edinmiştir. Zaten bütün peygamberler aynı noktadan, yani “iman”dan başlamışlardır işe. İnsanların kafalarındaki câhiliyye tortularını, küfür pisliklerini ve şirk artıklarını temizledikten sonra amele taalluk eden konulardan bahsetmişlerdir.

Demek ki, buzağı putu meselesi Mûsâ’nın (a.s.) Tevhid mücadelesinde büyük karşı ihtilâl/devrim, Elmalılı merhumun deyimiyle Tevhid’in ihlâli; tevhidin ihtilâli/karşı devrimiydi. Ancak Hz. Mûsa, gerek kendi döneminde ve gerekse de kendisinden sonraki bütün dönemlerde şirke karşı mücadele verecek Tevhid erlerine bir örnek, bir numûne-i imtisal olarak bu vahim olay karşısında teferruatla kendisini oyalamadı, şirkin üzerine gitti ve kavmini öncelikle bu kötü durumdan kurtarma yolunu seçti. Bu yüzden levhaları muvakkaten (geçici kısa bir süre) bir kenara bıraktı. Yeniden kendi kavmini tevhid dinine dâvet etmeye başladı.

Hz. Mûsâ’nın bir başka peygamber olan kardeşi Harun’un sakalını asılması, başını tutup çekmesi, kavmine kızması ve Sâmirî’ye büyük bir ceza vermesi, Kur’an’da eleştirilmeden (dolayısıyla tasvip edilerek) anlatılır. Ama yine Kur’an, bu peygamberin kardeşi ile Firavun’a tebliğ için gittiğinde yumuşak üslûpla konuşmalarını emrediyordu (20/Tâhâ, 44). Henüz kendisine net bir şekilde tevhidi hakikatler tebliğ edilmeyen kişilere Firavun özelliklerini taşısa bile, yumuşak üslûpla anlatılıp yumuşak davranılmasını emreden Kur’an, tevhidi bildikleri halde putperestlik eğilimi içinde olanlara ve onları kötülükten uzaklaştırmaya çalışmayanlara karşı çok net ve sert tavır gösterir (5/Mâide, 78-80). Hele, iman etmiş insanları puta tapmaya teşvik eden Sâmirî gibi karakterleri tümüyle toplum dışına atmak, onu kovup sürmek, beddua edip âhiret azâbından kurtulamayacağını haykırmak (20/Tâhâ, 97) Kur’an’ın onayından geçmiş bir tavrın, peygamberî üslûbun bir özelliğidir.    

Sadece putperest müşrikler için değildir bu üslûp. Şirk ve puta tapma konusu başlı başına üslûbu sertleştiren en önemli problemdir. Şirke ve putperestliğe sert tavır, bunu savunanlara da sert tavrı gerektirir ve bu net tavır ve sert üslûp tevhide sahip çıkmanın, Kur’an üslûbuna riayet etmenin zaruri bir gereğidir. Muhâtabın âlim veya dâvâ adamı olması üslûbu yumuşatmaya sebep değildir; peygamber olsa bile azapla uyarılır. Hz. Peygamber’e bile, faraza şirk koşmuş olsa, Allah’ın nasıl tavır alacağı net bir üslûpla beyan edilir: "Bir başka şeyi bize isnad etmen için, sana vahyettiğimizden seni ayırmaya çabalıyorlar. İşte o zaman seni candan dost edinirler. Sana sebat vermeseydik, andolsun ki, az da olsa onlara meyledecektin. O takdirde sana, hayatın da ölümün de kat kat azabını tattırırdık. Sonra bize karşı bir yardımcı da bulamazdın.”[67]; “Eğer (Peygamber) Bize atfen bazı sözler uydurmuş olsaydı, Elbette onu kuvvetle yakalardık; Sonra can damarını koparırdık (onu yaşatmazdık). Hiçbiriniz buna mâni de olamazdınız.” (69/Haakka, 44-47); “Andolsun sana da senden önceki peygamberlere de (şu husus) vahyolunmuştur: Andolsun ki, Allah’a şirk koşarsan, amellerin şüphesiz boşa gider ve hüsranda kalanlardan olursun.” [68]

İnsan, tartışmayı seven bir varlıktır. Daha çok yüz yüze tartışırken, bazen de yazı ile kendisini veya inancını savunurken, muhâtabının kışkırtıcı sözlerinden dolayı duygularını kontrol edemeyip öfkelenir ve bu gadabı, konuşmasının ve yazısının üslûbuna hâkim olur. Kişi, öfkesi icabı bir şeyler yapmaya kalkarsa, çoğunlukla mâkul ve meşrû bir şey yapamaz. Öfkesi geçince pişman olacağı şeyler yapabilir. Öyleyse Rasûlullah, kişinin öfkeliyken bir şeylerle oyalanmasını veya öfkesi doğrultusunda faâliyetten kaçınmasını sağlamaya çalışır. Rasûlullah’ın öfkesini yenen insanı, kuvvetçe insanların en güçlüsü olarak ilân etmesi gösteriyor ki, duyguların kontrolü ve nefsin terbiyesi, hasım veya rakiple yapılacak mücadeleden daha zor ve belki daha faziletlidir.

Öfkenin bizzat kendisinin yasaklanması düşünülemez. Çünkü öfke, fıtrî/doğal bir haldir; insan karakterinden yok edilemez. Bu yasaktan maksat, aynı zamanda öfke gibi duygularımızı bastıracak alışkanlıklar kazanmak, ruh terbiyesine önem vermek demektir. Yine, öfkeyi ortaya çıkaran en büyük kaynak kibirdir. Çünkü insanın arzu ettiği bir şeye muhâlefetten kibir ortaya çıkar; kibir de onu öfkeye atar. Bu durumda, mütevâzi olan kimseden nefsi savunma duygusu çabuk geçeceği için, kibirlenmeyen kimse,  öfkenin şerrinden selâmette kalır.

Sadece gazap değil; fıtratımıza verilen bütün duygular, yok edilemez; zaten yok edilmiş olsa, insanın dengesi sarsılır, o duyguların hayırlı istikamette ve ölçülü olarak kullanılmasından doğacak dünyevî ve uhrevî güzellikler iptal edilmiş olur. O yüzden “öfkelenme!”, “inat etme!”  demek, “fıtratını değiştir!” emrinde bulunmak gibi, yapılması mümkün olmayan bir şeydir. Bu değerlendirmeye göre, hadis-i şeriflerdeki “gazaplanma!” emri, “meşrû olmayan konularda ve aşırı şekilde öfkelenme!” anlamındadır. Böylece, bu fıtrî duyguları, sadece “hayırda kullanma” tavsiye edilmiş olmaktadır. Her uzvun ve her duygunun meşrû ve ölçülü bir kullanma yönü vardır. Allah’ın yarattığı ve ihsan ettiği özellik ve nimetler, insana zulüm olsun diye değil; rahmet ve sınav aracı olarak verilmiştir. Özellikle tasavvufî yaklaşımda “nefsi öldürmek”  tâbiriyle, olumsuz kabul edilen duyguların tümüyle yok edilmesi ısrarla tavsiye edilir. Bu, hem imkânsız, hem de yanlış bir yaklaşımdır. Yapılacak iş, onları yok etmeye çalışmak değil; hayır yolunda ve ölçülü bir tarzda kullanmaktır. Öfke konusunda, nefsin isyanlarına öfkelenip terbiyesine çalışmak; küfür, zulüm ve fesat sergileyenlere öfkelenip İslâm’ın hâkimiyeti için gayret göstermek en mâkul yoldur. Ölçü bellidir: Allah için sevmek, Allah için öfkelenip buğz etmek.

Rasûlullah (s.a.s.), şahsını ilgilendiren meselelerde sabredip öfke göstermediği halde; dini ilgilendiren konularda öfkesini izhar etmiştir. Bu hususta birçok örnek verilebilir. Bunlardan biri, şu hadis-i şeriftir: İbn Mes’ûd anlatıyor: “Bir adam gelerek Rasûlullah’a: ‘Ben sabah namazına falanca (imam) yüzünden gelemiyorum, çünkü namazı fazla uzatıyor’ dedi. Ben, Rasûlullah’ın o günkü kadar öfkelendiğini hiçmi hiç görmedim. Gazapla şöyle dedi: “Ey insanlar! Sizden bazıları nefret ettiricidir. Hanginiz halka namaz kıldırırsa, kısa tutsun; zira cemaatte hasta var, yaşlı var ve ihtiyaç sahibi vardır.”[69] Allah Rasûlü’nün bu şekilde Allah için öfkelendiği olaylar çoktur. Kur’ân-ı Kerim’de bazı peygamberlerin de Allah için öfkelendiği belirtilir. Meselâ, Mûsâ’nın (a.s.), kendisi Tur’da iken, kavminin altından buzağı heykeli yapıp bu puta tapmalarından dolayı gazaplandığını, hatta kızgınlığından Tevrat levhalarını yere attığını ve kardeşi Hârun’un (a.s.) başını ve sakalını çekip asıldığını Kur’an haber vermektedir.[70] Yine, bu olay üzerine kavmine çok gazaplı/öfkeli ve üzgün bir şekilde döndüğünü ve onlara kızarak nasihat ettiğini, bunun Allah’ın gazabını, dünyada da alçaklığı istemek olduğunu açıkladığını, Kur’an bize bildirir.[71] Demek ki, öfke yasağı mutlak bir yasak değildir; bu fıtrî özelliğin kullanılması gereken durumlar vardır.      

 

Adâletin tam olarak yerine getirilmesi için, hem öfke ve kibir gibi haksızlığa yol açabilecek duyguların etkisinden sıyrılmanın, hem de âcizlik ve aldırmazlık şeklindeki tutumlardan uzak durmanın gerekliliği de bilinmeli ve ona göre davranmalıdır.

 

Her fıtrî duygu gibi, gazabın da hedefi İslâm’ın gösterdiği istikamette olmalıdır. Yine tüm duygular gibi ölçülü, dengeli olmalı, ifrat ve tefritten uzaklaşılmalıdır. Yersiz gazap veya haddi aşan ifrat noktasındaki gazap yerilmiştir. Gazap, fıtrî bir duygu olduğundan, hiç gazaplanmayan kimse, dininin, dâvâsının ve şahsının onurunu koruyacak ve düşmanlara tepki gösterecek cihadı gerçekleştiremez. Ilımlı bir gazap duygusu, fazilet sayılır. Ilımlı bir öfke duygusu, “şecaat” veya “hamiyet” diye adlandırılır. İnsanın onurunu, haklarını ve değerlerini korumak için hamiyet ve şecaat sahibi olması gereklidir. Gazap gücünün ifratına tehevvür (saldırganlık), tefritine de cübn (korkaklık) denilir.  

Öfke, dili, özellikle üslûbu da olumsuz etkiler. Aklı başında bir kimsenin söylemekten hayâ edeceği, öfkesi geçince pişman olacağı kötü, kaba ve çirkin sözlerin söylenmesi çoğunlukla öfkenin eseridir.

Tabii, öfkenin bütün bu zararları, dünyevî ve ölçüsüz öfke hakkındadır; yani, kontrollü ve Allah için, meşrû hedefe yönelik öfke rezilet değil, bir fazilettir. Meşrû öfkedir Hz. Mûsâ’yı Hz. Mûsâ yapan, Ömer’i Ömer yapan.            

Sözün en güzelini, eksiksiz bütün güzel vasıflara sahip mutlak güzel olan Allah söylemiştir. O’nun güzel kitabından daha güzel söz söylenmiş değildir.[72] Herkes kendini hesaba çekmeli. Nelerle meşgul olduğuna bakmalı. En doğru, en güzel söz olan Allah’ın Kitabını mı daha çok okuyup anlamaya çalışıyor ve üzerinde düşünüyor; yoksa romanlar, gazeteler, televizyonlar, filmler, dizi dizi diziler mi vaktini daha çok alıp kendisini yönlendiriyor? Üslûbu, hangi kitabın etkisinde? Kur’an kavramlarını ne kadar tahriften koruyup Kur’ânî anlamıyla değerlendirerek hayata o pencereden bakıyor?

Sözün en güzelini okumak, anlamak, yaşamak ve topluma hâkim kılmaya çalışmak, onu anlatmak, onunla konuşmak, dilimizi ve hayatımızı O’nunla süslemek güzelleştirecektir bizi. Üslûbumuzu güzelleştirmenin yolu da en doğruları en güzel üslûpla açıklayan o en güzel kitapla mümkündür.

Yaşadığı güzel ahlâk, o insanın en etkili ve güvenilir sözcüsü durumundadır. Başta şirk ve büyük günah olmak üzere her çeşit haramın çirkinliklerinden uzaklaşıp Kur’an’a uyarak ibâdet ve kulluğun, dilin ve üslûbun güzelliklerine hicret edenlere selâm olsun! 

                                                                            

[1] 41/Fussılet, 34

[2] 2/Bakara, 83

[3] 17/İsrâ, 53

[4] 2/Bakara, 263

[5] 41/Fussılet, 33

[6] 39/Zümer, 17-18

[7] 2/Bakara, 216

[8] 68/Kalem, 9

[9] 41/Fussılet, 33-35; 16/Nahl, 125

[10] 4/Nisâ, 63

[11] 4/Nisâ, 148

[12] 6/En’âm, 108

[13] Müslim, İman 78

[14] 50/Kaf, 17-18

[15] 31/Lokman, 19

[16] 35/Fâtır, 10

[17] 2/Bakara, 83; 17/İsrâ, 53; 20/Tâhâ, 44

[18] 17/İsrâ, 53

[19] 3/Âl-i İmrân, 159

[20] 6/En’âm, 108

[21] 20/Tâhâ, 44

[22] 9/Tevbe, 113-114

[23] 48/Fetih, 29

[24] 5/Mâide, 54

[25] 6/En'âm, 74

[26] 19/Meryem, 44

[27] 19/Meryem, 45

[28] 3/Âl-i İmrân, 119

[29] 49/Hucurât, 7

[30]3/Âl-i İmrân, 32; 30/Rûm, 45

[31] 3/Âl-i İmrân, 57, 140; 42/Şûrâ, 40

[32] 16/Nahl, 23

[33] 5/Mâide, 87; 7/A'râf, 55

[34] 2/Bakara, 190

[35] 2/Bakara, 205

[36] 5/Mâide, 64; 28/Kasas, 77

[37] 4/Nisâ, 107; 22/Hacc, 38; 8/Enfâl, 58

[38] 28/Kasas, 76

[39] 4/Nisâ, 36; 31/Lokman, 18; 57/Hadîd, 23

[40] 6/En'âm, 141, 7/A'râf, 31

[41] 2/Bakara, 276

[42] 25/Furkan, 77

[43] 2/Bakara, 275

[44] 2/Bakara, 278-279

[45] 9/Tevbe, 24

[46] 33/Ahzâb, 6

[47] Nesâî, İman 2-4; İbn Mâce, Fiten 23; Ahmed bin Hanbel, IV/11

[48] Buhârî, İman 8, Eymân 3; Müslim, İman 69, 70; Nesâî, İman 19; İbn Mâce, Mukaddime 9; Ahmed bin Hanbel, III/170, 207, 275

[49] Mişkâtu’l-Mesâbih, hadis no: 5014; Süyûtî, el-Câmiu’s-Sağîr, 1/69, Taberânî, El-Kebîr

[50] Tirmizî, Zühd 45 hadis no: 2379; Ahmed bin Hanbel, 16/178

[51] Buhârî, İman 7; Müslim, İman 71-72; Tirmizî, Kıyâmet 59; Nesâî, İman 19, 33; İbn Mâce, Mukaddime 9

[52] Buhârî, İman 22

[53] Müslim, İmâre, 53 hadis no: 1848; Buhârî, Cenâiz 39

[54] 60/Mümtehıne, 4

[55] 9/Tevbe, 114; 11/Hûd, 75

[56] 21/Enbiyâ, 53-54

[57] 21/Enbiyâ, 66-67

[58] 3/Âl-i İmrân, 68

[59] 68/Kalem, 8-16

[60] 2/Bakara, 256; 4/Nisâ, 60

[61] 9/Tevbe, 28

[62] 7/A'râf, 179

[63] 2/Bakara, 171

[64] 8/Enfâl, 22

[65] 10/Yûnus, 100

[66] 6/En’âm, 125

[67] 17/İsrâ, 73-75

[68] 39/Zümer, 65

[69] İ. Canan, Kütüb-i Sitte Terc. ve Şerhi, 12/300

[70] 7/A’râf, 150

[71] 20/Tâhâ, 86

[72] 39/Zümer, 23

Dünya, ne seçim, ne geçim dünyasıdır; dünya, bugün var yarın yok, imtihan dünyasıdır. Dünyaya başka şey için değil; kulluk dersinden imtihan olmaya geldik. İnsan Allah’a kulluk için yaratılmıştır. Allah’a mı, başkalarına mı kulluk yaptığı dünyadaki sınavlarla ortaya çıkacaktır. Kur'an açısından hayat, bir imtihan, daha doğrusu bir imtihanlar silsilesidir. Rabbimiz bütün insanları onlara verdiği hoşlarına giden nimet, kabiliyet ve imkânlarla ve hoşlanmadıkları korkuyla, açlıkla ve nimetlerden noksanlaştırmayla denemektedir. Ölümle birlikte, imtihan sona erecek, hesap günü herkes ya sağından ya solundan karnesini alacak. Daha önce bu imtihan salonuna zengin-fakir, işçi-işveren, erkek-kadın, güçlü-zayıf niceleri gelmiş, bir süre oturmuş, kalkmış gitmişler. Şimdi sıra bu asrın insanlarında, bizlerde.

Dünyada imtihanlar çok çeşitli. Kimi servetinden imtihan oluyor, kimi servet düşmanlığından. Kimi sıhhatinden, kimi hastalığından... Kimi borçlu kalmaktan, kimi alacaklı olmaktan... Herkes imtihan olduğu içindir ki, gerçek manada, kimse rahat değil. “Dünyada rahat yoktur” yani imtihanda rahat olmaz; çalışma ve gayret vardır, endişe ve ümit vardır, üzüntü ve sabır vardır, kazanmak için çaba göstermek vardır. İmtihan salonunda gülüp oynayan, kalem ve kâğıdının çok kaliteli olması için uğraşan, güzel elbiseli olanlara özenip sınava odaklanmayan kimse, imtihanı kazanmak istemiyordur.

Herhangi bir okul veya Üniversite imtihanına verilen önem, kulluk imtihanına verilseydi, cennet garanti olurdu. Âhiret imtihanı zor olduğu için mi insanlar başarısız oluyor? Hangi imtihan daha kolay, gelin bir karşılaştırma yapalım:

Üniversite sınavında sorular önceden kimseye verilmez. İlâhî imtihanda sorular da, doğru cevaplar da, önceden Kur’an ve Sünnetle bildirilmiştir.

Üniversite sınavında yardımlaşma yasaktır. Allah’ın sınavında yardımlaşma tavsiye edilir. Bu imtihanda kendisi kadar başkalarının kazanması için de gayret gösterenlerin ödülleri daha büyük olur. Öğrettiği kadar da kendi notuna ilâve edilir. Yaptığı bu işe cihad ünvanı verilir. Bu ticarette verenin malı artar, cimrilik edenin değil.

Üniversite sınavında kopye çekmek büyük suçtur. Esas sınavda ise, sevaptır. Üniversite sınavında üç yanlış bir doğruyu götürüyor. Âhiret için olan sınavda bir doğru bir yanlışı götürüp yok ediyor.

Üniversite sınavlarında her doğruya bir puan verilir. Allah, yaptığı sınavlarda yanlışa eksi bir puan verdiği halde, doğru cevaba en az 10 puan vermektedir.

Her iki sınavda zamanla yarış sözkonusu olsa da Üniversite sınavı 3-5 saate sığdırılıyor, bütün hayat boyu birikimler birkaç saat içinde test oluyor. Bir sene başka sınav hakkı yok. Diğer imtihanda hata yapıldı, başarısız olundu ise, her an eski sınavları yok saydırıp yeniden sınav hakkı var, hem de sonsuz denilebilecek sayıda. İstenilen zaman kurtarma sınavı hakkı var. Tevbe gibi eski sınavları silip yok saydıran bir silgi var.

Birinde çok soru çözmek şart. Diğerinde az soru da çözebilir insan, yeter ki doğru cevap versin.

Üniversite sınavında sorular doğru sorulmamış olabilir. Seviyeye uygun olmayabilir, zor sorular çıkabilir. Sorular anlaşılmayabilir. İlâhî imtihan ise, herkesin seviyesine göredir, kolaydır, Allah kimseye çözemeyeceği soru sormaz, başaramayacağı güçlükte imtihan etmez, zorluk dilemez.

Üniversite sınavları hiç de âdil değildir, bilgileri doğru ölçtüğü söylenemez. İlâhî imtihanda ise bir kula kıl kadar zulmedilmez.

Üniversite sınavında başarı şansı, başkalarını yenmeye bağlıdır. O yüzden başkalarının başarılı olması hoş görülmez. İlâhî sınavda ise başkalarının aldığı notun diğerlerine hiç zararı dokunmaz, sınavda üstün başarılı olanlar cennetin kontenjanını doldurmaz. Onlar rakip değil, refik kabul edilir.

Veee Üniversite sınavını kazanınca ne tür bir iş, ne kadar maaş, ne miktar rahat ve huzur var? Ya âhiret sınavını kazananlara? “Hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği, hiçbir insanın hayaline getiremediği güzellikler, nimetler.”

İlk bakışta bu imtihanı herkesin kazanacağı akla geliyor. Ama gel gör ki, insanların çoğu, yine de yanlış yola sapıyor. Zoru başararak esas sınavı kaybetmeye çalışıyor. Öyle ise, kendi karnesini daha güzelleştirmek ve ümmetin sınavlarına yardımcı olmak için bu karnenin sahibine çok iş düşüyor.

Aslında Zor Olan Yanlış Yazıp Zayıf Almaktır

Bu dünyada yerine getirdiğimiz âhirete yönelik imtihanda aslında zor olan, yanlış yazmak. Bu ise, biz büyük bir ilâhî lütuf. Aksi olsaydı, bizim için gerçekten çetin bir imtihan olurdu. Doğru söylemenin nefes almak kadar doğal ve kolay olduğunu hepimiz biliriz. Bir insan, gün boyunca doğru söylese yorulmaz, ama her cümlesi yalan olmak şartıyla yarım saat konuşmaya mecbur tutulsa perişan olur. Su içen, yüzünü buruşturmaz, ekşitmez; içki içenin ise yüzüne bakılmaz. Helâl kazanç ruhu rahat ettirir; haram ise vicdana azap çektirir...

Hayatımız boyunca güzel bir şeyi elde etmek için hep bir çaba ve emek sarf etmişizdir. Eğitim hayatımızı düşünelim. O dönemden aklımızda en çok yer eden şeyler, büyük ihtimalle, sık sık karşılaştığımız sınavlardır. Bunların içinde en önemlisi, kuşkusuz üniversite sınavlarıdır. Çoğu genç, üniversite sınavını hayatının dönüm noktası olarak tanımlar. Çünkü geleceklerini nasıl şekillendireceklerini bu birkaç saatlik imtihanın sonucunda belirleyeceklerini düşünürler. Bu nedenle yıllarca çalışır, uykusuz kalır, pek çok sosyal faaliyetten, tatil ve eğlenceden uzak durup, kendilerini sadece derslerine verirler. Tek amaçları üniversiteye girebilmektir. Bu amaca ulaşabilmek için büyük bir sabır ve kararlılık gösterirler.

Günümüz Türkiye'sinde üniversite diplomasının ne kadar faydalı olup olmadığı bile düşünülmez. Çok yararlı olduğunu düşünsek bile, elde edilmek istenen yararların tümü geçicidir. Ama, bir de asla kaybolmayacak olan, asla tükenmeyecek güzelliklerin, sonsuz yararların bulunduğu ve insanın devamlı yaşayacağı gerçek bir hayat var. Bu, iman eden insanların dünya hayatında ulaşmak istedikleri her durumdan önemli gördükleri âhiret hayatıdır. Çok az bir faydası olan ve yararının da geçici olduğu üniversite sınavına gösterilen değer, nice müslüman tarafından âhiret sınavı için gösterilmiyorsa, bu sınavın kaybedilme ihtimalinin büyüklüğünü de gösterir. Üniversite sınavına hazırlandığı gibi esas imtihana hazırlanan bir mü'min, büyük ihtimalle cenneti garanti edecektir.

İnsanın sonsuz âhiret yurduna ulaşmak için denendiği yer "dünya hayatı"dır. İnsan, yeryüzünde bulunduğu sürece âhirete yönelik bir sınav yaşamakta ve bu konuda gösterdiği çabayla denenmektedir. Hayat, gerçekte Allah'ın bizleri sınamak ve eğitmek için yarattığı geçici bir süredir. İnsan bu süre boyunca düşünmek, böylece Rabbini tanımak, O'nun hükümlerine uymak ve O'nun rızâsını aramakla sorumludur. Bunun yanında bu imtihan hayatı boyunca başına gelen herşeye en güzeliyle karşılık vermek, sabretmek ve güzel ahlâk göstermekle yükümlüdür. Başına gelen her şeyin, Rabbinden gelen bir deneme olduğunu bilmek, bunlardan zevk almak, karşılaştığı her olayı neşe ve şevkle karşılamak ise, dünyadaki imtihanın mü'minlere has olan bir sırrıdır. Bu sırrı kavrayan ve tüm yaşamını denendiğinin bilincinde geçiren insanlar, asla son bulmayacak ve tükenmeyecek olan bir kazanç sağlayacaklardır.

Dinden uzak insanların en büyük yanılgıları, bu dünyadaki hayatın geçici olduğunu unutmaları ve aslında bir imtihandan geçirilmekte olduklarının bilincinde olmamalarıdır. Dünyada böyle bir gaflet içinde yaşayan insanları etkileyebilecek, akıllarını çelebilecek pek çok güzellik ve süs vardır. Âhiretin unutulduğu toplumlarda insanlar, doğdukları andan itibaren kendilerine süslü görünen bu değerleri elde etme hırsına kapılırlar. Allah, insanları dünyaya hırsla bağlayan bu süsleri şöyle belirtir: "Kadınlara, oğullara, kantar kantar yığılmış altın ve gümüşe, salma güzel atlara, hayvanlara ve ekinlere duyulan tutkulu şehvet, insanlara süslü ve çekici kılındı. Bunlar, dünya hayatının metâıdır. Asıl varılacak güzel yer Allah katında olandır. De ki: 'Size bundan daha hayırlısını bildireyim mi? Korkup sakınanlar için Rablerinin katında, içinde ebedî kalacakları, altından ırmaklar akan cennetler, tertemiz eşler ve Allah'ın rızâsı vardır. Allah, kulları hakkıyla görendir."

Allah bütün insanları dener; en büyük rasüllerden avam tabakasındaki her insana kadar herkes denenir. Bu denemeler aslında, gördüğü derslerden imtihana tâbi tutulan öğrencinin durumu gibidir. İmtihanı başarırsa bir üst sınıfa geçer, başaramazsa kalır. Allah’ın Kur'an okuluna girememiş, “mekteb-i İslâm”a kayıt olamamış insanlar, bu okulu görsünler diye çok çeşitli şekillerde denenirler; kıtlıkla denenirler, bollukla denenirler, zaferle denenirler, yenilgiyle denenirler. Ama durumlarını değiştirmeyip küfür ve nifaklarında ısrar ederlerse “üzerlerine göklerin kapısı açılır”, iyice azıp tuğyanda bulunurlar ve sonunda ya bütün azabı âhirette görmek üzere cehenneme yuvarlanırlar, ya da dünyada iken cezalarını görürler. Bu ceza, yerden ve gökten gelebileceği gibi, başka insanların eliyle de olabilir; kendi aralarında fitneler şeklinde de olabilir. Öte yandan, mü’minler de bir üst sınıfa geçmek, imanlarının sağlamlığının açığa çıkması, imanlarının derecelerinin belirlenmesi için denenirler. Onlar da ya kaybedip –Allah korusun- nifaka, fıska veya küfre dönerler, ya da imanları daha bir güçlenir ve derece alırlar.

“Belâ gelmez kula Hak yazmayınca

Hak, belâ vermez, kul azmayınca.”

Doğru Cevaplar Önceden Bildirilmiş, Kopya Çekmek de Serbest, Hatta Sevap

İmtihan: Kazanmakla kaybetmeyi aynı anda hatırlatan esrarlı bir kelime... İçinde hem ümidi saklıyor, hem korkuyu. Lezzetle elem onda birbirine karışmış. İnsanı ne güldürüyor, ne ağlatıyor. Zevk ve sefa onu takip edecek, azap ve cefa ondan sonra gelecek. Bütün bu sayılanlar, aynı zamanda, dünya imtihanının da özellikleri değil mi? İnsan da bu dünyada imtihan olmuyor mu?

Bülûğa erinceye kadar, imtihan öncesi: Kâğıt-kalem hazırlama safhası. Bülûğa ermekle, insan imtihan kâğıdını, amel defterini doldurmaya başlar ve ölünceye kadar aralıksız kalem oynatır. Bu imtihanın herkes için günün birinde sona ereceği mâlûm; ama kimin elinden kâğıdının ne zaman alınacağı belli değil. İmtihan denilince, insanın hatırına çok şeyler geliyor. Bazılarını sıralayalım:

İmtihanda önemli olan çok yazmak değil, doğru yazmaktır. On kâğıt doldurup, “bir” alamayanlar da var, bir kâğıtla “yüz” alanlar da. Öyle ise, uzun ömür, güzel şeylerden daha fazla yazmak için istenmeli. İmtihan salonunda en önde oturmak, elbiselerin en güzelini giyinmek, kalemlerin en kıymetlisini kullanmak neticeye zerre kadar tesir etmez. Bunların hepsi câiz, ama hiçbiri vâcip değil. Vâcip olan, şart olan: Sorulara doğru cevap vermek.

Bahtiyarlık da, bedbahtlık da imtihan süresince belli olmaz. Âkıbetini bilmediğimiz kimsenin dünyevî imkânlarına heveslenmemiz doğru değil. İmtihan süresince kimseye müdâhale edilmiyor. Dileyen dilediğini yazmakta serbest. Ama doğru yazmaya teşvik, yanlış için tehdit var. Her ikisi de adayların menfaatine.

Bu âhirete yönelik dünya imtihanının en önemli bir özelliği de, adaylara doğru cevapların önceden bildirilmiş olması. Öyle değil mi? Neleri yapıp, nelerden sakınacağımızı hepimiz bilmiyor muyuz? Diğer imtihanların aksine bu imtihanda, başkalarıyla yardımlaşmamız serbest bırakılmış; hatta sevap kılınmış. Çalışkan bir öğrencinin yanına gidip, kâğıdına bakıp, biz de doğruyu yazabiliriz. Ve cevabımız kabul görür. Gerçekte, doğruda, hakta ve güzelde yardımlaşma serbest. Başkalarına yanlış cevap yazdırmak veya yanlışı taklit etmek yasak! Kim bu imtihanda kendisi kadar başkalarının kazanması için de gayret gösterirse, ihsana mazhar oluyor. Öğrettiği kadar da kendi notuna ilâve ediliyor. Ve yaptığı bu işe büyük pâye veriliyor: Cihad!

Sadece kendini gözetmek makbul değil, beğenilmiyor. Bu kazanma ve kaybetme dâvâsı, dünya ticaretine hiç mi hiç benzemiyor. Bu imtihanda bizler rakip firmalar değiliz. Komşumuzu ne kadar methedersek, kazancımız o kadar bereketli olur. Kendimizi övdüğümüz nisbette de zarara düşeriz. Bu ticarette verenin malı artar, cimrilik edenin değil. Bildiğimizi başkalarına anlatınca kendi bilgimizi de perçinlemiş olmuyor muyuz?

Dünya imtihanında doğruyu yazmak kolay ve rahat. Zor olan, yanlış yazmak. Bu ise, bize büyük bir ilâhî lütuf. Aksi olsaydı, bizim için gerçekten çetin bir imtihan olurdu. Doğru söylemenin nefes almak kadar doğal ve kolay olduğunu hepimiz biliriz. Bir insan, gün boyunca doğru söylese yorulmaz, ama her cümlesi yalan olmak şartıyla yarım saat konuşmaya mecbur tutulsa perişan olur. Su içen, yüzünü buruşturmaz, ekşitmez; içki içenin ise yüzüne bakılmaz. Helâl kazanç ruhu rahat ettirir; haram ise vicdana azap çektirir...

İlk bakışta bu imtihanı herkesin kazanacağı akla geliyor. Ama gel gör ki, insanların çoğu, yine de yanlış yola sapıyorlar. Bunun sebebini, akı kara, karayı ak gösteren iki aldatıcıda aramak lâzım: Nefis ve şeytan.

Dünyada imtihanlar çok çeşitli. Kimi servetinden imtihan oluyor, kimi servet düşmanlı-ğından. Kimi sıhhatinden, kimi hastalığından... Kimi borçlu kalmaktan, kimi alacaklı olmaktan... Herkes imtihan olduğu içindir ki, gerçek manada, kimse rahat değil. “Dünyada rahat yoktur” hadis-i şerifi bir umman. Onun bir manası da şu olabilir: “İmtihanda rahat yoktur; çalışma ve gayret vardır, endişe ve ümit vardır, üzüntü ve sabır vardır...”

Daha önce bu imtihan salonuna zengin-fakir, işçi-işveren, âmir-memur, erkek-kadın, güçlü-zayıf niceleri gelmiş, bir süre oturmuş, kalkmış gitmişler. Şimdi sıra bu asrın insanlarında.

Günümüz Türkiye'sinde üniversite diplomasının ne kadar faydalı olup olmadığı bile düşünülmez. Onu elde etmek için nelerden fedakârlık yapılır, değer mi değmez mi değerlendirilmez. Çok yararlı olduğunu düşünsek bile, elde edilmek istenen faydalarının tümü geçicidir. Ama, bir de asla kaybolmayacak olan, asla tükenmeyecek güzelliklerin, sonsuz yararların bulunduğu ve insanın devamlı yaşayacağı gerçek bir hayat var. Bu, iman eden insanların dünya hayatında ulaşmak istedikleri her durumdan önemli gördükleri âhiret hayatıdır. Çok az bir faydası olan ve yararının da geçici olduğu üniversite sınavına gösterilen değer, nice müslüman tarafından âhiret sınavı için gösterilmiyorsa, bu sınavın kaybedilme ihtimalinin büyüklüğünü de gösterir. Üniversite sınavına hazırlandığı gibi esas imtihana hazırlanan bir mü'min, büyük ihtimalle cenneti garanti edecektir.

“Dünya, ne seçim, ne geçim dünyasıdır; dünya, bugün var yarın yok, imtihan dünyasıdır.”

“Kar-buz” mevsiminin tadına varamadan “karpuz” mevsimi yaklaştı. “Seçmece bunlar!” diye bağıran karpuz satıcısı, tezgâhındaki içi ne renk belli olmasa da dışı yeşil karpuzlar arasında tercih yapmada vatandaşı serbest bırakıyor. Seçildikten sonra servise sunulunca belli olur; hangisinin içi kırmızı, hangisinin ak-kırmızı karışımı, hangisinin renksiz olduğu…

Gardiyanınız çatık kaşlı mı olsun, yere bakan yürek yakan cinsten mi? Boş verin zindandan çıkış yolu aramayı; siz gardiyanlarınızı seçin.

Tepsin diye kırk katır mı istersiniz, kessin diye kırk satır mı? En iyisi, ölümü görün, sıtmaya râzı olun. Düşünmeyin! Düşünmek sizin işiniz değil, acele karar verin, daha doğrusu sizin adınıza karar verenlere uyun, uyuyun. Sürüye katılın, seçime katılın.

AIDS mi olmak istersiniz, yoksa kanseri mi tercih edersiniz? İsterseniz değişik hastalık sebebi farklı mikropları da tercih edebilirsiniz. Düzen bataklığı ne güne duruyor? Size mikrop üreterek hizmet etmeyecek de ne yapacak? Mikrobu çok düzenin, sizden mi esirgeyecek, seç beğen al, kullan. Beğenmez ve hayatta kalırsan, bir dahaki seçime başkasını denersin.

Aynı delikten üç kez, beş kez mi ısırıldın, yetmez! Ölünceye dek seni ısıran sandığın deliğine uzat elini. Parmağına kan mı bulaştı? Yok canım, kan değil boyadır o. “Sıbğatullah” olmazsa olmasın o boya. Bakma sen “sıbğatuşşeytan” diyenlere. At oyunu, seçimini yap.

Halka hükmeden zihniyet, mânen idamına hüküm verdiği ve bu ölüm fermanının değiştirilmesi teklif bile edilemez kabul edildiği için mânevî yönden ölüme mahkûm olduğunu kabullenen insana cellâdını seçme hakkı lutfetmiş. Gözünü sevdiğim demokrasi, sen ne nimetler sunuyorsun! Cellâtlardan birini seçebilirsin. Daha haşin ve gaddar olanı veya sana biraz benzeyeni. Seç birini.

Sürü haline getirdikleri ve ilâhlarına adayıp rejimin büyük tâğutu adına kurban etmeye hazırlandıkları zavallıların, oy adına oynanan oyunun figüranı koyun haline getirilenlerin boyunlarını kesecek bıçakları seçme günü var. Koş sandığa; istediğin bıçağı seç; bıçağını ve kasabını.

Minareyi çalanlar gibi, cinayeti planlayanlar da kılıfı hazırlamış: Cinayete intihar süsü verecekler. Ama rollerini çok kibarca oynuyorlar: Zehirlerden zehir beğenmesi için halka seçim hakkı veriyorlar. Katıksız acı olan zehir var, içine birkaç damla bal şerbeti damlatılanı var. İstediğini seç.

Kırbaç altında ölümü mü tercih edersin, yoksa altın vuruşla öldürücü dozda uyuşturucu almayı mı? Seçme hakkı senin. Aman ha birini seç, berikini seç, yoksa ötekisi gelecek.

Allah’a isyan edeceksiniz, tamam da; baskı ile mi isyanı tercih edersiniz, iknâ edilip râzı edilerek mi; seçim sizin.

Sen Ata’nın ve atalarının yolundan vazgeçme. Ne demiş ataların: “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın!” Sen de onların yoluna uy: “Bana, benim cemaatime, çalışmama, faaliyetime, derneğime, radyoma, televizyonuma… karışmayan yılan bin yaşasın!” de. Yoksa, sana hemen dokunacak yılan gelecek. Öteki yılanı tercih et. “Beriki de neslini zehirliyor, çocuğunun boynuna dolanıyor” diyenleri boş ver; ama oyunu boş verme, seç birini.

Tahterevallinin ister sağındaki ister solundakini seç. İster aşağıdakini kaldır, ister havadakini yere indir. Sana bu yetkiyi Demokrasi dini veriyor. Uy ona: “Güç sende! Sensin egemen olan.” Tahterevalliye oturtulanlar arasında bir tercih yaptığını unut; seçtirenlere itaat et. Ne diyor seçtiren derin güçler: “Sen, bizim seçtiklerimizden birini seçeceksin, seç!”

Kim diyor: “Egemenlik aslında kayıtsız şartsız yattığı yerden Atatürk’ündür, silahlı kuvvetlerindir, TÜSİAD’ın ve para babalarınındır, Ergenekon türü derin güçlerindir, Amerika’nındır. Seçtikleriniz sadece sekreter görevindedir” diye? Hele kimmiş onlar: “Egemenlik kayıtsız şartsız Allah’ın” diyen, “Allah’ın indirdiğiyle hükmetmeyenin kâfir, zâlim ve fâsık olduğunu” söyleyen? Hâlâ kaldı mı bunları dillendiren? Bırak onları. Onlar demokrasi düşmanları. Sen boş ver onları da görev ver oy dilencilerinin birine; Tâğut rızâsı için şu fakir(leştiren)e bir oy! Boş geçme ne olur!          

Yönetimi değil, yöneticileri; tokmağı vuranı değil, davul taşıyanları; yönetmeni değil, senaryosu belli filmin oyuncularını, iyi rol yapanları, derin güçlerin onaylayıp “görülmüştür, seçebilirsin”, hatta “seçmelisin!” dediklerinden birini seçecekmişsin; olsun! Seçiyorsun ya bu sana yeter. Seç, demokrasiye alternatifi düşünme, hemen seç!

Yönetime, düzenin tâğutî olmasına bakma sen; yöneticinin diktatör tipli biri mi, yoksa demokrat, liberal ve kısmen özgürlükçü biri mi olması gerektiğine bak. İkinci özellikte olanı seç ki, rejimin zulüm düzeni olduğunu unutasın, unutturasın; göreceli rahatlıkla dünyevîleşesin. Bilinçsiz de olsa düzeni zaafa uğratanla, bilinçsiz de olsa düzeni güçlendiren arasında ikinciden yana tercihini yap. Buna rağmen “ehven-i şer” de seçtiğine; nasıl olsa kimse kavramları da düzeni de seni de sorgulamaz.

Unutma ha! Bak, düzen, seçmeyenleri seçim curcunasına katılmayan, alnına (pardon, parmağına) leke sürmeyenleri suçluyor, para cezasına çarptırıyor. Kork devletin azâbından! “Öte dünyadaki azap” mı diyorlar? Onlar hâlâ oralarda mı? Geç arkadaşım onları. Aş bu eski radikal düşünceleri, yumuşa biraz, değiş; çağa, konjonktüre uy! “Koyverme, oy ver”; Seç, seç!

Her maç gibi bu maç da şikeli bile olsa; kazanan, seçimden önce bilinse de, önemseme; sen seçmene bak! Sana figüranlık mı düşüyor? Olsun! Sana seçtirir gibi yapıyorlar ya, bundan yararlan. Sen rolünü oynamana bak. Oyuna bak sen, oynatanlara sakın bakma! Kuklalardan hangisini istersen özgürce seç.   

Ölümlerden ölüm, azaplardan azap, helâklerden helâk beğen. Semud kavminin yolunu mu, Lut kavminin yolunu mu istersin? Yoksa Şuayb kavmi ile Âd kavmi gibi olma arasında bir seçime ne dersin? Ya da modern halefleri Avrupa Birliği ve Amerika ile, Rusya arasında tercihin? Firavun’u mu istersin, Nemrud’u mu? (Biraz ağır mı kaçtı? Olur, hafifletelim:) Ebû Cehil’i mi seçersin, Ebû Tâlib’i mi? Ebû Tâlib’i seçmezsen iyi düşün, Ebû Cehil gelecek, unutma!

Demokratlık sadece eski Yunan’da bir zamanlar uygulanıp tarih çöplüğüne atılan ilkel bir yönetim tarzı değildi. Aynı zamanda Peygamber öncesi Mekke’de de uygulanan bir inanç biçimiydi. Ebû Cehiller de Mekke’deki vatandaşlarını serbest bırakıyorlardı; Mekkeliler özgürdü. Kâbe çevresindeki 360 puttan (put adayından) dilediğini seçebilir, istediği puta özgürce tapabilirdi. Demokrattı Mekke yöneticileri. Öyleyse sen de onlar gibi seç önüne konulan 360-560’tan birini.

O da ne demek oluyor? “Peygamberlerin yolu, Peygamber’in usûlü, Rabbânî metod, Sünnetullah…” Kafanı mı karıştırıyorlar? “Allah’ın hükmüyle hükmedecekse isterse ‘öteki’ gelsin; yok, O Kitab’ın hükmüyle hükmetmeyecekse ‘beriki’ de, hiçbiri de gelmesin!” Böyle mi diyorlar? Boş ver bu rahatsız eden sözleri. Hayır, asla! O gelmesin, bu gelsin! “Bay çok kötü” gelirse, bakarsın yine esnaf sokağa dökülür, halk düzene tavır alır, rejimi protesto edenler çoğalır; neme lâzım, rahatımız kaçar. “Halkı yücelt ki ‘devlet’ yücelsin” diyenleri yücelt. Sen kötüyü seçmezsen bak daha kötü gelecek, daha kötü gelecek, daha kötü… Bin defa söylesem az, öcü gelecek öcü! Seç, öcüyü değil, kötüyü seç. “Teğdü, teğmedü…” Sen teğmemüş diye seç. “Du bakalii n’olicek!?” de, seç ve bekle; bak bakalım daha neler olacak?

Hakka giden yol zor; dâvet/tebliğ istiyor, cihad istiyor, koşturma gerekiyor, çile ve bedel gerekiyor. Sen kolay olanı tercih et. Beş yılda bir sandığa git, vazifeni yap, vatandaşlık görevini ibadet düşüncesiyle îfâ et. Budur esas hizmet; ne demek “kulluk, ibâdet şuuru, İslâmî devlet?” Şerlerden birini seç; şerre râzı ol, ama büyük şerri seçme, “ehven”iyle avun. Açıkça bâtıl olana değil, bâtılın hak maskesi takanına takıl. Senin seçeceğin kötü, az kötüdür. Ne yani, Ebû Tâlib dururken Ebû Cehil’i seçecek değilsin ya… Dâru’n-Nedve’ye de Ebû Bekir aday olacak değil tabii… Hem, bu kadar insan bilmiyor da tek sen mi bileceksin, sen mi bulacaksın hakkı? Gel, sen de kalabalığa katıl, sandığı boykot etme seçimlere katıl.

“Gazap edilmişlerin ve sapıtmışların yolu” mu diyorlar? Kulak asma onlara. Bak, büyüklerimiz “dost ve müttefiklerimizin yolu” diyor. Sen, büyüklere uy. “Uydum kalabalığa, demokrasi ekber!” de, oyunla bey’atini tazele. Ankara’daki imama uy. Ama, mutlaka önce oy!     

Oy vermezsen, daha büyük tâğut başa geçecek. Sen tâğutun ehvenini seç. Mutlaka seçime katıl. Katıl ki demokratik itaati, demokrasiye kulluğunu, vatandaşlık ibâdetini yerine getiresin. (Varsa) tâğutların cennetine eresin, azabından ve cezasından korunasın. Unutma, koş sandığa, sürüden ayrılma, seç seni güdecek çobanını. Yoksa “öteki” kurt kapar seni.

Ne!? Siz böyle bir seçimden yana değil misiniz? Vay geri kafalı radikaller vay! Siz demek ki kulluğu, tevhidi, Rabbânî metodu, İlâhî rızâyı, Kitab’ın hükmünü, dâveti, vahdeti, ümmeti, cihadı, inkılâbı, İslâmî devleti istiyorsunuz ha!... Vay düzen düşmanları, sizi Atatürk çarpsın e mi?

Halkı kim daha çok oyalıyor, o daha çok oy alıyor. Ver oyunu, gör oyunu! 

Sözün özü: Beşer olduğuna bakmadan kendisinin (veya kendisi gibilerin) kanun koyup hükmedecek olanlar, hevâsını putlaştıran ilâh taslakları kendilerine suç ortakları arıyor. Veballerine, isyanlarına, tuğyanlarına ortak olacağın tâğutlardan tâğut beğen. Ama dikkat et, öteki tâğutu değil, beriki tâğutu, kendi tâğutunu seç. Zindanlardan zindan, cehennem tabakalarından bir cehennem, zâlimlerden bir zâlim seç. Sen de kalabalığa uy, oy, oyun… “Seçmece bunlar! Kan kırmızı… Seç beğen al. İyi çıkmazsa bir dahaki seçimde değiştirirsin, değiştirsin, değişirsin!”

Kur’ân-ı Kerim, sözlerin en güzelini barındıran bir Kitap’tır. Allah’ın kelâmı, tüm güzellikleri içerir (39/Zümer, 23). Bu yüzden insana, indirilen sözün en güzeline uyması emredilir. İnsana inen sözlerin en güzeli Allah'ın sözü (39/Zümer, 55) olduğundan insan, ancak Kur’an’a uyarak güzelliğe uymuş ve güzelleşmiş olur.  Çünkü güzelleşmek isteyen insanların bir niteliği, sözü dinleyip onun en güzeline uymaktır (39/Zümer, 18). En güzel din, güzellikler sergileyerek Allah'a teslim olanların dinidir (4/Nisâ, 125). Allah, aynı zamanda hüküm verme bakımından da en güzel olandır (5/Mâide, 50). Allah, fiil, söz ve hükmüyle en güzelin kaynağı olduğundan, en güzel isimler (esmâu'l-husnâ) da O'nundur (7/A'râf, 180; 20/Tâhâ, 8; 59/Haşr, 24).

       

Kur’an, insanın inancı başta olmak üzere tüm bireysel, âilevî, sosyal, siyasal ve ekonomik hayatını, gizli-açık bütün amellerini/davranışlarını, ahlâkını, içini, dışını, çevresini, kısaca her şeyini güzelleştirir. Yeter ki Kur’an’a tâbi olsun insan. Esfel-i sâfilîne düşmekten, hayvanlaşmaktan, hayvanlardan daha aşağı olmaktan kurtarır Kur’an. İnsanı meleklerle yarışacak hale yükseltir, olgunlaştırır, kâmil hale getirir.

Kur’an İhsânı, Yani Güzelliği ve Güzelleşmeyi Emreder: “Muhakkak ki Allah, adâleti, ihsânı, akrabâya vermeyi emreder. Çirkin işleri, münkeri, fenâlık ve azgınlığı da yasaklar. O, düşünüp tutasınız diye size öğüt veriyor.” (16/Nahl, 90). Kur’an’ın emrettiği “ihsân”, bütün güzellikleri ve rağbet edilen şeyleri ifade eder. İhsan; iyilik etme, güzel davranma, ikram etme, lütuf, bağış, güzellik, uygunluk, güzel olan şeyi en güzel şekilde yapmak demektir. İhsan, başkasına nimet sunmak, iş ve fiillerinde güzel davranmak veya gerekenden fazla verip gereğinden azını almaktır. İhsân, yaptığı işi en iyi biçimde ve noksansız yapmaya denir. İhsan, temel olarak iki anlama gelir. 1- Bir şeyi güzel yapmak, 2- İyilikte bulunmak. Kur’an’da Allah Teâlâ, ana-baba başta olmak üzere, bazı kimselere ihsânı özellikle emreder.

Kur’an’ın insanı güzelleştirmek için yaptığı tavsiyelerden bazılarını öğrenmek için birçok âyetin yanında, özellikle şu âyetlerin meallerine bakmak yeterlidir: 2/Bakara, 195; 16/Nahl, 90; 17/İsrâ, 7; 18/Kehf, 30-31; 28/Kasas, 77.

 

Kur’an, Her Şeyden Önce İnsanın İnancını Güzelleştirmek İster: Kur’an’a göre şirk, insanı çirkinleştiren en önemli etkendir. “Ey iman edenler, müşrikler ancak bir pisliktirler...” (9/Tevbe, 28). Şirk, bünyeye sonradan giren bir mikroptur, bir ârızadır, bir anormalliktir. Şirk, öncelikle kalbin hastalığıdır, müşrikler de ölümcül hastadırlar (2/Bakara, 10), onların duyu organları da ârızalı ve görev yapamaz durumdadır (2/Bakara, 18, 7/A’râf, 179). Onlar, akıllarını da kullanmayan hayvandan aşağı insan müsveddeleri (7/A’râf, 179), birer pisliktirler (9/Tevbe, 28). Bir küçük kibrit çöpü koca ormanı yakıp mahvettiği gibi, şirk de amelleri mahveder. Bir kanser mikrobunu veya yanan kibrit çöpünü önemsiz, tehlikesiz görüp bunların zararlarına duyarsız kalmak, hiç akılla bağdaşır mı? Şirk, kaos ve düzensizliktir. Şirkin olduğu yerde, kargaşa, fesat, kavga, anarşi, düzensizlik ve huzursuzluk vardır. “Eğer yerde ve gökte, Allah’tan başka ilâhlar/tanrılar bulunsaydı, yer ve gök (bunların nizamı), kesinlikle bozulup gitmişti.” (21/Enbiyâ, 22). Kâinatta nizam ve âhenk olduğuna göre, tevhidî özellik vardır.

 

Kur’an, insanlara öncelikle doğru bir ölçüyü kazandırmayı hedefler. Terazisi bozuk olanın tarttığı her şey de yanlış ölçülmüş olacak, adâlet ve doğruluk sağlanamayacaktır. Kur’an’ın hak-bâtıl, doğru-yanlış, iyi-kötü, güzel-çirkin... gibi ölçülerini kabul etmeyerek başka ölçü ve kıstasları benimsemek, şirktir. “Allah ve Rasûlü bir işe hüküm verdiği zaman, mü’min bir erkeğe ve kadına, o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Kim Allah ve Rasûlüne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur.” (33/Ahzâb, 36)

 

Kur’an, İbâdet Yönüyle de İnsanı Güzelleştirir. Âdemoğlu, hem Allah'a hem de şeytana kul olarak yaşayamaz (Bkz. 33/Ahzâb, 44). “Tâğuta kulluk/ibâdet etmekten kaçınan ve tam gönülle Allah'a yönelenlere müjdeler! Dinleyip de sözün en güzeline tâbi olan kullarımı müjdele!” (39/Zümer, 17-18) Kur’an’ın emrettiği her ibâdet, insanı güzelleştirir, çirkin inanç ve davranışlardan uzaklaştırır. Huşû ile kılınan namaz, insanı fahşâdan, münkerden, her çeşit çirkinlik ve kötülükten alıkoyar (29/Ankebût, 45). Oruç, insanı güzelleştiren takvâya ulaştırır (2/Bakara, 183). Zekât, sadaka ve her türlü infak, insanı bireyselliğin çirkinliklerinden kurtarıp topluma faydalı güzel insan haline getirir.  Kur’an, insanın ibâdetlerini baştan savma yapmasını istemez; huşû ile, güzel şekilde yapılmasını ister. İhsân, Allah’ı görüyor gibi ibâdet etmektir.

Kur’an, İçerik ve Üslûp Yönüyle Güzel Konuşmayı Emrederek Sözleri Güzelleştirir: “Kullarıma söyle; sözün en güzelini söylesinler...” (17/İsrâ, 53).

 

Kur’an, İnsanlar Tartışmak ve Münâkaşa Etmek Zorunda Kalınca da Güzellikten Ayrılmamayı Emreder: “İçlerinden zulmedenler bir yana, ehl-i kitapla ancak en güzel şekilde mücâdele edin ve deyin ki: ‘Bize indirilene de, size indirilene de iman ettik. Bizim ilâhımız da, sizin ilâhınız da birdir ve biz O’na teslim olmuşuzdur.” (29/Ankebût, 46). “Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle dâvet et. Onlarla en güzel şekilde mücâdele et.” (16/Nahl, 125)           

Tanışırken, Konuşmaya Başlarken, Selâm Verirken de Güzelliği Emreder Kur’an: “Size bir selâm verildiği zaman, siz de ondan daha güzeli ile selâmlayın; yahut aynısıyla karşılık verin...” (4/Nisâ, 86)

Kötülükler ve Çirkinlikler Karşısında da Güzellikten Ayrılmamayı İster Kur’an: “(Seyyie ile hasene) iyilikle kötülük bir olmaz. Sen kötülüğü en güzel bir tavırla önle. O zaman (görürüsün ki) seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki yakın bir dost olur.” (41/Fussılet, 34) "...(O akıl sahipleri) ki, onlar kötülüğü iyilikle (seyyieyi hasene ile) savan kimselerdir..." (13/Ra'd, 22). Peygamberimiz de şöyle buyurur: “Güzel ahlâk; mahrum edene vermen, ilgiyi kesene alâka göstermen, sana karşı haksızlık yapanı affetmendir.”

 

Hakka Çağırırken de Güzellik Kur’an’ın Prensibidir: “Rabbinin yoluna hikmet ve mev’ıza-i hasene ile (güzel öğütle) çağır ve onlarla en güzel şekilde mücâdele et...” (16/Nahl, 125) “Ona tatlı dille konuşun, yumuşak söz söyleyin; belki o, aklını başına alır veya korkar.” (20/Tâhâ, 44)

 

Kur’an, Ana-Babaya Güzel Davranmayı Çok Önemser: Kur'an’da, tek olan Allah'a ibâdet edip O'na hiç bir şeyi şirk koşmama emrinden sonra, ana-babaya güzel davranıp onlara ihsanda bulunma emrinin geldiği görülmektedir. Şöyle ki: "Rabbin sadece kendisine kulluk etmenizi, ana babanıza  ihsanda bulunmanızı (onlara güzel davranmanızı) kesin bir şekilde emretti..” (17/İsrâ, 23). Bu âyetten, ana-babaya iyilik ve ihsanda bulunmanın farz olduğu anlaşılmaktadır. Bunu destekleyen başka bir âyet-i kerimede şöyle buyuruluyor: "De ki, gelin Rabbinizin size neleri haram kıldığını okuyayım: O'na hiçbir şeyi şirk/ortak koşmayın. Ana babaya ihsân/iyilik edin..." (6/En’âm, 151). Burada Allah, ana-babaya güzel davranmayı terk etmenin kötülüğünü beyan için bunu haram kılınanlar arasında zikretti. O halde ana-babaya ihsan/iyilik farz; terki haramdır.     

 

Kur’an, Yediklerimizin ve Giydiklerimizin Güzel Olmasını İster: Yenilen şeylerin helâl ve temiz (tayyib) olması Kur’an’ın emirlerindendir. Yeme ve giyme konularındaki  âyetlerde de temizlik ve güzellikle ilgili emir ve tavsiyeler bulunur: “Ey insanlar! Yeryüzünde bulunan gıdâların güzel, temiz ve helâl olanlarından yiyin...” (2/Bakara, 168) “Ey Âdem oğulları! Her mescide gidişinizde ziynetli elbiseler giyin; yiyin, için, fakat israf etmeyin; çünkü Allah israf edenleri sevmez.” (7/A’râf, 31) “Ey Âdem oğulları! Size çirkin yerlerinizi örtecek giysi, süslenecek elbise indirdik. Takvâ elbisesi ise daha hayırlıdır...” (7/A’râf, 26)

    

Kur’an, İnsanda Toplam Kalite Sağlar; İnsanı Her Yönden Olgunlaştırıp Güzelleştirir: Kur’an’ın oluşturmak istediği insan tipi “muhsin” sıfatıyla ifâde edilir. Muhsin, güzellikler sergileyen ve güzel işleri gerektiği gibi en güzel şekilde yapan demektir. Allah (c.c.) muhsinleri sever (3/Âl-i İmrân, 134, 148; 2/Bakara 195; 5/Mâide, 13, 93). Allah muhsinlerle beraberdir (16/Nahl, 128; 29/Ankebût, 69). Muhsin, güzellik sergileyen, güzel işleri lâyık oldukları bir şekilde yapan, bol bol ihsanda bulunan demektir. Mü’minler, inandıkları Rablerinden öğrendikleri ihsan ahlâkıyla, sürekli ihsan ederler, muhsin olmaya çalışırlar (16/Nahl, 127; 2/Bakara, 112; 4/Nisâ, 125).

Tüm davranışlarımızı güzelleştirmek ister Kur’an: “Allah yolunda infak edin/harcayın. Kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın. İhsân edin (her türlü hareket ve davranışınızı güzel ve dürüst yapın); Allah muhsinleri (güzel iş yapanları) sever.” (2/Bakara, 195). “Allah (yapılacak) bütün işlerin güzel bir şekilde yapılmasını farz kılmıştır...” (Müslim, Sayd ve'z-Zebh 57). “…Hasenât (güzellikler/iyilikler/sevaplar), seyyiâtı (kötülükleri/günahları) giderir. Bu, öğüt almak isteyenlere (güzel bir) hatırlatmadır. Sabırlı ol, çünkü Allah ihsân sahibi olanların (güzel iş yapanların) mükâfatını zâyi etmez.” (11/Hûd, 113-115). Bütün yaptıklarımızı Allah’ın bizi gördüğü ve hesabının sorulacağı şuuruyla yapmak; her işimizi güzelleştirir. Davranışlarımızı güzelleştirmek, Rabbimızın emri olduğu için ibâdettir.

Yapılması gereken en önemli iş; okunmak, anlaşılmak ve kendisine uyulmak için gönderilmiş olan Kuran'a yönelmektir. Müslüman­lar, işleri ne kadar yoğun ve şartlar ne kadar ağır olursa olsun Kuran'dan ve Kuran eğitiminden uzak kalamazlar; Kuran'ı hayatlarının dışına itemezler. Çocuklarının Kitapsız/Kur’an’sız yetiştirilmek istenmesine seyirci kalamazlar. Mekke’de Rasûlullah’ın temel kurumu, evler idi. Evlerimiz Dâru’l-Erkam, Dâru’l-İslâm olmalı, eğitim, öğretim ve örneklik kurumu haline gelmeli. Evimizde kahve, lokanta, sinema havası değil; mescid havası esmeli. Evlerimiz, öncelikle kendimiz ve çocuklarımız için Kur’an Kursu, İslâm Okulu olmalıdır. Evinde bu değişikliği yapamayan, bulunduğu semti ve yaşadığı ülkeyi hiç değiştiremez. “Bir toplum, kendini değiştirmedikçe Allah, onlarda bulunanı değiştirmez.” (13/Ra’d, 11). Bu sünnetullahın nebevî ifadesi de şöyle: “Nasılsanız, öyle idare edilirsiniz.”   

Çevre şartlarını bahane ederek "alternatif" isteyen kimseler için evlerini Kur’an okulu haline getirme gayreti, bir samimiyet testidir. Evlerden iyi alternatif mi olur? Ev, yöneticiliğin okulu olduğu gibi, İslâm'ı öğrenip öğreteceğimiz ve hâkim kılacağımız alanlardır, yani mescidlerimizdir, okullarımızdır, kalelerimizdir, cephelerimizdir. Bunun yanında, sadece evlerle yetinmeyip temel kaynağımız Kur’an mesajına uygun cemaat evleri şeklinde kurumlar oluşturabilmenin, mevcutları bu yolda değerlendirmenin yolları mutlaka aranmalı ve bulunmalıdır.

Kur’an’la güzelleşmek istiyorsak, Kur’an’la irtibatımızı arttırmalıyız. Unutmayalım; karnımızın doyması için yemekle nasıl irtibata geçmek gerekiyorsa, insanî özellik ve güzelliklerimizi arttırmak için de Kur’an’la iç içe bir hayat yaşamamız gerekiyor. Bunun için halkalar oluşturup cemaat olarak dersimizin başına imam-ı mübîn  olan (36/Yâsin, 12) Kur’an’ı geçirmeliyiz. Onu okumak, okumaların en güzelidir. Onu dinlemek, dinlemelerin en güzelidir. Onunla düşünmek, tefekkürün en güzelidir. Ona göre yaşanan bir hayat, hayatların en güzelidir. Hayat boyu Kur’an öğrencisi olma şerefiyle yaşamalı, onun rehberliğinden bir an olsun ayrılmamaya özen göstermeliyiz. Meal ve tefsiriyle bireysel ve ailevî okumalarımızı da sürdürmeli, evimizi kabirlere çevirmekten, TV. sayesinde sinema, gazino ve stadyuma benzetmekten sakınmalıyız.

Mü'min, Kur'an insanıdır. O'nu okumak, anlamak ve yaşamakla emrolunmuştur. İnandığı ve hayat nizamı edindiği Kur'an'a karşı mü'minin ilk vazifesi, O'nu sık sık okumaktır. Kur'an'ın ilk emri "oku"  iken O'nu okuyamamanın mâzereti olamaz. Kur'an'ı okumaktan asıl gaye, onu anlamaktır. İslâm, ana kanunlarını teşkil eden Kur'an'ın anlaşılmasını belirli bir zümrenin tekeline bırakmamıştır. Kur'an, her bir kişi için gönderilmiştir ve Kur'an mesajı ana hatlarıyla herkes tarafından anlaşılacak kadar açıktır. "Andolsun ki biz, Kur'an'ı anlaşılması; üzerinde düşünülmesi için kolaylaştırmışızdır. O halde bir düşünen (ibret alan) var mı?" (54/Kamer, 17) Kur'an'ı biraz olsun anlayarak okumuş olmak için, Kur'an'ın orijinal harfleriyle yazılmış metnini ihtivâ eden meal ve tefsirlerden sıra ile günlük dersler takip etmeliyiz. Bir sayfa metin, akabinde de okunan sayfanın meal ve tefsirini okumalıyız. Ayrıca, çeşitli konulardaki Kur'an âyetlerini açıklayan ilmî eserleri de ciddi bir gayretle takip etmeliyiz. Kur'an'ı okumanın, onu anlamak için olacağı gerçeğini kavrayamayan birçok mü'min, Kur'an'ı yıllarca okudukları, defalarca hatmettikleri halde, meal ve tefsirlere rağbet etmedikleri için, Kur'an'ın mânâ zenginliklerinden feyz alamamışlar, ellerindeki Kitab'ı hayatlarına geçirememişlerdir. Biz, bu duruma düşmemeliyiz.

Kur'an'ımızı okumak, anlamak için olacağı gibi; anlamak da şüphesiz tatbik etmek için olacaktır. Mü'minin Kur'an'a imanı, zaten onu yaşamak içindir. "İşte bu Kur'an, indirdiğimiz mübarek bir Kitabdır. Artık Kur'an'a uyun, (onun emir ve yasaklarına aykırı davranıştan) sakının ki merhamet olunasınız." (6/En'âm, 155) Mü'min, Kur'an'ı, musikisinden yararlanmak ve kültürünü artırmak için okumayacaktır. Onu yaşamak için öğrenecek, okuyacak ve dinleyecektir. "Allah, şu Kur'an'la amel eden toplumları yükseltir. Onun izinden gitmeyenleri de alçaltır."  (Riyâzü's-Sâlihin ve Terc. II, 341). 

Tatbik olunmayan bilgilerden bir menfaat edinilemeyeceği gibi; inanılan, okunan, anlaşılan, fakat yaşanmayan Kur'an'dan da özlenen faydalar sağlanamayacaktır. "Benim zikrimden (Kur'an'ımdan) yüzçeviren kişi(ler) için (buhranlarla dolu) dar bir hayat ve geçim sıkıntısı vardır." (20/Tâhâ, 124).

Başta şirk olmak üzere her çeşit haramın çirkinliklerinden uzaklaşıp Kur’an’a uyarak ibâdet ve kulluğun güzelliklerine hicret edenlere selâm olsun! 

Haydi çocuklar, Kur’an öğrenmeye! Haydi ana-babalar başlara taç hazırlamaya, haydi gençler Kur’an sohbet ve derslerine, haydi hocalar insanların en hayırlısı olma yarışına! Hayye ale’l-Kur’an!            

Eğitim Yazıları, Sayı 10, Ocak 2006  

 

Kur’an’ın İnsanı Güzelleştirmesi

                                                                                                            

Müslümanlar, hayata ve hayattaki her şeye müslümanca bakabilmelidir. Çünkü İslâm, hayatımızın vazgeçilmez bile olsa bir parçası değil; hayatımızın kendisidir, yaşantımızın bütünüdür. İnancımızın, düşüncemizin, duygularımızın, davranışlarımızın, eğitimimizin, hayat görüşümüzün tümünü kuşatan ilkeler bütünüdür İslâm (6/En’âm, 162). Müslüman da bu ilkelere severek, isteyerek teslim olan ve bunları hayatına geçiren, daha doğrusu hayatının bunlarla hayat olduğu bilinciyle yaşayandır (Bkz. 8/Enfâl, 24). Yoksa Allah ve Rasûlünün belirlediği bu ilkelerin dışında bir seçeneği, tercih ve özgürlüğü yoktur müslümanın (33/Ahzab, 36). Tabii, aynı zamanda güzellik ve estetik anlayışımızın da prensipleri O’nun çizdiği hudut dışına çıkmayacak, O’nun rızâsı istikametinde güzellikler sergilenecektir.

                         

Kur'ân-ı Kerim insanların dikkatlerini hep güzele döndürür. Güzelliği doyasıya seyretmek ve kavrayabilmek için şöyle buyurur: "O'dur ki, yarattığı her şeyi güzel yaptı..." (32/Secde, 7). Bu, insan fıtratının gördüğü, gözünün seyrettiği, zihninin kavradığı bir hakikattir, eşyanın şeklinde ortaya çıkan saf bir gerçektir. Allah'ın yarattığı her şeyde bir güzellik göze çarpar. Her şeyde, eşsiz bir güzelliğin hâkim olduğu eksiksiz bir âhenk vardır. Gören bir göz, hisseden bir gönül, düşünebilen bir zihin bu âlemde bütünüyle bir uyum ve güzellik bulur.   

En güzel kıvamda, en güzel biçimde yaratılan (95/Tîn, 4) insanla ilgili güzellikler, somut bedensel güzelliklerin yanında ve ondan öncelikle soyut güzelliklerdir. Tevhidî, ahlâkî, rûhî, zihnî güzelliktir esas önemli olan. Tüm insanlar, hangi renkte, hangi yaşta, hangi seviyede olursa olsun yaratılışındaki mânevî/fıtrî potansiyel sâyesinde güzellik yarışmasına katılabilir, derece alabilir. Çünkü Allah, ölüm ve hayatı, insanlardan kimlerin en güzel ameller işleyeceğini sınamak için yaratmıştır (67/Mülk, 2). Hayırda yarışmaya katılmamız emredilmiştir (2/Bakara, 148; 5/Mâide, 48). İnsan yüzünün ve bedeninin güzelliği, somut bir güzelliktir, genellikle "cemâl" kelimesiyle ifâde edilir. Onun mânevî, ahlâkî güzelliği ise soyut bir güzelliktir ve çoğu zaman "hüsün" kelimesinde ifâdesini bulur. Soyut güzellik gözle görülemez, ancak bir mânevî aynada kendini hissettirir. Meselâ, merhametin güzelliği, fakire verilen sadakada somutlaşır ve seyredilir. İlim ve aklı kullanma da soyut bir güzelliktir. Bu güzelliğin sergilenmesi de ihsân derecesine ulaşan sâlih amele kapı açan tevhidî imandır. Soyut güzelliklerin zirvesi, iman ve takvâdır. Hiçbir gözün görmediği, beşer aklının hayal bile edemeyeceği Cennetin muhteşem güzelliği, iman ve sâlih ameldeki güzelliğin öteki âlemdeki yansıması ve ürünüdür. 

Güzellik, fıtrî bir özelliktir. Güzel Zât’ın güzel olarak yarattığı insanın, güzeli gören, güzelden zevk alan rûhu, etrafta güzeli arar, bulur. Güzel, herkes için ihtiyaç duyulan bir hoşnutluk, bir haz duyma ve kesin hüküm verme işidir. Güzelliği açıklamak, onu yaşamak, onun heyecanını içinde duymaktır. Her insanda güzellik duygusu bulunmakla beraber, onun uyanması güzel bir esere ihtiyaç gösterir. Duygular, meydana çıkmak ve gelişmek için kendilerini uyandıracak araçlara muhtaçtırlar. Güzel eserler içimizde bir âhenk duygusu uyandırdıkları için huzur, sükûn ve mutluluk hissi doğururlar. Çünkü “güzele bakmak, güzeli düşündürür; güzeli düşünmek de insana huzur verir.”

Güzellik, psikolojik sistemlere dayalı olduğundan herkese göre değişen ne olduğu belirsiz, sınırları insandan insana değişen bir değer yargısı mıdır? Batı kafasına göre, “evet!” O yüzden mutlak güzelliği tanımayan Batı, estetik konusunda yüzlerce sene arkası kesilmeyen felsefî tartışmalar yapagelmiş, ama sonuçta bir uzlaşmaya varamamıştır. 

Güzelin ölçüsü müslümana göre bellidir: Cemîl/Güzel olan Allah’ın hükmü. Güzel, Allah’ın güzel dediğidir. Bütün fıkıh usûlü ile ilgili kitaplarda “husün-kubuh” (güzellik-çirkinlik) konusu işlenir. Bu konudaki görüşler şöyle özetlenebilir: “Güzel olan Allah, sadece güzel olan şeylerin yapılmasını emreder” veya “güzel olan Allah’ın emrettiği her şey güzeldir.” “Allah sadece çirkin şeyleri yasaklar” veya “Allah’ın yasakladığı her şey çirkindir.”

“Şüphesiz ki Allah güzeldir, güzeli sever.” (Müslim, İman, 1/93; İbn Mâce, Duâ, 10)  hadis-i şerifi  de,  bu  konuda  müslümanlar  açısından  çıkış  noktası  kabul  edilmiştir.  Allah’ın emrettiği “ihsân”ın bir anlamı da güzellik sergilemektir. İslâm; düşüncenin, hareketin, duyguların, sözün, sesin, davranışın, kısacası her çeşit ibâdetin, yani her şeyin en güzelini ister.

 

Haramlar güzel olamaz. Duyular, duygular yanılabilir. “Sizin için daha hayırlı olduğu halde bir şeyi sevmemeniz mümkündür. Sizin için daha kötü olduğu halde bir şeyi sevmeniz de mümkündür. Allah bilir, Hâlbuki siz bilemezsiniz.” (2/Bakara, 216). Nefisle, arzu ile, hevâ ile, câhiliyyenin çirkeflikleriyle kirlenmiş ve fıtratı bozulmuş, selîm olmayan akılla güzelin tanımı ve ölçüsü tesbit edilmeye kalkılırsa, insan (onun hevâsı) putlaştırılmış olur. Haram olduğu halde güzel zannedilenler, gerçek güzelden insanı alıkoyan yapay/sanal güzellerdir; daha doğrusu hallüsinasyonlardır. “Şeytan onlara yaptıkları işleri ziynetlendirip güzel gösterdi ve onları yoldan saptırdı.” (29/Ankebût, 38)

Haram olan bir şey, müslümana göre güzel değildir. Çünkü müslümanın ölçüsü, duyuları ve duyguları değildir. O, duygularının, hevâsının kulu değil; Allah’ın kuludur. “Hoşlandığı ve hoşlanmadığı” her konuda Rabbine itaat edecektir. İmanı nisbetinde duyu ve duygularını da selîm/sağlam kılacak, onları da Rabbine teslim edecek, o zaman nefis de mutmain olacak, Rabbinin emirlerinden râzı ve hoşnut olma seviyesine çıkacaktır. Bu, benliğini kaybetme değil; aksine, bulmadır. Bu, yok olma değil; Allah’ta var olmadır, kâmil insan olmadır.

Güzelleştiren Allah, güzeldir ve güzellikler O'nun cemâlinin vasfıdır. O'nun güzelliği de yaratıklara benzemez. İnsanları etkileyen sanat eserleri, mûcizelerin gücü, hârika ve fevkalâde olaylar... bütün bu güzellikleri yaratan ve bu güzellikleri idrâk edecek yetenek vererek insanı güzelleştiren Allah'tır. Evrendeki her şeyde güzellikler açık veya kapalı bir şekilde görülmektedir. Güzel olan Allah'ın yarattığı varlıklar, ya bizzat güzeldir veya sonuçları yönüyle güzeldir. Allah'tan daima güzellik zuhur eder.

Kötü ve çirkin, şeytanın ve insan nefsinin ürünüdür (4/Nisâ, 79). Allah, yaratıcıların en güzelidir (23/Mü'minûn, 14; 37/Saffât, 125). Allah, hüküm verme bakımından da en güzel olandır. Rızkın en güzeli de Allah'tan gelir. O, rızık verme bakımından da en güzeldir (65/Talak, 11; 11/Hûd, 88; 22/Hacc, 58; 16/Nahl, 75).

Var ettiklerine en güzel boyayı vuran da Allah'tır (2/Bakara, 138). Güzelin kaynağı ve tüm güzelliklerin sergileyicisi olan Allah, insandan da güzellik sergilemesini, yani ihsanı emreder: "...Allah sana ihsân ettiği gibi, sen de (insanlara) ihsân et (güzellikler sergile, iyilik yap)..." (28/Kasas, 77)

Câhiliyye insanı, bakmasını bilemediğinden, Allah’ın nûruyla bakamadığından, gözlerinde perde bulunduğundan evrendeki güzellikleri göremez. O, kendine göre, yapay/sanal bir güzel  peşindedir. Müslüman ise, güzelliği  yaratanı  bildiğinden, güzeli keşfetmeye tâliptir. Eşyanın güzelliğinde hakiki güzelliğin tecellîlerini anlar müslüman. O, mutlak güzellik peşindedir. Allah’ın cemâl sıfatının tecellîlerini görerek hayran olur. Güzellik mutlak olduğu için, yaratılışta, Allah’ın yarattıklarında çirkinlik yoktur.

Çirkinlik, itibârîdir, görecelidir. Birinin çirkin dediğine bir başkası sevgi gözüyle bakıp sevebildiği zaman güzellikler bulabilir. Allah, kötü ve çirkin bir şey yaratmamıştır. Bir şeyin çirkinliği ve kötülüğü kullanıldığı yere göredir. Meselâ, hayvan gübresi genellikle pis bir şey diye görülür. Fakat gübreyle meyveler, sebzeler büyür, gelişir. Bu açıdan ele alınınca gübrenin bir lütuf ve nimet olduğu ortaya çıkar. Ama birisi gübreyi alıp üstüne başına sürmüşse, o zaman, ona pis demek yerinde olur. Tarlasına, bahçesine gübre çeken bir çiftçi bu haliyle hiçbir zaman pis değildir.

Ölüm olmasaydı, ölümden sonraki hesaba çekilmekle başlayan hayat olmasaydı... O zaman her şey anlamsız ve boş olurdu; güzeller ve güzellikler bile. Evet, ölüm olmasaydı o zaman nefse hoş gelen, sınırlarını hevânın veya çevrenin çizdiği güzellerin (!) ve güzelliklerin (!) belki bir değeri olurdu. O zaman dünya sadece eğlenmek ve zevk almaktan ibâret olabilirdi. Ama ölüm var, hem de evet, güzel olan ölüm ve ölüm ötesi güzellikler bizi bekliyor. O halde tüm yapay ve sanal güzellikleri, bütün sahte ve fâni güzellikleri o yok olmayacak gerçek güzellik uğrunda fedâ etmeye değmez mi?

Güzellik; zevkle, haz duymakla, hoşlanmakla, beğenmekle  ilgilidir. Kur’an bu konuda insanın hevâsının/arzusunun doğru bir ölçü olmadığını belirtir (2/Bakara, 216).

Allah için yapılan her şey, atılan her adım, hikmet ve ibretle bakılan, dolayısıyla O’nun adıyla okunan her şey ibâdet; her ibâdet de güzel, güzeller güzeli.       

Allah mutlak Güzeldir. Allah'ın isim-sıfatlarından biri "el-Muhsin" (güzel yapıp eden)dir. Allah muhsin olduğu için her yarattığını güzel yaratmıştır. En güzel şekilde yaratılan insanın ürettiği tüm güzelliklerin gerçek sahibi ve yapıp edicisi Allah olup bu üretimde, insanın beynini, gönlünü, elini, dilini kullanmaktadır.

                           

Güzel Kur’an’ın İnsanı Güzelleştirmesi

Kur’ân-ı Kerim, sözlerin en güzelini barındıran bir Kitap’tır. Allah’ın kelâmı, tüm güzellikleri içerir (39/Zümer, 23). Bu yüzden insana, indirilen sözün en güzeline uyması emredilir. İnsana inen sözlerin en güzeli Allah'ın sözü (39/Zümer, 55) olduğundan insan, ancak Kur’an’a uyarak güzelliğe uymuş ve güzelleşmiş olur.  Çünkü güzelleşmek isteyen insanların bir niteliği, sözü dinleyip onun en güzeline uymaktır (39/Zümer, 18). En güzel din, güzellikler sergileyerek Allah'a teslim olanların dinidir (4/Nisâ, 125). Allah, aynı zamanda hüküm verme bakımından da en güzel olandır (5/Mâide, 50). Allah, fiil, söz ve hükmüyle en güzelin kaynağı olduğundan, en güzel isimler (esmâu'l-husnâ) da O'nundur (7/A'râf, 180; 20/Tâhâ, 8; 59/Haşr, 24).

       

Kur’an, insanın inancı başta olmak üzere tüm bireysel, âilevî, sosyal, siyasal ve ekonomik hayatını, gizli-açık bütün amellerini/davranışlarını, ahlâkını, içini, dışını, çevresini, kısaca her şeyini güzelleştirir. Yeter ki Kur’an’a tâbi olsun insan. Esfel-i sâfilîne düşmekten, hayvanlaşmaktan, hayvanlardan daha aşağı olmaktan kurtarır Kur’an. İnsanı meleklerle yarışacak hale yükseltir, olgunlaştırır, kâmil hale getirir.

Kur’an İhsânı, Yani Güzelliği ve Güzelleşmeyi Emreder: “Muhakkak ki Allah, adâleti, ihsânı, akrabâya vermeyi emreder. Çirkin işleri, münkeri, fenâlık ve azgınlığı da yasaklar. O, düşünüp tutasınız diye size öğüt veriyor.” (16/Nahl, 90). Kur’an’ın emrettiği “ihsân”, bütün güzellikleri ve rağbet edilen şeyleri ifade eder. İhsan; iyilik etme, güzel davranma, ikram etme, lütuf, bağış, güzellik, uygunluk, güzel olan şeyi en güzel şekilde yapmak demektir. İhsan, başkasına nimet sunmak, iş ve fiillerinde güzel davranmak veya gerekenden fazla verip gereğinden azını almaktır. İhsân, yaptığı işi en iyi biçimde ve noksansız yapmaya denir. İhsan, temel olarak iki anlama gelir. 1- Bir şeyi güzel yapmak, 2- İyilikte bulunmak. Kur’an’da Allah Teâlâ, ana-baba başta olmak üzere, bazı kimselere ihsânı özellikle emreder.

Kur'an'ın ideal insanı "muhsin" diye anılmaktadır. Kur'an'da 39 kez tekrarlanan "muhsin", güzel düşünüp güzel eylemler yapan kişi demektir. Muhsin kelimesi, Kur'an'da istisnâ dışında hep çoğul şekliyle kullanılmıştır. Bu da gösterir ki, güzellik üretimi ihlâsla sâlih amel işleyen cemaat içinde bulunmadan, toplumsal bir idrâk ve uğraş olmadan, yeterince gelişemez. Kur'an'ın kılavuzluğu, rahmeti ve öğüdü, muhsinler (güzel düşünüp güzel şeyler üretenler) içindir; Kur'an onlara hayır ve bereket getirir (31/Lokman, 3). Güzelle ilgisi kopuk, güzelliği hayatından silmiş kişiler ve toplumlar Kur'an'ın hidâyetini anlayamazlar ki ondan hayır ve bereket görsünler. Güzele düşmanlık sergileyenler ise Kur'an'ın rahmetinden nasipsizlikle kalmazlar, onun lânetine de uğrarlar. Leyl sûresi 6-9. âyetler, bu lânetlenmenin kanıtı olarak hayatın zorlaştırılmasını, kaosa itilmeyi göstermektedir.

Kur’an’ın insanı güzelleştirmek için yaptığı tavsiyelerden bazılarını görelim:

 “...İhsân edin (her türlü hareket ve davranışınızı güzel ve dürüst yapın); Allah muhsinleri (güzel iş yapanları) sever.” (2/Bakara, 195)

                         

“Muhakkak ki Allah, adâleti, ihsânı (güzel iş yapmayı, iyiliği), akrabaya vermeyi (yardım etmeyi) emreder…” (16/Nahl, 90)

 

“Eğer ihsân ederseniz (güzel davranışlarda bulunursanız), kendinize ihsân etmiş olur; kötülük ederseniz yine kendinize etmiş olursunuz...” (17/İsrâ, 7)

 

“İman edip sâlih amel işleyenler (bilmelidirler ki) Biz, güzel işler yapanların (ahsene amelâ) ecrini zâyi etmeyiz. İşte onlara, içinden ırmaklar akan Adn cennetleri vardır...” (18/Kehf, 30-31)

 

"...Allah sana ihsân ettiği gibi, sen de (insanlara) ihsân (güzellikler) sergile..." (28/Kasas, 77)

Kur’an’ın, kendisinde en mükemmel ve en güzel örnekler olduğunu bildirdiği (33/Ahzâb, 21) ve büyük/güzel ahlâk sahibi olduğunu ifâde ettiği (68/Kalem, 4) güzeller güzeli Rasûlullah’ın da ümmetini güzelleştirmek için tavsiyelerinden birkaç tanesine işaret edelim:

"Şüphesiz Allah her şeyde ihsânı/iyilik ve güzelliği yazmıştır (farz kılmıştır). O halde siz öldürdüğünüz vakit bile, öldürmeyi güzel yapın. (Etini yemek için hayvanları) Kestiğiniz zaman da kesmeyi güzelce gerçekleştirin. Her biriniz bıçağını bilesin. Ve kestiği hayvana eziyet vermesin." (Müslim, Sayd ve'z-Zebh 57; Ebû Dâvud, Edâhî 12)

 

“Ben güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim.” (Ahmed bin Hanbel, 2/381; Muvattâ, Hüsnü’l-Hulk 8)

 

“Mü’minlerin iman bakımından en kâmil olanları, ahlâkı en güzel olanlarıdır.” (Buhârî, Edeb 39; Ebû Dâvud, Sünnet 14)

“Kovandaki suyu, isteyenin kabına boşaltmak ve mü'min kardeşine güler yüzle konuşmak gibi de olsa, iyi, güzel ve doğru olan hiç bir sözü, işi ve davranışı küçümseme (yapabilirsen hiç durma, yap)." (Ebû Dâvud, Libas)

 

Kur’an, Her Şeyden Önce İnsanın İnancını Güzelleştirmek İster: Kur’an’a göre şirk, insanı çirkinleştiren en önemli etkendir. “Ey iman edenler, müşrikler ancak bir pisliktirler...” (9/Tevbe, 28). Şirk, bünyeye sonradan giren bir mikroptur, bir ârızadır, bir anormalliktir. Şirk, öncelikle kalbin hastalığıdır, müşrikler de ölümcül hastadırlar (2/Bakara, 10), onların duyu organları da ârızalı ve görev yapamaz durumdadır (2/Bakara, 18, 7/A’râf, 179). Onlar, akıllarını da kullanmayan hayvandan aşağı insan müsveddeleri (7/A’râf, 179), birer pisliktirler (9/Tevbe, 28). Bir küçük kibrit çöpü koca ormanı yakıp mahvettiği gibi, şirk de amelleri mahveder. Bir kanser mikrobunu veya yanan kibrit çöpünü önemsiz, tehlikesiz görüp bunların zararlarına duyarsız kalmak, hiç akılla bağdaşır mı? Şirk, kaos ve düzensizliktir. Şirkin olduğu yerde, kargaşa, fesat, kavga, anarşi, düzensizlik ve huzursuzluk vardır. “Eğer yerde ve gökte, Allah’tan başka ilâhlar/tanrılar bulunsaydı, yer ve gök (bunların nizamı), kesinlikle bozulup gitmişti.” (21/Enbiyâ, 22). Kâinatta nizam ve âhenk olduğuna göre, tevhidî özellik vardır.

Yeryüzünün halifesi olarak yaratılan insanın tevhidden yüz çevirmesi, çevresiyle uyumsuzluğa sebep olduğu gibi, halifelik misyonu açısından da bir ihânettir. Hayatlarını din ve dünya diye ayıran, Sezar ve Tanrı diye iki ilâh kabul eden, devletine dini karıştırmak istemeyen, laiklik gibi çok tanrılı anlayışa sahip olan, Kur’an tâbiriyle dinlerini parçalayan müşriklerin kendileri de parça parça, grup gruptur ve her grup, kendi yanındakiyle övünür durur (30/Rûm, 31-32). Şirkin bu çirkin tablosu yanında; Tevhid ile vahdet kelimeleri aynı kökten gelir. Biri, “birlemek”, diğeri “birlik” ve “birleşmek” demektir. Tevhide inanan her ırktan, her yapıdan insan “ümmet” bilincine sahip olacak, birbirlerini ancak kardeş (49/Hucurât, 10) kabul edecektir. Aynı Allah'a gerçekten iman edenler, yekvücut olacaklar, aynı nizamın parçasını oluşturacaklar, güç ve imkânlarını birleştireceklerdir.

Şirk; Allah’a zâtında, sıfatlarında ve fiillerinde ortak veya denk tanımaktır. Şirk koşan kişiye müşrik denir. İki veya daha çok ilâh tanımak, Allah’tan başka herhangi bir varlığı ma’bud  (ibâdet edilen) olarak bilmek, Allah’ın yaratıcı, kadim, bâkî... gibi sıfatlarını başka varlıklara vermek şirktir. Kısaca şirk, Allah’ın ilâhlık vasıflarını Allah’tan başkasına vermektir. Şirk; tevhidin temeli olan “lâ ilâhe illâllah” gerçeğinin dışına çıkmak, Allah’tan başka ilâh(lar) olduğunu inanç, söz veya eylemle iddia etmek, Allah’ın dışında gerçek anlamda güç ve kudret sahibi birini kabul edip başkasına ibâdet ve duâ etmektir.

Bireysel, sosyal ve siyasal hayattaki tüm problemlerin ve çirkinliğin kaynağında tevhidî ilkelere bağlı hayat sürmemek vardır. Asr-ı saâdeti yaşamanın, saâdeti bu asra taşımanın, her yönden güzelleşmenin yolu akîdenin sağlamlığından geçer. Kur’an’ın istediği gibi iman edilmedikçe, kişilerin ve toplumların düzelmesi mümkün olmayacak, ahlâkî öğütler delik kaba su doldurma gayreti gibi sonuçsuz kalacaktır. Kula kul olmanın zilletinden ve kulların koyduğu Kur’an’a ters kurallara uymaktan doğan çirkinliklerden kurtulmak ve kaliteli insan olmak için hükümlerin en güzellerini içeren Kitab’a gönülden teslimiyet ve bağlılıktan başka yol yoktur. 

Tevhidî esaslar, Kur’an’ın en fazla önem verdiği hususlardır. Din, bu esasları bireylere ve topluma yerleştirmeyi esas almış; Mekkî sûreler hemen tümüyle bu ilkeleri yerleştirirken, Medenî sûreler de sık sık buna vurgu yapmış, emir ve yasaklarla bunları pekiştirmiştir. Hz. Peygamber, on üç sene Mekke döneminde bu imanî esasları yerleştirmek için tebliğini sürdürmüş, sonra da imanları kemâle erdirme gayretine devam etmiştir. Kur’an, insanın sadece Allah’a kulluk yapmak için yaratıldığını vurgular. Her türlü puta tapıcılığı, şirkin tüm çeşitlerini, tâğutun bütün görüntülerini, sahte ilâhların egemenliklerini reddetmeden yalnız Allah’a kulluk sergilenemeyecektir.

Dünyaya imtihan için gelen insan, Tevhid dini üzerinde yaşadığı zaman, hem sınavı kazanır hem de dünya hayatını fıtratına uygun olarak yaşayarak güzelliğini korumuş, iç güzelliğini dışa yansıtmış, yani güzelleşmiş olur. Tevhid’in ilkeleri, insana gerçek doğruluğu, güzelliği, huzuru, saâdeti ve kurtuluşu getirir. İnsana ait hakları ona vermekte, insanlar ve toplumlar arasındaki adâleti sağlamakta, azgın kimselerin hevâ ve heveslerinin getirdiği fitne ve zulümden insanları korumaktadır.

Kur’an’ın ifadesine göre şirk en büyük zulümdür (31/Lokman, 13). Zulüm, hem nûrun zıddı olarak karanlık; yani kötülük, mutsuzluk, kaos, huzursuzluktur; hem de hakkı asıl sahibine değil de bir başkasına vermek, Allah’ın hâkimiyet hakkını, hiç hakkı olmayan başkalarında görme yanlışlığıdır. Şirk inancı, insana huzuru değil; sıkıntıyı, emniyeti değil; korkuyu ve güvensizliği, saâdeti değil; şekaveti, adâleti değil; zulmü, iyi ahlâkı değil; azgınlığı ve fesâdı kazandırır. Kur’an, şirk koşanların sürekli huzursuzluk içinde olduklarını çarpıcı bir şekilde anlatmaktadır: “Kim Allah’a şirk koşarsa sanki o gökten yere düşmektedir de kuşlar onu didik didik etmektedir veya rüzgâr onu ıssız bir yere sürükleyip atmış gibidir.” (22/Hacc, 31)

Yerde ve gökte iki veya fazla ilâh (tanrı) olsaydı hepsinin düzeni bozulurdu (21/Enbiyâ, 22). Öyleyse şirk dininin ilâh anlayışı temelinden sakattır. Şirk inancı, sahibini desteksiz ve yönsüz bırakır. Şirk koşanlar, Allah ile bağlarını kopardıkları için haktan uzak kalırlar, yanlış hüküm verirler, adâletten uzaklaşırlar, zulme bulaşırlar. Hatta bu şirk onlara çocuklarını öldürmeyi bile güzel gösterebilir (6/En’âm, 137). Ancak, şirk inancı insanı tatmin etmez. Müşrik kimse, bir arayış ve özlem içerisindedir. Müşrikler, ibâdet ve duâ ettikleri ilâhlarının kendi ihtiyaçlarını karşılayacağını sanırlar. Hâlbuki ilâhlar onlara hiç bir karşılık veremezler. İlâhlara yalvaranların hali susuzluğunu gidermek için iki elini suya uzattığı halde asla suya ulaşamayan kimse gibidir (13/Ra’d, 14). Şüphesiz aklını iyi kullananlar şirkin yanlışlığını görürler (7/A’râf, 191). Allah’a ait özellikleri (nitelikleri) yaratılmış olanlara vermek, yanlışların en büyüğüdür. Şirk koşanlar büyük sapıklık ve karmaşa içerisine düşerler (4/Nisâ, 48). Onlar, dibi görünmez bir karanlığa yuvarlanırlar (4/Nisâ, 116). Allah (c.c.) böylesine yanlışlığa ve sapıklığa düşenlerin yüreklerine sürekli bir korku salmıştır. Onlar devamlı bir tedirginlik ve korku içerisindedirler (2/Âl-i İmrân, 151). Onlar, âhiret hayatına yakînen inanmadıkları için, hep dünyada kalmak isterler, ölmekten korkarlar (2/Bakara, 96).

Günümüzdeki çirkinliklerin temelinde Kur’an’ın yok etmek için mücâdele ettiği en büyük problem olan şirk inanç ve davranışları yatmaktadır. Çağdaş insanların çoğu, aynen eski Arap câhiliyyesinde olduğu gibi, Allah’ı, göklerin hâkimi kabul ediyor, yağmuru yağdıran, insanları ve varlıkları yaratan olarak kabul ediyor; ama yeryüzüne O’nu karıştırmak istemiyor, yerin egemenliğini başka tanrılara veriyorlar. “Allah, yeryüzünde (o da beşerî kanunlara, ilke ve yönetmeliklere uygun olmak şartıyla) sadece -o da sınırlı şekilde- câmilere karışabilir, oraya hâkim olabilir. Üniversite dâhil okullara, mahkemelere, meclislere, çarşı ve pazarlara, cadde ve sokaklara, kıyafet ve kanunlara, sosyal hayatı düzenleyen anlayışlara karışamaz.” Bu anlayış ve uygulamalar, şirk değil de nedir? Çok kaypak bir içeriği olduğu halde, üzerinde ittifak edilen en belirgin anlamıyla “dinin devlete, devletin dine karışmaması” demek olan “laiklik” gereği ve dayatması olarak sadece vicdana hâkim olmasına karışıl(a)mayan Allah'ı dünya işlerine karıştırmak istemiyorlar, bu alanlarda egemen başka güçler (tanrılar) kabul ediyorlarsa, buna herhalde tevhid ve İslâm adı verilemez. Bu anlamda laikliğin çağdaş değil, temeli çok eskilere dayanan bir şirk olduğunu söyleyebiliriz. Ve eski Arap câhiliyesinin de Allah’ı (hak dini) dünya ve devlet işlerine karıştırmak istemediklerini, Peygamberimiz’le bunun için mücâdele ettiklerini biliyoruz. Demek ki şirk cephesinde yeni hiçbir şey yok; sadece eski câhiliyenin modern görünüm ve söylemleri var; tek millet olan müşrikler, ilkel atalarını taklit etmekten başka bir şey yapıyor değiller.

İnsanlar, demokrasi ve özgürlük putlarının da etkisiyle, hevâlarını hiçbir sınır tanımadan tatmin etmek istiyor, şeytanî fesad ve ahlâksızlıklara, içki, kumar ve zina evlerine dinin müdâhale edip yasak koymasını istemiyorsa, konu şirk kavramıyla ilgilidir. Tüm sosyal, siyasal, kamusal ve hukukî alanlara Allah’ın dışında başka tanrıların egemenliği egemen güçler tarafından isteniyor, dayatılıyor ve halk tarafından buna rızâ gösteriliyorsa, bunların tümü, şirkin dışında bir şeyle izah edilemez. Ve bu durum insanlığı yaratıkların en şerlisi durumuna düşürmekte, hayvanların tabanlarını seyreden bir alçaklık ve seviyesizlik göstermektedir.        

Kur’an’ın birçok âyetinde açıkça görüleceği gibi, Allah, ibâdetin sadece kendisine yapılmasını emrediyor. İster içimizde ve ister dışımızda olsun bizi kendisine râm eyleyen, mutlak anlamda itaatkâr kılan, bizim bedenimizi ve ruhumuzu kendi kudretine göre yönlendiren, bizim enerjimizi kendi istediği yöne sevkeden, yani bizi teslim alan her “güç”, bizi kendisine kul yapmış demek olur. Oysa Rabbimiz, ulûhiyet, rubûbiyet ve ubûdiyeti bizim yalnızca kendisine tahsis etmemizi ve bu noktada bütün sahte ilâh ve rableri reddetmemizi istiyor.

Kur’an’da “şirk” kelimesi ve türevleri 168 yerde geçer. Şirk lafzı geçmese bile, âyetlerin çok büyük bir bölümü, tevhidi hâkim kılmak için şirkle mücâdeleyi konu edinir. Kur’ân-ı Kerim’de Allah lafzı 2697 yerde, ilâh kelimesi 147 yerde, lâ ilâhe illâllah ifâdesi 2 yerde, lâ ilâhe illâ hû cümlesi 30 yerde, iman kelimesi 873 yerde, küfür kelimesi 525 yerde zikredilir. Saydığımız bu kavramlar şirk kelimesiyle birlikte toplam olarak 4442 etmektedir. Sadece bu lafızlarla tevhidin yerleştirilmesi ve şirkin izâlesi Kur’an âyetlerinin üçte ikisini teşkil ettiği görülür. Bir adı da Tevhid sûresi olan İhlâs sûresinin Kur’an’ın üçte biri sayılması da bu sûrede baştan sona tevhidin en özlü ve özet biçimde sunulduğunun hatırlatılmasıyla ilgilidir. Yani, “İhlâs sûresinin içerdiği tevhid, Kur’an konularının üçte biridir” anlamı taşır. Hadis rivâyetindeki “İhlâs sûresinin Kur’an’ın üçte birine eşit olduğu” ifâdesinden de anlaşıldığı gibi, direkt tevhidle ilgili âyetler Kur’an’ın üçte birini teşkil etmekte, dolaylı olarak şirkin izâle edilip tevhidin hâkim kılınmasıyla ilgili âyetler de değerlendirilince, yukarıdaki rakamlardan anlaşıldığı gibi Kur’an’ın üçte ikisinden fazlasını oluşturmaktadır. Bütün bunlar göstermektedir ki, Kur’an’ın en temel konusu gönüllerde, zihinlerde ve eylemlerde birey ve toplum olarak tevhidin hâkim kılınıp şirkin yok edilmesidir.

 

 

Kur’an, insanlara öncelikle doğru bir ölçüyü kazandırmayı hedefler. Terazisi bozuk olanın tarttığı her şey de yanlış ölçülmüş olacak, adâlet ve doğruluk sağlanamayacaktır. Kur’an’ın hak-bâtıl, doğru-yanlış, iyi-kötü, güzel-çirkin... gibi ölçülerini kabul etmeyerek başka ölçü ve kıstasları benimsemek, şirktir. Bir kimse, benimsediği bu İslâm dışı ölçüleri koyanları, Allah’ın dışında hüküm ve kanun koyucu olarak kabul ederse, onu Allah'a şirk koşuyor demektir. Bu ölçü veya hükümleri koyan, kişinin kendisi, yani hevâsı, babası, ataları, patronu, çevresi, içinde yaşadığı toplum, çeşitli ideoloji ve felsefelerin kurucuları ve uygulayıcıları, devlet veya devlet adamları... olabilir. Allah’ın itaat edilip uyulmasına izin vermediği kimselerin görüşlerini veya İslâm’ın çizdiği yoldan farklı bir yolu benimseyen, beşerî düzen ve yasaları İlâhî nizama tercih eden kimse şirke girmiş demektir. Böyle bir kimse, kendisinin müslüman olduğunu iddia etse, hatta İslâm’ın birçok emirlerini yerine getirse dahi, bir tek konuda bile Kur’an’a ters bir anlayışı, düşünce ve değer yargısını tercih etse şirke düşmüş olur. “Allah ve Rasûlü bir işe hüküm verdiği zaman, mü’min bir erkeğe ve kadına, o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Kim Allah ve Rasûlüne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur.” (33/Ahzâb, 36)

 

Kur’an, İbâdet Yönüyle de İnsanı Güzelleştirir. Kur’an, insanın hayat programını çizen bir kitap olduğu için, tek ilâh olan Allah’a kulluk ve itaat, onun temel mesajıdır. Allah, tek yaratıcı, yegâne hâkim ve yönetici, rızık verici... olduğundan yalnız O’na ibâdet edilmeli, başkası O’na ortak koşulmamalıdır: Bu, Allah’ın kulları üzerindeki en büyük hakkıdır. Allah, kullarının ibâdetine muhtaç değildir, ama insan ibâdete muhtaçtır ve her an mutlaka ibâdet halindedir; ya Allah'a veya Allah’ın dışındakilere. İnsan, imanla küfür arasında, sahte ilâhlarla gerçek İlâh arasında bir tercih yapmalıdır. Âdemoğlu, hem Allah'a hem de şeytana kul olarak yaşayamaz (Bkz. 33/Ahzâb, 44). “Tâğuta kulluk/ibâdet etmekten kaçınan ve tam gönülle Allah'a yönelenlere müjdeler! Dinleyip de sözün en güzeline tâbi olan kullarımı müjdele!” (39/Zümer, 17-18)

Kur’an’ın emrettiği her ibâdet, insanı güzelleştirir, çirkin inanç ve davranışlardan uzaklaştırır. Huşû ile kılınan namaz, insanı fahşâdan, münkerden, her çeşit çirkinlik ve kötülükten alıkoyar (29/Ankebût, 45). Oruç, insanı güzelleştiren takvâya ulaştırır (2/Bakara, 183). Zekât, sadaka ve her türlü infak, insanı bireyselliğin çirkinliklerinden kurtarıp topluma faydalı güzel insan haline getirir.  

 

Kur’an, insanın ibâdetlerini baştan savma yapmasını istemez; huşû ile, güzel şekilde yapılmasını ister. İhsân, Allah’ı görüyor gibi ibâdet etmektir. Meşhur Cibrîl hadisinde Peygamberimiz ‘ihsân’ı o şekilde tanımlamıştır: “Allah’a, O’nu görüyormuşçasına ibâdet etmendir. Her ne kadar sen O’nu görmüyorsan bile O seni görüyor.” (Buhârî, İman 37; Müslim, İman 1, hadis no: 8). Burada bizzat Allah’ı görmek değil; Allah’ın sıfatlarını, Rabliğini ve azametini göz önünde bulundurmak kast edilmektedir. Mü’min, ibâdetini ihsân üzere yapar, yani en güzel şekilde, ibâdetin amacına ve hikmetlerine uygun bir tarzda yapar/yapmalıdır. Bu da, Allah’ı görüyor gibi bir duygu içerisinde olmakla mümkündür. O yüzden ibâdetin en büyüğü olan namaz miraç sayılmıştır. O'na yönelmek, O'nun huzuruna çıkmak, O'nunla konuşup görüşmek, O’ndan güzellik devşirmektir namaz. Ve tüm hayatımız namaza benzemeli, O’na kulluk, namazla bitmeyip namazla başlamalı, her namazla daha güzel hale gelmeli. Hâlâ terk edemediğimiz kötülük ve çirkinlikler, namazımızı terk ettirmeden ya da sevabını azaltmadan, namazımız kötülükleri hayatımızdan terk ettirmeli, o güzellikte ikame edilmeli.

 

Kur’an, İçerik ve Üslûp Yönüyle Güzel Konuşmayı Emrederek Sözleri Güzelleştirir: “Kullarıma söyle; sözün en güzelini söylesinler...” (17/İsrâ, 53).

 

Güzel söz; doğru, faydalı, sevindirici ve muhâtabın seviyesine uygun olan sözdür, doğru sözdür: “Ey iman edenler! Allah’tan korkun, haramlardan sakının. Doğru söz söyleyin ki Allah işlerinizi düzene koysun ve günahlarınızı bağışlasın...” (33/Ahzâb, 70-71) “Acı da olsa doğruyu söyle...” “Yalandan da sakının. Çünkü yalan, imana aykırıdır.” (Keşfu’l Hafâ, 1890, 865)

 

Güzel söz, faydalı olan sözdür: “Allah'a ve âhiret gününe iman eden kimse, ya hayır söylesin veya sussun.” (Et-Tâc, V/183). Kur’an’da gerçek mü’minlerin faydasız, mâlâyâni  konuşmalardan kaçındıkları belirtilir: “Gerçekten mü’minler kurtuluşa ermiştir. Onlar ki, namazlarında huşû içindedirler. Onlar ki, boş ve yararsız şeylerden yüz çevirirler...” (23/Mü’minûn, 1-3) “Kendisini ilgilendirmeyen mâlâyâniyi (faydasız söz ve işleri) bırakması, mü’minin müslümanlığının güzelleşmiş olmasındandır.” (Et-Tâc, V/186)

Güzel söz, sevindirici sözdür: “Kolaylaştırın, zorlaştırmayın. Müjdeleyin (sevdirin), nefret ettirmeyin.” (Mişkâtu’l Mesâbih, hadis no: 3722) “(Sevdirici ve sevindirici) tatlı söz (muhâtaba  verilmiş)  bir  sadakadır.”  (Keşfu’l Hafâ,  hadis  no: 1947).   

 

Güzel   söz,  muhâtabın seviyesine uygun olan sözdür: “(Rabbimiz tarafından) insanlara aklî seviyelerine uygun olarak konuşmakla emrolunduk.” (Keşfu’l Hafâ, hadis no: 592).  

 

Güzel söz, Allah'a dâvet eden ve sâlih amel işleyen, “ben  müslümanım” diyenin sözüdür: “(İnsanları) Allah'a çağıran, sâlih (iyi ve güzel) iş yapan ve ‘ben müslümanlardanım’ diyenden daha güzel sözlü kim vardır?” (41/Fussılet, 33). “Ben müslümanlardanım” diyen ve bu sözünü sâlih amellerle isbat eden kimsenin Allah’a dâvet eden sözü, yani Allah'a teslimiyet gösteren, İslâm prensiplerini tâvizsiz yaşamaya çalışan, İslâm kimliğinden başka kimlik ve âidiyetleri öne çıkarmayan ve şahsiyet sahibi olan, dünyevî çıkar gözetmeyen kimselerin Hakka çağrı niteliğindeki sözleridir güzel söz. Sözde ihsân, sadaka vermekle eş tutulur: "...Güzel söz sadakadır." (Müslim, Zekât 56; Tirmizî, Birr 36)

Konuşma yeteneği, insanlar için verilmiş değerlerin en önemlilerinden biridir. Bu kabiliyet ile insan, hemcinsleriyle anlaşma imkânına sahip olur. Toplum halinde yaşamak mecbûriyetinde olan insan, her gün defalarca bu yeteneğini kullanarak etrafında dost veya düşman halkaları meydana getirir. Hayatımızı İlâhî ölçülere göre sürdürmemizi emreden Yüce Allah, çevremizde dost kazanmamızın sırrını açıklarken kötülüğün en güzel usulle uzaklaştırılmasını emreder (41/Fussılet, 34). 

Konuştuğumuz dili doğru, düzgün ve güzel kullanmak, yani muhtevâ olarak meşrû, üslûp olarak güzel  ve dengeli konuşmak, hem âhiret, hem de dünyamız açısından hayli önemlidir. Kur’an, insanlara “en güzel söz” olarak takdim edilir (39/Zümer, 23). Onun için, Peygamberimiz’in en büyük mûcizesi olan Kur’ân-ı Kerim’in en önemli özelliklerinden ve îcaz yönlerinden biri, belâğat ve fesâhatta, yani tüm söz sanatlarında ve güzel ifâdelerde en üstün bir eser olmasıdır. Bu yönüyle de Kur’an, mu’cizdir; yani insanları bir benzerini meydana getirmekten âciz bırakır. Bütün insanlar birleşse bile böylesine edebî ve güzel ifâdeli Kitabın benzerini meydana getiremezler. Kur’an’ımız bu hakikati, çeşitli yerlerde, tüm insanlığa meydan okuyarak ifâde eder (Bkz. 2/Bakara, 23-24; 8/Enfâl, 31; 10/Yûnus, 38, 40; 11/Hûd, 13...).

En güzel söz ve edebî kitap olan Kitabımız, insanların da dillerini güzel kullanmalarını emreder (17/İsrâ, 53). Benî İsrâilden alınan mîsaktan (ahid, söz) biri de insanlara güzel söylemektir (2/Bakara, 83). Dolayısıyla tüm müslümanlara da güzel konuşmaları emredilmektedir. Uyulması emredilen söz de, sözlerin en güzelidir (39/Zümer, 18). En fasih konuşan ve muhâtaplarının her türlü söz ve davranışla yaptıkları eziyetlere sabreden, onlara karşı en güzel ifâdelerle dâvet ve tebliğ vazifesini yapan Rasûl-i Ekrem’e bile güzel ve tesirli konuşma emredilmektedir: “Onlara va’z et, öğüt ver; onların içlerine işleyecek, ruhlarına nüfuz edecek güzellikte tesirli söz söyle.” (4/Nisâ, 63)

Medeniyet, güzelliklerden meydana gelen bir terkiptir. Güzel konuşma ve güzel yazma, yani edebiyat başlı başına bir sanattır, güzel sanatlardan biridir. Hz. Peygamberimiz, sözü güzel kullanmakta usta olan, önemli şâirlerden Hassan bin Sâbit’i güzel sözlerinden, şiirlerinden dolayı övüp teşvik etmiştir. Kimi vardır, güzel konuşur, fakat güzel yazamaz; kimi de güzel yazar, kalemi kuvvetlidir, fakat güzel konuşamaz. Bu bir kabiliyet işidir. Önemli olan, doğuştan potansiyel olarak Allah’ın bir lütfu ve nimeti olarak verilen bu beyan yeteneğimizi (55/Rahmân, 4) kontrole ve disipline alıp geliştirmektir. Herkesin güzel bir yazar veya meşhur bir hatip olması beklenemez, bu zaten mümkün de değildir. Fakat, sözü dinlenen, güzel ve düzgün konuşan, anlattığı ve tebliğ ettiği anlaşılan, gerektiğinde merâmını yazıyla da doğru ve güzel bir şekilde ifâde edebilen bir seviyeye, çalışıp gayret etmek şartıyla hemen her insan gelebilir.

Güzel konuşmak veya yazmak, dili güzel kullanmak, hiçbir zaman gaye olmamalıdır. Dil bir araçtır. Bu vâsıtayı çok iyi kullanabilmek için esas gayeden uzaklaşarak hayatı bu uğurda harcamamak da gereklidir. Gâye, dil değil, dindir. Bu konuyla ilgili Kur’an’da vurgulanan, güzel olan gayeye, güzel vâsıtalarla gidilme esasıdır. Kur’an, gayemizi belirtirken, vâsıtaları da belirtmiş; her türlü aracı değil; nassların belirlediği, ya da bizi özgür bırakarak mubah kıldığı araçlarla gayeye doğru yol almamızı istemiştir. Dolayısıyla dil aracı, kötü bir gayeye hizmet de edebilir. Cennetin, gölgesi altında olduğu kılıcın, aslında cihad vâsıtası olarak, kişiye büyük bir makam bahşetmesi yanında; bu aracın kötüye kullanılarak haksız yere kan dökmeye âlet edilebilmesi gibi, dil de kötüye âlet edilebilir. Hatta şekil ve üslûp yönüyle “güzel” yargısı verilen konuşma ve yazma (edebiyat, daha doğrusu “edebiyat yapma”) da şerre âlet olabilir. Sözün ve kalemin kuvvetli etkisi sebebiyle, bazı samimiyetsiz insanlar, açıkgöz çıkarcılar, insanları söz oltasıyla kolayca avlayabilmektedir. Kur’an kültürüne sahip olmayan kalabalıklar, sözün sahte güzelliğine kanarak kolaylıkla sömürülebilmekte, nice politikacılar lâf cambazlığı yaparak tâğûtî anlayışları halka kolaylıkla empoze edebilmektedir.

Burada, şöyle bir soru akla gelebilir: Söz, şerre âlet olabilir; ama güzel söz şerre âlet olabilir mi? Ya da, değişik ifâdeyle, şerre âlet olan şey, güzel olabilir mi? “Güzel”i, güzel şekilde ve bir bütünlük içinde değerlendirirsek, elbette olmaz; âlet olursa güzellikten çıkarılmış olur. “Güzel”i, “Güzel Yaratıcı’nın, kelâmların en güzeli olan Kitabına uygun olan şey” diye tanımlayınca, şer olan veya şerre hizmet edip ona âlet olan bir şey, “güzel” olamaz. Halkın edebiyat yapmak, edebiyat parçalamak diye eleştiriyle yaklaştığı ve olumsuz tavır aldığı, şekil ve kılıf makyajından ibaret yaldızlı sözler bu türdendir. Kur’an, Şuarâ sûresinde bu çeşit nefse hoş gelen, aslında hiç de güzel ve gerçekçi olmayan, dışı süslü olduğu için, câhillerin güzel zannettiği sözlerden bahseder. Gerçek anlamda mü’min olmayan şâirler, hatipler ve bunların sanal, yapay, sahte ve aldatıcı güzelliğe (daha doğrusu, maske ve makyaja) sahip olan yaldızlı sözleri tenkit edilerek, müslümanların bu tür kişi ve sözlere karşı dikkatli olmaları tavsiye edilir (Bkz. 26/Şuarâ, 224-227).

Yaldızlı sözlerle, süslü kelimelerle yalanı gerçek gibi, bâtılı hak giysisiyle göstermeye çalışan lâf cambazları, politikacı, şâir ve edebiyatçılar, her dönemde ve her yerde görülebilmektedir. Sözlerini daha çok secîli kelimelerle veya kafiyeli şiirlerle, ya da kulağa ve nefse hoş gelebilecek özelliklerle süslemeye âzamî gayret gösteren bu insanların sözleri yapmacıktır, samimiyetsizdir. Daha çok, duygulara hitap eden heyecan amaçlı sözlerdir.  Sözü sihir olarak kullanıp gerçeği dil mahâretiyle farklı gösteren, bâtıl bir inancı veya haramları hoş gösteren, değersizi değerliye tercih ettirmeyi amaçlayan bu sözleri bir müslümanın iyi tanıması ve bunlara iltifat etmemesi gerekir. Müslümanın, güzel rolüne bürünüp büyülü maske takan cadıyı teşhis edebilmesi için, öncelikle gerçek güzeli iyi bilmesi, onunla irtibatı gerekecektir. Çünkü, bir şeyin sahtesini fark edebilmek için aslını tanımak şarttır. Ancak gerçek güzeli tanımayan kimseler, sahte güzele âşık olabilir. Bütün bu hususlara dikkat edip sözdeki yapma güzellikten önce, esas güzellik olan muhtevâdaki gerçek güzelliği, hakkın ifâdesini, doğruluğu aramalıyız.

Kur’an başta olmak üzere güzel kitapları okuyarak, dâvet çalışmalarıyla tecrübemizi artırarak dilimizi, kalemimizi terbiye edebiliriz. Sözde önemli olan doğruluk ve samimiyettir, güzel bir gayeye hizmet etmesidir. Yoksa, içi boş, kof sözler, nefse hoş gelse de bunları edebî ve güzel kabul edemeyiz. Sözün edebî olması için edepli olması gerekir, çünkü edebiyat kelimesi edep kelimesinden türemiştir. Dinsiz edep, edepsiz de edebiyat olmaz. Dili ve kalemi İslâmî ve insanî güzelliklerle terbiye etmeyi öğrenmeden,  edepli olmak mümkün değildir. Söz ve kalemin önemi ve güzelleşip edebiyat seviyesine çıkması buradan kaynaklanmaktadır. Yontulmamış odun gibi kaba ve sert olan, güzellik ve yumuşaklıktan nasibini alamamış söz, doğru da olsa, iyi niyetle söylenmiş de olsa, çok kere kaş yapayım derken göz çıkartabilir, fayda yerine zarar verebilir (Bkz. 3/Âl-i İmran, 159).           

Konuşma ve yazma kabiliyetini bize Allah vermiştir (55/Rahmân, 4; 96/Alak, 4). Lisanların çeşit çeşit olması da yine, Allah’ın kudretini gösteren özelliklerdendir (30/Rûm, 22). Her peygamber kendi kavminin, içinden çıktığı toplumun konuştuğu dille tebliğ ve dâvetini yapmıştır (14/İbrâhim, 4). Dinin amaç, dilin araç olmasından dolayı her müslümanın kendi ana dilini çok iyi bilmesi ve onu çok güzel bir şekilde kullanması, dinini tanıyabilmesi ve kendi toplumuna tanıtabilmesi açısından da çok önemlidir. İnsanlar, dilleriyle (kullandıkları kelimelerle) düşünürler, onunla yaşarlar, onunla inançlarını öğrenir ve ifâde ederler, birbirleriyle dil sâyesinde anlaşırlar. Beraber yaşadığımız insanlarla iyi iletişim kurmak ve sosyal hayatta başarılı olmak için de konuştuğumuz dili iyi bilmek ve düzgün kullanmak şarttır.

Sıcak savaşta silâhların önemi neyse, soğuk savaşta kitapların, medyanın, kültür ve sanatın yeri odur. Hak-bâtıl savaşı da kıyâmete kadar sürecek. Cephe her dönemde ve her yerde isteyene açık. Arada kalmak mümkün değil; ya o cephe seçilecek, ya bu cephe. İslâm savaşçısı olmayan herkes, sadece savaş kaçkını bir korkak olmakla kalmayacak, bâtıl savaşçısı konumuna girmiş olacaktır: "İman edenler Allah yolunda savaşırlar, kâfirler ise tâğut yolunda savaşır. O halde şeytanın dostlarına karşı savaşın. Şüphe yok ki, şeytanın düzeni ve tuzağı zayıftır." (4/Nisâ, 76). Bu ikisinin dışında üçüncü bir savaşçı yok. Aradakiler, üçüncü bir yol arayanlar mı? İşte: "Bunlar (İslâm savaşçılarıyla kâfir savaşçıların) arasında bocalayıp durmaktalar (o münâfıklar). Ne onlara, ne bunlara (dâhildirler). Allah'ın şaşırttığı kimseye asla bir çıkar yol bulamazsın." (4/Nisâ, 143)

 

İslâm, insanı rûhundan yakalar; onu iknâ eder, inandırır. İşte bu, sanatla cihadın kaynaşmasıdır. Müslümanın cihadı da en güzel şekilde olmak zorundadır: "Onlarla en güzel şekilde mücâdele et." (16/Nahl, 125). O yüzden cihad sanattır, sanatın cihad olduğu gibi.

 

Hayat cihaddan ibârettir de, müslüman için sanat, edebiyat, şiir cihaddan ibâret değil midir? Kurşun, düşmanı yok etmeyi amaçlarken, sanat ve edebiyat insanı ele geçirip kendi cephesine katmayı hedefler. Artık insanlar fırçalarla, kalemlerle, filmlerle, CD’lerle, kasetlerle savaşıyorlar. Modern savaş âletlerinin mermileri, bombaları, bedenleri değil; rûhu, kalbi hedef alıyor. Kalpler, kafalar, evler, sokaklar, memleketler ve dünya sanatla ve özellikle edebiyatla işgal ediliyor.

 

Sanat, özellikle şiir ve edebiyat, dâvânın en sihirli tebliğ ve telkin vâsıtasıdır. İnsanlara güzeli sunmak için güzel bir görünüm içinde güzel unsurları kullanmak gerekir, ki bu usûllere sanat diyoruz. Sanat rûhundan yoksun kaba ve çirkin bir tebliğ (ki buna tebliğ denmez, propaganda denir) çağırmak değil, kaçırmaktır. Bu ince telkin edâsından yoksun, yani güzellikten yoksun sanatsız tebliğcilik, ham softalık ve kaba yobazlık olur.

Doğruluk ve güzellik tebliğle, telkinle yayılır. Gerçek sanatın tüm dalları tebliğ vâsıtalarıdır. "Gerçek sanat" diyoruz, çünkü meşrû olmayan sanat dallarını ve sanatın gayr-ı meşrû kullanılışını tebliğ kabul etmiyoruz. Meşrû dâvâ, meşrû vâsıtalarla gelir. Neticeye tesir eden her şey meşrû olamaz. Müslümanlarca bu sanat dalları içinde tebliğe en müsâit olanlar, en önemli sanat kabul edilir. Hitâbet, edebiyat: Kur'an'ın ve peygamberlerin sanat yönünün dışa yansıyan yönüdür. Allah, hakiki ve en büyük sanatkâr... Kur’an, insan ve evren adlı O’nun kitapları ise en muhteşem sanat hârikalarıdır. Hakkı, hak ettiği güzellikte insanlara ulaştırmak demek olan tebliğ; Peygamberlerin sıfatı. İnsanlar arasında en güzel tebliği yapan peygamberler de, insanlar içinde en büyük edebiyatçılardır.

Tebliğ, müslümanca sanat demektir; ille Kur'an âyetlerinin veya hadislerin anlamlarını vermek, vaaz ve nasihat demek değildir tebliğ. Hayatla ilgili herhangi bir konu İslâmî ölçülere uygun şekilde müslümanca ele alınır; sözle, sesle, çizgiyle veya başka bir yolla meşrû ve güzel bir tarzda sunulursa; bu, sanat olduğu kadar tebliğ de olur. İkisini birbirinden ayıramazsınız. Sanat bir inancın tebliğidir, ama kuru ve soğuk bir sunma, hiçbir zaman, yapılana sanat vasfı verdirmez. Sanatkâr yönü herkesçe kabul edilen Mehmed Âkif'in, şekilden ziyâde sunulan mesajın daha önemli olduğunu belirten bir sözü vardır: "Sözüm odun gibi olsun, hakikat olsun tek." Sözümüz odun gibi olacaksa, Yunus Emre'nin dergâha taşıdığı odunlar gibi doğru ve düzgün olsun, yontulmamış olmasın ki, kalem misâli sanat vesîlesi olsun. Yontulmamış odun yanmaya yararken, kalem gibi yontulan odun insanı yanmaktan kurtarabilir.

"Rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel şekilde mücâdele et." (16/Nahl, 125). Hikmet ve güzel öğüt sanattır. Sanat da Rabbin yoluna dâvet için kullanılmalıdır. Kuru kuru tebliğ değildir istenilen. Rûha nüfuz edici, gönle hitap edici, kalbi fethedici özelliklere sahip olacak; yani sanatlı olacaktır tebliğ. Tebliğin sanatlı olması gibi, büyük sanat eserleri de güzel bir tebliğdir; Gayri müslim sanatçıların meşhur eserleri de propaganda. Mozart, Bethoven, Pascal gibi Batılı sanatçılar, sadece hıristiyanlığın etkisinde kalmamışlar, aynı zamanda sanatlarıyla dinlerinin propagandasını yapmışlardır. Günümüzde hemen her eve, en azından TV. görüntüsüyle giren ve arsız misâfir gibi peşimizi bir türlü bırakmayan medyanın yaptığı, Batılıların hıristiyanlık, kapitalizm, materyalizm, hümanizm, sosyalizm, demokrasi, laiklik gibi dinlerinin sanat kılıfı içinde propagandasından ibârettir denilse, hiç abartılmış olmaz. Televizyondaki en mâsum çocuk programlarından eğlence programlarına, çizgi filmlerden dizilere kadar yapılan şey, bir dünya görüşünün propagandası, karşı dünya görüşünün de bombardımana tutuluşudur. Kitle imhâ silâhlarını uzaklarda aramaya gerek yok; evlerimizde sanki kıble gibi yöneldiğimiz görüntülerin arkasında sırıtıyor. Gazeteler zaten birer ideoloji çığırtkanı. Dergilerse ya dâvâ adamlarının ya da dâvâsızlık dâvâsının organları.

 

Kâfirler her türlü sanat araçlarıyla çekinmeden açıkça kendi inançlarının en kesin şekilde propagandasını yaparken, bir insan hem "müslümanım" diyecek, hem de sanatına inancını aksettirmeyecek. Olmaz böyle şey; Ne böyle sanat, ne de böyle müslümanlık!

Herhangi bir harama veya küfre âlet ve vesîle olan şekliyle sanat kabul edilenlerin güzelliği de meşrûluğu da kaybolur. Genel ölçü, Allah'a yaklaştıran herhangi bir şey meşrû, Allah'tan uzaklaştıran; tâğutlara, şeytana, nefsin hevâsına hizmet eden herhangi bir şey çirkin ve yasak. Müslümana göre sanatın mutlaka bir hayra hizmet etmesi ve yalan değil, hakikat olması gerekir. Tabii ki dinî ölçüler, selim akıl ve fıtrat kalıpları içinde güzel olması, estetik, zevke uygun olması şarttır ki sanat olabilsin. Bütün bu sanatlar vecd, tefekkür ve tebliğe hizmetleri ölçüsünde dince makbuldür.

 

Bilindiği gibi edebiyat; duygu, düşünce, fikir ve hayallerin, her şeyden önce de inancın sözle veya yazı ile doğru, güzel ve etkili bir şekilde ifâde edilmesidir. Müslüman açısından, ihmal edilmemesi ve diğer sanatların önüne geçirilmesi gereken değerdir edebiyat. Müslümanlar söz sanatlarında, hitâbet ve şiirde söz sahibi olmalıdır. Laf adamı olmaktan ve gevezelikten kurtulmak, sanatla bu çirkinliklerin farkını ayırabilmek için de gereklidir bu. Savunduklarının ve yaşadıklarının güzelliğinin dile yansıması, "İnsanlara güzel söyleyin" (2/Bakara, 83) emrine uyulmasıdır bu.

Kur'an, müslümanlar için birinci ve en büyük sanat kaynağı olmasına rağmen, bundan çok az yararlanılmıştır. "Müslümanım" diyen sanatçı, Kur'an'a yönelmek zorundadır. Ancak bu şekilde evrensel çapta, güçlü ve orijinal eserler üretebilir. Sanatın da, sanatçının da kurtuluşu Kur'an'dadır. Her düzen kendi sanat anlayışını ve sanatını beraberinde getirir. Her rejim kendi prensiplerine uygun ortamı ve altyapıyı oluşturur. O yüzden müslümanca sanat isteyenler her alanda müslümanca bir nizam için, İslâm’ın hâkimiyeti için çalışmalıdır. Bu çalışmalar estetik biçimde olduğu müddetçe sınırlı da olsa sanat ortaya çıkmış olacaktır. Yani istenen ve beklenen nizamı tebliğ için her türlü faâliyetler de sanata dönüşebilir, dönüşmelidir. Her yaptığımızı en güzel şekilde yapmak İslâm'ın emri olduğu için, müslümanın her yaptığı sanat haline gelebilir. Kur'an'da geçen "ihsân" tüm anlamlarıyla gerçekten güzel olanı, güzel sanatı da ifâde edecek boyuttadır: "Güzellikler yapın. Şüphesiz ki Allah muhsinleri (güzel hareketlerde bulunanları, güzellik sergileyenleri) sever." (2/Bakara, 195)

Kur’an, İnsanlar Tartışmak ve Münâkaşa Etmek Zorunda Kalınca da Güzellikten Ayrılmamayı Emreder: “İçlerinden zulmedenler bir yana, ehl-i kitapla ancak en güzel şekilde mücâdele edin ve deyin ki: ‘Bize indirilene de, size indirilene de iman ettik. Bizim ilâhımız da, sizin ilâhınız da birdir ve biz O’na teslim olmuşuzdur.” (29/Ankebût, 46). “Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle dâvet et. Onlarla en güzel şekilde mücâdele et.” (16/Nahl, 125)                     

  

Tanışırken, Konuşmaya Başlarken, Selâm Verirken de Güzelliği Emreder Kur’an: “Size bir selâm verildiği zaman, siz de ondan daha güzeli ile selâmlayın; yahut aynısıyla karşılık verin...” (4/Nisâ, 86)

Kötülükler ve Çirkinlikler Karşısında da Güzellikten Ayrılmamayı İster Kur’an: “(Seyyie ile hasene) iyilikle kötülük bir olmaz. Sen kötülüğü en güzel bir tavırla önle. O zaman (görürüsün ki) seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki yakın bir dost olur.” (41/Fussılet, 34) "...(O akıl sahipleri) ki, onlar kötülüğü iyilikle (seyyieyi hasene ile) savan kimselerdir..." (13/Ra'd, 22). Peygamberimiz de şöyle buyurur: “Güzel ahlâk; mahrum edene vermen, ilgiyi kesene alâka göstermen, sana karşı haksızlık yapanı affetmendir.”

 

Hakka Çağırırken de Güzellik Kur’an’ın Prensibidir: “Rabbinin yoluna hikmet ve mev’ıza-i hasene ile (güzel öğütle) çağır ve onlarla en güzel şekilde mücâdele et...” (16/Nahl, 125) “Ona tatlı dille konuşun, yumuşak söz söyleyin; belki o, aklını başına alır veya korkar.” (20/Tâhâ, 44)

 

Kur’an, Ana-Babaya Güzel Davranmayı Çok Önemser: Kur'an’da, tek olan Allah'a ibâdet edip O'na hiç bir şeyi şirk koşmama emrinden sonra, ana-babaya güzel davranıp onlara ihsanda bulunma emrinin geldiği görülmektedir. Şöyle ki: "Rabbin sadece kendisine kulluk etmenizi, ana babanıza  ihsanda bulunmanızı (onlara güzel davranmanızı) kesin bir şekilde emretti..” (17/İsrâ, 23). Bu âyetten, ana-babaya iyilik ve ihsanda bulunmanın farz olduğu anlaşılmaktadır. Bunu destekleyen başka bir âyet-i kerimede şöyle buyuruluyor:  "De  ki,  gelin  Rabbinizin size neleri  haram kıldığını  okuyayım: O'na  hiçbir  şeyi şirk/ortak koşmayın. Ana babaya ihsân/iyilik edin..." (6/En’âm, 151). Burada Allah, ana-babaya güzel davranmayı terk etmenin kötülüğünü beyan için bunu haram kılınanlar arasında zikretti. O halde ana-babaya ihsan/iyilik farz; terki haramdır.     

 

Ana-babaya ihsân, güzel sözle, davranışla ve ihtiyaçları anında onlara gereğince infak etmek sûretiyle olur. Allah, ebeveyni insanın yokluk âleminden varlık âlemine çıkmasına bir sebep kıldığı için, onlara ihsân etmek gerekir. Allah'ın, ebeveyne ihsânı kendine yönelik tevhid ve ibâdetin yanında zikretmesi, ebeveynin çocuklar üzerindeki hakkının büyüklüğüne işarettir. "Allah'a ibâdet edin ve O'na hiçbir şeyi şirk/ortak koşmayın. Ana-babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara... ihsânda bulunun; Allah kendini beğenen ve daima böbürlenip duran kimseyi sevmez." (4/Nisâ, 36). Buradaki ebeveyne ihsân, evlâtların onların hizmetlerini yapması, onlara nâzik konuşması ve onların meşrû isteklerini gerçekleştirmesi için çalışmasıdır. Peygamberimiz (s.a.s.) bu konuda şöyle buyurur: "Burnu yerde sürtülsün; burnu yerde sürtülsün; burnu yerde sürtülsün."  "Kimin yâ Rasûlallah?" denildi. Hz. Peygamber: "Yaşlandıklarında ana-babasına, onlardan birine, yahut her ikisine de yetişen, fakat onlara iyilik etmediği için cennete giremeyen kimsenin..." (Müslim, Birr 10)

Ana-baba, çocuğunu Allah'a isyana teşvik etmedikçe, evlâtların onların meşrû her emrine uyması, en azından onları incitmemeye çalışması gerekir. Ana-baba için mağfiret talebinde bulunmak, iyiliklerine duâ etmek, bizzat Kur'ân'ın emridir. "Ey Rabbimiz! Hesâba çekileceği gün beni, ana-babamı ve (bütün) mü'minleri bağışla!" (14/İbrahim, 41). Ebeveyne yapılan her iyilik ve ihsân, aslında insanın kendi kendisine yaptığı ihsândır. Âhiretteki mükâfatının sınırsızlığı yanında, dünyevî ecri/karşılığı peşindir. Sosyal bir olgu olarak ebeveynimize yaptıklarımızın mislini veya fazlasını çocuklarımızdan göreceğimiz kaçınılmazdır. Ana-baba, -Allah korusun- müşrik de olsalar, onlara ikramda bulunmak dinin emridir. Peygamberimiz, müşrik anneye sıla-i rahimde bulunup ona iltifatlarda bulunmayı emretmiştir (Müslim, Zekât 50; Ebû Dâvud, Zekât 34).   

 

Kur’an, Yediklerimizin ve Giydiklerimizin Güzel Olmasını İster: Yenilen şeylerin helâl ve temiz (tayyib) olması Kur’an’ın emirlerindendir. Yeme ve giyme konularındaki  âyetlerde de temizlik ve güzellikle ilgili emir ve tavsiyeler bulunur: “Ey insanlar! Yeryüzünde bulunan gıdâların güzel, temiz ve helâl olanlarından yiyin...” (2/Bakara, 168) “Ey Âdem oğulları! Her mescide gidişinizde ziynetli elbiseler giyin; yiyin, için, fakat israf etmeyin; çünkü Allah israf edenleri sevmez.” (7/A’râf, 31) “Ey Âdem oğulları! Size çirkin yerlerinizi örtecek giysi, süslenecek elbise indirdik. Takvâ elbisesi ise daha hayırlıdır...” (7/A’râf, 26)

   

 

Kur’an, İnsanda Toplam Kalite Sağlar; İnsanı Her Yönden Olgunlaştırıp Güzelleştirir: Kur’an’ın oluşturmak istediği insan tipi “muhsin” sıfatıyla ifâde edilir. Muhsin, güzellikler sergileyen ve güzel işleri gerektiği gibi en güzel şekilde yapan demektir. Allah (c.c.) muhsinleri sever (3/Âl-i İmrân, 134, 148; 2/Bakara 195; 5/Mâide, 13, 93). Allah muhsinlerle beraberdir (16/Nahl, 128; 29/Ankebût, 69). Muhsin, güzellik sergileyen, güzel işleri lâyık oldukları bir şekilde yapan, bol bol ihsanda bulunan demektir. Mü’minler, inandıkları Rablerinden öğrendikleri ihsan ahlâkıyla, sürekli ihsan ederler, muhsin olmaya çalışırlar (16/Nahl, 127; 2/Bakara, 112; 4/Nisâ, 125).

Tüm davranışlarımızı güzelleştirmek ister Kur’an: “Allah yolunda infak edin/harcayın. Kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın. İhsân edin (her türlü hareket ve davranışınızı güzel ve dürüst yapın); Allah muhsinleri (güzel iş yapanları) sever.” (2/Bakara, 195). “Allah (yapılacak) bütün işlerin güzel bir şekilde yapılmasını farz kılmıştır...” (Müslim, Sayd ve'z-Zebh 57). “…Hasenât (güzellikler/iyilikler/sevaplar), seyyiâtı (kötülükleri/günahları) giderir. Bu, öğüt almak isteyenlere (güzel bir) hatırlatmadır. Sabırlı ol, çünkü Allah ihsân sahibi olanların (güzel iş yapanların) mükâfatını zâyi etmez.” (11/Hûd, 113-115). Bütün yaptıklarımızı Allah’ın bizi gördüğü ve hesabının sorulacağı şuuruyla yapmak; her işimizi güzelleştirir. Davranışlarımızı güzelleştirmek, Rabbimızın emri olduğu için ibâdettir.

Muhsinler (güzellikler sergileyen ihsan sahipleri), bütün işlerini Allah’ın râzı olacağı şekilde güzel ve takvâya uygun  yaparlar.  Onlar;  çirkin,  bayağı,  kötü,  zararlı  ve   faydasız   amellerden, faâliyetlerden uzaktırlar. Muhsin olanlar, insanlar içerisinde güzel davranışların, işleri güzel yapmanın sembolüdürler. Kur’an, Allah’ın muhsinlerle beraber olduğunu açıkladığı gibi (16/Nahl, 128; 29/Ankebût, 69), onlara müjdeler  verildiğini de belirtir (6/En’âm, 154; 22/Hacc, 37). Kur’an, onlar için bir rahmettir (31/Lokman, 3). Muhsin olarak özlerini Hakk’a bağlayanlar gerçekten kopmaz bir ipe bağlanmış olurlar (31/Lokman, 22). Allah (c.c.), insanlara ihsânla davrandığı gibi, insanın da ihsân sahibi olması en güzel şeydir (28/Kasas, 77). İhsân/güzellik; insanda toplam kalite demektir. Kâmil insan denen, kaliteli insanı ifâde eden Kur'anî kavramlar çoktur. Mü’min, muttakî, muhsin, muhlis, sâlih, sâdık, zâkir, âbid bunlardan hemen aklımıza gelenleridir. Kur’an’ın emrettiği güzellik de, iman, ilim, sevgi, ibâdet, huşû, takvâ, ihsân, ihlâs, sâlih amel, doğruluk, zikir, tefekkür, selîm kalp, aklı kullanma gibi kavramlarla ve her çeşit ahlâkî emirler ve yasaklarla sağlanır. Güzelleşmek isteyenler bu kavramların içini Kur’an nasıl doldurmuşsa o şekilde öğrenip yaşayışına geçirmelidir. Kur’an’a uyan, en güzele uymuş ve güzelleşmiş olur. Zaten Kur’an’ penceresinden baktığımızda, dünya da güzellik yarışması için bir salondan ibârettir: “O (öyle yüce Allah) ki, davranış yönüyle hanginizin daha güzel olacağını sınamak için ölümü ve hayatı yaratmıştır…” (67/Mülk, 2)

 

Güzel bakan, güzel görür; güzel iş yapan, daha güzeline kavuşur. Hakiki güzellik; Allah ve Rasûlü. Allah’ın emri ve hükmü; Rasûlünün tebliği ve örnekliği... Kulluk ve ibâdet...

Allah mutlak güzel olduğu ve güzelliği sevdiği için de, yarattığı her şeyi güzel yaratmıştır. Yapmakla yükümlü kılındığımız güzel amellerin genel ölçülerini, sözlerin en güzeli kıldığı Kur’an (39/Zümer, 23) ile bildirmiş, güzel ahlâkı azîm/yüce kıldığı elçisi (68/Kalem, 4) Hz. Muhammed (s.a.s.) ile örneklendirmiştir. Rasûlullah’ta güzel örnekler (33/Ahzâb, 21) tümüyle mevcut bulunduğundan, o, kendi görevini; “Ben, güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim.” (Ahmed bin Hanbel, 2/381; Muvattâ, Hüsnü’l-Hulk 8) şeklinde özetlemişti. Güzel Rasûl, "her şeyde ihsânın, yani iyilik ve güzelliğin farz kılındığını” (Müslim, Sayd ve'z-Zebh 57) bildirerek bizim kulluk görevimizi de veciz bir şekilde beyan etmişti.

Güzelleştirmeye çalışmak, güzelleşmektir; daha doğrusu, fıtratımızdaki güzelliği ortaya çıkarmaktır. Amellerimizi güzelleştirmenin ise, bir arada bulunması gereken biri şekle; diğeri öze bağlı iki ana şartı vardır: Birincisi, yapılacak işin İlâhî yasaları içeren vahye uygun olmasıdır. İkinci şart, öze ilişkin şart ise, şeklen dine ve akla uygun işleri Allah’ı görür gibi ve de O’nun tarafından görüldüğü şuuru içinde (ihlâs, huşû ve takvâ ile) ibâdetleştirerek yapmaktır.

Güzel davranış sahiplerine Allah ihsânla/güzellikle ve daha fazlasıyla karşılık verecektir. “İhsân edenlere/güzel amel işleyenlere, hüsnâ/daha güzel mükâfat (cennet), bir de fazlası vardır. Onların yüzlerine ne bir toz (kara leke) bulaşır, ne de bir horluk (gelir). İşte onlar cennet ehlidirler. Ve onlar orada ebedî kalacaklardır.” (10/Yûnus, 26)

"Kim (Allah huzuruna) bir hasene/güzellikle gelirse, ona getirdiğinin on katı vardır." (6/En'âm, 160). İnsan, ihsân üzere olur, güzel işler yaparsa, davranışlarını ihsân üzere gösterirse, bunun karşılığı olarak ihsân görür, güzellikle muâmele edilir: “İhsânın karşılığı ihsândan başka bir şey midir?” (55/Rahmân, 60)

İnsanların dünyada işledikleri ameller ne kadar ihsân vasfında güzel olursa olsun, Allah'ın ihsânıyla, âhirette vereceği güzelliklerle mukayese edilmez. Zaten insanın ihsân üzere yaşayıp güzellikler sergilemesi de Allah'ın bir lutfu ve ihsânıdır, O'nun yardımıyladır. Bunları düşünen insan, yaptığı güzelliklerden dolayı nefsine pay çıkarıp kibirlenmemeli, ihsânını riyâ ve gurur pisliklerinde kirletmemelidir.  

             Allah, güzel davranışlarda bulunan muhsinlerle beraberdir, onları sever, onları korur, onlara dünya ve âhirette iyilikler verir (2/Bakara, 195; 3/Âl-i İmrân, 134, 147; 5/Mâide, 13, 85, 93; 7/A’râf, 57; 9/Tevbe, 120; 29/Ankebût, 69 vd). Allah'ın rahmeti sürekli muhsinlerle, güzellik sergileyenlerle beraber olur (7/A'râf, 56). Muhsinler, kopmaz bir ipe bağlanmış olurlar (31/Lokman, 22). Kur'an, muhsinlere rahmet sunar (31/Lokman, 3; 46/Ahkaf, 12). İhsân sahiplerinin aleyhine bir yol (onları yenik duruma düşürme) yoktur (9/Tevbe, 91).

Güzelliğin ölçüsünü bilmek, gerçek güzeli sevebilmek güzel insana has güzelliktir. Çünkü  güzel olan şeyler, ancak kendilerinden anlayan ve hoşlanan kimselere güzel gelir. Sanal güzellikten, güzel zannedilen hallüsinasyonlardan sakınmak gerekir.

Günümüzde her çeşit sanat, rûhun güzelliklerinin dışa yansıması olmaktan çıkarılmış; toplumları maddî yönden sömürme, mânevî yönden de uyuşturma görevi almış emperyalizmin cadısı konumuna düş(ürül)müştür. Bu çirkin büyücünün kendisini güzel gösteren maskesinin sırıtan makyajını göremeyen gâfil gençler, yalancı güzelliğine âşık oldukları bu  cadının kollarına atılır atılmaz can vermekteler. Şimdi sanat adlı bu cadı, büyüsüyle arkasından koşturduğu gençlerin rûhunu almakla yetinmemekte, bu cinâyetten önce kendi tanrılığına iman ettirip kendine taptırmakta.

Bize düşen görev, gücümüzün yettiği oranda, işi ilâhlık taslamaya kadar vardıran bu büyücünün maskesini düşürmek ve çevremizdeki kurbanlarını azaltmak için çalışmak. Bunun da yolu, maskesini takarak onun rolünü oynadığı "gerçek güzel"i insanlara tanıtmaktan geçiyor. Sahtekârlar ne ile kandıracaklarsa, o şeyin gerçeğini hakkıyla tanımayanları kandırabilirler sadece. Gerçeğin apaçık ortaya çıkması gerekir ki sahtekâr bâtıl eriyip yok olsun.

İnsanlara gerçek sanatı, gerçek güzelliği tanıtmak için öncelikle sahtekârlara savaş açmamız, onların maskelerini düşürüp çirkinliklerini insanlara göstermemiz gerekiyor. Her şey zıddıyla anlam kazanacağı, hak-bâtıl mücâdelesi her an ve her konumda yaşanacağı için kaçınılmaz bir cephedir bu. Günümüz câhiliyesinde imaj ve makyaj her şey kabul ediliyor. Kaporta çok önemli, motor olmasa da olur. İçinin boş olması önemli görülmüyor, yeter ki ambalaj çekici olsun. Rûhun güzelliği, bedenin güzelliği kadar kolaylıkla görülmediği için, câhiliyyenin câhil insanı bu gerçek güzellik peşinde değil. Eserdir, sanattır, dildir, sâlih ameldir rûhun güzelliğini gösteren. İç hayatımızın hazinesini zenginleştiren şeydir güzel. Ve güzellik, Allah'ın armağanıdır. Bu hayata değer verdiren tek şey, sonsuz güzelliğin görülmesidir. İnsan, bu geçici dünyada güzelliği görünce gerçek güzelliği hatırlar ve ona doğru uçmak için yanar tutuşur.

“Rabbenâ âtinâ fi’d-dünyâ haseneten ve fi’l-âhireti haseneh ve gınâ azâbe’n-nâr (Rabbimiz, bize dünyada da hasene/güzellik ver, âhirette de hasene/güzellik ver; bizi ateş azâbından koru)." (2/Bakara, 201). Başta şirk olmak üzere her çeşit haramın çirkinliklerinden uzaklaşıp Kur’an’a uyarak ibâdet ve kulluğun güzelliklerine hicret edenlere selâm olsun! 

Vuslat Dergisi, Sayı: 71, Mayıs 2007

           

 

                            Ashâbın Kur’an Anlayışı

                                                                                             

Ashâb denilince akla gelen iki şey vardır. Biri Rasûlullah, diğeri Kur’ân-ı Kerim. Zaten onları diğer insanlardan ayırıp özel kılan bu iki kaynağa sıkı sıkıya bağlılıktır. Ashâb Kur’an’la dirilip canlanmışlardı. Kur’an onları hayra doğru değiştirip dönüştürmüştü. Onlar Kur’an’la değişince Allah da onların sosyal ve siyasal durumlarını değiştirmişti. Onları câhiliye düzeninden çıkarmış, dünyanın o zamana kadar şâhit olmadığı ve bir daha olamayacağı saâdet asrını onlara nasip etmişti. Kur’an’ın hükümlerinin tatbik edildiği ideal bir İslâm devletini, Kur’an devletini onlara ihsan etmişti.    

Onlar Kur’an öğrenciliğini her uğraşılarının önüne alıyorlardı. Her durumda Kur’an’a müracaat ediyorlardı. Kur’an okuyorlardı, ama güzel ses gösterisi için değil, anlamadan hatim için değil, ölülere okumak için değil, kendileri ihyâ olmak için.  

Şekline hürmeti, abdestsiz okunur mu gibi tartışmaları gündemlerine bile almıyorlar, okuyup ahkâmı ile hükmetmeye çalışıyorlardı. 

Kur’an, ashâbın başucu kitabıdır, hayat kitabıdır, müracaat kitabıdır. Hakemdir, ölçüdür, furkandır.

Onu sadece okuyarak değil; esas olarak hayatlarına geçirip uyguladıkları, Onu yaşadıkları için ibâdet kabul ederlerdi. Onlar çok hızlı hatim yapmak ve hâfızlıkta yarışma yapmıyorlar, Kur’an’ı hayatlarına geçirme yarışı yapıyorlardı.

Ashâb, sadece hâfızlığı değil, hamele-i Kur’an olmayı hedefliyorlardı. Kur’an’ın üzerlerine yüklediği görevleri yerine getirme gayreti ön plandaydı.

Kur’an onlar için ana yasa idi. Ona ters hiçbir hüküm ve kanunu kabul etmezlerdi.

Kur’an’ı kendilerinden sonraki nesillere, dolayısıyla bize ulaştırmak için ne çilelere katlanmışlar, ne kadar eziyet çekmişlerdi. Kutsal emanetlere ve özellikle Kur’an’a en küçük bir ihanette bulunmamışlardı.

Ölü kitabı değildi onlar için, muska kitabı değildi Kur’an.

Hatmetmek için hatmetmiyorlar, dostlar alışverişte görsün kabilinden, yasak savma cinsinden hatim etmeye çalışmıyorlardı. Kur’an’ı anlamak ve yaşamaktı onların derdi.

Kur’an’a tâbi olmak, ona itaat etmek için okuyorlardı. Biliyorlardı ki, Kur’an hüdâdır, hidâyettir, yol göstericidir.

Onlar Kur’an’ı okuyup anlamayı en büyük zikir, en önemli ibâdet kabul ederlerdi. Çünkü Hz. Peygamber onları öyle yetiştirmişti. Meselâ içlerinden birine buyurmuştu ki: “Ya Ebâ Zer! Allah’ın kitabından tek bir âyet öğrenerek sabahlaman senin için yüz rekât namaz kılmaktan daha hayırlıdır.” Onları kimse Allah adına kandırıp Kur’an’ı anlayamayacaklarını söylemiyordu. Başkalarının, insanların, üstad ve şeyhlerin kitaplarına yönlendirip Kur’an’ı onlara yasak kılmıyordu. Eğer başka kitabı Kur’an’a tercih eden bir tavrı görselerdi, şeytandan kaçar gibi kaçarlardı onlar.

Ashâb: “Bize Kur’an’dan önce iman veriliyordu” demişlerdir. Şirksiz ve şeksiz iman olmadan okunan Kur’an, insanın hidâyetini değil, hüsrânını arttırabilirdi çünkü.

Onlar mezarda yatanları affettirsin diye değil, ses sanatkârları gibi güzel ses gösterilsin diye değil, mevlitlere çeşni katsın diye değil; kendilerine gösterdiği yoldan gidip Allah’a yaklaştırsın diye Kur’an okuyorlardı.

“Onun ahlâkı Kur’an’dı” denilen Peygamberimiz’in yetiştirdiği ashâb da canlı Kur’an olmaya çalışan insanlardı. Onlar biliyorlardı ki, insanların en hayırlısı Kur’an öğrenen ve başkalarına öğreten kimsedir. Onların evleri Kur’an okulu idi. Ailecek Kur’an’ı anlamaya ve yaşamaya çalışırlardı. Peygamber’e sorular sorarlar, Kur’an’ı daha iyi anlamaya gayret ederlerdi. İlk mü’minler şirk kabul edilecek davranışlardan şiddetle kaçınıyor ve Kur’an’la bildirilen helâl ve haramlara teslim oluyorlar, Kur’an’a ters inançları, gelenekleri ve uygulamaları hemen bırakıyorlardı.   

Onlar Kitapsız değildi. Onları Kitabullah yönlendiriyordu. Eğitimleri Kitapsız değildi, mahkemeleri, meclisleri, devletleri Kitapsız değildi. Medya organlarının, nutukların, herhangi bir beşerin yazdığı kitabın Allah’ın Kitabının yerini tutamayacağını bilirlerdi ve ona göre tercihlerini yaparlardı; eğer onların döneminde de bu tür iletişim araçları olsaydı. Çünkü onlar hiçbir şeyin Kur’an’dan daha önemli olmadığını biliyorlardı. İçinde hiç yanlışın olmadığı, her emrine mutlak itaat edilmesi gereken ve sözlerin en güzeli olan kelâmın, Allah’ın kitabı Kur’an olduğuna inandıklarını tüm davranışlarıyla ispat ediyorlardı.          

Ashâbı dirilten, canlandıran Kur’an bizi de ihyâ eder. Yeter ki Kur’an’a yaklaşımımız ashâbınki gibi olsun.

 

Peyderpey indirilen Kur’an’ın yeni nâzil olan âyetler grubunu onlar bir taraftan yazıyor, bir taraftan da ezberliyorlardı. Yüce Allah, Kur’an’ı korumayı Kendisi üstlenmişse de Onun beşerî imkân ve vâsıtalar yoluyla da korunmasını dilemiştir. Bunun yanında, Kur’an’da emredilen İslâm prensiplerinin pratik hayata doğru bir şekilde ve bütüncül olarak aktarılması için ashâb her gayreti gösteriyordu. Böylece, daha sonra gelecek nesillere örnek bir hayat modelinin sunulması ve Kur’an’ın sağlıklı bir şekilde anlaşılması için çok büyük katkıda bulunuyorlardı.

Kur’an’ın peyderpey indirilmesiyle asr-ı saadet Müslümanları yaşayarak ve içlerine sindire sindire İslâm’ı öğrendiler. Sonraki Müslüman nesiller için model toplum oldular.

Gerek Peygamber (s.a.s.), gerek İslâm’a ilk girenler, müşriklerin eziyet ve işkenceleriyle karşılaşmışlardır. Vahyin tekrar tekrar gelmesi hem onları teselli edip azimlerine güç katmış ve hem de nasıl davranacakları konusunda onlara rehberlik etmiştir.

Peyderpey inen vahiy Müslümanların olumlu ve fedâkârca davranışlarını övüyor ve böylece onları daha mükemmele doğru teşvik ediyordu. Olumsuz davranışlarından dolayı da onları uyarıyordu.

Asr-ı saâdet Müslümanlarının çok diri bir İslâm anlayış ve hayatına sahip olmalarının sebeplerinden biri budur. Böylece vahiyle aralarında çok canlı bir iletişim sağlanmıştı. Sosyal bir problem ortaya çıktığında ardından vahiy gelip o problemi çözüme bağlıyordu.

Sosyal problemler ânında çözümlendiği gibi, itikadî problemler de çözüme bağlanıyordu.

Kur’an’ın peyderpey indirilmiş olması, toplumların eğitimi konusunda tedrice riâyet edilmesi gerektiği noktasında bir rehberlik ve uyarıdır. Bir toplumun eski alışkanlık ve geleneklerini bir anda değiştirmesi beklenemez. Değişim için zamana ve tedrice ihtiyaç vardır.

Kuran’ın bu şekilde indirilmesi, korunmasını da kolaylaştırmıştır. Araplar ümmî bir toplum idiler. Okuma-yazma bilenleri parmaklarla sayılacak kadar azdı. Okuma-yazma oranı ancak İslâm geldikten ve eğitimini yaptıktan sonra çoğalabilmiştir. Kur’an’dan âyetler indiğinde bir taraftan vahiy kâtipleri tarafından yazılırken birçok kişi tarafından da ezberleniyordu.

Kur’an’ın Korunması: Yüce Allah tevrat’tan sözederken “Allah’ın kitabını korumaları kendilerinden istendiği için…” (5/Mâide, 44) buyurmaktadır. Âyetten de anlaşıldığı gibi Tevrat’ın korunması insanlara bırakılmıştır. Oysa Kur’an’ın korunmasını bizzat Yüce Allah üstlenmiştir. Bu konuda şöyle buyurmaktadır: “Zikri kesinlikle Biz indirdik ve elbette onu yine Biz koruyacağız.” (15/Hıcr, 9)

Peyderpey inen Kur’an âyetleri vahiy kâtipleri tarafından yazılıyordu. Yazılan bu âyetler Peygamber (s.a.s.) tarafından şifâhî yolla da insanlara tebliğ ediliyor ve namazlarda okunuyordu. Böylece inen her âyet grubu, Peygamber’in yanı sıra birçok sahâbî tarafından da ezberleniyordu.

Sahâbenin Kur’an okumaları, sadece namazlarla sınırlı değildi. Mescidlerde ve değişik ev toplantılarında topluca okudukları gibi, fertler de kendi kendilerine okuyorlardı. Peygamber zaman zaman sahâbîleriyle birlikte oturup kıraati güzel olan sahâbîlerden birine, kendilerine Kur’an tilâvet etmesini teklif ederdi.

Sahâbîlerin ibâdet olarak en başta gelen meşgalelerinden biri, Kur’an’ı üzerinde düşünerek ve hayatlarına geçirmek için okumak idi. Kur’an’ın okunması ve başkalarına öğretilmesi Peygamber tarafından teşvik ediliyordu. O, bir hadisinde şöyle buyurmaktadır: “Sizin en hayırlınız, Kur’an’ı öğrenip öğretendir.” (Buhârî, Fezâilu’l Kur’an 21; Ebû Dâvud, Salât 14; Tirmizî, Fezâilu’l Kur’an 15; İbn Mâce, Mukaddime 16).

Peygamberimiz, merkezden uzak bir topluluk İslâm’ı kabul ettiklerinde hemen onlara bir eğitici gönderirdi. Bu eğiticinin görevi, o Müslümanlara Kur’an’ı okutmak ve onlara dini öğretmekti. Birinci Akabe biatında biat eden on iki Medine’li ile birlikte Mus’ab’ı eğitici olarak göndermişti. Bu olay, eğitici gönderme işinin Mekke döneminde başladığını gösterir.

Hz. Peygamber bir yere bir idareci gönderdiğinde Kur’an’a daha çok vâkıf olanı tercih ederdi. Dünyevî makamlar bile Kur’an’ın daha iyi bilinmesine bağlı kılınmışsa, böyle bir toplumda Kur’an okumanın yaygınlık kazanması doğaldır.

Kur’an’ı ezberleyen, Kur’an’la en çok meşgul olan kimse Peygamberimiz’in yanında dirâyet, idare ve emir verme konusunda öne çıkıyor, zekâ ve kabiliyet açısından gözde oluyordu. Bir askerî birliğe komutan lâzımdı. Bakın, Peygamberimiz kimi komutan olarak tâyin ediyordu? Ebû Hüreyre anlatıyor: Rasûlullah bir askerî birliği bir sefere göndermek istemişti. Bunlar belli sayıda kişiler idi. Onları Kur’an okumaya dâvet etti. İçlerinden her birinin okumasını istedi. Derken yaşça en küçük olanlarından birine sıra geldi. “Ey falan, senin ezberinde ne var?” diye sordu. O da: “Ezberimde şu şu sûreler ve Bakara sûresi var” diye cevap verdi. Rasûlullah: “Senin ezberinde Bakara Sûresi var, öyle mi?” buyurdu. Adam: “Evet, var” dedi. Rasûlullah, “O halde git, sen onların komutanısın” buyurdu. Onların ileri gelenlerinden bir adam bunun üzerine şöyle dedi: “Vallahi, Bakara Sûresini öğrenmeme engel olan şey, onun hakkını verememe korkusu idi.” Sonra Rasûlullah (s.a.s.) buyurdular ki: “Kur’an’ı öğrenin ve onu okuyun. Kur’an’ı öğrenen, okuyan ve onunla amel eden kişi misk kokusu ile doldurulmuş dağarcığa benzer, onun kokusu her yere yayılır. Kur’an’ı öğrendikten sonra, Kur’an, içinde olduğu halde uyuyan kimse, içinde misk varken ağzı bağlanmış dağarcığa benzer.” (Tirmizî, Fezâilu’l Kur’an 2)    

Ashâb zamanında câmiler, namaz kılınıp dağılınılan yerler değildi. Mescidlerin birçok fonksiyonu vardı. Mescidler Kur’an öğreniminin yapıldığı merkezler idi. Nitekim Peygamber de bunu teşvik ediyordu (Müslim, Zikr ve Duâ). Mescidler dışında da Kur’an eğitiminin yapıldığı merkezler vardı.

Kur’an’ı ezberleme ve zabtı ile uğraşma, Ashâb-ı Suffe’nin görevlerinin başında geliyordu. Bunlar, kimsesi, evi-barınağı bulunmayan kimselerdi. Geçimlerini sağlamak için başkalarının yanında ücretle çalışır, iş bulamadıklarında odun toplar ve topladıkları odunları satarak geçinirlerdi. Geri kalan zamanlarını ise, Kur’an okumak, onu başkalarına okutmak ve ibâdet etmekle geçirirlerdi.

Kur’an’ı Anlama Çabaları:

Asr-ı saâdet Müslümanları, Kur’an’ı sadece okuyup ezberlemeye özen göstermiyorlar, aynı zamanda onu anlama, üzerinde düşünme ve onunla amel etmeye de büyük özen gösteriyorlardı.

Kur’an’ı anlamaya çalışmak ve üzerinde düşünmek Yüce Allah tarafından istenen bir husustur: “Onlar Kur’an’ı düşünmüyorlar mı? Yoksa kalpleri kilitli mi?” (47/Muhammed, 24). “Sana bu mübârek Kitabı, âyetlerini düşünsünler ve aklı olanlar öğüt alsınlar diye indirdik.” (38/Sâd, 29)

Peygamberimiz Kur’an’ı okurken onunla âdeta karşılıklı iletişime geçiyordu. Rahmet âyeti okuduğunda durup Allah’tan rahmet diliyor, azap içeren bir âyet okuduğunda da Yüce Allah’a, kendisini o azaptan korusun diye duâ ediyordu (bkz. Müslim, Salâtu’l Müsâfirîn 38; Nesâî, Kıyâmu’l-Leyl 25; İbn Mâce, İkametu’s Salât 179). Âlimler, Hz. Peygamber’in bu tarz okuyuşunu ve bu konudaki tavsiyelerini göz önünde bulundurarak, Kur’an’ı okurken bu şekilde davranmanın sünnet olduğunu söylemişlerdir (Suyûtî, Âdâbu Tilâveti’l Kur’an ve Te’lîfihi, Beyrut 1987, s. 104). Kur’an’ı anlamadan ve üzerinde düşünmeden onu bu şekilde okumanın mümkün olamayacağı açıktır.

Kur’an’ı anlamaya ve âyetleri üzerinde düşünmeye o kadar önem verilmiştir ki, bazı âlimler Kur’an’ı tarif ederken: “Üzerinde düşünülüp ibret almak için indirilmiş Arapça sözlerdir” demişlerdir (Vehbe ez-Zuhaylî, Usûlu’l Fıkhı’l-İslâmî, Dımaşk, 1986, I/421).

Tâbiînin ileri gelenlerinden Ebu Abdurrahman es-Sülemî (öl. 74/693) şöyle demektedir: Osman bin Affan, Abdullah bin Mes’ud ve Kur’an-ı Kerim’i bize öğreten diğerleri, Peygamber’den on âyet öğrendiklerinde o âyetlerdeki ilim ve ameli bellemeden, onları hayatlarına geçirmeden, başka âyetlere geçmediklerini anlatırlardı. Diyorlardı ki: “Kur’an’ı, ilim ve ameli birlikte öğrendik.” (Taberî, Câmiu’l-Beyan, I/35-36; İbn Teymiyye, Mecmûu’l-Fetâvâ, İkinci baskı, 1399 13/365; Suyûtî, el-Itkan fî Ulûmi’l Kur’an, Mısır 1978, II/226).

Hz. Ömer’in oğlu Abdullah’ın sekiz yılda Bakara sûresini ezberlediği nakledilmektedir (Suyûtî, a.g.e., II/226). (Bu ülkede bir senede hatta daha kısa sürede hâfız olmakla veya hâfız yetiştirmekle övünülür. Ebû Hanife gibilerin 4 yaşında veya daha küçükken hâfız olduğu ballandıra ballandıra ve inanılarak anlatılır. Tabii, o hâfızların Kur’an’ı anlamadan ve dayakla öğrendiklerinden sevmeden hâfızlık yaptıkları için şimdi çoğunun eline Kur’an bile alamadığını, İslâmî çalışmalara istisnâ dışında katılanlarının olmadığını hiç hesaba katmazlar.)

Ashâbın Kur’an’a karşı tavırları, onların günümüzde olduğu gibi okuyup geçmediklerini, üzerinde düşüne düşüne ve içlerine sindire sindire okuduklarını göstermektedir. Hatta sahâbenin, muhâkemeleri henüz gelişmemiş ve Kur’an’da anlatılanları anlayamayacak yaştaki çocuklarına Kur’an’ı okutmadıkları ifade edilmektedir (Kettânî, et-Terâtibu’l İdariye, II/296).

İşte ashâbın bu hususlarını göz önünde bulunduran bazı âlimler, Kur’an’ı anlayıp üzerinde düşünmeden onu okumayı hoş karşılamamışlardır (Zerkeşî, Bedruddin, el Burhan fî Ulûmi’l Kur’an, Beyrut, tarihsiz, I/455). Hasanu’l Basrî’nin, (öl. 119/728) anlamını bilmeyen çocuk ve kölelerin Kur’an’ı okumalarından şikâyet ettiği ve bu şikâyetini dile getirirken şu âyeti okuduğu rivâyet edilmektedir (Acurrî, Ebu Bekir Muhammed bin Huseyin, Ahlâku Hameleti’l Kur’an, Beyrut, 1987, s. 50): “Sana bu mübârek Kitab’ı âyetlerini düşünsünler ve aklı olanlar öğüt alsınlar diye indirdik.” (38/Sâd, 29).

Yine tâbiînden Said bin Cübeyr (öl. 95/713): “Kur’an’ı okuyup sonra da onu tefsir etmeyen kişi, kör -veya bedevî- gibidir” demiştir (Taberî, Câmiu’l-Beyan, I/36).

Hz. Ömer hakkında nakledilen şu rivâyet dikkat çekicidir: Hz. Ömer’in hilâfeti döneminde Basra valisi Ebu Mûsâ el-Eş’arî, Hz. Ömer’e bir mektup göndererek Basra’da o yıl Kur’an’ı ezberleme işiyle uğraşanların çokluğundan söz eder ve beytu’l-malden bunlara yardım gönderilmesini ister. Vali ertesi sene aynı istekte bulunur ve Kur’an hıfzıyla uğraşanların kat kat arttığını haber verir. Hz. Ömer’in ona verdiği cevap şöyledir: “Onları kendi halleriyle baş başa bırak. Korkarım ki insanlar, kendilerini Kur’an’ı ezberleme işine kaptırır ve onu anlama işini ihmal ederler.” (Kettani, a.g.e., II/279)  

 

Kur’an âyetleri üzerinde düşünmeden kısa bir müddet içerisinde Kur’an’ın hetmedilmesini selef hoş karşılamamıştır. Buhârî ve Müslim’in de naklettikleri Peygamber ile Abdullah bin Amr arsanda geçen şu konuşma buna ışık tutmaktadır: “Peygamber (s.a.s.) bana, ‘Kur’an’ı bir ayda hatmet’ dedi. ‘Kendimde bundan daha fazlasına güç buluyorum’ dedim. ‘O halde on günde hatmet’ dedi. ‘Kendimde bundan da daha fazlasına güç buluyorum’ karşılığını verdim. Bunun üzerine şöyle dedi: ‘Yedi günde hatmet, daha az bir müddette hatmetme.” (Buhârî, Savm 54, 55, 56, 57; Fezâilu’l Kur’an 34; Müslim, Savm 35; Ebû Dâvud, Salât 8; Tirmizî, Kırâat 13; Nesâî, Sıyâm 76; İbn Mâce, İkametu’s-Salât 187; Ahmed bin Hanbel, Müsned II/162)

Rivâyet edildiğine göre biri Abdullah bin Abbas’a (öl. 68/687) gelerek, okuyuşunun çok süratli olduğunu ve Kur’ân-ı Kerim’i üç günde hatmettiğini söylemiştir. Bunun üzerine Abdullah b. Abbas kendisine şöyle demiştir: “Bakara sûresini bir gecede okuyup onun üzerinde düşünmek ve onu tertîl ile okumak, dediğin şekilde okumaktan daha güzeldir (Acurrî, a.g.e., s. 82).

Bu arada ashâbın Kur’an’a mutlak bir bağlılıkla bağlı olduklarını, gelen emirlere ânında itaat ettiklerini de belirtmek gerekir. Bu konuda pek çok misal zikretmek mümkündür. Bunlardan biri şöyledir:

Enes bin Mâlik şöyle diyor: Peygamber (s.a.s.), daha önce Kudüs’e doğru namaz kılıyordu. Bilâhare “(Ey Muhammed,) Biz senin yüzünün göğe doğru çevrilip durduğunu (gökten haber beklediğini) görüyoruz. Elbette seni, hoşlandığın bir kıbleye döndüreceğiz. (Bundan böyle) yüzünü Mescid-i Haram’a çevir.” (2/Bakara, 144) âyeti indi. Bu âyet indikten sonra biri, Seleme oğullarının yurdundan geçiyordu. Onlar mescide sabah namazına durmuşlardı ve o anda rükûda idiler. Namazın bir rekâtını kılmışlardı. O geçen kişi, kıblenin değiştiğine dair onlara seslendi. Rukûda oldukları halde hemen Kâbe’ye doğru yöneldiler (Müslim, Mesâcid 15).

İçkinin kesin olarak yasaklanması ve diğer emir ve nehiylerle ilgili âyetler indiğinde de aynı hassâsiyeti göstermişlerdir.            

Safiyye binti Şeybe şöyle anlatır: "Biz Âişe ile birlikte idik. Kureyş kadınlarından ve onların üstünlüklerinden söz ettik. Hz. Âişe dedi ki: ‘Şüphesiz Kureyş kadınlarının birtakım üstünlükleri vardır. Ancak ben, Allah'a yemin olsun ki, Allah'ın kitabını daha çok tasdik eden ve bu kitaba daha kuvvetle inanan Ensar kadınlarından daha faziletlisini görmedim. Nitekim Nûr sûresinde "Kadınlar başörtülerini yakalarının üstüne taksınlar...” âyeti inince, onların erkekleri bu âyetleri okuyarak eve döndüler. Bu erkekler eşlerine, kızlarına, kız kardeş ve hısımlarına bunları okudular. Bu kadınlardan her biri Allah'ın kitabını tasdik ve ona iman ederek, etek kumaşlarından başörtüsü hazırladılar. Ertesi sabah, Hz. Peygamber’in arkasında başörtüleriyle sabah namazına durdular. Sanki onların başları üstünde kargalar vardı." (Buhârî, Tefsîru Sûre, (Nûr Sûresi Tefsiri), 6/136; Ebû Dâvud, Libas 32, h. no: 4101)

 

Ashâb zamanında Kur’an âyetleri üzerinde düşünmek ve onları anlamaya çalışmak hususunda herhangi bir kültür düzeyi aranmıyordu. Kur’an okuyan herkes, onu anlamak ve onunla amel etmek için çalışıyordu. Ancak herkesin böyle bir çaba içerisinde olması, hepsinin onu aynı düzeyde anladıkları anlamına gelmez. Anlamını bilmedikleri kelime veya terkipleri Peygamber hayatta iken ona, onun vefatından sonra ise birbirlerine soruyorlardı. 

Sahâbenin Kur’an’ı anlama düzeyleri birbirlerinden farklıydı. Ancak anlama düzeyi düşük olan da Kur’an’ı anlamaya çalışıyordu ve kimse ona, “niçin Kur’an’ı anlamak için uğraşıyorsun? Bu işten vazgeç, seviyen buna müsait değildir” demiyordu.

Dikkat çeken diğer bir husus ise, yanlış anlayanların hatalarını kabullenmeye hazır olmalarıdır. Bu, onların dine olan bağlılık ve samimiyetlerinin, ayrıca birbirlerine olan güvenlerinin göstergesidir.

Ashâb, Kur’an’ı anlamak için önce yine Kur’an’a müracaat ediyorlar. Sonra Peygamber’in sünnetine bakıyorlardı. Bu iki ana kaynakta bulamadıkları konu için ictihad ediyorlar (re’yleriyle hüküm veriyorlar)dı.    

Her kitap anlaşılmak için okunur. Dünya ve âhiret saâdetinin kaynağı olan Kur’ân-ı Kerim’in anlaşılmaması düşünülemez.

Asr-ı saâdet Müslümanlarının önyargısız olmaları, samimi ve kuvvetli bir imana sahip bulunmaları, Kur’an’ı daha doğru anlamalarını kolaylaştırıyordu.

Asr-ı saâdet Müslümanları, Kur’an’ı hiçbir değişikliğe uğramadan sonraki nesillere aktarmakla yetinmemiş, her öğrendiklerini Peygamber’in gözetiminde hayatlarına uygulayarak sonraki nesillere İslâm’ın nasıl yaşanacağı konusunda model toplum olmuşlardı. Onlar, Kur’an’ı öğrenmeyi, onu anlamayı ve hayatlarına aktarmayı birlikte yürütmüşlerdi.

Kur’ân-ı Kerim, âyetleri üzerinde düşünmeyi, onu tedebbür ile okumayı emretmektedir. Sonu “düşünmüyor musunuz?”, “akletmiyor musunuz?” gibi ifadelerle biten birçok âyet vardır. Akıl, insana verilen en büyük nimetlerdendir. Bu nimetin şükrü ise, aklı kullanmak, yani düşünmektir (M. Sait Şimşek, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saâdet’te İslâm, s. 217-236).

İbâdetin üç unsuru (kulluk, itaat ve sadâkat) üzerinde dururken, üstad Mevdûdî, belki bazılarımızın biraz abartılı ve karikatürize edilmiş bulabileceği bir örnekleme ile ibâdet-itaat ilişkisini ve bu dengenin kayboluşunu şöyle açıklar:

“Önce ibadet’in bu anlamını kafanızda tutun, sorularıma ondan sonra cevap verin: Efendisinin kendisinden yapmasını istediği işleri yapmayıp daima elleri bağlı, efendisinin önünde duran ve onun ismini anan bir köle hakkında ne düşünürsünüz? Efendisi ona, ‘git şu şu işleri yap’ diyor; köle bulunduğu yerden kımıldamıyor, eğilip efendisini on kez selâmlıyor, tekrar ayağa kalkıp elleri bağlı öylece duruyor. Efendisi ona, ‘git falan yanlışlıkları düzelt’ diye tâlimat veriyor; ama adam yine yerinden kıpırdamıyor, efendisinin önünde eğilmeye devam ediyor. Efendisi ‘hırsızın elini bu kötü işten kes’ diye emrediyor. Bunu duyan köle, hırsızın elini keseceği yerde efendisinin söylediklerini tekrarlamaktan başka bir şey yapmıyor ve ‘hırsızın elini bu işten kes’ emrini yüzlerce kez tekrarlıyor. Şimdi bu kölenin efendisine gerçekten hürmet ettiğini söyleyebilir miyiz? Sizin kölelerinizden bir tanesi böyle davransaydı ne yapardınız Allah bilir! Allah’ın kullarından böyle davrananların kendilerini Allah’a ibâdete adamış olarak kabul etmelerine şaşmıyorum! Böyleleri sabahtan akşama kadar Allah bilir, kaç kere Kur’an’daki İlâhî emirleri okurlar, ama bunları yerine getirmek için kıllarını bile kıpırdatmazlar. Diğer taraftan ha bire nâfile namaz kılar, ellerine binlik bir tesbih alır ve Allah’ın adını anarlar. Çok acıklı bir makamla Kur’an okurlar! Onları bu halde gördüğünüz zaman; ‘ne kadar müttakî, ne kadar dindar adamlar’ dersiniz. Bu yanlış anlamanın temelinde ibadetin gerçek anlamını bilmemek yatar.  (Ebu’l Hasan Ali Nedvî, İslâm’ın Siyasi Yorumu, s. 77 (Mevdûdi’nin Fundamentals Of İslam adlı eserinden naklen)

 

Allah'a inandığını söylediği halde O’na itaat etmeyenlerin durumu, şu askerin durumu gibidir: Komutan kendisine hayatî önemi olan bir planı verdikten sonra planın yerine getirilmesi için gerekli emirleri de vermiştir. O planın doğru olduğunu bilen, buna kalbiyle de inanan ve diliyle komutanın emirlerine uyacağını taahhüd eden bu adamın verilen emir ve tâlimatların hiçbirini tutmamasının iki sebebi olur: Ya inanmamıştır, ya da inandığı halde zaafları yüzünden emri aksatmıştır. İki halde de cezaya çarptırılır; Birinci durumda inanmayanların cezasına, ikinci durumda da âsilerin cezasına.            

Allah ve O’nun peygamberine isyan, O’nu tanımamak, O’nun koyduğu kanunları hiçe saymak demektir. Bu da insanın İslâm'dan uzaklaşmasına sebep olur. Her tarafından küfrün her çeşidiyle her şekilde kuşatılan günümüzün müslümanı, müslüman kalmak ve müslüman ölmek için ashâb gibi canlı Kur’an olmaya çalışmalıdır.’ Bu devirde “müslüman” ismini benimsemek, ciddî ve büyük bir iddiadır. Bu iddianın isbatı, tüm iç ve dış zorluklara rağmen, Kur’an’ın tâbî tuttuğu itaat ve isyan sınavlarını başarmaktır. Cennetin bedeli Kur’an’a itaat; cehennemin sebebi Kur’an’a isyandır.

Ashâbın temel özelliği, kendilerini Kitab’ın ve Peygamber’in yönlendirmesidir. Onlar KİTAPLI nesildir. Bugün fert ve toplumları Kitap yönlendirmiyor. Vatandaşa "Kitapsız!" denildiğinde hemen herkes bu sözü büyük bir hakaret kabul eder ama, yaşayışıyla bu sözü hak edip etmediğini düşünmez. Kitapsız toplumdur cahiliyye toplumu. Devlet, Kitapsız devlettir. Öldükten sonra sorulacak sorulardan birinin  "Kitabın ne?" sorusu olacağı hadis-i şeriflerde bildirilmiştir. "O gün onların ağızlarını mühürleriz; yaptıklarını bize elleri anlatır, ayakları da şahitlik eder."  (36/Yâsin, 65). “Kitabın ne?” sorusuna o gün ellerimiz "falan gazete", "filânın nutku", "falan anayasası", ya da "şu kanal", "bu televizyon"... diyebilir. Yani, Kitabımız diye iddia ettiğimiz Allah'ın Kitabı yerine, bize yön veren, bizim O Kitap'tan, yani Kur’an’dan fazla okuyup baktığımız, etkilendiğimiz, uyduğumuz ne ise vücudumuz yalan da söyleyemeden onları itiraf edecektir. "Kitabım Kur'an" sözü bir tekerleme ve bir iddiadan mı ibârettir, yoksa tümüyle yaşayışımıza yön veren gerçeği mi yansıtmaktadır? İnanmak, inandığını yaşamaktır. Ateşin yakıcı olduğuna inanan, kolay kolay elini ateşe uzatmaz. Kur’an’ın haber verdiği cehenneme gerçekten iman eden kimse de Kur’an’daki hükümlere itaat etmeyerek cehenneme doğru hızla koşmaz.       

 

Kur'an, Peygamberimiz'in en büyük mûcizesidir. Diğer mûcizeler, belirli bir zamanda ve belirli bir yerde yaşayan sınırlı sayıdaki insanın şahid olduğu olağanüstülükler olduğu halde; Kur'an, her coğrafyada, Peygamberden sonra her tarih diliminde yaşayanlar için apaçık görülen bir mûcizedir. Edebiyat yönüyle mûcizedir, benzerinin yazılamayacağı için mûcizedir, problemlere çözüm getirip ölümcül hastalıklara şifa olduğu için mûcizedir, evrensel hakikatleri ihtiva etmesi yönüyle mûcizedir. Değiştirilmesi gerekmeyen, eskimeyen ve en âdil kanunları içermesi yönüyle mûcizedir.

Tarih, coğrafya, cinsiyet, maddi farklılıklara rağmen tüm insanları her yönüyle kuşatması, her topluma ve her bireye çıkış yolları göstermesi yönüyle mûcizedir. Okunmasıyla, kolay öğrenilmesiyle, okunuşunda ruhları arındıran, dinlendiren âhengi, musikisi ile, ruhları huzura kavuşturan, gönülleri titreten nağmeleriyle mûcizedir. En çok okunan kitap olması, en çok ve en kolay ezberlenen kitap olması yönüyle mûcizedir. Anlamlarının derinliğiyle mûcizedir. En doğru, en güzel kelâm olması, bıktırmaması, okundukça güzelliğinin artması yönüyle mûcizedir. Bitmeyen hazineleriyle, gaybdan verdiği haberlerle mûcizedir...   

Bütün mûcizelerinin yanında Kur'an, tarihin akışını değiştirmiş, en köklü değişiklikleri gerçekleştirmiş, en sağlam nizamı oluşturmuş, pratikte muhteşem meyvelerinin görüldüğü, her isteyene nimetlerini sunan bir ağaçtır. Kendisine yönelenlere sırlarını açan, hazinelerini saçan gökten inen muazzam bir sofradır. Göklere doğru tırmanmak, yükselmek isteyenlere Allah'ın uzattığı kopmaz bir iptir. Tarihin şâhid olduğu en büyük devrim, Kur'an'ın gerçekleştirdiği inkılâptır. Câhiliye bataklığından Kur’an sâyesinde çıkıp dünyaya insanlık öğreten ashâb bunun canlı örneğidir. Kur'an, kişileri kısa zamanda,  tepeden tırnağa değiştirdiği gibi; toplumları da nûruyla ihyâ etmiş, diriltmiş, değiştirmiş, dönüştürmüştür.

 

Ashâbı ashâb yapan Kur’an’dır. Saâdeti asra taşımak ve asr-ı saâdeti yaşamak için biz de Kur’an’a ashâb gibi sarılırsak sahâbeleşmiş oluruz. Onlara Allah’ın ihsânı olan dünyada devlete âhirette sonsuz nimete biz de kavuşuruz. Fert planında sözgelimi, Ebû Cehil'in samimi arkadaşı, eli silâhlı katil adayı Ömer, Peygamber'i öldürmeye giderken kendisi dirilmiş, dinlediği Kur'an onu bir anda değiştirivermiştir. Gaddar, zâlim Ömer, Kur'an sâyesinde insanları ihyâ eden, karıncayı ezmemek için yere dikkatli basan merhamet ve adâlet timsali Hz. Ömer oluvermiştir. Fert planında tek tek yaşanan bunun gibi sayısız örnekler yanında, Kur'an, toplumu da, düzeni de kökten değiştirmiştir. Kabile halinde yaşayıp, sık sık birbirlerine saldıran,   o güne kadar tarihte ciddi varlık gösteremeyen, devlet ve medeniyet nedir bilmeyen baldırı çıplak insanlar, Kur'an'ın gerçekleştirdiği inkılâp sayesinde çok kısa bir zaman içinde üç kıtada at koşturan, en büyük devlet ve medeniyet oluşturmuşlardır.

Gerçek Anlamda Çağ Kapatıp Çağ Açan Sadece Kur’an’dır.

 

Ashâbın Kur’an’a yaklaşımı konusunda söylenmesi gereken bir husus da, ashâbın kayıtsız şartsız Kur’an’a teslim olması sâyesinde Kur’an’ın onların dünyasını da tümüyle güzelleştirmesidir. Kur'an çağ kapatıp çağ açmıştır. Hemen her konuda olduğu gibi, cahiliyyenin çağ anlayışı da cahilcedir. İnsanlığın hattındaki en büyük fay kırılmasını da hakkı görmek istemediği için görmezden gelir, farklı çağ anlayışını zanna ve uydurmalara dayanarak değerlendirir. İslâm'ın çağ anlayışı, tevhid mücâdelesini yansıtan olaylarda, vahyin verdiği doğru haberler ışığındadır. İlk insan, aynı zamanda ilk peygamberdir. Ülü'l-azm denilen büyük peygamberler de çağ kapatıp çağ açmış devrimci liderlerdir. Nuh tufanı, o tarihte ve sonraki etkileriyle yeni bir çağı belirler. İbrahim (a.s.) putperest çağa destansı meydan okumaları ve mücâdeleleriyle tevhid çağını yeniden oluşturan inkılabın köşe taşıdır. Musa (a.s.) ve İsa (a.s.) da öyle. Ve en büyük inkılab, Kur'an'ın yaptığı inkılab; en büyük inkılabçı da Hz. Muhammed (s.a.s.)'dir. Kur'an'la cahiliyye çağı kapanmış; mutluluk çağı başlamıştır. Kur'an'la birlikte Kur'an'ın oluşturduğu yeni çağın adı asr-ı saadet; inkılabçı insanın adı da müslüman'dır artık. Diğer devrimler, adına inkılab denilemeyecek basit, sınırlı, sahte, avutucu değişimlerdir. Daha doğrusu zindanları değiştirmenin adına devrim denilmeye başlanmıştır. Karanlıklar, zulümler, zindanlar arasındaki değişikliğin adına devrim; küçük değişikliklerin veya tahmine ya da uydurmaya dayanan zaman dilimlerinin adı çağ olamaz.         

İnsanlık, bugün bilmem kaçıncı câhiliyye çağının karanlıklarında yaşıyor. Kur'an'da "câhiliyye" kelimesi dört yerde geçer. Bu dört âyet, câhiliyyenin dört özelliğini belirtir. Cahiliyye, İslâm'a zıt, putçu bir inanç sistemidir. (bkz. 3/Âl-i İmran, 154) Câhiliyye bir hayat felsefesi, taassup içeren bir yaşam biçimidir (bkz. 48/Fetih, 26). Câhiliyye ahlâksızlık, hayâsızlıktır (bkz. 33/Ahzâb, 33). Ve câhiliyye bir devlet anlayışı, bir yönetim biçimidir: "Yoksa onlar, câhiliyye hükmünü, idaresini mi istiyorlar? İyi anlayan bir topluma göre, hükmü Allah'tan daha güzel kim var?" (5/Mâide, 50). Câhiliyyenin temel vasıflarından kölelik hâlâ hükmünü sürdürmektedir. İnsanlar bugünkü modern câhiliyyede şeytanın, nefislerinin, hevâ ve heveslerinin kölesi durumunda yaşarlarken; bir yandan da kullara kulluk-kölelik yapmaktalar. Yabancı emperyalistler ve yerli sömürücüler modern köleliği devam ettiriyorlar. Eski câhiliyye devrinde bazı insanlar kızlarını diri diri toprağa gömüyorlar, kızlarının dünya hayatlarını yok ediyorlardı. Günümüzdeki modern câhiliyyede kız-erkek bütün çocuklar, öldürülmelerin en kötüsüne mahkûm ediliyor. Çocukların fıtratları bozulduğu ve mü'mince yaşatılmadığı için âhiretleri, ebedî hayatları mahvediliyor (Tabii, kürtaj,  intihar, uyuşturucu gibi şeyleri saymaya gerek görmüyorum). Kısaca, Kur'an gelip Arap câhiliyyesini değiştirmeden o toplumda neler varsa, onlar modern biçimde bugün de, buralarda da arz-ı endam etmektedir. 

 Peki, Kur'an, aynı Kur'an olduğuna göre, bugünkü câhiliyyeyi niye değiştiremiyor? Bugünkü insanlar Kur'an okudukları halde, niçin karanlıklardan sıyrılıp değişik bir kimliğe bürünemiyor? Yani Kur'an, niye artık inkılâb yapamıyor?! Kur'an değişmemiştir ama, Kur'an okuyanlar başkalaşmıştır. Kur'an anlayışı, Kur'an'a bakış, Kur'an'a yaklaşım değişmiştir. Kur'an, aynı Kur'an'dır ama, Kur'an'a yönelmesi gereken insan, Kur'an'a sahâbe-i kiram gibi yönelmiyor. Çeşme, bin dört yüz yıldır akmaktadır. Bu güne kadar onun hayat veren lezzetli suyunu içenleri suladığı, nimetlendirip dirilttiği gibi, hâlâ canlandıran rahmet suyunu sunmaya devam etmektedir. Ama biz, kabımızı o çeşmenin altına tutmuyor, çeşmeden yararlanmayı bilmiyorsak suç elbette çeşmenin değil; bizimdir. Karanlıklarda yaşayan insan, çeşmenin yolunu unutmuş olabilir ama, çeşmenin suyundan az da olsa tatmış olanların yapmaları gereken büyük görevleri olmalıdır. Hele o çeşmenin yanı başındaki yangınları farkeden itfaiyeci (dâvet ve tebliğci) görevini yapmıyorsa, karanlıktan yararlanarak yangını çıkaran ve değişik araçlarıyla yangını körükleyenler kadar, o da suçlu değil midir? Kendilerini ve toplumlarını değiştirmek isteyenlere Kur'an yardıma hazırdır; referansları, örnekleri ortadadır. Değişim ve dönüşüm projelerini, kendisine yöneleceklere sunmaya, yol göstermeye, yollarını aydınlatmaya hazır beklemektedir.           

Bir ilâcın şifâya vesile olması için, o ilacın kullanılması gerekir. Sadece reçetenin veya prospektüsün okunmasıyla şifa beklenemez.  "Kur'an şifâdır." (10/Yûnus, 57; 17/İsrâ, 82; 41/Fussılet, 44). Hem ferdî hastalık, problem, stres ve buhranlarımıza; hem de sosyal kargaşamıza. Aynı zamanda devlet yönetiminin ölümcül hastalıklarına şifâdır. Bunun böyle olduğu sayısız deney ve tecrübelerle kanıtlanmış tarihî ve güncel bir vâkıadır. Aynı ilaç, bayatlamadan bozulmadan duruyor. Raflarda, kabından açılmadan tutuluyor. Uygulayacak hastaları bekliyor. 

Kur'an, gerçekten âlemlerin Rabbı nâmına bir İlâhî hitaptır. Bütün kâinatın Sahibi, bütün mahlûkatın Hâlikı nâmına bir ezelî konuşmadır. Hakîm, Kerîm ve Rahîm bir Rabbin kelam-ı Ezelîsi olarak sonsuz hikmet, kerem ve rahmet yüklüdür. Furkan'dır ve mu'cizü'l-beyandır. Dolayısıyla onu okumak, okumaların en güzelidir. Onu dinlemek, dinlemelerin en güzelidir. Onunla düşünmek, tefekkürün en güzelidir. Ona göre yaşanan bir hayât, hayâtların en güzelidir. Tüm bunlarla birlikte, unutulmaması gereken husus, eşsiz bir hidâyet rehberi olan Kur'an'ın doğru bir niyetle okunmasıdır.

Mü'min, Kur'an insanıdır. O'nu okumak, anlamak ve yaşamakla emrolunmuştur. İnandığı ve hayat nizamı edindiği Kur'an'a karşı mü'minin ilk vazifesi, O'nu sık sık okumaktır. Kur'an'ın ilk emri "oku"  iken O'nu okuyamamanın mâzereti olamaz. Her mü'min, asgari olarak günde beş defa namaz aracılığı ile Kur'an'la doğrudan doğruya bir bağlantı kuracaktır. İslâm'ın iman, ahlak, iktisat, hukuk vs. düsturlarını teşkil eden Kur'an âyetlerini, Rabbinin huzurunda, Rabbinden indirildiği şekliyle okuyarak ve dinleyerek Allah'a ibâdet edecektir. Kur'an'ı okumak, mü'min için ne derece lüzumlu ise, öğrendiklerini korumak ve unutmamak da o nisbette zarûrîdir. Kur'an'ı okumaktan asıl gaye, onu anlamaktır. İslâm, ana kanunlarını teşkil eden Kur'an'ın anlaşılmasını belirli bir zümrenin tekeline bırakmamıştır. Kur'an, her bir kişi için gönderilmiştir ve Kur'an mesajı ana hatlarıyla herkes tarafından anlaşılacak kadar açıktır. "Andolsun ki biz, Kur'an'ı anlaşılması; üzerinde düşünülmesi için kolaylaştırmışızdır. O halde bir düşünen (ibret alan) var mı?" (54/Kamer, 17) Kur'an'ı biraz olsun anlayarak okumuş olmak için, Kur'an'ın orijinal harfleriyle yazılmış metnini ihtivâ eden meal ve tefsirlerden sıra ile günlük dersler takip etmeliyiz. Bir sayfa metin, akabinde de okunan sayfanın meal ve tefsirini okumalıyız. Ayrıca, çeşitli konulardaki Kur'an âyetlerini açıklayan ilmî eserleri de ciddi bir gayretle takip etmeliyiz. Kur'an'ı okumanın, onu anlamak için olacağı gerçeğini kavrayamayan bir çok mü'min, Kur'an'ı yıllarca okudukları, defalarca hatmettikleri halde, meal ve tefsirlere rağbet etmedikleri için, Kur'an'ın mânâ zenginliklerinden feyz alamamışlar, ellerindeki Kitab'ı hayatlarına geçirememişlerdir. Biz, bu duruma düşmemeliyiz.

Kur'an'ımızı okumak, anlamak için olacağı gibi; anlamak da şüphesiz tatbik etmek için olacaktır. Mü'minin Kur'an'a imanı, zaten onu yaşamak içindir. "İşte bu Kur'an, indirdiğimiz mübarek bir Kitabdır. Artık Kur'an'a uyun, (onun emir ve yasaklarına aykırı davranıştan) sakının ki merhamet olunasınız." (6/En'âm, 155) Mü'min, Kur'an'ı, musikisinden yararlanmak ve kültürünü artırmak için okumayacaktır. Onu yaşamak için öğrenecek, okuyacak ve dinleyecektir. "Allah, şu Kur'an'la amel eden toplumları yükseltir. Onun izinden gitmeyenleri de alçaltır."  (Riyâzü's-Sâlihin ve Terc. II, 341). 

Tatbik olunmayan bilgilerden bir menfaat edinilemeyeceği gibi; inanılan, okunan, anlaşılan, fakat yaşanmayan Kur'an'dan da özlenen faydalar sağlanamayacaktır. "Benim zikrimden (Kur'an'ımdan) yüzçeviren kişi(ler) için (buhranlarla dolu) dar bir hayat ve geçim sıkıntısı vardır." (20/Tâhâ, 124).

Bir ilke, bir kanun fert ve cemiyet hayatında ilgi ve saygı görüyor, tatbik olunuyorsa onun varlığının anlamı ve değeri vardır. Yok, sadece varlığına ve gerekliliğine inanılmakla yetiniliyor da fertlerin irâdelerine ve toplum hayatının akışına yön vermiyorsa onun mevcûdiyetinin fiilî bir önemi yoktur. İnanılan ve kabul edilen bu ana kaideyi iman ve amel hayatımıza uygulayarak şu soruları kendimize yöneltebiliriz:

Yüce Allah'ın varlığına, birliğine, yaratıcılığına, bilgisi ve gücü sınırsız, ortağı olmayan bir Rab olduğuna inanmamızın hayatımızdaki rolü nedir? Onun bildirdikleri, emirleri ve yasaklarını ihtivâ ettiğine inandığımız Kur'an-ı Kerim'in kişisel ve sosyal hayâtımızdaki etkinliği nedir? Kur'an-ı Kerim vicdanların hâkim düzeni ve pratik hayatın tatbik edilir nizamı olmadan mâziyi, hali, istikbali bilen Allah'ı fiil ve hayâtımızda biricik ma'bud; ortaksız ilâh tanımamız mümkün müdür? Elbette ki değildir. Zira Allah'ın haram kıldıklarını helâl kılan, helâl kıldıklarını da haram kılan kişileri ve sosyal kurumları meşrû tanımak, onları ma'bud edinmektir. İlâhî yasaları yürürlükten düşürmek ve bu yasalarla çelişen prensipleri yüceltmek ise Allah'a şirk koşmaktır.

Devrimiz müslümanları, ilâhlar edinip Allah'a ortak koşmayı, sadece putlara tapmak gibi eksik ve kısır bir anlayış içinde kabul eder olmuşlardır. Bu kabulden ötürüdür ki, Allah'ın ferdî, ailevî ve ictimaî hayâtı tanzim edecek emir ve yasaklarını içeren Kur'an-ı Kerim, düzenleyicisi olması gereken günlük hayâttan çekilmiştir. Dirileri canlılığa ve ebedîlik aşkına erdirmesi gerekirken mezarlık kitabı olmuştur. "Ümmetimle ilgili olarak korktuklarımın en korkutucu olanı, Allah'a şirk koşmalarıdır. Dikkat edin, ben size onlar aya, güneşe ve puta tapacaklar demiyorum. Fakat Allah'tan başkasının emirlerine ve arzularına göre iş yapacaklar. (Bu da onlar için Allah'a bir nevi şirk koşmak olacak.)" (İbn Mâce, Hadis no: 4205)

Allah'ın yanı sıra ilâhlar tanımak, bağışlanmayacak ve cehennem azabına uğratacak pek büyük bir suç olduğu içindir ki, ilk mü'minler ilâhlar edinme anlamına gelebilecek davranışlardan şiddetle kaçınıyorlardı. Bu sebepledir ki Kur'an'la bildirilen helâllar ve haramlarla çelişen inançları, gelenekleri ve uygulamaları hemen bırakıyorlardı. Kur'an-ı Kerim'in yasalarına uymayı Allah'ı ma'bud tanımanın gereği görüyorlardı. Bu şuurlarından ötürüdür ki Rabbimizin Kur'an'da "Namaz kılınız" emri gelince bütün mü'minler namaz kılmaya başlamıştı. "Zekât veriniz" emri gelince, şartlarını taşıyan mü'minler, vermeyi bir iman zevki ve vicdan neşesi haline getirmişlerdi. "Savaşınız" buyruğu ise bütün mü'minleri iman saflarında savaşmaya hazırlamıştı.

Allah'ı biricik ma'bud; ortaksız ilâh kabul etmeyi, O'nun kitabı Kur'an'ın düsturlarına göre yaşamak mânâsına anlayan ilk mü'minlerin hayatından bir örnek verelim:

Asrımızın câhiliyyesi gibi karanlık bir câhiliyye hayatı yaşayan miladi 6.-7. asır Araplarında alkollü içkiler her dudağın sevgilisi, her merasimin protokol gereğiydi. Böyle bir cemiyetin insanı olan Ebû Büreyde şöyle nakleder: "Bir gün oturmuş içki içmeye başlamıştık. Ben bir ara kalktım, Peygamber'in huzuruna çıktım, selâm verdim ve orada içkinin haram edildiğini bildiren âyetin indirildiğini öğrendim. Derhal arkadaşlarımın yanına döndüm ve alkollü içkileri içme yasağını bildiren âyetleri "... artık bu iptilâdan vazgeçersiniz değil mi?" (5/Mâide 90) cümlesine kadar okudum. Arkadaşlarım hemen kadehlerindeki içkileri döktüler, küpleri devirdiler ve 'Vazgeçtik yâ Rabbi! Vazgeçtik yâ Rabbi!'  dediler." (İbn Kesir, 5/Mâide 90 âyetinin tefsiri).

    

Peygamber devrinin her mü'mini, Kur'an'ın ferdî ve ailevî hayatı tanzim eden her emrini, sosyal, iktisadî ve hukukî münâsebetleri düzenleyen her düsturunu aynı iman ve şuurla derhal tatbik ediyor ve Kur'an'ı yaşanan bir nizam haline getiriyordu. Onlar biliyorlardı ki, Kur'an'ın yüce emir ve yasaklarını tatbik etmemek; şanlı Peygamber'in önderliğinde yaşamamak, imanı anlamsız kılmak, hayâtı gayesiz bir mâceraya sürüklemek, âhiret saâdetini putperestliğe fedâ etmektir. Biz de bugün kişilerin putlaştırıldığı, düzenlerin ilâhlaştırıldığı modern câhiliyyede yaşıyoruz. Dünya ve âhirette hor ve hakir olmaktan kurtulmak için ashâbın Kur'an'a yaklaştığı gibi yaşamalıyız. Sadece Allah'a kul olabilmek, özgürlüğe kavuşup yükselmek için Kur'an'ı harfiyyen ve aynı heyecanla hayatımıza geçirmeliyiz. "(Siz) O'nun Kitabı Kur'an'a uyun. O'nun emirleri ve yasaklarına aykırı gitmekten de sakının ki merhamet olunasınız (da dünya ve âhirette mutluluğa eresiniz.)"  (20/Tâhâ, 98; 6/En'âm, 155). (3)

Ne mutlu Kur’an gölgesinde hayatını sürdüren canlı Kur’an’lara! Allah’ın emirlerini öğrenir öğrenmez “dinledik ve itaat ettik” deyip hemen eyleme geçen; Allah’ın itaati yasakladığı ilke, görüş, kural ve kişilere karşı da “ne dinliyoruz, ne de itaat ediyoruz!” deyip sözünün eri olan cihad erlerine selâm olsun. 

 

 

Kur’an’da Kur’an

Kur'an, kendisini bir kılavuz, rehber olarak tanıtıyor. Kur'an, insanlara hayâtları boyunca takip etmeleri gereken esasları, yasaları gösteren ve onları teşvik eden bir kitaptır. Kur'an, akleden insanlar için bir öğüt ve hatırlatmadır. Kur'an'ı, kendi dilinden tanımaya çalışalım:

"Elif Lâm Râ; Bunlar, gerçeği açıklayan Kitab’ın âyetleridir. Biz, onu anlayasınız diye Arapça bir Kur'an olarak indirdik. Biz, bu Kur'an'ı sana vahyederek en güzel kıssaları anlatıyoruz. Oysa, daha önce sen bunlardan habersizdin." (12/Yûsuf, 1-2)

"Bu, Allah'ın izniyle, insanları karanlıklardan aydınlığa, güçlü ve hamde lâyık olan, göklerde ve yerde olanların sahibi Allah'ın yoluna çıkarman için sana indirdiğimiz kitaptır." (14/İbrahim, 1-2)

"Kur'an, âlemler için bir öğüt ve hatırlatmadan başka bir şey değildir." (68/Kalem, 52)

 

"Bu Kitap, hiç şüphesiz muttakiler için rehberdir." (2/Bakara, 2)

"Bu Kur'an, onunla uyarılsınlar, tek bir ilah bulunduğunu bilsinler ve akıl sahipleri öğüt alsınlar diye insanlara tebliğ edilmiştir." (14/İbrahim, 52)

 

"De ki, Kur'an'ı Ruhul Kudüs (Cebrail) Rabbinin katından mü'minlerin imanlarını pekiştirmek, müslümanlara doğruluk rehberi ve müjde olmak üzere hak olarak indirmiştir." (16/Nahl, 102)

 

"Bu Kur'an, insanlara bir açıklama, muttakilere yol gösterme ve bir öğüttür." (3/Âl-i İmran, 138)

 

"Doğrusu size Allah'tan bir ışık ve apaçık bir Kitap gelmiştir. Allah, rızâsını gözetenleri onunla selâmet yollarına eriştirir ve onları, izni ile karanlıklardan aydınlığa çıkarır, onları doğru yola iletir." (5/Mâide, 16)

 

"O halde Allah'ın indirdiği Kitap ile aralarında hükmet. Allah'ın sana indirdiği Kur'an'ın bir kısmından seni vazgeçirmelerinden sakın. Onların heveslerine uyma. Eğer yüzçevirirlerse bil ki, Allah, bir kısım günahları yüzünden onları cezalandırmak istiyor. İnsanların çoğu gerçekten fâsıktırlar." (5/Mâide, 49)

"İşte bu Kur'an, indirdiğimiz mübarek bir Kitabdır. Artık Kur'an'a uyun, (onun emir ve yasaklarına aykırı davranıştan) sakının ki merhamet olunasınız." (6/En'âm, 155)

 

"Biz sana onu böyle Arapça bir Kur'an olarak indirdik ve onda tehditleri türlü biçimlerde açıkladık. Belki sakınırlar veya onlara bir öğüt olur." (20/Tâhâ, 113)

 

"Andolsun, bu Kur'an'da insanlara her çeşit misali türlü şekillerde açıkladık. Ama insanların çoğu inkâr ederek yüzçevirirler." (17/İsrâ, 89)

 

"Âlemlere uyarıcı olsun diye kuluna hak ile bâtılın arasını ayıran ölçüyü indiren ne yücedir!" (25/Furkan, 1)

 

"De ki, bu, mü'minlere doğruluk rehberi ve şifâdır." (41/Fussılet, 44)

 

"Kur'an'ı insanlara ağır ağır okuman için bölüm bölüm indirdik." (17/İsrâ, 106)

 

"Rabbınızdan size indirilen Kitaba uyun; ondan başka veliler edinerek onlara uymayın. Pek az öğüt dinliyorsunuz." (7/A'râf, 3)

 

"O gün zâlim kişi ellerini ısırıp 'keşke Peygamber'le beraber bir yol tutsaydım, vay başıma gelene, keşke falancayı dost edinmeseydim, and olsun ki beni, bana gelen Kur'an'dan o saptırdı. Şeytan insanı yalnız ve yardımcısız bırakıyor.'  der. Peygamber: 'Ey Rabbım, doğrusu kavmim/toplumum bu Kur'an'ı terk etmişti.'  der." (25/Furkan, 27-30)

 

"Benim Kitabımdan yüzçeviren bilsin ki, onun dar bir geçimi olur ve kıyamet günü de onu kör olarak haşrederiz. O zaman,  'Rabbim, beni niye kör olarak haşrettin? Oysa ben gören bir kimseydim'  der. Allah: 'İşte böyle, âyetlerimiz sana gelmişti de sen onları unutmuştun (önemsememiştin, arkana atmıştın) bugün de öylece unutulursun'  der." (20/Tâhâ, 124-126)

 

"Gerçekten, indirdiğimiz belgeleri ve doğru yolu Kitapta insanlara açıkladıktan sonra, onu gizleyen kimselere hem Allah lânet eder, hem de bütün lânet edenler lânet ederler. Ancak tevbe edip hallerini düzeltenler hariç. Onların tevbesini kabul ederim." (2/Bakara, 159-160)

 

"Gerçekten, Allah'ın indirdiği Kitaptan bir şeyi gizlemede bulunup da onu az bir değere değişenler var ya, onların karınlarına tıkındıkları ancak ateştir. Allah, kıyamet günü onlarla konuşmaz ve onları günahlarından arındırmaz. Onlara elem verici bir azap vardır." (2/Bakara, 174)

 

"Kur'an'ı işlerine geldiği gibi bölenlere de azabı indirmişizdir. Onlar Kur'an'ı bölüp ayıranlardır. Rabbine and olsun ki mutlaka yaptıklarının hesabını hepsine soracağız. Sana emrolunanı açıkça söyle ve müşriklerden yüzçevir!" (15/Hicr, 90-94)

 

"Yoksa siz Kitab'ın bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Sizden öyle davrananların cezası dünya hayâtında ancak rüsvaylık; kıyamet gününde ise en şiddetli azaba itilmektir. Allah sizin yapmakta olduklarınızdan asla gafil değildir." (2/Bakara, 85)

 

"Onlar Kur'an'ı düşünmezler mi, yoksa kalpleri mi kilitli?" (47/Muhammed, 24)    

 

"Andolsun ki biz, Kur'an'ı anlaşılması; üzerinde düşünülmesi için kolaylaştırmışızdır. O halde bir düşünen (ibret alan) var mı?" (54/Kamer, 17)

 

"Kim benim zikrimden (Kur’an'dan) yüz çevirirse şüphesiz onun sıkıntılı bir hayâtı olacak ve biz onu, kıyamet günü kör olarak haşredeceğiz. O: 'Rabbim! Beni niçin kör olarak haşrettin? Oysa ben, hakikaten görür idim!' der. (Allah) buyurur ki: İşte böyle. Çünkü sana âyetlerimiz geldi; ama sen onları unuttun. Bugün de aynı şekilde sen unutuluyorsun. Doğru yoldan sapanı ve Rabbinin âyetlerine inanmayanı işte böyle cezalandırırız. Ahiret azabı, elbette daha şiddetli ve daha süreklidir." (20/Tâhâ, 124-127) 

        

"Elif, Lâm, Râ. Bu Kur'an, öyle bir Kitaptır ki, insanları Rablerinin izniyle zulumâttan nura, her şeye gâlip ve hamde lâyık olan Allah'ın yoluna çıkarmak için onu sana indirdik." (14/İbrahim, 1) "O (Kur'an) sizi zulumâttan nura çıkarmak için apaçık âyetler olarak kuluna (Peygamber'e) indirilmiştir." (39/Zümer, 39) "O bir peygamber gönderdi; Allah'ın açıklayıcı âyetlerini sizlere okuyor ki iman edip sâlih amel işleyerek zulumâttan nura çıkasınız." (65/Talâk, 11)

Vuslat, sayı 87, Eylül 2008

 

 

            Kur’an’sız Ramazan, İçi Boş Sahte Cennet Gibidir 

                                                                                  

                                                                                                       Ahmed Kalkan                                             

                                                                                                Bu e-Posta adresi istenmeyen posta engelleyicileri tarafından korunuyor. Görüntülemek için JavaScript etkinleştirilmelidir.

                                                                                                              www.ahmedkalkan.net

Ramazan ayını diğer aylardan üstün kılan nedir? Ramazan’ın özelliklerini sayarak diğer aylardan farkını anlamaya çalışalım: Ramazan, oruç ve az yeme ayıdır. Ramazan, nefisle cihad ayıdır, olgunluk ve sabır ayıdır. Teravih başta olmak üzere nâfile ibâdetlerin daha çok yapıldığı ibâdet ayıdır. Zekât ve fıtır sadakasının verildiği bereketli bir aydır. Fakirlerin hatırlanıp gözetildiği cömertlik ayıdır. Şeytanların ve şeytânî arzuların bağlandığı rahmet ve mağfiret ayıdır. Kötü alışkanlıkların terk edilip iyi alışkanlıklar edinilmeye çok müsait bir aydır. Ramazan, bir okuldur. Ama, Kur’an onu, bütün bu özelliklerinden başka bir özellikle tanıtıyor. Bunlar doğrudur, ama Ramazanı Kur’an’ın tanıttığı gibi tanıtmaya yetmez. Rabbimiz onu bize Kur’an’ın indirildiği ay olarak tanıtıyor. Evet, Kur’an’a göre Ramazanın en önemli özelliği, bu ayın Kur’ân-ı Kerim ayı olmasıdır. Ramazan gücünü, şerefini ve güzelliğini Kur'an'dan almaktadır. “Ramazan ayı ki, insanlara dosdoğru yolu gösteren ve hakkı bâtıldan ayırma ölçüsü ve hidâyet için belgeler içeren Kur'an onda indirilmiştir…” (2/Bakara, 185).

Ramazan ayının değerli oluşu, insanlığı kurtaracak mesajın bu ayda indirilmesinden kaynaklanmaktadır. Kur’an’ın indirildiği gece bin aydan hayırlı olduğuna göre (97/Kadr, 3), Kur'an'ı okumaya, anlamaya ve yaşamaya ayrılan bir gün de, bin aydan daha hayırlı olacağı değerlendirilmelidir. Her gün ve gece Kur'an'a uygun olarak ihyâ edilmelidir. Kur’an’ı indiriliş gayesine uygun olarak okuyup hükümlerini ferdî olarak itikadî, ibâdî, ahlâkî ve ekonomik bütün yönleriyle yaşarsak, sosyal ve siyasal hayata hâkim kılıp tatbik ettirme çabasında bulunursak, yani vahyi gönlümüze ve yaşayışımıza indirirsek, o zaman biz de bin insandan hayırlı oluruz, böyle yaşadığımız gün ve geceler de bin aydan üstün olur.

Değeri Kur'an'dan kaynaklanan Ramazan, Kur'an'dan daha çok önemsenirken, Kur'an ihmal edilmiştir. Rasûlullah’ın ümmetinden şikâyetçi olacağı tek husus vardır: “(O gün) Peygamber şöyle der: ‘Ey Rabbim! Doğrusu benim toplumum, bu Kur’an’ı terk etmişti (uzak durmuş, onunla amel etmemişti).” (25/Furkan, 30)

Unutmayalım, Kur’an’ın indiriliş amacına uygun yaşadığımız gün ve gece bizim için Kadir gecesi, böyle yaşadığımız ay bizim için diğer aylardan çok üstün Ramazan’dır. Yoksa rahmet çeşmesinin büyüklüğü, ondan yararlanmasını bilmeyen, susuzluğunu gidermek için su kabını veya ağzını çeşmenin altına yerleştir(e)meyen kimseler için hiçbir şey ifade etmez. Çeşme, bindört yüz yıldır akmaktadır. Bu güne kadar onun hayat veren lezzetli suyunu içenleri suladığı, nimetlendirip dirilttiği gibi, hâlâ canlandıran rahmet suyunu sunmaya devam etmektedir. Ama biz, kabımızı o çeşmenin altına tutmuyor, çeşmeden yararlanmayı bilmiyorsak suç elbette çeşmenin değil; bizimdir. Karanlıklarda yaşayan insan çeşmenin yolunu unutmuş olabilir, ama çeşmenin suyundan az da olsa tatmış olanların yapmaları gereken büyük görevleri olmalıdır. Hele o çeşmenin yanı başındaki yangınları farkeden itfaiyeci (dâvet ve tebliğci) görevini yapmıyorsa, karanlıktan yararlanarak yangını çıkaran ve değişik araçlarıyla yangını körükleyenler kadar, o da suçlu değil midir? Kendilerini ve toplumlarını değiştirmek isteyenlere Kur'an yardıma hazırdır; referansları, örnekleri ortadadır. Değişim ve dönüşüm projelerini, kendisine yöneleceklere sunmaya, yol göstermeye, yollarını aydınlatmaya hazır beklemektedir.           

Ramazan, Kur’an’ın kendisine indiğini bilen ve ona göre hayatını tanzim eden kimselerin Ramazan’ıdır. Kur’an’ı ve hükümlerini önemsemeyen, ya da başka şeyleri Kur’an’a tercih eden, Kur’an’a ters ilke ve yaşama biçimlerini reddetmeyen kimseler için, yani Kur’an’sız, Kitapsız yaşayanlar için Ramazan da yoktur bayram da. Kur’an kendisine inmemiş gibi Kitapsız şekilde yaşayan insanlar, Kur’an’dan yararlanamadığı gibi, Ramazan’dan da nasip alamazlar.

"Elif, Lâm, Râ. Bu Kur'an, öyle bir Kitaptır ki, insanları Rablerinin izniyle zulumâttan nûra, her şeye gâlip ve hamde lâyık olan Allah'ın yoluna çıkarmak için onu sana indirdik." (14/İbrahim, 1) "O (Kur'an) sizi zulumâttan nûra çıkarmak için apaçık âyetler olarak kuluna (Peygamber'e) indirilmiştir." (39/Zümer, 39) "O bir peygamber gönderdi; Allah'ın açıklayıcı âyetlerini sizlere okuyor ki iman edip sâlih amel işleyerek zulumâttan nûra çıkasınız." (65/Talâk, 11)

Zulumât, karanlıklar demektir. Zulüm kelimesi de aynı kökten gelmektedir. Dolayısıyla Nur kaynağından gelen aydınlığı kendine veya başkalarına engelleyip karanlıkları tercih, bir zulümdür aynı zamanda. O yüzden  "Allah'ın indirdiği ile hükmetmeyenler, zâlimlerin ta kendileridir."  (5/Mâide, 45).  Nur, tek olduğu halde; karanlıklar, yanlışların sayısı kadar çoktur. Allah, yeryüzünü maddî ışık kaynağı güneşten mahrum yaratmadığı, bir an olsun mahlûkatını ışıksız bırakmadığı gibi; gönlümüzü ve yolumuzu aydınlatan nur'dan da bizi mahrum bırakmamış, elçi ve Kitap göndermiştir. Karanlık, fıtrî değil; ârızîdir. Karanlıklar, ışık kaynağıyla irtibatın kesilmesi olduğundan zâlim insanın nur düşmanlığının neticesi oluşturduğu zindanlardır. Zindan; ışıktan, nurdan uzak yaşansın diye insanın kendi eliyle ördüğü duvarlardır.  Ahiretteki cezanın sebebi, dünya hayatını kendine ve başkalarına zindan etmektir. İnsan, asr-ı saadetteki insanı mutlu eden kuralları değil de; zindanı, zindanları tercih ediyorsa, kendisi bilir. Ama başkalarına zindan hayatı yaşatmaya kimsenin hakkı yoktur. Saadet asrı insanının saadetine benzer bir mutluluğu, burada başlayıp orada bitmeyen mutluluğu, insana çok gören tâğutlar tarafından binâ edilmiştir zindanlar. "Allah, mü'minlerin dostudur, onları karanlıklardan nûra (aydınlığa) çıkarır. İnkâr edenlere gelince, onların dostları da tâğuttur. O, onları nurdan (aydınlıktan) alıp karanlıklara götürür." (2/Bakara, 257). Zâlim insan, ışığa karşı gözlerini kapatmış, karanlıklar içinde yaşamayı tercih etmiş, Allah'ın "gözleri vardır, onlarla (görülmesi gerekeni) görmezler"  (7/A'râf, 179) dediği körlüğü seçmiş, kendine de yazık (zulüm) etmiş insandır. Zâlimlerin en büyükleri olan tâğutlar ise, gören göze düşman olan, başkalarını da körlüğe zorlayan ışık (nur) düşmanı vahşilerdir.

Karanlıklar, korkuyu meydana çıkarır. Bu korku, yanlış bir korkudur. Allah korkusu, yani takvâ değil; vehimlerden oluşan korkudur. Fobidir, aç kalmaktan, insanlardan... kısacası korkulmaması gerekenlerden korkmaktır. Karanlıklar, şeytanların faaliyetleri için uygun bir ortam oluşturur. Karanlıklar, insanın önünü ve ilerisini (istikbalini) görmesine engeldir. Yolda ne gibi tehlikelerin olduğunu görüp bilemez karanlıkların insanı. Işığın yardımını reddettiğinden, nurla, göz nûruyla görerek işini yapamaz; yapıp ettiklerini ancak el yordamıyla yapar, körebe gibi tuttuğunu yakalar. Fili de tuttuğu yeriyle tanır ve tanıtır.  

Aydın insan, münevver insan, câhiliyye karanlıklarını reddedip, bir adı da "Nûr" olan Allah'ın Kitabıyla nurlanıp başkalarını aydınlatmaya çalışan insandır. Kur'an'la bağı kopmuş insan, aydın değil; olsa olsa kara karanlıkların kapkara adamıdır. Kur'an'sız hayat, karanlıkların nuru boğduğu vahşi bir hayattır,  zindan hayatıdır, körlerin hayatıdır.  "Kim Benim zikrimden (Kur’an'dan) yüz çevirirse şüphesiz onun sıkıntılı bir hayatı olacak ve Biz onu, kıyamet günü kör olarak haşredeceğiz. O: 'Rabbim! Beni niçin kör olarak haşrettin? Oysa ben, hakikaten (dünyada) görüyordum!' der. (Allah) buyurur ki: İşte böyle (sen dünyada da mânen kördün). Çünkü sana âyetlerimiz geldi; ama sen onları unuttun. Bugün de aynı şekilde sen unutuluyorsun. Doğru yoldan sapanı ve Rabbinin âyetlerine inanmayanı işte böyle cezalandırırız. Âhiret azâbı, elbette daha şiddetli ve daha süreklidir." (20/Tâhâ, 124-127) 

Bugün fert ve toplumları Kitap yönlendirmiyor. Vatandaşa "Kitapsız!" denildiğinde hemen herkes bu sözü büyük bir hakaret kabul eder, ama yaşayışıyla bu sözü hak edip etmediğini düşünmez. Kitapsız toplumdur câhiliyye toplumu, onlar Kitab’ın kendilerini ve toplumlarını eğitip yönlendirmesini istemezler. Kitabı öğretmesi gereken okullar Kitapsız okuldur; Kitabı göndereni ve Kitabı eğitime karıştırmazlar, O Kitab’ın yeri yoktur resmî kurumlarda. Mahkemeler, Meclis ve tüm kurumlar Kitapsız olduğu gibi, mü’minlerin elindeki (fazla fonksiyonu olmasa da) Kitab’ı (ç)almak için bin bir gerekçe ve hüküm koymaktan çekinmez. Devlet, Kitapsız devlettir. Kitabın bir âyetini, bir hükmünü bile uygulamaz. Öldükten sonra sorulacak sorulardan birinin "Kitabın ne?" sorusu olacağı hadis-i şeriflerde bildirilmiştir. "O gün onların ağızlarını mühürleriz; yaptıklarını bize elleri anlatır, ayakları da şâhitlik eder." (36/Yâsin, 65) “Kitabın ne?” sorusuna o gün Kitaptan uzak yaşayan insan "falan gazete", "filânın nutku", "falan anayasası", ya da "şu kanal", "bu televizyon"... diyebilir. Yani, “Kitabım” diye iddia edilen Allah'ın Kitabı yerine, kişiye yön veren, o kimsenin O Kitap'tan fazla okuyup baktığı, etkilendiği, itaat edip uyduğu ne ise, insanın organları yalan da söyleyemeden onları itiraf edecektir. "Kitabım Kur'an" sözü bir tekerleme ve bir iddiadan mı ibârettir, yoksa tümüyle yaşayışımıza yön veren gerçeği mi yansıtmaktadır? İnanmak, inandığını yaşamaktır. Ateşin yakıcı olduğuna inanan, kolay kolay elini ateşe uzatmaz. Bir ilke, bir kanun fert ve toplum hayatında ilgi ve saygı görüyor, tatbik olunuyorsa onun varlığının anlamı ve değeri vardır. Yok, sadece varlığına ve gerekliliğine inanılmakla yetiniliyor da fertlerin irâdelerine ve toplum hayatının akışına yön vermiyorsa onun mevcudiyetinin fiilî bir önemi yoktur. "Allah, şu Kur'an'la amel eden toplumları yükseltir. Onun izinden gitmeyenleri de alçaltır."  (Riyâzü's-Sâlihin ve Terc. II, 341) 

Hayat kitabımız Kur'an'ımızı okumak, anlamak için olacağı gibi; anlamak da şüphesiz tatbik etmek için olacaktır. Mü'minin Kur'an'a imanı, zaten onu yaşamak içindir. "İşte bu Kur'an, indirdiğimiz mübârek bir Kitaptır. Artık Kur'an'a uyun, (onun emir ve yasaklarına aykırı davranıştan) sakının ki merhamet olunasınız." (6/En'âm, 155). Mü'min, Kur'an'ı, mûsikisinden yararlanmak ve kültürünü artırmak için okumayacaktır. Onu yaşamak için öğrenecek, okuyacak ve dinleyecektir.

Tatbik olunmayan bilgilerden bir menfaat edinilemeyeceği gibi; inanılan, okunan, anlaşılan, fakat yaşanmayan Kur'an'dan da özlenen faydalar sağlanamayacaktır. "Benim zikrimden (Kur'an'ımdan) yüzçeviren kişi(ler) için (buhranlarla dolu) dar bir hayat ve geçim sıkıntısı vardır." (20/Tâhâ, 124).

Bir ilâcın şifaya vesile olması için, o ilacın kullanılması gerekir. Sadece reçetenin veya prospektüsün okunmasıyla şifa beklenemez.  "Kur'an şifadır." (10/Yûnus, 57; 17/İsrâ, 82; 41/Fussılet, 44). Hem ferdî hastalık, problem, stres ve buhranlarımıza; hem de sosyal kargaşaya. Aynı zamanda devlet yönetiminin ölümcül hastalıklarına şifadır. Bunun böyle olduğu sayısız deney ve tecrübelerle kanıtlanmış tarihî ve güncel bir vâkıadır. Aynı ilaç, bayatlamadan bozulmadan duruyor. Son kullanma tarihi kıyâmet olan bu şifa kaynağı raflarda, kabından açılmadan tutuluyor. Uygulayacak hastaları bekliyor. 

Tevhidî çizgide yaşamaya çalışan mü’minler Kitapsız değildir, Kitapsız olamazlar. Onları Kitabullah yönlendirir. Eğitimleri, cemaat çalışmaları Allah’ın Kitabını daha iyi anlamaya yöneliktir. Medya organlarının, nutukların, herhangi bir beşerin yazdığı kitabın Allah’ın Kitabının yerini tutamayacağını bilirler ve ona göre tercihlerini yaparlar. Onlar hiçbir şeyin Kur’an’dan daha önemli olmadığının bilinci içindedir. İçinde hiç yanlışın olmadığı, her emrine mutlak itaat edilmesi gereken ve sözlerin en güzeli olan kelâmın, Allah’ın kitabı Kur’an olduğuna inandıklarını tüm davranışlarıyla ispat etmeye çalışırlar.          

Kur’an, muvahhid mü’minin başucu kitabıdır, hayat kitabıdır, müracaat kitabıdır. Hakemdir, ölçüdür, furkandır. Kur’an mü’minler için ana yasadır. Ona ters hiçbir hüküm ve kanunu kabul etmez, edemez muvahhid kimse.

Ölü kitabı değildir Kitaplı mü’min için, muska kitabı değildir Kur’an. Hatmetmek için hatmetmenin Kitaplı olmaya yetmeyeceğini bilir muvahhid mü’min. Dostlar alışverişte görsün kabilinden, yasak savma cinsinden Ramazanlarda Kur’an’ı kabından çıkarıp hatim etmeyle işin biteceğini hiç mi hiç düşünmez. Ashâb: “Bize Kur’an’dan önce iman veriliyordu” demişlerdi. Şirksiz ve şeksiz iman olmadan okunan Kur’an, insanın hidâyetini değil, hüsrânını arttırabilirdi çünkü. “Biz, Kur’an’da mü’minlere şifâ ve rahmet olan şeyler indiriyoruz. Ama bunlar, zâlimlerin hüsrânını, kayıplarını arttırır.” (17/İsrâ, 82). Kim gönlündeki, başta şirk olmak üzere, her çeşit mânevî hastalıkları Kur’an’la tedavi etmezse, Allah ona başka bir yoldan asla şifâ vermez. Âyette dünya, türlü hastalıklarla dolu bir hastaneye, Peygamber bir doktora, Kur’an da şifâ veren ilaca benzetilmiştir. Kur’an’a itaat eden mü’min, bu âyetlerle şifaya ve rahmete kavuşur. Buna karşılık, hastanın ilaçtan yararlanmak istemeyişi de onun hastalığını arttıracaktır. 

Kur’an’ı anlamak ve yaşamaktır Kitaplı mü’minlerin dertleri. Onlar Kur’an’a tâbi olmak, ona itaat etmek için okurlar. Bilirler ki, Kur’an hüdâdır, hidâyettir, yol göstericidir. Onlar Kur’an’ı yaşama niyetiyle okuyup anlamayı en büyük zikir, en önemli ibâdet kabul ederler. Onları kimse Allah adına kandırıp Kur’an’ı anlayamayacaklarını söyleyemez. Başkalarının, hata yapma ihtimali büyük olan beşerin, üstad ve şeyhlerin kitaplarına yönlendirip Kur’an’ı onlara yasak kılamaz. Eğer başka kitabı Kur’an’a tercih eden bir tavrı görseler, öyle bir eûzü çekerler ki, sadece cin şeytanları değil ins şeytanları da kaçar onlardan.

Onlar mezarda yatanları affettirsin diye değil, ses sanatkârları gibi güzel ses gösterilsin diye değil, mevlitlere çeşni katsın diye değil; kendilerine gösterdiği yoldan gidip Allah’a yaklaştırsın diye Kur’an okurlar.

Sadece Kur’an’la yetişen “canlı Kur’an” sıfatına en lâyık şahsiyet, “Onun ahlâkı Kur’an’dı” (Müslim, Musâfirîn, B. 18, Hds. 139) denilen Yüce Önderimiz Peygamberimiz’in izinden giden muvahhid mü’minler de canlı Kur’an olmaya, ahlâkını, yaşayışını tümüyle Kur’an’ın yön verdiği tevhidî inkılâbı her alanda gerçekleştirmeye aday olmaya çalışan insanlardır. Onlar bilirler ki, insanların en hayırlısı Kur’an’ı (metnini okumayı, anlamını, hükümlerini, nasıl yaşanacağını, çevreye nasıl hâkim kılınacağını) öğrenen ve başkalarına öğreten kimselerdir. Onların evleri Kur’an okuludur. Ailecek Kur’an’ı anlamaya ve yaşamaya çalışırlar.

Bütün mûcizevî yönlerinin yanında Kur'an, tarihin akışını değiştirmiş, en köklü değişiklikleri gerçekleştirmiş, en sağlam nizamı oluşturmuş, pratikte muhteşem meyvelerinin görüldüğü, her isteyene nimetlerini sunan bir ağaçtır. Kendisine yönelenlere sırlarını açan, hazinelerini saçan gökten inen muazzam bir sofradır. Göklere doğru tırmanmak, yükselmek isteyenlere Allah'ın uzattığı kopmaz bir iptir. Tarihin şâhit olduğu en büyük devrim, Kur'an'ın gerçekleştirdiği inkılâptır. Kur'an, kişileri kısa zamanda,  tepeden tırnağa değiştirdiği gibi; toplumları da nuruyla ihyâ etmiş, diriltmiş, değiştirmiş, dönüştürmüştür.

Fert planında sözgelimi, Ebû Cehil'in samimi arkadaşı, eli silahlı katil adayı Ömer, Peygamber'i öldürmeye giderken kendisi dirilmiş, dinlediği Kur'an onu bir anda değiştirivermiştir. Kızını toprağa diri diri gömen Ömer, Kur'an sayesinde insanları ihyâ eden, karıncayı ezmemek için yere dikkatli basan merhamet ve adâlet timsali Hz. Ömer oluvermişti. Fert planında tek tek yaşanan bunun gibi sayısız örnekler yanında, Kur'an, toplumu da, düzeni de kökten değiştirmiştir. Kabile halinde yaşayıp, sık sık birbirlerine saldıran, o güne kadar tarihte ciddi varlık gösteremeyen, devlet ve medeniyet nedir bilmeyen baldırı çıplak insanlar, Kur'an'ın gerçekleştirdiği inkılâp sayesinde çok kısa bir zaman içinde üç kıtada at koşturan, en büyük devlet olmuşlar ve en güzel medeniyet oluşturmuşlardı.

Ashâbı dirilten, canlandıran, adam eden Kur’an bizi de ihyâ eder. Yeter ki Kur’an’a yaklaşımımız ashâbınki gibi olsun.

Kur'an çağ kapatıp çağ açmıştır. Hemen her konuda olduğu gibi, câhiliyyenin çağ anlayışı da câhilcedir. İnsanlığın hattındaki en büyük fay kırılmasını da, hakkı görmek istemediği için görmezden gelir, farklı çağ anlayışını zanna ve uydurmalara dayanarak savunur. İslâm'ın çağ anlayışı, tevhid mücâdelesini yansıtan olaylarda, vahyin verdiği doğru haberler ışığındadır. İlk insan, aynı zamanda ilk peygamberdir. Ülü'l-azm denilen büyük peygamberler de çağ kapatıp çağ açmış devrimci liderlerdir. Nuh tufanı, o tarihte ve sonraki etkileriyle yeni bir çağı belirler. İbrahim (a.s.) putperest çağa destansı meydan okumaları ve mücâdeleleriyle tevhid çağını yeniden oluşturan inkılabın köşe taşıdır. Mûsâ (a.s.) ve İsa (a.s.) da öyle. Ve en büyük inkılâp, Kur'an'ın yaptığı inkılâp; en büyük inkılâpçı da Hz. Muhammed’dir (s.a.s.). Kur'an'la câhiliyye çağı kapanmış; mutluluk çağı başlamıştır. Kur'an'la birlikte Kur'an'ın oluşturduğu yeni çağın adı asr-ı saâdet; inkılâpçı insanın adı da müslüman'dır artık. Diğer devrimler, adına inkılâp denilemeyecek basit, sınırlı, sahte, avutucu değişimlerdir. Daha doğrusu zindanları değiştirmenin adına devrim denilmeye başlanmıştır. Karanlıklar, zulümler, zindanlar arasındaki değişikliğin adına devrim; küçük değişikliklerin veya tahmine ya da uydurmaya dayanan zaman dilimlerinin adı çağ olamaz.         

İnsanlık, bugün bilmem kaçıncı câhiliyye çağının karanlıklarında yaşıyor. Kur'an'da "câhiliyye" kelimesi dört yerde geçer. Bu dört âyet, câhiliyyenin dört özelliğini belirtir. Câhiliyye, İslâm'a zıt, putçu bir inanç sistemidir (bk. 3/Âl-i İmran, 154). Câhiliyye bir hayat felsefesi, taassup içeren bir yaşam biçimidir (bk. 48/Fetih, 26). Câhiliyye ahlâksızlık, hayâsızlıktır (bk. 33/Ahzâb, 33). Ve câhiliyye bir devlet anlayışı, bir yönetim biçimidir: "Yoksa onlar, câhiliyye hükmünü, idaresini mi istiyorlar? İyi anlayan bir topluma göre, hükmü Allah'tan daha güzel kim var?" (5/Mâide, 50). Câhiliyyenin temel vasıflarından kölelik hâlâ hükmünü sürdürmektedir. İnsanlar bugünkü modern câhiliyyede şeytanın, nefislerinin, hevâ ve heveslerinin kölesi durumunda yaşarlarken; bir yandan da kullara kulluk-kölelik yapmaktalar. Yabancı emperyalistler ve yerli sömürücüler modern köleliği devam ettiriyorlar. Eski câhiliyye devrinde bazı insanlar kızlarını diri diri toprağa gömüyorlar, kızlarının dünya hayatlarını yok ediyorlardı. Günümüzdeki modern câhiliyyede kız-erkek bütün çocuklar, öldürülmelerin en kötüsüne mahkûm ediliyor. Çocukların fıtratları bozulduğu ve mü'mince yaşatılmadığı için âhiretleri, ebedî hayatları mahvediliyor (Tabii, kürtaj,  intihar, uyuşturucu gibi şeyleri saymaya gerek görmüyorum). Kısaca, Kur'an gelip câhiliyyeyi değiştirmeden neler varsa, modern biçimde bugün de, buralarda da arz-ı endam etmektedir. 

 Peki, Kur'an, aynı Kur'an olduğuna göre, bugünkü câhiliyyeyi niye değiştiremiyor? Bugünkü insanlar Kur'an okudukları halde, niçin karanlıklardan sıyrılıp değişik bir kimliğe bürünemiyor? Yani Kur'an, niye artık tevhidî bir inkılâp yapamıyor? Kur'an değişmemiştir, ama Kur'an okuyanlar başkalaşmıştır. Kur'an anlayışı, Kur'an'a bakış, Kur'an'a yaklaşım değişmiştir. Kur'an, aynı Kur'an'dır, ama Kur'an'a yönelmesi gereken insan, Kur'an'a ashâb gibi yönelmiyor.

Kur'an bu ayda indirildiğinden, müslümanların Kur'an'la bağlarını sağlamlaştırması Ramazan'daki ilk görevleridir. Okumayı bilmeyenlerin hemen öğrenmesi, bilenlerin Kur'an'ı çokça okuması ve anlamlarını öğrenmeye ve yaşamaya gayret etmesi, Kur'an'ı meal ve tefsiriyle okumaya çalışması, Allah'ın emir ve yasaklarını ilk elden öğrenmesi gerekmektedir. Kur’ân-ı Kerim’in Allah’ın Kitabı olduğuna iman eden insanlar, Kur’an âyetlerini bu Ramazan ayında nâzil oluyormuş gibi imanî bir heyecanla okumalı, dinlemeli ve üzerinde tefekkür etmelidir. Bireysel, sosyal, siyasal, ekonomik tüm problemlerin Kur'an'ı terk etmenin, onu tatbik etmemenin ürünü olduğunu, çözümün de Kur'an'ın tüm hükümleriyle hayata geçirilmesiyle mümkün olacağını unutmamalıyız. Ramazan, mü’minler için bir eğitim ayı olduğu gibi bir öğretim ayı da olmalıdır.

Böyle olduğu halde, evlerimiz Kur'an kursuna, Kur’an okuluna dönüşmemekte, vaktimizi Kur'an ilimleri doldurmamaktadır. Halkın en dindarları, formalite icabı ve âdet olarak mukabele ile yetinmekte, düşünmeden, anlamadan, hayatına geçirme endişesi duymadan sadece lafzını hızlı bir şekilde okumakta ve Kur'an'a karşı görevin en fazla hatim etmekten ibâret olduğunu zannetmektedir.

Bizi dünyada da âhirette de kurtaracak ve hidâyet/rehberlik için indirilmiş bulunan Kur'an’ı duvarlara, kitaplığa terk etmekten, onu süslü kabının içinde mahpus tutup tutuklu hayatı yaşatanların Ramazan’dan alacakları pay, en fazla açlık olacaktır.

Her durumda Kur’an’a müracaat etmemiz, Kur’an öğrenciliğini her türlü uğraşılarımızın önüne almamız gerekiyor. Kur’an okuyalım, bol bol okuyalım; ama güzel ses gösterisi için değil, anlamadan hatim için değil, ölülere okumak için değil, kendimiz için, ihyâ olmak için. Kur’an’sız hayat, Peygamber’siz hayat, hayat bile değildir; ölüdür Kitapsız, öndersiz insan: “Ey iman edenler! Hayat verip sizi diriltecek şeylere sizi çağırdığı zaman, Allah ve Rasûlüne uyun, onların emrine icâbet edin.” (8/Enfâl, 24)  

 

Kur’an’ı sadece okuduğumuz için değil; esas olarak hayatımıza geçirip uyguladığımız, Onu yaşadığımız için ibâdet kabul etmeliyiz. Hızlı hatim yapmakla, Kur’an okuma yarışmaları, hâfızlık yarışmalarıyla Allah’ın rızâsına ulaşılmaz. Kur’an’ı yaşama, Kur’an’ı hayata ve çevreye en güzel ve en çok tatbik etme yarışı yapmalıyız.  

Arapça metnini yüzünden düzgün okuyabilmek, hatta sadece hâfız olmak çok önemli değildir, “hamele-i Kur’an” olmayı hedeflemeliyiz; O’nu yüklenmeli, O’nu taşımalı, O’nu yaşamalı, O’nu yaşatmalıyız. O’nun üzerimize yüklediği görevleri yerine getirme gayretimiz, her işimizin her faaliyetimizin, her istirahatımızın önüne geçmeli. Kur’an’la yatıp Kur’an’la kalkmalı, Kur’an insanı olmalıyız. Ahlâkımız Kur’an olmalı, ayaklı Kur’an, canlı Kur’an olmayı hedeflemeliyiz.

Kur’an ve Ramazan aynasında kendimize çeki düzen vermek zorundayız. Ruhumuzun, iç dünyamızın röntgenini çekseler, iftiharla başkalarına gösterebilecek şekilde yaşamalıyız. Kur’an’ın diriltici mesajlarıyla ayaklanmalı, yattığımız yerden kalkmalı ve kıyâmetimize kadar kıyamda olmalı, kıyamda/ayakta ölmeye çalışmalıyız.

Selâm olsun canlı Kur’an adayı (her yaştan) genç muvahhidlere! Kur’an talebesi olmayı hayat boyu sürdürecek, Kur’an’ı öğrenip öğretmeyi, yaşayıp yaşatmayı hiçbir hazineye değişmeyecek Kur’an dostlarına!

 

Allah’ın kitap ve peygamber göndererek ihtilaf edilebilecek temel konuların hükmünü beyan etmesine rağmen, dinin esaslarında bile nasılsa zoru başaran ve sadece ihtilafsız yapamama konusunda ihtilaf etmeyen bir karmaşayı yaşıyoruz. Televizyonlarda din programı, filan hocanın bir kanala çıkması demek, tartışma programı ve sonunda halk arasında birçok tartışılacak konu oluşturup kafaları karıştırmak demek anlamına geliyor. Cübbelilerle cübbesizlerin tartışmaları, gelenekçilerle modernistlerin tartışmaları, tüm rivayetleri kutsayanlarla tümden mirası reddedenlerin tartışmaları… derken tekfircilik ve IŞİD’çilik…

Sadece iyi niyetin yeterli olmadığı, usûl ve yöntemin büyük önemi olduğu inkâr edilemez. Bu dâvâya sadece akıllı geçinen düşmanlar değil, akılsız dostların iyi niyetli ama yanlış tavırları da büyük zararlar vermektedir. Şu kadar cemaat ve ilim adamının melekleri sevindirecek ve şeytanları ürkütecek kapsamda hayırlı faâliyetler, ses getirecek tavır ve eylemler ortaya koyamadıklarının sebebi, dine bakıştaki eksik veya yanlıştan, ihtilaf ahlâkına uymayan ve tefrikadan kurtulamayan tavırlardan ve biraz da dâvet usulü yönüyle hatalardan kaynaklanıyor.

“Ey iman edenler! Siz kendinize bakın. Siz doğru yolda olunca dalâlette olan, sapan kimse size zarar veremez. Hepinizin dönüşü Allah’adır. Artık O, size yaptıklarınızı bildirecektir.”[1] Nemelâzımcılık, vurdumduymazlık değildir istenen. Kendine gelmek, kendine bakmak, kendini düzeltmek, kendini kurtarmaktır öncelikli olan. Hizmeti putlaştırmanın alternatifi, hizmeti ihmal değildir. Neyin hizmet olduğu, bunun nasıl yapılması gerektiğinin ilkeleri kulluğun kılavuzu olan Kur’an’da belirtilmiş, yüce kul Rasûlullah tarafından hayata geçirilmiştir. Temel referans, Ankara, Washington, Danimarka kriterleri değil; mutluluk çağının Mekke ve Medine ölçüleridir. Kişi, tevhidî imanın zarûri gereği olan sâlih amellerle kendini ve çevresini ıslah gayretini hayat boyu sürdürme çabası içindeyse, başkalarının yoldan sapması ondan sorulmaz ve ona zarar vermez. Kulluk/ibâdet, iki cihanda kurtuluşumuz için temel esas. Başkalarını kurtarma iddiasıyla kendi kurtuluşunu riske atan insanlar bilmeli ki, bu yol akıllılık değildir.[2] Başkalarını kurtarmaya çalışmadan da kurtulmak mümkün değil. [3]

“Vahdet” ve “tevhid” aynı kökten gelen iki kelimedir. Tevhid, kısaca “birlemek”, vahdet ise “birleşmek” demektir. Allah’ı tevhid ederek iman etmemiş olan bir kimsenin, tevhid ehli olanlarla velayet ve kardeşlik ilişkisi içinde birliği söz konusu olamayacağı gibi; Mü’minlerin birliği, vahdeti anlayışına uzak olan birinin de gerçek bir muvahhid olduğu söylenemez. Çünkü ümmetin birliği, vahdeti, akidevî boyutu da olan bir vecibedir.[4]

Bir leş olmaktan kurtulmak için bir’leşmek, olmazsa olmaz şarttır. Bir Allah’a inanan tevhid eri müslüman, her şeyde tevhidi/birlemeyi öncelikler. Tevhidin bir tanımı da, her şeyi birbiriyle irtibatlandırmak ve her şeyin bir olan Allah’la irtibatlı olduğunu kavramaktır. Önce kendimizle, iç dinamiklerimizle birleşmek, fıtratımızla ve inancımızla kopan bağımızı yeniden sağlamlaştırmakla işe başlamalıyız. Aynı dinin, aynı dâvânın insanı olan tüm ümmetle birleşmek dünyevî ideallerimizin başında gelmeli. Bütün bunlar için de Rabbimiz’le irtibatımızı sağlamlaştırmak gerekiyor.

Dünya savaşlarında birbirleriyle iki defa savaşıp birbirlerini yok etmeye çalışan Avrupa ülkeleri, üzerinden bir asır bile geçmeden aralarındaki sınırları kaldırıp Avrupa Birliği adı altında hemen bütün güçlerini birleştirmektedir. Birleşmiş Milletler, Nato vb. ittifakların konumu ve ağırlığı göstermektedir ki bugün işbirliği ve ittifak yapan, birleşen uluslar yarınlara hâkim olabilecektir.

Zorba müstekbirlerin ittifak ve koalisyon yapmaya mecbur olduğu bir dünyada, müstaz’af mü’minlerin yaşadıkları topraklarda bile ciddi mânâda birliktelikler oluşturamayışları hangi nakil ve akılla izah edilebilir? Küresel bir yangın alanına dönen müslümanların yaşadığı ülkelerde, cehennemî yangınları söndürmek için güç birliği oluşturmayan felâketzedelerin gözyaşları, yangınları söndürmek bir tarafa, benzin görevi yapmaktadır. Hem mevcut müslümanların konumu hem de İslâm düşmanlarının tavrı vahdeti, “hemen şimdi” şiarıyla kulak zarını patlatacak sesle çağırmaktadır. Dün Irak’ın, evvelki gün Afganistan, Çeçenistan ve Bosna Hersek’in ve her gün Filistin’in insanlık düşmanları tarafından resmen işgali, Mısır ve Suriye’deki tâğutların zulmü bizi birleşip dayanışmaya zorlamıyorsa demek ki, biz de işgale uğramışız demektir. Bir ülke topraklarının işgalinden çok daha kötü olanı, gönüllerin ve kafaların işgalidir. Savaş, öncelikle, insanın içinde kazanılır veya kaybedilir. İşgal güçlerinin ajanı olarak faâliyet yapan uzaktan kumandalı medyanın, câhilî eğitimin ve çevre şartlarının oluşturduğu fitne ve fesadın mü’minlerin gönüllerini ve kafalarını işgali, onların birleşmelerinden başka çözüm yollarının olmadığını haykırıyor. Emperyalizmin Ortadoğunun kalbine hançer gibi sapladığı kan içici İsrail’in ve dünyaya yayılmış siyonizmin vahşeti, demokrasi denilen kahpe sistemin imanları hedef alan zulmü, kırıcı ve yıkıcı ihtilafların hemen ve her yerde sona erdirilmesini farz-ı ayın kılıyor.

Özlemle beklenen vahdete ve İslâmî devlete ulaşmak için, önce mü’minler arasındaki ihtilafların tefrikaya ve düşmanlığa dönüşmemesi gerekiyor. Çözülemeyen ihtilafların kardeşliğimizi çözmesine fırsat vermemeliyiz. Ümmetin en önemli problemi inandığını ve sevdiğini iddia ettiği İslâm’ı doğru bir şekilde ve yeterli tarzda bilmeyişi ve bildiği hususlarda tam bir teslimiyetle itaat etmeyişidir. İşte dünyada ve âhirette kurtuluş için itaat edilmesi gereken hususlardan birisi de tüm mü’minlerin birbirlerini kardeş kabul edip yeniden ümmet olmaya çalışmalarıdır. Buna giden yol da, ihtilaf ahlâk ve âdâbına riayet ederek ihtilafları çözmeye çalışmaktır. Ümmete ve devlete giden yolu tıkayan husus, ihtilaflar değil, nasıl ihtilaf edeceğimizi bilip uygulamayışımızdır.     

İhilâfların önemli bir kısmı eleştirme üslûbu ile ve tenkitlere karşı tavırla ilgilidir. Eleştiren Allah için eleştirmeli, İlâhî görev olan nehy-i ani’l-münker yaptığını değerlendirerek dâvet usulüne uygun davranmalıdır. Gerekli olduğu durumlarda eleştirmekten kaçınmak, yanlışlıklara göz yummak demektir. Zaafların büyümesine, yaranın kangren olmasına sebebiyet vermektir. Bununla birlikte, eleştiri usûl ve ahlâkına riâyet çok önemlidir. Kaş yaparken göz çıkarmamalı, işimizin bağcı dövmek değil üzüm yemek olduğu unutulmamalı ve karşı tarafa da bu hissettirilmelidir. Eleştirilen ise eleştiriyi saldırı kabul edip tahammülsüzlük göstermemelidir. Eleştiri ve ona verilen cevap, öncelikle kullandığı dil yönüyle ahlâk açısından olumlu not almıyorsa fayda yerine zarar verir. Eleştiriye müsaade etmeyen kendine yazık eder. Aynaya kızıp, aynanın gösterdiğine bakmayan ve kendi üzerindeki düzeltilecek şeyleri görmeyen kimse acınacak kimsedir. Hepimiz çokça zaafları olan kullar olarak bizleri rahatça eleştirecek dostlar, arkadaşlar ve istişare edeceğimiz kimselerle beraber olmalı, eğer cemaat veya talebe yetiştiriyorsak eleştirel okuyan, eleştirel dinleyen insanlar yetiştirmeliyiz; örnek olarak bizi, kendimizi eleştirmelerine giden yolları tümüyle açabilmeliyiz. Ama eleştirdiği şahsa karşı kul hakkını gözeten, eleştirisinde insaflı ve âdil davranan, eleştiri ahlâk ve âdâbına riâyet eden, soyut laf kalabalığı yerine, yanlışlara somut örnekler vererek onları tashih etmeye, doğrusunu sunmaya özen gösteren bir eleştirici…

Eleştiriler yazarlar, hocalar, dâvâ adamları için çok önemli besleyici gıdalardır. Boylarının ölçüsünü alacakları boy aynasıdır. Aynaya kızılmaz, kusurlarımızı gösterip düzeltmemize sebep olduğu için biz de aynaya kızarak çamur atıp onu kirletmeyiz; tam tersine, teşekkür kabilinden, varsa aynanın üzerindeki tozu, kiri biz temizler, onu biz düzeltiriz. Ama bir de konkav ve konveks (çukur ve tümsek) aynalar vardır, bizi olduğumuzdan çok daha çirkin gösterebilirler. Olduğumuzdan şişman, iri veya zayıf, küçük… Ben, bizi küçük gösteren aynalardan daha çok, büyük gösteren aynaların bizim açımızdan daha riskli olduğunu düşünürüm. İşte o aynalara çamur değilse de üzerine toprak atılmalı. O aynalara da gereğinden fazla önem vermek ya da kızmak doğru değildir, gülüp geçersiniz. Bilirsiniz ki, o çukur veya tümsek ayna, gerçeği yansıtmıyor. Ama ayna kendisi çukur olduğu halde, onda yansıyan sizin yanlış görüntünüzü herkese objektif görüntü olarak sunar, tek doğru olarak takdim eder ve bunda iddialı olursa, o aynaya haddini bildirmek ve iftira cezası olarak gerekirse kırmak gerekir.

 “Eleştirmek” sözcüğü genelde olumsuz yanıyla algılanır. Birini eleştirmek demek, o kişinin sadece olumsuz, kötü, kusurlu, zayıf, beğenilmeyen yanlarını ortaya dökmek demek değildir. Eleştiri türünde kişi ya da eserin hem olumlu hem de olumsuz yanları bir arada verilir. Bu nedenle, eleştiri yazılarında kişi ya da eserin kusurları yanında onun olumlu, iyi, güzel, güçlü, beğenilen yanları da ortaya çıkarılır. Eleştiri yazılarını sadece kişiyi karalayan, kötüleyen yazılar olarak değerlendirmek yanlış olur. Eleştiri türüne eskiden “tenkit”, bu türde eser veren kişilere de “münekkit” denirdi. “Tenkid” kelimesi, “paranın sağlamlığını ve çürüklüğünü gözden geçirmek” anlamına gelen Arapça “nakd” sözcüğünden türetilmiştir.

Fikrine katılmadığımız bir yazarı, görüşlerini inancımıza ters bulduğumuz bir dâvâ adamını düzeltmek, yanlışının nereden kaynaklandığını belirtmek, bilgi eksikliğini gidermek, yanlışını tashih etmek; bütün bunları nefsimizi tatmin etmek için değil; Allah rızâsı için yapmaktır bizden istenen. Ama yanlışları düzeltirken uymamız gereken en temel kural, güzel bir tavır, hayır “güzel bir tavır” da değil; “en güzel” bir tavırdır: “İyilikle kötülük bir olmaz. Sen (kötülüğü) en güzel bir tavırla önle. O zaman (görürsün ki) seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki yakın bir dost olur.”[5] İbn Kesir, bu âyeti açıklarken şöyle diyor: "Yani, başkasıyla tartışma ve mücâdeleye girme ihtiyacını duyan bir kimse, yumuşak ve güleryüzlü olsun. Bir de karşısındakine güzel söz söylesin." Kötülük, en güzel haslet ne ise onunla önlenmelidir. Meselâ öfkeye sabır, bilgisizliğe hilm, kötülüğe af ve iyilik ile karşılık verilmelidir. Güzel ahlâkın temeli şu üç şeydir: Gelmeyene gitmek, vermeyene vermek, haksızlık yapanı affetmek.

Hakk'a dâvetin en temel prensibi sevgi, zerâfet ve tatlılıktır. Tatlı söz, yılanı deliğinden çıkarır. Yumuşak söz, katı gönülleri yumuşatır. İnsan, fıtratı icabı kabalıktan hoşlanmaz. Kabalık, insanları hakka yaklaştırma şöyle dursun, tam tersine ondan uzaklaştırır.

Kaba ve katı davranmak, sert ifadeler, dâvet ve tebliğ edilenleri, hatta cemaat haline gelmiş, hem de sahâbe kalitesindeki insanları bile dağıtabilir (3/Âl-i İmrân, 159).

Bazı konularda “doğru” tek değildir; bu, özellikle beşerî doğrular için böyledir. “Doğru”nun iki kaynağı, ölçüsü vardır: İlki, bir adı da Hak olan Cenâb-ı Hakk’a ait doğru; diğeri de insan aklı, ilmi, mirası ve tecrübesine ait doğru. Birincisi, müslümana (Allah’a teslim olana) göre mutlak doğrudur. Yani, her zamanda ve her yerdeki her insana/müslümana göre doğrudur; değişmeyen, tartışılamayacak ve teslim olunacak doğru. İkincisi ise beşerî doğrudur. Yani,  göreceli, zannî, ictihâdî, yoruma dayanan, tarihe, coğrafyaya, kişiye göre değişebilecek olan doğru. Kur’an’da muhkem ve yoruma yer bırakmayacak açıklıkta verilen bilgiler, emredilen veya yasaklanan hükümler mutlak doğrudur, hak ve hakikattir. Kur’an’da farklı anlamaya müsâit yoruma açık hükümler ya da Kur’an ve sahih sünnette yer almayan doğrular ise ikinci çeşit doğrulardır. Bunlar, delillere sahip olmaya, deliller arasında tercih veya delillerin sağlamlığı konusunda iknâ olmaya göre farklılık arzedebilecek göreceli doğrular, değişken gerçeklerdir. 

Ümmetin ihtilâf edegeldiği mezhebî/ictihadî, fıkhî doğrular da bu gruba girer. Meşhur abdest örneğinde olduğu gibi. Mâlikîlere göre doğru olan başın tümünün meshedilmesidir, bu farzdır. Hanefîlere göre doğru, başın dörtte birinin meshedilmesinin farz olduğu, Şâfiîlere göre ise saçın birkaç telinin. Bu ictihâdî doğrulardan kalkarak bir mâlikî hanefîye, hanefî de şâfiîye abdestsiz, dolayısıyla namazsız diyemez veya bu gerekçe ile arkasında namaz kılınmasının câiz olmadığını ileri süremez. Yoksa, mü’minlerin kardeşliğinden bahsetmek mümkün olmaz. Ağız ve burnun Hanefîlere göre dış organ sayıldığı için gusülde yıkanmasının farz olduğu, Şâfiîlere göre ise iç organ kabul edilerek yıkanmasının gerekmediği örneği de bunun gibidir. Cuma namazının sıhhat şartları konusunda da mezheplerin doğruları birbirinden çok farklıdır. Hatta aynı mezhebin farklı müctehidlerinin de farklı ictihadları vardır. Bu ve bunun gibi ictihâdî doğruların hangisinin delili bir kimseye kuvvetli gelirse, o görüşü din kabul etmemek, farklı ictihadları suçlamamak şartıyla benimser, yaşar. Ama unutulmamalıdır ki, Kur’an’ın emrettiği bir ibâdeti hiçbir ictihad yasaklayamaz, haram kıldığını da mubah kılamaz. Çünkü, hakkında nass olan bir hüküm, ictihad konusu değildir, olamaz. “Mevrid-i nassda ictihada mesağ yoktur.”[6] Yani, âyet ve sahih hadis olan yerde ictihad yoluna gitmez câiz değildir. Unutmamak lâzımdır ki, ictihadla sâbit olan bir şeyin hükmü kesin değil; zannîdir.

         

Fili ayrı yerlerinden tutan cemaatler, sadece kendi tuttukları yerin fil olduğu iddiasına kapılmamalıdır.

Kur’an’ın istediği gibi iman edenlerin; kaynakları, niyet ve yöntemleri meşrû olduğu sürece birbirlerinin varlıklarını ve meşrûiyetlerini kabul etmeleri gerekiyor. Tabii, bunun alt yapısını da, dinin temel meselelerinde, tevhidi özümseyip ondan tâviz vermemek ve tâğuta karşı tavır gibi konularda farklılığın olmaması şarttır. Bu dinin ilâhî olduğu gibi; dinin hâkimiyetine giden yolun, yani temel metodun da rabbânî olması lâzımdır. İslâm’ın hâkimiyeti için, yalnız meşrû araçların kullanılmasının zarûrî olduğu unutulmamalıdır.

Kolaya kaçma şeklinde kendini gösteren bir yanılgı da şudur: Hep kendi dışımızda birinin bizi kurtarmasını istiyoruz/bekliyoruz. Toplumdaki bu talep, arzı üretiyor ve kurtarıcı şahıslar ve kadrolar çıkıyor. Bunlar toplumu kurtarmak istedikleri için de, önlerine çıkan engelleri ezmekte bir sakınca görmüyorlar. İmanlarında olduğu gibi, kanaatlerinde de şüpheye yer yok.

Kanaatlerimizde yanılabileceğimizi hesaba katarak ihtiyatla hareket etmek ve bu noktada öteki müslüman kardeşlerimizle, tartışmaksızın sohbet etmeyi bilmemiz gerekir. Onların yanlışlıklarını isbat etmek ve kendi yorumumuzu onlara kabul ettirmek yerine; “acaba ben yanılıyor muyum?” diye onlarla konuşmamız, belki daha doğru bir tavır olur.

İhtilaf Ahlâkı ve İhtilaf Konusuyla İlgili Problemler

  1. İhtilaf alanını, ahlâkı, edebi ve usûlünü bilmemek ve bildiklerini uygulamamak; kardeşlik hukukuna riâyet etmemek; konuşma ve diyalog kurallarına uyma mecburiyeti hissetmemek, meselâ karşısındakinin sözünü kesmek, onunla saygısızca konuşmak, bağırıp çağırmak, hakaret etmek, söz hakkı vermemek,
  1. İhtilâfla tefrikanın farkının fark edilmeyişi, fitneye ve tekfire varan mü’minler arası ihtilafın İlâhî rahmete ve dünyevî hayırlara engel olduğunun hesaba katılmaması,
  1. Çoğunlukla farkında olmadan “fırka”laşma, tefrikayı körükleme, kendi dışındaki cemaatleri yok sayma veya tümüyle dışlama, hatta tekfir etme,
  1. İtikadî olmayan farklılıkların gereksiz yere gündeme getirilmesi, muhâtaba güven ve müspet bakışın olmayışı, iyi niyetlerinin sorgulanması,
  1. Diğer cemaat ve gruplardan kendi cemaatine adam kapmaya, adam çalmaya çalışmak. Başka grup ve cemaatlerin çözülme ve yenilgilerine sevinmek,
  1. Başkanlık, liderlik ve makam hırsı; şahıslara, mezheplere ve gruplara bağlılıkta taassup; ülke, bölge, parti, cemaat ve önder tarafgirliği, fanatiklik, bağnazlık,
  1. Nefisle mağrur olup kibirlenme; düşünce ve görüşte kendini beğenme, kesin bir delil olmadan muhâtapları ithamda acele etme, bencillik,
  1. Kendini yüceltmek gibi, grubunu, liderini, ilkelerini, metodunu yüceltmenin de nefis ve gurur anlamına geldiğinin unutulması,
  1. Gıybet ve dedikodu yapmak sûretiyle aslında kendisiyle aynı derdi paylaşan kardeşlerini yaralamak, onların morallerini bozmak veya farklı cemaatler hakkında laf getirip götürenlere kulak verip onların etkisinde kalmak,
  1. Haset/kıskançlık, kibir, iktidar hırsı veya iktidar kaybı endişesi, câhillik, aklı kesin ölçü kabul edip putlaştırmak veya işlevsiz kılmak, hevâ ve hevese tâbi olmak, dünyevî basit çıkarlar peşinde koşmak,
  1. Aranınca bulunması ve ulaşılması zor bir adam olmak, randevu alınması güç olmak, etrafına aşılması zor duvarlar/şahıslar örmek,
  1. İstişare yapar gibi, miş gibi yapmak; istediği konuda, istediği kimselerle yaptığı istişareyi bağlayıcı görmeyip kendi bildiğini okumak,
  1. Kiminle vahdet oluşturulacağı, vahdet oluşturulması istenen kişiler için gerekli özelliklerin neler olduğu, herkesle birleşmenin vahdet olup olmadığı sorularının doğru cevaplanamaması,
  1. Tevhid ehli olmayan, (itikad açısından) fâsık, münâfık ve İslâmî derdi olmayan, ortak İslâmî hedefi paylaşmayan kimselerle birlikteliğin vahdet kapsamına girmeyeceğinin değerlendirilmeyişi,
  1. Vahdetin bedenlerden önce gönüllerin bir olması demek olduğuna göre, başkan, âlim, cemaat ve kanaat önderlerinin vahdeti fazla önemsemeyen tavırları, isteksizlikleri,
  1. Kendi iç dünyasında, evinde, cemaatinde vahdeti gerçekleştiremeyenlerin ümmetin vahdeti için çaba gösteremeyeceği,
  1. Vahdetin tedricî/aşamalı olduğunun, sistemli olarak zamana yayılması gerektiğinin unutulup aceleci ve ümitsizliğe sevk eden beklentilere girilmesi,
  1. Yorumları ve ictihadları akîdeleştirmek, akîdevî ayrılıkları ise ictihadî farklılıklar gibi mâzur/meşrû görmek,
  1. Şahsî görüş ve ictihadları din haline getirmek, sadece kendi gruplarını müslüman kabul edip yalnız onları “kardeş” görmek,
  1. Bunun sonucu olarak kendi gruplarına davet etmeleri, kendi yanındakiyle övünmeleri,[7] şahsî yorum ve beşerî görüşlere davet ve onları dinleştirme; Hâlbuki, Allah’a davet etmeleri, ıslah edici davranmaları ve sadece müslüman kimliğini kabullenmeleri gerekmektedir. [8]
  1. Liderlerin Bey’at ve ahit almaya kendilerini yetkili görmeleri; lider sultası, liderleri karizmatik hale getirmek (şeyh uçmaz, müritler onu uçurur vb. anlayışla liderleri yüceltmek), yani hocaya, âlime, başkana itaatin Allah’a itaat gibi olduğu vurgusu, sanki âyetler kendi grupları, metodları ve âlimlerini övmek için inmiş gibi yapmak,
  1. Grupların kendilerini “Fırka-i nâciye” saymaları, kendilerinin “Nuh’un gemisinde” olduklarını iddia etmeleri, kendilerini dinin veya ümmetin temsilcileri olarak görmeleri, grup tekebbürü,
  1. Üyeleri parmak sayısından ibaret kabul, lider adayları çıkmasına engel olmak, üyelerin yetişip rütbe atlamasının çok zor olması, üyelerin kişiliksizleştirilmesi, her şeyin liderden beklenmesi,
  1. Ayağına giden değil, bekleyen olmak; vahdeti ve katılımı kendi cemaatlerine iştirak şeklinde anlamak, “işte lider, işte cemaat! Ne duruyorsunuz, vahdet istiyorsanız bize katılın!” diye kendisine ve cemaatine çağırmak,
  1. Diğer cemaatlere ve müslüman fertlere önyargılı olmak, farklı kabul ettikleri cemaatleri yeterince tanımamak, “falan memleketten adam çıkmaz, filanın olduğu yerde ben yokum” şeklinde anlayışlar,
  1. Esas düşman olan tâğutları, İslâm düşmanlarını bırakıp Müslüman fert ve cemaatlerle uğraşmak,
  1. Farklı kesimden Müslümanlar ve cemaatler arası ziyaretleşmeye, istişareye, yardımlaşma ve işbirliğine önem vermemek,
  1. Hedeflerin net olmaması, metod farklılıklarının ne olduğunun bilinip bunların karşılıklı saygı, anlayış ve işbirliğine doğru gayretlere engel olmadığının farkına varılmaması,
  1. Çoğu Müslümanın dost ve düşmanını Kur’an’a göre belirlemeyişi, Müslümanların birçoğunun düşmanını farklı mezhep, cemaat ve düşünceye sahip Müslümanların olmaması gerektiğinin uygulamada gözükmemesi…

 

[1] 5/Mâide, 105

[2] 2/Bakara, 44

[3] 103/Asr, 1-3

[4] 10/Yunus, 19

[5] 41/Fussılet, 34

[6] Mecelle, Madde 14

[7] 30/Rûm, 32

[8] bk. 41/Fussılet, 33

Zikir, Kur’an’ın emrettiği önemli bir ibadettir ve yukarıdan beri anlatıldığı şekillerde yerine getirilmesi mümkündür. Bazı kesimler tarafından “gizli mi - açık mı; toplu mu - tek başına mı yapılmalı?” gibi tartışmalara ihtiyaç yoktur. İslâm, mü’minlerin nasıl ibâdet edeceklerini göstermiştir. Emredilen ibâdetlerin dışında dileyen, bid’at olmamak şartıyla, Peygamberimizin yaptığına benzemek kaydıyla, istediği kadar nâfile ibâdet yapabilir.

Ancak İslâm’ı bize öğreten Peygamberi ve O’nun sahâbelerinin hayatında, kol kola verilmiş bir şekilde, yatıp kalkarak, bağırıp çağırarak, kendinden geçerek bir zikir yapma şekli yoktur. Hele hele de zikri mutlaka bir üstadın emri altında yapıp, zikri üstadlara, şeyhlere havâle etmek, onların da Allah’a götürmelerini beklemek gibi bir yanlışlık yoktur. Kul, gücü yettiği kadar ibâdet yapar, dili döndüğü kadar duâ eder, Rabbini anar. Umulur ki Allah (c.c.) ihlâsla yapılan az amellere bile bol karşılık verir. (21)

Zikrin âdâb ve usûlü vardır. İnsan Allah’ı zikrederken (daha doğrusu zikir ibâdetinin bir cüz’ünü icrâ ederken) gülünç ve komik durumlara düşmemeli, maskaralık yapmamalıdır. Zikir yaparken kan ter içinde kalıp başına tavana değecek kadar hoplayıp zıplamak ibâdet değil; çirkin bir harekettir. Süryânîlerin rûhânîleri, ibâdet esnasında kan ter içinde kalıncaya kadar didinirlerdi. Bizim câhil dervişlerin arasında da bunların hareketlerine benzer davrananların sayısı hiç de az değildir. Bu tamamen cehâletten ve düşünmeden körü körüne taklitten kaynaklanan bir durumdur. (22)

Müslüman, zikir esnâsında acziyet içinde Hakkı düşünmeli, sükûnet ve vakarını bozmamalıdır. Zikir yaptığını iddiâ eden birtakım kimselerin havalara sıçradığı, tepindikleri, bağırıp çağırdıkları görülmektedir. Bu hareket, zikrin mânâsıyla hiç bağdaşmamaktadır. İslâm’ın ibâdet anlayışına da ters düşmektedir. Zikir, tefekkür, nefis terbiyesi, ihsân gibi dinin emir ve tavsiyeleri; sadece belirli zümrelerin tekelinde kabul edilemez; bunlar bütün müslümanların malıdır. (23)

Tasavvufta zikir, hem anlayış hem de uygulama bakımından, sünnetteki zikir anlayışıyla bağdaşmayacak bazı ögeler içermektedir. Anlayış olarak zikrin Kur'an'da otuzdan fazla anlamından sadece birini, en fazla birkaçını alıp zikir olarak sadece bunu öne çıkartması, bununla yetinmesi ve hatta zikri, bütünün bir iki parçasını cennet için yeterli kabul etmesi, halka bu anlayışı yayması, zikri ve dolayısıyla dini daraltması, ilk dikkat çeken husustur. Bazı kelimeleri tekrarlarken, bilincini kaybederek cezbe içinde kendinden geçmesi halinde hiçbir sevap da elde edememiş olur. Zira uyku, unutma ve geçici de olsa aklın kaybı zamanlarında kalem insanın üzerinden kaldırılmıştır. Böyle durumlarda kalemin sevap defterine birşeyler yazmasını ummak, İslâm'ı bilmemek demektir. Zikir; uyanıklığın, düşünmenin ve bilincin esası iken (Kur'an ışığında böyle olması gerekirken), zikir adı verilen bazı toplantılarda insanlar kendilerinden geçirilmekte, âdeta uyuşturucu kullanan esrarkeşler gibi hayal dünyasında tatlı rüyalara daldırılmaktadır. Bazıları defle dümbelekle halay çeker, dans eder gibi dönüp durmakla zikir yaptığını zannediyor. Kimi de kendini kaybedip, kendilerini hipnotize eden şeyhleri tarafından oralarından buralarından şiş kebabı gibi şişleniyorlar, kendi nefislerine zulmediyorlar. Kimileri bağıra çağıra, taşkınca; kimileri de sessiz sâkin ama şaşkınca "zikir" yaptıklarını iddia ediyorlar.

Bu anlayış ve gelenekte zikrin aksiyoner, dinamik hiçbir yönü yoktur. İbâdet ve zikre ayrılmış belirli zamanların dışındaki günlük hayatla zikrin hiçbir ilişkisi yoktur. Ya çok sesli veya tümüyle dilin devreden çıkartıldığına şahit olunur. Nakşîlikte zikir, hemen tamamen zihinseldir. Dille zikir, sadece "hatm-i hâcegân" sırasında Kur'an'dan bazı küçük sûreler okumak ve biraz salevât getirilerek yapılır. Onun dışında kelime-i tevhid ya da lafza-i celal'in tekrarı dille değil, zihinden, içinden geçirilerek yapılır. Bunların yanında Nakşî tarikatlarda, esas zikir şekli, râbıtadır. Râbıta, diğer zikir biçimlerinden üstün sayılmıştır. Yani, râbıta; kelime-i tevhidin, ya da lafza-i celâlin, gerek dille ve gerekse zihinden tekrarı şeklindeki zikirden, hatta Kur'ân-ı Kerim'i okumaktan bile faziletli sayılır. Râbıtanın kaynağı ise Budizm'dir. Kitap ve Sünnette bununla ilişkin herhangi bir delil yoktur. (24)

Bu anlayış ve tavır, Tasavvuf Sözlüğünde şöyle açıklanır: “Tasavvufa göre zikir, ‘Allah’ kelimesini veya ‘Lâ ilâhe illâllah’ cümlesini söylemek ve tekrarlamak demektir. İlkine ‘lafza-i celâl’, ikincisine ‘kelime-i tevhid zikri’ veya ‘tevhid zikri’ denir. Tarikat ehlinin belli kelime ve ibâreleri belli zamanlarda, belli sayıda, belli bir edeb dâhilinde her gün düzenli olarak söylemeleri; ‘vird’ ve ‘hizib’ olarak da adlandırılır. Tarikat ehlinin ve sûfî cemaatlerinin bir yerde toplanıp şeyh veya halîfesinin gözetiminde ‘Allah, Allah’; ‘hû, hû’; ‘hay, hay’ gibi belli ibâreleri belli bir hareket düzeni içinde söylemeleri. Bu çeşit toplu zikirlere; tarikat âyini, semâ, hadra ve deverân gibi isimler verilir. Söylenen sözleri ve hareketlerin ritmik (âhenkli) olması icap eder. Bu tür zikirlerde bazen ney, kudüm ve def gibi enstrumanlar da kullanılır; Mevlevîlikte, Halvetîlikte olduğu gibi. Bu tür zikirler ekseriya tekkelerde icrâ edilir. Zikirde zikreden, zikredilenden başka her şeyden geçer, zâkir zikirde mezkûrdan başkasını hatırlamaz, kendisini kaybeder, yaptığı zikrin bile farkında olmaz. Bu yüzden zikir, kendinden geçip (gaybet, vecd) ve Hakk’ı buluş (vuslat, vücûd) halidir.

Zikir iki türlüdür: 1- Zikr-i cehrî, zikr-i aleniye: Yüksek sesle veya çevrede bulunanların işitebilecekleri bir şekilde sesli olarak yapılan zikirdir. Sesli zikri esas alan tarîkatlara cehrî tarikat denir. 2- Zikr-i hafî: Zikredenin, sadece kendisinin işitebileceği bir şekilde alçak sesle yaptığı zikir. Sessiz zikri esas alan tarikatlara hafî tarikat denir. Melâmet ehli ve Nakşbendîler hafî zikri; Rifâîler, Kadirîler cehrî zikri tercih etmişlerdir.

Kaiden zikir: Tarikat ehlinin bir halka oluşturup oturarak ritmik hareketlerle yaptıkları zikir. Kaimen zikir: Tarikat ehlinin bir halka oluşturup ritmik hareketlerle ayakta yaptıkları zikir. Bu zikir döne döne yapıldığı için devr ve deverân adını da alır. Zikr-i erre, zikr-i minşârî: Yesevîlikte hançereden testere sesi gibi bir ses çıkarılarak yapılan zikir. (25)            

Bazıları, zikir denilince, özel bir tören ve bazı büyüklerin, hocaların yönettiği ve adına “hatim” veya “hatme” denilen halkalar içinde olacağı anlayışına sahiptir. Bunlara karşı çıkanlar, belki biraz abartılı bir yaklaşımla “bu âyin mi, ibâdet mi?” diye sormaktan kendilerini alamamakta; öte yandan tâğûtî güçler ve onların güdümündeki medya da, bu tür toplantıları, saçı sakalına karışmış, dansa benzeyen tuhaf gösterileri İslâm’ı ve müslümanları karalamak için saf zihinleri etkilemek ve onların beyinlerine kazımak kasdıyla bıkmadan gündemde tutup göz önüne getirmektedir.

İbrahim Sarmış, şöyle der: "Şişlerin batırıldığı, karınların yarıldığı ve boyunların kesildiği zikir âyininde olsun, bir şef yönetiminde "illallah", "Allah", "Hû", "yâ Hû" nâraları ve göbekten çıkarılan bıçkı sesleriyle yapılan zikir âyinlerinde ve kadın-erkek karışıp insanların nağmeler eşliğinde kendilerinden geçtiği âyinler, bir çeşit dansla geçen böyle saatlerin ilâhî tecelli saatler olduğunu söylemeleri,  bir garâbettir. Her yıl, bir hafta süren semâ âyinlerinde atılan nâralar, çalınan müzik ve dans eden semâzenlerin yaptıkları da aynıdır. Söyler misiniz, Rasûlullah Rabbini böyle mi zikretti? Ondan sonra, ashâbı Allah'ı böyle mi zikretti? Sahâbîler Allah ve Rasûlünün öğrettiği gibi huşû ve teslimiyet içinde, sessiz ve müziksiz, havf ve recâ arasında, münferiden ve Rasûlullah'ın öğrettiği duâlarla Allah'ı andılar. O'na yalvardılar. Nimetini istediler ve azâbından O'na sığındılar.

Tasavvufçular, zikir esnâsında müridin şeyhini zihninde canlandırmasını, "destûr yâ üstâz (üstâdım yardım et!)" diyerek zikre başlarken, ondan yardım istemeyi, tıpkı Rasûlullah'tan yardım istemek gibi olduğuna inanmasını şart koşarlar. Çünkü kendisini Allah Rasûlüne ulaştıracak şeyhidir. Kalbiyle ve lisanıyla şeyhinden izin isteyerek "destur ey şeyhim!" demesi yanında, tarikat mensupları ve ileri gelenlerinden de izin istemesi, yahut onlara râbıta yapması gerekir. Zikreden kişinin tepeden tırnağa kadar sallanması, önce sağa "lâ" ile başlayıp sola "illâ" ile dönmesi ve doğrulması gerekir. Sola doğru öne eğilerek "illâllah" demesi ile bu işi tamamlar. "Allah", "Hû" gibi tek isimle zikrediyorsa, çenesini göğsüne vurması, koro halinde ve yüksek sesle yapması gerekir. Kelimeyi göbeğinden başlayarak kalbinin derinliklerinden çıkarması icab eder. İşte bu eşsiz pehlivanlık tasavvufçuların zikir şeklidir.

Allah için söyleyiniz, Rasûlullah Rabbini zikrederken böyle tepeden tırnağa kadar sallanıp dans mı ediyordu? Sakalını göğsüne vurup sağa sola mı sallanıyordu? Şüphesiz hayır. Çünkü o, Allah'ın peygamberidir ve Allah'ın huzurunda edeple nasıl ibâdet edileceğini bilir ve insanlara bildirir. Nasıl zikredeceğini Allah ona ve bize şöyle tarif etmiştir: "Rabbini içinden, yalvararak ve O'ndan korkarak yüksek olmayan bir sesle sabah akşam zikret.Gâfillerden olma." (7/A'râ, 205) "Rabbinize yalvara yakara ve gizlice duâ edin. Bilmelisiniz ki haddi aşanları O sevmez." (7/A'râf, 55). "Onların (müşriklerin) Beytullah'ın yanında namazları (duâları) da el çırpmak ve ıslık çalmaktan başka bir şey değildir." (8/Enfâl, 35). (26)    

Mevdûdi, ibâdetin özü ve anlamının itaat ve sadâkat olduğunu açıklar (Kur'an'da Dört Terim, s. 28-29). İbâdetin üç unsuru (kulluk, itaat ve sadâkat) üzerinde dururken, şu açıklamada bulunur: "Önce ibâdet'in bu anlamını kafanızda tutun, sorularıma ondan sonra cevap verin:

Efendisinin kendisinden yapmasını istediği işleri yapmayıp daima elleri bağlı, efendisinin önünde duran ve onun ismini anan bir köle hakkında ne düşünürsünüz? Efendisi ona, 'git, şu şu işleri yap' diyor, köle bulunduğu yerden kımıldamıyor, eğilip efendisini on kez selâmlıyor, tekrar ayağa kalkıp elleri bağlı öylece duruyor. Efendisi ona, 'git falan yanlışları düzelt' diye tâlimât veriyor, ama adam yine yerinden kıpırdamıyor, efendisinin önünde eğilmeye devam ediyor. Efendisi 'hırsızın elini bu kötü işten kes!' diye emrediyor. Bunu duyan köle, hırsızın elini keseceği yerde efendisinin söylediklerini tekrarlamaktan başka bir şey yapmıyor ve 'hırsızın elini kes' emrini yüzlerce kez tekrarlıyor. Şimdi bu kölenin efendisine gerçekten hürmet ettiğini söyleyebilir miyiz? Sizin kölelerinizden bir tanesi böyle davransaydı ne yapardınız, Allah bilir!

 Allah'ın kullarından böyle davrananların kendilerini Allah'a ibâdete adamış olarak kabul etmelerine şaşmıyorum! Böyleleri sabahtan akşama kadar Allah bilir kaç kere Kur'an'daki ilâhî emirleri okurlar, ama bunları yerine getirmek için kıllarını bile kıpırdatmazlar. Diğer taraftan ha bire nâfile namaz kılar, ellerine binlik bir tesbih alır ve Allah'ın adını anarlar. Çok acıklı bir makamla Kur'an okurlar! Onları bu halde gördüğümüz zaman: 'Ne kadar müttakî, ne kadar dindar adamlar!' dersiniz. Bu yanlış anlamanın temelinde ibâdetin gerçek anlamını bilmemek yatar." (27)     

Allah'ın kitabına karşı kör, sağır ve dilsiz olup, bazı güzel kelime ve isimleri, anlamını ve mesajını düşünmeden belli sayıda tekrarlamanın fazla bir önemi yoktur. Bu tavır, insanın vicdanını bastırması, cehâlet ve yozlaşmayı meşrû görüp yaptığı ile tatmin olması, esas zikir olan Kur'an'a karşı sorumluluğu ihmal etmesine sebep oluyorsa, o takdirde bu zikir anlayışının zararı vardır. Hemen tarikatların hepsinde, belirli aşamalardan geçen ve tarikatta kıdemli olanlara, zikir adıyla çok yanlış ifadeler de ders olarak verilmektedir. Anlamını bilmeden (biliyorsa daha kötü) tekrarladığı virdler içinde, belki de insanı şirke götürecek bâtıl sözler vardır.

Meselâ "Lâ mevcûde illâllah" gibi. Bu sözün anlamı: "Allah'tan başka varlık yoktur" demektir. Bir başka deyişle, "tüm varlık Allah'tır" Yani, iyi-kötü yaratılmış ne varsa hepsinin -hâşâ- Allah olduğunu iddia etmek. Ne büyük hata ve sapıklık! Ne dehşetli bir cehâlet! Allah'ın yarattığını, Allah'ın kendisi yerine koymak. Çok korkunç bir gaflet, affedilmez bir suç! Ve sonra bunun adını zikir koymak! Öyleyse, dikkat edilmesi gereken nokta, anlamını bilmediğimiz kelimeleri durmadan tekrarlamak yerine; ondan daha önce, bilmemiz gereken Allah'ın isimlerini ve vasıflarını öğrenmek, Allah'ı kendi zikri olan Kur'an'dan tanımak ve Allah'ın gösterdiği dosdoğru yolda yürümektir.     

 

Evliyâullah / Allah’ın Velîleri Kimlerdir?   

Velî’nin çoğulu “evliyâ”dır. Halk arasında velî veya evliyâ denilince yukarıda anlatılanlar pek akla gelmez. Kafalarda biraz daha özel bir insan grubu şekillenir. Bir taraftan evliyâ göklere uçurulur, onlara karada ve denizde, yerde ve gökte Allah’a ait nice görevler havâle edilir; fakat böyle bir anlayıştaki yanlışlıklar düşünülmez. Buna karşın Kur’an’ın şiddetli yasaklamasına rağmen kimileri inkârcıları, zâlimleri veya tâğutları veli/dost ve sırdaş edinir. Böylelerine toplumun velâyet-yönetim yetkisini seve seve verir. Hatta onların müslümanların aleyhine olan düşmanlıklarına ortak olur. Bazıları da Kur’an’a göre velâyeti caiz olmayan zorbaların Islâm ülkelerinde kurdukları gayri Islâmî düzenlere ses çıkarmazlar, onların siyasetlerinden memnun kalırlar. Onların zulüm sistemlerine destek olur ve bunun ne anlama geldiğini hiç akıllarına getirmezler.

Birçokları ömürlerini aslı astarı olmayan velî-evliyâ menkıbeleriyle (hikâyeleriyle) tüketirken, müslümanların velâyetini gasbedenlerin İslâm âlemini ne hale getirdiklerini, müslümanlara nasıl davrandıklarını hiç düşünmezler. Yanlış velî-evliyâ düşüncesi sebebiyle niceleri Tevhid dininin dışına çıkarlar da farkında bile olmazlar. Bu konuyu Kur’an’ın ve sünnetin çerçevesi dışında değerlendirenler, özel bir statü verdikleri evliyâda olağanüstü güçler ve yetkiler görürler. Onların peşine takılır, bir dediklerini iki etmezler. Ağızlarından, ya da kalemlerinden çıkan sözleri doğru mu yanlış mı diye düşünmeden benimserler. Evliyâ dedikleri kimselerde mutlaka tabiatüstü bir güç ve kerâmet görmek isterler. Göremeyince de kendileri uydururlar. Ya da önceden uydurulmuş malzemeyi kendi şeyhleri için kullanırlar.

Her konuda olduğu gibi bu konuda da şaşmaz ölçü Kur’an’dır. Öyleyse velî veya evliyâ kimdir, özellikleri nelerdir? “Haberiniz olsun; Allah’ın velîeri (evliyâullah), onlar için korku yoktur, onlar mahzun da olacak değillerdir.” (10/Yûnus, 62) Onlar Allah’tan hakkıyla korkup çekindikleri için, onlara dünyada ve âhirette korku yoktur. Onların ilerisi güzel olduğu için geçmişle ilgili hüzünleri (üzüntüleri) kalmamıştır. Hesapları sebebiyle korkmayacaklar ve hesaplarının kötü olmaması sebebiyle de üzülmeyecekler.

Bu müjdeye kavuşacak olan “evliyâ” kimdir? Cevabı bu âyeti takip eden ikinci âyet veriyor: “Onlar iman edenler ve (Allah’tan) korkup sakınanlardır. Müjde, dünya hayatında ve âhirette onlarındır. Allah’ın sözleri için değişiklik yoktur. İşte büyük kurtuluş budur.” (10/Yûnus, 63-64). Ölçü iman ve takva. Kim hakkıyla iman eder, imanını şirk veya riyâ gibi şeylere bulaştırmazsa ve arkasından da Kur’an’ın tanımladığı takvâya ulaşırsa, işte böyleleri Allah’ın velîleridir.

Yukarıda ifade edildiği gibi, Kur’an ‘velî’ kelimesini hem olumlu hem de olumsuz anlamda kullanmaktadır. Şeytanın velîsi olabildiği gibi, putların da velîsi olabilir. İnkârcılar ve zalimler her bakımdan birbirlerinin velîsidirler. Buna karşın Allah mü’minlerin velîsi/dostu ve yardımcısıdır. O, müslümanların kendi aralarında da velâyet ilişkisinin olmasını emretmektedir. Bunun yanında Rabbimiz iman edip takvâ sahibi olan kullarını kendine ‘velîler-evliyâu’llah’ olarak seçiyor. Demek ki mü’münler için sıradan bir velî olmak değil; Allah’ın velîlerinden, evliyâullahtan olmak önemlidir.

Mü’min zaten İslâm’a bütün benliği ile iman edendir. Buna bağlı olarak bütün mü’minler de takvâ üzere yaşamak zorundadırlar. İman takvâyı gerektirir. Takvâsız mü’min olunamayacağına göre, Allah’ın râzı olduğu bütün mü’minler evliyâdır, Allah’ın velîsidir. Allah da onların mevlâsıdır. Yukarıda mü’minlerin hepsinin birbirlerinin velisi olduğu açıklanmıştı. Elbette mü’min deyince, akla, Allah’tan hakkıyla korkup çekinen teslim olmuş müslüman gelir.

Peygamberimiz’den gelen bir rivâyet konuyu daha anlaşılır bir şekilde açıklıyor.     Peygamberimize Allah’ın velîleri kimlerdir diye sorulmuş, O da şöyle buyurmuştur: “Onlar öyle kimselerdir ki, görüldükleri zaman Allah hatırlanır, zikredilir.” (Dürrü’l Mensur, 4/370; naklen Elmalılı, 4/495). Hz. Ömer (r.a.)’den rivâyet edilen bir hadiste de, kendileri şehid veya nebî olmadıkları halde nebîlerin ve şehidlerin gıpta ettiği, aralarında ticaret ve akrabalık olmadığı halde birbirlerini Allah için seven kimselerden bahsedilmektedir (Müstedrek, 4/170; naklen Elmalılı, 4/495).  

Evliyâullah (Allah’ın velî kulları), Allah için severek birbirlerine dost, yârân, ahbap olurlar (Ebû Dâvud, Sünne 2, hadis no: 4596, 4/197). Ya da onlar Allah uğruna, O’nun adıyla, O’nun celâli için birbirlerini severler. Bu sevgi ile beraber birbirlerine ilgi gösterirler (Müslim, Birr 38, Hadis no: 2567, 4/1988; Tirmizî, Zühd 53; Dârimî, Rekaik 44, hadis no: 2760, 2/221; Ahmed bin Hanbel, 2/237, 328, 338, 370, 533; 3/87, 4/128, 386).

Takvâ sahibi mü’minler, Hakk’ın canlı şâhitleridir. Onlar, İslâm’ın güzelliklerini pratik hayatlarında gösterirler. Onlar İslâm’ı öylesine güzel yaşarlar ki, onlara bakıldığı zaman Rabbimizin ve O’nun verdiği nimetlerin hatırlanmaması mümkün değildir. İşte Allah’ın velî kulları, müttakî mü’minlerdir. Bu gibi mü’minler özel bir sınıf değillerdir. Bu velîlik sıfatını onlar iman ettikleri ve uydukları Kur’an’dan alırlar. Ne peşlerine gelenlerden, ne de yukarılarda olduğu zannedilen ve olağanüstü şahsiyet olarak düşünülen kimselerden.

Bilindiği gibi İslâm’da ruhbanlık ve özel bir sınıf statüsü yoktur. Herkes Allah’ın önünde eşittir ve herkes Rabbine kulluk yapmakla yükümlüdür. Kimsenin Allah katında bir imtiyazı (ayrıcalığı) yoktur. Üstünlük, derece ve sevap kazanma ölçüsü yalnızca takvâdır. Kimin takvâlı olduğunu da yalnızca Allah bilir. Allah’ı râzı etmeye çalışan kullara Allah’ın pek çok yardım ettiğini, onlara çok hayırlar verdiğini, görünen ve görünmeyen nimetlerle desteklediğini, mü’min topluluklarla çeşitli yardımları ulaştırdığını Kur’an haber vermektedir. Mü’minler zaten kerem sahibi insanlardır; Allah dilerse onlara daha fazla kerâmette bulunabilir. 

Kerâmet, velî olmanın şartı değildir. Allah dilediği kuluna dilediği nimeti değişik şekillerde ulaştırır. Tekrar edelim ki, velî olmanın, yani ‘evliyâullah’tan olmanın şartı iman ve takvâdır. Velî olmak evliyâ sayılmak için başka törenlere, şartlara, uzun boylu açıklamalara, tarîkat silsilelerine, başkaları tarafından verilecek ünvanlara ihtiyaç yoktur. Kur’an, kimin velî olduğunu açık açık anlatmaktadır. (12)

 

Tasavvuf Etkisiyle Velî ve Evliyâ Kavramlarında Anlam Kayması

Müslümanım diyenlerce tahrif edilen Kur’an kavramlarından biri, “velî” kavramıdır.   Kur’an ve sünnetteki gerçek mânası yönüyle bu kavramın içi boşaltılarak tevhidî konumundan soyutlanıp velâyet, ayrıcalıklı bir sınıfa nisbet edilmiştir. Yaşadığımız toplumda, “tevhid”e zarar vermeye müsâit vesîle, şefaat ve velî anlayışları vardır. Eğer nefsimizi ve çevremizi Kur’an’ın gözlüğüyle görmeye çalışırsak, yanlışlıkların önüne geçebiliriz. Tasavvufun etkisiyle, geleneksel anlamda velî (veya evliyâ); benliğini Allah'ta yok etmek sûretiyle birtakım üstün vasıflar kazanarak, hârikulâde şeyler gösterebilen büyük insan anlamında kullanılmaktadır. Hatta daha da ileri gidilerek Allah adına kâinatın idaresini düzenlemeye yetkili kişiler olarak algılanmaktadır.

Hicretin ilk asrında başlayan zühd ve takvâ anlayışı, giderek tasavvufî bir şekle bürünmüş ve 9. yüzyıldan sonra ise geniş ve renkli bir tefekkür meydana getirmiştir. Velî kavramının, Türkler'in İslâm'a girişinden sonra, İslâm öncesi dinlerinden taşıdıkları Şamanizm, Budizm, Zerdüştlük, Mazdeizm, Maniheizm ve Hıristiyanlık gibi inançların tesiriyle ıstılahlaştığı görülmektedir. Öyle ki, Allah'a yakın olduğu kabul edilen, velî diye vasfedilen bu kişilerin fevkalâde kuvvet ve kudretlerle mücehhez olduğuna ve herhangi bir konuda -sağ veya ölü iken- yardımlarının söz konusu olacağına inanılmaktadır. Böyle bir anlayış, velînin takdis olmasıyla sonuçlanmaktadır. Yukarıdaki anlamıyla müslümanlar arasında yaygınlaşan bu velî kavramının menşe' itibarıyla İslâmiyet'le ilişkisi olmadığı söylenir. Aynen hıristiyanlıktaki saint/aziz kültü gibi, müslümanlar arasında yaygınlaşan bu velî kelimesinin İslâm'dan önceki putperest kültürlerle yakın alâkası olduğu ifade edilir. (Bkz. E. A. Westermarck, İslâm Medeniyetinde Puta Tapma Devrinden Artakalan İtikatlar, Ankara, s. 11, 19-20; Haksöz, sayı: 11 (Şubat 92), s.14)

Eski Türk şamanları incelendiğinde bunların Türk velî tipine çok benzediği anlaşılır. Gelecekten haber veren, hava şartlarını değiştiren, felâketleri önleyen, yahut bunları düşmanlarına musallat eden, hastaları iyileştiren, göğe çıkıp uçabilen, ateşte yanmayan, yani bu özelliklere sahip olduklarına inanılan Türk şamanları bu hüviyetleriyle âdetâ İslâm sonrası eserlerde velî veya evliyâ olarak tanındı. Şamanist Türkler, şamanların hârikulâde insanlar olduklarına, ruhlar ve gizli güçler ile ilişki kurup onlara istediklerini yaptırabildiklerine inanırlardı. Türklerin velî telakkisinin oluşmasında eski atalar kültürünün de önemi vardır. Ata öldükten sonra onun ruhunun üstün birtakım güçleri olduğuna inanılır ve ondan şefaat beklenir. Bu üstün rûhânî güçlerle donanmış insan tipinin müslümanlıktaki velî tipiyle ilgi kurulmasında güçlük çekilmedi. Kur'ân-ı Kerim'deki çeşitli mûcizeler gösteren peygamberlerin şahsiyetini kendi din adamlığıyla benzeştirdiler. Velî ve evliyâ kültürünün oluşmasına sebep olan unsurlar şunlardır: a) Eski Türk inançları, b) Budizm ve Şamanizm, c) İslâm öncesi kültür, d) Kitab-ı Mukaddes kaynaklı inançlar, d) İslâm (Kur'an ve hadisler)'ın yanlış yorumu.

10-12. asırlarda İslâmiyet, Orta Asya'da yayılırken tekkelerin çoğu eski Budist manastırlarının yerine, yahut yakınlarına yapılıyor, zamanla manastırdaki azize ait menkıbeler, yerli halkla ilişkiler kurmada kolaylık olması için İslâmî bir hüviyete dönüştürülüyordu. Bu usûl, hem Anadolu'da, hem de Rumeli'de tatbik edildi. Meselâ, Hacı Bektaş'ın Sulucakarahöyük'te kurduğu tekke, burada yaşayan Hıristiyanların takdis ettiği Saint Charalambus'a ait kilise ve kültürü İslâmî bir havaya büründürüldü. Bu örnekler çoğaltılabilir. Bu velî veya evliyâların neler yaptıklarını Abdurrahman Câmî'ye ait, tasavvuf kitaplarının meşhurlarından olan eseri Nefehâtü'l-Üns min Hazerâti'l-Kuds isimli eserden takip edelim: 1) Yoğu var etmek, varı yok etmek, 2) Gizli şeyleri açığa çıkarmak, açıkta olanları gizlemek, 3) Ölüyü diriltmek, diriyi öldürmek, 4) Duâyı gerçekleştirmek, 5) Gıyâben söylenenleri işitmek, 6) Gaybden ve gelecekten haber vermek, 7) Su üzerinde yürümek, mekân aşmak, 8) Aynı anda muhtelif yerlerde görünmek, 9) Hayvan, bitki veya cansız maddelerin tesbih ettiklerini duymak, 10) Havada dolaşmak, 11) Vahşi hayvanları emrine almak.

Yukarıda sayılan özelliklere uygun, tarihte ve günümüzde var sayılan velîlere örnekler veren külliyât bir hayli yaygındır. Örnek olarak; Hacı Ubeydullah Ahrar denilen şahıs Semerkant'ta otururken, aynı anda İstanbul'u fetheden Fâtih'in ordusuna yardım eder şeklindeki olay, bütün klasik kaynaklarda çok rahat bir şekilde anlatılır (İrfan Gündüz, Osmanlılar'da Devlet-Tekke Münâsebetleri, Sehâ Neşriyat, s. 43-44). Bazıları da "insanın kalbinden geçirdiğini bilir, gelenin sormadan cevabını verir, istemeden ihtiyaç sahibinin muhtaç olduğu şeyi bağışlardı. Gönüllere ve rüyalara tasarrufu vardı. Bereket gittiği yerlere yağardı. (Mehmed Zâhid Kotku, Ehl-i Sünnet Akaidi, Sehâ Neşriyat, s. 7).         

Bazıları da Allah ile konuşabiliyor, hatta O’nu da emri altına alıyor: “Hak Teâlâ dedi: ‘Yâ Cüneyd, ben seninim, sen benimsin. Şimdiye değin sen benim dediğimi tutardım; şimdiden sonra ben senin dediğini tutarım.” (Feridüddin Attar, Tezkiretü’l-Evliyâ, Erkam Y. s. 158). Bir başkası: “Evliyâdan bazıları vardır ki, sâdık mürîde vefâtından sonra, hayattayken olduğundan daha fazla menfaat eriştirir. İsterse o velî, kabrinde meyyit olsun. Kabrindeyken müridini yetiştirir. Müridin kabrinden onun sesini işitir. Nitekim Ebu’l-Hasan Hırkani, Beyazıd Bestami’den bu şekilde feyz almıştır. (Es-Seyyid Abdülhakim Arvasî, Râbıta-i Şerife, Büyük Doğu Y. s. 19). Bazıları işi daha da ileri götürerek; “Allah beni över, ben de onu. O bana kulluk eder, ben de O’na. Bir halde O’nu ikrar eder ve eşyadaki çokluk ve değişikliği görünce inkâr ederim.” (Muhyiddin-i Arabî, Fusûsu’l-Hikem, M.E.B. Y. s. 48)

Velî (veya şeyh) ile sohbetin usûlü: “Evvelâ mümkün ise gusl ile, olmazsa taze bir abdestle iki rekât namaz kılmak, anlayamadığı bir şey varsa, onu kendi kusuruna haml etmek, hiçbir sûrette şeyhin kavl, fiil ve ahvâline kat’iyyen itiraz etmemek, şeyhin kelâmını hakdır diye itikad etmek... Sohbet bitince çok oturmayıp hemen kalkıp izin istemek ve ellerini dizlerini öpüp geri geri gitmek...” (M. Zâhid Kotku, Tasavvufî Ahlâk, c. 1, s. 90). “Allahu Teâlâ’nın ism-i zâhirleri o kadar çok tecelli etti ki, her şeyde ayrı ayrı göründü, hatta nisâ (kadınlar) şeklinde, onların organları halinde ayrı ayrı zâhir oldu. Bu tâifeye o kadar bağlandım ki, nasıl bildireyim, kendimi tutamıyordum. Onların şeklindeki zuhur başka hiçbir şeyde yoktu.” (İmam-ı Rabbâni, Mektubat Tercümesi, 1. Mektup, Sönmez Neşriyat, s. 6)

Örnekleri çoğaltmak mümkün. Allah adına, din adına bu anlatılanların İslâm’la bir ilgisi olmadığı halde, bu eserlerin Kur’an rehberliğinde yeniden okunması ve yeniden değerlendirilmesi gerekir.

Yukarıda görüldüğü gibi, Kur’an-ı Kerim’e göre, gerçek velî Allah’tır, Birçok âyette Allah’ın mü’minlerin velîsi ve yardımcısı olduğunu görmekteyiz (2/Bakara, 257; 3/Âl-i İmrân, 68; 7/A’râf, 155; 9/Tevbe, 116). Yine Kur’an, Allah’tan başka velî edinmeyi yasaklar “Onların Allah’ın dışında kendilerine yardım edecek velîleri yoktur.” (42/Şûrâ, 46). “Yoksa O’nun dışında birtakım velîler mi edindiler? İşte Allah, velî olan O’dur. Ölü olanları da diriltir. Her şeye güç yetiren O’dur.” (42/Şûrâ, 9) “Haberin olsun, hâlis (katıksız) olan din, yalnızca Allah’ındır. O’ndan başka velîler edinenler (şöyle derler): ‘Biz bunlara bizi Allah'a daha fazla yaklaştırsınlar diye ibâdet ediyoruz.’ Hiç şüphesiz Allah kendi aralarında ihtilâf ettikleri şeylerden hüküm verecektir. Gerçekten Allah, yalancı kâfir olan kimseyi hidâyete eriştirmez.” (39/Zümer, 3)

Kur’an, insan vasfı olarak velî konusunda da mü’minlerin birbirlerinin velîleri olduğunu belirtir. “Mü’min erkekler ve mü’min kadınlar, birbirlerinin velîleridirler; iyiliği emreder, kötülükten sakındırırlar, namazı dosdoğru kılarlar, zekâtı verirler. Allah'a ve rasûlüne itaat ederler. İşte Allah’ın kendilerine rahmet edeceği bunlardır.” (9/Tevbe, 71) “İyi bilin ki Allah’ın dostlarına korku yoktur, onlar üzülmeyeceklerdir. Onlar Allah'a iman etmiş ve muttakî olmuşlardır.” (10/Yûnus, 62-63) Allah’ın dostları olduğu gibi, şeytanın da dostları vardır. “Şeytanları inanmayanların evliyâsı kıldık.” (7/A’râf, 27). Takvânın özelliklerini de Kur’an, özellikle Bakara, 3-5 ve 177. âyetlerde açıklar. Bu âyetlere göre takvâ, iman ve sâlih amellerdir. İslâm’ın yaşanması ve hayata geçirilmesidir. Kur’an’ın, Rasûlün hayatıyla örnek davranışlar haline, yaşayan Kur’an haline gelmesidir. Mü’min ve müslüman olmanın yolu, velî olmanın yolu, Kur’an ve sünnete uygun yaşamaktan geçer. Kur’an, takvâ sahibi olmamızı istiyor. Hatta daha da ileri giderek, gerçek mü’minlerin, takvâ sahiplerine önderler olmasını öneriyor. Bu da yaşanan hayata yön verip İslâm’a uygun bir şekilde örneklik yapmakla mümkündür. Allah’ın dostlarının kerâmeti, ihsânı ve takvâsı; Kur’an’ı, yaşanan bir hayat haline getirmesidir. Bazılarının anladığı gibi, kâinata tasarrufta bulunma, duâlara icâbet etme, öldüklerinde geri kalanları mezardan idare etme, mezarları üzerinde kubbeler inşâ edilme şeklinde değlidir.

Kur’an, Hz. Peygamberimiz’e şöyle buyurur: “De ki: ‘Ben kendime Allah’ın dilediğinden başka ne bir yarar, ne de bir zarar verme gücüne sahibim. Eğer gaybı bilseydim, elbette çok hayır elde ederdim ve bana kötülük dokunmazdı. Ben sadece iman edenler için bir uyarıcı ve müjdeleyiciyim.” (7/A’râf, 195) Yine Kur’an’da insanların kalplerine tasarrufta bulunmak, hakka meyletmeyen kimselerin kalplerine imanı yerleştirmek ve buna benzer hususlarda peygamberlere bile yetki verilmediği (27/Neml, 80; 35/Fâtır, 22-24) halde, birtakım insanlara takvâ adına Kur’an dışı ilâhî sıfatlar vermek, İslâm’ı bilmemek veya bile bile düşmanlık etmek demektir. Kur’ân-ı Kerim, peygamberlerin bile sahip olduğu bütün kudret, azamet, üstünlük ve şerefin Allah'a itaat edip tamamıyla O’nun hükümlerini uygulamada olduğunu belirtir.              

Hz. Peygamber, Kur’an’dan yüzçevirir, Allah’ın kelâmını değiştirmeye kalkar ve kendi sözlerini ona ilâve edecek olursa; onun başkası üzerinde hiçbir üstünlüğe sahip olamayacağı açıklanır. “Sana gelen ilimden sonra, eğer onların hevâlarına/arzularına uyacak olursan, andolsun ki Allah’tan sana ne bir dost, ne de bir yardımcı olur.” (2/Bakara, 120). “De ki: ‘Onu kendi tarafımdan değiştirmek benim için imkânsızdır. Ben, sadece bana vahyolunana uyarım. Şayet ben Rabbime karşı gelirsem büyük bir günün azâbından korkarım.” (10/Yûnus, 15). Kur’an’da açıklanan bu tür âyetlerin hepsi, Rasûlullah’ın herhangi bir muhâlefeti, sapması veya âyetleri gizlemesinden korkulduğu için indirilmemiştir. Bu âyetlerin indirilmesinden maksat, insanlara, peygamberin Allah'a olan yakınlığının  sebebinin peygamberin -hâşâ- Allah ile bazı ortak sıfatlara sahip olması veya akrabalık -hıristiyanlıktaki oğul anlayışı gibi- bağı olmadığını göstermektir. Böylece, peygamberin özelliğinin, uyarıcı, müjdeleyici olması ve Allah’ın hükümlerine kayıtsız şartsız bağlanması olduğu açıklanmaktadır.

Velî olmak, eşyanın tabiatını tersine döndürmek sûretiyle değil; bilakis eşyanın tabiatı gereğince, sünnetullahın açığa çıkması, fıtratın gelişmesi ve Allah’ın râzı edilmesiyle mümkün olmaktadır. Allah katında yalnızca takvâ ile insanlar birbirlerinden ileride olabilmektedirler. Bu da, azâbından korunmak ve rızâsını kazanmakla mümkündür. Kim Allah'a, O’nun bildirdiği gibi inanır ve sâlih amel işlerse, işte kurtulanlar yanız bunlar olacaklardır. Peygamberlerin hepsi, Allah’ın velî kullarıdır. Onlar Allah’ı râzı etmişler, tevhidi hayatlarında uygulamışlar ve en güzel şâhitler olmuşlardır. Mü’minler de Allah’ın velî kullarıdır. Allah, iman eden ve sâlih amel işleyen kullarını velî/dost edinmektedir. Velînin büyüklüğü buraya kadardır. Müslümanlar da ayrıca, birbirinin velîsidirler. Birbirine yardım eden, bağışlayan, malından yediren, koruyan, kollayan insanlardır. Muhâcir ve esârın birbirlerini velî kabul etmeleri ve uygulamaları ile elimizdeki sağlam bilgiler, bizler için örnek teşkil etmektedir.

İslâm akaidinde, bazı dinî çevrelerde bilinen anlamda kişilere kutsallık izâfe edilerek, hatta onları insanlık vasıflarının da üzerine çıkarmak gibi hayâlî ve mitolojik tipler icat etmek anlayışına yer yoktur. Kur’an’da net bir şekilde açıklanan “evliyâ”nın diğer insanlardan farkı; beşer tabiatının üzerine çıkması, fevkalâdelikler göstermesi veya günahları bağışlaması değil; tevhidî bir inanca sahip olması, münkerden kaçınması ve ma’rûfu emretmesi, her türlü şirke, zulme, haksızlığa karşı tavır sahibi olmasıdır. (13)    

Velî/ermiş kabul edilen rûhânîler hakkında birçok menkabeler yazılmıştır. Bu kişilerin hayat öyküleri ve onlara mal edilen olağanüstülükler dikkat ve ibretle incelenmeye değer. Bu mitolojik hikâyeler, velî kabul edilenlerle ilgili inanış biçiminin eksenini oluşturmaktadır. Bu hikâyelerde insanüstü özellikler o kadar astronomiktir ki Allah'ın kitabı ve Rasûl'ün sünnetiyle aydınlanmış aklı başında hiçbir mü'min, bunların gerçekliğini kabul edemez. Çünkü evliyâlık, ermişlik denen inanış kadar, sünnetullahı (Allah'ın evrendeki değişmez kanunlarını) kökünden inkâr eden, Allah'ın kâinat üzerindeki sınırsız egemenliğini yok sayan ve O'na açıkça kafa tutan başka bir inanış biçimi hemen hemen yoktur. Herhangi bir halifenin, kendi şeyhi hakkında rivâyet edilen bu mitolojileri hiçbir zaman yalanlamamış olması, tarîkat liderleri hakkında ciddî bir ahlâk sorununun varlığını ortaya koymaktadır. Gerçekten de hemen hiçbir şeyh, kendisini mezun etmiş olan mürşidinin göklere çıkarılmasına şimdiye kadar itiraz etmemiştir.

Aslında menkabe geleneği, yabancı kaynaklıdır. Özellikle şamanlıktaki "kam" kültünün, budizmdeki "arhanı" kültünün ve hıristiyanlıktaki "azizler" kültünün etkisi altında peydahlanan velîlik/ermişlik inancına bağlı olarak bu gelenek yerleşmiş ve zamanla kurumlaşmıştır.

Tasavvuftaki Evliyâ Nasıl Bir Kişiliktir? Tasavvuftaki anlayışa göre bazı yüce ruhlu insanlar, keskin bir sezgiye, olağanüstü ve gizemli güçlere sahiptir. Bu kişilere, her dinin mistik toplulukları tarafından verilen bazı sıfatlar vardır. Evliyâ, aziz, saint, surp, ermiş gibi. Kalabalıkların çok büyük saygı ve bağlılık gösterdiği bu şahısların, çilehâne, manastır, savmia ve stupa gibi özel ve kutsal sayılan mekânlarda seyr u sülûk, mücâhede, çile, riyâzet ve yoga gibi her dine göre çeşitli adlar altında mistik egzersizler yaparak günahlarından arındığına ve bir ruh temizliğine kavuştuğuna inanılır. Bunlar artık himmet, bereket ve tasarruf sahibidirler. Allah adına, kâinat ve tabiat olaylarını yönetirler (!)

Evliyâ denilen bu insanlar hakkındaki inanışlardan bazıları şöyledir: Bunlar günahsız, yüce ve yanılmaz şahsiyetlerdir; kutsal birer kişiliğe sahiptirler. Gizliyi ve özellikle gönüllerden geçenleri bilirler. Duâları makbuldür; ne dilerlerse Allah o dileği yerine getirir. Aynı anda birkaç yerde bulunabilirler. En uzak mesâfeleri en kısa bir zamanda katederler. İslâm ordularının (veya bugünkü ordunun) ön saflarında düşmana karşı çarpışır ve zafer sağlarlar... Bu inanç çerçevesinde şartlandırılmış duygusal insanlar, evliyâ diye niteledikleri kişilerin, böylesine olağanüstü güçlerine kendilerini inandırmış, onların hayalleri zorlayan mitolojik hikâyelerini kaleme almışlardır. Tarih boyunca bu konuda "menâkıbnâme" adı altında yazılan kerâmet hikâyeleri, ciltler dolusu birikim oluşturmuştur. (Bunların bazıları, filmlere konu olmuş, "İhlâs"lı müridlerce menkabeler senaryolaşmıştır.)

Her zâtın velîlik derecesi, ona mal edilen menkabelerle ölçülmeye başlanmıştır. Mürîd, üstünlük, olağanüstülük, yücelik ve kerâmet olarak mürşidi için tasavvur edebileceği her meziyet ve olayın, eylemsel biçimde yaşanmış ve gerçekleşmiş olduğundan asla kuşkulanmaz. Ondan sonra da bunları, hayâlinin enginliği ve dilinin zenginliği oranında anlatmaya ve yaymaya başlar. İşte menkabeler böyle oluşmuştur.

Hayatta olduğu sürece "Efendi Hazretleri", "Efendi Baba", "Efendi" unvânı verilen bu zatların her konuştuğunda hikmetler aranır, her sözü sayfalar dolusu yorumlara konu olur, attığı her adımdan, yaptığı her hareketten, göz atmasından, nazar etmesinden, gülümsemesinden, ya da hapşırmasından bile türlü anlamlar çıkarılır. Meselâ, bir kaza mı oldu, "Efendi Hazretleri bunu işaret buyurmuştu", yağmur mu yağdı, "Efendi Hazretleri biraz önce duâ etmişti", çevrelerinde sevilmeyen birinin başına bir belâ mı geldi, "Efendi onu çarptı" vs. Öldükten sonra üzerine saltanatlı bir türbe inşâ edilir; mezarının üzerine süslü bir sanduka kurulur; adı, hayat tarzı, sözleri ve ona ait hemen her şey kurumlaşır ve kutsallaşır.

Halbuki İslâm'da böyle bir evliyâ telâkkisi yoktur ve olamaz. Nitekim ilk zâhidler olarak bilinen Hasan el-Basrî, Süfyan es-Sevrî, Abdullah bin el-Mübârek, Fudayl bin İyad, Şakıyk-ı Belhî, Ma'rûf el-Kerhî, Ebû Süleyman ed-Dârânî, Bişr el-Hafî, Seriyy es-Sakatî, Hâris el-Muhâsibî ve Sehl bin Abdullah et-Tüsterî gibi şahsiyetlere, yaşadıkları çağda böyle bir kişilik mal edilmemiştir. Velî kavramı, müslümanların ilk üç kuşağı tarafından tamamen Kur'an'ın tanımladığı şekilde benimsenmiştir.    

Bazılarının tebliğ adına gündeme getirdikleri dinin merkezini şekiller ve hayâller cümbüşü süsler. Din onlar için âyindir, tesbihtir, sarıktır, takkedir, cübbedir, kavuktur, sakaldır, çarşaftır, türbedir, tekkedir, mezar taşlarıdır, kıssa ve menkabelerdir. Bulutlar üstünde uçuşan pembe kanatlı evliyâlardır. Halk açısından da din, yine şekilcilik ve teferruatın merkezde olduğu bir anlayış ve yaşayıştır. Halka göre de İslâm, büyük kubbeli dev câmilerdir, kandildir, mevlittir, ilâhîdir, ezgidir, mehter marşıdır, fetih kutlama törenleridir, festir, kılıçtır, tuğradır, bid’attır, hurâfedir... İslâm’ın, esas olarak Kur’an ve Sünnet’ten ibaret olduğu, dolayısıyla bu iki kaynağın, hayata geçirilmesiyle ancak İslâm’dan söz edilebileceği, hemen hiç kimsenin ilgisini çekmemektedir. Onun için eğer kutsallaştırılmış eşya ve kavramlar hakkında en ufak bir olumsuz düşünceniz varsa dindar kabul edilen toplumun ölçülerine göre belki müslüman bile sayılmazsınız, en azından sapıksınız.

Bilindiği gibi, İslâm’ın temeli imandır ve imanın da ağırlık merkezi Allah Teâlâ’ya Kur’an’da bize kendini tanıttığı sıfatlarıyla inanmaktır. Bu inancın özü ise, kâinatın yaratıcısı, yöneticisi, yönlendiricisi ve düzenleyicisi olarak Yüce Allah’ın bir, eşsiz, benzersiz, ortaksız, vekilsiz, başlangıçsız, sonsuz ve ölümsüz olduğu; ezelden ebede her şeyi bildiği, gördüğü, duyduğu ve her şeye egemen olduğudur. Tevhîdin en kısa özeti budur ve bununla birlikte Allah Teâlâ’nın sonsuz ve sınırsız egemenliği üzerinde hiçbir kimsenin ve herhangi bir gücün hiçbir halde asla etkili olamayacağıdır. Dolayısıyla, yaratığın sebep olduğu herhangi bir etki, yalnızca Allah tarafından yönetilen kâinat düzeninin, birbirine bağlı disiplinleri ve kuralları çerçevesinde ancak meydana gelebilir. Gerçek bu iken, tarihin akışı içinde ve çeşitli etkenler altında zamanla “ermişlik” diye bir inanç peydahlanmış, böylece “evliyâ” diye -sözde- üstün güçlere sahip bazı kimselerin, Allah adına kâinat olaylarına yön verebileceklerine inanılmaya başlanmıştır. Bütün bu anlayışlar, Kur’an ve sahih sünnet çerçevesi içinde sorgulanmalı, inançlardan şirk kalıntıları temizlenmeli, velî kavramı da, diğer İslâmî kavramlar gibi, Kur’an’la sağlaması yapılarak i’tidal içinde yeniden değerlendirilmelidir. Müslümanım diyenlerin kendilerini, inanç ve amelleriyle elden geçirmesi, sağlam teraziyle tartması gerekmektedir. (14)

 Bilindiği gibi, “Velî” Allah’ın isimlerinden biridir. Allah kendisinin velî olduğunu söylemektedir; yani koruyucu, kollayıcı, dost, yardımcı, yakın, sahip, efendi mânâsında. Veliyyullah olarak kullanıldığında ise Allah’ın dinini koruyucu, O’nun dininin yardımcısı, O’nun dostu, O’nu sahip ve efendi edinen, yani özetle Allah’ı râzı eden kimse demektir. Bu durumdaki kimseyi Allah yakın edinmekte, O’nu sevmekte, O’ndan râzı olmaktadır. Kullarının arasında Allah'a yakınlığı ile mümtâz bir mevkii bulunmaktadır veliyyullahın. Bu seçkinlik, o kişinin Kur’an’ı ahlâk edişinin doğal bir sonucu olarak güzel ahlâkı sebebiyle insanlar tarafından sevilmek, beğenilmek, imrenilmek halidir. Allah’ın ona yardımı, sünnetullahı, eşyanın tabiatını tersine döndürmek sûretiyle değil; bilakis eşyanın tabiatı gereğince onun işlerinin kolay olmasının, başarıya ulaşmasının gerçekleşmesidir.

Bir müslümanın, diğer müslümanların velîsi olduğuna gelince, mesele hiç de halkın anladığı gibi değildir. Zira, âyetlerde geçen “velî” kelimesi, birbirinin yardımcısı, birbirine hak yolunda yardım eden, malından yediren, birbirini bağışlayan, bir vücudun parçaları arasındaki uyum gibi uyum içinde ve aynı vücudun sağlığını korumaya yönelik bir birliktelik kastedilmektedir. Muhâcir ve Ensâr’ın Hz. Peygamber’i velî olarak kabullenmeleri, birbirlerinin velîsi olduklarıyla ilgili uygulamalar, karşılıklı tavırları, sözleri ve Peygamber’in de onları velî/dost edinmesiyle ilgili bilgiler, bu velîliğin boyutlarını gösterir. Bu gerçek velîlerin hiç biri gaybı bilmediği gibi, hiç birinin gezdiği yerlere bereket yağdırdıklarına, kızgınlık duyduklarının ölümünü isteyip öldürdüklerine, onları çarptıklarına veya taş yaptıklarına, denizin üzerinde yürüdüklerine, kuru ağacı yeşerttiklerine ve benzeri kerâmetlerine rastlamamaktayız. O kadar rastlamamaktayız ki, Hz. Hamza, Uhud Harbinde kendisini öldürmek için fırsat kollayan ve en çok on-onbeş adım ötesinde bulunan eli mızraklı Vahşi’nin varlığından habersizdir. Hz. Ömer, iki adım gerisinde, safta namaza durarak kendisini öldürmek için hazırlanan ve hançerleyerek bunu gerçekleştiren Firuz isimli Ebû Lü’lü künyeli Zerdüştî kölenin niyetinden (kalbinden geçenden) habersizdi. Hz. Ali, kendisini öldürmek için aylardır plan kuran ve anlaştığı arkadaşlarıyla kararlarının bir parçası olarak kendisini öldürmek için namaz kıldığı câmide bulunan ve onu hançerleyerek emelinin gerçekleşmesini sağlayan Abdurrahman İbn Mülcem’in yanına kadar sokulan varlığından habersiz idi.

Rasûlullah (s.a.s.)’ın kendilerine İslâm’ı öğretmeleri için gönderilmesini istedikleri tebliğcileri tuzak kurarak yolda öldürenlerin niyetlerinden habersiz olduğu tarihî bir vâkıa olarak karşımızda durmaktadır. Peygamber’in ve Hz. Ebû Bekir (r.a.) ve Hz. Ömer (r.a.) gibi özellikle ileri gelen sahâbenin, Muhâcirlerin ve Ensârın, âyetlerle sâbit bulunduğu üzere yaptıkları amellerden ötürü Allah’ın dostluğunu kazandıklarını biliyoruz. Velâyetlerinden emin olduğumuz bu insanların hiç birinin uçtuğu, su üzerinde yürüdüğü, gaybı bildiği ile ilgili sahih mâlûmâta sahip değiliz. Müslümanlık lâfla değil; iman ve yaşayışla isbat edilir. Nasıl ki Rasûlullah, amelleriyle, örnek yaşayışıyla (33/Ahzâb, 21) İslâm’ı bize öğretmiştur. Rasûlullah’ın Uhud’da dişi kırılır, bu velîlere bir şey olmaz; Rasûlullah gaybı bilmez, bu velîler bilir. Rasûlullah ölüleri (meselâ amcası Hz. Hamza’yı, oğlu İbrahim’i) diriltemez, bu velîler diriltir. Rasûlullah kılıçla, kalkanla savaşır, bu velîler üfürükleriyle savaşır... (15)

“O’nun berisinden çağırdıklarınız kendilerine yardım edemezler ki size yardım etsinler.” (7/A’râf, 197) “Belki kendilerine yardımları dokunur diye Allah’ın berisinden ilâhlar/tanrılar edindiler. Ama onların yardıma güçleri yetmez. Oysa ki kendileri onlar için hazır askerdirler.” (36/Yâsin, 74-75) “De ki, Allah’ın berisinden çağırdıklarınıza bakın bakalım. Gösterin bana, yeryüzünde yaratmış oldukları ne vardır? Yoksa onların göklerde bir ortaklığı mı bulunuyor? Eğer doğru iseniz, bu konuda bana, bundan önce gelmiş bir Kitap veya bir bilgi kalıntısı getirin bakalım. Allah’ın yakınından kendisine kıyâmete kadar cevap veremeyecek olanı yardıma çağırandan daha sapık kim olabilir? Oysa ki bunlar onların çağrısından habersizdirler.” (46/Ahkaf, 4-5) “Şunu bilin ki, göklerde kim varsa ve yerde kim varsa hepsi Allah’ındır. Allah’ın dûnundan/yakınından birtakım ortaklar çağıranlar neyin peşindedirler? Bunların peşine takıldığı belli bir kuruntudan başka bir şey değildir. Onlarınkisi sadece saçmalamadır.” (10/Yûnus, 66)  

Bu âyetlerde geçen “dûne” kelimesine, çoğu mealde “başka, gayrı” anlamı verilmektedir. Bu mânâ, “dûne” kelimesinin anlamlarından biridir. Ama bu kelimenin asıl anlamı, “fevka”nın zıddı, yani en üst mertebeden beri, ondan aşağıca demektir. Bir şey, öbüründen biraz aşağıda olunca, bunu ifade için “dûne” kelimesi kullanılır. Buna göre, âyetlerde geçen “min dûnilâllâh”,  yani “Allah’ın dûnundan” ifadesi, Allah’ın en yakınından, yani berisinden demek olur. Zaten Allah’tan başka velîlere tutananlar, hep onların Allah'a çok yakın olduğuna inanmışlardır.

Tasavvufî anlamda velî olmak için aranan şartların başında kerâmet gelmektedir. Hemen bütün tasavvuf kitaplarında velîliğin alâmetlerinden sayılan kerâmet, yani velîlerin izhar edebileceği birtakım hârikulâde olaylar dolayısıyla velîliğin, peygamberliğe benzer bir statü kazandığı dikkat çeker. Mevcut olan bu paralellik, daha 9. yüzyılda, peygamberlerin sonuncusu olması sebebiyle Hz. Muhammed (s.a.s.) için kullanılan “Hâtemu’l-Enbiyâ” terimine benzer bir “Hâtemu’l-Evliyâ” (Velîlerin mührü/sonuncusu) kavramının doğmasına sebep olmuştur.

Burada, bir de velîler arasındaki mertebeler silsilesinden bahsetmek gerekir. Velâyet kavramı, 9. yüzyılda kendi içinde bir mertebelenmeye tâbi tutulmuştur. Şüphesiz velî telâkkisindeki gelişmelerden kaynaklanan bu duruma göre velîler, bir piramid şeklinde muhtelif derecelere ayrılmışlardı. Bu piramidde en alt tabakadan başlayarak sayıları gittikçe azalmak üzere sırayla Recebiyyûn, Müfredûn, Asâib, Nukabâ, Nücebâ, Abdal, Efrâd, Evtâd, İmâmân yer alır ve tepede ise, hepsinin başı olan Kutb bulunur. Dolayısıyla Kutb, bir devirde yeryüzünde mevcut bütün velîlerin en büyüğü olup kâinat, onun otoritesi altında, zikredilen tabakaları oluşturan velîler tarafından yönetilir. Velî kavramındaki, Kur’an’daki anlamdan sapma ve gelişme, sonraki bazı mistik etkilerin, meselâ Yeni Eflâtunculuk’un ve Gnostisizm’in rolüne dikkat çekmek gerekir. Aynı etkilere mâruz kalan hıristiyan mistisizmindeki “saint (aziz)” telâkkisiyle, tasavvuftaki “velî” telâkkisi arasında benzer noktalar hayli fazladır. Meselâ, hıristiyan mistisizminde “saint”, “Allah adamı” ve “Allah dostu”dur. Genel mânâda da, bütün dürüst hıristiyanlar Allah dostudur. Fakat özel anlamda asıl Allah dostu olan, saint/aziz, yani bütün dünyevî zevk ve bağlardan kurtularak birtakım riyâzet ve mücâhede usûlleriyle kendini Allah'a adayan, Ona ulaşabilen hıristiyandır. Hıristiyan mistisizmindeki bu telâkki, tasavvuftaki “velâyet-i âmme” (bütün müslümanların genel mânâda velî olduğu) ve “velâyet-i hâssa”  (dar mânâsıyla tasavvuftaki velî) telâkkisini andırmaktadır. Ayrıca, tasavvufta olduğu gibi “saint” (aziz)in kerâmet (miracle) kavramıyla sıkı ilişkisi de dikkat çeker.

Velî telâkkisindeki bu farklı statünün, ilk zamanlarda İslâm ulemâsı muhitlerinde ve onlara bağlı halk çevrelerinde birden bire kabul görmeyip tepki ile karşılandığını biliyoruz. Özellikle sûfî çevrelerin bütün gayretlerine rağmen, peygamberlik ile velîlik arasındaki paralel noktalar şiddetle reddedilmiştir. Aynı şekilde mu’tezile mezhebi, birtakım üstün vasıflarla techiz edilmiş böyle bir insan telâkkisini, dinin esasına aykırı olduğu düşüncesiyle asla benimsememiştir. Fakat zamanla bu tepkilerin mutasavvıflar tarafından değerlendirilip hesaba katılması sonucu, uyuşma için gösterilen gayretler boşa çıkmadı. İlk tepkilerin giderek şiddetini kaybettiği ve hatta sünnîliğin, velîlik telâkkisini sadece benimsemekle kalmayıp savunduğu bile görüldü. Hiç şüphesiz bu değişmede İmam Gazzâlî (öl. 1111)’nin unutulmaz çabasının büyük rolü olmuştur. Artık günümüzde, halkın büyük çoğunluğu, tasavvufî anlamdaki velî telâkkisini kabul etmeyenleri, eksik (sapık) müslüman sayar; bazı çevrelerde ise bunlar müslüman bile kabul olunmaz.

Türklerin İslâmiyet’e girişinden sonra tasavvufun velî telâkkisi, Türk mutasavvıflarınca da aynen benimsenerek devam ettirilmiştir. Velînin peygambere denk tutulduğu ve onun gibi, söylediği her sözün mutlak kabul gördüğü sözkonusu olmuştur. (16)

Dün, kimilerinin bayram kabul ettiği 29 Ekimdi. Türkiye Cumhuriyeti adıyla yeni bir devletin, yeni bir rejimin kuruluşunun üzerinden tam 96 yıl geçmiş. İslâm şeriatının tümüyle kaldırılıp, yerine Batı tarzı demokratik, laik, Kemalist bir rejimin kurulduğu zaman dilimini biz kutlamıyoruz, bu vesileyle rejime karşı tavrımızı gündeme getiriyoruz. Tâğuta karşı çıkmayı imanî bir görev bilen mü’minler olarak, tağutî yönetimi reddettiğimiz gibi, böyle bir yönetimin başlatıldığı günü, şeriata, İslâmî devlet anlayışına düşmanlık günü olarak kabul ediyoruz. Devletin onca yönlendirmesi, belediyelerin katkıları, okulların ve medyanın onca teşviki olduğu halde, halkın da bu resmi bayram kabul ettirilen günleri bayram kabul etmediğini görüyoruz. Belediye zabıtalarının zorlamasıyla esnafın iş yerlerine bayrak asmasından başka halkın bayramla herhangi bir ilgisinin olmadığını görüyoruz. Devletin hiçbir katkısı olmadığı halde, halk sadece Ramazan ve Kurban Bayramlarını bayram olarak kabul eder; o günlerde temiz elbiseler giyer, birbirini ziyaret ederek bayramlaşır; o günleri sevinçle kutlar. Yarın sanırım içinizden hiç kimse, hiçbir akraba ve dostunu ziyaret edip bayramını kutlamaya kalkmaz.

Hz. Peygamber Mekke'den Medine'ye hicret ettiği zaman, Medinelilerin iki bayramı olduğunu öğrendi. Medineliler bu bayramlarında oyun oynar ve eğlenirlerdi. Bu durumu gören Hz. Peygamber, bu günlerin bayram olarak devam etmesini kabul etmedi ve şöyle buyurdu: “Allah Teâlâ size kutladığınız bu iki bayrama bedel olarak daha hayırlısını, Ramazan Bayramı ile Kurban bayramını lûtuf olarak vermiştir.” (Ebû Davûd, Salât 239, Nesâî, Iydeyn 1; Ahmed bin Hanbel, Müsned, III/103, 178). Bu Peygamberî tavırdan yola çıkarak, bir müslüman, bu iki bayramın dışında başka bir bayram kabul edemez.

“Cumhur” halk, topluluk demektir. Fransızca république sözcüğünün Türkçe çevirisi olarak benimsenmiştir.

Latince res publica klasik kullanımda "kamusal olan" anlamındadır. Bir topluluğa onların birleştirmek suretiyle halk olma özelliğini kazandıran, kamusal nesne anlamına gelir. Bu hal monarşiye karşı, devlet başkanının halk tarafından seçildiği ve halk iradesince meşrulaştırıldığı devlet şekli anlamında kullanılmıştır.

Cumhuriyeti cumhuriyetçiler şöyle tanımlar: Milletin, egemenliği kendi elinde tuttuğu ve bunu belirli süreler için seçtiği milletvekilleri aracılığıyla kullandığı yönetim biçimi. Hükûmet başkanının, halk tarafından belli bir süre için ve belirli yetkilerle seçildiği yönetim biçimidir. Egemenlik hakkının belli bir kişi veya aileye ait olduğu oligarşi kavramının zıddıdır. Cumhuriyet kavramı, genel olarak temsili demokrasinin uygulanmasını ifade eder.

Cumhuriyet, cumhurun yani halkın egemen olması, onun dediğinin uygulanması demek olduğu halde; halkın inancı, nasıl bir yönetim istediği Cumhuriyet yönetiminde hiç önemsenmemektedir. Halk yönetimi demek olan cumhuriyet yönetiminde halk etken değil, edilgendir. Meselâ halkın kaçta kaçı kravat takar? Ama kravatsız, kendine benzeyen birini yönetici seçemez, yöneticiler hep kravatlıdır. Halkın kaçta kaçı Kur’an’ın kanun olarak uygulanmasına karşıdır? Ama cumhuriyet denilen güya halkın yönetimi, rejim ve yöneticileriyle Allah’ın kanunlarını yok sayar, halkın seçtikleri, kendileri kafalarından kanunlar çıkarırlar.

İslâm’ın idare tarzı, devlet anlayışı çok farklıdır. İslâm, halkın yönetimi değil; Hakkın yönetimi esasına dayanır. İslâm devleti, bey’atle işbaşına gelen, şûrâ denilen emin ve ehil şahsiyetlerin yönetime katıldığı, adâletle, yani Allah’ın indirdiği hükümlerle, kanunlarla halkın yönetildiği bir devlet ortaya koyar. Ehl-i hal ve’l-akd denilen âlimlerin öncelikle uygun görüp tayin ettikleri, kendisine imam, halife, ülü’l-emr, İslam devlet başkanı gibi ad verilen yönetici, devlet başkanı, eğer adaletten ayrıldıysa, Allah’a isyan ediyor veya insanları Allah’ın kanunlarıyla yönetme görevini tam olarak yapmıyorsa onu makamından uzaklaştırır.

Demokrasi ve cumhuriyet; hâkimiyetin halkın elinde olmasının adıdır. Krallık, hâkimiyetin kralın elinde olmasıdır. Teokrasi, hâkimiyetin Allah adına konuştuğunu iddia eden din adamı sınıfının ya da kendini tanrı yerine koyanların elinde olmasıdır. Buna benzer diğer bütün sistemler de böyledir. Yani siyasî sistemler, hâkimiyeti elinde bulunduranlara göre tanımlanır ve ona göre isimlerini alırlar. Yalnız İslâm, hâkimiyeti Allah’ta görür, hâkimiyeti Allah’ın bir hakkı olarak kabul eder. Bunun dışındaki diğer bütün beşerî sistemlerin (dinlerin) özelliği ise, hâkimiyeti Allah'ta görmeyip insanda görmeleridir. Hâkimiyeti insanda görmek gibi ortak bir paydaya sahip olduktan sonra, bu insanların “kim veya kimler?” sorusuna verdikleri farklı cevaplara göre isim alsalar da, müslümana göre bütün bunlar tâğutî ideoloji ve şeytanî düzenlerdir.

Sadece İslâm, inanç, davranış, sosyal ve siyasal düzen, ahlâk, dünya görüşü ve âhiret anlayışı, düşünce ve yaşama biçimi, insanın kendisiyle, çevresi ve Rabbiyle tüm ilişkilerini tanzim eder. Tüm bu alanlarla ilgili kuşatıcı hükümler koyar. Bütün beşerî ideolojiler, tüm ahlâk görüşleri, sosyal ve siyasal insanî görüşler, hangisi olursa olsun, İslâm'ın bakışına göre esas itibarıyla birer dindir.

Dolayısıyla biz hakkı ve hakikati başarılarda, çoklukta, azlıkta, önde ve arkada olmakta değil; Allah'ın kitabına ve Rasûlün sünnetine mutabakatta ararız. Allah'ın Kitabına ve Rasûlün sünnetine uygun oldumu bir iş güzeldir; neticesi dünyevî olarak hiç olsa bile. Önemli olan Allah'ın vereceği değerdir. Dünyevî sonuçları Allah verirse ne âlâ, vermezse vermez. Hayatımız ve ölümümüz, Allah için olabiliyorsa, netice odur. İşte bu anlamıyla hayatı kuşatan biricik sistem, kâmil din, sadece Allah Teâlâ'nın dinidir.

Kaynağı insan aklı olan, bu aklın yaşadığı ortamdan etkilenmişliğinin ürünü olan fikirleriyle biri, diğerinden farklı yerlere varan akılların çoğunluğunun veya azınlığının varacağı yer, kendine ters düşen yerdir. Kendini yadsıyan yerdir. İnsanı kendinden uzaklaştıran, kendinin farkına varmasını engelleyen yolda kullanılan akıl, insanoğlu var oldu olalı kendi başına doğru yolu bulamamıştır. Ancak Yaratan Rabbi insana sırât-ı müstakîmi, bu doğru yolu göstermiştir. "Ne yapacağını bilmez halde bulup da doğru yolu göstermedi mi?" (93/Duhâ, 7). İnsan, kendine gösterilen yolu bile koruyamazken, bu yoldan ayrılmamayı bile beceremezken, kendi başına tümüyle doğru bir yol bulmasını ondan beklemek, olmayacak şey beklemektir. Zaten kendi de, kendi bulduğu yoldan memnun olmamış, olamamıştır.

Aklını, hevâsını tanrı edinen insan, bu tanrısından râzı değildir. Aklın ve arzuların tanrı kabul edildiği demokrasiler, insanların kendine gelmelerini önleyen bir uyuşmuşlukla, kendilerine gelmelerini engellemektedir. Afyonun insanı uyuşturduğu gibi insanları uyuşturan, bu uyuşturup uyutmada müzik, futbol ve medyadan da yararlanan demokrasiler, onlar için yalnız ekonomik insan, seksolojik insan tanımı getirebilmekte, insanı bir türlü bu yönleri de bulunan ama, asla bunlardan ibaret olmayan bir varlık olduğunu görebilmesine imkân bırakmamaktadır.

Teslim olmadan, bir rabbe kul olmadan yapamadığı görülen insanın, teslim olmaması değil; kime ve neye teslim olacağı ile ilgili tercihleri sözkonusudur. İnsan, "kendi hevâsına mı, başkalarının (çoğunluğun) hevâsına mı, yoksa Allah'a mı teslim olmalıdır?" sorusuna verilecek isâbetli cevap insanın ufkunu açacaktır. Açılan şuuru, insanın bütünü görmesini, kendinin farkına varmasını sağlayacaktır. Önü açılan insanın görebildiği bütün karşısında yapacağı seçim elbette daha isabetli olacaktır. Hayat, kendisine hayat verene teslim olmakla anlamlanacaktır. Teslim olamadan yapamayan insan, en güvenilir (el-Mü'min) teslim olmakla (müslümanlıkla) ancak tatmin olabilir.

Hamdolsun, biz Atatürk’e ve onun düzenine değil; Allah’a ve onun nizamına teslim olanlarız.